Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

SeDatsan

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    251
  • Katılım

  • Son Ziyaret

SeDatsan tarafından postalanan herşey

  1. Sayın Ulyanov Bahsettiğiniz BELGESELİ nasıl ve nereden edinip seyredeceğimizi de söylerseniz seviniriz.
  2. DEVRİM KARŞITLIĞI VE EMEK DÜŞMANLIĞI PROPAGANDASI Sınıflı toplumlarda, egemen sınıfın en temel görevi, mevcut toplumsal yapının “değişmeyeceği”, “değiştirilemeyeceği” fikrini yaymaktır. Köleci toplumda köle sahipleri, feodal toplumda büyük toprak ağaları ve aristokratlar, toplumsal koşulların elverdiği tüm araçlarla bu fikri yaymaya çalıştılar. Düzenlerinin sürmesinin tek yolunun, omuzlarına bindikleri ezilenlerin “Böyle gelmiş böyle gider” demesi olduğunu biliyorlardı. Ama “böyle gitmedi”. Tarihin en kanlı despotları, en vahşi köle tüccarları, sömürülenlerin alınteriyle yaratılmış zevk-ü sefa içinde yaşayan imparatorları, devrilip gittiler. Kapitalistler de, “atalarının” yaptığını yapmaya devam ediyor: Burjuvazi, elindeki devasa propaganda imkanlarıyla, televizyonları ve radyoları ve gazeteleriyle, devraldığı onbin yıllık aynı mesajı veriyor işçilere ve emekçilere: Değişmez, boşuna uğraşma! Devrimciler, “değiştirme yeteneği” olan işçi sınıfı ve emekçiler arasındaki günlük faaliyetleri içinde, bu mesajın yankılarıyla sık sık karşılaşırlar. Dünyanın her köşesinde, her gün okullarda, işyerlerinde veya yoksul evlerinde yapılan binlerce, onbinlerce sohbette söz, zaman zaman “insan doğası”na gelir. Nedir insan doğası? Egemenlere bakarsanız o “sabit”tir, tarihin başından sonuna dek aynı kalmıştır, öyle kalacaktır. Savaşmak, insanın doğasında vardır mesela; sömürünün kaynağı olarak gösterilen hırs ve bencillik de öyle. Irkçılık, eski çağlardan beri hiç değişmez, hep olacaktır. Kadınlar ezilir ve ezilecektir, çünkü kaderleri budur! Egemen sınıflar, hiçbir şeyin değişmeyeceği mesajını yerleştirmek için bugünlerde en çok medyayı ve bilimi kullanmaktalar. Sırf bu amaca hizmet eden, “genetik determinizm” diye bir “bilimsel” akım dahi var! Onlara göre herşey genlerimizde kodlanmıştır ve genler, “kaderimize” hükmeder. Amerikan Time dergisinin bir kapağında, “Neyi Neden Yapıyoruz?” denilmiş mesela. Dergi, genlerin “kiliseye, şirketlere ve ulusa bağlılığı” açıkladığını ileri sürüyor. Bir başka sermaye dergisi olan Business Week, “Serbest Piyasanın Genetik Savunusu” diye bir kapak çıkarmış. Aynen şöyle deniliyor: “Ekonominin itici gücü kişisel çıkardır, çünkü bu, her bireyin genlerine kazınmıştır... Sosyobiyolojiye göre bireyler, sosyalist toplumlara tıkıştırılırsa devasa bir verimlilik kaybı yaşanır... Biyoekonomistler ise, bireyleri, genlerinde kodlanmış olandan daha az rekabetçi ve daha az bencil olmaya zorlayan devlet programlarının başarısızlığa mahkûm olduğunu söyler.” Playboy dergisi de, bir sayısında “erkeklerin kadınlarını aldatmasının” genlere bağlı olduğunu anlatmış uzun uzun! (International Socialist Review, Temmuz 2002) Bilim kisvesine bürünmüş bu gerici, kaderci fikirlerde gerçek aramayın, bulamazsınız. Gerçek, insanoğlunun bir milyon yıldır bu dünyada yürümekte olduğudur. Ve mesela savaş, son 10 bin yıla ait bir olgudur. Yani okyanusun içinde bir damla! Antropolog R. Brian Ferguson şöyle diyor: “Savaş, ancak belli tarihsel gelişmelerin sonucu olarak insan toplumunun bir özelliği haline gelmiştir: Kalıcı yerleşimlerin kurulması, servet birikimi ve kendi çıkarlarına, kendi düşmanlıklarına sahip bir elit kesimin, bir sosyal hiyerarşinin ortaya çıkması.” Bir milyon yıllık tarihimizden, on bin yılı çıkarın. Geriye, savaşsız geçen 990 bin yıl kalır. Bu durumda, savaşın “insanın doğası” olduğunu söylemek mümkün müdür? Sorunu, işçi sınıfının ve değişimin ideolojisi olan Marksizm çözer: İnsanların düşünce ve davranışları, yaşamakta oldukları sosyal ve tarihsel koşullara bağlıdır. İnsan, nasıl yaşarsa öyle düşünür. Mayıs 2002’de yitirdiğimiz, halkın bilimcisi Stephen Jay Gould, şöyle diyor: “İnsan beyninin olağanüstü esnekliğinin saldırgan veya barışçıl, egemen veya boyun eğen, bencil veya cömert olmamıza izin verdiğini biliyorken, neden saldırganlık veya bencillikle ilgili belli genlerin önemi olsun ki? Şiddet, cinsiyetçilik ve genel olarak ‘kötülük’ biyolojiktir, evet, çünkü olası davranışlar yelpazesinin bir altkümesini oluşturmaktadırlar. Ama barışçıllık, eşitlik ve nezaket de en az onlar kadar biyolojiktir: Eğer bunların filizlenmesine olanak tanıyan toplumsal yapılar yaratabilirsek, bunların etkisinin arttığını göreceğiz.” “İyilik” ve “kötülüğe” dair bu saptama, aslında ezilenlerin bilincinde çoktan yer etmiştir; binlerce yıl öncesinden günümüze dek devrimcilerin, başkaldıranların, direnenlerin, Spartaküslerin, Bedreddinlerin, Kawaların, Denizlerin ve Metinlerin bugün bile işçilerin-emekçilerin, devrimcilerin, aydın insanların ve emekçi halkımızın kolektif bilincinde capcanlı olmalarının sebebi, tam da budur. Onbin yıldır, fesadı bitirmek için yürüyoruz. Attığımız her adım, insanın insan olma savaşımında kazandığı yeni bir zaferdir. Öyleyse, yürüyelim...
  3. 2005 YILI TAHMİNİ TÜRKİYE EKONOMİSİ 2006 yılı dünyada önemli değişikliklere gebedir. Bunun nedeni ne dışarıda sadece Bush’tur, ne de içeride tek başına AKP iktidarıdır. Toplumsal çözümlemelerde, insanların ya da örgütlerin toplumların içsel dinamikleri ve dış faktörlerin etkileri üzerinde yükseldiği kabul edilir. Aksi halde, toplumsal değişim kurallarının bilimsel analizi yapılamazdı. 2006 yılının ne tür olaylara gebe olduğu da, siyasetçilerin ve örgütlerin dışında analiz edilmesi gereken bir olgudur. Böyle bir analizde, açıktır ki, bir dünya sistemine dönüşmüş olan kapitalizmin krizleri ve devinim koşulları odağa koyulmalıdır. Dünya kapitalizmi, sermayenin teknolojik boyutu yükseldikçe, çevrede yoksulluğu derinleştiren birikim krizine sürüklenmektedir. Küreselleşme adı verilen politik akım, dünya sermayesinin krizini aşma çabasından başka bir şey değildir. Aynı şekilde, teoride arz-yanlı iktisat olarak bilinen akım da sermaye krizinin aşılma politikalarının teorik esasını oluşturmaktadır. Kriz yaşayan sermaye önce emekçilere saldırarak, işsizliğe neden olurken, ücretler üzerinde de baskı oluşturur. Bir zamanlar bizden ve diğer ülkelerden göçmen emek alan Almanya’da ve Avrupa’da yüzde 10 düzeyine varan işsizliğin yaşanıyor olması olgunlaşan sermayenin emekçiler üzerinde oluşturduğu baskının doğal sonucudur. Sıkışan sermaye ikinci aşamada ise devlete saldırarak, sermaye üzerindeki vergi yükünün hafifletilmesini ve kamu kesimi alanının daraltılmasını ve kamu hizmetlerinin geriletilmesini talep eder. Bununla yetinmeyen sermaye, üçüncü ve nihaî aşamada da diğer ekonomilere saldırır. İşte küreselleşme, krizdeki sermayenin çevre ekonomilere giriştiği saldırının ekonomik görüntüsüdür. Sermayenin sıkışıklığı sürdüğü sürece bu manevralar da çevre ekonomileri sıkıştıracak biçimde çeşitli görüntülerle devam edecektir. Askerî nedenler bir yana, ABD’nin Ortadoğu projesi kuşkusuz sürdürülecek ve sıradaki devletler, örneğin Suriye veya İran 2006 yılında hedefe giriyor olabilir. ABD, başlattığı programı geriletemez, hatta durduramaz da! Zira, ABD’nin atabileceği her geri adımda, ABD’ye karşı AB alan kazanır, buna ABD izin veremez. İçerideki gelişmelerin ışığında 2006 yılını tahmin ettiğimizde, yüzeysel ekonomik gelişme görüntülerine rağmen, sosyal huzursuzluğun, hatta çöküşün yaşandığı da ortadadır. En ciddî TV kanallarında dahî günlük haber bültenlerinde hırsızlık, kaçakçılık ve yolsuzluk haberlerinin bültenin büyük bir bölümünü kaplamaya başlaması, derinleşen sosyal çöküş ve yozlaşmanın çok ciddî bir habercisidir. Öyle anlaşılıyor ki, beş yıl boyunca uygulanmış olan IMF politikaları, fiyatlar genel düzeydeki artışları, yâni enflâsyonu baskılamıştır. Ancak, enflâsyon konusunda görülen bu yalancı başarının arkasında büyüyen işsizlik, çöken sektörler, iflâs eden işletmeler bulunmaktadır. Yâni, ekonomiyi bir dertten kurtarmanın bedeli, reel alanda çok daha büyük yük altına sokmak olmuştur. Kaldı ki, pamuk ipliğine bağlı olarak baskılanmış olan enflâsyonun yükselişe geçmesinden o denli korkuluyor ki, önümüzdeki dönemlerin ekonomik büyüme hedefleri düşük olarak saptanmıştır, ücret ve maaşlar büyük bir baskı altında tutulmaktadır, kamu harcamalarında hemen hiçbir yeni artışa gidilmemektedir. 2005 yılında artık netleşerek ortaya çıkmış olan ekonomik ve sosyal sonuçlara bakarak, IMF politikalarının gerçek yüzünü ve kimliğini ortaya koyabiliriz. IMF, alacakların tahsilini, kamu iktisadî teşebbüslerin satılması, devletin gördüğü kamu hizmetlerinin çökertilmesi ve emeğin baskılanması ile sağlanacak kaynaklarla gerçekleştirmeye çalışmıştır. Bu vahşi yol o denli ekonomiyi sıkıştırmaktadır ki, altyapı yatırımları durma noktasına gelmiş, eğitim hizmetleri geriletilmiş, kamu hastaneleri çöküş halindedir. Bu durumda IMF’nin gerçek amacı açıkça görülmektedir. IMF, Türkiye’nin borçlu olmasından yararlanarak, uluslararası kapitalizmin Türkiye’ye biçtiği rolü ülkeye dayatmaya çalışmaktadır. Türkiye’ye biçilen roller arasında güçlü kamu kuruluşlarının yabancı yatırımcılara devredilmesini sağlamak; Türkiye’de üretim kapasitesini çökerterek, ülkeyi büyük merkezlerin pazarı konumuna getirmek; ve doğal kaynaklarını ele geçirmektir. Eğer IMF politikaları ülkeyi güçlü emperyalist merkezlerin baskısı altına sokuyorsa, IMF’ye değil de, bu politikalara sadık bir köle gibi sarılan kendi iktidarlarımıza ve bu iktidarı besleyen ikinci sınıf burjuvaziye bakmamız gerekmez mi! Bu borç batağında hükümetlerin IMF’ye yönelmesinden başka yapacağı bir şey olmadığını savunanlar kesinlikle haklı değildir. Borç konusunda tartışmanın odağında borçlar ve borçların ödenmesi değil, borç yükünün kimin sırtına yüklenmesi gerektiği yer almaktadır. İktidarların sorumluluğu, borçların ödenmesini kabul etmenin ötesinde, borç yükünün toplumdaki dağılımının belirlenmesinde yatmaktadır. İktidarları yönlendirmek ise, başta emekçiler olmak üzere, halkın sorumluluğundadır. Halkın siyasal bilinci yükselmedikçe, bu yükün altından kurtulması söz konusu olamaz! Emekçiler ve halk, siyasal tercihleri ile, siyasal iktidarları değil, kendi kaderlerini belirliyorlar. Halkın uyanık olması zordur, ama halkımız bu zoru başaramaz ise, sonu hazindir! Prof. İzzettin ÖNDER e-posta: [email protected]
  4. Sinemaya gidecek parası olanlar bilirler . Mutasyona uğramış otlar, böcekler, karıncalar, arılar, dünyayı çevreler, önlerine geçeni yakalar ve yok eder. Bu senaryolar sayısız film konusuydu. Canavarlar sinema perdesinden üstünüze fırlar. Garip yaratıklar tepenize kusar. Sinemadan çıkar bir yerlere gider bir şeyler yer içersiniz. Ama yediğiniz yiyeceğin, içtiğiniz içeceğin, bitkinin hangi genleriyle oynanmış, hangi hormonlarla şişirilmiş olduğunu ne bilirsiniz? Ya da soluduğunuz hava mesela! Nedir ciğerlerinize çektiğiniz? Nedir kurşun eriyiği gibi, kentlerin üstünden süzülüp... Gökyüzünden dökülen? Kartal kanatları mı? Leyleğin koca gagası mı? Kırlangıç kuşlarının yuvası mı? Yoksa serçeler mi hasta etti bizi? Hadi bülbülün sesi sarhoş eder adamı da... Bıldırcın yavruları mı zehirledi bedenlerimizi? Kim öldürdü, Çin’de ki, Uzakdoğuda’ki, Van’daki insanları, çocukları... Kuşlar mı zehirledi Manisa’da Trakya’da yeni doğmuş minicik bebeleri? Bilenler, ‘Kuş gribi denilen şey, şu anda dünyada en hızlı mutasyona uğrayan virüstür’ diyor. Ve insanın aklına o korkunç filmler geliyor. Dünya akıl almaz bir hızla kirleniyor. Doğa en gaddar katillerin elinden vuruluyor. Kimyasal başlıklı radyasyonlu kitle imha silahlarına “Akıllı bomba” diyen adamlar var insanlığın karşısında. Akıllı bomba, bir vuruşta beş on bin kişiyi yok eder! Akıllıdır, yaydığı radyasyon insanları kanser eder! Akıllıdır, doğanın içine eder! Vadiler gider, çöller gelir. Denizler kirlidir artık; masmavi sular zehir üretmektedir. Dereler kurumuş, göller çekilmiş...Milyonlarca balık zehirlenip ölmüştür. Bin yıllık ormanlarda ağaçların derisi yüzülmüştür. Mutasyona uğramış bitkiler, börtü böcekler... Ama asit yağmurlarını tepemizden aşağı salanlar... Kimyasal toksitleri üstümüze yağdıranlar... Şimdi karşımıza düşman olarak kuşları dikiyor. Serçeler, leylekler, keklikler... Yarın sıra sincaplara gelecek. Sonra kabahat ormanlarda ve denizlerde aranacak. Balıklar suçlanacak! Ya sonra?.. Bir parça ekmek ve biraz katıkla yaşanılabilir belki de ama... Havasız, susuz, ağaçsız, ormansız, kuşsuz asla! Ey insanlık! Elden gidiyor koca evren, evimiz dünya. “Bombalara akıllı” deyip serçeleri, kuşları, leylekleri, sincapları düşman ilan eden canavarlar var karşımızda!
  5. Demokrasi buysa, kalsın almayalım. Bu olsa olsa oligarşinin burjuva ikiyüzlülüğü olur.
  6. Eline sağlık dostum. Güzel bir yazı, doğru tesbitler yapmışsın.
  7. SeDatsan

    Utanın!

    Sevgili CYRANO bence bu arkadaşın konuya dair herhangi bir şekilde, düşünce ortaya koyduğu yada alternatif görüş sunduğu falan yok. O birileri tarafından kendisine lanse edilen işçi-emekçi sınıf düşmanlığını, anti-sosyalist saplantıyla, sadece sosyalizme ve devrime yönelik, o bildik karalama ve çamur atmayı yapıyor. O yüzden laf anlatacağım diye, karşılıklı düşünce tartışacağım diye kendini fazla yormamanı tavsiye ederim. Çünkü ben öyle yapıyorum artık. Eğer sosyalizme, neden kimlerin-hangi sınıfın ve ülkenin savaş açtığını, neden karşı olduklarını gerçekten anlamak istiyorsa, yukarıda ki yazdıklarımdan birşeylar çıkarması gerekir. Eğer çıkaramıyor ise, bilki ya umutsuz vaka, yada art niyetli.
  8. SeDatsan

    İYİ BAYRAMLAR....

    Barışın, Kardeşliğin, Dostluğun ve Sevginin, Güller ve Karanfiller gibi Yeryüzünü sardığı, Umut dolu yarınlara ve nice MUTLU BAYRAMLARA. Saygı ve Dostlukla. Sedat.
  9. SeDatsan

    Utanın!

    ali0_1 rumuzlu şahıs. Türkiyede halkın SOSYALİZMi benimsemediği gibi bir yargıda bulunuyordun. Al sana bunun nedenlerinden birisi, Amerikan emperyalizminin kendi bekaasını devam ettirmek için işçi-köylü devleti olan, işçi sınıfının iktidarı SOSYALİZMİ içerden ve dışardan yıkmak, çevresinde ki ülkelerde de devrim ihtimalini ortadan kaldırmak için, soğuk savaş dönemi olarak bilinen dönemde , ülkemizde yürüttüğü gizli ve derin kirli işler. Can DÜNDAR imzalı Milliyet gazetesinden bir makale. Eski bir ÖZEL HARPÇI nın kitabından kaynak alınarak yazılmış gerçekler. Gözlerini iyice aç ve zihnini algılama moduna getir. Bu yazıdan sonra artık öyle saçma sapan sorular sormamanı dilerim. Mutlu kal. ali0_1 KONTRAGERİLLA GERÇEĞİ Özel Harp'çinin tırmanış öyküsü Emekli Org. Kemal Yamak'ın anılarıyla kontrgerilla tartışması yeniden açıldı. "Yamak'ın sağ kolu" Yirmibeşoğlu'nun biyografisi tartışmalara ışık tutuyor Bugün gizli bir örgütün ve onun eski başkanının portresini çizeceğim. Örgütün adı: Özel Harp Dairesi... "Daire", Kemal Yamak'ın ilkin Hürriyet'te özetlenen anılarıyla (Doğan K., 2006) gündeme geldi. Ardından "Yamak'ın sağ kolu" olduğu söylenen emekli Org. Sabri Yirmibeşoğlu da tartışmaya katılarak "Özel Harp'te çalışanlarla iftihar ettiklerini" açıkladı. Madem açıldı, gelin Yirmibeşoğlu'nun peşine takılıp bu tarih labirentinin koridorlarında biraz dolaşalım. "Garip bir üsteğmen" Yirmibeşoğlu göz kamaştıran bir kariyere sahip... 50'lerin başında Çankırı Gerilla Okulu'nda, "Turancılık davası"ndan beraat ettikten sonra gönderildiği ABD'den yeni dönen "gerilla öğretmeni" Yüzbaşı Alparslan Türkeş'in "çok sevdiği öğrencisi" oldu. 1955'te 6-7 Eylül olayları sırasında Özel Harp Dairesi'nin atası sayılan Seferberlik Tetkik Kurulu'nda görevliydi. Gazeteci Fatih Güllapoğlu'na ("Tanksız Topsuz Harekat", Tekin Y., 1991) söylediği şu sözler hiç unutulmadı: "6-7 Eylül de bir Özel Harp işidir. Muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı." Yirmibeşoğlu bir başka görüşmede (Aksiyon, 31.03.2001) "Ben orada garip bir üsteğmendim" derken, sözlerini şöyle "düzeltti": "Savaşta, düşmanın işgal ettiği bölgelerde bazı olaylar yaratılır ve düşman yaratmış gibi gösterilir. (...) Halkı düşmana karşı galeyana getirmek(tir amaç)... Belki Güneydoğu'da da oluyor bunlar, yanlış olarak..." Gladyo'nun anavatanında NATO'nun CIA desteğiyle, İtalya'dan başlayarak tüm Avrupa'da komünizme karşı kontrgerilla faaliyeti yürütecek birimleri, yani Gladyo'yu kurduğu Soğuk Savaş yıllarında Yirmibeşoğlu, NATO eğitimi için Napoli'ye gitti. Dönüşte "Türk kontrgerillasının doğum yeri" olarak bilinen Kıbrıs'a tayin oldu. 63 olaylarını orada yaşadı. "Oradaki Türkleri teşkilatlandırdı". 1964'te Belçika'daki NATO karargahında Nükleer Silahlar Şubesi'ndeydi. Herkesin iki yıl görev yaptığı bu gizli birimde beş yıl çalıştı. Dönüşte Özel Harp Dairesi Kurmay Başkanlığı'na atandı. Üç sene sonra da Daire'nin başına geçti. Ecevit'e brifing İşte Başbakan Ecevit Özel Harp Dairesi'nden o aşamada "tesadüfen" haberdar oldu. 1974'te "Daire" için örtülü ödenekten para istenince, daha önce adını bile duymadığı bu resmi kurum hakkında derhal brifing istedi. Başbakanlık konutundaki brifingi veren, Özel Harp Dairesi'nin Başkanı Sabri Yirmibeşoğlu idi. Ecevit o günden sonra Özel Harp'i denetim altına almaya çalışırken Yirmibeşoğlu daha önemli bir göreve, NATO İstihbarat Başkanlığı'na tayin edildi. 1978'e kadar burada kaldı. Dönüşte tümen komutanı olarak Sarıkamış'a atandı. Ecevit'le yolları orada bir kez daha kesişti. "Vatansever arkadaş" 1978'de Ecevit başbakan olarak Sarıkamış'a gittiğinde Tümg. Yirmibeşoğlu Orduevi'nde kendisine ve eşine yemek verdi. Ecevit, Komutan'dan Özel Harp'le ilgili bilgi almaya çalıştı. (B. Ecevit, "Karşı Anılar", DSP, 1991, s. 43) "Daire"ye bağlı sivil örgütte görev alanlardan bazılarının olaylarda yer aldığından kuşkuluydu. Yirmibeşoğlu "Kuşkularınız yersiz" deyince Ecevit şunu sordu: "Farz-ı muhal, buradaki MHP il başkanı, aynı zamanda Özel Harp Dairesi'nin sivil uzantısındaki gizli elemanlardan biri olamaz mı?" Yirmibeşoğlu samimiyetle doğruladı bunu: "Evet, öyledir ama kendisi çok güvenilir, vatansever bir arkadaşımızdır." "Güvenilir gençler" Yamak, kitabında bu anıyı anlatırken "Ecevit, bu teşkilatın içinde kendi partisinden kaç milletvekili bulunduğunu öğrenseydi ne olurdu?" diye soruyor ve bunda şaşılacak bir şey olmadığını ekliyor: "Özel harpçi olarak eğitilenler daha genç yaşlarda bölgesinde güvenilir, saygın, sözü geçen, (...) önder niteliklere sahip oldukları için seçilmişlerdi. Milletvekili oluşları da bu seçimin doğruluğunu göstermiyor mu?" Yirmibeşoğlu tamamlıyor: "Birçok olay olmuş, bu teşkilatın tek bir üyesi bu olaylara karışmış mı?" Peki kimdi MHP'nin Erzurum'daki "güvenilir" il başkanı? CHP'li Süleyman Genç'in "Kuşatılan Devlet Türkiye" kitabında yazdığına göre İpekçi'nin öldürülmesinde ve Ağca'nın cezaevinden kaçırılmasında adı geçen, Musa Serdar Çelebi'nin iş ortağı, "Doğunun Başbuğu" Yılma Durak... Yükseliş sürüyor Devam edelim: 12 Eylül döneminde Yirmibeşoğlu Kara Kuvvetleri Lojistik Başkanı'dır. 1982-83 arası Milli Savunma Bakanlığı'nda Müsteşar Yardımcısı... 1983'te Ankara Sıkıyönetim Komutanı... 1984-86 arası Genelkurmay Harekat Dairesi Başkanı... 1986-88 arası yine Sarıkamış'ta, 2. Ordu Komutanı... 1988-90 arası Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri... "Üruğcu general" Bu yıllarda Özal'la birlikte çalıştı. Özal, Öztorun'un yerine Torumtay'ı getirerek Üruğ'un "2000 planları"nın önünü keserken Yirmibeşoğlu "Üruğcu" olarak tanınıyordu. (Bkz: "Bay Pipo", Soner Yalçın-Doğan Yurdakul, Doğan K., 1999. s. 431) Belki de bu şöhreti, onun tırmanışını durdurdu. 1990'da kadrosuzluktan emekliye sevk edildi. MHP'den teklif 2001'de Aksiyon'da yayınlanan söyleşisinde emekli olduktan sonra askerlere görev verilmemesinden yakındı. "ANAP'tan aldığı bir sinyal dışında siyaset teklifi almadığını" hatırlattı ve şöyle dedi: "Sıkıntıya girmemek için sizden bekliyorlar. Ben 'Gireceğim' der miyim, o derse düşünürüm. Resmen söylemediler ama öyleydi. Sonra MHP'den mesela..." SUİKAST SORUŞTURMASI Özal televizyonun sesini açtı ve komutanın adını sordu Şimdi size eski bir öyküyü hatırlatacağım: 1988 Özal Suikastı... Nasıl Ecevit, kendisine karşı düzenlenen Çiğli suikastının ardında kontrgerillayı aramışsa Özal da kendi suikastçısının ardındaki "örgüt"ü aramıştı. Afyonlu işadamı Kemal Horzum'dan kuşkulanıyordu. Horzum, Emlakbank'ı dolandırmakla suçlanıyordu. Banka bünyesinde Horzum'u soruşturan komisyona, suikast işiyle de ilgilenmelerini söyledi. Komisyon üyeleri hem suikastçı Kartal Demirağ'ın hem Horzum'un memleketi olan Afyon'a gitti. Orada ne bulduklarını komisyon üyesi Uğur Tönük, daha sonra TBMM'de kurulan Horzum Araştırma Komisyonu'na şöyle anlattı: Kartal kontrgerillacı "Afyon Dazkırı'da 1974-77 seneleri arasında Ege'de meydana gelen sol hareketleri önlemek için bir kontrgerilla teşkilatı kurulduğunu, Kartal Demirağ'ın da bu teşkilatın yetişmiş bir elemanı olduğunu tespit ettik." Demirağ özel kamplarda emekli askerlerce eğitilmişti. "Her şeyi vatanımız için yaptık" diyor, MİT'le ilişkisi olduğunu söylüyordu. Komisyon soruşturmayı derinleştirince Özal'ı vuran silahın Demirağ'a Kongre salonunda polisler tarafından verildiği yönünde duyumlar aldı. Afyon'daki teşkilatın üzerine gitmeye karar verdiler. İşte tam o aşamada Tönük, Ortaköy'de bir villaya davet edildi. MİT görevlisi olduklarını sandığı üç görevli kendisine "Bu tahkikatı kesin" dedi. Bir generalin adını verdiler ve "Paşa kararınızı bekliyor" dediler. Tönük soruşturmadan çekildi. Özal'a söylüyor Yargıtay 7. Ceza Dairesi üyeliğinden emekli bir savcı olan Tönük'le daha sonra tanıştım ve suikast soruşturmasının nasıl kesildiğini onun ağzından dinledim. O günlerde başına gelenleri bir tek Turgut Özal'a açıklamıştı. O sahneyi bütün ayrıntılarıyla anlattı: Özal'ın Harbiye Orduevi'ndeki odasında buluşmuşlar, diz dize oturmuşlar. Tönük, kendisini tehdit edenlerin adını verdiği generali açıklayacağı anda Özal odadaki büyük ekran televizyonun uzaktan kumandasına uzanmış ve sesi sonuna kadar açmış. Sonra da Tönük, Paşa'nın ismini Özal'ın kulağına fısıldamış: "Sabri Yirmibeşoğlu!" "Olacak iş mi?" Yirmibeşoğlu o dönem MGK Genel Sekreteri idi. Görev süresi 1 yıl uzatılsa Kara Kuvvetleri Komutanı olabilecek, oradan Genelkurmay Başkanlığı'na tırmanabilecekti. Olmadı. Özal'a adı fısıldandıktan 1 yıl sonra emekliye sevk edildi. Yıllar sonra suikast konusunu soran Aksiyon'a "Hiç ciddiye almadım. Olacak iş değil" dedi. Düşman kim? Acaba kimler engellemişti suikast soruşturmasını? Yılma Durak ya da Kartal Demirağ da Özel Harp'in istihdam edip silahla eğittiği "vatansever gönüllüler" miydi? "Bazı olaylar yaratılır, düşman yaratmış gibi gösterilir" taktiğinin uygulayıcıları mıydı? "Düşman" kimdi? "Düşman"ı ve ona karşı kurulan resmi örgütü ABD bilirken neden Türkiye'nin Meclis'i ve başbakanı bilmiyordu? Bunları sormaya devam edeceğiz. [email protected] 08.01.2006 MİLLİYET
  10. Eline sağlık vakana. Gerekli ve faydalı bir teşhir çalışması olmuş. Kutlarım.
  11. Toplumu kemiren tüm bu gayri insani zihniyet ve saplantılara karşı, "Evrensel insani değerleri" ilke olarak alan, eşitliği, adaleti, özgürlüğü, demokrasiyi ve en önemlisi "yaşama hakkını" savunan, her insanın sahip olması ve sahiplenmesi,talep etmesi ve gerektiğinde uğrunda mücadele etmesi gereken hakları: İNSAN HAKLARI EVRENSEL BEYANNAMESİ: Birleşmiş Milletler Genel Kurulu; İnsanlık topluluğunun bütün bireyleriyle kuruluşlarının bu Beyannameyi her zaman göz önünde tutarak eğitim ve öğretim yoluyla bu hak ve özgürlüklere saygıyı geliştirmeye, giderek artan ulusal ve uluslararası önlemlerle gerek üye devletlerin halkları ve gerekse bu devletlerin yönetimi altındaki ülkeler halkları arasında bu hakların dünyaca etkin olarak tanınmasını ve uygulanmasını sağlamaya çaba göstermeleri amacıyla tüm halklar ve uluslar için ortak ideal ölçüleri belirleyen bu İnsan Hakları Evrensel Beyannamesini ilan eder. Madde 1- Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler, birbirlerine karşı kardeşlik anlayışıyla davranmalıdırlar. Madde 2- Herkes, ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal veya başka bir görüş, ulusal veya sosyal köken, mülkiyet, doğuş veya herhangi başka bir ayrım gözetmeksizin bu Beyanname ile ilan olunan bütün haklardan ve bütün özgürlüklerden yararlanabilir. Ayrıca, ister bağımsız olsun, ister vesayet altında veya özerk olmayan ya da başka bir egemenlik kısıtlamasına bağlı ülke yurttaşı olsun, bir kimse hakkında, uyruğunda bulunduğu devlet veya ülkenin siyasal, hukuksal veya uluslararası statüsü bakımından hiçbir ayrım gözetilmeyecektir. Madde 3- Yaşam, özgürlük ve kişi güvenliği herkesin hakkıdır. Madde 4- Hiç kimse kölelik veya kulluk altında bulundurulamaz, kölelik ve köle ticareti her türlü biçimde yasaktır. Madde 5- Hiç kimseye işkence yapılamaz, zalimce, insanlık dışı veya onur kırıcı davranışlarda bulunulamaz ve ceza verilemez. Madde 6- Herkesin, her nerede olursa olsun, hukuksal kişiliğinin tanınması hakkı vardır. Madde 7- Herkes yasa önünde eşittir ve ayrım gözetilmeksizin yasanın korunmasından eşit olarak yararlanma hakkına sahiptir. Herkesin bu Beyannameye aykırı her türlü ayrım gözetici işleme karşı ve böyle işlemler için yapılacak her türlü kışkırtmaya karşı eşit korunma hakkı vardır. Madde 8- Herkesin anayasa ya da yasayla tanınmış temel haklarını çiğneyen eylemlere karşı yetkili ulusal mahkemeler eliyle etkin bir yargı yoluna başvurma hakkı vardır. Madde 9- Hiç kimse keyfi olarak yakalanamaz, tutuklanamaz ve sürgün edilemez. Madde 10- Herkesin, hak ve yükümlülükleri belirlenirken ve kendisine bir suç yüklenirken, tam bir eşitlikle davasının bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından hakça ve açık olarak görülmesini istemeye hakkı vardır. Madde 11- 1. Kendisine bir suç yüklenen herkes, savunması için gerekli olan tüm güvencelerin tanındığı açık bir yargılama sonunda, yasaya göre suçlu olduğu saptanmadıkça, suçsuz sayılır. 2. Hiç kimse işlendiği sırada ulusal ya da uluslararası hukuka göre bir suç oluşturmayan herhangi bir eylem veya ihmalden dolayı suçlu sayılamaz. Kimseye suçun işlendiği sırada uygulanabilecek olan cezadan daha ağır bir ceza verilemez. Madde 12- Kimsenin özel yaşamına, ailesine konutuna ya da haberleşmesine keyfi olarak karışılamaz, şeref ve itibarına saldırılamaz. Herkesin bu gibi karışma ve saldırılara karşı yasa tarafından korunmaya hakkı vardır. Madde 13- 1. Herkesin bir devletin toprakları üzerinde serbestçe dolaşma ve oturma hakkı vardır. 2. Herkes , kendi ülkesi de dahil olmak üzere, herhangi bir ülkeden ayrılmak ve ülkesine yeniden dönmek hakkına sahiptir. Madde 14- 1. Herkesin zulüm altında başka ülkelere sığınma ve sığınma olanaklarından yararlanma hakkı vardır. 2. Gerçekten siyasal nitelik taşımayan suçlardan veya Birleşmiş Milletlerin amaç ve ülkelerine aykırı eylemlerden doğan kovuşturma durumunda bu haktan yararlanılamaz. Madde 15- 1. Herkesin bir yurttaşlığa hakkı vardır. 2. Hiç kimse keyfi olarak yurttaşlığından veya yurttaşlığını değiştirme hakkından yoksun bırakılamaz. Madde 16- 1. Yetişkin her erkeğin ve kadının , ırk, yurttaşlık veya din bakımlarından herhangi bir kısıtlamaya uğramaksızın evlenme ve aile kurmaya hakkı vardır. Evlilik bakımından, kadın ve erkek evliliğin sürdürülmesinde, bozulmasında eşit haklara sahiptir. 2. Evlenme sözleşmesi, ancak evleneceklerin özgür ve tam iradeleriyle yapılır. 3. Aile, toplumun, doğal ve temel unsurudur, toplum ve devlet tarafından korunur. Madde 17- 1. Herkesin tek başına veya başkalarıyla ortaklaşa mülkiyet hakkı vardır. 2. Hiç kimse keyfi olarak mülkiyetinden yoksun bırakılamaz. Madde 18- Herkesin düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne hakkı vardır. Bu hak, dinini veya inancını değiştirme özgürlüğü ile inancını veya dinini topluca ya da tek başına, açık olarak ya da özel biçimde öğrenim, uygulama, ibadet ve dinsel törenlerle açığa vurma özgürlüğünü içerir. Madde 19- Herkesin düşünce ve anlatım özgürlüğüne hakkı vardır. Bu hak düşüncelerinden dolayı rahatsız edilmemek, ülke sınırları söz konusu olmaksızın, bilgi ve düşünceleri her yoldan araştırmak, elde etmek ve yaymak hakkını gerekli kılar. Madde 20- 1. Herkesin barışçıl şekilde toplanma ve örgütlenme özgürlüğüne hakkı vardır. 2. Hiç kimse bir örgüte girmeye zorlanamaz. Madde 21- 1. Herkes, doğrudan veya serbestçe seçilmiş temsilciler aracılığı ile ülkesinin yönetimine katılma hakkına sahiptir. 2. Herkesin ülkesinin kamu hizmetlerine eşit olarak girme hakkı vardır. 3. Halkın iradesi hükümet otoritesinin temelidir. Bu irade, gizli veya serbestliği sağlayacak benzeri bir yöntemle genel ve eşit oy verme yoluyla yapılacak ve belirli aralıklarla tekrarlanacak dürüst seçimlerle belirlenir. Madde 22- Herkesin, toplumun bir üyesi olarak, sosyal güvenliğe hakkı vardır. Ulusal çabalarla ve uluslararası işbirliği yoluyla ve her devletin örgütlenmesine ve kaynaklarına göre, herkes onur ve kişiliğinin serbestçe gelişim için gerekli olan ekonomik, sosyal ve kültürel haklarının gerçekleştirilmesi hakkına sahiptir. Madde 23- 1. Herkesin çalışma, işini serbestçe seçme, adaletli ve elverişli koşullarda çalışma ve işsizliğe karşı korunma hakkı vardır. 2. Herkesin, herhangi bir ayrım gözetmeksizin, eşit iş için eşit ücrete hakkı vardır. 3. Herkesin kendisi ve ailesi için insan onuruna yaraşır ve gerekirse her türlü sosyal koruma önlemleriyle desteklenmiş bir yaşam sağlayacak adil ve elverişli bir ücrete hakkı vardır. 4. Herkesin çıkarını korumak için sendika kurma veya sendikaya üye olma hakkı vardır. Madde 24- Herkesin dinlenmeye, eğlenmeye, özellikle çalışma süresinin makul ölçüde sınırlandırılmasına ve belirli dönemlerde ücretli izne çıkmaya hakkı vardır. Madde 25- 1. Herkesin kendisinin ve ailesinin sağlık ve refahı için beslenme, giyim, konut ve tıbbi bakım hakkı vardır. Herkes, işsizlik, hastalık, sakatlık, dulluk, yaşlılık ve kendi iradesi dışındaki koşullardan doğan geçim sıkıntısı durumunda güvenlik hakkına sahiptir. 2. Anaların ve çocukların özel bakım ve yardım görme hakları vardır. Bütün çocuklar, evlilik içi veya evlilik dışı doğmuş olsunlar, aynı sosyal güvenceden yararlanırlar. Madde 26- 1. Herkes eğitim hakkına sahiptir. Eğitim, en azından ilk ve temel eğitim aşamasında parasızdır. İlköğretim zorunludur. Teknik ve mesleksel eğitim herkese açıktır. Yüksek öğretim, yeteneklerine göre herkese tam bir eşitlikle açık olmalıdır. 2. Eğitim insan kişiliğini tam geliştirmeye ve insan haklarıyla temel özgürlüklere saygıyı güçlendirmeye yönelik olmalıdır. Eğitim, bütün uluslar, ırklar ve dinsel topluluklar arasında anlayış, hoşgörü ve dostluğu özendirmeli ve Birleşmiş Milletlerin barışı koruma yolundaki çalışmalarını geliştirmelidir. 3. Çocuklara verilecek eğitimin türünü seçmek, öncelikle ana ve babanın hakkıdır. Madde 27- 1. Herkes toplumun kültürel yaşamına serbestçe katılma, güzel sanatlardan yararlanma, bilimsel gelişmeye katılma ve bundan yararlanma hakkına sahiptir. 2. Herkesin yaratıcısı olduğu bilim, edebiyat ve sanat ürünlerinden doğan maddi ve manevi çıkarlarının korunmasına hakkı vardır. Madde 28- Herkesin bu Beyannamede öngörülen hak ve özgürlüklerin tam olarak gerçekleşeceği bir toplumsal ve uluslararası düzene hakkı vardır. Madde 29- 1. Herkesin, kişiliğinin serbestçe ve tam gelişmesine olanak veren topluma karşı ödevleri vardır. 2. Herkes haklarını kullanırken ve özgürlüklerinden yararlanırken, başkalarının hak ve özgürlüklerinin tanınması ve bunlara saygı gösterilmesinin sağlanması ve demokratik bir toplumda genel ahlak ve kamu düzeniyle genel refahın gereklerinin karşılanması amacıyla yalnız yasayla belirlenmiş sınırlamalara bağlı olur. 3. Bu hak ve özgürlükler hiçbir koşulda Birleşmiş Milletlerin amaç ve ilkelerine aykırı olarak kullanılamaz. Madde 30- Bu Beyannamenin hiçbir kuralı, herhangi bir devlet, topluluk veya kişiye, burada açıklanan hak ve özgürlüklerden herhangi birinin yok edilmesini amaçlayan bir girişimde veya eylemde bulunma hakkını verir biçimde yorumlanamaz.
  12. sevgili alaTurka Konuya gösterdiğin ilgi ve düşünsel katkın için asıl teşekkür etmesi gereken benim. Bu konuda epey bir araştırma yapmıştım. Şu üzerinde çalıştığım bu konuya, yazmakta olduğum kitap projemde de, genişçe ele almaktayım. Saygı ve dostlukla. Sedat.
  13. :excl: DEVASA BİR İLETİŞİM ARACI OLARAK İNTERNET MERHABALAR ) Burada sizlerle paylaşmak istediğim önemli bir konuyu, şuanda bile kullandığımız iletişim aracı olan “İNTERNETİ” ve sağladığı olanakları çeşitli boyutları ile ele alarak tartışmak, fikir alış verişinde bulunmak istiyorum. Ben konuya dair istatistiki bilimsel verilerle birlikte, kendi düşüncemi ve bakış açımı ortaya koyarken sizlerinde, kendinize ait düşüncelerinizi, eleştiri ve yorumlarınızı bizlerle paylaşmanızı bekliyorum. BANA GÖRE İNTERNET; Kimlerin, hangi amaçla, nasıl kullandıklarına yada nasıl kullanmak istediklerine göre şekillenen bir iletişim aracı olarak internet, istendiğinde pek çok alanda milyonlarca bilimsel bilgiye (tıp, biyoloji, fizik, kimya, psikoloji, sosyoloji, antropoloji, tarih, coğrafya, ekonomi-politik, kültür, sanat, edebiyat gibi) yada temaya ulaşabileceğimiz, muhteşem bir araçtır. Benim de öğrenmek, anlamak, tanımak ve paylaşmak ihtiyacı ve amacı ile kullandığım bu muhteşem iletişim aracı, bizler ve bizim gibi insani değerleri ilke edinmiş insanlar sayesinde, insana yakışır şekilde ve daha çok insancıl amaçlar için kullanılmaya yönelmesini diliyorum. TARİHİ GELİŞİM SÜRECİNDE İNTERNET: İNTERNET NEDİR? İnternet, ABD emperyalizminin Sovyetler Birliği'ne karşı yürüttüğü "Soğuk Savaş"ın bir parçası olarak doğdu. Genellikle, internet'in "ön-tarihi"nin 1958 yılında başladığı kabul edilir. ABD Başkanı Eisenhower, bu tarihte, Sovyetler Birliği'nin uzay çalışmalarında Amerika'ya attığı farkı kapatmak amacıyla, Gelişmiş Araştırma Projeleri Ajansı'nı (ARPA) kurdu. ARPA'nın hedefi, ABD'deki tüm bilimsel faaliyetleri militarist ve anti-Sovyet bir niteliğe büründürmekti; ilerleyen yıllarda ARPA, Amerikalı bilimcilerin başlarının üzerinde, bir Demokles Kılıcı gibi sallandırılacaktı. ARPA, bilgisayar teknolojisinin, söz konusu amaç için sunduğu potansiyelin farkına ilk kez 1962'de vardı. Ajansın yöneticisi Dr. Licklider, "birden fazla bilgisayarın aynı ağ içinde etkileşimi"nin, denetim açısından örgüte sunduğu olanakları fark ederek, ajansı üniversitelere açmaya başladı.1 1969 yılında, ABD'nin dört üniversitesi arasında ilk bilgisayar ağı oluşturuldu; bu tarih, internet'in "miladı" olarak kabul edilmektedir. ARPA, aynı tarihten itibaren, tipik bir "halkla ilişkiler" taktiği olarak, üzerindeki "gizlilik" perdesini de kısmen kaldırmaya başladı. Dört yıl sonra, Ajans, Amerikan kamuoyunu "hayran etmeye" yönelik ilk "şov"unu gerçekleştirdi. Bir otelin bodrum katında yapılan gösteriye katılanlar, ülkenin çeşitli bölgelerindeki 23 bilgisayarın birbirine elektronik mektup geçmesini hayretle izlediler. Bu gösteri, muhtemelen, ABD yönetiminin projeye daha fazla para akıtmasını sağlamak için gereken "kamuoyu desteği"ni almayı hedefliyordu. 1979'da, sistemin anahtarı halen ABD ordusunun elindeydi, ama sistemin kendisi, üniversitelerin katılımı nedeniyle yarı-akademik bir kimlik kazanmıştı. Aynı tarihte, internet'in kurucularının hiç akıllarında olmayan bir "sapma" da kaçınılmaz olarak gerçekleşti ve iki Amerikan üniversitesinin mezunları, kendi aralarında iletişimi kolaylaştırmak için bir elektronik haber grubu oluşturdular. "İnternet" sözcüğü ise ilk kez 1982'de kullanıldı. Bundan iki yıl sonra, bilimkurgu yazarı William Gibson'un Neuromancer adlı romanında kullandığı "siberuzay" terimi de hemen tuttu; sistem, henüz "sokaktaki insan" ile buluşmasa da, "haki" görünümünden kurtulmuştu. 1985'te elektronik posta ABD üniversitelerinde, öğrenciler de dahil olmak üzere günlük yaşamın bir parçası olmuştu. ABD yönetimi tarafından yayılan antikomünist histerinin doruğa ulaştığı 1980'li yıllar boyunca internet, esas olarak Amerikan üniversitelerinin ve ordunun "ortak girişimi" olarak varlığını sürdürdü. Reagan'ın "kötülük imparatorluğu" olarak nitelendirdiği Sovyetler Birliği'nin çözülmesine paralel olarak, 1980'lerin sonunda, başta NATO müttefikleri olmak üzere, diğer ülkelerin kullanımına açıldı. 1977 yılında bünyesinde 100 sunucu bilgisayar bulunan sistem, 1992'de 1 milyon sunucuya ulaşmıştı. Yine de kullanıcı kitlesi, halen akademisyenler ve öğrencilerdi. Bu durumu değiştiren ve sistemi çok daha geniş bir kitleye açan, World Wide Web (WWW) oldu. 1993 yılında piyasaya çıkan ilk grafik tabanlı ağ tarayıcısı olan Mosaic ile, internet trafiği % 300.000 (yüzde üç yüz bin) arttı. Bu rekor artışın bir nedeni, Mosaic'in, internet'in kullanılmasını olağanüstü kolay bir hale getirmesiydi2 Mosaic ve onu takip eden grafik tabanlı tarayıcılar öyle egemen bir hale geldi ki, "ftp" gibi eski uygulamaların kullanım alanı giderek daraldı ve "Web" ile "internet", giderek aynı anlama gelmeye başladı. Peki neydi Web? Kısaca, ona, HTML (HyperText Mark-Up Language - Hipermetin İşaretleme Dili) adlı özel bilgisayar dilinde düzenlenmiş belgelere adanmış sunucu (server) bilgisayarların birbirine bağlı olduğu bir sistem diyebiliriz. HTML'ye gömülmüş adreslerin kullanımı, tarayıcı program aracılığıyla, bir bilgi parçasından diğerine kesintisiz gidilmesine olanak tanır, bu bilgi parçaları nerede olursa olsun. Tarayıcı programlar ve onların işlediği özel "protokol"ler, bilgi parçalarının yazı, grafik, ses ve video görüntüleri içermesini sağlayabilir. Bu da, Web'in, kullanımı kolay ve oldukça çekici bir grafik arabirime sahip olması demektir. Bu kullanım kolaylığının sonucu olarak, 1996 yılına gelindiğinde, 10 milyon sunucu bilgisayar, 40 milyon insanı sisteme ve birbirine bağlıyordu. 1998 sonu itibarıyla ise, bu rakamlar 60 ve 200 milyona fırladı. İKİ YÜZLÜ İNTERNET-İNTERNETİN İKİ YÜZÜ Otuz yıllık bir geçmişi olan uluslararası bilişim ağı internet, 20. yüzyıldaki bilimsel-teknolojik ilerlemelerin en önemli unsurlarından biri olmuş durumdadır. İnternet, özellikle son 10 yıl içinde, "baş döndürücü" bir hızla yayılıp gelişerek, insanlığın geleceğinde etkili olabilecek bir noktaya ulaştı. Ancak internet, kapitalizmin ihtiyaçları doğrultusunda üretilmiş ve aynı ihtiyaçlar doğrultusunda geliştirilen bir teknolojik yapı olarak, bu sistemin bütün çelişkilerini, kirliliklerini, yozlaşmışlığını da, bizzat kendi içerisinde- bünyesinde barındırıyor. Sürekli bir değişim ve gelişim içinde olması nedeniyle "toplumsal bir organizma"ya benzetebileceğimiz internet'in doğduğu eller, büyüme aşamasında onu tıpkı buyurgan bir ebeveyn gibi yönlendiriyor, kendisi için çizilen "gelecek"ten sapmaması için gizli-açık yöntemlerle baskı altına alıyorlar. Ancak internet'in, çağımızın tanık olduğu en önemli bilimsel-teknolojik atılımlardan biri olarak, sadece kapitalistlerin değil, tüm insanlığın çıkarına sunulması için çaba sarf edenler de var. 21. yüzyılın başında, çıkarların çatıştığı bir arenaya dönen internet, bu özelliğiyle, sınıflı toplumlarda uygarlığa dair "bütün gelişmenin, sürekli bir çelişme içinde oluştuğu"nun en güncel kanıtlarından biridir. Bu temelden yola çıkılarak, internet'in "iyi"liğine de, "kötü"lüğüne de, daha da önemlisi, "iyilik içinde kötülüğü" ve "kötülük içinde iyiliğine" dair örneklemeler yapalım. BİLİMSEL BİLGİYE AÇILAN BİR KAPI OLARAK, FAYDALI İNTERNET; Kimlerin hangi amaçla, nasıl kullandıklarına yada nasıl kullanmak istediklerine göre şekillenen bir iletişim aracı olarak internet, istendiğinde pek çok alanda milyonlarca bilimsel bilgiye (tıp, biyoloji, fizik, kimya, psikoloji, sosyoloji, antropoloji, tarih, coğrafya, ekonomi-politik, kültür, sanat, edebiyat gibi) yada temaya ulaşabileceğimiz, muhteşem bir araçtır. HER TÜRLÜ KİRLİLİĞİ-İNSANLIK DIŞILIĞI İÇERİSİNDE BARINDIRAN, ZARARLI İNTERNET; İnternet bizlere sunduğu tüm olanaklara ve güzelliklerine karşın, aynı zamanda her türlü insanlık dışılığın (insanın köleleştirilmesinin, insan bedeninin metalaştırılmasının, pornografinin, türlü sapkınlığın, sömürünün, savaşın, terörün, şiddetin, işkencenin, gericiliğin, ırkçılığın ) en edepsizce ve pervasızca ortaya döküldüğü, propaganda edildiği, insana yakışmayan her türlü kirliliğin, *********liğin, yozlaşmışlığın had safhaya ulaştığı bir ortam olarak da, son derece tehlikeli ve zararlı bir araç haline hızla dönüşmektedir. Yine insanların, tanışmak, konuşmak, ortak yada farklı düşünce ve duygularını paylaşmak amacı ile bulundukları sohbet sitelerinde ortaya dökülen çirkinlikler, insani bir ihtiyaç olan sohbeti, adeta sohbet boyutundan çıkarıp, argo-küfür içerikli sözcüklerin kullanıldığı, küfürleşmeler ve taciz boyutuna ulaştırmıştır. PİYASACI İNTERNET; Başta ABD olmak üzere emperyalistlerin sömürgen çıkarlarının, gizli-açık şekilde propaganda edildiği, kapitalist sistemin ideolojisinin temel tözüne ait argümanlarının (bireyci-bencilliğin, adamsendeci-duyarsızlığın, çıkarcı-fırsatçılığın, köşe dönmeci-her yol mubahçılığın), her gün yeniden üretilerek propaganda edildiği, çeşitli yöntemlerle insanların bilinçaltına yerleştirildiği, sistemin kendi sınıfsal çıkarları-amaçları doğrultusunda farklı yöntemler ile kullandığı en etkili iletişim aracı ve propaganda silahıdır. Bilimin ve her türlü bilimsel gelişmenin, kayıtsız şartsız tüm insanlığın hizmetine sunulması yönündeki Bilim Etiğinin ve Evrensel İnsani Değerlerin varlığını görmemezlikten gelen, kapitalizm ve onun en üst aşaması olan emperyalizm, her yeni buluşu ve icadı gizlilik içerisinde patent altına alarak saklamakta, bu buluşları-icatları, daha sonra devasa karlar elde edeceği bir meta ( ticaret malı) haline getirerek, daha çok para verene pazarlamakta-satmaktadır. Yine her bilimsel gelişmeyi ve buluşu, kendi işgalci-sömürücü hegemonyası için adeta bir savaş aracı-makinesi haline dönüştürüp, en gayri insani yöntemlerle kullanmaktadır. Atom Bombasıyla açıkça ortaya çıkan bu acı gerçek, o günden buyana, insanlığı ve doğal çevreyi, tümüyle yok edecek kadar etkili korkunç nükleer-biyolojik-kimyasal silahların üretilmesine dönüşmüştür. İşte bu acı gerçek, bilimin ve bilimsel gelişmenin, kimler tarafından, hangi amaçlar için, nasıl kullanılacağına yada kullanıldığına dair bariz bir örnektir İşte böylesi bir büyük çelişkiyi içerisinde barındıran internet'in, birbiriyle çelişen iki yüzü: İnternetin bir araç olarak İNSANLIĞIN HİZMETİNE SUNULMASI yani eşitlik, adalet,hak, emek, demokrasi ve bağımsızlık mücadelesine sunduğu devasa olanaklar, ama diğer yandan da, kendi sunduğu olanaklara ket vuran, kirli, yoz, geriletici ve çürütücü gayri insani yüzü.
  14. ÖZELLEŞTİRME VE ULUSAL-EKONOMİK BAĞIMSIZLIK MÜCADELESİ 19 yy sonunda Osmanlı Devletinin 1. Dünya Emperyalist paylaşım savaşı sonucunda yenilenler tarafında yer almasının ardından, teslimiyeti ve işgali kabulleniş olan Sevr’in son Osmanlı Padişahı tarafından imzalanmasının ardından, Anadolu’nun emperyalist sömürgeciler tarafından işgali başlamıştır.. Ancak Sevr’ e imza atan işgal yanlısı-işbirlikçilerin, yada emperyalistlere sempati duyan mandacıların aksine, bu işgale-tecavüze-haksızlığa- onursuzluğa karşı Anadolu’da başlatılan yurtsever Redd-i İlhak ve Kuvay-i Milliye hareketi ile birlikte Mustafa Kemal önderliğinde halkımız Türküyle, Kürtüyle, Lazıyla, Çerkeziyle,Yörüğüyle, tüm unsurları ile, omuz omuza mücadele ederek ve savaşarak emperyalist sömürgecilerin ülkemizi işgaline karşı, Dünyanın tüm esir ve mazlum halklarına da örnek olan, bir zafer kazanmışlardır. İmzalanan Lozan barışı ve ardından Cumhuriyetin ilanı ile bu büyük kurtuluş savaşı ve zaferi, daha da büyük bir anlam kazanmıştır. Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlıdan kalan tüm ekonomik ve politik bağımlılıklarından ve kapitülasyonlardan da kurtulmalıydı. Bu amaçla yapılan tüm yenilik ve devrimler, ülke insanının aydınlanması, bilinçlenmesi eğitimli, sağlıklı ve nitelikli bireyler olarak yetişmesinin yanı sıra insanca yaşaması içindi. İşte bu dönemde bağımsız Türkiye’nin ekonomisi de bağımsız olmalı şiarı ile, 1930’dan itibaren “Devletçilik” ilkesi kabul edilmiş ve 1933 yılında hazırlanan Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı ile bu ilke yaşama geçirilmiştir. Bu plan doğrultusunda, 1933 yılında 2262 sayılı Kanun’la kurulan Sümerbank’a bağlı olarak 1934 yılında Kayseri ve Bakırköy fabrikaları faaliyete başlamıştır. 1935 yılında faaliyete başlayan Isparta gül yağı fabrikası, Paşabahçe şişe ve cam fabrikası ve Zonguldak soma-kok işletmesi bunu izlemiş, 1936 yılında ise bugün kapatılmak istenen İzmit kağıt fabrikası faaliyete geçmiştir. Bunun ardından da 1980’li yıllara kadar çeşitli alanlarda devlet eliyle birçok kamu işletmesi kurulmuştur. 1930’lardan 1980’lerin başına kadar geçen dönemde ekonominin, üretimin baş tacı edilen kamu işletmeleri, bu dönemde bir taraftan, emek gücünün nitelik kazanması, bulundukları bölgenin gelişmesi gibi toplumsal birçok yarar sağlarken, diğer taraftan Türkiye’de özel sermayenin gelişimine de önemli katkılar sağlamıştır. Ancak 1970’li yılların başında tekrar krize giren merkezi kapitalizm, 18. yüzyıldaki serbest piyasacı-özel girişimciliği kutsayan anlayışını, krizden çıkış için kurtarıcı olarak görmüş ve tekrar yaşama geçirmiştir. WTO (Dünya Ticaret Örgütü) nun 1979 yılında ki, Fas’ın Marakeş kentinde ki toplantısında, Dünyada ki bütün ulus devlet ve kamu ekonomilerinin, etkisiz hale getirilerek, zaman içerisinde, yavaş yavaş ortadan kaldırılması ile birlikte, ulusötesi sermayenin, dilediği ülkeye, dilediği koşullarda, sorunsuzca girip çıkacağı, yüksek karlar elde edeceği, bir zemin hazırlanması kararlaştırıldı. Yine bu süreçte, 3.Dünya Ülke ekonomilerin de, etkin bir yere ve büyük öneme sahip, KİT’ lerin de, küçültme, kapatma veya özelleştirme neticesinde, ulusal-kamu ekonomilerinin tasfiye edilmesi planlanmıştır. Bu amaçla, uygulanacak yöntemler de belirlenmiştir. Bu yöntemler, KİT’lere kaynak aktarılmaması, makine-donanım yenileme yatırımı yapılmaması, çağın ihtiyaçlarına ve günün teknolojisine uygun şekilde modernize edilmemesiyle birlikte, dönemin siyasi iktidarlarınca atanan “işbilir” hortumcu-vurguncu bürokrat tayfasına, (ENGİN CİVAN vb. gibi) kasıtlı olarak kötü yönettirilmesi, içlerinin boşaltılmasıyla, zarar ettirilmesine böylelikle de adım adım, çöküşe doğru sürüklenmesine,kasten göz yumuldu. Ayrıca bu dönemde, WTO nun 1979 Marakeş toplantısında belirlenen ve diğer 3. Dünya ülkelerinde de kullanılan, paket- program argümanlar- (kitler devletin sırtında yüktür-kamburdur, kamu ekonomileri ve KİT ler demodedir, özelleştirmek satmak gerekirse bedava verip kurtulmak lazım, KİT lerde çalışanlar- işçiler asalaktır vb söylemler.), ülkemizde siyasi iktidarlar ve onların kontrolündeki iletişim araçlarıyla, (icraatın içinden gibi) sıkça kullanılmaya başlandı. Bu doğrultuda, ulusal ekonomilerinin temel direği olan ve kar marjı yerine hizmet marjını, yani toplumsal faydayı amaçlayarak, halka ucuz ve nitelikli mal ve hizmet üretmeye çalışan KİT’ lere yönelik, yoğun bir PROPAGANDA ile YIPRATMA ve KARALAMA KAMPANYALARI düzenlenmiştir. Bu dönemlerde sıkça duyduğumuz halen günümüz devam eden Argümanlar; “KAMU EKONOMİLERİ DEMODE OLDU”, “KİTLER DEVLETİN SIRTINDA KAMBURDUR”, “KİTLER ZARAR EDİYOR, SATALIM VEYA KAPATALIM, GEREKİRSE BEDAVA VERELİM, KURTULALIM”, “KİTLERDE ÇALIŞAN İŞÇİLER ASALAKTIR” vs. şeklinde, bir propaganda savaşı ile, bu kurumların, kamuoyundaki itibarları sarsılmaya ve gitgide yok edilmeye başlandı. Başta siyasi iktidarların kontrolünde ve güdümündeki yayın organları (tv, radyo, gazete,dergi) olmak üzere, ellerini ovuşturarak Kitlerin satılmasını bekleyen, hatırı sayılır patronların HOLDİNGLERİNİN MEDYA KARTELİDE, özelleştirmeyi meşrulaştırma ve kanıksatma çabalarını yoğunlaştırdılar. Bu amaçlı yapılan,çeşitli programlar, özelleştirme propagandistleri ile yapılan söyleşiler ve reklamlarla, özelleştirmeyi, “güzelleştirme” olarak, ülke halkına şirin göstermeye başladılar. (Petrol Ofisi reklamlarındaki ÖZELLEŞTİ GÜZELLEŞTİ sloganı buna bir örnektir.) Doğan Holding e değerinin çok çok altında bir fiyatla ucuz bedava satılan, üstelik satılmasına rağmen, tüm istasyonlarının yenilenmesi tadilatı devletin kesesinden,yani bizlerin vergileri ile yapılan Petrol Ofisinin güzelleşmesi özelleştirmenin bir nimetimidir acaba? Artık sıradan vatandaş bile, sürekli olarak yapılan bu propaganda bombardımanından etkilenip özelleştirmeye olan tepkisi azalıp yok oldu. Düşünün ki bir işçi, bu propagandaların etkisinde kalarak, özelleştirmelerin asıl amacını ve altında yatan asıl gerçeği tam olarak bilemeden, kendi çalıştığı fabrikanın, yani ekmek kapısının yok edilmesini, tasfiye edilmesini-kapatılmasını-satılmasını yani özelleştirilmesini, işte bu aldatmacanın-kandırmacanın etkisi ile, beyhude savunur duruma getiriliyor.. Özelleştirmeden en büyük çıkar sağlayacak olanlar hakim sınıflar- sermayedarlar, sadece kendi çıkarlarına olan özelleştirmeleri ve halkın zararına olacak tüm uygulamalarını, sanki halkın tümünün çıkarınaymış gibi, ellerindeki iletişim araçlarıyla gerçekleri tersyüz ederek, öyle bir lanse ediyorlar ki, bunun sonucunda, olası özelleştirme karşıtı tepkileri yok edip, dahası kendilerine desteğe dönüştürebiliyorlar. Elbette bu işin, yani KİT lere yönelik, tasfiyenin-kapatmanın- özelleştirmenin kaymağını yiyen-yiyecek büyük patronlar, kendi kontrollerindeki medyayı da, bu amaca uygun şekilde kullanıyorlar. Düşünün bir kamu kuruluşunun verdiği kamu hizmeti, bugün toplumun bütün kesimlerine az çok ulaşabiliyorsa yarın, özelleştirme sonunda, sadece daha fazla parası olana ulaşabilecek. Özelleştirmenin temel amacı ve mantalitesi ; HİZMET MARJINDAN, KAR MARJINA geçiştir.. HİZMET MARJINDA amaç; Ülke halkına, devlete ödedikleri çeşitli vergilerinin karşılığı olarak, verilemesi gereken mal ve hizmetlerin, ucuz, nitelikli ve ulaşılabilir olmasını sağlamaktır. Hizmet marjında, İnsana hizmet amaçlandığı için, özne insandır. Bu hizmetlerin en başında SAĞLIK, EĞİTİM VE SOSYAL GÜVENLİK gelmektedir. KAR MARJINDA ise; mühim olan işverenlerin-sermayedarların MARJİNAL KAR beklentileri ve en yüksek karı edinmeleridir. Burada insan özne olarak alınmadığı için, insana hizmet değil, sermaye sahibinin kar beklentisi ve en yüksek karı elde etmesi önemlidir. En temel mantalitelerden birisi de, AZ MALİYETLE ÇOK KAR ve AZ ÇALIŞAN İLE ÇOK İŞ tir. Her şey bir fiyata tabidir. Her mal ve hizmet daha çok para verene satılmalı ve sadece daha çok talep edilen mal üretilmelidir. Herkes ancak parası oranında, tüm bu nimetlerden faydalanabilir. Yani paran kadar sağlık, paran kadar eğitim, paran kadar sosyal güvenlik, , paran kadar adalet, paran kadar demokrasi, paran kadar özgürlük, paran kadar saygınlık, paran kadar itibar, paran kadar huzur, paran kadar aşk-mutluluk, paran kadar hayat. Ya paran yoksa? Eski bir Sağlık Bakanının “Parası olmayan hastaneye gelmesin kardeşim, burası Arnavutluk değil oraya gitsin, bana ne nerede ölürse ölsün” şeklindeki ibretlik sözü, Serbest Piyasacı Ekonominin ve KAR MARJI ilkesinin, insana verdiği (doğrusu vermediği) değerin en bariz ve ibretlik göstergesidir. Özelleştirme sonucunda, piyasaya düşecek ve.pahalılaşacak olan eğitim ve sağlığın, zaten kıt geliri ile ancak gıda ve barınma ihtiyaçlarını karşılayabilen asgari bir yaşam süren alt gelir gruplarına yeterince ve nitelikli olarak ulaşamayacak olması, yani onların alım gücünün üstünde bir fiyat ile satılacak olması, bu insanların, eğitimsiz ve sağlıksız kalmasına neden olacaktır. Bugünlerde eğitimin ve sağlık gibi temel hizmetlerin, aşama- aşama piyasaya düşürülmesine-özelleşmesine yol açmak ve gerekçe yaratmak için, siyasi iktidarlarca, kamu tarafından verilen bu hizmetlerin kasten ücretleri yükseltilerek kaliteleri-nitelikleri düşürülmektedir. Böylece kamu kurumlarına ve kamu hizmetlerine holding medyasının da etkisi ve kışkırtması ile halktan tepki oluşturarak, özelleştirmeye zemin hazırlamak, özelleştirmeyi tek çıkar yol ve çözüm olarak göstermek amaçlanmaktadır. Özelleştirmelerin bir başka boyutu da, KİT lerin boşaltacağı sektörler, bu hatırlı sermaye grupları için, çok büyük karların elde edileceği, çok devasa bir rant alanı haline dönüşecek olmasıdır. Bütün bunlar bir ön görünün ötesinde, canlı örnekleri diğer az gelişmiş ülkelerde, özelliklede 3. Dünya Ülkelerinde yaşanmış olan,birer acı İMF reçeteleridir. Türkiye, 24 Ocak 1980 kararları ile birlikte bu sürece dahil olmuştur. 12 Eylül 1980 darbesinin de katkılarıyla uygulamaya konulan bu anlayış doğrultusunda bir dönemin baş tacı olan kamu işletmelerine yenileme yatırımları yapılmamış, verimsiz hale getirilmiş, ve bu işletmeler kasıtlı olarak çürümeye terkedilmiştir.. Şimdi bu işletmeler, 25 yıldır uygulanan bu politikanın ardından yine aynı politikaların temsilcileri tarafından verimsizlikleri gerekçe gösterilerek kapatılmak ya da özelleştirilmek istenmektedir. Bunun ardındaki temel düşünce, kuşkusuz bu alanların uluslararası ve ulusal sermayeye yok pahasına sunulmasıdır. 1980’lı yılların başından bu yana gündemde olan bu politikaların sonucunda ÇİTOSAN, Et ve Balık Kurumu, Süt Endüstrisi Kurumu, Sümerbank gibi birçok işletme özelleştirilmiş ya da kapatılmıştır. Böylece bu alanlar özel sermayenin ve büyük ölçüde de uluslararası özel tekellerin eline geçmiştir. Bu özelleştirmelerin gerçekleştirildiği süreçte, sadece bu işletmelerde çalışan emekçiler direnç göstermiş, ancak sendikaların pasif, hatta çoğu zaman özelleştirmeyi kabullenir tavırları ve diğer emekçilerin yeterli destekte bulunmaması nedeniyle bu direnç kolayca kırılmıştır. Ayrıca, direncin yoğun olduğu bazı işyerlerinde çalışanların ek tazminat, istedikleri ilde başka bir kamu kurumuna yerleştirilme gibi birtakım çıkarlara tevessül edilmesi de bu direncin kırılmasında etkili olmuştur. Ancak, SEKA ve diğer kamu işletmelerinin kapatılması ya da özelleştirilmesi AKP’nin iktidara gelebilmek için IMF, Dünya Bankası, Avrupa Birliği ve onlarla işbirliği halinde olan yerel sermayeye verdiği taahhütlerin en başında gelmektedir. AKP’nin iktidarını sürdürebilmesi bu taahhütleri yerine getirmesine bağlıdır. Bu nedenle de emekçilerin direncini kırmak için her türlü yolu deneyecektir. Deneyecekleri ve halen en etkili olarak kullandıkları yöntemlerin başında, holdinglerin ve siyasi iktidarın sözcüsü ve borazanı durumundaki medyadır. İletişim araçlarının tüm imkan ve olanaklarını, gerçekleri tersyüz etmek, asıl gündemi saptırmak- çarpıtmak için, halk kitlerini yozlaştırmak ve dejenere etmek için televizyondan-radyoya, gazeteden-deriye, internete kadar iletişim araçlarını son kertesine kadar kullanmaktadırlar. Tele-vole, tele-magazin formatı ile ekranlarda yaratılan kültürel ve ahlaki kirlilik, şiddet içerikli, mafya ve ağalık özendirici birbirinin kopyası diziler ve popçu-topçu, çöpçatan yarışmalar ile had safhaya ulaşmıştır. Halkın haber alma ve gerçekleri öğrenme hakkı ellerinden alınarak, sahte gündemler, suni-sanal hayatlar naylon starlar ile oyalanarak, avutulmaları sağlanmaktadır. Ülkemizin sosyo-ekonomik-politik durumuyla ilgili konularda yada Halkın en temel yaşamsal talep ve sorunlarına ilişkin, eğitim sağlık, sosyal güvenlik gibi hayati öneme sahip konularda bile, gündemi ve haberleri çarpıtarak, sulandırarak magazinleştirerek veren holding medyasının televizyon kanalları, böylelikle, konuların önemini sabote ederek, gerçeklikle konuşulup tartışılmasını ve bu konuda kamuoyu yaratılmasını taa en başından önlemiş olmaktadırlar. İşte hakim sermaye sınıfının çıkarına olan özelleştirmeyi, halka emekçi- kitlere şirin göstermeye, alıştırıp kanıksatmaya, karşı tepkiyi yok etme ve duyarsızlaştırma politikalarında yürütülen propagandist kampanyanın en önemli unsuru olan, medya-iletişim araçları, gerçekleri tersyüz etmek için böylesi sinsi bir misyon ve göreve sahiptir. Tüm bu olumsuzluklar karşısında dahi, -Ulusal bağımsızlıktan yana olanların, -Ulusal onura sahip çıkanların, -İnsandan, barıştan, sevgiden, kardeşlikten, eşitlikten, adaletten, emekten yana olanların, -Tüm onurlu insanların, emekçi halkın, Bu çarpıklığa, haksızlığa, adaletsizliğe ve gayri insani vaziyete karşı, onurlu bir duruş ile mücadele etme gibi, insanca bir görevi ve sorumluluğu vardır. Bu köhne adaletsiz ve gayri insani çarkı, tersine çevirmek için, Tam bağımsız demokratik bir Türkiye’de, insan onuruna haiz ve insana yakışır bir yaşam için, asgari ücretlisiyle, işçisiyle, memuruyla, işsiziyle, küçük üreticisi ve esnafıyla, kentte yaşayanıyla, kırda yaşayanıyla alt ve altorta gelir grubuna mensup, tüm toplum kesimlerinin, bu mücadeleye ve direnişe destek vermesi gerekir.
  15. SeDatsan

    Utanın!

    Ne o yine algılayamamışsın, hala cevap istiyorsun.
  16. Sevgili menekşe bilinç: Öncelikle konuya ilginiz ve düşünsel katkınız için teşekkür ederim. Kısaca değinmek gerekirse, üzerinde yaşadığımız Dünyanın ve insanlığın yukarıda da değindiğim üzere, bugün içinde bulunduğu bu içler acısı durumun, sebep ve etkenlerine dikkat ettiysek, küresel kapitalizmin, tüm yeryüzünü bile yok edecek bir sahip olma-elde etme şeklindeki mülkiyet hırsının, o gözü doymaz marjinal kar arzusunun sonucu olduğunu, bu hırs ve arzu uğruna, her şeyi yakıp-yıkıp işgal edip yok edebileceğini görebiliriz. ABD emperyalizminin Orta doğuda ve Dünyanın pek çok bölgesinde sürdürdüğü insanlık dışı uygulamalar, işgal ve sömürü politikaları bunun en bariz örneğidir. Dolayısı ile insanlığın tüm bu kirlenme, çürüme, yozlaşma ve yok oluşa karşı dur diyebilmesi ancak, işgallerin, işkencelerin, katliamların, savaşların, sömürünün olmadığı, sevgi, dostluk, barış ve kardeşliğin hakim olduğu, eşit-adil ve paylaşımcı bir toplum, yani sınıfsız-sömürüsüz Dünya kurmakla mümkündür.
  17. SeDatsan

    Utanın!

    ali0_1 kusura bakma ama seninle vaktimi boşa harcayamam. Çünkü çok geri noktada ve geri bilinçtesin. Bak ben gerekenleri fazlasıyla yazdım, anlamadıysan, idrak edemediysen bu senin sorunun. Sana cevap yerine bir kaç tavsiyem olacaktır; Öncelikle Amerikancı soğuk savaş konseptinden ve Yeşil Kuşakçı anti-sosyalist propagandanın o gayri insani ve yozlaştırıcı etkisinden sıyrılman, Karşı devrim saplantısından ve devrimci, işçi ve emekçi halk düşmanlığından kurtulman, Sosyal psikolojik bir hastalık olan ve nsanlık dışı ırkçı-şovenizmin etkisinden ve ortaçağa mahsus gerici-yobaz zihniyetten arınman, Böylelikle de gözündeki ** ********** çıkarıp, konuya dair yazdıklarımı anlamaya çalışarak bir kez daha okuman, sana tavsiyem olacaktır.
  18. Kral x arkadaşım öncelikle senin çözüm önerin ve alternatifin nedir onu öğrenmek isterim. Senin düşüncenin kaynağı, hareket noktansı, temel tözü, esas özü nedir? Tüm sorunlar ve olumsuzluklar karşısında sence neler yapılmalıdır?
  19. Satılan ÜLKEMİN ve HALKIMIN geleceğidir 1980’lerle birlikte gündemimize giren “küreselleşme”, “yeni dünya düzeni”, “neoliberalizm” gibi bir dizi kavramlar ideolojik bir hegemonya mücadelesinin de başladığını işaret eder gibiydi. Öyle ya tarih, sınıfların mücadelesi ise ve tarihi de yazan hep egemenler ise gerçekleri maniple etmeleri, kavramları masumlaştırmaları da normaldi. Bu masumluk yüklenmiş kavramlardan toplum olarak ilk “sempati” ile baktığımız sanırım “özelleştirme” kelimesiydi. Özelleştirmelerin sonuçları yavaş yavaş meydana çıkarken, bu kelimenin hiç de sempatik olmadığı, masumluk yüklenmiş bu kavramın aslında kamu kaynaklarının talanı olduğu gibi söylemler de toplumda yaygınlaşıyordu. Oysa kelimenin etimolojisini incelemek zahmetine girişilse hiç de özelin güzel olduğunu düşünmeyecektik. “Özelleştirme, sözlüklere devlete ait taşınır ve taşınmazların teklif alma ya da ihale yoluyla satışını yapma anlamında girmiştir. Privatization (özelleştirme) Latince privo sözcüğünden türüyor .Bu da yoksun bırakmak anlamına geliyor. Yani bir şeyi özel kılmanın gerçek anlamı, diğer herkesi ondan yoksun bırakmak. İngilizce Fransızca anlamları da aynı. Kapitalizm doğası gereği krizler üretip her defasında da bu krizleri aşarak sistemi yeniden üretmiştir. Tarih boyunca kapitalizm krizlerini, krizi meydana getiren dinamikleri yok ederek, sistemi yeniden üretmiş ve bir sonraki krize kadar devam etmiştir. Üretim araçlarının bireysel mülkiyeti ile üretimin kolektif karakteri arasındaki çelişki kapitalizmin bitmeyecek krizlerinin ana nedenidir.. Kapitalizm, en önemli devre-i krizlerinden biri olan 1929 ekonomik krizini “sosyal devlet” ve “refah toplumu” politikalarıyla aşmıştı. Keynesci ekonomik politikalar olarak da nitelendirilen bu politikalarla, eğitim, sağlık, ulaştırma, haberleşme, sosyal güvenlik sistemleri devletin görevleri arasına alınmıştır. 1970’li yıllara kadar devam eden Keynesyen politikalar, petrol krizine çözüm üretememiş ve reel sosyalizmin çözülmesiyle de yerini parasalcı-moneterist yaklaşıma ve neoliberal ekonomi politikalara bırakmıştır. Bu yaklaşımla sosyal devlet ve refah toplumu anlayışı sona ermiş, devlet kamusal alandan çekilmeye başlamıştır. Reel sosyalizmin çöküşü bu politikaların daha bir fütursuzca uygulanmasını sağlamış öyle ki sosyalizmin çözüldüğü ülkelerde bile uygulamaya konulmuştur. Bu politikaların Türkiye’ye yansıması ise 24 Ocak kararlarıyla başlamış 12 Eylül cuntası ile de oluşturulan ortamda derinleştirilerek günümüze kadar devam etmiştir. Bugün ülkemizde kamunun yeniden tanımlanması amacıyla çıkarılan yasalardan AB’ye uyum adı altında çıkarılan tüm yasalar, sermayenin neoliberal politikalarını kapitalizmin kurumları olan, Dünya Bankası (DB), Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Ticaret Örgütü (WTO-DTÖ) aracılığı ile uygulamaya koyduğu talanının yasal altlıklarıdır. Küreselleşme ve neoliberal politikaların uygulanmasında ise liberalizasyon, özelleştirme ve kuralsızlaştırma önemli kavramlar olarak ortaya çıkmaktadır. Liberalizasyon, yani serbestleşme, sermayenin dünya üzerinde önünde hiçbir engel bulunmadan serbest dolaşmasıdır. Bugün kapitalist sistemde sermaye hareketlerinin önündeki en önemli engeller ulusal koruyucu yasalardır. Bu anlamda sistem çevre ülkelerde sermayenin serbestce dolaşımına engel tüm yasaları ortadan kaldırmakta ya da yeni yasal düzenlemelere başvurmaktadır. Bu düzenlemeleri borç sarmalı içindeki ülkelerin hükümetlerine yaptırtmak hiç de zor değildir. Sermayenin serbest dolaşımının önünde engel olarak görülen iç hukuk da uluslararası tahkim olarak adlandırılan hukukla çözümlenecektir. Sermayenin serbest dolaşımının yanında sisteme entegre edilen ülkeler mal ve hizmetlerin de serbest dolaşımını sağlayacak yasal düzenlemeleri sağlamaktan sorumlu tutulmuşlar ve bu sorumluluk yapılan anlaşmalarla kayıt altına alınmıştır (MAİ MİGA). Bu anlaşmalar, Tarifeler ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT) Hizmet ve Ticareti Genel Anlaşması (GATS) Fikri Mülkiyet Haklarıyla Bağlantılı Ticarete İlişkin Anlaşma (TRIPS) Ticaretle Bağlantılı Yatırım Tedbirleri Anlaşması’dır (TRIMS). Bu anlaşmalara uygun davranışlar olup olmadığını denetleyen ve serbest mal ve hizmet ticaretini teşvik eden örgüt de 142 devletin üye olduğu (WTO) Dünya Ticaret Örgütüdür. Kamu hizmetleri açısından en önemli anlaşma GATS anlaşması olup özellikle mesleki açıdan baktığımızda MİMARLIK VE MÜHENDİSLİK hizmetlerinin serbestleşmesi ya da serbest dolaşımının önündeki engellerin kaldırılması anlamına gelmektedir. GATS anlaşmasıyla, gündeme gelen kamu hizmetlerinden diğerleri ise telekomünikasyon, eğitim, sağlık, ulaşım, enerji ve bankacılık, turizmdir. Kamunun sunduğu bu hizmetler özelleştirilerek yurttaş pahalı hizmet alacak müşteri durumuna düşürülmüş ve kamu kaynakları çokuluslu şirketlerin kâr hırslarına terk edilmiştir. Özelleştirme Kamunun sunduğu eğitim, sağlık, haberleşme, enerji, ulaşım vb gibi hizmetlerin kâr amaçlı bir biçimde yeniden yapılandırılması ve sermayeye devrini esas alan ve neoliberal politikaların en önemli ayağı özelleştirmedir. Özelleştirme politikalarıyla devlet yukarıda belirtilen sektörlerden çekilerek sermayeye yer açmaktadır. Bunun sosyal alana yansıması ise daha çok işsizlik, toplumsal eşitsizlik, yoksulluk, çalışanların sosyal güvencelerinin ortadan kaldırılması, taşeronlaştırma ve sendikasızlaştırma şeklindedir. Bugün ülkemizde haraç mezat satışa çıkarılan Seydişehir Alüminyum, Erdemir, Tüpraş, Telekom, TEKEL’i vb. yukarıda belirtilen politikalar ışığında düşündüğümüzde durumun ne kadar vahim olduğu da ortaya çıkıyor. Sadece Tüpraş ile ilgili olarak özelleştirme idaresine teklif veren şirketlerin kârlılığının Tüpraş’tan daha az olması sanırım her şeyi anlatıyor. Geçen günlerde 305 milyon dolara satılan Seydişehir Alüminyum tesislerinin yanında bedava verilen mühendislik harikası Oymapınar Barajı ve 36 milyon tonluk boksit rezervlerinin bugünkü değeri milyar dolarlarla ifade edilmekte. Bugün Oymapınar Barajı’nın zemin etüdünü anılan miktarlarla yapılamıyacağı açıktır. İstanbul’da Kadıköy yakasından Karaköy yakasına vapurla geçenler anımsar, yolcular arasında ortaya çıkan biri bir tarak alana yanında bir aynanın bedava olduğunu belirtir, yani batan geminin mallarıdır satılanlar… Bugün Seydişehir’de olan budur. Batan bir geminin olmasa da emperyalizme peşkeş çekilen bir ülkenin varlıklarıdır satılan tesisler. Aymazlığın sınırı yoktur; ya Avrupa çelik üreten kuruluşlar arasında 5. olan ya da dünyada 12 olan ERDEMİR için ne demeli. Dünya çelik üreten devlerle yarışan bu kuruluşumuzla baş edemeyenler çareyi onu bünyesine katmakta bulmuşlardır. Bu sefer ülkemizin 3 stratejik limanı yani, İskenderun, Yarımca ve Ereğli limanları bedavadır… Sakın unutulduğu sanılmasın, ülkemiz demir rezervlerinin yüzde 76’sını oluşturan 14 demir yatağımız da satışın yanında bonus olarak verilmektedir…Oysa MTA Genel Müdürlüğü’nün son yıllarda yaptığı çalışmalarda bu 14 yatak arasında yer alan Hasançelebi yatağında Altın ve Bakırın da varlığı tespit edilmişken. Sadece 3 yıllık kârı karşılığı özelleştirilmek istenen kuruluşumuz TÜPRAŞ, gündemde olan petrol yasası ile ilişkilendirildiğinde bu özelleştirmenin, önemli bir yeraltı kaynağımız olan petrol yataklarımızla birlikte entegre bir satış olduğu ortaya çıkmaktadır. Türkiye halkı, taammüden ülkenin doğal ve beşeri kaynaklarını satanları, emperyalist yağmaya ve talana göz yumanları, bilmektedir. Halkın “kutsal değerleri!” adına linç kampanyasına girişenlere, kutsal değerler adına bir bardakta fırtına koparanlara sormak gerekiyor: ERDEMİR, TEKEL,TÜPRAŞ SEYDİŞEHİR, TELEKOM daha mı az kutsaldır?
  20. ÇALIŞMA YAŞAMI VE KADIN Dünyanın bir çok yerinde olduğu gibi Türkiye’de de kadınların temel rolünü, anne, eş ve ev kadını olarak çizen resmi ideoloji, kadının işgücüne katılımının sınırlarını da belirlemiştir. Kapitalist üretim içinde çalışma kelimesi, yalnızca piyasa için yapılan faaliyetler anlamında kullanıldığı için kadınların, kendileri ve aileleri için yaptıkları ve yarattıkları, ancak kullanım değeri olduğu halde piyasaya girmeyen ve dolayısıyla parasal karşılığı olmayan her türlü iş(çocuk ve yaşlı bakımı,ev işleri vb.) çalışmadan sayılmamış, “kadının yapması gereken yükümlülükleri” olarak görülmüş, değersizleştirilmiş ve önemsizleştirilmiştir. Oysaki; Kadınların bu görünmeyen emeğinin değeri ulusal gelirin %40’na denk düşmektedir. Ancak, kadınların iş gücüne yoğun katılımına ihtiyaç duyulan savaş dönemleri gibi dönemlerde geleneksel değerler yeni durumlara adapte edilmiş ‘kadının yeri evidir’ söyleminin yerini ‘vatan için çalışmak kutsaldır’ gibi ideolojik yönlendirmeler almıştır. Örneğin 1915 yılında Osmanlı ticaret nezaretinde kadınlar için ‘mecburi hizmet’ kanunu kabul edilmiş ve bir çok fabrikada kadınlar işçi olarak çalışmaya zorunlu kılınmışlardır. O yıllarda sanayide işçi statüsünde çalışanların yaklaşık % 35’ni kadınlar oluşturuyordu. Türkiye de kadının iş gücüne katılım oranı 1999 yılı itibariyle % 29,7’dir. Devlet İstatistik Enstitüsünün Hane Halkı İşgücü Anketlerinin verilerine göre 1989 yılında bu oran kadınlar için % 35.1dir. Erkekler için katılım oranları aynı yıllar itibarıyla % 75.7’den %68.3 düşmüştür. Türkiye’de kadınların işgücüne katılımının düşmesine yol açan nedenler; ekonomik yapıdaki değişmeler, yani küreselleşmenin gereği uygulanan özelleştirmeler, bunlara ek olarak da sosyal faktörler ve özellikle köyden kente göçtür. Göç, kadınları, ücretsiz aile (genellikle tarım) işçisi olmaktan çıkarmış ve kentte aile içine hapsetmiştir. İş gücüne katılım oranı , 1990 yılında kentte % 17, kırda % 51 iken, 2000 yılında kentte % 15,7 ve kırda % 34,9 olmuştur. 1930 ve 1940’lı yıllar kadının çalışma yaşamı içine girmesini kolaylaştırıcı yasal düzenlemelerin olduğu yıllardır. O dönemde dünya çapında gelişen sosyalizim dalgası diğer ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de işçi sınıfı mücadelesini yükseltmiştir. SSCB’de kadının iş yaşamına katılımını arttırmak için ev ve çocuk bakımı gibi işler toplumsallaştırılmış ve eğitim olanakları yaygınlaştırılmıştır. Kadının biyolojik açıdan en zayıf olduğu ayni zamanda yeni işgücü üretimi gibi önemli bir görevi üstlendiği dönemler koruma altına alınmıştır. Bu kolaylıklar kadını istihdam alanına yöneltmiştir. 1970’lerde patlak veren ve halen devam eden ekonomik kriz, 1980’lerde SSCB’nin dağılması sosyo-ekeonomik politikalarıda değiştirmiştir. Bu dönemden sonra hızla uygulamaya konulan Dünya Bankası yapısal uyum programları gereği liberal özelleştirmeci politikalar ve esnek çalışma sistemi en çok kadını etkilemiştir. Özelleştirilen fabrikalarda ilk işten çıkarılanlar kadınlar olmuşlardır. İstihdam edilen kadın işgücü giderek azalırken, gerekli işgücü ise kayıtsız olarak, düşük ücretle çalıştırılmış yada evde parça başı iş veya part-time çalışmaya zorlanmıştır. Türkiye’de evde çalışan ücretli kadın sayısının tüm çalışan kadınlara oranı 1991de %2.8 iken 1994de %10’a bugün ise %20’lere yükselmiştir. Kadın emeğinin kullanımı açısından bu üretim tarzı son derece önemlidir. Evin reisinin erkek olduğunu söyleyen resmi ideoloji, kadınların gelirini evi geçindiren değil aile bütçesine katkı yapan gelir olarak gören geleneksel yapıyı güçlendirerek sürecin içselleştirilmesini sağlamaktadır. Bu nedenle çalışmak için piyasaya giren kadın, daha baştan ‘yedek iş gücü’ olarak çalışma yaşamında da eşitsiz bir çok muamele ile karşılaşmak zorunda bırakılmıştır. Çalışma saatlerinin uzunluğu, evde çalışmanın devam etmesi kadını yormaktadır. Bu konuda değişik araştırmalar vardır. Bu nedenle kadın yalnızca evde çalışmayı tercih edebilmektedir.ev ve çocuk bakımı sosyalleştirilerek kadının çalışma hayatına katılması teşvik edilmelidir. İktisadi faaliyet kollarına göre dağılıma baktığımızda, kadınların geleneksel iş bölümüne uygun olarak ağırlıkla tarım ve hizmet sektöründe yer aldığını görüyoruz. Kadınların yoğun olarak çalıştığı alanların başında % 72’lik oran ile tarım sektörü gelmektedir. Dikkat çeken bir husus da erkeklerin bu sektördeki oranının gittikçe gerilemesidir. (% 33) Erkekler bu alanı terk etmekte ve kadınlara bırakmaktadır. Son yıllardaki artışa rağmen, sanayide çalışan nüfusun % 9,7’si ve hizmet sektöründe çalışan nüfusun % 18,1’ini kadınlar oluşturmaktadır. Hizmet sektörü kentlerde kadınların çalıştığı en yoğun sektördür. Genellikle sağlık, eğitim alanlarında ve son yıllarda artış gösteren bir şekilde bankacılık sektöründe çalışmaktadırlar. Banka sahipleri ile yapılan bir ankette kadın işgücünü kullanmayı tercih ettiklerini çünkü, kadınların daha sakin ve uysal (!) olduklarını ve ayrıca ev işleri yüzünden sendika vs.. çalışmalarına da katılmaya zaman bulamadıkları cevapları alınmıştır. 1989 yılında kadınların bu sektör içindeki oranı % 55 iken, 1999 yılında % 58’e yükselmiş; sanayideki oranları ise 1989 yılında % 31 iken 1999 yılında % 28’e gerilemiştir. 2000 yılı verilerine göre, Türkiye’deki tüm çalışan kadınlar içinde ücretsiz aile işçisi olarak çalışan kadınların oranı % 49,8’dir. Bunu % 38 ile ücretli ve yevmiyeli çalışan kadın oranı izlemektedir. Bu oran kentlerde, % 83 ile ücretli ve yevmiyeli çalışan kadınların artması şeklinde değişmektedir. Kadınların çalışma yaşamları evlilik ve doğumla birlikte kesintiye uğrayabilmektedir. Bu kesintiyi göze almak istemeyen kadınlar sosyal yaşamlarında ikilem yaşamakta ve tercih yapmak zorunda kalmaktadırlar. Bu işverenler açısından da istemeyen bir durumdur. Bugün bir çok kadın işe girerken gebelik testine tabi tutulmakta yada iş kanunun 17. maddesi uyarınca doğum sonrası işten çıkartılabilmektedir. Yine 1475 sayılı yasaya tabi olarak çalışan kadınlar evlilik durumunda birikmiş tazminatlarını toplu olarak alabilmekte yada işini bıraktığında isteğe bağlı sigortalanabilmekte ve emeklilik hakkını çalışmadan elde edebilmektedir. Bunlar kadını koruyucu düzenlemeler gibi görünse de kadını çalışma yaşamından uzaklaştırmakta eve entegre etmektedir. Kadınların işgücüne katılım oranı özellikle 20-24 yaş arası % 35’lik dilim ile önde gelmektedir. 15-19 yaş arası bu oran % 28; 25-29 yaş arası % 31; 30-34 yaş arası % 32 ve bu şekilde azalarak devam etmektedir. Yine 20-24 yaş arası kadınların kentte işgücüne katılımı % 26 ve kırda % 52 ile önde gelmektedir. Bu oran yaş ilerledikçe azalmaktadır. Yine, Devlet İstatistik Enstitüsünün verilerine göre, evli kadınların işgücüne katılım oranı Türkiye genelinde % 27,2, kentte % 13 ve kırda % 48’dir. Dikkat çekici bir husus boşanmış kadınların işgücüne katılımının % 46 ile önde gelmesidir. Evli kadınların işgücüne katılımı hiç evlenmemiş (% 30) veya boşanmış kadınların oranından daha düşüktür. Bu oran kentte % 47 ile yine öndedir. Kırsal alanda evli kadınların daha çok işgücüne katılması yine aile içi tarım işçisi olması ile açıklanabilir. Kadınların eğitim durumuna göre işgücüne katılım oranları eğitim seviyesi arttıkça doğru orantılı olarak artış göstermektedir. Okuryazar olmayanların işgücüne katılım oranı Türkiye genelinde % 27 iken, ilkokul mezunlarının oranı % 30,5; lise mezunlarının oranı % 33; lise ve dengi meslek lisesi mezunların oranı % 44 ve yüksek okul mezunlarının oranı ise % 71’dir. Devlet İstatistik Enstitüsünün 2000 yılı verilerine göre, kadınların işsizlik oranı erkeklere oranla daha fazladır. Bu oran kadınlarda % 6,1’dir. Eğitimli kadın genç işsizlik oranı ise % 29’dur. Bu oran şehirlerde % 26 ve kırda % 43’tür. Kırsal kesimdeki genel kadın işsizlik oranı % 1,9’dur, ancak bunun sebebi yine kadınların ücretsiz aile işçisi olarak çalışmasıdır. Kadın işsizliği ile ilgili diğer bir boyut da, işsizliğin en yoğun olarak 15-19 yaş grubu arasında görülmesidir (% 15,6). Bunu % 15,5 ile 20-24 yaş arası genç kadınlar izlemektedir. Bu oran kentlerde 15-19 yaş arasındaki kadınlarda % 33, 20-24 yaş arası kadınlarda % 26 olmaktadır. Kadınların eğitim durumuna göre işsizlik oranları incelendiğinde ise, eğitim düzeyinin yüksekliğinin genç kadınlar için yüksek işsizlik eğilimini azaltmadığı görülecektir. 12-24 yaş arası, ilkokul mezunu kadınların işsizlik oranı % 7 iken, bu oran ortaokul mezunlarında % 26, lise mezunlarında % 34, yüksekokul mezunlarında ise % 34 olarak tespit edilmiştir. Örgütlenme; Türkiye’de kadın çalışanların sendikal örgütlenmesi bu istihdam yapısı üzerinde yükselmektedir. 1996’da ücretli ve yevmiyeli olarak çalışan ve teorik olarak sendikalaşabilecek kadın sayısı 1.461.000’dir. bu sayı toplam kadın iş gücünün %22.3’nü oluşturmaktadır. Yine bu grubun %35-40’ı sendikalaşma için önemli bir potansiyel oluşturan kamu çalışanı(657 sayılı kanuna bağlı çalışan devlet memurları) kadınlardan oluşmaktadır. Ancak bu alanda, sendikal haklarda kısıtlamalar, idari baskılar yaşanmaktadır. Sözleşmeli personel statüsünde çalışan kadınlar içinse örgütlenme yasağı bulunmaktadır. İşçi olarak çalışan kadınların sendikalaşması önünde ciddi engeller vardır. Bunlardan ilki kadın işçilerin erkek işçilerden yüksek oranda, sendikalaşmanın zor olduğu özel sektör işyerlerinde istihdam edilmeleridir. Yine önemli sayıda kadın işçi enformel sektör kapsamında değerlendirilebilecek küçük işyerlerinde istihdam edilmekte ve bu tür işyerlerinin önemli bir kısmı sendikalaşmak bir yana sosyal güvenlik imkanı bile sunmadan kaçak işçi çalıştırmaktadır. Bunun yanı sıra kentlerde kişisel hizmetlerde gündelikçi olarak çalışmak, eve iş verme sistemi içinde çalışmak,kentlere göç eden kadınlar için önemli bir istihdam alanı sunmakta ancak, bu işler iş yasası kapsamında bulunmadığı için, bu işlerde çalışanlar her türlü yasal güvenceden dolayısıyla örgütlenmeden yoksun kalmaktadır. Türkiye’de sendikalı kadın sayısına ilişkin net bir veri yoktur. Ancak Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK)’e üye sendikalardaki kadın sayısı ve oranı bulunmaktadır. (KESK’e üye sendikaların kadın-erkek sayıları ve oranları ektedir.) Sosyal sigortalar kurumu istatistikleri sendikalı kadın işçi sayısını %10 dolayında göstermektedir. Yine ülkemizde en büyük işçi konfederasyonu olan TÜRK-İŞ’ de ortalama %10 civarında kadın üyeye sahiptir. Ayrıca sendikal örgütlenmeler içinde yönetici ve temsilci kadrosunda ki kadın sayısıda oldukça azdır. Bunda da kadının ev çocuk bakımı vb. işleri üstlenmesi önemli bir etkendir. Eşit işe eşit ücret; Türkiye’de çalışan kadınların ücretleri erkeklerinkinden düşüktür. Genel olarak Dünyada kadınların ücretleri erkeklerin % 78’i kadardır. Devlet İstatistik Enstitüsünün 1996 yılı verilerine göre, okuryazar olmayan kadınların saatlik kazancı erkeklerin kazancının % 62’si kadardır. Bu oran ilkokul mezunu kadınlarda % 41, lise mezunu kadınlarda % 59 ve yüksek okul mezunu kadınlarda % 59’dur. Yine, çeşitli meslek gruplarına göre de kadınlarla erkekler arasında ücret farklılığı bulunmaktadır. DİE’nin 1996 verilerine göre, en büyük kazanç farkı tarım sektöründedir. Hizmet sektöründe bu oran % 56; idari sektörde ise % 80’dir. Yalnızca kamu alanında çalışan kadınların kazancı erkeklerin kazancına yakındır. Kadın emeğini değersiz hale getirmenin yolu, kadınlara düşük ücret ödemektir. Bu durumu kadının öğrenim ve beceri düzeylerinin düşük olması ile açıklamaya çalışanlar vardır. Ancak gözden kaçırılmaması gereken nokta, burjuva ataerkil düşüncenin bir sonucunda kadınlarımız bilinçli olarak eğitim,öğretim süreçlerinden ve çalışma yaşamından uzak tutulmaya çalışılmaktadır. Bu sistem içinde erkek evin esas geçindiricisidir ve kadın da ona bağımlıdır. Bu düşünce sistematiği içinde kadın aileye ek gelir sağlayabilir ama asıl görevi ev ve çocuklara bakmaktır. Bu nedenle kadınlarımızın büyük bir çoğu vasıfsız işçi olarak , düşük ücretle ve kayıt dışı çalıştırılabilmektedirler. İş güvencesi Her ne kadar yasalarımızda göstermelik de olsa var olan eşitlik durumları, gerçek yaşamda varlığını bulamamaktadır. Özellikle iş güvencesi ve eşit işe eşit ücret konularında kadınların hâlâ korumasız oldukları söylenebilir. İş kanunun 13. ve 17 maddeleri İşverene çalıştırdığı işçiyi herhangi bir nedenle işten atma hakkı tanımaktadır. İşçinin bu duruma itiraz hakkı yoktur, sadece kanundan kaynaklanan tazminat alacaklarını talep edebilir. Kadınların işten çıkarılmalarına pek çok gerekçe gösterilmekte ve bunların başında da evlenme, hamile kalma, doğum yapma gelmektedir. Türk-İş tarafından kendi kadın üyelerine uygulanan bir anketde, kadınlar açısından çalışma yaşamının temel sorunu ‘iş güvencesi’ olarak belirtilmiştir. Daha sonra sendikasızlaştırma, yetersiz ücret ve işsizlik, taşeronlaştırma, özelleştirme vb. gelmektedir.
  21. KİMDİR AYDIN ? KAFASINI KUMA GÖMENLER Mİ?, KİŞİSEL ÇIKARLARI UĞRUNA ,HALKINA SIRTINI DÖNENLER Mİ? Aydın denince akla 'kuşum aydın' gelmez! Kendisini aydın sanan, bürokrasiden geçinen, sömürü ve baskının devamı için akıl hocalığı yapan zatı muhteremler de aydın değildir. İsminin önünde titrlerin, etrafında asistanlarının, dizim dizim kitapların sahibi olmak da aydın olma için yeterli değildir. Hangi hükümet başa geçerse onun borazanı olandan hiç aydın olmaz. Aydın olmak öyle dolaylı, dolambaçlı bir iş de değildir. KİŞİSEL ÇIKARI UĞRUNA TOPLUMA SIRTINI DÖNELER Mİ ? Aydın ezenin karşısında ezilenin yanında olandır. Aydın her şeyden önce, haksızlığa, baskıya, sömürü ve şiddete karşı çıkan ve bunun değiştirilmesi için çaba sarf edendir. Yani, kalemini, yeteneğini ve gücünü eşitlik için, özgürlük, barış ve kardeşlik için değerlendirendir. Türkiye gibi bir ülkede, devlet katında itibar sahibi olanın, ayrıcalıklar elde edenin, durmadan taltif edilip, ödül üzerine ödül, makam üzerine makam alanın, titr üzerine titr asanın aydınlığı yanında 'kuşum aydın' kral kalır! Aydın, sömürü ve şiddet aygıtı ile problemlidir. Bundan dolayıdır ki, aydınlar sürekli olarak baskı ve şiddete maruz kalmışlardır. Açın bakın Türkiye'nin tarihine, aydınların kimler olduğunu görürsünüz. Türkiye'de her dönem aydınlar hedefte olmuştur. Kovuşturmaya uğramayan, hakkında dava açılmayan, yazdıkları yasaklanmayan, göz altında tutulmayan, takip edilmeyen, sürgün yaşamayan, hapis yatmayan, yardım ve yatakçılıktan damga yemeyen aydın var mı? Aydınlar sürekli olarak baskı ve şiddetin hedefi olmuştur. Aydının yazdıkları, ürettikleri ve söyledikleri karşısında devletin gösterdiği tutum, aydının niteliğini ve safını da ortaya çıkarır. Gerçek aydın halk nezdinde itibarlıdır. Eğilip-bükülmez. Ve devlete, sisteme, bürokrasiye ve binbir zorluğa rağmen, tüm güçlükler karşısında onurlu davranarak, mücadele ederek ilerler. Aydın dünyayı anlayan ve yorumlayandır. Bir fikri ve zikri olan ve bunu icra edendir. ------------------------------------------------------------------------------------------------------------------ KİMDİR AYDIN ? Fikri ve zikriyle kimden yana, nasıl bir sistemden, nasıl bir gelecekten yana olduğu kişinin aydın olup olmadığını da göstermektedir. Aydın ırkçı ve şoven dalgaya kapılmayan, bayrak, ezan, millet kavramlarını suistimal etmeyen bunların sömürüsünü yapmayandır. Aydın otoritenin karşısında titremeyen hazırola geçmeyendir. Ezilen insanların hak ve özgürlükleri karşısında, eşitlik, barış ve özgürlük için çaba sarf eden, otoriteyi zalımı yargılayan, eleştiren ve haksızlığa karşı ezilenler için tutum belirleyendir. Ezilenler için tutum belirlemekten kaçınmayandır. Türkiye'de de böyledir. Şiiri, öyküsü, hikayesi, romanıyla, düşüncesi ve çabasıyla aydın ezilenden, emekten, barış ve demokrasiden yana olandır. Ve çoğunlukla aydınlar gerici ve baskıcı sistemin yöneticileri tarafından 'vatan haini' olarak damgalanmışlardır. Ve Nazım Hikmet 'Vatan Haini' şiiriyle aydını da tarif etmiştir. Nazım Hikmet, Aziz Nesin, Yılmaz Güney, Rıfat Ilgaz, Enver Gökçe, Yaşar Kemal ve daha nice aydın devlet katında vatan haini damgası yiyerek aydınlığını kanıtlamıştır. Sanatçı Selda Bağcan bir aydın tutumu sergilediği ve devletin baskı ve şiddet yüklü politikaları karşısında tutum aldığı içindir ki, birkaç hafta önce Havaalanında pasaportuna el konularak ifadesi alınmak üzerek gözaltına alınmıştır. İşte bir örnek; Halkına bağlı bir aydın... RIFAT ILGAZ Ülkemiz toplumcu-gerçekçi şairlerinin başta gelenleri arasında yer alan Rıfat Ilgaz, aynı zamanda yaşamıyla da halka bağlı aydın tipinin simgeleşmiş bir ifadesi olmuştur. 1911 yılında Cide’de doğan şair, Anadolu’da ve İstanbul’un çeşitli semtlerinde öğretmenlik yaptı. Fakat öğretmenliğinde de, yazarlık yaşamı boyunca da baskılar, sürgünler, hastalıklar yakasını bırakmadı. Buna rağmen halkın her sorunu hakkında fikir üretmeyi bırakmayan şair, tüberküloz teşhisiyle yattığı hastanelerde edebiyatımızın en güzel mizah hikâyelerini yazdı. Bu nedenle yazdıklarıyla olduğu kadar yaşamıyla da nasıl bir aydın sorumluluğu taşıdığını göstermiştir. Yazının peşinden gitmek “Türk Edebiyatı’nın çınarı” olarak anılan Rıfat Ilgaz’ın eserlerinde günlük dili geliştirip zengileştiren yalın bir anlatım hakimdir. 1976’da yayımlanan “Sarıyazma” romanı gazetecilikten emekli olduktan sonra Cide’ye yerleşmesiyle başlar ve Ilgaz’ın Osmanlı zamanında yaşanmış çocukluğuna giden, geri dönüşlerle süren kendi hayat hikâyesini anlatır. Ortaokul yılları, acı aşk şiirleri yazan ama sevdiğine uzaktan bakarak iç çeken bir çocuğun samimi hayatıdır. Zor bela okunan yıllardır bunlar, yoksullara okul kapıları kapalıdır. Güç bela liseyi bitiren Ilgaz binbir zorlukla öğretmenliğe başlayışını ve bu mesleğe olan sevgisi, halkı bilinçlendirme, çocuklara ilerici bir eğitim verme savaşını anlatır. Çocukları başarılı ve sevilen bir öğretmen olmasına rağmen sürekli baskı görür ve suçlanır. Sarıyazma yazarın ilk şiir kitabı Yarenlik’ten Sınıfa, Yaşadıkça’ya ve daha sonraki kitaplarına yazarlığını da anlattığı romanıdır. Sınıf kitabının yargılanışı, hapsi ve hapisten çıktıktan sonraki hastene günleri, oralarda sürdürdüğü yazarlığı dikkat çeken bir mücadele örneği olarak anlatılır. Yine çalıştığı gazeteleri, Marko Paşa gibi dergilerin yayın serüvenini, Sabahattin Ali, Aziz Nesin, Orhan Kemal gibi aydınlarla olan dostluğunu; içilen şarapların muhabbet sıcaklığında anlatılışı bir dönemi canladırır. Evliliği, çocukları, tutukluluk yıllarıyla bütün yaşamını bu kitapta anlatan yazarın, halka bağlı bir aydının çileli, umutlu, zor yaşamını da örnekler yer almaktadır. İŞTE YAŞADIĞI TOPLUMA DUYARLI BİR BİREY, İŞTE TOPLUMCU AYDIN, İŞTE İNSAN..
  22. SeDatsan

    Utanın!

    Çok komik, güleyim de boşa gitmesin bari
  23. ÇOCUĞUN ADI; ŞAZİYE Şaziye henüz 12 yaşında. 12 yaşında çocuklar önlük giyer, okula gider. 12 yaşındaki kız çocuklar, ‘büyüyünce ne olacaksın’ diye sorulduğunda genellikle, “öğretmen olacağım” der. Şaziye ise 12 yaşında, çoktan yaşamın yükünü vurmuş sırtına. Yaşayamadan çocukluğunu, bir bez bebek sahibi olamadan ve oynamaya doymadan çıkıp sabahın köründe düşmek yollara. Yaşıtları dersle oynaşırken, kuru ekmek parçasını zeytin taneleriyle çarpıp bölüp toplamak. Ay sonunu hesaplamak. Ve yorulmak, yorulmak... Oyunsuz yaşamlarda, ustabaşının buyruk sesinin hoyratlığında boğulmak. Şaziye 12 yaşında; 220 YTL aylıkla ailesinin geçimini almış minicik omuzlarına. Aile 6 nüfuslu. Şaziye çalışacak, para kazanacak, eve, ailesine bakacak. Büyümeden, büyüyemeden, büyümüş gibi yapacak. İstanbul’un varoşlarında, çamurdan sokaklarında düşe kalka koşturacak. Ve soracaklar ona, belki on beşinde, belki yirmisinde, ‘yaşam nedir’ diye. Susup eğecek başını öne. Çalışmaktan, koşuşturmaktan ve erken yaşta kocamaktan başka bir hayat var mıdır, bilmiyor ki Şaziye? *** Meryem, Şükran, Tekoşin, Zehra ve Yakup; 5 kardeş, İstanbul İkitelli’de yaşıyor. Mardin’den göçeli epey oluyor. 5 kardeşten Zehra, Şükran ve Meryem konfeksiyonda çalışıyor. Okul gitmeyi isterlermiş, ama evde birilerinin çalışıp ekmek parası kazanması gerekiyor. Çünkü çalışılmazsa aç kalınıyor. Okumak iyi de, aç yaşanmıyor. Gerçi matematik hesabı olarak Şaziye, Meryem, Zehra, Yakup, Şükran ve Tekeoşin’e milli gelirden 5 bin dolar düşüyor. Ama onlar 5 bin dolarlık hesapla, İstanbul’un arka sokaklarında, minicik ayaklarıyla işe koşturuyor. Türkiye’de bugün tam tamına 5.5 milyon okul çağında çocuk okula gidemiyor. Oysa ekonomi tıkırındadır! Oysa memleket hızla kalkınmaktadır! Hatta Avrupa’dan Amerika’ya yedi düvel bizi kıskanmaktadır! Nitekim bakın televizyonlara, beş yıldızlı otellerde dansözlerin başından dolarlar dökülmektedir! Döviz rezervleri büyümektedir. Kimin canıyla? Hangi çocukların kanıyla? Daha birkaç gün önce 15 yaşında bir kız çocuğu yandı tutuştu Bursa’da fabrikada. Çocukların yaşamlarını çaldınız ulan! Çaldığınız, yakıp yaktığınız minnacık bedenlerin üstünde tepindiniz. Yediniz içtiniz, semirdiniz. Çocukların kanıyla!
  24. SeDatsan

    İŞSİZLİK

    1-İŞSİZLİĞİN TARİHÇESİ Ortaçağ Avrupa’sında kimi tarikatlar, yurtlarından-topraklarından bir nedenle kopmuş insan sürülerini toplayıp 'dilenci orduları' oluşturarak kentler, ülkeler arasında dolaştırırlarmış. Fransiskenler, Dominikenler, Ebiyonitler, sadakayla, ianeyle geçinmenin İncil’in ruhuna en uygun yaşam biçimi olduğunu öğütlüyor, belki de bir bakıma, toprak köleliği ya da salgın hastalıklar, savaşlar yüzünden ülkelerinden kaçmış milyonlarca insanın bir bölümüne, bir tür 'istihdam' sağlamış oluyordu! Feodalitenin çözülmeye başladığı ama henüz dağılan onbinlerce kır yoksulunun sonunun ne olacağının belli olmadığı bu karanlık dehşet döneminde, zaten başka türlüsü çok olanaklı olmayan bir hayatı seçmiş bu dilenci kitlelerine ya da bunların durumunda olup da dilenmeden, ama gündelik işler peşinde yarı aç dolaşanlara, 'işsiz' denmezdi. O çağda 'işsizlik' kavramı yoktu çünkü. İşsizlik, işçiliğin doğuşuyla başladı. 'Emek-gücünü ücret karşılığı satma özgürlüğüne sahip insanlar', toprak köleliğinin sona erdiği, meta düzeyinde pazar ilişkilerinin ve bununla birlikte emek-gücünün de bir meta olarak 'serbest piyasa'da pazarlanabilir hale geldiği kapitalizm çağına özgü bir sınıf olarak doğdu. Çünkü aynı anda, artık yanında çalışan insanlara, ekmek, tahıl, hayvan vermek, bunun karşılığında da onu ömür boyu toprağa bağlamak yerine, çalıştığı süre için 'ücret' ödeyen birileri de ortaya çıkmıştı. Emek-gücü, alınıp satılabilir, üzerinde pazarlık yapılabilir bir 'meta' haline ancak o zaman geldi. 2-İŞSİZ-İŞÇİLER AMELE PAZARINDA ( BOŞ ADAM VAR) Anadolu’da, yakın zamanlara kadar, ücret karşılığı değil, bir kile buğday, çalıştığı sürece ekmek ve yatacak yer karşılığı 'karın tokluğuna' çalışma, yalnızca kırda değil, kentlerde, özellikle de inşaatlarda çalışanlar arasında yaygındı. İnsanlar, sanki Neşet Günal resimlerine model olmak için, paçavralar içinde, sırtlarında 'mitilleri' sokaklarda dolaşır, çalışma sürelerinin dışında, aşevlerinden, evlerden bir dilim ekmek, bir tas çorba için boyun bükerlerdi. Böyle bir iş bile bulamamış olanlar ise sırtında bir küfe, ya da yalnızca bir ip, 'boş adam var, boş adam' diye bağırarak dolaşırlar, sokak aralarında bekleşirlerdi. Kuşkusuz 'boş adam', 'işsiz' de, 'işçi' de sayılmazdı. 'Bugün hiç iş çıkmadı, bir kuru ekmek, bir soğan yok mu abla?' diye kapı çalsalar bile, dilenci gibi de görülmezlerdi. Türkiye’de henüz sanayinin İngiltere’nin 200 yıl öncesindeki 'emek-gücü emme' mekanizması düzeyine erişmemiş olması yüzünden, kırın kustuğu yığınlar, bugün de kentlerdeki amele pazarlarını dolduruyorlar. Onlar, görece oluşmuş 'serbest emek piyasası'nda, emek-gücünün meta olarak satılmasına elveren koşullarından yararlanma özgürlüğünü dahi kullanamayan, bu sözde özgürlüğe yöneltilmiş canlı soru işaretleridir. Hâlâ, 'ne iş olsa yaparım' diyen milyonlarca deneyimsiz, sanayi tarafından örgütlenmenin anlamını bilmeyen, kır ilişkilerinin etkisini bir türlü silkelenip atılamayan bir yük gibi taşıyan 'boş adam' ortalıkta dolaşıyor. 3-ÜCRETLİ KÖLE OLMAK DA KOLAY DEĞİL! 'Boş adam', olabilecek son ereği olan 'ücretli köleliğe' kavuşabilmek için, kendi dışında oluşması gereken koşulları beklemek zorundadır. Kapitalizmin 'görünmeyen eli', onu toprağından, ilinden koparmış, ama kendisine ait bir 'üretim gücü' haline getirebilmek için, önüne yeni koşullar dikmiştir. 'Eşitlik' ise, işsizlik durumunda artık görünürde bile yoktur. En iyi koşullarda bile, 'eşdeğeri eşdeğerle değiştirme' yalnızca teorik bir soyutlama halini alır. Gerçekte, emek-gücü hiçbir zaman yarattığı ya da yaratacağı değeri karşılayan bir ücretle satın alınmaz. Buna karşın, bir ürüne dönüşeceği beklentisi, emek-gücünün sahibine, kapitalistle eşitlenebileceği bir dayanak sağlar. İşsiz için, bu onurlu durum yalnızca bir hayaldir. Kendi mülkiyetinde olan tek varlığı küçümsemeye, değersizleştirmeye ve hiç de eşit olmayan koşullarda satmaya hazırdır. 'Amele pazarı'nda, hiç kimse, kamyonun üzerinde çalımlı çalımlı duran 'et ajanı'na, 'kaç para veriyorsun, sigorta yapıyor musun?' diye sorma cesaretini gösteremez. Hepsi için önemli olan, yalnızca seçilmek, alınıp götürülmek, çalıştırılmaktır. KAYIT DIŞI İSTİHDAM- KAÇAK İŞÇİLİK Üstelik, Romanya’dan, Arnavutluk’tan, Moldavia’dan kopup gelmiş kaçak işçilerin pazarları doldurmasıyla daha alçaklaşmış, daha sahtekarlaşmış simsarlarla, en küçük bir pazarlık olanağı kalmamıştır. İşsiz için, emek-gücünün bir mülkiyet olarak anlaşılması da olanaksızdır. Satabileceği, bir değere dönüştürebileceği bir varlığa sahip olduğunu, yine ancak onu satın alacak biri çıkması durumunda fark edecek, bunun dışında bu 'mülkiyet', hiçbir işe yaramayacaktır. Ona güç kazandırmayacak, üstünlük sağlamayacaktır. Öyle bir mülk ki, herhangi birine değil, yalnızca sermaye sahiplerine satılabilir; artı-değer elde etmek amacında olmayan birine asla satılamaz! Meta içinde bir değere dönüşebilir, ama bir başka mülke, bir başka üretim aracına, bonoya, tahvile, ranta çevrilemez! İpotek edilemez, kiraya verilemez, miras bırakılamaz! İşsizlik halinde, boş elleri gibi kendine yük, kendisinin bile görmek istemediği bir virane! Ona 'özgürlük', 'eşitlik' ve 'mülkiyet' sağlayan emek-gücü, satın alınmadığı zaman, bedeninde çürüyen bir organa dönüşecek. 4-DÜNYADA İŞSİZLİK ILO 2001 İstihdam Raporu’na göre, geçen yıl dünyadaki işsiz sayısı 160 milyon idi. ’90’lı yılların sonunda, aynı kaynaklara göre, 130 milyon civarındaydı. Bunların 50 milyonu, 'gelişmiş ülkeler'de yaşıyorlardı. 'Gelişmekte olan ülkeler'de, yine resmi rakamlara göre, 500 milyon işçinin gündeliği, 1 dolardan daha az. AB genelinde Mart 2001 tarihinde işsizlik oranı %7.8 oldu. En düşük işsizlik oranları Lüksemburg (%2.3), Hollanda (%2.5), Avusturya (%3.7) ve İrlanda'da (%3.8) görüldü. En yüksek oran ise İspanya'da (%13.5). Bunlar, dünyanın kaymağını yiyen Avrupa ülkelerinin rakamları. Üstelik bu sayılar, gizli işsizliği, kayda geçmemiş çocuk ve kaçak işçileri kapsamıyor. Gerçekte dünyadaki işsiz sayısının milyarlarla sayılabilecek bir düzeye çıktığını, herkes kabul ediyor. Bu, gerçek anlamda 'kitlesel işsizlik' durumudur. Kapitalizmin olağan koşullarında rastlanan türden, dönemsel ve ekonomideki iniş ve çıkışlara bağlı olarak periyodik bir hal alan işsizlikten farklı olarak, süreklilik gösteren ve gittikçe büyüyen bir işsizliktir. Bazı iktisatçılara göre, 'kalıcı ve organik' bir işsizliktir. İşsizliğin nedenlerini, insanların 'yeteneksiz ve eğitimsiz' oluşlarına, plansız nüfus artışına, göçe, enflasyona bağlayan görüşlerin bu yüzden herhangi bir bilimsel değeri yoktur. Günümüzde işsizlik kapitalist kâr mekanizmalarının bir parçası ve 'en azından belli oranlarda' sürdürülmesi gerekli ve zorunlu bir kaynak yaratma aracı olarak değerlendirilmektedir. 5-İŞSİZLİĞİN YARATTIĞI PSİKOLOJİK SORUNLAR İşsizliğin yarattığı sorunlar bu yüzden, daha çok psikyatristlerin sırtına yıkılıyor. Bir araştırmaya göre, işsizler arasında görülen en yaygın 'ruh durumu', 'geleceğe güvensizlik ve umutsuzluk' imiş. Bunlar da, intihar, boşanma, 'sosyal uyumsuzluk', 'bağımlılık', 'obsesivite', 'narsisitlik' ve 'stres' gibi sonuçlara yol açıyor. Sorun psikyatristleri ilgilendiren bir 'ruhsal' düzeye indirgenince, onların önerebileceği çözüm de, şu kadar olabiliyor: 'Kurumsal ruhsal-sosyal destek sisteminin güçlendirilmesi, geleneksel aile ve çevre desteği sisteminin kurumsal hale getirilmesi...' 6-ÖZALLI YILLAR VE TÜRKİYEDE İSTİHDAM Özal dönemiyle birlikte, 'Türk aile yapısı'nın, her toplumsal sorunun çözümünde bir çıkış noktası olarak öne sürülmesi moda oldu. İşsizlik söz konusu olunca, bu kavramın anlamı, 'ailede çalışan bir ya da iki kişinin, çoluk-çocuğun yanı sıra, eniştelere, baldızlara, dayı oğullarına, köyden gelen hemşehrilere de bakması' oluyor. 'Aile yapımız', dayanışmayı, birbirini kollamayı gerektirmiyor mu? Böylece, 'kuvvetli geleneklerimiz, aile yapımız' sayesinde, herkese iş bulmak zorunluluğundan kurtulmak kolaylaşıyor! İşsizleri işçiler eliyle beslemek yolu varken, neden ücretlerin yükselmesine yol açacak bir istihdam politikası izlensin! Böylece, 'ücretli köle olma özgürlüğünü' bile kullanamaz hale gelmiş olmak yüzünden, kendi varlığından usanmaya başlamış milyonlarca insanın sorumlusu da bulunacaktır: Onları yeterince beslemeyen işçi-emekçi akrabalar! Bu 'fazla ve fuzuli kalabalık', yalnızca çalışarak yaşamak, kendi gücüyle ayakta durmak gibi insani özelliklerden yoksun bırakılmakla kalmıyor, aynı zamanda en başta da örgütlenme ve mücadele etme olanaklarından da uzak tutulmuş oluyorlar. Belki de, bütün hayatlarını, 'öz varlıklarını' bir hiç durumuna düşüren koşullara karşı savaşmanın ne olduğunu bile öğrenemeden sürünmeye mahkum ediliyorlar. İşsizlik, yalnızca emek-gücünün hapsedilmesi değildir öyleyse; emek-gücü potansiyeline sahip olup da onu harekete geçirmekten alıkonulmuş insanın, toplumsal ve siyasal olarak da hapsedilmesidir. 7-GÜNÜMÜZ TÜRKİYESİNDE İSSİZLİK ORANI 9.2 OLDU Nisan-mayıs-haziran döneminde istihdam 22 milyon 721 bin kişi olurken, işsiz sayısı 2 milyon 294 bin kişi olarak belirlendi. İşgücüne katılma oranı yüzde 49.3 ve işsizlik oranı da yüzde 9.2 oldu. İşsizlik oranı bu yılın Ocak ayında yüzde 11.5, Şubat ayında yüzde 11.7, Mart ayında yüzde 10.9, Nisan ayında yüzde 10 olmuştu. Geçen yılın 2. döneminde ise işsizlik oranı yüzde 9.3 olarak hesaplanmıştı. Bu arada mayıs ayında 728 bin ilave istihdam yaratılırken, işsiz sayısı 145 bin kişi azaldı. Buna göre 2005 Nisan ayı itibarıyla 21 milyon 993 bin kişi olan istihdam edilenlerin sayısı, Mayıs 2005’te 22 milyon 721 bin kişiye yükseldi. Resmi işsiz sayısı ise 2 milyon 439 bin kişiden 2 milyon 294 bin kişiye geriledi. Geçen yılın 2. dönemi ile kıyaslandığında ise Mayıs’ta yaratılan ilave istihdam 533 bin, azalan işsiz sayısı ise 25 bin kişi oldu. Geçen yılın 2. döneminde istihdam edilenlerin sayısı 22 milyon 188 bin kişi, işsiz sayısı da 2 milyon 269 bin kişi olmuştu. DİE’nin Hanehalkı İşgücü Anketi’nin Nisan-Mayıs-Haziran 2005 dönemini kapsayan Mayıs 2005 sonuçlarına göre, Türkiye’de istihdam edilen 22 milyon 721 bin kişinin yüzde 51.5’i ise kayıt dışı çalışıyor. Bu oran ocakta yüzde 48.9, şubat ayında yüzde 49, mart ayında yüzde 49.6, nisanda yüzde 50.7 olarak hesaplanmıştı. Bu yılın Mayıs döneminde kentlerdeki işsiz sayısı 1 milyon 710 bin, kırsal bölgede ise 584 bin kişi olarak belirlendi. Söz konusu dönemde, Türkiye genelinde işsizlik oranı yüzde 9.2, kentlerde yüzde 11.9 ve kırsal bölgede yüzde 5.5 olarak saptandı. Aynı dönemde, genç nüfusta işsizlik oranı Türkiye genelinde yüzde 17.6 olarak belirlenirken kentlerde bu oran yüzde 21.7, kırsal bölgede ise 11.8 oldu
  25. SeDatsan

    DEMOKRASİ ?

    Sayın CYRANO rumuzlu arkadaşım. Öncelikle böylesine önemli bir konuyu tartışmaya açtığın için seni kutlarım. Konuya ilişkin şahsi kanaatimi ve yorumumu, vakit buldukça yazmaya çalışacağım. Ayrıca konuya yorum yazan bu arkadaşın yapmış olduğu "zengin içerikli ve bilimsel tanımlamadan" oldukça faydalandık. Lakin böylesine zengin içerikli bir "bilimsel bir tahlil" ancak bilgelik gerektirir. Umarım sende, benim gibi bu bilgelikten ve yapmış olduğu bilimsel açıklamadan epeyce faydalanmışsındır. Saygı ve dostlukla. Sedat.
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.