SeDatsan tarafından postalanan herşey
-
HERŞEY PARAN KADAR !
Rakamsal Gerçekler Kamu yönetimi, 1980’li yıllarda başlayan dünya kapitalizmine açılma ve uyum sürecinde hep “sırttaki kambur” olarak nitelenmiştir. “Serbest piyasa” yeniden keşfedilmiş, insanların neredeyse tüm yaşamları “piyasalar”ın etrafında şekillendirilmeye çalışılmıştır. Dünya çapında yaşanan krizler ve bu krizlerle birlikte derinleşen kapitalizmin krizi, kısmen piyasa ilişkileri dışında yer alan ve büyük ölçüde sosyalizmin etkisiyle oluşturulmuş olan “sosyal devlet” anlayışının yeniden sorgulanmasını gündeme getirmiştir. Neo-liberal ideoloji etrafında yürütülen tartışmalar sonucunda sosyal devlet uygulamalarının “piyasaların” işleyişini aksattığı, dolayısıyla kapitalizmin temel yasası olan “rekabeti” olumsuz etkilediği sonucuna varılmıştır. Yine bu tartışmaların bir sonucu olarak gelişmiş kapitalist ülkelerden başlayarak tüm dünya çapında eş zamanlı olarak kamunun ve kamu hizmetlerinin yeniden tanımlanmasını gündeme getirilmiştir. OECD’nin 2000 yılında yaptığı bir araştırma ülkelerin merkezi idare, eyaletler ve yerel yönetimlerde bulunan memur sayılarına ilişkin istatistikleri, Türkiye’deki memur sayısının diğer ülkelerden fazla olmadığını göstermektedir. OECD verilerine göre, Finlandiya’da her 10, Kanada’da her 12, ABD ve İrlanda’da her 14, Almanya ve Hollanda’da her 19, İspanya ve İtalya’da her 25 kişiden biri memur statüsündedir. Türkiye’de ise her 30 kişiden ancak 1’i memur olarak çalışmaktadır. 2000 yılı itibariyle nüfusu 275 milyon 562 bin 673 olan ABD’de merkezi idarede 2 milyon 777 bin, eyaletlerde 4 milyon 746 bin, belediyeler ve diğer yerel kuruluşlarda da 13 milyon 49 bin olmak üzere toplam 20 milyon 572 bin memur istihdam edilmektedir. 84 milyon nüfusu olan Almanya’da da memur sayısı 4 milyon 364 bini aşıyor. Her iki ülkede de memurların nüfusa oranı, Türkiye’nin oldukça üzerinde seyrediyor. OECD’nin 2000 rakamlarına göre ABD’de yüzde 14, Fransa’da yüzde 24.8 olan memurların toplam nüfus içindeki oranı 2000 yılında Türkiye’de yüzde 3.34 iken, 84 milyon nüfuslu Almanya’da 4.4, 60 milyon nüfuslu Fransa’da 4.8 milyon civarında memur çalışmaktadır.
-
HERŞEY PARAN KADAR !
KONUYU YANLIŞ SAPTIRMAYAN ÇOK DÜŞÜNCELİ DOWCONES Lütfen söyler misin DEVLET nedir? Asıl amacı görevi işlevi ve niteliği ne olmalıdır? Devlet ekonomi ile ilgilenmeyecekse, neyle ilgilenecek? Halkına insanca yaşayacak bir koşulları sağlamayan, bölüşümde adaleti, iş ve aş imkanı yaratmayan DEVLETİN niteliği ne olur? Anayasanın devletin niteliği, amacı ve görevi ilgili kısımlarıa bir göz at istersen. Sizin savunduğunuz devlet, halkını zapturalp altında tutan, kafasını kaldırıp hakkını arayanı joplayan, işkence tezgahlarından geçiren, kendine muhalif olanları faili mechul olarak katledip-yok eden, yada yargılayıp F tiplerinde canlı canlı ölüme mahküm eden, haraç toplar gibi vergi toplayan, oligarjik polis devleti mi? Diyorsun ki kamu sektöründe çalışan insanlar fazla! Acaba gerçekten fazla mı? İyi araştır bakalım gerçekten de bu böyle mi? Bu ülkenin kaynakları kimin hizmetinde, kimlerin çıkarına dönüyor bu çark, kimlerin kasasına gidiyor GSMH da yaratılan değerler ve zenginlikler? Peki kamu da çalışan insanları işten atmak mı gerkiyor? Nerede iş bulacak bu insanlar? Milyonlarca işsizin aç ve yoksul yaşadığı bu ülkede yeniden İşsizler ordusunun büyütmek kimin çıkarına? İşte böyle bir devlet modelini oluşturmaya çalışıyor burjuvazi. Kapitalist sınıf, kendi sınıfsal karşıtının(emekçi sınıf mücadelesinin) varlığına bile tahammül edemiyor. Böyle bir devlet yönetimine hayır. Biz kula kulluğun olmadığı, kimsenin açlıktan, çocukların parasızlık yüzünden hastalıklardan ölmediği, SAVAŞSIZ, SÖMÜRÜSÜZ, SINIFSIZ BİR DÜNYA ve TAM BAĞIMSIZ, GERÇEKTEN DEMOKRATİK BİR TÜRKİYE İSTİYORUZ.
-
Hamas / Ham Çok
Bu karikatür konuyu anlatmak konusunda harika olmuş. Bu arada bay tayyeiap'e de kostümü çok yakışmış yani;)))
-
TAHRİP EDİLEN ÇEVRE, KİRLENEN DEĞERLER VE YOZLAŞAN İNSAN
Değerli yorumlarınız için teşekkür ederim sevgili arkadaşlar.
-
HERŞEY PARAN KADAR !
Özelleştirme, emekçilere paran kadar sağlık, paran kadar eğitimin formülü, PARAN KADAR HAYATIN dayatılmasıdır.
-
Haberin var mı ? - Eğer Karşı çıkmazsak !
AKP iktidarının çıkarmaya çalıştığı yasalardan biri olan GSS, gerçekte en temel insan hakkı olan SAĞLIĞI ÖZELLEŞTİRME operasyonudur. GSS yani SOSYAL GÜVENSİZLİK ve GENEL SAĞLIKSIZLIK SİGORTASI tasarısına karşı çıkmak bir insanlık görevidir.
-
SEVGİYE YER KALMADI MI?
Arkadaşlar konuya ilginiz ve değerli katkılarınız için teşekküler. Sevgi yaşamın amacı ve anlamıdır. Sevgisiz bir yaşam, yapraksız bir ağaç gibi kuru ve ahenksizdir.
-
SEVGİYE YER KALMADI MI?
Sevginin anatomisi Sevgi özgürlüktür… Özgürlük, dağların zirvesinde açan başkaldıran kardelen çiçeğidir. Sevgi barıştır. Barış ölüm kusan mermilerin acımasızlığında parçalanan çocuk bedenlerinin kan gölünden gül yatağına dönüşmesidir… Sevgi şefkattir. Şefkat cinnet geçiren bir çağın bilinçleri barışla yıkanmış anne elinin sıcaklığıdır…. Sevgi karşılıksız vermektir beklentiye girmeden, çıkar gözetmeden vermektir..Sevgi Tüm canlılarıyla doğayı sevmek kendisini onunla bir hissetmektir. Sevgi sadece süslü bir köpeği okşayıp sevmek değil, sokakta aç susuz kalmış, üstü başı pislik-kir içindeki bir sokak köpeğini de sevip okşamak, karnını doyurmak, yerine göre yarasını sarmaktır. Yani karşılık ve çıkar gözetmeden beklentiye girmeden, kendinden verebilmektir. Sevgi gözyaşıdır… Gözyaşı, gecenin ayazında köprü altında büzülerek uyuyan tinerci ve evsiz çocukların, gökyüzünden alınlarına düşen yağmur taneleridir… Sevgi özveridir. Özveri, insanlığı kurtaracak değerlerin, egemenlerin zorbalıklarına karşın sıkılmış yumruktur… Sevgi özlemektir. Özlemek İsrail sınırında , gözü dönmüş bir subayın sıktığı kurşunlarla bedeni parçalanan küçük kız çocuğu İman’ ın annesinin çığlığıdır… Sevgi onurdur.. Onur yüzyıllardır sömürülen emekci halkın eğilmeyen başlarının , dirençle gökyüzüne kaldırdıklarında , duruşlarındaki o muhteşem görkemdir. Sevgi kahkahadır… Derin acılar yaşayan bir halkın , gelecek güzel günlerinin sonucudur. Sevgi şiirdir… Yaşam o kural tanımazlığıyla ne zaman canımızı yakarsa Nazım’ın ‘ Yaşamaya Dair’ şiirini okuduğumuzda bilincimize süzülen umuttur…İnsan olma kavgamızda… Toprağa, suya , ve yeni doğmuş bir bebek çığlığına duyduğumuz saygıyı bir kez daha içselleştirmek için… Sevgi sıcaklıktır. Sıcaklık, hilesiz, yalansız bir sevgilinin elinden, dostluğundan , korkmadan başımızı omzuna yasladığımızda duyduğumuz güvendir….. Sevgi güçtür. Güç , bilincin ışıması, zalimin öfkesine direnen kaledir. Sevgi insan olmaktır... Sevgi inançtır. Sevgi bazen bir özgürlük türküsü, bazen dizelerde can bulan umut şiiridir. Bu gün bir kez daha yaşamın , direncin, umudun şiirini okuyalım…. Başımı gökyüzüne kaldırdım... O sonsuz maviliklerde nazlı nazlı uçan turna sürülerini saygıyla izledim….Yüreğim umutla doldu… Bir kez daha inançla fısıldadım; ‘ Sevgi kuşun kanadında’…
-
Haberin var mı ? - Eğer Karşı çıkmazsak !
Haberin var mı ??? - Eğer Karşı çıkmazsak !!! -Emeklilik yaşı 68'e, prim gün sayısı 9 000 e çıkarılacak, -Aylık geliri 127 YTL'den fazla olan herkesden 64 YTL ile 431 YTL arasında sağlık sigortası primi alınacak. -Sağlık hizmetleri; TTP ye geçirilerek paran kadar sağlık zihniyeti hakim kılınacak. Büyük ve tehlikeli hastalıklar da, daha fazla sağlık hizmeti isteyenler, ancak daha fazla prim yatırırsa faydalanabilecek. DİKKAT !!! EN TEMEL VE İNSANİ HİZMET OLAN SAĞLIK HİZMETİ; -PARASI OLANA VE ANCAK PARASI KADAR VERİLECEK. -PRİM ÖDEMEYENLERE SAĞLIK HİZMETİ VERİLMEYECEK. -SAĞLIK SİSTEMİ, ÖZELLEŞTİRİLEREK PATRONLARIN KAR HIRSINA YANİ PİYASANIN RANTINA TERK EDİLECEK.
-
SEVGİYE YER KALMADI MI?
Sevgili arkadaşlar, SEVGİYE DAİR böylesi anlamlı yazıyı, sizlerle de paylaşmak istedim. Ne kadar anlamlı ne kadar insani ve ne kadar gerçek. SEVGİYE YER KALMADI MI? Uzakdoğu'da bir Budist tapınağında geçmiş bir olayı anımsadım. Bu tapınak bilgeliğin gizlerini aramak için gelenleri kabul ediyordu ve burada geçerli olan incelik,anlatmak istediklerini konuşmadan açıklayabilmekti. Bir gün tapınağın kapısına bir yabancı geldi. Yabancı kapıda öylece durdu ve bekledi. Burada sezgisel buluşmaya inanılıyordu, kapıda tokmak ya da çan, zil türünden ses çıkaran bir gereç yoktu. Bir süre sonra kapı açıldı,içerdeki "bilgelik arayıcısı" kapıda duran yabancıya baktı. Bir selamlaşmadan sonra sözsüz konuşmaları başladı. Gelen yabancı, tapınağa girmek ve burada kalmak istiyordu. İçerdeki bir süre kayboldu,sonra elinde ağzına kadar suyla dolu bir kapla döndü ve kabı yabancıya uzattı. Bu "Yeni bir aracıyı kabul edemeyecek kadar doluyuz" demekti. Yabancı tapınağın bahçesine döndü,aldığı bir gül yaprağını dolu kabın içindeki suyun üzerine bıraktı. Gül yaprağı suyun üstünde yüzüyordu ve su taşmamıştı. İçerdeki Budist saygıyla eğildi ve kapıyı açarak yabancıyı içeriye aldı. Suyu taşırmayan bir gül yaprağına her zaman yer vardır. Bu sevgiydi ve sevgiye her zaman yer bulunurdu. Nicedir hayatımızda sevgiye yer bulamadığımızı düşündüm. Bize sevgiyi anlatan bir olayı haber yapamıyoruz. Bize sevgiyi anlatan bir kişiyi dinlemiyoruz. Bize sevgiyi anlatan bir duyguyu görmüyoruz. Bize sevgiyi anlatan bir yazı yazmıyoruz, böyle bir yazıyı okumuyoruz. Bir Polanya filminde Nazi dönemi anlatılıyordu.Nazi komutanı güzel bir evi komutanlık merkezi yapmıştı.Evin güzel sahibesi üst kata çıkmıştı ve az görünüyordu.Komutan bu kadına âşık olduğunu anladı ve aralarında şöyle bir konuşma geçti: - Madam, aşkımız beni zayıf düşürüyor. - Hayır komutan, sevginiz sizi insan yapıyor. İnsan ruhu da doğanın bir parçasıdır ve doğa gibi boşluk kabul etmez. İçinde sevgiyi barındıramayan insan nefretle dolar ve insanlıktan uzaklaşır. Nefret etmeden birine kötülük yapamazsınız. Nefret etmeden birini öldüremezsiniz. Nefreti içinde barındırmak isteyen insan önce kendisinden nefret etmek zorundadır. İçinde nefreti yaşatan insan yüreğindeki sevgiyi kovmuştur. Artık onu bulması çok zordur ve bunun ağır bedelini ödeyecektir. Sevgisizlik ağır bir yüktür ve insan bundan kurtulmak için çok kötü şeyler yapar. Acımak sevgi değildir, üstünlüğün kabulüdür. Hoşgörü sevgi değildir, istemediğine katlanmaktır. Bağımlılık sevgi değildir,gereksinmenin karşılanmasıdır. Sevgi, değer vermesini bilmektir. Sevgi,yaşama hakkını kabul etmektir. Sevgi, varolmaktan kıvanç duymaktır. Sevgi, birlikte olmaktan sevinç duymaktır. Sevgi, eşitliğin duyumsanmasıdır. Sevgi, bütün yapay ayrımların hayattan çıkarılmasıdır. Sevgi, bilinçtir. Sevgi, insan olmaktır. Sevgiyi hayatımızdan kovduk ve yerine parayı koyduk. Para için yaşıyoruz, para için eğitim görüyoruz, para için meslek ediniyoruz, para için çalışıyoruz, para için birbirimizi çiğniyoruz, para için birbirimizi aldatıyoruz, para için savaşıyoruz. Sevgiyi hayatımızdan kovduk ve yerine üstün olmayı koyduk. Üstün olmak için yaşıyoruz, üstün olmak için yarışıyoruz, üstün olmak için kendimizden başkasının aşağı olmasına çalışıyoruz. Sevgiyi hayatımızdan kovduk ve nefreti içimize çağırdık. Birbirimizden nefret ediyoruz nefretle yaşıyoruz, nefretle çalışıyoruz, nefretle dövüşüyoruz, nefretle öldürüyoruz. Para, üstün olmak ve nefret etmek hayatımızı dolduruyor. Hayatımız da savaşlarla, dünyayı yağmalamakla, birbirimizi boğazlamakla geçiyor. Sevginiz olmadıktan sonra daha çok paranız olsa, daha üstün olsanız, daha çok toprağınız, eviniz arabanız, malınız olsa ne olur? Yaşamınızda Sevgi yoksa hiçbir şeyiniz yok demektir. Yaşamınız yavan ve anlamsızdır.. Belki de yeniden öğrenmemiz gereken budur. Prof.ERDAL ATABEK
-
İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ AYRIMCILIĞIN İFADESİ OLUYOR
İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ AYRIMCILIĞIN İFADESİ OLUYOR Karikatür krizini değerlendiren Dr. Aktar, "Din sonrası Batı Avrupalı toplumlarla, dinle haşır neşir toplumların sağırlar diyaloğunda makul ortak bölen bulmak zor"; Yrd. Doç. Dr. Kentel, "Rasyonellik yalnızca Beyaz Avrupa'ya ait olmamalı" dedi. 07.02.2006 01:46 -------------------------------------------------------------------------------- -------------------------------------------------------------------------------- Danimarka'daki Jyllands-Posten gazetesinin Hz. Muhammed'i resmeden karikatürleri yayınlaması üzerine başlayan krizi, Bilgi Üniversitesi'nden Yrd. Doç Dr. Ferhat Kentel ve Bahçeşehir Üniversitesi AB Merkezi Başkanı Dr. Cengiz Aktar değerlendirdi. Aktar, yaşananlar için şöyle diyor: "Din sosyolojisi açısından bakıldığında, ben bu meselenin din sonrası Batı Avrupalı toplumlarla, hâlâ dinle haşır neşir olan diğer toplumların arasındaki, kulakları sağır eden bir sağırlar diyaloğu olduğu kanaatindeyim." Bu durumun siyasi olarak yönetilmesinin güçlüğüne de dikkat çekiyor Aktar. "Bu durum, sonuçta, Batı dünyasındaki Müslüman düşmanlarına ve İslam dünyasındaki terör yanlılarına, felaket tellalı Huntington'ın öngörülerini haklı çıkartacak şekilde yarayacak gibi görünüyor." Kentel de, benzer bir ikiliyi tarif ediyor. "Yaşananların çarpıcı olan yanı, için de insanın inançlarını, duygularını pek taşımayan rasyonel bakış açısıyla, tutkulaşan birtakım duyguların çatışması." "Bir tarafta modernitenin, Batı'nın varmış olduğu çizgi var" diyor Kentel, "Bu çizgide hayat rasyoneldir; ifade özgürlüğü bile rasyonalite içinde ele alınır. Kime ne zarar verdiğine, nasıl rencide ettiğine pek bakmayan bir taraf bu." "Diğer tarafsa, kendini bütün olarak o duygularla anlatıyor. Kendini yok sayan, rencide etmekte hiçbir beis görmeyen bir anlayışla karşı karşıya." Aktar: Makul bir ortak bölen bulmak kolay değil Aktar, "makul insanlar herhalde şu noktada buluşacak" diyor: "İfade özgürlüğü esastır. Ama, ifade özgürlüğü rencide edici boyutlara ulaşmamalı, bir sınırı olmalıdır. Bu sınırın da ya otosansürle ya da sansürle gerçekleşmesi gerekir." "Yani" diyor Aktar, "amiyane tabirle, ne şiş yansın ne kebap yollu bir noktada durulacak." "Batı Avrupalı toplumlarda -burada ABD'yle Batı Avrupa'nın farkını iyi görmek gerekiyor- dinin toplum ve bireyin yaşantısındaki önemi son derece sınırlıdır" diyen Aktar, 2003 yılında yayınlanan, 44 ülkede dinin toplumların ve bireylerin hayatındaki önemine ilişkin bir araştırmanın sonuçlarından söz ediyor. "Çek Cumhuriyeti ve Fransa'da, deneklerin yüzde 11'i, Almanya'da yüzde 21'i, dindar zannedilen İtalya'da yüzde 27'si, dinin kendi hayatlarında önemli bir konu olduğunu söylüyor. "Türkiye'nin laikliğinden esinlendiği Fransa'da yaşayan 62 milyon insanın 43 milyonunun kiliseyle hiçbir ilişkisi olmadığı biliniyor. Aynı Fransa'da evinde İncil'i olanların sayısı nüfusun yüzde 5'i." Aktar, Senegal, Endonezya, Nijerya, Hindistan, Pakistan, Mali, Filipinler, Bangladeş, Kenya, Uganda, Tanzanya, Brezilya gibi ülkelerdeyse, dinin öneminin yüzde 90'larda seyrettiğini söylüyor. "Türkiye'de bu oran yüzde 69, ABD'de yüzde 59. Gelişmiş Batı ülkeleri arasında bu orana en yakın ülke yüzde 33'le Britanya" diyor Aktar. "Kanada dahi yüzde 30'da." "Uzun lafın kısası, bu veriler ışığında, böylesine bir polemik etrafında bir orta yol bulmak, makul bir ortak bölen bulmak hiç de kolay görünmüyor." Kentel: Irkçı partiler yükselişe geçecek Ferhat Kentel, karikatür kriziyle birlikte, "Avrupa'daki Müslümanlarla Müslüman olmayanlar arasındaki gerilimin artacağını, ırkçı partilerin yükselişe geçeceğini öngörüyor. "Şimdi Le Pen'ci birtakım insanlar ifade özgürlüğünü savunmaya başlayacak. İfade özgürlüğü kültürelleşecek. Rasyonel dil, yaratmış olduğu bu dille irrasyonel olacak. Etnik gerilimlere bir bakın: Irkçı partiler marjinalken, bunların söylemi iktidardakilerle paylaşılır hale geliyor. Fransa İçişleri Bakanı Sarkozy'de, Le Pen'den gelen izleri bulmak mümkün." "Irkçı söylem rasyonel dilin içine giriyor" Kentel, bu durumun karşılıklılığına, "sadece üç beş politikanın işi olmadığına", bir söylem kayması bulunduğuna dikkat çekiyor: "Zamanımız korkular içinde yüzdüğümüz bir çağ. Irkçı söylem korkulara cevap veriyor, daha yukarıdaki rasyonel dilin içine giriyor. İfade özgürlüğü, gayet rasyonelken, daha Hıristiyani, daha ırksal başka dertlerin ifadesi haline geliyor." Söz konusu karikatürün kendisinin ve kamusal alanda tartışılmasının, sıradan insanın kafasındaki muğlak duyguları etiketleyip, netleştirdiğini söylüyor Kentel. "Bu süreç, diğer tarafta da, 'Avrupa dediğin zaten böyledir' algısını pekiştiriyor." Avrupa'daki göçmen emekçilerse en zor durumda olanlar. "Göçmen emekçilerin üzerinde zaten Damokles'in kılıcı var. Ortalama kapitalizm göçmen emekçilere ihtiyaç duyuyor. Öte yandan, ulus devlet, toplum, vatan gibi etiketler altına girmiş daha büyük gerçeklere feda edilebilir durumdalar." Damgalama Karikatürün bir kimlik algısından yola çıktığını söylüyor Kentel. "Ortalama Avrupalının kafasındaki Müslüman imajına, İslam imajına denk düşen bir algıyla yapıyor karikatürü. Bunun kamusallaşması, bir prototipin adını koyuyor. Bu yüzden, keskinleşme, daha radikal kutuplaşma eğilimi güçlenebilir. "Böylece yeniden bir imaj üretiyor. Herhangi bir siyasi fikir gibi düşünün bu durumu: Diyelim işçiyim, herhangi bir kimlikten ötürü eziliyorum, ama bunu eğitim düzeyimle analiz edemem, sadece hissederim, isyan ederim." Kentel, modern toplumunsa, bu duyguları soyutlayan bir süreç, araç olduğunu söylüyor. "Biri bana sömürülüyorsun, eziliyorsun dediğinde, 'İşte bu; evet' diyorum. Irkçı söylem de korkulara böyle yanıt veriyor. 'Göçmenler işini alıyor' dendiğinde de, 'İşte bu; evet' diyorum. Güneydoğu'da yaşayan Kürt yurttaşların duygularıyla PKK söylemi de böyle örtüşüyor. Halbuki bu duygu başka şekilde de ifade edilebilir." "Başka bir rasyonaliteyi icat etmek gerek" Kentel, bu sürecin nasıl dönüşebileceğine dairse "Kendimi Caracas'taki Dünya Sosyal Forumu gibi şeylerle avutuyorum" diyor. "Caracas'tan Filistin'e uzanan bir şeylerin olması gerek. Soğuk, insansız, operasyonel, rasyonel kavramların, dünyaların ötesinde, kocaman bir dünya var. Bu dünyanın kendisini ifade etmesi, bunu da rasyonelliğin safını değiştirerek yaptırması gerek. Rasyonellik yalnızca Beyaz Avrupa'ya ait olmamalı. 'Başka bir dünya mümkün'ün yeni bir rasyonalite icat etmesi, bunun da insanlıktan yoksun olmaması gerek." BİA
-
Devlet ve Karşıtları
Onlar devet anlayışı; ya TANRIKRALIN KUTSAL DEVLETİ, ya da DERİN DEVLET. Onlar için DEVLET bir araç değil, gerçek bir amaçtır. Yani onlar için devlet, halkının mutluluğu için var olan ve çalışan, halkına eşit, adil ve insanca bir yaşam sağlayan bir organisazyonlar bütünü değildir. Onların zihninyetinde ki devlet anlayışı, insanın insanca yaşamasının bir aracı olmayıp, devlet başlı başına bir amaç ve birer nesne durumunda algılanan insan ise, bu kutsanmış amacın basit bir aracıdır. Ha bunun dışında onlar için bir diğer devlet anlaşıyıda,; Derin ve kirli ilşkiler ağıyla örülü, MAFYACI-ÇETECİ-KARA PARACI her türlü gayrimeşru çıkar ve rant organizasyonu olan ve CIA tarafından inşa edilen SUSURLUK DA ve ŞEMDİNLİ DE iyice su yüzüne çıkan, ancak birtürlü üzerine gidilemeyen meşhur DERİN DEVLETTİR.
-
*Siyasetin Temeli Olan İDEOLOJİLER ve Felsefik Kökenleri:
1-İDEALİZM Yunanlılardan ta bugüne kadar tüm felsefe tarihi iki zıt düşünce okulu arasındaki bir mücadeleden ibarettir: materyalizm ve idealizm. Burada, felsefede kullanılan kavramların gündelik dilden nasıl temelli biçimde farklılaştığının mükemmel bir örneği ile karşılaşıyoruz. Birisini “idealist” olarak andığımızda normalde aklımızda yüksek idealleri ve kusursuz ahlâkı olan bir insan vardır. Materyalist ise tersine, yiyeceğe ve diğer şeylere karşı azgın bir iştah duyan, ilkesiz, para düşkünü, bencil bir birey olarak –kısacası tamamen sevimsiz bir karakter olarak– görülür. Bunun felsefi materyalizm ve idealizmle hiç ilgisi yoktur. Felsefi anlamda idealizm dünyanın yalnızca düşüncelerin, zihnin, ruhun, ya da daha doğrusu, fiziksel dünya varolmadan önce varolan İdeanın bir yansıması olduğu görüşünden hareket eder. Duyularımızla bildiğimiz kaba maddi şeyler, bu okula göre, kusursuz İdeanın kusurlu kopyalarıdır. Antik dönemde bu felsefenin en tutarlı savunucusu Platon’du. Gelgelelim, idealizmi o icat etmedi, onun bir evveliyatı vardı. Pisagorcular her şeyin özünün Sayı olduğuna inanıyorlardı (bazı modern matematikçiler tarafından alenen paylaşılan bir görüş). Pisagorcular genelde maddi dünyaya, özelde de, ruhu esir eden bir hapishane olarak gördükleri insan bedenine karşı bir horgörü beslediler. Bu, çarpıcı biçimde ortaçağın keşişlerinin dünyaya bakışını hatırlatıyor. Gerçekte Kilisenin, düşüncelerinin birçoğunu Pisagorculardan, Platonculardan ve yeni-Platonculardan almış olması pek muhtemeldir. Bu şaşırtıcı değil. Tüm dinler zorunlu olarak idealist bir dünya görüşünden hareket ederler. Fark şuradadır ki, din duygulara hitap eder ve dünyanın mistik, sezgisel bir tasarımını (“Vahiy”) sunduğunu iddia ederken, idealist filozofların çoğu kendi teorileri için mantıksal argümanlar sunmaya çalışırlar. Ama dibine inildiğinde, idealizmin tüm biçimlerinin kökleri dinsel ve mistiktir. “Kaba maddi dünyayı” hor görme ve “İdeali” yüceltme, doğrudan doğruya, az önce din bakımından üzerinde durduğumuz olgulardan doğar. Platoncu idealizmin, köleci sistemin doruğuna ulaştığı dönemde Atina’da gelişmiş olması bir tesadüf değildir. O günlerde el emeği, kelimenin tam anlamıyla köleliğin damgası olarak görülüyordu. Takdire layık tek emek zihinsel emekti. Esasen felsefi idealizm, yazılı tarihin şafağından günümüze kadar süregelen kafa ve kol emeğinin aşırı bölünmesinin bir ürünüdür. Ne var ki, Batı felsefesi tarihi idealizmle değil, tam aksini ileri süren materyalizmle başlar: bildiğimiz ve bilimle keşfettiğimiz maddi dünya gerçektir; tek gerçek dünya maddi olandır; düşünceler, fikirler ve duyular belirli bir tarzda örgütlenmiş maddenin (bir sinir sistemi ve bir beyin) ürünüdürler; düşünce kendi kategorilerini kendi içinden değil, kendisini bize duyularımız aracılığıyla bildiren nesnel dünyadan çıkarır.
-
VERGİ İNDİRİMİ...HERŞEY BÜYÜK SERMAYE PATRONLARI İÇİN...
Vergide 'fakirden al zengine ver' dönemi - Güngör Uras(Milliyet) 30 Kasım 2005 - Hükümet vergiyi indiriyor ama, fakirin değil, zenginin vergisini indiriyor. Hükümet zenginin vergisini indiriyor ama, bir yıl içinde belli miktarda vergi toplamaya mecbur. Onun içindir ki, zenginin vergisini indirirken, fakire bindirecek. Başbakan, "çevre ülkelerle rekabet etmek ve yabancı sermaye yatırımlarını teşvik etmek amacıyla, 2006 başından itibaren yatırım indirimi istisnasını kaldıracaklarını ve halen yüzde 30 olan kurumlar vergisi oranını yüzde 20'ye indireceklerini" açıkladı. "Gelir vergisinde de en yüksek yüzde 40 olan oranın yüzde 35'e çekileceğini" söyledi. Bu indirimden kimler yararlanacak? diyerek, vergi hocası Şükrü Kızılot'a sual eyledim. Şükrü Hoca'dan aldığım bilgiye göre vergi indirimi esas itibariyle: - 600 bin büyük yerli ve yabancı sermaye şirketini, - Vergi beyannamesi vererek vergi ödeyen 1 milyon 700 bin gelir vergisi mükellefini mutlu edecek. Dolaylı vergi azalacak Defter tutmayan, basit usulde gelir vergisi ödeyen 800 bin dolayındaki küçük mükellef (küçük esnaf, taksici, minibüsçü) de bu indirimlerden ufak miktarda yararlanacak. "Ya bordro mahkûmlarının durumu ne olacak? Memur, işçi, emekli de vergi indiriminden yararlanabilecek mi?" diye sordum... Onların maaş ve ücretleri zaten en düşük vergileme dilimine girdiğinden indirimden yararlanamayacaklarmış. Şimdi gelelim, bu "operasyonun" Ayşe Hanım Teyzemi, Ali Rıza Bey Amcamı ve de İşçi Memed Kardeşimi nasıl etkileyeceğine. Hükümet iki yoldan vergi toplar: (1) Şirketler, kişiler gelirlerini bir kâğıda yazar. Beyan eder. Gelirlerinin büyüklüğüne göre belli oranda vergi verir. Az geliri olan az, çok geliri olan çok vergi verir. Bu tür vergilemeye doğrudan vergileme denilir. En adil vergileme yolu budur. Bu tür vergilere "doğrudan vergi" denilir. (2) Hükümet, "doğrudan vergi" toplayamayınca, "dolaylı vergiler" yüklenir. Her türlü harcamayı vergiler. Harcamalara Katma Değer Vergisi (KDV) veya Özel Tüketim Vergisi (ÖTV) gibi isimlerle vergiler ekler. Bu tür vergiler adaletsiz, kötü vergilerdir. Yük fakire binecek Çünkü, en varlıklı kişi de en fakir kişi de aynı vergiyi öder. En varlıklı Mücteba Beyefendi de, Ayşe Hanım Teyzem de bir demet maydanoz alırken aynı vergiyi öder. Türkiye'de bu konuda büyük dengesizlik ortaya çıktı. Toplanan 100 YTL verginin sadece 30 YTL'si beyannamelilerin ödediği (doğrudan vergiden) geliyor. 70 YTL'si, Ayşe Hanım Teyzemin maydanoz alırken, tüpgaz kullanırken, dolmuşa binerken ödediği (dolaylı vergiden) oluşuyor... Hükümetimiz şimdi zenginin vergisini (doğrudan vergiyi, kurumlar vergisi ile gelir vergisini) indiriyor. Bunu dengelemek için Ayşe Hanım Teyzemin ödediği dolaylı vergileri (maydanoz, tüpgaz, dolmuş üzerindeki vergiyi) artıracak. Bunu yapmaya mahkûm. Çünkü almadan vermek sadece ve sadece Tanrı'ya mahsustur. Hükümet de fakirden alacak ki, zengine verebilsin. (Türkiye'de işsizlik var. Çok sayıda insan da kayıt dışı çalışıyor. İstihdamın artmamasının, kayıt dışılığın önemli bir nedeni "istihdam vergisi". Bu vergi işverenin her bir kayıtlı çalışan için ödemek zorunda olduğu vergi... Hükümet vergi işine el atacak idi ise, yabancı sermayeyi düşünmeden, benim İşçi Memed Kardeşimi düşünebilse idi, istihdamın önünü açardı.) [email protected]
-
TAHRİP EDİLEN ÇEVRE, KİRLENEN DEĞERLER VE YOZLAŞAN İNSAN
Özellikle, 20. Yüzyılda, hızlı teknolojik gelişme ile birlikte, nüfus artışının, kentleşmenin ve sanayileşmenin doğa üzerindeki baskısı tehlikeli boyutlara ulaşmış, yüzyılın sonuna doğru ise, toplumlar, çevreleri ile olan ilişkilerinden kaynaklanan bir dizi sorunla karşı karşıya bulunduklarının ayrımına varmaya başlamışlardır. Çevre sorunları birdenbire ortaya çıkmamış, zaman içinde, değişik etkenler nedeni ile bugünkü boyutlarına ulaşmıştır. Üretim ilişkileri, üretim araçlarının biçimi, kullanımı, mülkiyeti, sanayileşme, kentleşme, nüfus, göç, yoksulluk, barınma, açlık çevre sorunlarını oluşturan ya da tetikleyen olgulardır. Çevre sorunları ile birlikte, çevre duyarlılığının gelişmesi, çevresel değerlere hukuksal güvence kazandırma çabalarının gelişmesini de desteklemiştir. Bu kapsamda, insan hakları yazınında “çevre hakkı” kavramı ortaya çıkmış, buradan hareketle hukuk metinlerinde çevreye ilişkin düzenlemeler yer almaya başlamıştır. Anayasa’ larda yer alan çevre ile ilgili bölümler, çevrenin korunması, iyileştirilmesi ve çevre kirliliğinin önlenmesine yönelik yasa, yönetmelik gibi düzenlemeler, uluslararası anlaşmalar, hukuk ortamında yargı kararları sonucunda ortaya çıkan içtihatlar, bu alana dair önemli gelişmelerdir.
-
İşte ADALET, İşte KURTULUŞ, İşte TEK ÇÖZÜM.
EKONOMİ VE POLİTİKA İptallerin gösterdiği TÜPRAŞ özelleştirme kararının iptali ve Galataport ihalesinin Devlet Plânlama Teşkilâtı’ından Özelleştirme İdaresi’ne iadesi “Buzdağı”nın su yüzündeki görüntüleridir. Buzdağının suyun altındaki bölümünün ne olduğunu fazla bilmediğimiz gibi, buzdağının büyüme ihtimalinin yüksek olduğu da ortadadır. Buzdağı büyüdüğünde, ağırlığı ile suya gömülür ve görüntüde bir şey kalmayabilir. Buzdağını kısaca çözümlemeye çalışırsak, ilk gözümüze batan şeyin, kamu işlerinin hiçbir hukuk kuralına uyulmadan, ülkenin ve halkımızın çıkarı gözetilmeden, tam bir esnaf kafa yapısı ile gerçekleştirilmeye çalışıldığı gerçeği olduğunu görürüz. Her iki olayda da, basından yansıdığı kadarı ile, işin esasına dahî girilmeden, daha başlangıçta usûl hatalarının yapılmış olması iki açıdan çok vahimdir. Bir defa, bu denli önemli usûl hatası yapılırken, kim bilir ne kadar esas hatası yapılmış ve halkın çıkarının çiğnenmesine göz yumulmuştur. İkincisi ise, iptale yol açan usûl hataları, esasa yönelik ciddî kuşkular taşımaktadır. Örneğin, global satış işleminin hem rekabet ilkesine ham de ekonomi yararına aykırı olduğu ortadadır. TÜPRAŞ özelleştirmesinde, karşı taraf dava açmış iken, gerekli süreleri beklemeden, yangından mal kaçırır gibi, teslim işlemini gerçekleştirmek de devlet ciddiyeti ve hukuk ahlâkı ile bağdaşır bir davranış olarak görülemez. İşin devlet yanı böyle gelişirken, özel sektör yanı nasıl gelişmiştir? TÜPRAŞ’ı koyun pazarlığı ile hediye olarak alan şirketler grubunun aklına hiç mi hukuka uymak, yargıya gidilmiş olduğuna göre, yargı kararını beklemek gelmedi! Hukuk özel sektöre gerekli değil mi! Üstelik de, bu hukuk sistemi zaten özel sektörün kendi hukuk sistemi ve kendisini korumaya yönelik değil mi! Acaba özel sektörün mantığı şöyle mi? Nasıl olsa sistem benim sistemim olduğuna göre, uyup uymamak da benim en doğal hakkımdır! Özel sektör için “hak” kavramının bir geçerliliği yoktur; çünkü, özel sektör “hak” kavramı ile değil, “güç” kavramı ile çalışmaktadır, daha doğrusu, işlerini yürütmektedir. Usûl hataları yanında, özellikle TÜPRAŞ satışında akıl almaz strateji hatası, dünyada rafinaj işlemlerinde giderek sıkışık durum gözlenirken ve Türkiye’nin de bu mücadelede önemli bir konumu varken, bu bölgenin en büyük entegre tesisinin kamu elinden çıkartılmasına göz yumulmasıdır. Bu yöneliş bir strateji hatasından öte, ülkeye ve ekonomiye yapılmış bir hainliktir. Günümüzün hâlâ en önemli enerji kaynağı olan petrol ve petrolü işleme konusunda bu denli basiretsiz ve miyopik davranış hiçbir haklı gerekçe ile açıklanamaz. Bir açıklama var. O da, özel kesimin âcil kaynak, iktidarın ise dış destek gereksinimi! Bu iki nedenin Türkiye’ye gösterdiği hat, gelişmiş kapitalist merkezlerin tüm dünyaya dayattığı küreselleşme akımı üzerinde sadakatle yürümektir. Böyle bir teslimiyet, açıktır ki, Türkiye’yi sözde siyasal bağımsızlık görüntüsü altında, ekonomik sömürgeleşmeye sürüklemektedir. Bu itiliş ve sürüklenişin şimdilik oldukça güçlü pistonu siyasal erktir. Dincilik ve tarikat ilişkileri üzerinde yükselen bu erk, dincilikle karışık cemaat ve feodal ilişkilerle ülkenin ve ekonominin sömürgeleştirilmesini perdeleyebilmektedir. Ancak, yine şimdilik, bu yönelişin önünde Cumhurbaşkanı ve kısmen adalet mekanizması ciddî engel oluşturmaktadır. Bu engeller de içte burjuvazi ve dışta sömürgecilerin birleşik gayretleri ile devrilebilir, hatta bu gidişle devrilmeye mahkûm gibi gözükmektedir. Olağan bir burjuva demokrasisi içindeki parlamenter sistemlerde, Türkiye’deki görüntünün aksine, yürütme erki yasama erkinin emrindedir. Türkiye’de ise, parlamento neredeyse yürütme erki tarafından teslim alınmış, yürütme de, yetkisiz ve usulsüz bir biçimde başbakanın emir komuta zinciri altına alınmış bir görüntüdedir. Galataport ihalesinin iptaline karşı başbakanın verdiği tepki hukuka saygı ve işbölümü anlayışına uygun görülemez. Kısacası, parlamenter sistem görüntüsü altında fiilen bir tür başkanlık sistemi yürütülmektedir ve toplumun çıkarlarını koruyacağına yemin etmiş olan parlamenterler, maalesef, bu duruma seyirci kalmakta, hatta sessizlikleri ile bu gidişe destek vermektedirler. O zaman politikada son söz, yazıda da son paragraf halkı göreve davet etmekle ilgili olmaktadır. Genel seçimlerde, halkımızın partilere yönelişi akılcı temeller üzerinden olmalıdır. Halka seçim döneminde seçim primi veren siyasilerin, iktidara gelince halka hizmete yönelik olmayacağı bilinmelidir. Siyasîlerin sermaye kesimine seçim primi verdiği görülmüş müdür! Seçim öncesi halka seçim primi veren siyasîler, hizmet süreleri boyunca sermaye kesimine rant aktarmaktadır. Bu oyunu göremeyen halk, ezilmekten kurtulamaz! İzzettin Önder [email protected]
-
Başka bir DÜNYA yok, buna SAHİP ÇIKMAK ve KORUMAK zorundayız.
Teşekkürler ve saygılar bizden.
-
Adaletin Gözleri...Neredesin Ey Yüce Adalet ?
Kemal abiler ölmez Yönetimler, iktidarlar, yöneticiler değişir... Liberali... Muhafazakarı... Katoliği... Protestanı... Müslümanı... Budacısı.. .sucusu bucusu... Daha da ötesi, aynı para egemen sistem kategorisinde yönetilen ülkeler değişir... Değişmeyen tek şey paranın saltanatıdır! Paranın saltanatı üzerine kurulmuş bir sistemde para at oynatacak, elbette rüşvet, suiistimal, çalma çırpma olacaktır! Sorulması gereken soru şudur: Makamlar mı paraya egemendir... Para mı makamlara yön verendir... Değişen tek şey, paranın miktarı büyüdükçe rüşvetin, çalmanın çırpmanın miktarının değiştiğidir. Mesela, Amerika’da skandallar milyar dolarla patlamaktadır. Japonya’da miktarlar hiç fena değildir! Her ne kadar rüşvet bombası patlayan Japon yönetici harakiri yapıyor ve denilene göre itibarını kurtarmaya çalışıyorsa da, rüşvet bombası patlamasa parasıyla birlikte itibarı daha da artacaktır! İhtimal o ki, Japon yiyici, işi elimize yüzümüze bulaştırdık, diyerekten kılıcı karnına saplamaktadır! *** İtibar!.. Para itibar aracıysa... Paralı olan, toplumsal yapıda daha öne geçiyor... Sözü dinleniyor... itibar görüyorsa... Burada itibar gören nesne nedir? Ya da başka bir deyişle, güç kimdedir? Güç nedir? O çarklara girenlere, para kendi rengini, biçimini verecek, öğütecek... olmazsa, dışarı itecektir... Veya Karaoğlan gibi olacaktır. Çok dürüst diye takdim edilmiştir! Kendisi yememiş ama, yiyenlerle, rüşvetçilerle, üç kağıtçılarla yürümüştür! Çok dürüsttür! Yememiş ama, yedirmiştir! Ve sonra diyelim dincisi o koltuğa gelip yerleşmiştir! Bugün Erbakan Hoca’nın malvarlığındaki korkunç rakamları kimse izah edememektedir! Oysa beş vakit camiye gitmiştir! Tanrının adını ağzına almadan tek kelime söylememiştir! Bugünküler de aynı rahleyi tedrisattan geçmiş... Temizlik, dürüstlük, kul hakkı yememe üzerine çok hutbeler vermişlerdir. Ama gelin görün makam mevki sahibi olanların çoğu bokun içindedir! Öyleyse hem bu sistemden yana olup, hem de rüşvetten, üçkağıtçılıktan, şikayetlenmek, ikiyüzlülük değilse eğer, komikliktir! Paranın satma ve satın alma gücü üstüne kurulu bir sistemde başka türlü olması da beklenmemelidir. Paranın egemenliği bu işte. Alıp satmak üzerine kurulu bir sistem rüşvetsiz, yolsuzluk, üç kağıttan ayrı yürümez. Bunun içindir ki, bu düzende Kemal abiler ölmez! e-posta: [email protected]
-
ASIL VATAN HAİNİ KİMDİR?
TEKEL’i kim çökertti? Sinan Araman TEKEL, kurulduğundan bu yana her türlü tütün ve tütün mamulleri, içki, tuz, kibrit, çay ve kahve alanına giren üretim, satış ve dış ticareti gerçekleştirerek, ülke ekonomisine büyük katkılar sunmuş devasa bir kuruluş. TEKEL, onbinlerce işçiyi istihdam etti, Doğu, Güneydoğu, Karadeniz ve Ege bölgesi olmak üzere yüzbinlerce üreticinin ürün alıcısı olarak milyonlarca insanın geçim kaynağı oldu. Özelleştirme süreci boyunca ise TEKEL’in pazar payı yüzde 70’den yüzde 38’e geriledi. Özelleştirme sürecinde ise Bülent Ecevit’ten Tansu Çiller’e, Mesut Yılmaz’dan Tayyip Erdoğan’a kadar tüm siyasetçilerin ve siyasi partilerin imzası bulunuyor. TEKEL’in pazar payının gerilemesi ise Philips Morris, JTİ, BAT gibi büyük sigara tekellerine yaradı. TEKEL’in her kaybı onların hanesine kazanç olarak yazıldı. TEKEL’in piyasa payının gerilemesinde özelleştirme kapsamında olduğu için teknolojisinin yenilenmemesi ve yatırım yapmasına izin verilmemesi başı çekti. TEKEL’in çalışan sayısı da yıllar boyu azaltıldı. 2001’de 40 bin kişinin üzerinde istihdam sağlayan TEKEL’de, bugün istihdam sayısı yarı yarıya düştü. 20 bin 277 kişi fabrikalarda istihdam ediliyor. TEKEL’in yerli tütünden ürettiği sigara pazarı yüzde 57 iken yüzde 18’lere geriledi. Yerli tütünden üretilen sigara miktarı da 1992’de yüzde 62 idi. 2004’te bu oran yüzde 21’e gerilemişti. TEKEL’in pazar payının gerilemesinin devlete de büyük zararı oldu. Piyasadan çekildikçe üretim ve satış istatistikleri takip edilemedi, devlet de beklediği vergiyi toplayamadı. TEKEL tarihi boyunca, sadece son iki yıldır, dönem sonunu zararla kapattı. Diğer bütün yıllar TEKEL’in kâr hanesi yükseliyordu. Tek Gıda-İş Eğitim Uzmanı Tülay Özelman tarihinin hiçbir döneminde zarar etmeyen TEKEL’in özelleştirme kapsamına alındıktan sonra 2004 yılında 36.5 trilyon faaliyet zararı vermesini özelleştirmecilerin bir başarısı olarak değerlendirdi. TEKEL’in 2004 dışında sadece 1999 yılında zarar ettiğine dikkat çeken Özelman’a göre 99 zararı da özelleştirme girişimlerinin başlatılmasıyla birebir bağlantılı. 1999 yılındaki zarar da TEKEL ürünü satıcılarının zam olacak diye büyük miktarda alış ve stok yapması, zamdan sonra da büyük kârlar elde etti. TEKEL’in kârı satıcılara aktarıldı ve zamdan sonra stokların eritilmesi nedeniyle TEKEL ürünlerine talep düştü. Zarar da bu yüzden oluştu. Geriletme bilinçli Özelman’a göre TEKEL, özelleştirme kapsamına alınmasından sonra bilinçli olarak çökertildi. Piyasa, başta yabancı şirketler olmak üzere, özel sektörün insafına bırakıldı, yatırım yapılmadı, makine, teçhizat modernisazyonuna gidilmedi ve kaçak sigarının önü alınamadı. Özelman, “TEKEL adım adım çökertiliyor. Piyasa yabancıların eline zaten geçmiş durumda. Haliyle ihalelere komik teklifler geliyor. Kuruluşu hurda fiyatına kapatmaya çalışıyorlar. TEKEL’i alsalar bile fabrikaları kapatıp, piyasayı tümden ele geçirecekler” diye konuştu. TEKEL’in son kaleleri olan 6 sigara fabrikasının da elden çıkarılması halinde ülke ekonomisinin önemli bir darbe alacağını ifade eden Özelman, işçilerin işsiz kalmasının yanında başta Doğu, Güneydoğu, Karadeniz ve Ege bölgesi olmak üzere büyük bir üretici kesimin mağdur olacağına dikkat çekti. “Üreticiler yabancı şirketlere ya ürününü satamayacak ya da çok ucuza satacak” diyen Özelman, üreticilerin de büyük bir yıkımın eşiğinde olduğunun altını çizdi. -------------------------------------------------------------------------------- KAÇAK PİYASA TEKEL’in pazar payının düşmesinin en büyük nedenlerinden biri de kaçak sigaralar. Hesaplara göre Türkiye’de satılan 120 milyar adet sigaranın 20 milyarını sahte ve kaçak sigaralar oluşturuyor. Devletin yaklaşık yüzde 16.5’lik kaçak oranından vergi zararı da 1 katrilyon liraya ulaşıyor. Türkiye’dekinin otuzda biri fiyatına Türkiye’ye kaçak sigara sokuluyor. Kaçak sigara piyasası, her yıl 2 milyar vergi kaçırılmasına neden oluyor. Gümrük Müsteşarlığı müfettişlerinin geçen yılki raporları, kaçak sigaranın özellikle Doğu ve Güneydoğu’da TEKEL’in satışlarını vurduğunu açıklamıştı. Raporlara göre Şırnak’ta satışlar yüzde 90 oranında düşmüş, Doğu ve Güneydoğu’daki toplam düşüş oranı ise yüzde 40 civarında gerçekleşmişti. -------------------------------------------------------------------------------- DÜNDEN BUGÜNE TEKEL Tütün için ilk defa 1862 yılında İnhisar (Tekel) kuruldu. Kurtuluş Savaşı’nın ardından tütün, alkollü içkiler, tuz barut ve patlayıcı maddelerle ilgili “İnhisar” hizmetlerini yürütme görevi 1932 yılında kurulan İnhisarlar Umum Müdürlüğü’ne verildi. Tütün, alkollü içkiler ve tuz 1932, barut ve patlayıcı maddeler 1934, bira 1939, çay ve kahve 1942, kibrit 1946 yılında devlet tekeli altına alındı. Kahve 1946, kibrit 1952, barut, patlayıcı maddeler ve bira 1955 ve tütün 1986 yılında “TEKEL” kapsamı dışına çıkarıldı. 1941 yılından 1983 yılına kadar faaliyetlerini TEKEL Genel Müdürlüğü olarak yürüten şirket, bu tarihte Kamu İktisadi Kuruluşu haline getirildi. 11 Mart 1987 tarihinde şirket Tütün, Tütün Mamulleri, Tuz ve Alkol İşletmeleri Genel Müdürlüğü (TEKEL) adını aldı. 1997-98’lerde başlayan özelleştirme girişimlerinin ardından, Özelleştirme Yüksek Kurulu’nun (ÖYK) 05.02.2002 tarihli ve 2002/6 sayılı kararı ile TEKEL’in satışa sunulduğu ilan edildi. Süreç içerisinde faaliyet alanları sadece tütünle sınırlanan TEKEL’in, bugün 81 Yaprak Tütün Bakım ve İşleme Tesisi dışında İstanbul Cevizli, Adana, Malatya, Bitlis, Tokat ve Ballıca olmak üzere 6 sigara üreten fabrikası var. -------------------------------------------------------------------------------- HALEN TEKEL’İN YERİ BÜYÜK Şirketin sermayesi 300 trilyon TL. Ödenmiş sermayesi 120 trilyon TL. Dünyanın 5 büyük sigara üretici firması arasında Şirketin 1 Ambalaj İşletmesi Müdürlüğü, 81 Yaprak Tütün Bakım ve İşleme Tesisi, 2 Deniz Tuzlası (Çamaltı-Ayvalık), 3 Göl Tuzlası (Kaldırım-Kayacık-Yavşan), 6 Sigara Fabrikası Müdürlüğü, 82 Pazarlama ve Dağıtım Başmüdürlüğü ve 2 Pazarlama ve Dağıtım Müdürlüğü bulunuyor. Gayri Safi Milli Hasılaya katkısı 2004 yılı fiyatlarıyla 3.099 trilyon TL. Genel tarım ürünleri ihracatı içindeki payı yüzde 3 civarında. TEKEL, 24 markanın üretimini, 348 markanın da satışını yapıyor. TEKEL halen 20 bin 277 işçiyi istihdam ederken, piyasada üstünlüğü ele geçiren yabancı şirketlerin Türkiye’deki istihdam sayısı 1500 civarında. TEKEL, 2001 yılında 1.9 katrilyon, 2002’de 2.6 katrilyon, 2003 ve 2004’de 3.3 katrilyon, 2005’de ise tahmini olarak 4.4 katrilyon kamuya fon aktardı.
-
KURTLAR VADİSİ ve KURTAR BİZİ NECATİ !
Kurtlar Vadisi Irak" Türk sağının Amerika'dan kopuşunun müjdecisi Saflara hoş geldin Polat! Rambo-Abdullah Çatlı kırması kahraman Polat, yıllardır Amerikan saflarındaki Türk sağını "Kahrolsun Amerika" pankartının altına taşıyor. "Kurtlar Vadisi Irak", sadece yenilmişlik duygusunu gideren bir yara bandı değil, aynı zamanda Türkiye sağının yeni safının habercisi... Nihayet bizim de bir Rambo'muz oldu. Aynı onun gibi gözüpek ve atak... Onun gibi devlet tarafından yetiştirilmiş, özel eğitimden geçirilmiş. Attığını vuruyor. Rambo gibi az konuşuyor ama konuştu mu lafını esirgemiyor. Rambo Vietnam'a gidip esir alınan Amerikan askerlerini kurtarırdı, Polat Irak'a gidip aşağılanan Türk askerlerinin öcünü alıyor. İşin ilginç yanı "kahraman Polat", Rambo'dan ve Hollywood'dan öğrendiği bu numaraları, onların anavatanı Amerika'ya karşı kullanıyor. Yani "kötü Amerikalılar"ı kendi silahlarıyla vuruyor. Tarkan'dan Polat'a "Kurtlar Vadisi Irak"ı izlerken gençliğimde "***** Bizans"ı kılıçtan geçiren Tarkan filmlerinin hazzını aldım. "Amerikan gavuru", günahsız Iraklılara acımasızca işkence yapıp çoluk çocuk demeden kurşunlarken yan koltuğumda oturan yaşlı teyze "Allah belanızı versin. Tüh vicdansızlar" diye söylenerek ortalama Türk insanının tepkisini veriyordu. Polat tek başına zalim Amerikan ordusunu dize getirdikçe salonumuz çocukken Yılmaz Güney filmlerinde yaptığımızı yaptı ve bu zaferi alkışlarla karşıladı. Yara bandı Amerikan aksiyon filmlerinin dinamik temposu ve tekniğiyle Tarkan filmlerinin hamasetini ustaca yoğuran film soluk soluğa izleniyor. Ancak başarısının sırrını bu sürükleyicilikten ziyade, son bir yılda içine düşürüldüğümüz yenilmişlik duygusunda aramalı... Amerikalılar ulusal kırmızı çizgilerimizi silip bir de Süleymaniye'de kafamıza o çuvalları geçirdiğinden beri ezik bir ruh haliyle geziniyoruz. Ne savaşa girer gibi yapıp girmemiş oluşumuz ne "Biz de onların komutanını donuna kadar soyduk" türünden üste çıkan palavralarımız bu ruh halini onarmaya yetti. Ama şimdi Polat, Irak'ta çuvallamamıza ilaç gibi gelecek bir yara bandı sunuyor bize... Senaryo, toplumdaki anti-Amerikan hissiyata da birebir denk düşüyor. Nihayet gerçek hayatta yapamadığımızı filmde yaptık: Amerikalıların başına çuval attık. Üç kişiyle ordularını dağıttık. Sam Amca'nın göğüs kafesini yardık. Ve filmin galasında Amerikan askerlerine uşaklık yaptırdık. İntikamımızı aldık. Rahatladık. İkame kahraman Film Ortadoğu'ya ihraç edilirse Arap dünyasında büyük seyirci bulabilir ve Polat oradaki ezik ruhlular için de ideal bir kurtarıcı kahraman olabilir. Bu Irak'taki durumu düzeltmez tabii ama ruhumuzu ferahlatır. Sinemanın yarattığı hayal dünyasının bir faydası da budur. Gerçek hayatta yapamadığımız dayılanmayı perdede görmek yenilmişliğin acısını hafifletir. Eh, onca ********* sonra toplumların bu afyona da ihtiyacı vardır. Sam aynı Sam, Polat niye değişti? Tarihsel açıdan bakarsanız "Kurtlar Vadisi Irak"taki asıl yenilik, Polat'ı Amerikan karşıtı saflarda görmemiz. Malumunuz, Polat'ın ataları 1960'larda sokaklarda "Amerikalı evine dön" diye yürüyen öğrencilerin üzerine "Komünistler Moskova'ya" diye bağırarak saldırmış, ateş açmışlardı. Türkiye'nin en büyük öğrenci eylemlerinden biri 1968 yazında, Amerikan 6. Filosu'nun ziyaretinde yapılmıştı ve orada "Bağımsız Türkiye" sloganıyla yürüyenlerin üzerine açılan ateşle Vedat Demircioğlu öldürülmüştü. Filmin kötü adamı Mr. Sam Marshall'ın da isabetle hatırlattığı gibi "Amerika, anti-komünist mücadele için Polat gibileri beslemiş, palazlandırmıştı." Onu bırakın, "Polat'ın çalıştığı" Özel Kuvvetler, Amerikan parasıyla kurulmuş ve her yıl finanse edilmişti. Ama gün oldu, filmdeki Sam gibi Sam Amca da "Artık size ihtiyacımız yok" deyiverdi. Öküz öldü, ortaklık bozuldu. Nereden nereye? 1950'lerde Marshall yardımı getiren gemileri törenlerle karşılayan Türkiye şimdi "büyük şeytan"a isim diye takıyor Marshall'ı... 1960'larda İstanbul'u ziyaret eden Amerikan askerleri için kerhane duvarlarını boyatanlar şimdi Iraklı dul, zalim Amerikalının kalbini deşince alkış tutuyor. Polat işgalcilerle sosyalist jargonla konuşuyor, "Amerikan askerlerinin patronu Amerikan kapitalizmi değil mi?" diyor. Amerika mı değişti? Hayır. Vietnam'dan beri Sam aynı Sam... Lakin 11 çuval, Türk sağına 50 yılda anlatılamayanı anlatıverdi. 1960'larda boyanan kerhane duvarları nasıl Türk-ABD yakınlaşmasının fotoğrafı olarak hafızalara kaydolduysa, sanırım "Kurtlar Vadisi Irak" da Türk sağının Washington'dan kopuşunun simgesi olarak tarihe geçecek. Polat, Çatlı mı? Dizideki Polat'ı ayrı değerlendirmek lazım. Ama filmdeki Polat, hiç kuşkusuz Abdullah Çatlı'yı akla getiren bir karakter olarak çizilmiş. Gökçen Çatlı'nın babasıyla ilgili anılarını okursanız ("Babam Çatlı", Gökçen Çatlı, Timaş, 2000) Çatlı ve arkadaşlarının bir dönemki eylemlerinin benzer şekilde değerlendirildiğini görürsünüz. Çatlı da "devlet tarafından özel olarak işe alınıp yetiştirilmiş, milleti ve devleti için her türlü tehlikeyi göze almış, gerekirse cinayet işlemiş, sonra yurtiçi ve yurtdışında sayısız operasyonlara katılıp ülke menfaatleri için çalışmış bir kahraman" olarak tarif ediliyor. Şu farkla ki, Çatlı'nın 1970'lerde ölüm emrini verdiği ve evlerinde boğazlanarak öldürülen yedi TİP'li genç, 30 yıl sonra bugün Polat'ın boğazladığı Amerikalılar ülkelerini işgal etmesin diye uğraşıyorlardı. Belki de filmdeki Amerikalı'nın işaret ettiği gibi, şimdi Türklerle Kürtleri birbirine düşüren de, o gün sağcılarla solcuları birbirine kırdıran da onlardı. Polat ve arkadaşlarının bunu anlaması 30 yıla ve 30 bin cana mal oldu. Türk sinemasının inanılmaz sıçraması "Kurtlar Vadisi Irak"ta gözü kara Polat'ın iki adamıyla Amerikan ordusunu dize getirmesi yürek ferahlatan bir palavra olabilir. Ama Polat'ın Hollywood'u yüreğinden hançerleyeceği şimdiden belli gibi... Sinema izleyici istatistikleri inanılmaz bir gelişmeyi haber veriyor: Geçen yıl Türkiye'de toplam 28 milyon biletli seyirci vardı. Bunların 11 milyonu yerli filmleri tercih etti. Bu, yüzde 40 civarında bir Türk filmi seyircisi demekti. Hollywood'un ezip geçtiği Avrupa'da (Fransa hariç) ulusal sinema seyirci oranı yüzde 10'larda geziniyor. O yüzden yüzde 40'lık yerli film seyircisi, müthiş bir rakam... Şimdi sıkı durun; çünkü daha da büyük bir rakam geliyor: Geçtiğimiz ocak ayında yaklaşık 6 milyon seyirci sinemaya gitmiş. Bunlardan 5 milyonu Türk filmlerini tercih etmiş. Yani oran yüzde 80'leri aşmış. Ki, büyük seyirci çekeceği anlaşılan "Kurtlar Vadisi Irak" yeni vizyona girdi. Ankara Sinema Derneği Başkanı Ahmet Boyacıoğlu "Şubatta toplam seyirci 10 milyona çıkacak, bunun 9 milyonu Türk filmi seyircisi olacak" tahmininde bulunuyor ve "Bu, Türk sinemasında bir Rönesans habercisidir" diyor. Dedim ya, Polat Amerikalıları asıl burada vuracak gibi görünüyor. [email protected]
-
Tayyip Erdogan Mal Varlıgını Neden Acıklamıyor
Malı var beyanı yok Başefendinin, mal beyanı konusunda ayrıntılı açıklamalar yapacağını söylemesi cümle alemi pek bi heyecanlandırmıştı! Düşünün, sadece mal beyanıyla ilgili açıklama yapmayacak ayrıntılara da girecekti! Ve nihayet beklenen gün geldi. Beyefendi ayrıntılara girdi! Atatürk’ten, İş Bankası ve CHP’ye dair vasiyeti okudu! “Mal beyanım konusunda ayrıntılara giriyorum. Şimdi size Atatürk’ün vasiyetinden bir pasaj okuyorum”. Sanırsınız ki, Beyefendinin mal birikimi arasında vasiyet de vardır. O da servetini açıklamaya vasiyetten başlamıştır! Hal böyle olunca ortaya garip bir durum çıktı. Mesela bundan böyle siyasilerin mal beyanında şöyle ifadeler görülürse kimse şaşırmasın: Kemal abinin mal beyanıdır: “Menderes’in vasiyetinden bir pasaj.... Dede Efendi’den bir parça! Ayrıyeten bir uyarlama: “Sit mahkumlarına af yok mu yarab” Var! Yeni çıktı. Çamlıca’da kasetçilerde! *** Ki, beyefendi insaflı davrandı. Mal beyanı isteyenleri, servet düşmanlığıyla da suçlayabilirdi! Ya da, zenginin parası züğürdün çenesini yorar da diyebilirdi! Ama kibarlık yapıp hukuka dayandı! Efendim, yasa, servetin gizliliği esasını getiriyordu! Her ne kadar bugüne kadar mal bildiriminde bulunup da içeri atılan kimse yoktuysa da... Ne yani Başefendi mal beyanında bulunsa, savcılar hakkında tutuklama kararı mı çıkartacaktı? Malını mülkünü açıkladı diye içeri mi atılacaktı? Burada kafalara takılan tek husus şuydu: Vasiyet, düğünde beyefendinin mahdumlarının yakalarına takılan takılar arasında bulunmuyordu! Olsun, takılmış kadar oldu! Aslına bakarsanız beyefendinin mal beyanı ile ayrıntılı konuşması Türkiye için bir yeniliktir. İnsanlarımızın sonraki ayrıntılarda sürprizle karşılaşmamak için kendilerini hazırlamaları gerekir. Mesela başefendi mal varlığının ayrıntıları olarak Atatürk’ün vasiyetini okuduktan sonra, çocuklarının mal varlığı ile sorulara şöyle yanıt verebilir: “Şimdi mahdumların mal varlığıyla ilgili ayrıntılara giriyorum. Size İnönü’nün vasiyetinden birkaç pasaj okuyorum”. “Beyefendi, hazır ayrıntılara girmişken yengemizin de mal varlığı...” “Ayrıntılara gireyim mi?” “Eee, tabii, girmişken yüzeysel kalmasın, ayrıntılı olsun!” “O zaman ayrıntılara giriyorum ve size, Fevzi Çakmak’ın vasiyetinden bir bölüm okuyorum”.
-
Yoksulluğa AKP çözümü:
Güneydoğu'da Tarım Çocukların Sırtında Güneydoğu'da 12-14 yaş arası yaklaşık 90 bin çocuk çalışıyor. Bunların yaklaşık 80 bini tarım sektöründe. Çalışan kız çocukların sayısı 50 bine yakın. Çalışan çocuk sayısının en yüksek olduğu ilse Şanlıurfa. BİA (Batman) - Yaşları 12-14 arasında değişen yaklaşık 80 bin çocuk tarım sektöründe çalışıyor. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı'na göre, bölge illerinde 12-14 yaş arası yaklaşık 90 bin çocuk başta tarım sektörü olmak üzere çeşitli iş kollarında çalışıyor. Bakanlık istatistiklerine göre, Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nde 12-14 yaş arasında 49 bin 294 kız çocuğu, 38 bin 626 erkek çocuğu çeşitli sektörlerde görev yapıyor. Bakanlık kayıtlarında, 12-14 yaş arası çocukların en çok istihdam edildiği sektörün tarımın olduğu belirtildi. Bu sektörde çalışan çocukların toplam sayısı 78 bin 748. İstatistiklere göre, tarım sektöründe çalışan çocuklarda, okula gitmeleri için çaba gösterilen kızların sayısı daha yüksek. Tarımda 44 bin 410 kız çocuğu işçi olarak çalışırken, 34 bin 338 erkek çocuğu bu sektörde hizmet veriyor. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı'nın İnternet sitesinde Çocuk İşçiler bölümünde yer alan istatistiklere göre bölge illerinde çalışan kız ve erkek çocuk sayıları şöyle: Adıyaman: 5 bin 273 kız, 3 bin 583 erkek Batman: 2 bin 210 kız, bin 885 erkek Diyarbakır: 13 bin 411 kız, 7 bin 876 erkek Gaziantep: 3 bin 130 kız, 5 bin 900 erkek Kilis: 993 kız, 628 erkek Mardin: 5 bin 410 kız, 3 bin 808 erkek Siirt: bin 786 kız, Bin 337 erkek Şırnak: bin 875 kız, bin 723 erkek Şanlıurfa: 15 bin 206 kız, 11 bin 886 erkek En çok çalışan çocuk Şanlıurfa'da İstatistiklere göre, Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nde en çok çalışan çocuk Şanlıurfa'da bulunuyor. Resmi kayıtlara göre, ilde 15 bin 206 kız çocuğunun hemen hepsi tarım sektöründe istihdam ediliyor. Bölgede çalışan erkek çocuğu sayısı ise 11 bin 886. Çocuk işçi sıralamasında Diyarbakır 21 bin 287 çocukla ikinci sırayı alırken, en az içi çocuk çalışan il ise Kilis oldu. Kilis'te çalışan çocukların toplam sayısı bin 551. Uzmanlar, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı'nın resmi sitesindeki kayıtlı rakamlar dışında, buna bir de gayri resmi çalıştırılan çocuklar eklendiğinde, çalışan çocuk sayısının hayli fazla olduğunu belirtiyor. Çocukların büyük bir bölümünün yaz aylarında Harran, Söke, Çukurova, Ege gibi ovalarda aileleriyle birlikte çalıştırıldığına dikkat çeken uzmanlar, bu konuda gerçekçi çalışmalar yapılması gerektiğini kaydediyor. (TK) bianet-16/08/2005
-
*Siyasetin Temeli Olan İDEOLOJİLER ve Felsefik Kökenleri:
Siyasetin başlı başına bir bilim olduğu, ekonomik ve sosyal düşünce sistemlerinin(ideolojiler) yaşama uyarlanış sistematiği olduğu gerçeğinden hareket edersek, din ve milliyetçilik üzerinden yapılan yada yapıldığı sanılan şeyin, gerçekte asla siyaset olmayacağı, bu kavramların sadece birer istismar aracına dönüştürüldükleri açık bir gerçektir. Oysa siyaset biliminin temelinde yatan ekonomik ve sosyal düşünce sistemlerinin(ideolojilerin) birer felsefik kökene dayandığı gerçeği yadsınarak, bugünlerde TAYYİP ERDOĞAN ve Deniz BAYKAL arasında olduğu gibi siyaset adeta kısır çekişmelerin ve ucuz günlük polemiklerin bir aracı haline dönüştürülmüştür. Eğer politikayı ele alarak, üzerinde fikir yürütüp tartışmak istiyorsak, öncelikle politik düşünce sistemlerinin(ideolojilerin) temel belirleyicileri ve esas felsefik kökenleri hakkında bilgi sahibi olmalıyız. Şimdi biz bu niteliksiz, bilimdışı, ucuz ve kirli siyaset anlayışını bir kenara bırakıp, politik düşünce sistemlerinin(ideolojilerin) felsefik kökenlerini oluşturan teorilere ve kuramlara bir göz atalım. Tüm bilimlerin esas temeli ve anası olan Felsefede temel iki kuram-akım vardır. 1-İdealizm 2- Materyalizm BİLİMLERİN TEMELİ (ESASİ İLİM) FELSEFE NEDİR ? Felsefe; İlmi hikmet, Fenni hikmet, Hubbu hikmet, İlmi Akli, İlim; Yun. Filosofia, Fr. Philosophie, Al. Philosophie, İng. Philosophy, İt. Filosofia) Evrensel bilginin bilimi. 1. Etimoloji : Felsefe deyimi, sevgi anlamına gelen Yun. philia deyimiyle bilgi anlamına gelen Yun. sophia deyiminden meydana gelmiştir ve bilgi sevgisi demektir. Bütün dillere Latince aracılığıyla geçmiştir. Herakleides Pontikos deyimi ilk kullanana Pythagoras olduğunu söyler. Pyhtagoras kendisi için "ben bir philosophos'um" dermiş, bununla da bilginin ve bilgeliğin tutkunu olduğunu anlatmak istermiş. Ne var ki son araştırmalar bu deyimin ilkin Herakleitos tarafından kullanıldığını saptamıştır. Böylece Herakleitos, bugünkü anlamındaki felsefenin babası olduğu gibi onun adının da babası oluyor. 2. İlkçağ : İlkçağda felsefe, insanın, içinde yaşadığı dünya üstüne edindiği bütünsel bilgiyi dile getiriyordu. Bugün de, çok daha geniş kapsamlı olarak, aynı anlamı dilegetiriyor. Ne var ki arada geçen uzun yüzyıllar boyunca birçok serüvenler geçirmiş, kimi yerde törebilim ve kimi yerde tanrıbilim kılığına bürünmüştür. Antikçağ Yunanlılarından çok önce eski Mısır, Mezopotamya, Çin ve Hint uygarlıklarında felsefesel düşünceler ileri sürülmüştür. Ama bütün bunların içinde antikçağ Yunan felsefesinin kendine özgü bir yapısı vardır. Bu yapı, onun, ilk fizikçi-düşünürlerinin elinde biçimlenişinden gelir. Bu fizikçi düşünürler, düşünsel çalışmalarını doğadan yansıyan nesnel gerçekliğe dayamışlar ve düşünceyi dizgeli olarak masallardan arıtmaya çalışmışlardır. Felsefenin temel sorunları antikçağ Yunan düşünürlerince ortaya atılmıştır. Bu yüzdendir ki antikçağ Yunan felsefesi, kendisinden sonraki bütün felsefe akımlarının tohumlarini içerir. Antikçağ Yunanlılarında felsefenin amacı bilgiyi sevmek ve aramaktır. Ne var ki sofia kökünün aynı zamanda içerdiği usa uygun davranma anlamı felsefenin eski Yunan'daki eylemsel yönünü de dilegetirir. Bu yüzden antıkçağ Yunan felsefecileri bilgiyi, eylemsel işe yararlılık için aramışlardır. Yaşamın anlamı, bu anlama uygun olarak yaşamak için aranmıştır. Görüldüğü gibi felsefe terimine Yunanlı kurucularının verdikleri ilk anlam, an açık ifadeyle diyalektik bir anlamdır. Yüzyıllarca sonra Alman düşünürü Karl Marx "Artık dünyayı açıklamak değil, değiştirmek sözkonusudur" demekle bu diyalektik anlamı dilegetirecektir. İnsanlar ilkin din kurumunu meydana getirmişlerdi, ama bunu neden meydana getirdiklerini ve bunun ne demek olduğunu düşünmeye başlayınca felsefe'ye yükselmiş oldular. Kaldı ki ilk insanlar bıkıp usanmadan araştırma içgüdülerini, daha ilk günlerinden, korunma içgüdüsünün eylemsel çabalarından edinmiş bulunuyorlardı. Felsefe tarihçileri ilk filozof olarak, dünyanın sudan yapılmış olduğu varsayımını ilerisüren Thales'i gösterirler. Aristoteles, Thales'ten çok önce "Okeanos (Yu. deniz demektir)'dur tanrıların babası ve anası" diyen Homeros'a dikkati çeker. Delaporte, 1923 yılında yayımlanan Mezopotamya adlı yapıtında, Mezopotamyalıların yaratılış şarkısı'ndan şu örneği verir: "Ne göğün ne de yerin adı varken, bunların babası Apsu'yla anası Tiamat'tan çıkan sular tek olarak karmakarışık bulunuyordu" (ibid, s. 1520). Görülüyor ki ilk Yunan düşünürlerinin geliştirdikleri kavramlar, çok eski toplumlardan geçen halk düşünceleridir. Antik çağda pratik bilimler pek yavaş gelişmekte olduklarından gerçeği seven ve arayan insan düşüncesi pratikten kopmuş ve bilimin denetinden yoksun kalan felsefe bu yüzden uzun yüzyıllar boyunca düşünsel (Fr. Spéculatif) alanda gelişmiştir. Düşüncecilik (Fr. Idéalisme) böylesine başıboş bir düşünce gelişmesinin zorunlu sonucudur. İnsanlar düşüncelerini soyutlayıp kavramlaştırmışlar ve sürekli olarak değişen fiziğin ötesinde (Fr. Métaphysique) sonsuzca geçerli saydıkları tanımlarla saptamışlardır. Fizik yapının sürekli olarak değişmesi ve dönüşmesi sonucu olarak pratik bilgi bu kuramsal kavramlarla çatışmaya başlamış, insansal düşünceciliğin karşısına doğasal özdekçiIik (Fr. Matérialisrne) dikilmiştir. Her iki aşırı uçta da yanılgılara düşen bu iki sistem, sonunda, eytişimsel özdekçilik —diyalektik materyalizm— (Fr. Matérialisme dialectique)'le aşılmıştır. Kaynak; FELSEFE VE İNSAN
-
AKP İKTİDARI İŞSİZLİĞİ NASIL ÇÖZECEKMİŞ?
‘İşsizliği nasıl çözecekler’miş! Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, kendisine yöneltilen, “Ekonominin en önemli sorunu nedir?” sorusuna; “İşsizliktir” yanıtını vermiş! Hayret nihayet acı gerçeği kabullenebilmiş ! Oysa hazret; yıllardır; işsizlikten, “işsizliğin kronik bir hal aldığı”ndan şikayet edenlere; “Ekonomimiz hızla büyümektedir. Geçen yıl yüzde 5, bu yıl yüzde 9 büyüdük, gelecek yıl yüzde 8 büyüyeceğiz. Büyümede dünya rekoru kıracağız!” diye, önüne konan “ekonomi çorbası”ndan rakamlar sunup; “büyümenin önümüzdeki birkaç ayda (Bu birkaç ay her açıklamada biraz daha geriye itildi ve bu yüzden hiç gelmedi) istihdama yansıyacağı”ndan dem vurdu. Ancak Başbakan; “işsizliğin ekonominin en önemli sorunu” olduğunu kabul ederek; aslında ekonomik büyüme denilen şeyin, işsizlik ve dolayısıyla halka yansıyan bir ekonomik iyileşmeye yol açmadığını da kabul etmiş olmaktadır. Elbette burada ekonomik büyümenin yalan olduğunu, son yıllarda ulusal gelirde önemli bir artış olmadığını söylemek istemiyoruz. Ama, bu büyümenin bir avuç rantçıya, iktidar yandaşı zenginlere, ulusal ve uluslararası büyük firmalara aktarıldığını ve yüzde 8-9’luk rekor büyümelerden bir avuç haramzade yararlanırken, halkın yoksulluğunun arttığını, işsizliğin, özellikle de genç nüfus içinde hızla artarak, son 5 yılda neredeyse yüzde yüze varan bir artış olduğunu söylemek istiyoruz. Bu yüzdendir ki, Başbakan’ın; “En önemli sorun işsizlik; hükümetimiz konuyu ele alacak” demesi; çok bir şey ifade etmemektedir. Çünkü; işsizlik sorunu yeni çıkmış ya da görünmez bir sorun değilidir. Dahası, işsizliğin azaltılmasına yönelik önlemler de bilinmez değildir. Ancak; bu hükümetin, bu ekonomik politikalarla, bu IMF hayranlığı ile işsizliği azaltmasının mümkün olmayacağı, tam tersine bu politikalarla, kapitalistlerin işçileri sokağa atarak kârlılıklarını artıran bir yolda ısrar edeceklerini söylemek gerekir. Nitekim; dün işsizlikle ilgili hükmetin yaklaşımını dile getiren Ekonomiden Sorumlu Bakan Ali Babacan; işsizliği önlemenin tek yolu olarak Türkiye’ye daha çok yabancı sermaye çekilmesini gösterdi. Öyle açık seçik konuştu ki; işsizliği önlemek için başka seçenekler olduğunu söyleyenleri “hayal kurmak”la suçladı. Türkiye’ye yabancı sermaye gelmesini de; “yabancı sermayenin ürkütülmemesi” şartına bağladı. Bu terane, son 25 yılda gelmiş geçmiş bütün hükümetlerin, IMF’cilerin ve büyük patronlar takımının iddiasıdır. Bu, hükümetin en yetkili iki ağzından yapılan açıklamalardan anlıyoruz ki; AKP Hükümeti’nin işsizliği, buna bağlı olarak yoksulluğu azaltacak herhangi bir çalışması yoktur. Ama, yabancı sermayenin Türkiye’ye gelmesi için teşvikleri artırarak, Türkiye’ye gelecek sermayenin işyerleri açarak yeni işçiler istihdam etmesini işsizliğin de çaresi olarak düşünmektedirler. Nasrettin Hoca’nın etrafını saran alacaklılarına; “Yol kenarına diken ektim, gelecek yıl ordan geçen koyunların yünleri bu dikenlere takılacak, onları toplayıp satıp borçlarımı ödeyeceğim” gibi; bir “ödeme planı” sunması gibi hükümet de; işsizlere; “Yabancı sermayeyi teşvik ediyoruz. Gelip işyerleri açacak siz de çalışacaksınız” diyor. Eğer bu görüşün arkasında; işsizleri yabancı sermayeden medet umar duruma getirmek gibi hainane bir ideolojik tutum yoksa; bu bir aldatmacadır. Ama hükümetin böyle aldatmacalara başvurmak zorunda kalması ve kimsenin inanmayacağı yalanları “işsizliğe çözüm olarak sunması” hükümetin çaresizliğinin kanıtıdır. Hangi kafa değişmeli? Yabancı ya da yerli, tekelci sermayenin bütün ekonomik alana hakim olmasının yaratacağı sonuçlar, sosyal depremlerin yaşanması olacaktır. İşbirlikçi zevat bu tehlikeyi perdelemek için, yerli-yabancı sermaye tartışması yaratmaktadır. Oysa yerli ya da yabancı, tekelci sermaye işbirliği halinde ülkeyi işgal etmektedir. Bütün kamu alanlarını “serbest piyasa” denilen kuralsızlığa terk ederek, yaratılacak iktisadi ve sosyal yıkımları görmezden gelen kör gözler bu ülkenin sonunu hazırladıklarının farkında mıdır acaba? Gözleri karartan işbirlikçilikten dolayı göremiyor olabilirler, ancak farkında olmadıkları söylenemez. Stratejik öneme sahip her kuruluşu yağmalamalarının altında kötü kokuların yayılmasına aldırmayan AKP Hükümeti pervasız saldırgan tutumunu sürdürmektedir. Peki bu tutumu sürdürmenin cesaretini kimlerden almaktadır? Herhalde işsizliğe, açlığa, dilenciliğe mahkum ettikleri emekçilerden ve yoksul halktan almamaktadır. Elbetteki arkasındaki bir avuç para babalarından almaktadır. Başefendi’den, Maliye Bakanı’na; Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı’ndan, diğer hükümet üyelerine kadar, açıklama yapan her zat, yaptıklarının doğru olduğunu savunmaktadır. Maliye Bakanı, Galata Port ve Dubai Towers projeleri ile ilgili ortaya çıkan yolsuzluk ve kirli ilişkilere aldırmadan pişkince “bildiğimi okurum” havalarına devam etmektedir. Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Ali Babacan’ın, bütün bu kirli ilişkilere rağmen, yabancı sermayeye karşı çıkanları, Türkiye’ye kötülük yapmakla suçlaması ilginçtir. Yabancı Sermaye Derneği’nin (YASED) düzenlediği, “Yabancı Yatırımların Yeni Gözdesi: Fırsatlar Ülkesi Türkiye” konulu panelde konuşan Ali Babacan adeta “inciler” döktürmektedir. Galata Port ihalesini armağan olarak alan Ofer ailesinin temsilcisi Sami Ofer’in oğlu Eyal Ofer’in de katıldığı panelde konuşan Babacan; “Yabancı sermayenin gelmesi için her türlü düzenlemeyi yapmakta kararlıyız. Gelenleri ürkütmeyelim. Güven ortamını yaralayacak ve zedeleyecek girişimlerden sakınalım” sözlerine devamla, “Bir yandan işsizlik sorununun çözülmesini isteyeceksiniz, bir yandan Türkiye’nin her köşesinde fabrika bacalarının tütmesini, istikrar, sürdürülebilir büyüme, refah, en önemlisi Türkiye’nin dünyanın güçlü bir ekonomisi olmasını isteyeceksiniz, ama diğer yandan uluslararası sermayeye karşı çıkacaksınız. Yabancı sermayeye bakış konusunda kafaları değiştirin!…” Bu sözleri söyleyen Bakan kendisi inanmış mıdır dersiniz? Bir an için Bakan’ın dediği gibi yabancı veya yerli sermayenin yatırım yaptığını farz edelim. Sermayenin talebi ile düzenlenen yasalarla, esnek çalışma koşullarının yaratılması ile işsiz sayısında azalma söz konusu olmayacaktır. Çünkü bir işçinin 8 saat yerine 12 saat hatta daha fazla çalıştırılarak daha az işçinin istihdam edilmesine olanak sunan yasaları da AKP Hükümeti çıkarmadı mı? İşçilerin hak gasplarına, kötü çalışma koşullarına karşı başvurdukları grevleri en fazla yasaklama AKP Hükümeti döneminde gelmedi mi? Bakın Avrupa ülkelerine, buralarda bile sermayenin saldırıya geçmesi ile işsizlik oranı her geçen gün artmaktadır. Son yirmi yıldır bütün sermaye hükümetleri aynı yalanlarla ülkelerini bu noktaya getirdi. Bu kafayla nereye kadar gideceksiniz Sayın Bakan? Bizim herhangi bir yalanlamada bulunmamıza gerek yok. Bu politikalara hizmet eden Devlet’in kurumları bile bu söylenenleri yalanlamaktadır. Devlet Planlama Teşkilatı’nın ortaya koyduğu rapora göre, işsizlik oranı 1990 yılında yüzde 8 iken, 2004 yılında yüzde 10.3’e çıkmıştır. 2005 yılında ise bu oranın daha da yükseleceği tahmin edilmektedir. Ülkeyi tekelci sermayeye peşkeş çekmeyi savunan Bakan işsizliğin azalacağını iddia etmektedir. Oysa kamuya ait dev işletmeler satıldıkça işsizlik artmaktadır. Bütün bu olumsuzluklara rağmen, ülkeyi pazarlamakla övünen sermaye temsilcileri, bu sürece karşı çıkanlara “kafaları değiştirin” uyarısında bulunma hakkını kendilerinde görmektedirler. Gerçekten de kafaların değişmesi gerekiyor. Ama hangi kafalar ? Tabii ki, elinde çanta kapı kapı dolaşarak ülkeyi kirli ilişkilerle sermayenin sofrasına sunan, IMF-DB patentli iktisadi politikalar yürüterek halkı dilenmeye mahkum eden, her geçen gün yüzlerce kişinin işsizler ordusuna katılmasına neden olan politikalar yürüten, tarımı çökerten, zorunlu kamu hizmeti olan eğitimi ve sağlığı paralı hale getiren bu “nato mermer- nato kafalar” değişmelidir.
-
DEVLETİN KÜÇÜLTÜLMESİ NE DEMEKTİR ?
Neo liberal iktisat ve iktisatcılar Yrd.Doç.Dr.Cem DOĞAN Mustafa Kemal Üniv. İİBF Bilindiği üzere genelleştirmeler içinde yanılgı barındırır. Ancak iktisat ve iktisatçılarla ilgili olarak bazı şeyleri yeniden tartışabilmek için ister istemez genelleştirme yapmak gerekiyor. Yaşamımıza yön veren değerler giderek daha fazla parasallaştıkça iktisadın ve iktisatçıların önemi arttı. Ancak iktisada ve iktisatçılara atfedilen önem arttıkça hem bu önemi atfedenler hem de kendisine önem atfedilen iktisatçılar değersizleşti. İktisat ile iktisatçılar arasında, iktisat, iktisatçılar ve toplum arasında giderek genişleyen bir makas, bir yabancılaşma hali yaşanmaya başlandı. Bu değersizleşme sürecini iktisadın kapsam ve içeriğinden, iktisatçıların tutum ve söyleminden, "mesleğe" yabancı olanların iktisat ve iktisatçılardan beklediklerinden yola çıkarak belirlemek olası. Örneğin merkez ülkelerini "gelişmiş ülkeler", çevre ülkeleri "gelişmekte olan ülkeler" olarak kavramsallaştırıp, söz konusu ülkeler arasındaki ilişkiyi emperyalizm sözcüğü ile değil "küreselleşme" sözcüğü ile açıklamak iktisatçılar arasında yaygın bir tutum haline gelmiştir. Ki bu tutum neo liberal istem ve niyetlere göre şekillendirilmeye çalışılan ekonomik yapının gereksinimlerine denk düşen bir tutumdur. Çünkü emperyalizm sözcüğünü kullandığınız takdirde emperyal bir gücü ve bu gücün emperyalist politikalarını uygulayabileceği bir alanı tarif etmiş olursunuz. Bir başka söylemle bu kavramın öznesi de nesnesi de bellidir. Oysa küreselleşme sözcüğü özneyi de nesneyi de, özne ile nesne arasındaki ilişkiyi de muğlaklaştıran, onları bir ve aynı şeylermiş gibi algılatan bir içeriğe sahiptir. Bu süreçte birçok iktisatçıdan duyduğumuz; dünyanın artık global bir köye dönüştüğü, bu köyün yaşam tarzının karşılıklı bağımlılık olduğu gibi söylemler tam da bulanıklaştırılan, belirsizleştirilen ilişkileri kalıcı kılmaya yönelik söylemlerdir. Söz konusu iktisatçıların, iktisadın kapsamına yönelik müdahaleleri de doğal olarak bu söyleme uygun bir biçime dönüştürülmüştür. Bu bağlamda iktisat fakültelerinin bir çoğunda anlatılan iktisat nerede ise her şeyi "veri" olarak almaktadır. Her şeyin veri olarak kabul edildiği böylesi bir analiz tek tek bireyleri kapsamakta, bu kapsamın içeriği de tüketicilerin faydalarını, üreticilerin de kazançlarını nasıl en çoklaştırdıklarını açıklayan teorilerle doldurulmaktadır. Böylelikle iktisat salt hazza, zevke hizmet eden bir bilim haline dönüştürülmektedir. İçerik ve kapsam açısından bir başka önemli özellik ise iktisada ve hayata dair her şeyin ölçülebilir, sayılabilir, hesaplanabilir olmasıdır. Bunun için matematiğin, istatistiğin ve ekonometrinin yoğun bir biçimde kullanılması esastır. "Meslekten" olanların bile anlamakta çok zorlandığı teorik çalışmalarla sadece seçkinlerin bildiği ama başkalarının bilemediği ayrı bir dil yaratılarak, iktisadın ve iktisatçının kutsanması için gereken koşullar hazırlanmıştır. Dolayısıyla aslında bu koşullar neo liberal eksende oluşturulmuş entelektüel bir diktatörlüğü tahkim etmeye olanak sağlamıştır. Bu diktatoryal ortamda ise sadece bilenlerin bildiği ve belirlediği, bilmeyenlerin ise onlara tabi olduğu eşitsiz bir ilişki yaratılmıştır. İktisatçılar bilmektedir çünkü ölçmüşlerdir, hesaplamışlardır ve sürekli bir biçimde sayılarla konuşmaktadırlar. Diğerleri ise ölçemezler, hesaplayamazlar ve sayamazlar. KATİLİNE AŞIK KURBANLAR! Eğitim kurumları ve medya tarafından "şeyleştirilmiş" kitlelerin, iktisat ve iktisatçılara biçtikleri önem ise adeta katiline aşık olan kurban düzeyine gelmiştir. Bilgiyi üretmek ve kullanmak yeteneğinden giderek uzaklaştırılan insanlar yoksulluğu, eşitsizliği kaderin cilvesi, yeteneksizlik, girişimci ruh eksikliği gibi nedenlerle açıklamak zorunda bırakılmışlardır. İnsanal yaşama dair sorunlar hakim iktisadi anlayışın yarattığı sistemden değil bu sistemin işleyişine uyum sağlayamamaktan kaynaklıdır. Sistemin cisimleştiği yapı piyasa mekanizması olunca benimsenmesi gereken düstur "piyasanın ürkütülmemesi" olarak sloganlaştırılmaktadır. Esas itibari ile bu mekanizmasının kendisine içkin krizlerin varlığının baş sorumlusu da onun derinliğini ve kırılganlığını fark edemeyen yığınlar olmaktadır. O halde yapılacak en iyi şey bir köşeye çekilip piyasayı sarsacak etkinliklerden uzak durmaktır. Piyasa ile yığınlar arasındaki uzaklık ise bu iktisatçılardan gelecek "müjdeli" haberlerle aşılacaktır. "Şimdi bunu alma şunu satma zamanı", "en çok getiri şu finans aracında, şimdi buna çaba harcayın", "borsa şu zaman inecek, bu zaman çıkacak" gibi söylemler bu süreçte çok sıkça karşılaşılan iktisadi referanslardır. İnsanlar yaşadıkları "çileli hayatları" ancak bu referanslar sayesinde aşabileceklerinden kitlesel ve örgütlü bir güç oluşturmak için harcayacakları çabanın beyhudeliği ortadadır. Bu yüzden sendikalı olmak, sendika kurmaya çalışmak için zaman harcamak yerine bu iktisatçıların anlattıklarını dinlemeye daha fazla zaman ayırmak daha anlamlıdır. Böylece "homo economicus" bireyler "fakir fukara edebiyatı" yapmak yerine uzman ekonomistlerden aldıkları tüyolar sayesinde içinde bulundukları asimetrik bilgi ortamından kurtulup spekülasyona, döviz bürolarına, mevduatlarına daha fazla faiz sağlayan bankalara yönlendirilmişlerdir. Gelinen noktada hakim iktisat anlayışının ve bu anlayışın meşhur iktisatçılarının önerdiği hiçbir iktisat politikasının ya da en iyi politika politikasızlıktır önermesinin insanların temel sorunlarına kalıcı çözümler üretmediği çok açıktır. Ahmet Çakmak'ın yerinde ifadesi ile insanlık ailesi bu iktisatçılar tarafından önce bir labirentin içine sokularak oralarda dolaştırılmakta ve bu labirentin içinde "körleştirme" operasyonuna tutulmaktadırlar. Bu operasyon ile hem sitemin kendisine yöneltilebilecek tepkiler soğrulmakta hem de sistemin devamı ve güvenliği koruma altına alınmaktadır. Aynı iktisatçılar çok sıkıştıkları anlarda ise "biz tahlil yaparız gerisini siyasetçilere bırakırız" diyerek sorumluluklarından sıyrılmaktadırlar. Krizin öznesinin ve ortaya çıkış koşullarının daha da belirsizleştiği böylesi anlarda ise iktisatçılar, iktisadi gidişata dair tahminlerini tamamen unutmakta ve her krizin ardından yaşanan gelir dağılımın daha fazla bozulması, işsizlik, reel ücretlerde yaşanan gerilemeler ve benzeri sonuçları ise piyasa mekanizmasının doğal bir sonucu olarak kabul edip, açıklamaları ile eşitsizliği kristalize etme yolunu tercih etmektedirler. Krizin mağduriyetini yaşayanlar ise, kendilerine önerilen iktisadi tutumlar nedeni ile yaşadıkları alt üst oluşun üstesinden gelebilmek için piyasanın kendisi ile hesaplaşmak yerine insani varlıklarını ayakta tuttuğunu düşündükleri ırklarına, dinsel inançlarına daha fazla bağlanarak aşmaya çalışmaktadırlar. Oysa böyle davranarak kendilerini nesneler dünyasına daha fazla mahkum ederek insani var oluşlarını daha fazla yoksunlaştırmaktadırlar.