irinçköl tarafından postalanan herşey
-
Cemil Bayık: Çekilmeyi durduruyoruz!
KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanı Cemil Bayık, AKP'nin savaş istediğini söyleyerek, "Bu şu anlama geliyor: sorunu çözmek istemiyor, ezmeyi esas alıyor. Savaşmak istiyor. Buna karşı kendimizi savunacağız. Gerillayı durduruyoruz" dedi. ANF'de yer alan habere göre, Abdullah Öcalan'a özgürlük için imza kampanyası çerçevesinde kurulan Irak ve Güney Kürdistan Komisyonu heyeti Medya Savunma Alanları'nda KCK Yürütme Konseyi eşbaşkanları Cemil Bayık ve Besê Hozat tarafından kabul edildi. Burada yapılan görüşme sırasında Cemil Bayık, heyet üyelerine imzalardan dolayı teşekkür ederken, gündemdeki konuları da değerlendirdi. 'Türkiye süreci kesintiye uğratmak için çabalıyor' Bayık, "Biz bu sürecin devam etmesi için uğraşırken, Türk hükümeti ve devleti sürecin kesintiye uğraması için çalışıyor. Bu nedenle hassas bir aşamadan geçiyoruz. Toplanan imzalar belki bu sürece de hizmet eder" şeklinde konuştu. 'Öcalan serbest bırakılmalı' Ortadoğu'daki gelişmelere değinen Cemil Bayık, "İstikrar tüm halkların ihtiyacıdır. Eğer Ortadoğu'da istikrar istiyorlarsa, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan'ın özgür olması gerekecek" vurgusunu yaptı. "Ortadoğu'da şiddetli bir savaş yürütülüyor. Kürtler eskisi gibi değil. Canlandı ve güçlendi" diyen Bayık, şunları ekledi: "Kürtler birinci güçtür; Kürtler olmadan hiçkimse Ortadoğu'da kendi çıkarlarını koruyamaz. (Bu koşullarda) Kongre'nin Kürtler için demokratik bir strateji oluşturması gerekiyor. Kürtlerin böyle bir stratejiye ihtiyacı var. Kürtler bu şekilde kendilerini katliamlardan koruyabilir." 'Hükümet paketlerle kandırmaya çalışıyor' Bayık, sorulara yanıt verirken, demokratik çözüm sürecinin içinde bulunduğu aşamaya geri dönerek önemli mesajlar verdi. Türk devletinin üzerine düşen rolü yerine getirmediğini belirtirken, şimdi bir paketle halkın kandırılmaya çalışıldığını ifade etti. Bayık, hükümetin seçimlere kadar sahte paketle halkı kandırmak istediğine dikkat çekti. Hiç kimsenin PKK'yi bu saatte sonra yenemeyeceğinin altını çizen Bayık, "PKK ihanete ve teslimiyete karşı kuruldu. Hiç kimse PKK'yi teslim alamaz. Bu PKK gerçeğidir. PKK'nin kültürü ve ahlakı bu esaslar üzerine kuruldu" dedi. 'Gerillanın çekilişini durdurduk, gelen grupları da geri dönebilir' Türkiye'ye 1 Eylül'e kadar tarih verdiklerini ifade eden Bayık, şu ana kadar bir adım atılmadığını belirterek, "Bu şu anlama geliyor: sorunu çözmek istemiyor, ezmeyi esas alıyor. Savaşmak istiyor. Buna karşı kendimizi savunacağız. Gerillayı durduruyoruz. Eğer operasyon yaptıklarını görürsek, bu operasyonlara karşı meşru savunma yapacağız. Savaşı daha da şiddetlendirmek isterlerse, Güney'e (Güney Kürdistan) gelen grupları yeniden göndereceğiz" dedi. http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/cemil-bayik-cekilmeyi-durduruyoruz-haberi-79177
-
Mustafa Mutlu Vatan Gazetesi'nden atıldı
Zülfü Livaneli Vatan gazetesinden istifa etti Mustafa Mutlu'nun işten çıkarılmasının ardından Zülfü Livaneli, Vatan gazetesinden ayrılmak için çıkışını istedi. Sanatçı Zülfü Livaneli, köşe yazarı olduğu Vatan gazetesinden istifa etti. 10 yılı aşkın süredir yazarlık yaptığı Vatan'da aynı zamanda yayın kurulu üyesi olan Livaneli'nin istifasını getiren son gelişmenin gazetenin yazarlarından Mustafa Mutlu'nun işten çıkarılması olduğu öğrenildi. Demirören Grubu'nun 2011'de Milliyet gazetesi ile birlikte satın aldığı Vatan gazetesi önce yazarlarından Selahattin Duman ve Can Ataklı ile yollarını ayırdı. Son olarak Mustafa Mutlu'nun işten çıkarıldığı Vatan'dan Zülfü Livaneli de çıkışını istedi. Livaneli, AKP'ye muhalif bir çizgi izleyen Mustafa Mutlu'nun yazarlığına son verilmesini "bardağı taşıran damla" olarak değerlendirerek gazeteye başvurdu ve çıkış işlemlerinin yapılmasını istedi. Zülfü Livaneli'nin yurtdışında olduğu belirtilen Erdoğan Demirören ile Türkiye'ye dönüşünden sonra görüşmesi bekleniyor. Öte yandan, soL'a bilgi veren bir okurumuz, Erdoğan Demirören'i bugün İstanbul'da gördüğünü söyleyerek kendisinin aslında yurtdışında olmadığını, olaydan bihaber izlenimi uyandırarak tepkileri azaltmaya çalıştığını söyledi. http://haber.sol.org.tr/medya/zulfu-livaneli-vatan-gazetesinden-istifa-etti-haberi-79175
-
USTA! NE DİYORSUN BU HUSUSTA?
Gezi parkı evet çok güzel öğretti bizlere, tabi anlayanlar için, tüm farklılıklarımızla beraber birarada olabileceğimizi. İşte bunu partilerinde anlaması gerekiyor. CHP ilçe yönetimlerinde üst kademelerde çalışan arkadaşlarım var. Örneğin; bir ilçe Süheyl hocayı (Süheyl Batum) ağırladı bundan 4-5 ay önce. Bu arkadaşıma, kendi partisinden -CHP- tehdit telefonları yağdı "sen ulusalcı mısın nasıl Süheyl Batum'u ağırlarsın?" diye .Bunun gibi örnekler o kadar fazla ki insan ister istemez şöyle düşünüyor. Arkadaş muhalefette , iktidarda aynı amaca hizmet ediyor. Yani aslında ABD hem iktidara ayar çekiyor hem de muhalefete. Ülkemizdeki seçim sistemi gereği, mecburen bizi temsil etmese de , oyumuz istemediğimiz partilere yaramasın diye ,kendimize en yakın bulduğumuz partilere oyumuzu veriyoruz. Sonuçta değişen bir şey olacak mı belki şeri kurallara gidilmesi biraz engellenecek o kadar.
-
Ait Olma İle Özgür Olma Arasındaki Savaş.
AİT OLMAK Ait olmak insanoğlunun en büyük ihtiyaçlarından bir tanesi. İnsan sürekli ait olma çabası içinde. Okuluna, ailesine, işyerine, arkadaşlarına, takımına, milletine, karısına, kocasına, kardeşlerine ait olmak istiyor. Ama ait olmanın bedeli de ağır. Çünkü her ilişki bir beklenti yüklüyor. O beklentileri karşılamak da dünyanın en zor şeyi. Aslında sırtımızda çok ağır bir çanta ile geziyoruz. Kemiklerimize kadar islemiş kancalarla. Davranışlarımızı belirleyen çoğu zaman özgür irademiz değil, diğer insanların beklentileri (kancaları) oluyor. Bildiğiniz insanları tek tek yazıp, onların sizden beklentilerini yazsanız, davranışlarınızın ne kadar diğer insanlar tarafından belirlendiğini kestirebilirsiniz. Ait olmak adına bu bedeli ödüyoruz. Bu işlemi yapan kişileri duydum. 3 yılı alıyormuş. ÖZGÜR OLMAK Özgür olmak da insanoğlunun en önemli ihtiyaçlarından bir tanesi. Ait olmanın yükünü azaltmak için insan özgür olmayı seçiyor. Beklentilere göre değil, özgür iradesi ile karar vermek istiyor. Kendi hayatını yaşamak istiyor. Diğer insanları değil, kendisini mutlu eden şeyleri yapmak istiyor. Tabii bu durumda da ait olma şansı azalıyor. Yalnızlığı artıyor. Kısacası, ait olmak ile özgür olmak sürekli çatışma içinde. Ait olmak, özgürlüğü kısıtlıyor. Özgür olmak, ait olmayı. İNTERNET Türk kültüründe ait olmak çoğu zaman ağır basıyor. Bu da belirli alanlarda sorun yaratıyor. Amerikan kültüründe ise özgür olmak ağır basıyor. Bu da belirli alanlarda yalnız ve mutsuz insan yaratıyor. Tahminim odur ki internetle birlikte insanlar aynı anda hem özgür hem de ait olmanın yolunu keşfetmişe benziyor. Komşusu ile iletişime geçmiyor ama 20000 km'de bir Afrikalı ile iletişimde oluyor. Çünkü hem ait olmanın hem de internet ortamının sunduğu özgürlüğün tadını çıkartıyor. EVLİLİK VE İLİŞKİLER Ait olma ile özgür olma arasında dengeyi bulan çiftler mutlu oluyor. Bulamayanlar ya başkasının hayatını yaşıyor ya da yalnızlığı. Halil Cibran ne diyor? "Hep yan yana olun, ama birbirinize fazla sokulmayın. Çünkü tapınağı taşıyan sütunlar da ayrıdır." Yani hem ait olun hem de özgür. Tabii ki bu da zor. Ait olma ile özgür olma arasındaki savaşta herkese başarılar. Dengeniz yoksa, bugün savaşın başladığı gün olsun. -alıntıdır-
-
Yuva Arayan Hayvan Dostlarımız
İletişim: 534 860 00 00 Yer: İstanbul "Yol kenarında ezilmek üzereyken bulunan iki gözünü kaybetmiş kedicik.6 aylık civarı ve sevgi dolu.Büyük ihtimalle sokağa terk edildi.Zira bu halde sokakta hayatta kalamazdı.Onu bulan kişi 1 haftadır bakıyor fakat kimse ona yuvasını açmak istemedi.Kediciğin geçici yuvası yarın alınmasını istiyor.Hiç zamanı yok.Çok çok acil yuva bulamazsa malesef güvenli olduğu düşünülen bir yere bırakılacak.En azından güvenli bir bahçeye bile gidebilir.Durum çok acildir
-
Yuva Arayan Hayvan Dostlarımız
İletişim: 0 533 438 24 25 Akşam 21:den sonra hasibeverdi@@hotmail.com Yer:Ankara Sn üyemizin iletisidir:''10.8.2013 tarihinde Ankara'nın uzak bir ormanlık alanında çok korkmuş, şaşırmış, ne yapacağını bilmez bir durumda bulduk Lucy 'i. Orada yaşayan diğer köpekler tarafından biraz hırpalanmış arka sol ayağında iki küçük yarası var. Belli ki yeni atılmış oraya tüyleri hala prıl pırıl .Zaten araba yanında durunca hiç tereddütsüz kapıyı açmamızı bekledi ve geçti içeriye oturdu. Arabaya oturduktan sonra da çok rahatladı.Tasmaya, klinik muayenesine çok alışık.Hiçbir huzursuzluk çıkartmadı.Belki kaybolmuştur, belki çalınmış daha sonra oraya atılmıştır diye düşünerek varsa önce sahibi yoksa sevileceği ve asla terk edilmeyeceği yuvasını arıyoruz. Şu an bir klinikte kısırlaştırma ameliyatını yaptırıp öyle sahiplendireceğiz.Alerji problemlerini çözmüş, uzun tatil programlarına O'nu da dahil edecek, bir CAN ile yaşamanın bilincinde olanlar iletişime geçebilirler. Takibi yapılacağından kesinlikle ANKARA içi sahiplendirilecektir.''
-
Yuva Arayan Hayvan Dostlarımız
İletişim: 0507 712 19 26 Yer:İzmir Bir çuvala konulup çöpe atılan 4 bebek kedi için çok acil süt anneler veya tecrübeli gönüllüler aranmaktadır.Onları kurtaran kişi gündüz işyerinde olduğundan bebekler tek kalmaktadır.Durum acildir
-
Mustafa Mutlu Vatan Gazetesi'nden atıldı
İleri demokrasi örneklerine her geçen gün bir yenisi ekleniyor. Boşuna mı demiş, Nazi Enformasyon Bakanı Joseph Goebbels ; Bana "VİCDANSIZ" bir medya temin et; sana bilinçsiz bir halk sunayım...
-
Turan Dursun bundan 23 yıl önce katledildi
Karanlığa karşı verdiği mücadele nedeniyle gericilerin hedefi haline getirilen aydınlanmacı yazar Turan Dursun, bundan 23 yıl önce uğradığı sihahlı saldırı sonucu katledildi. "Rahat yaşamak uğruna gerçeği mezara mı götüreyim; halka gerçeği anlatmak uğruna ölümü mü göze alayım?" sözleriyle karanlığa karşı savaş açan aydınlanmacı yazar Turan Dursun bundan 23 yıl önce, 4 Eylül 1990 tarihinde gericiler tarafından katledildi. Turan Dursun'un yaşamı 1934 yılında Sivas'ın Şarkışla İlçesi'ne bağlı Gümüştepe Köyü'nde dünyaya gelen Turan Dursun, müftü olabilmek için ilkokulu dışarıdan bitirdi, ilk olarak köy imamlığı ve medreselerde hocalık yaptı. 1958-1965 yılları arasında Tekirdağ, Gemerek, Türkili, Altındağ ve Sivas'ta müftülük yaptı. Şeriatın katı kurallarına ters davranışları nedeniyle İslamcı çevrelerde yadırganan Dursun'un Müftülüğü sırasında bu nedenlerle sürgünleri oldu. 1965'te İslam dinini reddettikten sonra Müftülük görevinden ayrıldı. 1966 yılında TRT'de dini içerikli programlarda görevi aldı. On yıl bu görevine devam ettikten sonra gene TRT'de prodüktör olarak "Başlangıcından Bu Yana İnsanlık", "Vergi Programı", "Akşama Doğru" gibi programlar yaptı. TRT'den emekli olduktan sonra 1989 yılında haftalık 2000'e Doğru Dergisi'nde yazı yazmaya başlayan Dursun, düşünceleri nedeniyle gericilerin hedefi haline geldi. Çalışmaları ölümünün ardından kitaplaştıtılabilen Dursun'un yayınlanmış eserleri söyle: "Din Bu (4 cilt), Kur'an Ansiklopedisi, Kutsal Kitapların Kaynakları (3 cilt), Kulleteyn, Allah, Kur'an, Dua, Şeriat Böyle, Müslümanlık Ve Nurculuk, Ünlülere Mektuplar, İlhan Arsel'e Mektuplar" Gericilerin alışamadığı müftü 1958'den 1966'ya kadar bulunduğu müftülük görevi sırasında yaptıkları nedeniyle de gericilerin hedefinde olan Dursun, kendisiyle yapılan bir röportajda o döneme ilişkin şunları aktarıyor: "Sivas'ın Hanzar köyünde su kaynağı var. Bir süre sonra yitiyor. Bend yapılsa herkes yararlanacak. Valiye göstermek için başında fotoğraf çektirdim. Köylüler gelmeye cesaret edemediler. "Ağa ne der" diye. Ağa karşı çıkmıştı zaten, "eski köye yeni adet mi getiriyorsunuz" demişti. Daha sonra TRT"deki ilk programımın adı "Eski Köye Yeni Adet" olmuştu. Hakkımda komünist diye söylentiler çıktı. Alışılmadık bir müftüydüm. Tarık Zafer Tunaya'nın başkanı olduğu Devrim Ocakları'nın kurucuları arasındaydım. Sovyetler Birliği'nden 20 bin lira para almış diye ihbar olmuş. Diyanet müfettişlerinden Abdullah Güvenç teftişe geldi. Adama su verecek bardağımız yoktu evde. İbrikle vermiştik utana sıkıla. Sinop'un Türkili ilçesine sürgün edildiğimde, kentin dışında yıkık dökük bir kulübe tutmuştum. Ali Şarapçı diye bir öğretmenle karısı bana çok yardım etmişti. Ona da komünist diyorlardı. Ben de "keşke komünist olmasaymış, ne iyi adammış" diye düşünüyordum. Komünizmi kaynağından öğrenmeye karar verdim. Ali Şarapçı'ya "Şu komünist kitaplardan getirsen de okusam" dedim. Bilmediklerimi gidip soruyorum, okuyorum, ders gibi. İnanç dünyamda bir sarsıntı olmadı. Ancak ürkecek bir şey de yokmuş. Sosyal alanda bir ideolojiden çok bir bilim olarak baktım." Dursun'un dine yaklaşımında geçirdiği değişim Dursun dine ilişkin fikirlerindeki değişimi ise şu ifadelerle anlatmıştı: "... Bende inanç devrimi neden oldu? Ya da neden inançsızlık oluştu? Onu belirteyim: Doğru bilime yönelmiştim. Çok büyük kütüphanelere gittim. O zaman ben İslam'ın kökenini gördüm, okudum. Söylencelerden de okudum. Bir gün "Sümer Efsanesi" ile karşılaştım. Sümerler'de bir Tufan efsanesi. Baktım, Tevrat'ta var, Kur'an'da var. Bu bir efsane, nasıl olur da Tevrat'ta, Kur'an'da olabilir? Milattan önce 3000 yılında kaleme alındığı sanılıyor. İslam' dan, hatta Kur'an'dan çok önce. Peki, bunlarda olan, Kutsal kitaplarda ne arıyor? Sonra, Hammurabi Yasaları'nın kimi maddeleri Tevrat'a aynen geçmiş, ondan sonra Kur'an'a da yansımış, yani sarsılmalar benim öyle başladı." Dursun kendisiyle yapılan bir röportajda ise dinleri şu ifadelerle eleştirmişti: "Bence din insanlığa çok şey yitirtmiştir. Dinsizlik ne kazanır? Önce bu yitirilen şeyleri bir daha yitirme durumuna düşmemeyi kazanır. Dinler neyi yitirtmiştir? Bana göre dinler insana gözyaşı getirmiştir, ölümler getirmiştir. İslam da bunların arasındadır. Bugün Yahudiler eğer Filistinlilere birtakım zulümler yapıyorlarsa, bence bunların Yahudiliğin içindeki Yehova'nın, Tevrat Yehovası'nın insanların kafasına aşıladıklarının çok büyük etkisi vardır. "Gidin, vurun, acımayın." en büyük etkisi vardır. İslam öyle olmuştur. Muhammed döneminde de öyle olmuştur. Ebu Bekir döneminde de, daha sonraki dönemlerde de. Ebu Bekir döneminde, "Riddet" (dinden dönme) olaylarında, belgelere göre, ateş havuzları açılmıştır. O ateş havuzlarına insanlar inançlarından dolayı atılmış, yakılmışlardır. Muhammed'den sonraki dönemde, Osman döneminde bir Cemel olayını anımsıyoruz. Bu Cemel olayında, iki yanda da Muhammed' in arkadaşları vardı. Bir yanda, 400 kadar "biat-ı Rıdvan"da bulunmuş olan kişi vardı. Başlarında Ali, Muhammed' in damadı. Öbür yanda, yine cennetle müjdelenmişler vardı. İki kesim birbirine saldırıyorlardı, öldürmek için ve o olayda tarihlerin bizlere kaydettiğine göre, 15 bin kişi hayvan boğazlanır gibi boğazlanmıştır." Cinayetin ardından yayınlanmamış çalışmaları kaybedildi Dursun 4 Eylül 1990 tarihinde İstanbul Koşuyolu'ndaki evinin yakınlarında teröristler tarafından silahla vurularak öldürüldü. Cinayetin ardından Dursun'un kütüphanesinin raflarında duran çok şeyin kaybolduğu anlaşıldı. Yatağının üzerine ise "Kutsal Terör Hizbullah" kitabı bırakılmıştı. Yakınları kitabın Dursun'a ait olmadığını, eve giren kişiler tarafından bir "mesaj" olarak bırakıldığını söyledi. İstanbul Emniyet Müdürlüğü, Dursun'un evinde polislerin arama yaptığını doğruladı ancak arama tutanağında kitaplıktan alınanlara ilişkin bilgi yer almadı. Yazdıkları nedeniyle gericilerin kurşunlarına hedef olan Dursun'un pekçok çalışması da cinayetin ardından evine giren karanlık kişilerce ortadan kaldırıldı. Turan Dursun'un oğlu Abit Dursun yaşananları şu ifadelerle anlatıyor: "4 Eylül 1990'da Turan Dursun vurulduktan 40 -45 dakika sonra polis geliyor. Çok daha erken gelen siviller evi darmadağan ediyor. Bir çok eseri ve çalışması siyah poşetlere konuluyor, onlar çıkarken de resmi giysili polisler içeri giriyor. Biz sivil polislerin götürdüğü eserleri ve çalışmaları Cumhuriyet Başsavcılığı'na başvurarak istedik. Ama 9 yıldır bu girişimimizle ilgili hiç bir sonuç alamadık. Kuran ansiklopedisinin 2000 sayfası, 'Kulleteyn' isimli kitabın ikinci ve sonraki ciltleri yok. Her şeyi götürmüşler. Bir yaşam boyu büyük emekle ortaya çıkarılan her şeyi. Bütün bunlar sivillerin eve girmesinden sonra kayboldu. Devlet içindeki bazı güçler, yasadışı devlet odakları bu eşyaları alıp gitti." "Evimize gelen bazı mektupların içine mermi çekirdekleri koymuşlar" "Rahat yaşamak uğruna gerçeği mezara mı götüreyim; halka gerçeği anlatmak uğruna ölümü mü göze alayım?" sözleriyle yazdıklarının bedelini canıyla ödeyebileceğinin farkında olduğunu ifade eden Dursun, uğradığı cinayet öncesinde çok kez ölüm tehdidi almıştı. Oğlu Abit Dursun babasının daha önceki dönemde aldığı tehditleri şöyle anlatmakta: "Babama yönelik ilk öldürme girişimi, 1960'lı yıların başlarında yapıldı. O zamanlar Türkeli Müftüsü idi. Türkeli, Sinop'un şirin, küçük bir kıyı kasabasıdır. Babam, Atatürkçü Müftü diye oraya sürgün gönderilmişti, bense 6 yaşlarında bir çocuktum. Nurcular babamı öldürtmek için, Ankara'dan bir talebe göndermişler. Sonra babam onu ikna etti. Yardım toplattı o öğrenci için. Sonra, 1968 Yılında TRT'ye geçti. Ankara Radyosu'nda prodüktör olarak Din ve Ahlak Proğramları yapmaya başladı. Önce engellemeler sonra sürgünler başladı. Bu arada evimize yüzlerce, binlerce mektup geliyordu. Övgü dolu olanlarda vardı elbette. Ama çoğunlukla tehdit içerikliydi. Hatta bazılarını içine mermi çekirdekleri koymuşlar, ''bunu kabak çekirdeği zannetme'' diye de yazmışlardı mektuplarına. Bizleri korumak için yerleştiği İstanbul'da gece gündüz üretiyordu. Teditlede durmak bilmiyordu tabi ki... Telefon, mektup, ne olursa. Çok ilginçtir, telefonunu (basın tercihli) değiştirip gizli olmasını yazılı olarak talep ettiği halde, ne hikmetse bir kaç saat sonra tehdit telefonları almaya başlamıştı. Yine o sıralar yaşanan ama ölünden sonra arkadaşlarından öğrendiğimiz bir kaçırılma olayı da var. Tüm bunların yanında yurt dışından konferans talepleri de yoğunluk kazanmıştı. Londra, Paris, Berlin gibi.. Biz Türkiye'ye dönmesini-en azından uzun bir süre-istemiyorduk. Yurt dışına çıkmadan bir gün önce yaşandı o meşum gün."
-
Devlet İçinde Ayrı Devletler Var
Sayın Cumhurbaşkanım, Özellikle son birkaç yılda, “yargı reformu” adı altında yapılan değişiklikler, yasa yapma tekniğine aykırı bir şekilde “torba yasalarla” gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. Torba yasa yöntemi, kamuoyunun ve ilgili demokratik kitle örgütlerinin yasalaşma sürecini takip etmelerini engelleyen, sistematikten uzak, deneme yanılma yolunu esas alan bir yöntemdir. Temel pek çok konunun Bakanlar Kurulu’nun yasa tasarıları yerine yeterli incelemeden geçmemiş yasa teklifleri veya son dakikada Meclis Genel Kurulu’nda verilen değişiklik önergeleriyle düzenlenmesinde de katılımcı ve çoğulcu demokrasi açısından büyük sorun vardır. Aynı şekilde Kanun Hükmünde Kararnamelerle yasamaya ait alana sürekli tecavüz edilmesi, yalnızca TBMM’yi devreden çıkarmakla kalmamakta, demokrasinin vazgeçilmezi olan muhalefeti etkisiz kılmak suretiyle kamuoyunun düzenlemelerden önceden haberdar olmasını, sürece katılmasını ve demokratik yollarla tepkisini ortaya koymasını engellemektedir. Sayın Cumhurbaşkanım, Barış veya açılım olarak adlandırılan bir süreç önümüze konuldu. Hiç kuşkusuz bir tek yurttaşımızın bile burnunun kanamasını arzu etmeyiz. Kanın durması, acıların dinmesi, kardeşlerin birbiriyle kucaklaşması en büyük temennimizdir. Ancak sürecin nasıl yürüdüğüne, kiminle ve nasıl müzakere edildiğine, yol haritasının duraklarına ve nihai hedefine ilişkin sağlıklı bilgilere sahip değiliz. Amaç, kanın durması ve toplumsal huzurun sağlanması olduğuna göre, hepimiz için en büyük felaket olacak bir iç savaşın tetiklenmesinden ortak akla ulaşmak suretiyle titizlikle kaçınmak zorundayız. Bunun için sürecin şeffaf yönetilmesi ve geniş tabanlı toplumsal mutabakatın sağlanması zorunludur. Bu çerçevede, artık uluslararası kurumların dahi yaptığı tespitler karşısında kamuoyunda inandırıcılıklarını yitirmiş olan, Balyoz, Ergenekon, Casusluk Davası ve KCK gibi adlarla anılan ve adil yargılanma hakkının hiçe sayıldığı davalarda yaralanan toplumsal vicdan tamir edilmeden, toplumsal uzlaşıya ulaşılması mümkün değildir. Bugün nasıl Yassıada davalarının travması hala devam ediyor veYassıada Mahkemesi’nin hukuku hiçe sayan uygulamaları Türk Hukuk Tarihi’nde kara birer leke olarak duruyorsa, anılan davalar da günümüzün geleceğe bıraktığı kara birer lekedir. Kürt sorunu, esasen demokrasi, özgürlükler ve insan hakları sorunudur. Kalıcı çözüm, yalnızca anayasada değil uygulamada da eşit yurttaşlığın sağlanması, ayrımcılığın önlenmesi ve başka ayrımcılıklara yol açacak etnik temelli her türlü ayrıcalıktan kaçınılması yoluyla sağlanabilir. Hepimize düşen görev Ankara’da, İstanbul’da, İzmir’de hangi insan hakkı için ayağa kalkıyorsak, Şırnak’ta da, Diyarbakır’da da, Lice’de de, Uludere’de de aynı kararlılıkla ayağa kalkmaktır. Uzunca bir süredir TBMM çatısı altında anayasa değişikliği için kapsamlı bir çalışma yürütülmektedir. Anayasa değişikliğinin amacı daha demokratik, daha özgür, hukukun üstünlüğünü benimsemiş bir toplum ve devlet düzenine kavuşmak olsa gerektir. Bu amaca ulaşılabilmesi için anayasa değişikliğinden önce çok daha kolay atılabilecek pek çok adım vardır. Örneğin engizisyon dönemlerini andıran gizli tanıklığın kaldırılması, uygulamada tutuklama zorunluluğu algısı yaratan katalog suçlara ilişkin düzenlemeden vazgeçilmesi, Terörle Mücadele Mahkemeleri’nin lağvedilmesi, Terörle Mücadele Kanunu’nun ilga edilmesi, düşünce, düşünceyi ifade, basın özgürlüğü ve toplantı-gösteri özgürlüğünün önündeki bütün engellerin kaldırılması, basında tekelleşmenin önlenmesi, basın emekçilerinin örgütlenmesinin sağlanması, YÖK’ün kaldırılması, üniversitelerin idari ve mali özerkliğe, bilimsel özgürlüğe kavuşturulması, %10 seçim barajının düşürülmesi yol temizliği anlamında akla gelenlerden yalnızca birkaçıdır. Bunlar yapılmadan herkesin çekinmeden düşüncelerini ifade edebileceği ve bu düşüncelerini halka aktaracak kanalları rahatça bulabileceği bir tartışma ortamı yaratılamaz. Oysa demokratik bir anayasa, en geniş katılımla oluşturulabilir. Anayasa değişikliği tartışmaları sürecinde gündeme gelen ve başkanlık sisteminin demokratik olmasının vazgeçilmez koşulu olan denet ve denge mekanizmalarından arındırılmış “Türk tipi başkanlık sistemi”nin, aslında başkanlık sistemi değil kuvvetler birliği esasına dayanan otoriter bir yapılanmayı hedeflediğini tarihi sorumluluğumuzun gereği olarak burada ifade etmek durumundayım. Son olarak Cumhuriyetin temellerini oluşturan ve Anayasa’da güvencesini bulan laiklik ve Atatürk Milliyetçiliği konusundaki görüşlerimizi de burada paylaşmak istiyorum. Bugün hem Türkiye hem Ortadoğu, “din ve mezhep ayrımcılığı” ve“ırkçılık” olmak üzere iki derin fay hattı üzerinde bulunmaktadır. Bizler; kardeşlik, barış, huzur ve güvenli bir gelecek için her türlü din ve mezhep ayrımcılığına ve ırkçılığın her türlüsüne karşı olmak zorundayız. Farklılıkları ayrışmanın bir sebebi değil, zenginleşmenin aracı olarak görmeliyiz. Uyuşmazlıkları değil, ortak menfaatleri öne çıkarmalıyız. Din düşmanlığını reddeden ancak bir dinin, mezhebin veya inancın diğerine tahakkümünü de kabul etmeyen; egemenliğin ilahi değil, insana ve dolayısıyla millete ait olduğunu benimseyen laiklik anlayışı, demokrasinin, özgürlüklerin, kısacası özgür ve güvenli yaşamanın ön koşuludur. Hangi ırktan, dinden, mezhepten, inançtan, siyasi görüşten geldiğine bakmaksızın toplumda yaşayan her bireyi eşit yurttaş olarak gören Atatürk Milliyetçiliği ise bölünmenin, parçalanmanın, yok olup gitmenin karşısındaki yegâne dayanak noktasıdır. Tarihten ders alınır ise, tarih tekerrür etmez. Osmanlı İmparatorluğu’nu çok hukukluluk ve her alanda bilimsel düşünceden uzaklaşmış olma çökertmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun küllerinden Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün mucizesiyle doğmuş olan Türkiye Cumhuriyeti için tek gerçek yol gösterici, bilimdir. Ülkemizde ve bölgemizde üzerinde bulunduğumuz fay hatlarına rağmen sapasağlam ayakta durabilecek demokratik bir hukuk devleti binasını inşa etmek için laiklik ve Atatürk Milliyetçiliğini özümsemek zorundayız. Ayrıca“yurtta barış dünyada barış” ilkesinden vazgeçtiğimiz algısından titizlikle kaçınmak, “yeni Osmanlıcılık” gibi maceraperest yaklaşımlardan uzak durmakla yükümlüyüz. “Yurtta barış” için, her yurttaşımızın “eşit yurttaş” olduğunu asla unutmamalıyız. Hiçbir yurttaşımızın, etnik kökeni, mezhebi, dini, inancı, dili, cinsiyeti, rengi yüzünden ayrımcılığa uğramasına asla izin vermemeliyiz. Aynı şekilde, siyasi düşüncesi sebebiyle yurttaşlarımızı “benden – senden” diye farklı gruplara veya yüzdelere ayırmamalıyız. Devletin kurum ve kuruluşlarının, bazı yurttaşlara, siyasi düşünceleri nedeniyle baskı uyguladığı, bazılarına ise ayrıcalık tanıdığı algısını yaratacak, yurttaşların arasına kin ve nefret tohumları ekecek uygulamalara hep birlikte karşı çıkmalıyız. Türkiye’nin demokratikleşme yolculuğunun satır başlarını iyi bilmeliyiz. Örneğin gözaltı sürelerini uzatmak, polise gözaltı yetkisi vermek gibi geçmişin antidemokratik düzenlemelerine öykünmemeli, çözümü daima demokraside aramalıyız. Polis devletini çağrıştıracak her türlü beyanattan, uygulamadan, düzenlemeden uzak durmalıyız. Bazı yurttaşları diğer bazı yurttaşların ihbarcısı yapacak, komşuyu komşunun peşine düşürecek çağrılarda bulunmamalıyız. Toplumsal dayanışmayı yok edecek, muhbirliği özendirecek “sırdaş polis noktası” gibi otoriter ve totaliter rejimlere özgü projeler geliştirmeye son vermeliyiz. Bilime, sanata, özgür düşünce ortamına ve insan haklarının evrensel ölçütlerine hem yurtta hem dünyada sahip çıkmalıyız. Bu suretle Türkiye Cumhuriyeti’nin çağdaş devletler ailesinin lider ülkesi olmasını sağlamalıyız. Unutmamalıyız ki Türkiye’nin birkaç gün sonra yapılacak olan G-20 zirvesinde dünyanın önemli ekonomilerinden biri sıfatıyla yer alıyor olması, özgür düşüncede, dolayısıyla bilimde ve sanatta liderliğe ulaşmadığında kalıcı olmayacak; refahın hakça dağıtımı gerçekleşemeyecektir. Hem ekonomik hem siyasal istikrarın sağlanabilmesi için demokrasiden, insan haklarından ve hukukun üstünlüğünden taviz vermememiz gerektiğini bilmeliyiz. "Üstünlerin hukuku”nun geçerli kılındığı bir düzende, istikrardan söz edilemeyeceğini, çünkü böyle bir düzende herkesin kaderinin siyasi iktidarların keyfine terk edildiğini aklımızdan çıkarmamalıyız. Sayın Cumhurbaşkanım, Türkiye Barolar Birliği’nin,“hukukun üstünlüğü” kavramını hayata geçirmek için; çoğulcu demokrasiden, insan haklarından, evrensel hukuktan, özgürlüklerden, barıştan, emekten, halktan ve haktan yana 44 yıldır verdiği mücadele, 80 bin avukat ve 79 baronun madalya gibi taşıdığı onurlu geçmişimizdir. Bu onurlu geçmişe layık olmaya devam edeceğimizi huzurlarınızda bir kez daha açıkça ifade ediyor; fedakârca görev yapan avukat, hâkim ve savcı tüm yargı mensuplarına; başımızın tacı emektar adliye personeline ve kendi adına hüküm veren yargıdan adil yargılamalar bekleyen Milletimizin tüm fertlerine, güler yüzlü, sağlıklı, mutlu, gelecek kaygısı yaşanmayan, hukuki güvenlikli, başarılı ve ADİL bir Adli Yıl diliyorum. En derin saygılarımla. Türkiye barolar birliği başkanı, Avukat Profesör Dr. Metin Feyzioğlu" Odatv.com
-
Devlet İçinde Ayrı Devletler Var
Sayın Cumhurbaşkanım, Meslek alanımız sürekli olarak daraltılmakta, münhasıran avukatlar tarafından yerine getirilebilecek faaliyetlerin sayısı giderek azaltılmaktadır. Avukatlar etkili bir sosyal güvenceden hala yoksundurlar. Kontrolsüz açılan hukuk fakültelerinden yeterli eğitimi almamış hukuk fakültesi mezunları sınavsız bir şekilde avukatlık stajına başlayıp kolaylıkla avukat olmakta, sonuçta hem hizmetin kalitesi düşmekte hem de avukatlar büyük ekonomik zorluklara sürüklenmektedir. Türkiye Barolar Birliği olarak bu konularda üzerimize düşeni yapmaya daima hazırız. Bu çerçevede avukatlık stajında kalitenin arttırılması ve etkili değerlendirme yöntemlerinin getirilmesine ilişkin düzenleme çalışmalarımız son aşamaya gelmiş bulunmaktadır. fakültelerinin açılması ve müfredatlarının belirlenmesi konusunda buradan Yüksek Öğretim Kurulu’na işbirliği çağrısında bulunuyoruz. Anayasa değişikliğine ilişkin uzlaşma komisyonunun çalışmalarında avukatlara ve barolara yargı bölümünde yer verilmiş olmasını olumlu karşıladığımızı ifade etmek istiyorum. Ne var ki, aynı düzenleme içerisinde Türkiye’de avukatlık mesleğine büyük zararlar verecek ve avukatların yakın çevreleriyle birlikte yaklaşık 800 bin kişiyi doğrudan etkileyecek, milyonlarca yurttaşımızın ise ekonomik güçlük sebebiyle avukatlık hizmetinden yararlanmasını fevkalade zorlaştıracak yabancı avukatlık ortaklıklarının Anayasal güvenceye kavuşturulmak istenmesini şiddetle kınıyoruz. Yürürlükteki Avukatlık Kanunu, pek çok yönden anti demokratik, vesayetçi, mesleğimiz açısından çağın gerektirdiği ihtiyaçları karşılamaktan uzaktır. Türkiye Barolar Birliği olarak bütün baroların ve avukatların katkısını sağlamak suretiyle geniş kesimleri tatmin edecek çağdaş bir kanun taslağı ortaya koymaya hazırız. Katılımcı süreç işletilmeden, “ben yaptım oldu” zihniyeti ile karşımıza getirilecek kanun tasarısı veya gece yarısı teklifleriyle Avukatlık Kanunu’nun değiştirilmesinin, hukuk devletine ve huzurlu bir toplumsal yaşama ağır darbe vuracağının her türlü izahtan vareste olduğunu hatırlatmak istiyorum. Bu noktada, seslerini buradan duyurma imkânları olmayan adliye personelinin de dağ gibi büyümüş sorunlarına artık çözüm bulunması gerektiğini ifade etmeyi bir görev biliyorum. Bu çerçevede, adliye emekçilerinin saatlerce bilgisayar kullanımından ve olumsuz çalışma koşullarından kaynaklanan ciddi sağlık sorunlarından tutun da, fazla çalışma ücreti alamamalarına ve 4/c’li personelin kadrosuz çalıştırılıyor olmasına kadar çok sayıda sorunun çözüm beklediğini bilgilerinize sunuyorum. Sayın Cumhurbaşkanım, Yüksek huzurlarınızda kanunun açık hükmü gereği korumakla yükümlü olduğumuz demokratik, laik, sosyal hukuk devletine ilişkin bazı tespit ve değerlendirmelerimi arz etmek istiyorum. Demokratik hukuk devletinde, üstünlerin hukuku değil, hukukun üstünlüğü egemendir. Bu noktada son dönemlerde sıkça telaffuz edilen “milli irade” tabirini kısaca değerlendirmekte fayda görüyorum. Dünya ve Türkiye tarihine bakıldığında, milli irade tabiri daha ziyade, seçimle iş başına gelmiş ancak çoğulculuk yerine çoğunlukçuluğu benimsemiş ve giderek otoriter eğilimler sergilemeye başlamış siyasi iktidarların tercihi olmuştur. Çağdaş demokrasiler ise çoğulcudur. Başka bir anlatımla çağdaş demokrasiler, sadece o an için çoğunlukta olan siyasi görüşleri değil, sayıca azınlıkta olan başka görüşleri de kucaklar. Bugün eğer mutlaka milli irade tabiri kullanılmak isteniyorsa, Türkiye Cumhuriyeti’nin çoğulcu bir demokrasi modeline dayandığı unutulmamalıdır. Bu durumda milli irade tabiri, çoğunluğun azınlığa tahakküm ettiği, siyasi iktidarın her kurumu ele geçirdiği ve yaşamın her alanını düzenlemeye soyunduğu, insanların yaşam biçimine müdahale ettiği dönemlerdeki içeriğinden elbette ki farklı anlaşılmak zorundadır. O halde çağdaş bir demokraside “milli irade” tabirini kullanmaya devam etmek isteyenler, bu tabirin içinde siyasi iktidara muhalif düşüncelerin de yer aldığını, hükümetlerin parlamentodaki çoğunluklarına dayanarak her istediklerini yapamayacaklarını ve onlara oy vermeyenlerin de hükümeti olduklarını; insanlığın ortak değerlerini temsil eden hukukun genel ilkelerine, usulüne göre yürürlüğe konulmuş insan haklarına ilişkin uluslararası sözleşmelere ve anayasaya uygun davranılmasının zorunlu olduğunu unutmamalıdır.Anayasamızın değişmez maddelerinde ifadesini bulan Cumhuriyetin temel niteliklerinin siyasi iktidarı sınırladığı ve çoğunluğun azınlığa tahakkümünü engellediği de hiçbir zaman akıldan çıkarılmamalıdır. Bu sınırlamalarla kastedilen, bazılarının ileri sürdüğünün aksine, azınlığın çoğunluğa tahakkümü asla değildir; kastedilen, demokratik uzlaşma kültürüdür, katılımcı demokrasidir, geçici bir çoğunluğun geçici bir azınlık üzerinde mutlak egemenlik kurmasının önlenmesidir; nasıl yaşayacağını, hangi okula gideceğini, hangi inanca sahip olacağını, nerede ibadet edeceğini, hangi ahlak kuralını benimseyeceğini kişilere dayatmaya kalkışmamasıdır. Demokratik hukuk devletinin, dolayısıyla çağdaş bir toplumun en büyük düşmanlarından biri, kuşkusuz askeri darbelerdir. Askeri darbelerin demokrasi kültürünü yok ettiği, hiçbir soruna asla çare olmadığı, yeni ve çok daha büyük toplumsal sorunlara yol açtığı Türkiye ve diğer ülkelerdeki tarihi örneklerle kanıtlanmıştır. İstisnasız bütün askeri darbeler, demokrasinin vazgeçilmezi olan siyasi partilerin kurumsallaşmasını önlemiş, sivil toplum örgütlenmelerine izin vermemiş, demokrasinin bir yaşam biçimi olmasını engellemiş ve seçimden seçime oy verilen, yeterli derinlikten yoksun bir demokrasi kültürü yaratmıştır. Askeri darbelerin ne kadar büyük felaketlere yol açabileceğinin en güncel örneği, Türkiye’nin bu yönden haklı tepkisini ortaya koyduğu Mısır’da yaşanmaktadır. Bu tepkinin dünya kamuoyu üzerinde etkili olabilmesi için, ülkemizde insan haklarına ve demokratik özgürlüklere azami saygı gösterilmesi gerektiği kuşkusuzdur. İster ülkemizde ister dünyanın başka bir yerinde olsun; barışçıl gösteri hakkını kullananlara şiddet uygulanması, göstericilerin gerçek mermilerle, hedef gözetilerek sıkılan gaz bombalarıyla, plastik mermilerle veya kimyasal madde karıştırılmış tazyikli sularla öldürülmesi ya da yaralanması ağır bir suçtur. Bu suçları işleyenlerin teşvik edilmeleri veya ödüllendirilmeleri değil, cezalandırılmaları gerekir. Hiçbir siyasi veya ekonomik menfaat en üstün değer olan insan yaşamından daha değerli değildir. Sudan’da, Lazkiye’de, Rojava’da, Mısır’ın Adeviyesi’nde veya Tahrir’inde, Lice’de, Uludere’de, Reyhanlı’da, Akçakale’de, Ceylanpınar’da, Eskişehir’in, Ankara’nın, İstanbul’un ve Hatay’ın sokaklarında, insanların katledilmesinin hiçbir mazereti olamaz. Demokratik bir devlette, devletin, düşüncenin ve ifadenin önünü açması, şiddet çağrısı yapmayan düşüncelerin istenilen yerlere ulaştırılabilmesi için toplumsal iletişim kanallarını açık tutması, barışçıl toplantı ve gösterileri engellememesi esastır. İfade özgürlüğü ve onun hayata geçirilme yöntemlerinden olan barışçıl toplantı ve gösteriler, özgür ve demokratik bir toplumun varlığının en önemli kanıtıdır. Özgürlükler söz konusu olduğunda devlet, kısıtlamak ve yasaklamak yerine engelleri kaldırmakla yükümlüdür. Bu çerçevede, hiç kimse düşüncelerini açıkladığı için idari veya adli soruşturmalara tabi tutulamaz. Anayasa’ya, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına göre; devletin güvenlik güçleri barışçıl gösterilere hiçbir şekilde güç kullanarak müdahale edemez. Barışçıl gösterilerde “dağılın” uyarısı yapılması, dağılmayan göstericilere güç kullanılmasının mazereti olamaz. Güç kullanılmasının haklı olduğu yerlerde ise gerekenden fazla gücün kullanılması, üzerinde güç kullanılan şahıs etkisiz hale getirildikten sonra da güç kullanarak keyfi ve fiili cezalandırma yoluna gidilmesi hiç kuşkusuz sorumluluk gerektirir. Sokak aralarında, hatta gündüz gözüyle şehir meydanlarında eli sopalı veya palalı kişilerin polis memurlarının desteğiyle, teşvikiyle veya koruması altında yaptığı katliamların ve şiddet eylemlerinin ne kadar ağır bir suç teşkil ettiğini açıklamayı gerekli dahi görmüyorum. Devletin emniyet güçlerini, kanunu ihlal eden silahlı güçlerden ayırt eden husus, emniyet güçlerinin güç kullanma yetkisinin son derece sıkı kurallarla düzenlenmiş olmasıdır. Bu kuralları yok sayarak uygulama yapan bir emniyet mensubunun, silah taşıyan sıradan bir suçludan farkı yoktur; sadece devletin silahını ve yetkilerini kötüye kullandığı için çok daha ağır bir sorumluluğu vardır. Yetkilerini kötüye kullanan emniyet mensupları korunduğu takdirde, gözbebeğimiz olması gereken emniyet teşkilatının saygınlığına zarar verilir; kolluk görevlileri ile halk arasında nefret duvarları yükselir, görevini yasalara uygun ve fedakârca yerine getiren binlerce kolluk görevlisi toplumda hiç hak etmedikleri suçlamalara maruz kalır. Sayın Cumhurbaşkanım, Çağdaş devlet anlayışında kutsal olan devlet değil, devletin hizmetle yükümlü olduğu insandır. Devleti kutsallaştırmak isteyenler, aslında kendilerini kutsallaştırmak ve dokunulmaz ilan etmek isterler. Bu düşüncede olanlar halka sundukları hizmetleri bir görev olarak değil, bir lütuf olarak görürler. Kendi kendilerini halka hizmet ederken lütufta bulunduklarına inandıranlar, bireylerin muhalif düşünceler açıklamasına, toplulukların toplantı ve gösteri yürüyüşü yapmasına öfkelenirler ve halkı kadir bilmezlikle suçlarlar. Siyasi iktidarlar, demokratik kitle örgütlerinin eleştirilerinden elbette haz etmek zorunda değildir; ancak çoğulcu demokrasilerde, siyasi iktidarlar, bu eleştirileri değerlendirmek ve hoşgörüyle karşılamak zorundadır. Çoğulcu demokrasilerde siyasi iktidarlar hoşlarına gitmeyen siyasi düşünceleri hedef almazlar, parlamentodaki çoğunluklarına dayanarak demokratik kitle örgütlerini yok etmeye kalkışmazlar; bunları demokrasinin vazgeçilmezi olarak kabul ederler ve birlikte yaşarlar. Böylece bindikleri demokrasi dalını kendi elleriyle kesmezler. Esasen çoğulcu demokrasi, gerçek demokrasinin tek modelidir.Çoğunlukçu rejimler kendi kendilerini demokrasi olarak ilan etseler de, o düzenlerde özgürlük yoktur, siyasi iktidarın lütufları vardır. Demokratik bir hukuk devletinde, düşünme, düşündüğünü ifade etme ve basın özgürlüğü vazgeçilmezdir. Basın özgürlüğüne yönelik en büyük tehdit yalnızca gazetecilere açılan davalar veya gazete sahiplerine yönelik idari-mali uygulamalar ve gazetelerin uygulamak zorunda kaldıkları otosansür değil, tekelleşme ve basın çalışanlarının örgütlenmesinin önüne getirilen kısıtlamalardır. Bu özgürlükler kısıtlandığında muhalefet partilerinin ve demokratik kitle örgütlerinin etkili muhalefet yapma imkânları ellerinden alınır. Bu durumda ne kadar baskı altında tutulursa tutulsun, toplum bir noktada patlar ve toplumsal muhalefet, siyasal muhalefetin önüne geçer. Toplumsal olaylar karşısında siyasi iktidarlar, başkalarını suçlayarak savunmaya geçmek yerine, olayların gerçek sebeplerini bulmaya, toplumun sıkıntısını anlamaya çalışmalıdır. Suçlamak kolay, çözüm bulmak zordur. Ancak demokrasi, zoru başarmayı gerektirir. Bu başarının anahtarı ise hoşgörü, uzlaşma ve ortak akılda gizlidir. Sayın Cumhurbaşkanım, Özel Görevli Mahkemeler ve Terörle Mücadele Mahkemeleri, olağan dönemlerin olağanüstü mahkemeleridir. Nasıl ki anti demokratik oldukları için en sonunda kaldırılmak zorunda kalınan Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin ihtisas mahkemeleri olduğuna yönelik açıklamalar ve Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne bu yönde yaptığı savunmalar inandırıcı bulunmadıysa, Özel Görevli Mahkemelerin ve Terörle Mücadele Mahkemeleri’nin ihtisas mahkemeleri olduğuna dair açıklamalar da objektif ölçütler karşısında inandırıcı değildir. Maalesef Anayasa Mahkemesi’nin 04.07.2013 tarihli kararında, eski alışkanlıkları tekrarlar şekilde, Terörle Mücadele Mahkemesi’nin ihtisas mahkemesi olduğu kabul edilmiş ve anayasal dayanağı olmayan bu mahkemelere anayasallık vizesi verilmiştir. Malumlarınız olduğu üzere Özel Görevli Mahkemeler, TBMM tarafından anti demokratik uygulamaları sebebiyle kaldırılmıştır. Ancak hukuk mantığıyla izahı mümkün olmayacak şekilde bu mahkemelerin ellerindeki davaları bitirinceye kadar görev yapmalarına imkân tanınmıştır. Anayasa Mahkemesi sözü edilen kararında, bu durumu tabii hâkim ilkesiyle açıklamış ve anayasaya aykırı bulmamıştır. İnsan sağlığına zararlı olduğu tespit edildiğinde piyasadan kaldırılmasına karar verilen bir ilacın eczanelerdeki stoklar tükeninceye kadar satılmasına izin verilemeyeceği tabiidir. Aynı şekilde demokratik hukuk devletinde yeri olmadığı, anti demokratik olduğu bizzat yasama organı tarafından tespit edilen Özel Görevli Mahkemelerin yargılama yapmaya devam etmelerine, dolayısıyla yargıladıkları sanıkların haklarına yönelik ihlallerini sürdürmelerine izin verilmemeliydi. Anayasa Mahkemesi’nin bu kararıyla, tabii hâkim ilkesinin tanımı ve işlevi de ağır yara almıştır. Yine Anayasa Mahkemesi’nin anılan kararında, 10 yıla kadar tutukluluğa izin veren kanuni düzenleme iptal edildikten sonra, bu iptal kararının yürürlüğe girmesinin Resmi Gazete’de yayımlanmasından 1 yıl sonraya ertelenmesini ve buna gerekçe olarak iptal kararının derhal yürürlüğe girmesi durumunda kamu düzeninin ihlal edileceğinden söz edilmesini anlamak mümkün değildir. Şöyle ki iptal kararı tutuklama kurumunu ortadan kaldırmamış, sadece tutuklulukta azami sürelerden olan 10 yıllık süreyi iptal etmiştir. Bu iptal, bir ayıbın ortadan kaldırılmasıdır. Söz konusu ayıp ortadan kaldırıldığında bir diğer azami süre olan 5 yıllık sürenin uygulanacağı açıktır. Dolayısıyla iptal kararı hiçbir boşluk doğurmayacaktır. Anayasa Mahkemesi’nin gerekçeli kararında, derhal uygulamanın kamu düzenini ihlal edeceğinden bahsedilmesi mahkemelerce bir talimat olarak algılanmış ve yerleşik uygulamadan sapılarak, temel hak ve hürriyetlere ilişkin bir iptal kararının derhal uygulanması zorunluluğu görmezden gelinmiştir.
-
Devlet İçinde Ayrı Devletler Var
20 Temmuz’da başlayan Adli Tatil sona erdi ve 2013-2014 adli yılı Ankara’da düzenlenen bir törenle başladı. Adli yıl açılış konuşmasını yapan Türkiye barolar birliği başkanı, Avukat Profesör Dr. Metin Feyzioğlu oldukça önemli açıklamalarda bulundu. Türkiye gündeminde tartışılan birçok konuya değinen Feyzioğlu özellikle devlet içindeki derin yapılanmaya değindi. İşte Feyzioğlu'nun konuşmasının tam metni: "Sayın Cumhurbaşkanım, Türkiye Barolar Birliği’nin 44. kuruluş yıldönümünü kısa bir süre önce idrak ettik. “Savunmanın savunulmasının zorunlu hale geldiği bir ortamda“kutladık” diyemiyorum; “idrak ettik” diyorum. Bugün, savunma baskı altındadır. Avukatlar, mesleki faaliyetleri nedeniyle soruşturulmakta ve kovuşturulmaktadır. Adliyelerden ve duruşma salonlarından yaka paça çıkarılmakta, savunma görevinden yasaklanmaktadır. Eğer bir yerde avukat yerde sürükleniyorsa, biliniz ki aslında yerde sürüklenen yurttaştır. İster totaliter veya otoriter ister demokratik olsun bütün devletlerde uyuşmazlıkları çözmek üzere kurulmuş mahkemeler vardır. Ancak sadece demokratik hukuk devletlerinde etkin ve yargının kurucu unsuru niteliğini taşıyan bağımsız savunmadan söz edilebilir. Çağdaş ceza muhakemesinin amacı, kişileri lekelemeden, toplumu ezmeden ve sindirmeden, her bireyin hukuki güvenlik hakkını pekiştirerek, demokratik hak ve hürriyetlerini kullananları hiçbir korkuya hatta endişeye dahi sevk etmeyecek şekilde gerçeğe ulaşmaya gayret etmektir. Usul kuralları göz ardı edilerek yapılan bir yargılamada hem gerçeğe ulaşılamaz hem de yargılama sürecinin ta kendi, kamu düzenini kovuşturulan suçtan daha fazla ihlal eder. Unutulmamalıdır ki, bir kişi hayatı boyunca suç işlemeyeceğini taahhüt edebilir ve bu sözüne de sadık kalabilir. Ancak hiç kimse hayatında bir gün yargılanıp yargılanmayacağını bilemez. İşte bu sebeple çağdaş ceza muhakemesinin kuralları, bir yandan suçu kesin hükümle sabit oluncaya kadar sanığı, diğer yandan hayatlarında belki bir gün suçlanabilecek olan toplumun diğer bütün bireylerini korur. Adil yargılanma hakkının hukuk uygulamacıları tarafından içselleştirilmediği, dolayısıyla sık sık ihlal edildiği toplumlarda bireyler, temel hak ve özgürlüklerinin her an devlet tarafından ihlal edilebileceği korkusuyla yaşarlar; kendilerini ifade etmekten çekinmeye başlarlar; devlet aygıtını bir hizmet aracı olarak değil korkulan bir büyük abi olarak algılarlar. Sayın Cumhurbaşkanım, Mahkemeler ve hâkimler bağımsız ve tarafsız olmadıkları takdirde, adil yargılamadan ve dolayısıyla yargının adalet dağıttığından söz edilemez. Öte yandan, hâkimler ve savcılar birbirine yaklaşır ve savunma makamından uzaklaşırsa, yargılamada gerçeğe ulaşılmasının vazgeçilmez koşulu olan “hiç kimse kendi davasında hâkim olamaz” ilkesi özünden ihlal edilmiş olur. Hâkimlerin tarafsız ve bağımsız olmaları ne kadar önemliyse kanun koyucu veya idari makamların yerine geçerek yasama organı ya da hükümet gibi davranmaları da kabul edilemez. Başka bir anlatımla, devlet içinde ayrı devletler olmaz; yargı mensuplarının devletin içinden veya dışından kimi yapılarca “benim hâkimim”, “senin hâkimin” diye sınıflandırılması izah dahi olunamaz. Bu tartışmaların yapıldığı bir ülkede hiç kimsenin hukuki güvenliği kalmaz. Adalet mülkün temeli ise, mülk temelsiz kalır. Adil yargılanma hakkının vazgeçilmez koşulu, bağımsız, etkili, dolayısıyla yargının kurucu unsuru niteliğini taşıyan bir “savunma”nın varlığıdır. Savunma makamının diğer iki makam karşısında güçsüz bırakılması ve adalete ulaşılmasını sağlamakta vazgeçilmez işlevinin içselleştirilmemesi durumunda da, yargılamada gerçeğe ve adalete ulaşılması beklenemez. Böyle bir yargılamada, suçlu suçsuzdan, doğru yanlıştan ayrılamaz. Varılan sonuç, “gerçek” değil, mahkemelerin veya mahkemeleri etkileyen güçlerin gerçek olarak göstermek istedikleri bir aldatmacadan ibaret olur. Ülkemizde, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun hâkim bağımsızlığını, hâkim ve savcı teminatını sağlayamadığını tespit etmek zorundayız. Öte yandan yapıldığı söylenen reformlara rağmen, adil yargılanma sorununun köküne henüz inilmemiş, belki de inilmek istenmemiştir. Maalesef ülkemizde, uygulamada, savunmanın kutsallığından sürekli dem vurulsa da, savunmanın hala kurucu unsur olarak sayılmadığını, gerçeğe ulaşılmasında engel olarak kabul edildiğini görüyoruz. Kanunun açık hükmüne rağmen avukatlık mesleğinin kamu hizmeti niteliğini göz ardı eden ve salt serbest meslek olarak gören Danıştay 8. Dairesi’nin 05.11.2012 tarihli yürütmeyi durdurma kararının gerekçesini içimize sindiremiyor ve eleştiriyoruz. Avukatlık Kanunu’nun 46/2. maddesinin açık hükmüne rağmen, avukatın Yargıtay’da dosya görmesini vekâletname ibrazına bağlayan Yargıtay Başkanlar Kurulu’nun hukuka aykırı idari işleminin geri alınmasını 80 bin avukat adına burada talep ediyorum. Yargıtay Başkanlığı’na bu konuda sunduğumuz, farklı üniversitelerde görev yapan çok sayıda hukuk akademisyeninin hazırladığı ve anılan kararın hukuka aykırılığını açıkça ortaya koyan raporlar dikkate bile alınmamıştır. İtirazımızın reddine ilişkin gerekçe tarafımıza bildirilmemiştir. Bütün bunların saygı sınırlarını zorlayan, avukatlara ve barolara küçümseyici bakış açısını sergileyen, işbirliğini engelleyen bir uygulama olduğunu huzurlarınızda üzülerek ifade ediyor; Yargıtay’ı, Yüce Yargıtay’a şikâyet ediyorum. Bu kararı veren sayın hâkimlerin bir gün avukatlık mesleğine geçtiklerinde, içeriğini bilmedikleri dosyalara, sırf içeriğini öğrenebilmek ve buna göre davayı alıp almamaya karar verebilmek için vekâletname koymak zorunda kaldıklarında, kararlarının ne kadar yanlış olduğunu anlayacaklarını çok iyi biliyorum. Dileğim odur ki, Yüce Yargıtay, hukuka aykırılığı daha önce düzeltir.
-
GÜNÜN KARİKATÜRÜ... (Kendi dilini oluşturmak için, karikatür, metafor yaparak kendine has bir anlatım dili oluşturuyor... :). :(. :|...)
- Kimyasal silahlar ellerinde patladı!
Batı’nın Irak’ta başarıyla sahnelediği kimyasal silah tezgahı, Suriye’de yüzüne gözüne bulaştı. İsyancılar, S. Arabistan’dan aldıkları silahları yanlışlıkla patlattığını itiraf etti. Rusya’nın Sesi haber kanalında yer alan habere göre teröristler kimyasal saldırıyı yaptıklarını kabul etti. Associated Press, bölgedeki bazı silahlı gruplara dayandırarak Guta’da yapılan saldırının teröristlerin işi olduğunu yazdı. Suriye’deki isyancıların bu ülkede kimyasal saldırıda bulunmanın sorumluluğunu üstlendikleri, kimyasal silahları da Suudi Arabistan’dan teslim aldıklarını itiraf ettikleri bildirildi. Amerikan AP ve Mint Press News’un muhabiri Dale Gavlak’ın haberine göre, Suriye’nin isyancı bölgesinde yaşıyanlardan birçoğu Gavlak’la konuşurlarken kimyasal silahları Suudi Arabistan istihbarat teşkilatı Başkanı Bender Bin Sultan kanalından teslim aldıklarını dile getirdiler. Aynı habere göre, isyancılar ayrıca, söz konusu saldırının “tesadüfen” olduğu ve kendilerinin kimyasal silahların kullanımını bilmedikleri yüzünden oluştuğunu belirttiler. El Nusra için... Dale Gavlak yazdığı makalede, söz konusu kimyasal silahların aslında El Nusra Cephesi’ne gönderilmiş olduğuna işaret etti. Gavlak, Guta ve Şam’ın farklı bölgelerinde vatandaşlarla yaptığı röportajların, ABD ve müttefiklerinin Suriye hükümetine karşı ortaya attığı iddialara yeni bir görüntü kazandırdığını söyledi. Röportaj yaptığı vatandaşlar arasında doktorlar, silahlı isyancılar ve sıradan vatandaşların da bulunduğuna işaret eden Gavlak, bu röportajlarda, Guta bölgesinde silahlı bir grubun Suudi Arabistan İstihbarat Başkanı Bin Sultan aracılığı ile kimyasal silah ele geçirdiğini ve bu bölgede yaşamını yitiren yüzlerce kişiden bu grubun sorumlu olduğunu ifade etti. Bir babanın itirafı Gavlak, Guta bölgesinde yaşayan teröristlerden birinin babası olan Ebu Abdülmunam isimli vatandaşla yaptığı röportajda, bu kişinin oğlunun 12 silahlı teröristle birlikte, gene silahlı terör grupları tarafından, Suudi Arabistanlı Ebu Aişe isimli bir kişiden edindikleri silahları depolamak için kullanılmakta olan bir tünelin içinde öldürüldüğünü söylediğini aktardı. http://www.yg.yenicaggazetesi.com.tr/habergoster.php?haber=88354- 'Engelsiz Filmler' Ankara'da
03-08 Eylül tarihleri arasında düzenlenecek Ankara Engelsiz Filmler Festivali'nde tüm filmler sesli betimleme, işaret dili ve ayrıntılı altyazı eşliğinde gösterilecek Ankara Engelsiz Filmler Festivali, 65. Cannes Film Festivali Kısa Film Yarışması'nda Altın Palmiye ödülü alan Rezan Yeşilbaş'ın 'Sessiz /Be Deng' filmiyle 3 Eylül'de başlıyor. Film, Festival'deki diğer filmler gibi sesli betimleme, işaret dili ve ayrıntılı altyazı eşliğinde gösterilecek. Puruli Kültür Sanat tarafından Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın himayesinde gerçekleşen ve 03-08 Eylül 2013 tarihleri arasında düzenlenecek Ankara Engelsiz Filmler Festivali'nde son dönem Türkiye sinemasının en iyi örneklerinin Seyirci Özel Ödülü, En İyi Film, En İyi Yönetmen ve En İyi Senaryo ödülleri için yarışacağı Engelsiz Yarışma, engelli seyircilere bir film festivalinde yarışma takip etmenin heyecanını yaşatacak. Yurtiçi ve yurtdışında pek çok film festivalinden ödüllerle dönmüş filmlerin yer aldığı Engelsiz Yarışma sayesinde engelli seyirciler güncel Türkiye sinemasını takip etme fırsatı yakalayacak, yarışmada yer alan filmleri oylayarak Seyirci Özel Ödülü'nü belirleyecek, gösterimler sonrası gerçekleşecek söyleşilerle filmlerin yönetmen, oyuncu ve film ekipleriyle tanışma fırsatı bulacaklar. Engelsiz Yarışma'daki tüm filmler sesli betimleme, işaret dili ve ayrıntılı altyazı eşliğinde gösterilecek. Görme ve işitme engeli olmayan seyirciler ise Festival stantlarından edinecekleri kulaklıklarla filmleri takip edebilecekler. Festival’de yönetmen ve film ekipleriyle yapılan söyleşiler de işaret dili çevirmeni eşliğinde gerçekleştirilecek. Tüm etkinliklerin ve film gösterimlerinin ücretsiz olduğu Festival'e, Cer Modern ile Cinemaximum Armada Sinemaları ev sahipliği yapıyor. 6 film yarışıyor Engelsiz Yarışma'da Pelin Esmer'in 'Gözetleme Kulesi', Reha Erdem'in 'Jîn', Yusuf Pirhasan'ın 'Kurtuluş Son Durak', Reis Çelik'in 'Lal Gece', Emin Alper'in 'Tepenin Ardı' ve Erdem Tepegöz'ün 'Zerre' filmleri olmak üzere 6 film yer alıyor. Jüri tarafından değerlendirilen filmlerin En İyi Film, En İyi Yönetmen ve En İyi Senaryo ödüllerini alacağı Engelsiz Yarışma, Halkbank’ın sponsorluğunda gerçekleştiriliyor. Yarışmanın ödülleri 8 Eylül Pazar günü Cer Modern'de yapılacak Ödül Töreni'nde sahiplerini bulacak. Engelsiz Yarışma jürisinde yönetmen Ezel Akay, oyuncu Şebnem Sönmez ve sinema yazarı Çağdaş Günerbüyük bulunuyor. Festival yarışma filmlerinin yanı sıra Türkiye sinemasının geçtiğimiz senelerdeki en başarılı iki yapımını da seyircilerle buluşturuyor. Yayınlandıktan kısa süre sonra bir fenomene dönüşen Leyla ile Mecnun dizisinin yönetmeni Onur Ünlü'nün Altın Koza Film Festivali'nden En İyi Film ve En İyi Senaryo ödülleriyle dönen kara komedisi 'Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi' ve yönetmen Yüksel Aksu'nun rüya sahnesini görme engelli sinema öğrencisi Devrim Tarım ve görme engelli fotoğraf sanatçısı Civan İlci ile beraber çektiği, bir termik santralin kurulmaması için köylülerle ekoloji aktivistlerinin verdiği mücadeleyi anlatan filmi 'Entelköy Efeköye Karşı', Türkiye Sineması bölümünde izlenebilecek.- Yuva Arayan Hayvan Dostlarımız
İletişim: 530 202 94 87 veya 505 283 42 50 Yer: İstanbul- Anadolu Yakası Buz, heybetiyle aşık ettiği kadar uyumuyla da şaşırtan henüz 1 yaşına yeni girmiş bir can. Buz, kurtarılmış fakat ardından klinik önüne terk edilmiş canlardan. Şimdi klinik önünde yaşıyor ve çevre esnaf tarafından istenmiyor, oysa nasıl uyumlu kedilerle, insanlarla, köpeklerle sorunsuz yaşıyor. Başına bir hal gelmeden yuvası olsun, sonra ahh etmeyelim.- Yuva Arayan Hayvan Dostlarımız
İrtibat: m_sensoz@@hotmail.com Yer: Istanbul / Ümraniye. 2 yaşlarında dişi safkan kısırlaştırılmış, çok uysal bir husky. Bundan yaklaşık 6 ay önce kötü amaçlı insanlar tarafından doğurtulmuş, yavrularıyla kurtarılmış ve yavruları yuvalanmıştı. Şimdi sıra bu güzel annede. Yuvalandırma şartları: Daha önce köpek bakmış ya da su an köpeği olan Sadece aileye sahiplendirme yapılacaktır İstanbul içine sahiplendirme yapılıp takip altında tutulacaktır. Kendinizi tanıtan ad-soyad yaş meslek evdeki herkesin yaşanılan evde hayvan beslemeye apartman musadesi varmı hakkınızdaki bilgileri m_sensoz@@hotmail.com adresine yollamanız rica olunur. Neden ilk defa bakan ya da öğrencilere şans vermiyorsunuz sorusu geliyor çok fazla sorunlar yaşadık bu yüzden hayvanların psikolojileri bozulmakta stresse girmekte stres bağışıklık sistemini zayıflattığı için gerek sağlık gerekse yeni yuvalarında alışma problemleri yaşıyorlar bunu önlemeye çalışıyoruz bu konuda önceliğimiz canların sağlıklı mutlu bir yuva bulması. Ağız kırıp ya amayla başlayan cümleler kullanma potansiyeliniz var ve sorumluk alabilme konularında acizseniz rahatsız etmeyiniz- Yuva Arayan Hayvan Dostlarımız
Yer: Ayvalık İletişim: 0266 324 30 21 / 00491724019997 Üyemizin iletisidir: “Ben Almanya da yaşıyorum ve şuan Ayvalık’tayım. Bugün komsumuz bana 2 tane 3 günlük kedi yavru getirdi. Anneleri kayıpmış, hemen veterinere götürdüm. Onlarda sütanne yokmuş. Veteriner bana özel bir mama verdi (toz), yedirmeye çalışıyorum ve göbişlerini okşayarak tuvaletlerini yaptırıyorum ama çok zor. Çok küçükler daha göbek bağları düşmemiş. Ben bu ayın onunda İstanbul’a gideceğim, oradan da yine Almanya’ya. Ayvalık’ta sütanne arıyorum. Ayvalık’ta bulunamasa ve eğer ben onları ayin onuna kadar yasatabilirsem onları İstanbul’a getirip bir sütannenin yanına verebilirim. Bebeklerden bir tanesinin durumu hiç iyi değil.- Yuva Arayan Hayvan Dostlarımız
İletişim:sekercik_bjk@@hotmail.com Yer:Beyoğlu /İstanbul Şanslı henüz minicik bir bebek iken üyemizin kapısına terkedilmiş.Ablası ona özenle bakmış beslemiş.Şanslı şuan epeyce toplarlanmış 1 aylık olmuş.Okullar açılana kadar ömürlük yuvasına kavuşması gerekiyor.Takibi yapılmak üzere İstanbul içinde yeni ailesini bekliyor Şanslı.- Yuva Arayan Hayvan Dostlarımız
İletişim: 0505 889 70 57 Yer: Ankara "Puding üyemizin kapısının önünde baktığı kedilerden.Gözüne tırmık yediği için artık tek gözü görmüyor malesef.Üyemizin evinde 4 kedisi var bu sebeple bu güzel kediye yuvasını açamıyor.Ve şimdi yaşadığı yerden de taşınacak ve Puding gibi uyumlu ve iyi huylu bir kedicik kimsesiz kalacak.Ona sahip çıkacak bir ailesi olur mu?"- Yuva Arayan Hayvan Dostlarımız
İletişim:0532 627 02 38 veya 0543 694 23 35 (numalardan ulasamazsaniz; ezgilejon@@hotmail.com) Yer:İstanbul Sn üyemizin iletisidir:''1 yasinda var ya da yok..Safkan cocker, tuvalet egitimli, erkek.Hikayesi çok uzun, travması çok uzun. Bu çocuk Riva'ya terk ediliyor, haftalarca aç susuz diğer köpeklerden dayak yiyerek sığınıyor bir köşeye. En sonunda çıkıyor karşıma. Ağlaya ağlaya kucağıma geliyor, dayanamıyorum.. Öylesine duygusal, öylesine üzgünn bakıyor ki gözleri! Adı Toprak..Çok zayıf ve susuz kalmış.İlk geldiği gece uykusunda hep ağladı. Ona sarılarak uyudum. 2.gün biraz daha rahatladı ve kuyruk sallamaya başladı. Inanılmaz uslu bir kopek. Ve henüz çok genç..Yuvalandı diye sevindik..1 gün sonra geri geldi; Sebebi salya akıtmasıydı. Cockerlar'da "genel olarak" görülen bir şey bu. Salyası sorun oldu "tamam" dedik.. 1 günde "alışmadi" dediler üstüne.. Şimdi bu çocuk, ömürlük yuvasına gitmek istiyor artık. Mutlaka ama mutlaka daha önce köpek bakmış, köpek salyasından rahatsız olmayan insanlara sahiplendirilecek! Sorumluluk alamayacak kişiler aramasın lütfen..- Yuva Arayan Hayvan Dostlarımız
Mersin Mezitlide, boş bir bahçede su kanalının içinde yaşamaya çalışan 10 tane yavru köpek, 3'ü besinsiz kalmış ve bakıma ihtiyacı var, ki sanırım fazla yaşamaz. Durumlarımız el vermediğinden dolayı bakmaya gücümüz yok. Geçenlerde belediyenin zehirlediği sanılan 8-10 köpekten birisi anneleri olabilir, çünkü gelip gitmiyor anne yok etrafta, bu köpeklere yardımcı olabilecek bakabilecek bir yeri olanlar benimle irtibata geçerse sevinirim. Telefon: 05343894643 Şehir dışından bakabilecek birileri varsa eğer götürmelerine yardımcı olabilirim..- Yuva Arayan Hayvan Dostlarımız
İletişim: 0 545 545 24 90 Yer:Bodrum /Muğla Merhaba benim adım bile yok ve bir sokak kedisiyim ama insanları çok seviyorum lakin onların arasından iyi olanı bulmak zor...Kendi çabamla Bodrum'da bir tatil sitesinde 3 yaşıma kadar yaşadım ve daha çok yaşamak adına sıcak bir yuvaya ihtiyacım var... Gördüğünüz gibi pek orjinal bir rengim var ve bir o kadar da güzel huylarım... Sabah erkenden kalkıp çay bile demliyorum hadi bana yuva bulalım ..- Yuva Arayan Hayvan Dostlarımız
İletişim no: 0546 5453101 Yer: İSKENDERUN İskenderunda bulunan Kaplan, Karagöz ve Messi yaklaşık 2.5 aylık tatlıcıklar. Onlara acil olarak ömürlük birer yuva aranıyor!- Bertolt Brecht Şiirleri
BARIŞ'MI SAVAŞ'MI..?? Doğrudur yıldırımın düştüğü, yağdığı yağmurun, Bulutların rüzgarla sökün ettiği. Ama savaş öyle değil, savaş rüzgarla gelmez; Onu bulup getiren insanlardır. Duman tüten topraktan bahar boyunca, Dökülüp yükselir birden gökyüzü. Ama barış ağaç değil, ot değil ki yeşersin: Sen istersen olur barış, istersen çiçeklenir. Sizsiniz uluslar, kaderi dünyanın. Bilin kuvvetinizi. Bir tabiat kanunu değildir savaş, Barışsa bir armağan gibi verilmez insana: Savaşa karşı Barış için Katillerin önüne dikilmek gerek, " Hayır yaşayacağız!" demek. İndirin yumruğunuzu suratlarına! Böylece mümkün olacak savaşı önlemek. Onlar demir çeliği elinde tutan birkaç kişidir, Yoktur karabasandan bir çıkarları Dünyaya bakıp "ne küçük" derler, Bir şeylerle yetinmezler acunda, Para hesap eder gibi hesaplıyorlar bizi, Savaş da bu hesabın ucunda. Ürkmeyin tutmuşlar diye suyun başını: Korkunç oyunları, davranın, bitsin. Söz konusu olan çocuğundur, ana: Koru onu, dikil karşılarına, Biz milyonlarca kişi Savaşı yener miyiz? Bunu sen bileceksin. Bunu biz bilecek, biz seçeceğiz. Bir de düşün "Yok!" dediğini: Düşün ki savaş geçmişin malı ve barış taşıyor gelecekten. - Kimyasal silahlar ellerinde patladı!
Önemli Bilgiler
Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.