SeDatsan tarafından postalanan herşey
-
İNSAN OLABİLMEK VE İNSANCA YAŞAYABİLMEK
Neden hep yalnızlığı seçiyoruz çoğunlukla, neden hep boğulduğumuzu sanıp kaçıyoruz insanlardan? Bu acelecilik bu korku bu kaçış niye? Sevgileri gerçek dostlukları öldürmüyor muyuz hep beraber, sevgilerimizi de öldürecek kadar sevgi katili olmuyor muyuz? Hayatımıza o kadar çok karmaşa ve ucuz değerler girdiki, her gün biraz daha kaos, biraz daha karmaşa içinde yaşamın farkına varmadan kaybolup gidiyoruz. O kadar çok acele yaşıyoruzki hayatı. Bir tabloya bakarken yada bir şiiri okurken bile neyi anlattığını, üzerinde durup düşünmeye fırsat bulamıyoruz. Ve nitekim yaşamak. Tek bir dokunuşta, bir bakışta gizli, hissetmekle kalan sahici değerler... Yapay değerlerimizde büyüttüğümüz, her şeyi lükste,parada, maddiyatta aramanın, hırsın, bencilliğin, çürümüşlüğün gerçek değeri ne olaki. O kadar çok sevgi varki yarım kalan, bu acelecilikten sevgileri bile yaşayamıyoruz, paylaşamıyoruz. Dostluklar bile sahte ve çıkar ilişkilerinden öteye geçmiyor. Farkında mısınız? ne kadar çok özlüyoruz doğal dostlukları ve sevgileri. Peki biz gerçekten dost olabiliyor muyuz insanlara, çıkarsız sevebiliyor muyuz insanları? Siz, siz olun insani değerlerinizi öldürmeyin! Ağlamaksa ağlamak, gülmekse gülmek, hüzünlenmekse hüzünlenmek, sevmekse sevmek. İnsan bir makina değil, duygusuyla, merhametiyle, sevgisiyle insandır.
-
ANNE, KARDEŞ, EŞ, YANİ “KADIN”, TÜRKİYE’DE "KADIN" OLMAK:
TARİHİN AKIŞINDA KADININ TOPLUMDAKİ YERİ Tarihte sınıfların ortaya çıktığı ilk andan itibaren, çalışan, emek veren kesimlerin yüz yüze oldukları tüm insanlık dışı baskılar, aynı zamanda kadınların, emekçi kadınların yüz yüze oldukları baskılar olmuştur. Köleci toplumda, köle sahipleri tarafından kölelere uygulanan baskılar, aynı zamanda köle kadınlara karşı uygulanan bir baskı olmuştur. Bir tek farkla ki, köle kadınlar, aynı zamanda köle sahiplerine yeni köleler yetiştirmek durumundadırlar. Ve baştan köleliği kabul eden, bunu kendisinin bir "kaderi" gibi gören yeni ve genç kölelerin yetiştirilmesi, köle kadınların, köle emeği dışında yapmak zorunda bırakıldıkları bir "toplumsal görev" olarak benimsetilmeye çalışılmıştır. Aynı zamanda köle sahiplerinin her türden isteğini yerine getirmeye zorlanan köle kadınlar, böylece köleci toplumun sürdürülmesinde, köle sahipleri tarafından kendisine benimsetilmeye çalışılan "düzen koruyucu" görevi de üstlenmek durumunda kalmışlardır. Bir kölenin, kölelik koşullarının sürdürülmesi ve korunması için yapacağı ya da yapmaya zorlanacağı her iş, ne kadar "toplumsal" bir görevmişcesine sunulursa sunulsun, bir insanın kendine, kendi insanlığına karşı durmasından başka bir anlama gelmemektedir. İşte köleci toplumda köle kadına, emeğini tüketmekten öte yüklenen "görev" ve bunu yerine getirmesi için onun üzerinde yoğunlaştırılan baskının niteliği budur. Böylece köle kadınlar, köle sahiplerinin, kısacası bu toplumsal düzenin egemen sınıfının ideolojik hegemonyasının asıl hedefi olmuşlardır. Bu yüzden de köle kadınların, köleci toplumda kadın olarak kendilerine yüklenilen görevler, egemen sınıfın ideolojisinde, yani düşüncede üretilmiş ve onlardan beklenilmiş bir "toplumsal görev" gibi sunulmuştur. Bu görevinde kadın, ne köledir, ne de köle sahibi. O sadece "iyi yurttaşlar yetiştiren" basit bir araç, eşyadır. Ona verilen köle sahiplerinin çıkarlarının "genel çıkar" olarak sunulmasıyla oluşturulmuştur. Böylece köleci toplumda köle kadınlar, kendi sınıfının bir üyesi olmaktan öte bir görev ve baskıyla yüz yüze bırakılmıştır. Bu da onun salt kadın olmasıyla ilintili hale getirilmiştir. Köleci toplumun feodalizme doğru evrilmesiyle birlikte, yeni egemen sınıf feodal beyler, yani toprak sahipleri, toprak ağaları, eski toplumdan devraldıkları mirasla yola koyulmuşlardır. Artık, basit bir alet, araç, mal gibi görülen, alınıp-satılan köleler yerine, "daha özgür", sadece toprakla birlikte alınıp-satılabilen serfler, köylüler vardır. Bu sınıf, feodal beylerin egemen oldukları toplumsal düzenin sömürülen kesimi olarak, kadını ve erkeği ile var olmuşlardır. Tıpkı köleci toplumda olduğu gibi, feodalizmde de kadının yeri, tarlada, bahçede, ağılda çalışmak, toprak sahipleri için çalışmaktır. Ancak kadın, köylü kadın, aynı zamanda kadın olarak yeni toprak köleleri yetiştirmekle yükümlüdür. Tüm işler içinde ve işlerle birlikte çocuk yapmak ve onları büyütmekle "görevlendirilmiş"tir. Sırtına bağladığı çocuğuyla çapa yapan, harman yerinde çalışan kadın hep aynı sömürü çarkının içindedir. Erkek serfler gibi, kadın da toprakla alınıp-satılabilindiği için, çocuk da toprak sahibinin malıdır. Doğal olarak kadın, toprak sahibi için sağlıklı yeni toprak köleleri yetiştirmekle yükümlüdür. Aksi halde cezalandırılması işten bile değildir. Oysa, en elverişsiz koşullarda büyütülmeye çalışılan çocuklar arasında ölüm oranları günümüzle kıyaslanmayacak kadar çoktur. "Böyle gelmiş-böyle gider" kavrayışıyla hiçbirşeyi sorgulayamayan kadının bu yeni köleliği, yerleşik yaşamın gelişmesiyle birlikte, evde erkeğin, toprak sahibinin malı olmaktan öte bir değeri olmayan köylü erkeğin hizmetçisi olması belirginleşmeye başlamıştır. Erkek, toprak sahibinin malıdır ve kadın evde toprak sahibi adına onun "malını" korumakla yükümlüdür. Sabah tarlada, bahçede daha verimli çalışması sahibine daha iyi hizmet etmesi için erkeğin hizmetçisi kılınmıştır kadın. Erkeğin fiziki güçlerinin çok daha fazla gerekli olduğu bu toplumsal düzende, erkeğe göre fiziki olarak daha zayıf olan kadına biçilen bu işlev, belirgin biçimde kadının kadın olmasından kaynaklanan bir durumdur. İşte kapitalizme doğru evrilen tarih sahnesinde kadının kadın olarak yeni ve ek hizmetlere sürülmesi, feodalizmle birlikte daha da belirginleşmesi yeni ideolojik saptırmaların da ortaya çıkmasına neden olmuştur. Ve kadın bu dönemde "şövalye"nin platonik aşkının nesnesi olarak sunulmuştur. Bu çağın tüm sanat ürünlerinde kadına verilen değer, hep onun kadın olmasıyla yüz yüze bırakıldığı toplumsal baskının ve ezilmişliğinin gizlenmesinin ifadeleri olmuştur. "Beyaz atlı şövalye"nin kadının kurtarıcısı olarak sunulması, aynı zamanda burjuvazinin feodalizmden devralacağı temel mirası oluşturmaktadır. Ve kapitalizmin tarih sahnesine çıkmasıyla birlikte, toprak köleleri, kapitalistin ücretli köleleri haline geldiler. Artık işçiler, bir köle gibi alınıp-satılmıyorsa da, kapitalistin elinde tuttuğu parayla alınıpsatılabilen bir emek-gücü sahibi olarak kendisini yaşam boyu kapitaliste bağlayan bağlarla bağlanmıştır. Ama bu andan itibaren tarih sahnesinde yer alan ücretliemek, tarihin yeniden biçimlendirilmesinin de koşullarını yaratmıştır. Adına proletarya dediğimiz işçi sınıfı, sınıf olarak tüm çağların getirdiği tüm pisliklerden haksızlıklardan, baskılardan ve sömürülerden kurtuluşun ifadesi olmuştur. "Kadın sorunu" ile birlikte daha nice sorunların, bu dönemde ve bu toplumda ortaya konulabilinmesinin ve çözümlerinin tartışılabilinmesinin gerçekliği de burada bulunmaktadır. Artık proletarya, yani işçi sınıfı, kadın ve erkeğiyle, insanlığın kendi kaderlerini kendilerinin yapacakları bir çağın başlangıcı olmuştur.Bu yeni çağ, insanın bilerek, isteyerek, yani bilinçle, kendi sorunlarını ele alabilecekleri ve kendi iradeleriyle, bilinçleriyle çözebilecekleri bir çağdır. Ve "kadın sorunu", çalışan, emek veren kadınların sorunu da bu tarzda çözümlenebilecek sorunlardan birisidir. Biraz yakından bakıldığında, kapitalizm koşullarında ücretli-emeğin durumu ele alındığında kadın sorununun da tarihsel evrimi anlaşılabilinmektedir. Ve artık kapitalizm, tüm dönemlerin getirdiği sorunların en had safhaya çıktığı ve çözümünün kaçınılmaz hale geldiği toplumsal düzendir. Bu toplumsal düzende, her sorun gibi kadın sorunu da yakıcı hale gelmiştir. Artık köleden, serften farklı bir sınıf vardır. Bu sınıf, sadece kendi emek-gücü ile yaşamını sürdürmektedir. Bu sınıf için mülk edinme sadece bir yanılsama ve aldatmadır. Bu sınıf, tüm değerlerin yaratıcısının emek olduğunun gerçekliğidir. Kısacası, işçi sınıfı, sınıf olarak her türden özel mülkiyetin karşısındadır. Onun için tek bir değer vardır: Emek. İşte bu değer, yani emek, işçi sınıfının bir niteliği olarak tüm toplumsal sorunların da çözüm biçimini belirlemiştir. Artık emeğe dayanmayan hiçbirşey kendisini var edemez. Ve kadın ile erkeğin ilişkisi, burada sadece emeğe dayanır. Karşılıklı ve eşit, özgür koşullarda verilen emektir ki, onların sevgisini, ilişkisini belirler. Ev-işinden, sosyal ilişkiye kadar her yerde ve her şeyde emek geçerlidir. İşte bu nedenle herşeyi emeği ile yaratmak ve yarattığı emek ürünlerine sahip çıkmak durumundadır. Fabrikadan posası çıkmış bir halde eve gelen işçi erkek, evde kendisine sadece bir imzayla (kimi durumlarda sadece bir imamın duası) bağlanmış hizmetkârın sunacaklarını ve sunmak zorunda olduklarını bilerek yaşamak durumunda bırakılmıştır. Ve kadın, doğduğu andan itibaren sadece bu "toplumsal görev" için yetiştirilmiştir. Ve yüzyıllardır egemen sınıfların bile isteye sürdürdükleri kadın-erkek ilişkisi yeniden yeniden var edilmiştir.Ama kapitalist bir yerde dur durak bilmez. Tıpkı fabrikadaki makinalar gibi, kapitalist de sürekli kârını artırma peşindedir. Onun tek amacı kârdır ve bunu tasarlanamayacak kadar üst boyutlara çıkarmak ister. Ve o andan itibaren kadın emeği de ücretli-emek haline dönüştürülmüştür. Daha düne kadar, erkek işçiye, bakmakla yükümlü olduğu ailesini en alt düzeyde geçindirecek kadar ücret vermek durumunda olan kapitalist, ailenin her ferdini ücretli-emek unsuru haline getirerek, ücretleri azaltmanın yolunu bulmuştur. Kadın emeği ve çocuk emeği kapitalistin en son göz diktiği emek olarak devreye sokulmuştur. Ve kadın, kapitalist tarafından önce ev-işinin doğal bir uzantısı gibi gözüken, kadının kadın olarak yapmak zorundaymış gibi sunulan işin bir uzantısı gibi görünen işlerde çalıştırılmaya başlanılmıştır. Ve herkesin de çok iyi bildiği gibi, bu iş tekstil alanında dikiş işi olarak ortaya çıkmıştır. Düne kadar işçi erkeğin aldığı düşük ücretle geçinebilmesi için kadına verilen bir görev, yani elbiseyi kendi emeği ile dikmesi, eski elbiseleri yamaması vb. işler için öğretilen dikiş dikme, dikiş makinası kullanma, şimdi kapitalistin konfeksiyon atöyesinde ya da fabrikasında kâr getiren bir iş haline getirilmiştir. Kadın, bu iş için verilebilinecek en düşük ücretle çalıştırılmaya başlanmıştır. İşçi ailesinin eline geçen para toplamındaki artış, işçi ailesinin kapitaliste çalıştığı zamanın artmasıyla birlikte olmuştur. Artık erkek işçinin daha düşük ücretle daha uzun çalıştırılamadığı koşullarda eşin emeği devreye sokulmuştur. Ama gelişme hiç de kapitalistin beklediği gibi olmamıştır. Kadın işçiler de sömürüldüklerini anlamaya başlamışlar ve erkekleri gibi kendi emek-güçlerini en elverişli koşullarda vermek bilincine ulaşmışlardır. Artık onlar da sendikanın ne olduğunu, grevin ne işe yaradığını öğrenmişlerdir. Ve bu andan itibaren, ister erkek işçiyle birlikte, ister kendi başlarına kapitaliste karşı mücadeleye başlamışlardır. Ama kadın işçiler bununla da kalmamışlardır. Artık kendi emekgüçlerinin bilincinde olduklarından ve kendileri de emek-gücü tükettiklerinden, sadece işçi erkeğin hizmetkârı olmaya baş kaldırmışlardır. Onlar için, her işçi, cinsiyet ayrımı yapmaksızın işçidir ve her birinin emek-gücü aynı biçimde kapitalist pazarda değerlendirilmek durumundadır. Böylece kadın işçiler, işte ve ücrette cinsiyet ayrımcılığına karşı mücadele başlatmışlardır. Eşit işe-eşit ücret, kadın emekçilerin dilinde kendi gerçekliğini bulmuştur. Kadın işçi yüzyılladır kendisine biçilmiş "toplumsal görev"e karşıdır artık. Evde çocuk bakan, yemek yapan bir alet gibi görülmeye başkaldırmıştır artık. Yüzyıllardır erkek işi diye kadından uzak tutulan işlerde çalıştırılarak bunun bir aldatmaca olduğunu gören emekçi kadın, aynı zamanda ev-işinin sadece kadın işi olduğu şeklindeki aldatmaya da kanmaz olmuştur. Ve erkeğinden herşeyi birlikte paylaşmayı istemektedir artık. Ama yine de yaşamak için çalışmak durumundadır emekçi. Kadın emekçi de, tıpkı erkek emekçi gibi çalışmak zorundadır. Kapitalistin kendisine dayattığı en düşük ücretle de olsa çalışmak durumundadır. Ve bu zorunluluk, yeni sorunları da beraberinde getirmiştir. Artık bir işçi olarak kadın, kapitalistin dayattığı çalışma koşullarında tüm emek-gücünü harcamak zorundadır. Eve o da yorgun ve bezmiş olarak gelmektedir. Evde sadece dinlenmek zorundadır, aksi halde ertesi gün fabrikada, iş yerinde kapitalistin istediği gibi çalışamayacaktır ve belki de bundan dolayı işten çıkartılacaktır. Bunun korkusuyla emekçi kadın ev yaşamının tüm insani yanlarını dışlamak zorundadır. Artık onun için çocuklar, herhangi bir nesne gibidir. Kimi zaman onların hoş gürültülerine bile dayanamaz olmuştur; çocuklarının gürültülü neşelerini paylaşamaz olmuştur. Ve bu yüzden onlara sert davranmak durumundadır. Ve çocuklar anne sevgisinin gerçekliğini yaşamadan büyümek durumundadırlar. Kadın, içine girdiği süreçte, kendine, kendi parçasına yabancılaşmaktadır artık. Bu durum, kapitalist toplumun her alanında kendisini gösterir. Pazar için üretimin boy gösterdiği her ülkede, sadece işçi sınıfında değil, köylü ve küçük-burjuva kesimlerinde de, kadın aynı durumu yaşar. Kimi durumda karşılarında doğrudan kapitalistler bulunmaz. Ancak emperyalist-kapitalizmin dayattığı üretim ilişkileri, bu kesimleri de işçi sınıfıyla aynı konuma getirir. Doğal olarak da kadınların kadın olarak yüz yüze oldukları sorunlar da, çarpılmalar da benzeştir.
-
VERGİ İNDİRİMİ...HERŞEY BÜYÜK SERMAYE PATRONLARI İÇİN...
HAKSIZ-ÇARPIK VERGİ SİSTEMİ VE KAYNAK DAĞILIMINDAKİ ADALETSİZLİK. Kimin ne kadar vergi ödediğini araştırmak, hatta bundan yola çıkarak vergilerin adaletsiz dağılımından söz-et-me-mek sormak-sorgulamamak olduğu gibi kanıksamak mubah sayılagelmiştir.Devlet harcamalarının azlığından, ya da neo-liberal moda gereği, çokluğundan sözetmek de mubahtır. Devlet gelirlerinin yüzde 70'nin dolaylı vergilerden sağlandığını ve hane başına düşen ortalama tüketim harcamasının yüzde 25'inin dolaylı vergiler şeklinde devlete aktarıldığı artık su götürmez bir gerçek. İlkin, devletin vergilerden sağladığı gelirlerle, bizzat bu vergileri kullanarak yaptığı harcamalar arasında ilişki kurmak çok önemli ve gecikmiş bir sorgulama alanı olduğunu belirtelim. Ama gel gör ki, kimin ne kadar vergi ödediği sorusu ile, kimin bu vergi gelirleriyle finanse edilen devlet harcamalarından ne kadar yararlandığı sorusu her nedense pek birlikte sorulmaz. Eğer çalışanlar olarak, devlete vergiler yoluyla 10 YTL verip, karşılığında kötü okul ve sağlık hizmetleri, v.s. biçiminde sadece 3 YTL'lik bir şeyler geri alabiliyorsak isyan etmenin zamanı gelmiştir. 7 YTL'miz başka birileri tarafından, başka bir takım yerlerde kullanılmaktadır. Nerede bu bizden topladığınız paralar, niye bize geri gelmiyor, gelenler de niye kalitesiz diyebilmeliyiz. İşte bizzat bu sorgulama için kimin devlete ne verdiğinin, kimin devletten ne aldığının bilinmesi gerekir. İşte bu noktada kullandığımız toplumsal kategorilerin ve siyaseti hangi kurumlar ve mekanizmalar ile yaptığımız önem kazanır. Tüketimden alınan aşırı, çarpık ve haksız dolaylı vergilerle birlikte Kâr ve Rant üzerinden yeterince alınamayan vergilerin, üzerine gitmek, bu çarpıklıktan sistemi sorgulamak ve bu konuda açık taleplerde bulunmak zamanı gelmiştir.
-
İran'a Karşı Nükleer Savaş
Sahtekârlar, İkiyüzlüler, Yalancılar Cuma sabahı, Londra'nın Heatrow havaalanında kahve içip gazetelere göz atıyor, uçağımı bekliyordum. Olmayan kitle imha silahlarını bulmak için Irak işgal edilmişti ya, nasıl sahtekârlık ve yalancılıkla karşı karşıya olduğumuzu biliyorum. Ama yine de tek bir gazetede, International Herald Tribune 'de gördüklerim karşısında ağzım açık kaldı doğrusu. Büyüklere masallar: İşgal değil iç savaş Ama önce bu IHT'yi satın almadan önce gözüme takılan bu haftaki The Economist 'in ibret verici kapağına dikkat çekmek istiyorum. Kapakta *** ağlayan bir Iraklı adam resmi ve ''Irak kendisiyle savaş halinde'' başlığı var. ''Şimdi, sefalet, trajedi ve zorbalık zamanı'' imiş. Şimdi?.. Bu utanmazlığın içini okumaya bile değmez. Ne güzel değil mi? Artık Irak'ta işgalcilere karşı savaşan direnişi, el çabukluğu marifet, medyadan yok eder, yerine birbiriyle savaşan zavallı ve gözü dönmüş, bir türlü bir araya gelmeyi beceremeyen ilkel Sünnilerle Şii fanatiklerin görüntülerini koyabiliriz. Artık Irak'ta işgal değil bir iç savaş vardır. Bize düşen de Iraklıları kendilerinden korumaktır. Böylece işgalciler de birdenbire barış gücüne dönüşebilirler. Ağzımı açık bırakan IHT'de de bu konuda bir yorum yazısı vardı. Council on Foreign Relations 'da Stephen Biddle imzalı yorum, Bush yönetimine, artık Vietnam tarzı bir ayaklanmaya karşı mücadele taktiklerini bırakıp, bir iç savaşın varlığına uygun yeni bir tutum benimsemesini öneriyor. Özetle, Biddle, Bush yönetimine diyor ki, savaşan taraflarını, içlerinden birini, öbürüne karşı destekleme tehdidiyle ABD'nin arzuladığı siyasi uzlaşmaya boyun eğmeye zorla. Böylece ABD'ye zorluk çıkartmayacak bir sömürge yönetimi kurulabilir. Yazara göre bu tabii ki bir direnişle savaşmaktan çok daha avantajlı bir durum. Artık Irak'tan çekilme laflarına da bir son vermek gerekir! Eski tas eski hamam IHT'ye dönersem, ilk gözüme takılan haber, mükemmel bir ikiyüzlülük örneği. Efendim Almanya'da, Schröeder , bir taraftan savaşa karşı çıkıp oy toplarken, Alman gizli servisi el altından ABD'nin Irak'ı işgal projesine katılıyormuş. Alman gizli ajanları, Bağdat'ın savunma planlarını, saldırıdan birkaç hafta önce, Pentagon'a vermişler. Ön sayfadaki bir başka başlık da şöyle: ''Bush ve Singh nükleer anlaşma imzaladılar.'' Hindistan, nükleer programın sivil ve askeri yanlarını birbirinden ayırmayı kabul etmiş. Belli ki, her ne kadar ABD yönetimi nükleer silahların yayılmasını engellemeye çalışıyorum, bu yüzden İran'a bile vurabilirim diyorsa da gerçek farklı. Eğer ABD'nin sizin desteğinize, örneğin Çin'e karşı Hindistan'ın desteğine olduğu gibi, gereksinimi varsa, nükleer silahlara sahip olmanız, uluslararası kurumları, Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması'nı ''by-pass'' etmeniz, uluslararası denetimin dışına çıkmanız olanaklı. Bence biz de, ABD'nin, örneğin, Karadeniz'e ilişkin bizden istediklerini verelim, eğer karşılığında bize de nükleer silah yapmaya yarayacak bir santral kurarsa. Böylece biz de kimseden geri kalmaz ve tüm bölgeyi havaya uçurma projesine kendi katkılarımızı yapabiliriz. Üçüncü büyük haber, beşinci sayfaya gizlenmiş. Bu habere göre Bush, Katrina kasırgasının gerçek gücünü, su setlerinin yıkılma riskini önceden biliyormuş. Associated Press'in ele geçirdiği bir brifing videosu, bu bilginin Bush'a verildiği anı, onun da toplantı boyunca hiçbir soru sormadan oturduğunu gösteriyor. Videoyu izleyen New Orleans Belediye Başkanı ''Mideme yumruk yemiş gibi oldum. Herkes bana bilmiyorduk, yaşarken öğrendik diyordu. Herkes olacakların tümüyle farkındaymış.'' Yetti yahu diyorsunuz, ama daha var. Avrupa Birliği enerji piyasaları serbestleştiriliyor ya, enerji devleri mega-birleşmelerle daha şimdiden piyasayı kapatmanın yolunu bulmuşlar. Piyasa serbestleştirildiğinde üç en fazla dört devin elinde kalacakmış. Fransız hükümetinin, Suez ile Gaz de France'ın birleşmesini, İtalyan şirketini bloke ederek gerçekleştirmesi, babadan kalma ulusalcılığın hâlâ canlı ve heyecanlı olduğunu gösteriyordu, Lenin 'in Emperyalizm broşüründe sözünü ettiği ulusal mali oligarşilerin de. Ama bize bunlar vaat edilmemişti ki: Küreselleşme barış ve demokrasi getirecek, Avrupa Birliği giderek bütünleşecek, o lanetli ulusalcılık da tarihe gömülecekti N'olcek şincik? Engin YILDIZOĞLU [email protected] Cumhuriyet 08.03.2006
-
ASIL VATAN HAİNİ KİMDİR?
VATANA VE HALKINA KIYANLAR, VATANI SATANLAR, KURUM VE KURULUŞLARINI PEŞKEŞ ÇEKENLER, HALKINI, SEFALET ALTINDA YAŞATAN, SÜRÜM SÜRÜM SÜRÜNDÜRENLER ÇALIŞANINI, İŞÇİSİNİ, MEMURUNU, KÖYLÜSÜNÜ YANİ BU ÜLKENİN ASIL SAHİPLERİNİ AÇLIK, İŞSİZLİK, YOKSULLUK ÇEKTİRENLER TÜRLÜ YOLSUZLUKLARLA, HORTUMLARLA, İHALE VURGUNLARIYLA, HAYALİ İHRACATLARLA TÜYÜ BİTMEMİŞİN HAKKINI YİYENLER, RÜŞVETÇİLER, HIRSIZLAR, SAHTEKARLAR, KALPAZANLAR ÇEK-SENET, UYUŞTURUCU, SİLAH VE BİLİMUM SEKTÖREL MAFYACILIK YAPAN ÇETECİLER ÜLKE HALKINI ETNİK, DİNSEL VE MEZHEPSEL FARKLILIKLARIYLA BİRBİRİNE KARŞI KIŞKIRTIP, KİN, NEFRET DÜŞMANLIK OLUŞTURARAK EMEKÇİ HALKI BİRBİRİNE KARŞI KIRDIRTANLAR. ÜLKEMİZİN BAĞIMSIZLIĞINI TEHLİKEYE DÜŞÜRENLER, EMPERYALİZM İŞBİRLİKÇİLERİ, MANDACILAR, YANAŞMACILAR, ASLA VATANSEVER OLAMAZLAR -------------------------------------------- VATANSEVERLİK ÜZERİNE. Ben bir yandan vatansever-milliyetçi gözüküp diğer yandan da, MAFYACILIK, ÇETECİLİK, ÇEK SENET TAHSİLATI yapmadım. Ben faili meçhul cinayetler işlemedim, kimseyi linç etmeye kalkmadım, kimsenin canında, malında, namusunda gözüm olmadı. Ben sahtekarlık, kalpazanlık, üç kağıtçılık yapmadım, üç kuruş daha fazla kar için, SAHTE RAKI yapıp halkı zehirlemedim. Ben HALKIMIN ORTAK DEĞERLERİNİ, ULUSAL KÜLTÜRÜNÜ yozlaştırmadım, ahlaki değerleri dejenere etmedim. Ben ÜLKEMİN EN GÜZİDE VE STRATEJİK KURUM VE KURULUŞLARINI, HARAÇ MEZAT FİYATINA satıp, peşkeş çekmedim. Ben fakirin-fukaranın emeğini sömürmedim , tüyü bitmemişin hakkını yemedim. Ben vergi kaçırmadım, sigorta primlerinin üzerine yatmadım, hayali ihracat yapmadım, askerlik görevimden kaçmadım. Ben yerli malı dururken yabancı mal kullanmadım, kaçakçılık, stokçuluk yapadım. Ben feodal-derbeyliği, yobazlığı, ırkçılığı, gerici barbarlığın hertürden dogmalarını değil, Bilgiyi, bilimi ve ilerlemeyi kendime ilke edindim. İnsanın yaşamın öznesi oldu şiarını bayrak edindim, insan herşeyin en iyisine layıktırı dilime peresenk edindim. Ben insanlık ve vatandaşlık görevimi tüm bunları göz önüne aldığımızda fazlasıyla yerine getiriyorum. Ben ülkemi sadece dağı taşıyla değil, üzerinde yaşayan tüm farklılıklarıyla tüm kesimleriyle insanlarımı yani halkımı çok seviyorum. Bunu da göğsümü gere gere söylüyorum. Ben İNSANCA BİR YAŞAM İSTEDİM VE BU UĞRUDA HEP MÜCADELE ETTİM, EDECEĞİM DE.
-
AKP İKTİDARI İŞSİZLİĞİ NASIL ÇÖZECEKMİŞ?
Uzunca bir süredir uygulanan yeni sermaye stratejileri, işçi sınıfını geleneksel bağlarından koparmakta, "sosyal refah devleti" döneminde göreli olarak istikrar kazanan emek ilişkilerini (istihdam yapısı, endüstriyel ilişkiler, haklar vb.) darmadağın etmekte; öte yandan göç ve mülksüzleşme temelinde yoğun bir işçileşme dalgasına neden olmaktadır. Yeni işçileşme ile yoksullaşma iç içedir; yeni işçiler "çalışan yoksullar"dır. Bu gelişmeyi doğrulayan çok sayıda olgu sıralamak mümkündür. Bugün özellikle "yeni sanayileşen" (bağımlı, azgelişmiş vb.) ülkelerde ücretli çalışanların yarısından fazlası kayıt dışı istihdam edilmektedir. Türkiye'de de 10 milyonu aşkın ücretlinin yarısı sigortasızdır. Bu da milyonlarca emekçinin sosyal güvenceden yoksun olarak asgari ücretin de altında çalıştırılması demektir. Düzensiz istihdam olağanüstü ölçüde yaygınlaşmaktadır. Gerek istihdam türleri (kısmi süreli çalışma, geçici veya mevsimlik çalışma, belirli süreli çalışma vb.) gerekse çalışma saatleri (günde 8 haftada 48 saati çok aşan çalışmalar) açısından düzensizleşme (atipik hale gelme, standart dışı çalışma) istisnai değil temel kural haline gelmektedir. Üniversiteli gençler, arkadaşlar olan ve uzun zamandır iş bulamadığı için, psikolojik bunalım geçirip intihar eden üniversite mezunu Utku Uzunay 'ın katilinin ''diplomalı işsizlik'' sorunu olduğunu belirterek herkese iş ve çalışma hakkı istedi. Boğaziçi Üniversitesi (BÜ) Kimya Mühendisliği Bölümü mezunu Uzunay'ın 22 Şubat'ta intiharı nedeniyle Taksim Galatasaray Meydanı'nda bir araya geldi. Ellerinde Uzunay'ın fotoğraflarını taşıyan ve ''Satılık değil yaşamlarımız! Paralı eğitim ve diplomalı işsizliğe karşı birleşiyoruz'' yazılı pankart açan grup, ''Utku'nun katili kapitalizm'' ve ''Diplomalı işsiz olmayacağız'' sloganlarını attı. Grup adına yapılan basın açıklamasında ciddi bir sorunu bulunmayan, sosyal çevreye sahip biri olan Uzunay'ın, işsizlik nedeniyle intihar ettiği dile getirildi. Açıklamada, ''Artık başka arkadaşlarımızın ölmesine izin vermeyeceğiz. Sorunların çözümü intiharlar değildir'' denildi. (kaynak:cumhuriyet)
-
İNSANCA BİR YAŞAM HERKESİN HAKKIDIR.
Devlet gelirlerinin yüzde 70'nin dolaylı vergilerden sağlandığını ve hane başına düşen ortalama tüketim harcamasının yüzde 25'inin dolaylı vergiler şeklinde devlete aktarıldığı artık su götürmez bir gerçek. İlkin, devletin vergilerden sağladığı gelirlerle, bizzat bu vergileri kullanarak yaptığı harcamalar arasında ilişki kurmak çok önemli ve gecikmiş bir sorgulama alanı olduğunu belirtelim. Kimin ne kadar vergi ödediğini araştırmak, hatta bundan yola çıkarak vergilerin adaletsiz dağılımından söz-et-me-mek sormak-sorgulamamak olduğu gibi kanıksamak mubah sayılagelmiştir.Devlet harcamalarının azlığından, ya da neo-liberal moda gereği, çokluğundan sözetmek de mubahtır. Ama gel gör ki, kimin ne kadar vergi ödediği sorusu ile, kimin bu vergi gelirleriyle finanse edilen devlet harcamalarından ne kadar yararlandığı sorusu her nedense pek birlikte sorulmaz. Eğer çalışanlar olarak, devlete vergiler yoluyla 10 YTL verip, karşılığında kötü okul ve sağlık hizmetleri, v.s. biçiminde sadece 3 YTL'lik bir şeyler geri alabiliyorsak isyan etmenin zamanı gelmiştir. 7 YTL'miz başka birileri tarafından, başka bir takım yerlerde kullanılmaktadır. Nerede bu bizden topladığınız paralar, niye bize geri gelmiyor, gelenler de niye kalitesiz diyebilmeliyiz. İşte bizzat bu sorgulama için kimin devlete ne verdiğinin, kimin devletten ne aldığının bilinmesi gerekir. İşte bu noktada kullandığımız toplumsal kategorilerin ve siyaseti hangi kurumlar ve mekanizmalar ile yaptığımız önem kazanır. Tüketimden alınan aşırı, çarpık ve haksız dolaylı vergilerle birlikte Kâr ve Rant üzerinden yeterince alınamayan vergilerin, üzerine gitmek, bu çarpıklıktan sistemi sorgulamak ve bu konuda açık taleplerde bulunmak zamanı gelmiştir.
-
KURTLAR VADİSİ ve KURTAR BİZİ NECATİ !
Topluma çeteciliği mafyacılığı hertülü şiddeti ve vahşeti aşılayan, Kutlar Vadisinin yetişme çağındaki çocuklar üzerindeki etkisi tam anlamıyla bir felakettir. Necati ŞAŞMAZ'ın canlandırdığı Polat ALEMDAR'ın adeta mafyacı tetikçi kahraman olarak sunulması ise, derin devleti ve kirli ilişkileri kanıksatma girişimidir.
-
Yoksulluğa AKP çözümü:
YOKSULLUK, İŞSİZLİK VE ADALETSİZLİK BÜYÜYOR! YOKSULLUK, İŞSİZLİK VE ADALETSİZLİK BÜYÜYOR! SORUMLUSU KİM? Her evden bir işsiz, her mutfakta bir yangın, her taşın altından bir vurgun çıkıyor. Gelir dağılımındaki adaletsizlik, vergi yükündeki adaletsizlik, ücretlerdeki adaletsizlik, yönetimde keyfilik ve hukuksuzluk sürüyor. Devletin resmi rakamları bile gerçeği gizleyemiyor: -900 bin insan aç; 20 milyona yakın insan yoksul, -İşsizlik oranı yüzde 10’ları aştı, -7 milyona yakın insan kayıt-dışı çalışıyor, - Her bir çocuk 4500 dolar borçlu doğuyor, - Vergilerimizin yüzde 65’i ve bütçenin yüzde 40’ı faize gidiyor, - En zengin yüzde 20’nin geliri, en yoksul yüzde 20’nin gelirinin 8.1 katı, - Toplam vergi gelirinin sadece yüzde 7’si holdinglerden, bankalardan alınırken; asgari ücretli yıllık gelirinin yüzde 40’ını vergi olarak ödüyor, 350 YTL ücret eline geçiyor, - Ekonomi son 25 yılda 3 kat büyürken; ücretler erimeye devam ediyor, - Yatırım harcamalarının bütçe payı 20 yıl önce yüzde 21.3 iken, bugün yüzde 6.5, - Çiftçinin geliri son 5 yılda yüzde 20’den fazla azalırken; esnaf ayakta kalamıyor, emeklilerin, gençlerin, kadınların çilesi büyüyor, - Özelleştirme ve kamu hizmetlerini ticarileştirme girişimleri sürüyor. Sorumluları biliyoruz! Yoksulluğun ve işsizliğin sorumlusu, IMF politikalarını uygulayan, kamu yararını hiçe sayan, emekçileri ve yoksul halkı sadece seçimlerde hatırlayan siyasi anlayışlardır. Sorumlular, üretmeden kazananlar, karından fedakarlık etmeyenlerdir. Sorumlular, demokratik hak ve özgürlüklere baskı, yasak ve kuşkuyla yaklaşanlardır. Sorumlular, sadakayı kutsayan, sosyal hakları devletin sırtında “yük” olarak görenlerdir. Bu zihniyetin temsilcisi AKP hükümetinin de tercihi zenginden, tefeciden, IMF’den yanadır. Hükümet ekonominin iyi gittiğini iddia ediyor. Oysa hükümet tefeciyi memnun ediyor, halka sabır diliyor. Artan mutfak masraflarımız, kiralar, çocukların okul giderleri, yol parası, faturalar, yakacak sıkıntısı; ay sonunu nasıl getireceğimizin derdi hiç mi hiç bitmiyor.
-
YOKSULLUK KADER MİDİR? KAYNAK DAĞILIMINDAKİ ADALETSİZLİK MİDİR?
Küreselleşme sürecinin ideolojisini yapanların çok iyi bildikleri bir şey var: Toplumda sınıflar varsa, işçiler hareketlenmişse, işçiler kendisi için sınıf olma kimliğine kavuşmuşsa, daha yüksek ücret ve daha iyi yaşam istemeyi öğrenmişlerse artık siyasal iktisadı da biliyorlardır, taleplerini buna göre biçimlendiriyorlardır. O zaman bu bilinci ve bu bilincin kaynağı olan örgütleri yok etmek ya da en azından zayıflatarak dumura uğratmak gerekir. Bunun için bir terbiye edici büyük bir korku gerekir. Kapitalizmde işsizlikten, bir gelirden yoksun kalmaktan daha büyük korku olamaz. Esneklik, rekabet bu korkunun oluşturulduğu ve hayata geçirildiği önemli araçlar olmuştur. Esneklik, rekabet ve işsizlik önce sendikaları zayıflatmış, ardından sendikaya üye olmanın "sakıncalırını" göstermiştir. Çünkü ücretleri kontrol etmek için işçileri kontrol etmek gerekir, işçileri kontrol etmek için örgütleri olan sendikaları zayıflatıp, etkisizleştirmek gerekir, işçileri korkutmak gerekir. İşte sendikasızlaştırma ile yoksulluk bu nedenle paralel ilerler. Bir ülkede reel ücretler üzerinde önemli bir sürükleyicilik işlevi gören sendikaların güç kaybetmesi ile birlikte, reel ücretlerdeki düşüşün hem işçilere hem de toplumun geri kalan kesimlerine bir olumsuzluk olarak, bir yoksullaşma süreci olarak yansıdığı çok açık... İşsizliğin arttığı, enformel istihdamın yaygınlaştığı, değişik ücret düzeylerinin ve verimliliğin olduğu, emek piyasalarının yeniden yapılandırıldığı, sosyal güvenliğe ve sosyal harcamalara ayrılan payların azaltıldığı, sendikaların ılımlı ve uyumlu sosyal kontrol araçlarına dönüştürüldüğü, sendikasızlaştırmanın gerçekleştirildiği yerlerde yoksulluk da bu gelişmelerin düzeyine bağlı olarak hızlı ya da yavaş olarak artmaktadır...
-
Adaletin Gözleri...Neredesin Ey Yüce Adalet ?
Adalet, kitleler nezninde büyük bir öneme sahip olan, insanlar arasındaki eşitlik kavramının etik ve hukuksal açıdan hakim olan toplumsal ilişki ve hareketin değerlendirilmesidir. Adalet kavramı genel geçer, zaman aşımına uğramayan ve değişmez bir kavram değildir; onun içeriği tarihsel temeli olan belli bir ekonomik temele dayanan toplumsal bileşiminde var olan sınıfların ekonomik, sosyal ve politik değerlendirmesidir. Yani insanların adalet ve adaletsizlik kavramından anladıkları, onların sınıf karakterini ortaya koyar, onların sınıf çıkarlarının ifadesini içerir ve tarihsel olarak değişir. Burjuva anlamda adalet, sadece vatandaşların yasalar önünde eşitliğini içerir, yani sermayenin, üretim araçlarındaki, işçi sınıfının sömürülmesini sağlayan özel mülkiyetinden kaynaklanan sosyal eşitsizliğe dokunmayan formal bir eşitlikle sınırlıdır. Eşitlik ise tarihsel ve sınıfsal açıdan, toplumsal sınıflar, gruplar ve bireyler arasındaki eşit sosyal ilişkileri hedefleyen somut taleplerin ifadesidir. İnsanlar arasında genel, gerçek ve mutlak eşitlik ancak üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin ortadan kaldırılması, toplumsal mülkiyetin gerçekleşmesi ve yaygınlaşması, sınıfların yok olması, şehir ve kırsal kesimler arasındaki farklılığın, el ve kafa emeği arasındaki farkın ortadan kaldırılmasıyla mümkündür. Yani “Herkesten yeteneğine göre ve herkese gereksinimi kadar” ilkesinin geçerli olduğu bir dünyada. Eşitlik talebi işçi sınıfının ve ezilen sınıfların ve katmanların mücadelesinde sürekli önemli bir rol oynamıştır. Ancak bu talep, işçi sınıfının sömürüldüğü ve baskı altında tutulduğu sistemlerde bir illüzyon olarak kalmıştır ve kalacaktır. Bugün ülkemizdeki adeletin tarifini yapmaya gerek var mı! Parası olmayana adalet de yok. Parası olmayan, hakkını arayamayacağı için, karşı karşıya kaldığı haksızlığa boyun eğecek, bir bardak su içerek, bu haksızlığı mecburen kabüllenip içine atacaktır.
-
SEVGİYE YER KALMADI MI?
Çok zaman önceydi.O kadar zaman önceydi ki zaman diye bir şey yoktu. İnsanlar güneş doğup batıncaya kadar yaşıyorlardı hayatı. Bir daha hiç olmayacakmış gibi dolu ve anlamlı. Derken zaman diye üç parçalı bir şey icat etti insan. Bir parçasına dün dedi, diğer parcasına bugün, öteki parçasına da yarın. Sonra fesat karıştı zamana ve insan bugünü unuttu. Dünü düsünüp pişman oldu, yarını düşünüp telaşlandı; ama işin ilginç tarafı tüm telaş ve pişmanlıkları güneş doğup batıncaya kadar yaşadı. Farkında olmadan rezil etti bu gününü. Oysa yarın, bugüne dün diyor, dün de bu gün için yarın diyordu. Bir türlü beceremedi.Bir eliyle yarına, diğer eliyle düne yapıştı. Bu günü eline yüzüne bulaştırdı...Mutsuz oldu insan. Ve ne gariptir ki yarının telaşı da, dünün pişmanlığını da hep bugün yaşadı; ama bugünü hiç yaşayamadı.Ne yarın ne de dün! Can Dündar.
-
HERŞEY PARAN KADAR !
Sosyal güvenlik” kavramını “sosyal koruma” haline dönüştürmeyi dahi tartışan AKP Hükümeti’nin, “sosyal güvenlik sisteminin bütçe üzerindeki yükü azaltılacak” ve “GSS, sağlık sistemine sürekli ve belirsiz bir kaynak aktarımı gereğini ortadan kaldıracak” gibi söylemleri, son 20 yılın hükümetlerinin de hayali olup; sosyal güvenliği hak olarak düşünmeyen ve sağlıksızlığı ise kişinin sorunu olarak algılayan politikaların da özünü yansıtıyor. Bütçeden kaynak aktarımı olmadan sürdürülebilir sağlık finansman modelinin oluşturulabilmesi için, herkesten sağlık sigorta priminin (ek vergilerin) toplanması hedefleniyor. Devleti devreden çıkarmayı kurgulayan yeni sigorta sisteminde; ‘piyasa’, para bulabildiği ölçüde, “işlerin iyi gitmesini” (belki de hasta sayısının artmasını) isteyecek. ‘Hizmetin’ (sistemin) sürekliliği, mali kaynağın sürekliliğinin sağlandığı koşullarda, yani paranın bireyden sisteme aktarıldığı ölçüde sağlanacak; tıkandığı noktada ise, birey (hasta) elini cebine atarak ek ödemelerle sistemi canlandıracak, sistemin içi boşaldığında, İtalya, Portekiz, İspanya, Yunanistan gibi Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, tekrar kamusal (vergiye dayalı) sistemlere dönme eğilimi gelişecek. GSS SİSTEMİ’NİN GEREKÇESİ NE KADAR GERÇEKÇİ? lMevcut sosyal güvenlik kurumlarının; prime esas kazancın düşük gösterilmesi, prim tahsilat oranı düşüklüğü, af ile ödeme kolaylığı nedeniyle prim ödememe eğilimi, gecikme cezalarına uygulanan aflar vb. gibi finansmanla ilgili sorunları nedeniyle, “sosyal güvenlik kurumlarının giderek artan açıkları”. lKayıt dışı istihdam. lGSS “Reformu” ile ileri sürülen; “bütün vatandaşlarımıza, eşit koşullarda, hak ettikleri kapsam ve kalitede sosyal koruma sağlama olanağı yaratılacaktır” öngörüsü (!). lErken emeklilik ve uzayan ortalama ömür: “65 yaş ve üstü nüfusun toplam nüfus içindeki payının artması sonucu sosyal güvenlik giderlerinin artması” tespiti. Çalışabilir nüfusun artışına paralel olarak istihdam artışının da gerekli olduğunu belirten Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı (ÇSGB); emekli/aktif sigortalı oranının giderek artışına dikkat çekiyor. Ancak aşağıda verdiği tablodaki örneklerle gerçekleri de sergiliyor. Fransa’nın 140 yıl önce elde ettiği yaşam düzeyinin 7 yıl sonra Türkiye’de de gerçekleşeceğini öngören hükümet, “doğmamış çocuğa don biçiyor”. Türkiye’nin onlarca yıllık kayıplarını önlemek yerine, ileriye yönelik yansıtımlarla, daha gelişmiş sosyal güvenlik sistemleri ile yarışacağını iddia ediyor. --------------------------------------------------------------------------------
-
Haberin var mı ? - Eğer Karşı çıkmazsak !
Genel Sağlık Sigortası (GSS) Sistemi -1- Herkesten sigorta priminin toplanması hedefleniyor YAZAN: Dr. Celal EMİROĞLU Tüm nüfusun sağlık hizmetinden yararlanması ve sosyal güvenlik kapsamına alınması; sosyal güvenlik sistemlerinin belirli bir standart ve yeterlilikle tek merkezden idare edilmesi, yıllardır arzulanan ve söylemlere yansıyan görüşler olarak gündeme getirildi. Bu doğru görüşlerden hareketle, AKP Hükümeti, Sağlıkta Dönüşüm Projesi (SDP) çerçevesinde, “Genel Sağlık Sigortası (GSS) ve sosyal güvenlik sisteminin tek çatı altında toplanması” hedeflerine yönelik yoğun bir faaliyet içerisine girdi. Doğru tespitleri kullanan hükümet, bugün farklı bir noktada yol alıyor. Yeni yasa tasarısının amacı; Tüm nüfusu kapsayan GSS’yi kurmak, kişilerin sağlık riskleri ve sağlık harcamalarını güvence altına almak, sağlık yardımları için; yararlanma şartlarını ve finansman ve karşılama yöntemlerini belirlemek, GSS’nin işleyişi ile ilgili usul ve esasları düzeltmek olarak ifade ediliyor. GSS’den “yararlanacak” kişiler; bugünkü Emekli Sandığı, SSK ve Bağ-Kur Yasası kapsamındaki sigortalılar ile isteğe bağlı sigortalılar, prim ödeme gücü olmayanlar, kendi adına prim ödeyenler, işsizlik ödeneğinden yararlananlar ve sigortalıların bakmakla yükümlü olduğu kişiler olacak. GSS sistemi içeriğinde en çok tartışılan iki ana başlık; finansmanın nereden-nasıl sağlanacağı ve hizmet sunumu için eldeki kaynağın kullanımında kimlerin nasıl rol oynayacağıdır. “Sosyal güvenlik” kavramını “sosyal koruma” haline dönüştürmeyi dahi tartışan AKP Hükümeti’nin, “sosyal güvenlik sisteminin bütçe üzerindeki yükü azaltılacak” ve “GSS, sağlık sistemine sürekli ve belirsiz bir kaynak aktarımı gereğini ortadan kaldıracak” gibi söylemleri, son 20 yılın hükümetlerinin de hayali olup; sosyal güvenliği hak olarak düşünmeyen ve sağlıksızlığı ise kişinin sorunu olarak algılayan politikaların da özünü yansıtıyor. Bütçeden kaynak aktarımı olmadan sürdürülebilir sağlık finansman modelinin oluşturulabilmesi için, herkesten sağlık sigorta priminin (ek vergilerin) toplanması hedefleniyor. Devleti devreden çıkarmayı kurgulayan yeni sigorta sisteminde; ‘piyasa’, para bulabildiği ölçüde, “işlerin iyi gitmesini” (belki de hasta sayısının artmasını) isteyecek. ‘Hizmetin’ (sistemin) sürekliliği, mali kaynağın sürekliliğinin sağlandığı koşullarda, yani paranın bireyden sisteme aktarıldığı ölçüde sağlanacak; tıkandığı noktada ise, birey (hasta) elini cebine atarak ek ödemelerle sistemi canlandıracak, sistemin içi boşaldığında, İtalya, Portekiz, İspanya, Yunanistan gibi Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, tekrar kamusal (vergiye dayalı) sistemlere dönme eğilimi gelişecek.
-
KREDİ KARTLARI BİZLERDEN NELERİ GÖTÜRÜYOR?
Kartlara yeni düzenleme 100 binler kredi kartı borcu yüzünden zor durumda kalmışken, Bankacılık Denetleme ve Düzenleme Kurulu (BDDK) kredi kartlarına çeki düzen vermek için yeni yasa tasarısı hazırlıklarına başladı. BDDK Başkanı Tevfik Bilgin, kredi kartları taslağı ile banka kartları ve kredi kartlarının çıkarılması ve kullanılmasına ilişkin usullerin belirleneceğini söyledi. Bilgin, kartlarla ilgili düzenlemeye yönelik hazırlanan taslakla ilgili olarak basın toplantısı düzenledi. “Kartların hayatı kolaylaştırma değil, hayatı idame ettirme aracı olmaması” gerektiğini belirten Bilgin, tüm toplumu ilgilendiren sosyal boyutu nedeniyle düzenleme yapılacağını kaydetti. Bilgin’in verdiği bilgiye göre, kredi kartlarında yapılan işlem adedi 1.1 milyara ulaşırken, kartların cirosu 64 katrilyon lira düzeyine çıktı. Türkiye kredi kartı kullanımında Avrupa genelinde 3. sıraya oturdu. Bilgin, hazırlanan taslağa ilişkin 10 günlük sürede kurumlardan eleştiri ve katkı beklediklerini açıkladı. Bilgin taslağı 15 Mart’a kadar ilgili bakana sunmak istediklerini söyledi. Yıl sonunda çipli kartlara geçiş olacağı bilgisini de veren Bilgin, 2006’dan itibaren kredi kartı ile harcama yapılırken pin numarası girileceğini, yani şifre yoksa alışverişin de gerçekleşmeyeceğini ifade etti. -------------------------------------------------------------------------------- TASLAK OLUMLU, ANCAK FAİZ AYAĞI EKSİK Ankara Ticaret Odası (ATO) Başkanı Sinan Aygün, BDDK tarafından hazırlanan Banka Kartları ve Kredi Kartları Yasa Taslağı’nın olumlu, ancak faiz ayağının eksik olduğunu söyledi. Aygün, yaptığı yazılı açıklamada, kredi kartlarında yaşanan sorunların yüzde 80’ini yüksek faizlerin, yüzde 20’sini ise diğer konuların oluşturduğunu dile getirirken, “faizi disiplin altına almayan bir kredi kartları yasası ölü doğar” dedi. Taslağın ‘bileşik faizi yasaklayan” maddesinin son derece yerinde olduğunu ifade eden Aygün, şöyle devam etti: “Ancak kredi kartında sorun, aylık faizlerden kaynaklanıyor. Borç, faizler nedeniyle yükseldikçe yükseliyor. Sonunda da ödenemez hale geliyor. Kanuni faizi yüzde 42, yeniden değerleme oranını yüzde 11.2, gecikme faizini yüzde 44, ticari faizi yüzde 25, Hazine’nin borçlanma faizi yüzde 17. Buna karşılık, kredi kartı faizleri yüzde 180’leri buluyor. Faiz sorunu ortada dururken, kredi kartlarının neresi kurcalanırsa kurcalansın sorun çözülemez.” -------------------------------------------------------------------------------- TASLAK NE GETİRİYOR 54 maddeden oluşan yasa taslağında yer alan bazı düzenlemeler şöyle: Kredi kartı talebi olmadan, kart gelmeyecek. Kart talep edildiğinde özet bir şekilde bilgi verme zorunlu olacak. Banka ve kredi kartlarının hamiline teslim edilmesi esas olacak. Kredi kartı limiti aylık ortalama gelirin üç katını aşamayacak. Kart hamilinin talebi olmadan kart limiti artırılamayacak. BDDK gerekirse bu gibi hususlarda genel ve bireysel sınırlamalar getirmekle yetkili olacak. Asıl kart limitini geçmemek kaydıyla ek kart çıkarılabilecek. Her yerde kredi kartı pazarlaması yapılamayacak. Asgari ödeme tutarında üst üste üç defa rakamın altına düşülmesi halinde ya da yılda dört defa asgari ödemenin eksik yapılması halinde, bir ay süre tanınacak. Bu süreçte gerekli ödeme yapılmazsa, sistemdeki tüm kredi kartları iptal edilecek. Bu kullanıcılara iki yıl boyunca yeni kredi kartı verilmeyecek. İnternet üzerinden yapılan dolandırıcılıklardan kart hamili sorumlu olmayacak. Hesap özetinde asgari ödemenin yapılması halinde uygulanacak olan faiz ekstrede yer alacak. Aylık en az ödeme tutarı toplam borcun yüzde 10’undan daha az olamaz. Kredi kartı kullanımında faiz kesim tarihinde, nakit çekimlerde ise çekim tarihinde başlayacak. Gecikme faizi normal faizin yüzde 30’undan fazla olamayacak.
-
8 MART DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ
DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ KUTLU OLSUN. Yüzyıllardır egemen sınıfların, ezilen sınıfların erkeklerinin emek-güçlerini en ucuza mal edebilmek için, kadınlar üzerinde uyguladığı toplumsal zor ile birlikte ideolojik olarak oluşturulan erkek-egemen bakış açısının ürünleri de kullanılmıştır. Özellikle kadınların cinsel meta olarak kullanımı ve kullanılabileceği imgesinin yarattığı sorunlar ve suçlar, kadının salt kendine yönelmesi ve kadın sorununu toplumsal düzenden ayrıymışcasına değerlendirilmesi için birer araç olarak kullanılmaktadır. Amaç tektir: Kadın, sınıfsal konumuna bakılmaksızın, heryerde kadın olduğu şeklindeki yanılsamanın her ne pahasına olursa olsun sürdürülmesi ve sürekli var edilmesidir. Ve böylece emekçi kadınların burjuva kadın hareketine yedeklenmesi sağlanabilmektedir. Feminizm olarak feminizm, işte bu noktada kapitalizmin can simidi olmuştur. Feminist hareketin tarihsel köklerinin ezilen sınıf hareketinde olmasına rağmen, burjuva feminist hareketin burjuva devrimleri döneminden gelen kökleriyle birleştirilerek bugünkü durumuna gelmiştir. Doğal olarak yalın bir feminist hareketin içerebileceği tüm burjuva özellikler bu hareket içinde kendisini yeniden biçimlendirmiştir. Sonuç ise, küçük-burjuva hayallerdir. Son yıllarda başta Avrupa ve ABD'de görülen feminist hareketin, ülkemizde de belli bir örgütlülüğü mevcuttur. Feminist hareket her ne kadar kadın haklarını geliştirme ve koruma amacında gözüküyorsa da, bu hareketin özünde kadın sorununu sınıf mücadelesinden ayrı bir sorun olarak ele almak ve kadının mücadelesini sınıf mücadelesinden ayırmak, ayrı tutmak bulunmaktadır. Böylece gerek feministler, gerekse de "sol" feministler mücadeleyi erkeklere karşı bir düşmanlık ve onlara karşı bir mücadele düzeyine indirgemektedirler. Feministler bütün bunları yaparken mevcut ekonomik ve toplumsal düzenin değişmezliğinden hareket etmektedirler. Bu bağlamda da, küçük-burjuva reformist bir dünya görüşüne denk düşmektedir. Mevcut toplumsal ve ekonomik düzen içersinde alınacak bir dizi toplumsal, ekonomik, hukuki, sosyal ve siyasi tedbirlerle kadınların evde, işte, bulundukları her alanda yaşam koşullarını göreceli olarak iyileştirmek mümkündür. Bunun göreceli bir kazanım olacağının bilinciyle, hayatın her alanında başta emekçi kadınlar olmak üzere tüm kadınların durumunun iyileştirilmesi için mücadele edilmeli, kazanımların sınırlarını genişletmek için çalışılmalıdır. Ancak her koşulda şu hiçbir zaman unutulmamalı ve sürekli olarak bilinçde taşınılmalıdır: Kadın sorununun gerçek anlamıyla çözümü ve kadının nihai olarak kurtuluşu, tüm toplumun kurtuluşuyla beraber gerçekleşecektir.
-
İŞKENCE İNSANLIK AYIBIDIR!
KATLİAM TECAVÜZ VE TÜRLÜ İŞKENCELERİ YAPAN İNSANLIK DÜŞMANI GERİCİ FAŞİST KATİLLERDEN İNSANLIK BİRGÜN HESAP SORACAKTIR.
-
KREDİ KARTLARI BİZLERDEN NELERİ GÖTÜRÜYOR?
Karşılıksız harcama aracı: Kredi kartları Bir değişim aracı olarak kullanılan para; çeşitli metaller, kağıt biçiminde (eşan, akçe, nakit) basılmakta ve kullanılmaktaydı. Sonra bu değişim araçlarına, senet (bono), çek vb. eklendi. Kapitalist sistem yayıldıkça bu araçlar da değişime uğradı. Günümüzde en çok kullanılan karşılıksız finansman araçları olarak kredi kartları yerini almış bulunmaktadır. Yoğun olarak kullanılan kredi kartları gerek bankalardan nakit çekme, gerekse kredili harcama yapmanın aracı olarak, karşılığı belli bir süre sonra ödenmek üzere kullanılan “plastik para” olarak adlandırılmaktadır. Kapitalist sistemin yarattığı bu güvensiz ortamda, bankaların veya diğer finansal kuruluşların ağırlaştırmış koşulları yerine getirmeden ihtiyaç sahibi tüketicilere (banka hortumcuları, kredi yolu ile bankaların içini boşaltanlar hariç) kredi vermesi söz konusu değilken, hiçbir belge ve kefil istenmeden veya kredi verilecek kişinin ödeme gücüne bakmaksızın kredi kartı verilmesi işin rengini ortaya koymaktadır. Bankalar bu işi o kadar ileri götürdü ki, kaldırımlarda kurdukları standlarda gelip geçen kişilere, yanında bir de promosyon karşılığında kredi kartı verilmeye başlandı. Kredi kartı verilen kişi, bu kredi kartı ile yaptığı harcamayı ödeyebilme gücüne sahip mi, işi var mı… bunlar çok önem arz etmemektedir! Peki bu kartları verdikleri yurttaşlara güvendiklerinden midir? Asla. Bankaların riskleriyle birlikte tüketici pazarını kapma yarışından başka bir şey değildir. Çünkü önemli olan tüketimdir, karşılığının nereden geleceği çok önemli değildir! Bir yandan uygulanan sosyal ve ekonomik politikalarla her gün yüzlerce işsiz yaratılmakta, öte yandan tüketimi teşvik edici sorumsuz ve acımasız uygulamalarda bulunulmaktadır. Kapitalist sistemin, “her şey kâr için” “felsefesinin” yarattığı acımasızlık buraya kadar varmıştır. Verilen bu kartların daha fazla kullanılması için bankaların sürekli teşvik edici ataklarda bulunması da dikkat çekici boyutlara varmıştır. Harcamaların teşvik edilmesi için taksitlerin bankaca karşılanmasından tutun da, yapılan harcamalara belli miktarda para puanın hediye olarak verilmesine kadar çeşitli yöntemlere başvurulmaktadır. Kapitalist sistemin yarattığı bu dizginsiz kâr hırsı ve sorumsuz uygulamaların gelip dayandığı nokta insanların intiharı ile sonuçlanmaktadır. Kredi kartı kullanımından doğan borçlarını ödeyemez duruma düşen yurttaşların kurtuluş yolunu ölmekte bulması bu sistemin yarattığı sonuçtur. İmzalatılan sözleşmelerin bazı bölümlerinin açık imzalatılması ve bankaların aklına esen faiz oranını yazması ile çok yüksek oranda temerrüt faizi uygulaması ile borçların hızla yükselmesine neden olmaktadır. Sayısız tepki ve karşı çıkışa rağmen bankaların buradan geri adım atmaması kredi kartlarını sorumsuz dağıtmasının nedenini anlatmaya yetiyordur. Bu ısrarın nereden kaynaklandığını, Ankara Ticaret Odası Başkanı Sinan Aygün tanık olduğu bir olayda şöyle anlatıyordu: “Kredi kartları ile ilgili, Meclis’te hazırlığı yapılan düzenleme çalışmalarında, Sanayi ve Ticaret Komisyonu ile görüşmelerden sonra bankacılar birbirlerini kutluyordu.” Bu neyin kutlaması olabilir? Sanırım yüksek ve keyfi temerrüt faizlerinden taviz verilmesini önlemekte başarılı olduklarını kutlamışlardır. En son Meclis’te görev yapan bir polis memurunun kredi kartı borçları nedeni ile girdiği bunalım sonucu intihar etmesi, bu konunun kamuoyunda tekrar yer almasını sağladı. Daha önce de benzer üzücü olaylar yaşanmıştı. Bundan sonra da yaşanmaya devam edecektir. Bu ve benzer olayların yaşanmasını önlemek kredi kartlarında yapılacak düzenlemelerle mümkün değildir. Kapitalist sistemde, tekelci sermayenin az maliyetle daha çok kâr hırsı ile hareket ettiği koşullarda, emekçilerin bu bunalımdan kurtulması mümkün olmayacaktır. Emekçiler her geçen gün açlık sınırında ücretlere zorlanacak, işsizler ordusu artacak ve sıkıntıyı atlamaları için karşılığı olmayan yöntem ve araçlarla sorunun ileriye atılması sağlanacaktır. Sonuç olarak, kapitalizmin temel beslenme kaynağı olan bunalım devam edecektir. Bu sorun ve diğer eşitsiz uygulamaların son bulması için emekçilerin, başka bir dünya mümkün inancı ve kararlılığı ile mücadelelerini yükseltmesi gerekir. Başka bir seçenek yoktur. Bu mücadeleye mitinglerde biber gazı ve jop sallamalarına tanık olduğumuz polislerin de katılması gerekmez mi? Çünkü bu sistem insanları cenderesinde öğütürken polisi veya askeri ayırt etmeyecektir. En son intihar eden polis memuru ve bundan bir süre önce bir astsubayın yine aynı nedenle intiharı bunu kanıtlamıyor mu?
-
KÜRE OPERASYONU
Dur ben tahmin edeyim, bu ülke yoksa yoksa bu ülke! amerikan uşaklarının, cıa kuklası, eli kanlı katillerin, tetikçilerin, hertürlü mafyacı, çeteci, susurlukçu derin kirli ilişkiler ağının, gerici-yobaz-kafatasçı-ırkçı- faşistlerin, barbarların mağara adamlarının vatansever ilan edildiği bir ülke olmasın yoksa?
-
TEKEL İŞÇİLERİ
Eline yüreğine ve aydınlık bilincine sağlık sevgili TANIA HAYDE. Adana TEKEL fabrikalarında işi ekmeği ve çocuklarının geleceği için direnen emekçilere gösterdiğin duyarlılık için seni bir kez daha yürekten kutluyorum.
-
Satılan ÜLKEMİN ve HALKIMIN geleceğidir
özelleştirmeye, talana, vurguna, peşkeşe, sömürüye, yolsuzluğa, usülsüzlüğe, hırsızlığa HAYIR.
-
SOSYAL DEVLET VE KAMU HİZMETLERİ:
E. SOSYAL DEVLET Bir toplumdaki bireylere tanınan sınırsız özgürlükler ve bu arada devletin organlarına tanınan sınırsız yetkiler ve bu organlarca hukuk kuralları gözetilmeksizin yapılan uygulamalar ekonomik ve sosyal yönden güçlü olanların güçsüz olanlara yaşama hakkı tanımaması onları ezmesi ve sömürmesi ve dolayısıyla gelir dağılımında dengesizliğin ortaya çıkması sonucunu doğurur. Bir toplumdaki birey ve gruplar arasındaki menfaat çatışmalarını dengelemek devletin en asli görevlerinden birisidir. İşte sosyal devlet kişileri faaliyetlerinde kural olarak özgür bırakan, fakat geniş tabanlı ve efektif bir özgürlük için düzenleme ve uygulamalar yapan devlettir. 1961 Anayasasının gerekçesinde sosyal devlet “fertlere yalnız klasik hürriyetleri sağlamakla yetinmeyip aynı zamanda onların insan gibi yaşamaları için zaruri olan maddi ihtiyaçlarının karşılanmasını kendisine vazife edinen devlettir” şeklinde tanımlanmıştır. Anayasa Mahkemesinin 18.2.1985 gün ve E.84/9, K.85/4 sayılı kararında sosyal hukuk devleti açıklanmıştır. Buna göre: “Sosyal hukuk devleti, insan hak ve hürriyetlerine saygı gösteren, ferdin huzur ve refahını gerçekleştiren ve teminat altına alan, kişi ile toplum arasında denge kuran, emek ve sermaye ilişkilerini dengeli olarak düzenleyen, özel teşebbüsün güvenlik ve kararlılık içinde çalışmasını sağlayan, çalışanların insanca yaşamasını ve çalışma hayatının kararlılık içinde gelişmesi için sosyal, iktisadi ve mali tedbirler alarak çalışanları koruyan, işsizliği önleyici ve milli gelirin adalete uygun bir biçimde dağılmasını sağlayıcı tedbirleri alan, adaletli bir hukuk düzeni kuran ve bunu devam ettirmeye kendini yükümlü sayan, hukuka bağlı, kararlılık içinde ve gerçekçi bir özgürlük rejimi uygulayan devlettir.” Sosyal hukuk devletinden beklenen hususlar bu kararda çok açık bir şekilde özetlenmiştir. Sosyal devlet “sosyal güvenlik” ve “sosyal eşitlik” ilkelerine dayanır. Sosyal güvenlik bireylerin varolma yani ayakta kalabilme şartlarının eksikliği veya ortadan kalkması sonuçlarını doğurabilecek kriz durumlarında (fakirlik, hastalık, işsizlik) devreye girecek kurumların (sosyal sigorta, sosyal yardımlar gibi) oluşturulması ve desteklenmesidir. Sosyal eşitlik ise eşitlik türlerinden birisi olarak aşağıda incelenecektir. Ancak hemen belirtelim ki, kendisini sosyal devlet olarak ilan eden her devletin bu nitelikte olduğu söylenemez, sosyal devlet olma niteliği bir devletin “sosyal” adına somut olarak ne gibi düzenleme ve uygulamalar yaptığına, politik olarak nelere öncelik verdiğine bağlıdır. Unutmamak gerekir ki Doğu Avrupa’daki sosyalist sistemlerin yürümemesinin sebeplerinden birisi de ideoloji ile gerçeklik arasındaki açık çelişki, kağıt üzerinde tanınan temel haklardır. 1974 Tarihli Doğu Alman Anayasası 19.maddesi 3.fıkrasına göre “Her vatandaş sömürü, ezilme ve ekonomik bağımlılıktan uzak bir şekilde eşit hakka ve yeteneklerini tamamiyle geliştirme, gücünü toplum yararına kendi özgür iradesine göre ve sosyalist toplum içindeki şahsi ihtiyaçlarına göre arttırma imkanına sahiptir. Kişi özgürlüğünü ve onurunu bu şekilde gerçekleştirir. Vatandaşlar arasındaki ilişkilerde karşılıklı saygı, yardım ve sosyalist ahlak kuralları esastır.” Kamu Hizmeti; devlet ya da diğer kamu tüzel kişileri tarafından ya da bunların gözetim ve denetimleri altında, genel ve ortak gereksinmeleri karşılamak, kamu yararı ya da çıkarını sağlamak için yapılan ve topluma sunulmuş bulunan sürekli ve düzenli etkinlikler dizisi olarak tanımlanır. Toplumsal yaşamın zorunlu gereksinmelerini karşılayan hizmetler, nitelikleri gereği kamu hizmeti olarak kabul edilir. Düzenlilik, süreklilik, kar amacı gütmeme kamu hizmetinin en önemli öğelerini oluşturur. Çünkü bu unsurların yokluğu ya da aksaması toplum yaşamını altüst edebilir. Kamu hizmeti tanımına giren hizmetler; eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, ulusal ve yerel savunma, belediye hizmetleri, demiryolu hizmetleri, elektrik, su, gaz, yol, baraj, liman, kanalizasyon, haberleşme, altyapı vb. hizmetlerdir. Bu alanlardaki faaliyet kural olarak devlet tarafından yerine getirilir. Ancak devlet tarafından, özel girişimcilerin de kamu hizmeti alanını bozmadan devreye sokulması da yaygın olarak görülen bir uygulamadır. Bugün kamu hizmetlerinin, içeriği ve niteliklerini bir kenara bırakılarak piyasaya terk edilmesi, özelleştirilmesi, başka bir ifade ile kamu alanının daraltılması, günümüz kapitalizminin öncelikli hedefi durumundadır. Piyasaya terk edilmesi öngörülen alanların toplumun tüm kesimlerini, özellikle emekçi ve yoksul halk kesimlerini etkileyecek alanlar olması (örneğin eğitim, sağlık gibi) konunun önemini daha da arttırmaktadır. Çünkü piyasa için önemli olan talebin yüksek olmasıdır. Kamu hizmetleri nitelikleri gereği, kendiliğinden yüksek bir talep potansiyeli taşır. Yüksek talep ise ister istemez, şirketlerin, ulusal/uluslararası tekellerin iştahını kabartan, onları bu alanlara yönlendiren temel faktördür.
-
DEVLETİN KÜÇÜLTÜLMESİ NE DEMEKTİR ?
Kamunun yeniden yapılandırılması süreci, Türkiye'nin dünya kapitalizmine uyumu amacıyla 1979 IMF Stand By düzenlemesi ve 1980 Dünya Bankası "Yapısal Uyum Kredisi" ile başlamıştır. 1980’li yıllarda başlatılan “liberal ekonomiye geçiş” uygulamalarının son ayağını, bugün kamu emekçilerinin gündemini oluşturan “Kamu Yönetimi Reformu” oluşturmaktadır. Uygulanmaya çalışılan bütün düzenlemelerin temelinde, kamunun ve kamu hizmetlerinin ÖZELLEŞTİRİLMESİ, kamusal alanın bütünüyle “piyasa ilişkileri”ne terk edilmesi vardır. Kamuya ait işletmelerin özelleştirilmesiyle başlayan süreç, bugün eğitim, sağlık gibi temel kamu hizmetlerinin “piyasa”ya açılması, dolayısıyla özelleştirilmesi sürecini gündeme getirmiştir. ‘Reform’un amacı, kamu emekçilerin ekonomik-sosyal haklarını tasfiye ederek yerine, sermaye sınıflarının “doğrudan” yönetiminde, yeni bir devlet yapılanması gerçekleştirmektir. Yapılmak istenen değişikliklerin temelinde, son yıllarda sık sık yaşanan krizleri aşmanın çaresi olarak gösterilen “kapitalizmin yeniden yapılanması” ihtiyacı bulunmaktadır. Yeniden yapılanma süreci, sadece teknik-yönetsel gerekliliklerden kaynaklanmamaktadır. Kapitalist sistem için sözü edilen ve kaçınılmaz olarak değerlendirilen dönüşüm, en kısa biçimde ifade etmek gerekirse, sistemin 1970’lerde başlayan ve halen devam eden evrensel krizine karşı oluşturulan bir “manevra” olarak değerlendirilebilir. Kapitalist sistemi içinde bulunduğu krizden kurtarma amacı taşıyan ve kaçınılmaz olduğu savunulan tüm bu tartışmaların siyasal boyutu ise konunun bir başka yönünü oluşturur. Yeni sağ olarak adlandırılan ve kaynaklarını neo-liberalizmden alan “yeniden yapılanma” kavramı bu anlamda sadece dönüşüm sürecini ifade eden bir kavram değil, aynı zamanda siyasal bir yaklaşım, kapitalizme özgü bir ideoloji olarak karşımıza çıkmaktadır. Nitekim, başta IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü (WTO) olmak üzere, çeşitli uluslararası emperyalist kuruluşlar, adeta zorunlu bir çerçevede sistemlerin yeniden yapılanmasına dünya çapında geçerlik kazandırmanın araçları konumundadır.
-
Haberin var mı ? - Eğer Karşı çıkmazsak !
AKP İKTİDARI VE UYGULAMAYA ÇALIŞTIĞI SAĞLIK POLİTİKALARI. 2002 Kasım ayında yapılan seçimle Türkiye'de, yönetime AKP iktidarı getirildi. AKP Hükümeti, uluslararası sermayenın tefeci kuruluşı IMF direktif, emir ve talimatları ile, kamusal alanda çok hızlı bir tasfiye operasyona başladı. Bu tasfiye ve özelleştirme operasyonu KAMU YÖNETİMİ TEMEL KANUN TASARISI ve bu tasarıya bağlı KAMU PERSONEL REFORMU, GELİR İDARESİNİN YENİDEN YAPILANDIRLMASI ve en nihayeti de sağlık ve sosyal güvenlik alanında ki tasfiye planı olan GENEL SAĞLIK SİGORTASI KANUN TASARISI. Bu tasarı ile sağlık, en temel insani bir hak olmaktan çıkarılıp, daha fazla para verene satılacak bir mal-meta olarak piyasaya sürülecektir. Her yıl halktan toplanan vergi harç vs. ile oluşturulan bütçeden, sosyal devletin asli görevlerinden olan ve halkına sağlamakla yükümlü temel hizmetler için ayrılan kaynağın, nerelere nasıl aktarıldığı, halka neden nitelikli ucuz ve ulaşılabilir bir hizmet olarak dönmediği de ayrı bir muammadır. Zira bizlerin vergileri ile oluşturulan bütçeden,sağlığa ayrılan kamusal paranın, hizmeti üretmeye yönelik olmadığı, verilen daha doğrusu verilmeyip halktan esirgenen hizmete değil,özel şirketlerin kasalarına aktarıldığı su götürmez bir gerçektir. Şimdi de bu konuda uzman akademik görüşlere bir göz atalım. Tüm bu veriler ve yaşanan gerçekler üzerinden konuyu yeniden ele almak ve bir kez daha düşünmek gerekir. AKP İKTİDARI VE SAĞLIKDA ÜÇ YILI: 2002 yılında sağlık alanına akıtılan toplam para miktarı, 11 milyar dolardı. 2004 yılında, bu miktar, 19 milyar dolara yükseldi. Toplam sağlık harcamalarının, ulusal gelir içindeki payı, 2002-2004 yılları arasında yüzde 5.6’dan 6.3’e yükseldi (DPT, 2005). Sağlık alanına ciddi bir para akışı var. Ama, burada önemli olan, kamunun payındaki değişim. Bakıyoruz, kamu sağlık harcamaları, aynı sürede, 8.7 milyar dolardan, 16.3 milyar dolara çıkmış (DPT, 2005). Neredeyse, iki misli bir artış! 1980 yılına kıyasla ise, 6.5 kat fazla bir para. Bu anlamda, AKP Hükümeti’nin diğer hükümetlere kıyasla daha fazla bir para ayırdığı söylenebilir. Hizmet üretmeye yönelik harcamanın anlamı, kamu sağlık yatırımlarının artması gereğidir. Özellikle, Sağlık Bakanlığı’nın yatırımlarının artması beklenir. Bakalım: 2000’de yüzde 6.6 olan Sağlık Bakanlığı yatırımlarının, Sağlık Bakanlığı bütçesi içindeki payı 2001’de yüzde 3.2, 2002’de 3.6, 2003’te yüzde 4.1 ve 2004’te yüzde 5.6 olmuştur. Yani hemen hiç sağlık yatırımı yapılmadı demek, abartma olmaz. Üstelik gerçekleşen rakamlar, bu bütçe ödeneklerinin de altındadır. Örneğin, 2004’te yüzde 5.6 olarak görülen yatırım rakamının, sadece 2/3’ü gerçekleştirilmiştir (DPT, 2005). Kamu sosyal güvenlik kurumlarının kaynaklarını zorlayarak ve SSK’ya el koyarak, kamu sağlık harcamalarını, o tarihe kadar görülmeyen bir oranda artıran AKP Hükümeti, bu parayı yatırıma yönlendirmeyerek, kamusal sağlık hizmetlerini geliştirmeyen, aksine çökertmeyi sürdüren bir tercihte bulunmuştur. Burada oluş(turul)an boşluğu, hizmet (ve mal) satın alma ile doldurma tercihi , AKP’nin kamudan özele inanılmaz boyutta bir kaynak aktarmanın yolu olmuştur. Bu kaynak aktarma “operasyonu”nun önündeki görüntü, “performans” ve “her sağlık kurumunun, daha çok hasta bakması” zorlaması ile şişirilmiş bir poliklinik hizmeti patlamasıdır. Ancak, zorlama ve hesapsızlık, AKP Hükümeti’ni, iflas noktasına getirmiştir. Ya, bizzat zorladığı sosyal güvenlik kurumlarının iflasını tercih edecekti, ya da zaten şimdiden vazgeçtiği kamu sağlık hizmetlerini üreten sağlık kurumlarının çöküşünün hızlanmasını. İkincisini seçti, AKP. Giderek, hizmet üretmekte -bırakın performans dağıtmayı- hatta, ücret ödemekte zorlanmakla karşı karşıya bıraktığı kamu sağlık kurumları yerine, özel sağlık kurumlarından hizmet satın almayla bir süre daha idare edeceğini düşünüyorlardır. Önümüzdeki dönem, vatandaş açısından, kısmen hoşnut olduğu yalancı bir dönemin bitişi, suni olarak şişirilmiş sağlık pazarının maliyetini daha fazla üstlenmesi şeklinde yaşanacaktır. Sosyal güvenlik kurumları, her ne kadar şimdilik paralarını kurtarmış görünse de, artık kamu sağlık kurumlarından hizmet alan üyelerinin şikayetleri ile daha fazla bunalacaklardır. Sağlık çalışanları ise, kaynağını yeterince sorgulamadan ellerine geçen “tatlı paraları”, hoş -olmayan- bir anı olarak yad edecekleri, verecekleri hizmetin niteliğinin giderek kötüleşeceği bir sürece girmektedirler. Bu, tüm uyarıları göz ardı ederek, kendisinden önceki hükümetlerin bir türlü cesaret edemeyip de, ağır ağır yaptığı “karşı-reformlar”ı hesapsızca/pervasızca uygulayan AKP Hükümeti’nin sağlık politikasının iflasıdır! ATA SOYER Dokuz Eylül Üniversitesi, Halk Sağlığı Öğretim Üyesi
-
TÜRKİYEDE KAMU SEKTÖRÜ VE İSTİHDAM:
ÜLKEMİZDE KAMUNUN TESFİYE SÜRECİ VE KAMUDA İSTİHDAM: Kamunun ve ona bağlı olarak gerçekleştirilen kamu hizmetlerinin yeniden yapılanması gerektiğinin savunucuları; dünyanın içinde yaşadığı küreselleşme sürecinin, büyük toplumsal ve politik dönüşümlerin, teknolojik gelişmeler ve benzeri olguların dünyanın her yerinde kamu hizmetlerinin niteliğinin yeniden değerlendirilmesine yol açtığı yorumları yapmaktadır. Bu amaçla 1990’lı yıllarda gündeme getirilen ve imzaya açılan GATS (Hizmet Ticareti Genel Anlaşması) yeniden yapılanmanın başka bir boyutunu, kamu hizmeti boyutunu gündeme getirmiştir. Bu anlaşmaya göre her şeyin “serbest dolaşıma” tabi olduğu bir dünyada “kamu hizmeti” de serbestleşmeli, piyasaya açılmalıdır. Bu tür bir yapılanma, ulusal ekonomilerin uluslararası ticaretten pay alabilmesi, “rekabetçi” bir nitelik kazanabilmesi için zorunludur. Kapitalist sistem, sermaye birikiminin önündeki tüm engelleri aşmak, kâr alanlarını daha da genişletmek için kendi çıkarları doğrultusunda yeniden yapılanmak için çok önemli çabalar sarf etmektedir. Reform adı altında gerçekleştirilmek istenenler, kamu emekçileri açısından bir yeniden düzenlemenin ötesinde tam da bir yıkımı içermektedir. Kamuda çalışma ilişkilerinde kuralsızlaştırma ve emeğin aşırı sömürülmesini öngören düzenlemelerin önümüzdeki Ekim-Kasım aylarında sonuçlandırılması hedeflenmektedir. TÜRKİYE KAMU SEKTÖRÜNDE ÇALIŞAN SAYISI VE DİĞER ÜLKELER İLE KIYASLANMASI KONUSUNDA RAKAMSAL GERÇEKLER Kamu yönetimi, 1980’li yıllarda başlayan dünya kapitalizmine açılma ve uyum sürecinde hep “sırttaki kambur” olarak nitelenmiştir. “Serbest piyasa” yeniden keşfedilmiş, insanların neredeyse tüm yaşamları “piyasalar”ın etrafında şekillendirilmeye çalışılmıştır. Dünya çapında yaşanan krizler ve bu krizlerle birlikte derinleşen kapitalizmin krizi, kısmen piyasa ilişkileri dışında yer alan ve büyük ölçüde sosyalizmin etkisiyle oluşturulmuş olan “sosyal devlet” anlayışının yeniden sorgulanmasını gündeme getirmiştir. Neo-liberal ideoloji etrafında yürütülen tartışmalar sonucunda sosyal devlet uygulamalarının “piyasaların” işleyişini aksattığı, dolayısıyla kapitalizmin temel yasası olan “rekabeti” olumsuz etkilediği sonucuna varılmıştır. Yine bu tartışmaların bir sonucu olarak gelişmiş kapitalist ülkelerden başlayarak tüm dünya çapında eş zamanlı olarak kamunun ve kamu hizmetlerinin yeniden tanımlanmasını gündeme getirilmiştir. OECD’nin 2000 yılında yaptığı bir araştırma ülkelerin merkezi idare, eyaletler ve yerel yönetimlerde bulunan memur sayılarına ilişkin istatistikleri, Türkiye’deki memur sayısının diğer ülkelerden fazla olmadığını göstermektedir. OECD verilerine göre, Finlandiya’da her 10, Kanada’da her 12, ABD ve İrlanda’da her 14, Almanya ve Hollanda’da her 19, İspanya ve İtalya’da her 25 kişiden biri memur statüsündedir. Türkiye’de ise her 30 kişiden ancak 1’i memur olarak çalışmaktadır. 2000 yılı itibariyle nüfusu 275 milyon 562 bin 673 olan ABD’de merkezi idarede 2 milyon 777 bin, eyaletlerde 4 milyon 746 bin, belediyeler ve diğer yerel kuruluşlarda da 13 milyon 49 bin olmak üzere toplam 20 milyon 572 bin memur istihdam edilmektedir. 84 milyon nüfusu olan Almanya’da da memur sayısı 4 milyon 364 bini aşıyor. Her iki ülkede de memurların nüfusa oranı, Türkiye’nin oldukça üzerinde seyrediyor. OECD’nin 2000 rakamlarına göre ABD’de yüzde 14, Fransa’da yüzde 24.8 olan memurların toplam nüfus içindeki oranı 2000 yılında Türkiye’de yüzde 3.34 iken, 84 milyon nüfuslu Almanya’da 4.4, 60 milyon nüfuslu Fransa’da 4.8 milyon civarında memur çalışmaktadır.