Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

SeDatsan

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    251
  • Katılım

  • Son Ziyaret

SeDatsan tarafından postalanan herşey

  1. Neo liberal iktisat ve iktisatcılar Yrd.Doç.Dr.Cem DOĞAN Mustafa Kemal Üniv. İİBF Bilindiği üzere genelleştirmeler içinde yanılgı barındırır. Ancak iktisat ve iktisatçılarla ilgili olarak bazı şeyleri yeniden tartışabilmek için ister istemez genelleştirme yapmak gerekiyor. Yaşamımıza yön veren değerler giderek daha fazla parasallaştıkça iktisadın ve iktisatçıların önemi arttı. Ancak iktisada ve iktisatçılara atfedilen önem arttıkça hem bu önemi atfedenler hem de kendisine önem atfedilen iktisatçılar değersizleşti. İktisat ile iktisatçılar arasında, iktisat, iktisatçılar ve toplum arasında giderek genişleyen bir makas, bir yabancılaşma hali yaşanmaya başlandı. Bu değersizleşme sürecini iktisadın kapsam ve içeriğinden, iktisatçıların tutum ve söyleminden, "mesleğe" yabancı olanların iktisat ve iktisatçılardan beklediklerinden yola çıkarak belirlemek olası. Örneğin merkez ülkelerini "gelişmiş ülkeler", çevre ülkeleri "gelişmekte olan ülkeler" olarak kavramsallaştırıp, söz konusu ülkeler arasındaki ilişkiyi emperyalizm sözcüğü ile değil "küreselleşme" sözcüğü ile açıklamak iktisatçılar arasında yaygın bir tutum haline gelmiştir. Ki bu tutum neo liberal istem ve niyetlere göre şekillendirilmeye çalışılan ekonomik yapının gereksinimlerine denk düşen bir tutumdur. Çünkü emperyalizm sözcüğünü kullandığınız takdirde emperyal bir gücü ve bu gücün emperyalist politikalarını uygulayabileceği bir alanı tarif etmiş olursunuz. Bir başka söylemle bu kavramın öznesi de nesnesi de bellidir. Oysa küreselleşme sözcüğü özneyi de nesneyi de, özne ile nesne arasındaki ilişkiyi de muğlaklaştıran, onları bir ve aynı şeylermiş gibi algılatan bir içeriğe sahiptir. Bu süreçte birçok iktisatçıdan duyduğumuz; dünyanın artık global bir köye dönüştüğü, bu köyün yaşam tarzının karşılıklı bağımlılık olduğu gibi söylemler tam da bulanıklaştırılan, belirsizleştirilen ilişkileri kalıcı kılmaya yönelik söylemlerdir. Söz konusu iktisatçıların, iktisadın kapsamına yönelik müdahaleleri de doğal olarak bu söyleme uygun bir biçime dönüştürülmüştür. Bu bağlamda iktisat fakültelerinin bir çoğunda anlatılan iktisat nerede ise her şeyi "veri" olarak almaktadır. Her şeyin veri olarak kabul edildiği böylesi bir analiz tek tek bireyleri kapsamakta, bu kapsamın içeriği de tüketicilerin faydalarını, üreticilerin de kazançlarını nasıl en çoklaştırdıklarını açıklayan teorilerle doldurulmaktadır. Böylelikle iktisat salt hazza, zevke hizmet eden bir bilim haline dönüştürülmektedir. İçerik ve kapsam açısından bir başka önemli özellik ise iktisada ve hayata dair her şeyin ölçülebilir, sayılabilir, hesaplanabilir olmasıdır. Bunun için matematiğin, istatistiğin ve ekonometrinin yoğun bir biçimde kullanılması esastır. "Meslekten" olanların bile anlamakta çok zorlandığı teorik çalışmalarla sadece seçkinlerin bildiği ama başkalarının bilemediği ayrı bir dil yaratılarak, iktisadın ve iktisatçının kutsanması için gereken koşullar hazırlanmıştır. Dolayısıyla aslında bu koşullar neo liberal eksende oluşturulmuş entelektüel bir diktatörlüğü tahkim etmeye olanak sağlamıştır. Bu diktatoryal ortamda ise sadece bilenlerin bildiği ve belirlediği, bilmeyenlerin ise onlara tabi olduğu eşitsiz bir ilişki yaratılmıştır. İktisatçılar bilmektedir çünkü ölçmüşlerdir, hesaplamışlardır ve sürekli bir biçimde sayılarla konuşmaktadırlar. Diğerleri ise ölçemezler, hesaplayamazlar ve sayamazlar. KATİLİNE AŞIK KURBANLAR! Eğitim kurumları ve medya tarafından "şeyleştirilmiş" kitlelerin, iktisat ve iktisatçılara biçtikleri önem ise adeta katiline aşık olan kurban düzeyine gelmiştir. Bilgiyi üretmek ve kullanmak yeteneğinden giderek uzaklaştırılan insanlar yoksulluğu, eşitsizliği kaderin cilvesi, yeteneksizlik, girişimci ruh eksikliği gibi nedenlerle açıklamak zorunda bırakılmışlardır. İnsanal yaşama dair sorunlar hakim iktisadi anlayışın yarattığı sistemden değil bu sistemin işleyişine uyum sağlayamamaktan kaynaklıdır. Sistemin cisimleştiği yapı piyasa mekanizması olunca benimsenmesi gereken düstur "piyasanın ürkütülmemesi" olarak sloganlaştırılmaktadır. Esas itibari ile bu mekanizmasının kendisine içkin krizlerin varlığının baş sorumlusu da onun derinliğini ve kırılganlığını fark edemeyen yığınlar olmaktadır. O halde yapılacak en iyi şey bir köşeye çekilip piyasayı sarsacak etkinliklerden uzak durmaktır. Piyasa ile yığınlar arasındaki uzaklık ise bu iktisatçılardan gelecek "müjdeli" haberlerle aşılacaktır. "Şimdi bunu alma şunu satma zamanı", "en çok getiri şu finans aracında, şimdi buna çaba harcayın", "borsa şu zaman inecek, bu zaman çıkacak" gibi söylemler bu süreçte çok sıkça karşılaşılan iktisadi referanslardır. İnsanlar yaşadıkları "çileli hayatları" ancak bu referanslar sayesinde aşabileceklerinden kitlesel ve örgütlü bir güç oluşturmak için harcayacakları çabanın beyhudeliği ortadadır. Bu yüzden sendikalı olmak, sendika kurmaya çalışmak için zaman harcamak yerine bu iktisatçıların anlattıklarını dinlemeye daha fazla zaman ayırmak daha anlamlıdır. Böylece "homo economicus" bireyler "fakir fukara edebiyatı" yapmak yerine uzman ekonomistlerden aldıkları tüyolar sayesinde içinde bulundukları asimetrik bilgi ortamından kurtulup spekülasyona, döviz bürolarına, mevduatlarına daha fazla faiz sağlayan bankalara yönlendirilmişlerdir. Gelinen noktada hakim iktisat anlayışının ve bu anlayışın meşhur iktisatçılarının önerdiği hiçbir iktisat politikasının ya da en iyi politika politikasızlıktır önermesinin insanların temel sorunlarına kalıcı çözümler üretmediği çok açıktır. Ahmet Çakmak'ın yerinde ifadesi ile insanlık ailesi bu iktisatçılar tarafından önce bir labirentin içine sokularak oralarda dolaştırılmakta ve bu labirentin içinde "körleştirme" operasyonuna tutulmaktadırlar. Bu operasyon ile hem sitemin kendisine yöneltilebilecek tepkiler soğrulmakta hem de sistemin devamı ve güvenliği koruma altına alınmaktadır. Aynı iktisatçılar çok sıkıştıkları anlarda ise "biz tahlil yaparız gerisini siyasetçilere bırakırız" diyerek sorumluluklarından sıyrılmaktadırlar. Krizin öznesinin ve ortaya çıkış koşullarının daha da belirsizleştiği böylesi anlarda ise iktisatçılar, iktisadi gidişata dair tahminlerini tamamen unutmakta ve her krizin ardından yaşanan gelir dağılımın daha fazla bozulması, işsizlik, reel ücretlerde yaşanan gerilemeler ve benzeri sonuçları ise piyasa mekanizmasının doğal bir sonucu olarak kabul edip, açıklamaları ile eşitsizliği kristalize etme yolunu tercih etmektedirler. Krizin mağduriyetini yaşayanlar ise, kendilerine önerilen iktisadi tutumlar nedeni ile yaşadıkları alt üst oluşun üstesinden gelebilmek için piyasanın kendisi ile hesaplaşmak yerine insani varlıklarını ayakta tuttuğunu düşündükleri ırklarına, dinsel inançlarına daha fazla bağlanarak aşmaya çalışmaktadırlar. Oysa böyle davranarak kendilerini nesneler dünyasına daha fazla mahkum ederek insani var oluşlarını daha fazla yoksunlaştırmaktadırlar.
  2. ENFLASYON, EKONOMİK BÜYÜME VE YOKSULLUK AKP, ekonomideki tüm söylemlerini hemen hemen üç ana konuya indirgemiştir. Enflasyon düştü... Faizler geriledi... Yatırımcı artık önünü görüyor... Bu üç söylemle yola çıkan hükümet yetkilileri, ekonomide pembe tablolar çizmeyi ihmal etmiyorlar. AKP hükümetlerinin hazırladığı üçüncü bütçeye baktığımızda, geçen iki yıla rağmen, pek de iç açıcı bir tablonun oluşmadığını görüyoruz. 2005 bütçesinin de bu bağlamda bir yaraya merhem olacağı yok... Çünkü, • Toplum yine sorunlarıyla baş başa • Yoksulluk derinleşiyor • İşsizlik azalmadı artıyor • Kamu yatırımları adeta dibe vurmuş durumda, Cumhuriyet tarihimizin en düşük düzeyinde... IMF'ye duyarlı hükümet... • IMF'nin emir ve talimatlarından ödün vermeyen ve bunu da bir başarı olarak kamuoyuna sunan bir siyasal anlayış, medyanın da desteğiyle, egemenliğini sürdürüyor • Yolsuzluk olaylarının ardı arkası kesilmiyor • ekonomi kayıtdışı bir yapı içinde gelişmesini sürdürüyor • Hükümetin sık sık yinelediği, katılım, toplumsal uzlaşma, diyalog gibi kavramlar ne hikmetse bir türlü yaşama geçirilmiyor, hep sözde kalıyor... • Hortumlanan bankalardaki paraların tahsili ile ilgili olarak çifte standart uygulanıyor • Sosyal devlet kavramı yerine "iane devleti" kavramı egemen kılınmak isteniyor. Bu sorunları daha da uzatmak mümkün. Bugün geldiğimiz nokta, gerçekten de ekonomide iç açıcı bir tablonun oluşmadığını bize gösteriyor. Kuşkusuz bu tabloyu abarttığımızı söyleyenler de olabilir. Örneğin, diyebilirler ki, • Üç haneli enflasyonu yaşayan bir Türkiye'den tek haneli enflasyona düştük. Bu önemli değil mi? • Gecelik faizlerin yüzde binlere ulaştığı bir yapıdan, bugün faizlerin önemli ölçüde düştüğü bir noktaya geldik. Bu hafife alınabilir mi? • Önünü göremediği için yatırım yapamayan yatırımcı, bugün artık önünü görüyor... Bu bile tek başına önemli bir gelişme değil mi? Doğrudur... Bunlar önemli gelişmelerdir. Enflasyon düştü, ama kimin enflasyonu düştü? Geniş halk kitleleri açısından gerçekten de enflasyon düştü mü? Unutulmaması gereken bir gerçek var. AKP'nin iktidarda olduğu yaklaşık iki yıl boyunca, sanayide reel ücretler, önceki iki yıla göre % 7,2 oranında gerilemiştir. Kaldı ki, sorun sadece ücretlerin gerilemesiyle de sınırlı değil. İsterseniz, Ekim 2002'den Kasım 2004'e bazı temel ürünlerdeki fiyat artışlarına kısaca bir bakalım... BU GİTGİDE ARTAN FİYATLARA GÖRE ENFLASYON, NEREYE-NASIL DÜŞMÜŞTÜR? Dana eti, %56, Beyaz peynir %52, Çay %59, Toz şeker %42, Kömür % 56,6, Tüpgaz % 61, Mazot %66, Bu dönemde dışarıda içilen bir bardak çayın fiyatı % 58 oranında, Üniversite öğrencisinin harç bedeli % 73 oranında artmıştır. Kitap fiyatlarındaki ortalama artış da % 83 olmuştur. Hükümet ne diyordu, enflasyonu düşürdük... Doğrudur, enflasyon düşmüştür, ama geniş halk kitlelerinin enflasyonu düşmemiş, aksine artmıştır. Bugün düştü diye övünülen enflasyonun gerçek kahramanları işte bu insanlardır. • Faizler düştü ama, reel faizler hala yüksekliğini koruyor. Yani "rant ekonomisi" dönemi hala kapanmış değildir. • Yatırımcı artık önünü görüyor deniyor ama, ekonominin hala kırılgan noktayı aşmadığını bu toplumda yaşayan her kes biliyor. İsterseniz gelin, AKP'ye üç soru soralım. Eğer ülke ekonomisi bu kadar iyi ise; • Bu ülkede aç-yoksul-işsiz insanların sayısı, neden çığ gibi artıyor, kap-kaç olayları niçin çoğalıyor, geçim sıkıntısından aileler parçalanıyor, yuvalar dağılıyor, cinayetler, intiharlar artıyor? • Neden binlerce çocuk-genç, eğitimsiz, işsiz, geleceksiz kalarak hayattan umutlarını-beklentilerini yitirip, intihara, uyuşturucuya, fuhuşa, çeteleşmeye, yöneliyorlar? • Büyük kentlerin varoşları niçin yer altı dünyasına adam yetiştiriyor? Dilensinler diye bu ülkede, aileler çocuklarını niçin kiraya veriyor? Evet, sadece IMF'nin sesine karşı duyarlı olan bu İktidara, bunları sormayalım mı? Yoksa yine mi abartıyorum!
  3. “Liberal çağdaşlaşma” süreci ve AB’cilik Türkiye’nin “batılılaşma” diğer bir söyleyişle “çağdaşlaşma” serüveni, 18. yüzyıla kadar uzanır. Bu dönemde Avrupa ile baş edemeyen Osmanlı Devleti’nde, 16. ve 17. yüzyıllarda feodal toplumun çöküşü ile ilk burjuva toplumunun kuruluş döneminde gelişmiş olan Rönesans’ın etkisindeki Avrupa kurumlarını kendine mal etme yani, Avrupalılaşma, “batılılaşma” çabaları görülmeye başlamıştır. Ancak, bu çabaların yapısal dönüşüme yol açacak niteliğe bürünmesi, 1838’de İngiltere ve onu izleyen yıllarda diğer Avrupa ülkeleri ile yapılan ticaret sözleşmeleri ile birlikte olmuştur. İmzalanan bu sözleşmelerle birlikte Osmanlı Devleti, gerçekleştirdiği uyum yasalarıyla “liberal çağ” ile bütünleşmeye başlamıştır. “Liberal çağdaşlaşma” süreci, Cumhuriyet Türkiye’si yani, “çağdaş Türkiye” ile birlikte doruk noktasına ulaşmıştır. Türkiye’nin “batılılaşma” serüveni esas olarak batıya iktisadi anlamda “uyumu” ifade etmektedir. Bu bağlamda, “batılılaşma” ya da “çağdaşlaşma” kavramları, kapitalist sistemin dönemsel koşullarına “uyum” anlamına gelmektedir. Cumhuriyet döneminde bazı aksaklık ve gecikmelerle de olsa bu “uyum” sürdürülmüştür. Cumhuriyet döneminin kapitalist sisteme bu “uyum” süreci büyük ölçüde askeri darbelerle gerçekleşmiştir. “Demokrasi” bağlamında “batılılaşma” ya da “çağdaşlaşma” da yine “uyum” sağlanmaya çalışılan kapitalist sistemin dönemsel koşullarının gerektirdiği düzeyde şekillenmiştir. Örneğin, 27 Mayıs 1960 darbesi büyük ölçüde, sermaye ile emeğin görece uzlaşmasını öngören kapitalist sistemin içe dönük sermaye birikim sürecine “uyumunu” hedeflemiştir. Bu nedenle, 1961 Anayasası ve bu dönemdeki diğer yasal düzenlemeler, sosyal devleti ve sendikal özgürlükleri içeren dolayısı ile demokratik hak ve özgürlükleri geliştiren bir yapıdadır. Buna karşılık 12 Eylül 1980 darbesi, 1970’lerin başında ortaya çıkan kriz karşısında kapitalist sistemde geçerli olan yeni liberal dönüşüm doğrultusunda oluşan sermaye birikim sürecinin öngördüğü koşulların hazırlanmasını hedeflemiştir. Yeni liberal dönüşüm süreci, sermaye ile emek arasındaki uzlaşmanın ortadan kaldırılarak, sermayenin üretim sürecinde ve dolayısı ile toplumsal ilişkilerde sermayenin tek taraflı egemenliğini öngörmektedir. Bu doğrultuda12 Eylül darbesi, fiili olarak ve yasal düzenlemeler ile sosyal devleti, emekçilerin sosyal ve demokratik haklarını ortadan kaldırmaya çalışmıştır. Yani, 12 Eylül darbesi de özü itibarı ile Türkiye’nin kapitalist sistemin dönemsel koşullarına “uyumunu” amaçlayan, bu bağlamda da “batılılaşma”, “çağdaşlaşma” serüvenine de ters olmayan bir içeriğe sahiptir. Bugün Türkiye’nin “batılılaşması”, “çağdaşlaşması” talebinde bulunanlar bunun Avrupa Birliği’ne uyum sağlanarak ve/veya üye olunarak gerçekleşeceği düşüncesini savunmaktadır. “Batılılaşma”, “çağdaşlaşma” kavramları kapitalist sistemin dönemsel koşullarına “uyum” olarak kabul edildiğinde bu düşünce son derece yerindedir. AB’nin gerek kendi içinde uyguladığı politikalar, gerekse tam üyelik için Türkiye’nin önüne sürdüğü koşullar tam da kapitalist sistemin bugün öngördüğü sermaye birikim sürecine uygundur. Ancak, “batılılaşma”, “çağdaşlaşma” kavramlarının “demokrasi” ile özdeş tutulması ve AB’ye uyumun ya da üyeliğin Türkiye’de demokrasiyi ve refahı sağlayacağı söylemi son derece aldatıcıdır. Zira, kapitalist sistemin 12 Eylül darbesinin gerçekleşme nedeni de olan sosyal devleti ortadan kaldıran, emeği baskı altına alarak daha fazla sömürmeyi hedefleyen koşulları bugün de sürmektedir. Bu nedenle, AB ya da IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi kurumlarla gerçekleşecek “uyum” süreci, Türkiye’ye demokrasi getirmek bir tarafa, emekçilerin elindeki mevcut hakları da alarak, yoksulluğu ve anti-demokratik yapıyı daha da derinleştirecektir. Sözün özü: Tarih, emekçilerin demokrasi ve özgürlük içerisinde yaşanılabilir bir dünya özleminin, “batılılaşma”, “çağdaşlaşma” gibi süslü kavramlar arkasından yürütülen ve esas olarak kapitalist sistemle bütünleşmeyi içeren süreçlerde gerçekleştiremeyeceğini göstermiştir. Bu özlemin gerçekleşmesinin emekçilerin öz güçleri ile yürütecekleri mücadeleler ile gerçekleştirilebileceği, yine o tarihin tozlu sayfaları arasında mevcuttur. Bugün emekçilerin yapması gereken, o mücadele azmini tarihin tozlu sayfalarının arasından çıkartıp yaşatmaktır.
  4. YOKSULLUK NEDİR VE KİMLER YOKSULDUR ? Yoksullar, yoksulluk, yoksunluk, göreli yoksulluk, risk yoksulluğu, mutlak yoksulluk... Özellikle 2000 ve 2001 krizlerinden sonra gerek akademik çevrelerde gerekse medyada en çok tartışılan konulardan biri oldu yoksulluk. Krizden sonra sayıları dünya ölçeğinde yüz milyonları bulan bir kesim ortaya çıktı ve bu kesim hakkında çok şey söylendi, yazıldı, çizildi. Sokaklarda yaşayanlar, krizden sonra işsiz kalanlar, “açım” diye Boğaz Köprüsü’ne çıkanlar, pazar yerlerinden arta kalan sebze ve meyveleri toplayanlar, iftar çadırları önünde binlere ulaşan yemek kuyruklarında sabahtan akşama bir tabak yemek için bekleyenler, holding medyasının timsah gözyaşlarıyla diline doladığı Garibanizm söyleminin malzemesi olarak gündeme geldiler. Doğaldır ki medya krizle birlikte daha da artan yoksulluğu yapısal bir sorun olarak değil krizin aşılmasıyla atlatılacak dönemsel bir sorun olarak ele aldı. Medyanın gündemini Irak’a yönelik Amerikan saldırısı, Irak’a asker gönderme, AB üyeliği, seçimler işgal etmeye başladığında ise yoksulluk ve yoksullar gündemden düştüler. Gözyaşları ve acıklı müzikler eşliğinde ağır çekimde “sergilenen” yoksullar ve yoksulluk bu tartışmanın bir yüzüydü. Diğer tarafı ise gerek Türkiye’de gerekse dünyada, çeşitli çevrelerce hâlâ tartışılmakta. Onlarca kavram, hesaplama, kuram ve tartışmanın içinde anlaşılmaya ve anlatılmaya çalışılan yoksulluk hâlâ üzerine söz söylenmesi ve açıklanması zor bir kavram olarak duruyor akademik çevrelerin önünde. Önüne eklenen pek çok sıfatla giderek bulanıklaşan ve karmaşıklaşan yoksulluk, işaret ettiği kesimi, yoksulları da, bölük pörçük edilmiş durumda. Yeni bir toplumsal kesimin adı olmaya aday bir kavram olarak ortaya atılan yoksullar ve beraberindeki yoksulluk tartışmaları ne yoksulluğun ne olduğu ne de yoksulların kim olduğu sorularının cevabını verebilmiş değil. Gelin "YOKSULLUĞUN NE OLDUĞU VE KİMLERİN YOKSUL OLDUĞU" sorularını birlikte cevaplayalım. Muktlak yoksulluk, göreli yoksulluk, İnsani Gelişme Endeksi (İGE), İnsani Yoksulluk Endeksi (İYE) vb. yaklaşımlara göre yapılan yoksulluk ve yoksullar tespitleri pek çok tartışmayı da beraberinde getiriyor. Örneğin Dünya Bankası tarafından günlük bir dolar ve iki dolar olmak üzere iki ayrı yoksulluk çizgisi belirlenmekte. Yoksulluk çizgisi günlük bir dolar olarak belirlendiğinde Pakistan’da yüzde 15,2 olan yoksulluk oranı yoksulluk çizgisi günlük iki dolar olarak belirlendiğinde yüzde 84,7 oluyor. Endonezya’da yüzde 15,2 olan yoksulluk çizgisi, iki dolarlık yoksulluk çizgisi baz alındığında yüzde 66,1 oluyor. Türkiye’de ise yoksulluk çizgisi bir dolar iken nüfusun yüzde 2,4’ü yoksulluk çizgisi iki dolar olarak alındığında nüfusun yazıda 18’i yoksul oluyor.
  5. Konuya ilgin ve düşünsel katkın için teşekkür ederim sevgili arkadaşım mare bulge.
  6. Birleşen işçiler yenilmez TEKEL Adana ve Malatya sigara fabrikalarının kapatılması kararına karşı Adana ve Malatya’daki işçiler fabrikalarını terk etmeme eylemi başlattılar. Petrol-İş Aliağa Şubesi’nde örgütlü TÜPRAŞ Aliağa Rafinerisi işçileri de TÜPRAŞ’ın yüzde 51 hissesinin Koç-Shell ortaklığına devir sözleşmesinin imzalanması nedeniyle dolum ve sevkiyatı durdurdu. Ama TEKEL işçilerinin TÜPRAŞ’ta olan bitenden, TÜPRAŞ işçilerinin de TEKEL işçilerinin eylemlerinden (Adana ve Malatya eylemleri dışında) haberleri yoktu. Büyük küçük birçok fabrika ve işletmede işçiler direniyor. Ne var ki SEKA, Seydişehir vb. direnişlerden de görüldüğü gibi mücadelenin birleştirilememesi halinde lokal mücadeleler genellikle yenilgiyle sonuçlanıyor. 12 Eylül rejimi işçilerin örgütlenme haklarına getirdiği engellerle birlikte hak grevi ve dayanışma grevini de yasaklayarak işçilerin birleşmesini önlemeye çalıştı. Bu engeller yetmez gibi işçilerin bir yandan da sendika bürokrasisi tarafından birbirleriyle rekabet eder hale getirilerek, patronlar karşısında bölünmesine ve güçsüzleşmesine izin verilmemelidir. Mevcut bürokratik sendikacılık anlayışından mücadelenin birleştirilmesi beklenemeyeceğine göre, yapılması gereken, mevcut sendikaların birleşik emek mücadelesinin yaratılması için aşağıdan yukarıya baskılanmasıdır. Bunun için de işyerlerinde oluşturulacak mücadele komitelerinden başlayarak yerel sendikal birliklerin yaratılması, bu birlikler üzerinden mücadelenin yerellerde birleştirilmesi tek çıkar yol olarak önümüzde durmaktadır. Bu hareket tarzı sendikaları birbirleriyle rekabet etmekten veya birbirlerinin üyelerini kendi sendikasına kazanmaya çalışmaktan alıkoyacak ve işçileri de rekabet etmek yerine dayanışmaya sevk edecektir. İşçiler, bir yandan ekonomik demokratik mücadele örgütleri olan sendikalarında örgütlenir ve mücadele ederken öte yandan da siyasi iktidarı kazanmaları gerektiğini görerek iktidar hedefiyle kendi partisinde örgütlenmelidir. Mevcut sendikaların önemli bir çoğunluğu bugün için mücadeleyi adeta hukuksal mücadele ile sınırlamış görünüyorlar. Sınıf için en önemli tehlikelerden biri bu anlayıştır. Mücadelede yaslanılacak asıl gücün işçinin emekçinin örgütlü gücü olduğu bilinciyle davranılmaması halinde işçiler, kaybetmeye devam edecekler. Zira hukuk, sınıflar mücadelesinden bağımsız değildir. Sınıf mücadelesinde egemen olan sınıf, kendi hukukunu da egemen kılmaktadır. Yinelemek gerekirse bugün saldırılara karşı; • İşyeri mücadele komitelerinden başlayarak yerel sendikal birliklerin oluşturulması, • Yerel birlikler üzerinden sendika merkezleri ve konfederasyonların sınıfın ihtiyaçlarına uygun bir tutum almaya zorlanması, • Hukuksal mücadeleyi yadsımadan esas olarak işçinin emekçinin üretim gücüne yaslanan bir mücadele anlayışını egemen kılmak, • İşçiler ve emekçilerin patronların politikalarının peşine takılmaktan kurtulması ve kendi çıkarları doğrultusunda doğrudan siyaset yapması, iktidarı elde etmek üzere siyasi mücadele yürütmesi zorunlu ve kaçınılmazdır.
  7. Bu ülkenin namuslu insanları birer arı gibi çalışır ortaya bir artı değer koyarlar. Fakat birtakım kan emiciler gelir bu alınteri, göznuru değerleri alır giderler. Tıpkı bir ayının kovanlara saldırması gibi… Enerji konusunda ve genel olarak ekonomik işleyişte, çarpık anamalcı sistem tam da bunu yapmaktadır. Maden Mühendisleri Odası Yönetim Kurulu’nun doğalgaz kriziyle ilgili olarak göndermiş olduğu basın açıklamasını gazetemizin dünkü sayısında okudunuz. Benzeri türde açıklamaları gerek EMO, gerekse Makine Mühendisleri de yapmaktadırlar. Aslında bu ülkenin bütün sorunlarıyla ilgili olarak birçok namuslu bilim insanlarının uzmanların, aydınların, meslek örgütlerinin tespitleri ve çözüm önerileri bulunmaktadır. Çünkü aklın yolu birdir. Ama bu çözüm önerileri birtakım soyguncuların ve vurguncuların işine gelmediği için hep görmezden gelinmektedir. Hatta yok sayılmakta, tek çözümün vurgunlara ve soygunlara dayalı uygulamalar olduğu ısrarla kitlelere anlatılmaktadır. Fakat bu vurguna ve soyguna dayalı uygulamalar bizim gibi sınırlı kaynaklara sahip ülkelerde çok kısa zamanda ortaya çıkabilmektedir. Çünkü bu ülkenin kaynakları çok yoğun bir şekilde emperyalistler ve yerli işbirlikçiler tarafından sömürüldüğü için, ülkenin iliği kemiği kurumuştur. Bu aşamadan sonra büyük yolsuzluların gizlenmesi oldukça zordur. Enerjideki uygulamalar ise oldukça büyük çaplı operasyonlardır. Bir tarafta dış kaynaklara bağımlılık, diğer yanda özelleştirmeler, ulusal ekonomiyi zorlamaktadır. Buna bir de enerjinin stratejik boyutunu eklediğimizde, karşımıza bugünkü gibi öncü krizler çıkmaktadır. Şimdi doğalgazın kısılmasıyla ortaya çıkan duruma baktığımızda sanayideki üretimin sekteye uğradığını görmekteyiz. Bunun ülke ekonomisine etkisi her halde olumlu yönde olmayacaktır. Diğer yanda, doğalgazın yetmemesi nedeniyle, doğalgaz santrallerinde doğalgaz yerine fuil-oil kullanıldığını görüyoruz. Fuil-oil ise doğalgaza göre daha pahalıdır. Yani bu yakıtla üretilen elektrik doğalgaza göre daha pahalıdır. Aradaki bu maliyet ve fiyat farkını kim karşılayacak? Her zamanki gibi gene bu mazlum halk karşılayacaktır. Peki, karar vericiler bu kadar saf mı? Bu kadar cahil veya bilgisiz mi? Bunun yanıtı: kesinlikle hayır! Her şey bilinçli ve planlı yapılmaktadır. Sistem yağma, talan ve vurgun üzerine kurulmuştur. Sistem fakirden alıp zengine verme üzerine kurulmuştur. Sistem ulusal zenginliklerin küresel emperyalistlere peşkeş çekilmesi üzerine kurulmuştur. Bugün ekonomide ulusal egemenlikten söz edemezsiniz. Çünkü ulusal egemenlik tahkim kurullarına devredilmiştir. Yapılan bütün ekonomik faaliyetlerde tahkim kuralları geçerlidir. Soygun ve talan böylece garanti altına alınmıştır. Hatta bu durum öyle bir boyuta getirilmiştir ki, örneğin bir rejim değişikliğine bile gidecek olsanız, uluslararası ekonomik anlaşmalar “güvence” altındadır. Yani emperyalist sömürü güvence altına alınmıştır. Bunun için gerekirse, askeri güç de dahil olmak üzere her türlü yaptırımın önü açıktır. Onurlu bir gelecek için tek çıkış; emperyalizme karşı tam bağımsızlığı, sömürüye karşı toplumcu ekonomi politikayı savunmaktan geçmektedir. Birliğimizi, dirliğimizi ve varlığımızı ancak bu şekilde koruyabiliriz. Çünkü halkın kopmaz bağlarla birbirine kenetlenmesi ancak bu şekilde sağlanır. Birlik olmuş halkın karşısında ise hiçbir güç duramaz
  8. Sevgili zeynoo eline ve yüreğine sağlık. İnsanlık adına utanç verici ne kadar kötülük var ise tümünün altında eli-kolu-parmağı olan ABD emperyalizminin, o çirkin ve gerçek yüzünü, unutanlara birkez daha sergilemişsin. Her türlü insanlık dışılığın, savaşın, sömürünün, işgalin, işkencenin, katliamların, darbelerin, iç savaşların, çatışmaların, sabotajların, devlet terörizminin ve türlü provakasyonların altından bir şekilde çıkan, aynı zamanda en derin dünya devletidir bu emperyalist. Bu emperyalistin herülkede türlü kirli ilişkiler ağını kuran ve yöneten gizli örgütü CIA'nin ülkemizde ördüğü kirli ilişkiler ağı ve oluşturduğu derin devlet, Susurlukta ortaya çıkmasına rağmen, ip uçlarının üzerine gidilemediği için, bu bu derin ilişkiler ağı ortaya çıkarılamamıştır. Bu derin ilişkiler ağının kurduğu kontragerilla-gladio örgütlerinin tek hedefi, ülkemizdeki yükselen işçi-emekçi mücadelesi ve onun devrimci önderleriydi. Bu dönemlerde ülkemizde oluşturulan, ırkçı-şoven çeşitli ocak dernek ve partilerle bir yandan sosyalizm düşmanlığı körüklenirken, diğer yandan da binlerce masum işçi emekçi ve devrimci önder katledildi. BaştaDİSK başkanı Kemal TÜRKLER olmak üzere, yine aynı yıllarda ÇORUM MARAŞ katliamlarının ve 1977 yılı 1 Mayısında Taksim Meydanına çıkan bu ülkenin her kesiminden işçi-emekçilerin üzerine rastgele ateş açılması ile katledilen insanlarımızın vebali bu derin ilişkiler ağının üzerindedir. İşte bu noktada yukarıda tarafsız olduğunu iddia eden arkadaşa sormak lazım. Sen tüm bunları onaylıyor musun? SUSMAK ORTAK OLMAKTIR ! TEPKİSİZ KALMAK HAKSIZLIĞI ONAYLAMAKTIR. HAKSIZIN HAKSIZLIĞINA, GÜÇLÜNÜN ŞİDDETİNE, ZALİMİN ZULMÜNE SES ÇIKARMAMAK, ONLARI ONAMAK YANİ SUÇ ORTAKLIĞIDIR. HİÇ KİMSE TARAFSIZ OLAMAZ. TARAFSIZ OLDUĞUNU SANANLAR ASLINDA, TEPKİSİZ KALMAKLA, HAKSIZIN, GÜÇLÜNÜN, HAKİM ERKİN, SATATÜKONUN VE ZALİMİN YANINDADIR. YA GÜÇLÜDEN, EZENDEN, HAKSIZDAN YANASINDIR, YADA HAKLIDAN, ZAYIFTAN, EZİLENDEN, SÖMÜRÜLENDEN BİRİ VEYA MAZLUMUN TARAFINDASINDIR.
  9. Metal işçileri MESS’in hediyesini beğenmedi Müjdat Yılmaz Yeni yıla girerken MESS (Metal Eşya Sanayicileri Sendikası) kendisine bağlı bütün işyerlerinde çalışan işçilere, “Eğrisi Doğrusu Görgülü Ol, Hoş Yaşa” adlı bir kitabı hediye olarak dağıttı. İşçilere bol bol öğüt veren ve görgü kurallarını öğreten kitapta işçinin restoranda, sinemada, tiyatroda, evde nasıl davranması gerektiği anlatılıyor. Günümüz koşullarında sinema ve tiyatro gibi sosyal etkinlikleri unutmuş işçilere bu iyiliği yapan MESS’in kitabında yer alan bazı öneri ve görgü kuralları şöyle; Burnunuzu silerken sol elle siliniz, sağ eliniz tokalaşma elidir. Sinemada, tiyatroda tuvalete gittikten sonra sifonu çekiniz. Kadın erkek için ‘bizim herif’, erkek kadın için ‘bizim karı’ dememeli. Çatal kaşık kullanırken Avrupa tarzını seçelim. Avrupa tarzı kesildikten sonra çatala saplı duran lokma yine sol elle ağza götürülür. Ortak yenen tabağa çatal kullanmadan elinizle dalmayınız. Sinemaya terli, kokulu, kirli olmamak koşuluyla normal günlük giysilerle sinemaya gitmekte hiçbir sakınca yoktur. Fazladan para ödemeyeceksiniz diye açık büfeye ardı ardına sefer düzenleyip tabağınızı yiyemeyeceğiniz kadar yemekle, tepelemesine doldurup kendinizi kıtlıktan çıkmış insan durumuna düşürmeyiniz. MESS “kendimizi sınayalım” diye bazı sorular da sorulmuş:“Sonuna geldiğinizde, tabağın dibinde kalan çorbayı nasıl bitirirsiniz? a) Ekmek banarak bitiririm. Kalan çorbayı kaşığımla alabilmek için tabağı masanın ortasına ya da kendime doğru hafifçe eğerim. c) Kaşığıma alamadığım çorbayı tabakta bırakırım. Doğru cevap ( şıkkı.” Biz insanca yaşamayı biliriz Metal işçileri ise giderek kısıtlanan sosyal yaşam olanaklarına dikkat çekerek, MESS’in hediyesine tepkilerini dile getirdiler. Bir Oyak Renault işçisi, “okumaya vakti olmadığını” söyleyerek kitabı evde bıraktığını belirterek, şunları anlattı: “Bir gün sonra eşim ‘Bu kitap nereden geldi?’ diye sordu. Ben de ‘İşverenin hediyesi’ diye yanıtladım. Gülümseyerek, ‘Bu işveren sizinle dalga geçmiş’ dedi ve ‘Siz nasıl yemek yemesini, yolda nasıl yürümesini, bir insanla karşılaştığınızda ne diyeceğinizi bilmiyor musunuz? Başka dünyadan mı geldiniz?’ diye sordu. Bir şey demedim ama eşime çaktırmadan kitaba göz gezdirdim. İnanamadım, bizi resmen aşağılamışlar. Kitabın tek faydası işveren sayesinde uzun süredir gidemediğimiz sinema, tiyatro ve restoranlarda neler yapıldığını hatırlamak oldu. MESS şunu bilmeli ki biz bunları zaten biliyoruz. Faydalı bir şeyler yazacaklarsa asgari ücretle aile nasıl geçindirilir, sinemaya, tiyatroya, restorana nasıl gidilir, bunun cevabını versinler.” Bosch’ta çalışan bir metal işçisi de yoğun mesailer ve eriyen ücretlerden yakınarak, sosyal aktiviteleri unuttuklarını söylüyor. Metal patronlarına kızgınlığını ise şöyle ifade etti: “Bu çerçevede yaşama olanaklarını kısıtlayan insanların bize bunları öğretmeye kalkması abestir. İnsanca yaşama olanaklarını bulduğumuz zaman biz insanca yaşamayı biliriz. İçten, samimi sıcak bir tokalaşmayla sadece adet yerini bulsun diye yapılan tokalaşma arasındaki farkı biz işçilere bıraksınlar.” Haber Evrensel
  10. SeDatsan

    HERŞEY PARAN KADAR !

    Sağlık, eğitim, sosyal güvenlik ve adalet en temel insani haktır. Devredilemez, satılamaz, piyasanın kar hırsına terk edilemez ve hiç kimsenin insafına-merhametine bırakılamaz. Demokrasi ile idare edildiği iddiasındaki bir ülkede, devletin asli görevi ve varlık amacı, bu en temel insani hakların korunmasını sağlamaktır. Demokratik ve Sosyal bir Hukuk Devleti, bu temel insani hizmetleri, yurttaşlarının ödediği vergilerin karşılığı olarak, eşit, parasız, kaliteli ve ulaşılabilir olarak ulaştırmakla yükümlüdür. En önemli ve en kıymetli yatırım, insana yapılandır. İnsanın insanca yetişmesi ve insan onuruna yakışır şekilde yaşaması için yapılan yatırımdır. Bugünlerde eğitimin ve sağlık gibi temel hizmetlerin, aşama- aşama piyasaya düşürülmesine-özelleşmesine yol açmak ve gerekçe yaratmak için, siyasi iktidarlarca, kamu tarafından verilen bu hizmetlerin kasten ücretleri yükseltilerek kaliteleri-nitelikleri düşürülmektedir. Böylece kamu kurumlarına ve kamu hizmetlerine holding medyasının da etkisi ve kışkırtması ile halktan tepki oluşturarak, özelleştirmeye zemin hazırlamak, özelleştirmeyi tek çıkar yol ve çözüm olarak göstermek amaçlanmaktadır. Özelleştirme sonucunda, piyasaya düşecek ve pahalılaşacak olan eğitim ve sağlığın, zaten kıt geliri ile ancak gıda ve barınma ihtiyaçlarını karşılayabilen asgari bir yaşam süren alt gelir gruplarına yeterince ve nitelikli olarak ulaşamayacak olması, yani onların alım gücünün üstünde bir fiyat ile satılacak olması, bu insanların, eğitimsiz ve sağlıksız kalmasına neden olacaktır. Özelleştirmelerin bir başka boyutu ise, KİT’lerin boşaltacağı sektörler, hatırlı sermaye grupları için, çok büyük karların elde edileceği, çok devasa bir rant alanı haline dönüşecek olmasıdır. Bütün bunlar bir ön görünün ötesinde, canlı örnekleri, diğer az gelişmiş ülkelerde, özellikle de 3. Dünya Ülkelerinde yaşanmış olan, birer acı İMF reçeteleridir. Türkiye, 24 Ocak 1980 kararları ile birlikte bu sürece dahil olmuştur. 12 Eylül 1980 darbesinin de katkılarıyla uygulamaya konulan bu tasfiyeci ve peşkeşçi zihniyet doğrultusunda, geçmiş yıllarda ülke ekonomisinin lokomotifi ve baş tacı olan birçok güzide kamu işletmelerine yenileme yatırımları yapılmamış, özellikle verimsiz hale getirilmiş, kısacası bu işletmeler kasıtlı olarak çürümeye terkedilmiştir. Şimdi bu işletmeler, 25 yıldır uygulanan bu politikanın ardından, yine aynı politikaların temsilcileri tarafından, verimsizlikleri gerekçe gösterilerek tasfiye edilmek-kapatılmak ya da yok pahasına verkurtul peşkeşçi zihniyetle özelleştirilmek istenmektedir. Bunun ardındaki temel düşünce, kuşkusuz bu alanların uluslararası ve ulusal sermayeye yok pahasına sunulmasıdır. Özelleştirmenin temel amacı ve mantalitesi ; HİZMET MARJINDAN, KAR MARJINA geçiştir.. HİZMET MARJINDA amaç; Ülke halkına, devlete ödedikleri çeşitli vergilerinin karşılığı olarak, verilemesi gereken mal ve hizmetlerin, ucuz, nitelikli ve ulaşılabilir olmasını sağlamaktır. Hizmet marjında, İnsana hizmet amaçlandığı için, özne insandır. Bu hizmetlerin en başında SAĞLIK, EĞİTİM VE SOSYAL GÜVENLİK gelmektedir. KAR MARJINDA ise; mühim olan işverenlerin-sermayedarların MARJİNAL KAR beklentileri ve en yüksek karı edinmeleridir. Burada insan özne olarak alınmadığı için, insana hizmet değil, sermaye sahibinin kar beklentisi ve en yüksek karı elde etmesi önemlidir. En temel mantalitelerden birisi de, AZ MALİYETLE ÇOK KAR ve AZ ÇALIŞAN İLE ÇOK İŞ tir. Her şey bir fiyata tabidir. Her mal ve hizmet daha çok para verene satılmalı ve sadece daha çok talep edilen mal üretilmelidir. Herkes ancak parası oranında, tüm bu nimetlerden faydalanabilir. ÖZELLEŞTİRME KISACA; paran kadar sağlık, paran kadar eğitim, paran kadar sosyal güvenlik, paran kadar adalet, paran kadar demokrasi, paran kadar özgürlük, paran kadar saygınlık, paran kadar itibar, paran kadar huzur, paran kadar aşk-mutluluk, paran kadar hayat. Ya paran yoksa? Eski bir Sağlık Bakanının “Parası olmayan hastaneye gelmesin kardeşim, burası Arnavutluk değil oraya gitsin, bana ne nerede ölürse ölsün” şeklindeki ibretlik sözü, Serbest Piyasacı Ekonominin ve KAR MARJI ilkesinin, insana verdiği (doğrusu vermediği) değerin en bariz ve ibretlik göstergesidir.
  11. SOL KAVRAMI VE İŞÇİ-EMEKÇİ SINIFIN İKTİDAR MÜCADELESİ Ülkemizde "sol" adına ortaya çıkan bir çok grup, parti, franksiyon var. Ne yazık bunların bir çoğu, insanı, emeği, eşitliği, özgürlüğü ve demokrasiyi özne olarak alan asıl düşünsel "öz" den sapmış olanlardır. Bu yüzdendir ki, işçi-emekçi sınıfa ve onun iktidar mücadelesine, faydadan çok zararları dokunmuştur. Bizler bu gruplara, REVİZYONİST-REFORMİST SOL, MARJİNAL ÜTOPYACI SOL ve KÜÇÜK BURJUVA SOL deriz. Aslolan, tüm dünyanın ezilenlerinin, işçi-emekçilerinin, kardeşliğinin, dayanışmasının ve insan onuruna yakışır, insanca bir yaşam mücadelesinin birliğidir. Bu birlik içerisinde bulunanların, dünyanın neresinden-hangi coğrafik bölgesinden olursa olsun, dünyanın hangi ırkına, milletine, etnik kökenine, dinine, mezhebine mensup olduğunun pek de önemi yoktur. Hangi ırka, renge, milliyete, dine, mezhebe mensup olursa olsun, tüm işçi-emekçilerin ve ezilen halkların kardeşliği birliği ve iktidar mücadelesi bilimsel sosyalist düşüncenin esas özüdür. Diğer bir gerçek ise, "sol" kavramının artık yerli-yersiz kullanılmasından ve yıpratılmasından ayrıca içinin boşaltılmasından dolayı, "sol" kavramının bu düşüncenin özünü, yeterince temsil edemediği de bir gerçektir. Bu nedenle, günümüzde içi boşaltılarak anlamını yitiren ve ilgili ilgisiz, liberalden, nasyonalciliye çok geniş bir yelpazeyi simgeleyen "sol" yerine, sınıfsal bir temeli temsil eden "işçi sınıfı" ve daha kapsayıcı olan "emekçi sınıf" kavramının daha yerinde olacağı kesindir. Çünkü bugün her önüne gelen solcu olduğunu iddiasında bulunmaktadır. Solun özü sosyalizme dayanır. Ancak bugün solcu olduğunu iddia edenlere bakınca, doğrusu insanın gülesi geliyor. Amerika’dan emperyalist kapitalist sistemin finans kuruluşu Dünya Bankasının başından kalkıp, Türkiye ekonomisinin başına atanan Kemal DERVİŞ bile "solcu" olduğunu iddia ettiğine göre, “sol” terimini sorgulamakta elbette yarar vardır..Yine bugünün CHP si ve DSP si gibi birçok statükocu burjuva partisi bile solcu olduğu iddiasını ortaya atıyorsa, "sol" ve "solculuk" kavramlarının, artık gerçek sınıfsal taraflılığı yani emekçi sınıfın iktidarı olan sosyalist "öz" den ne kadar uzaklaştığı aşikardır. Bu bağlamda sol teriminin yerine, toplumun tüm kesimlerinden, ezilen insanların bütünü olan "işçi-emekçi sınıf" kavramının daha uygun olacağı kanaatindeyim. Bugün sosyalizme sınıfsal çıkar zıtlığından dolayı karşı olan, kapitalistler, emekçi halkların sınıfsal bilince ulaşmasını ve kendi iktidar mücadelesini vermelerini engellemek için, kurnaz ve sinsice bir propaganda ile, dini kullanarak, inanç sömürüsü ve istismarı üzerinden, sınıf bilinci olmayan işçi-emekçi halkın sosyalizme düşman olmasına neden olmuştur. Oysa savaşsız, sömürüsüz, sınıfsız bir toplum olan işçi-emekçi iktidarı olan sosyalizmde, hiç kimsenin ırkına, etnik kökenine, diline, dinine, inancına mezhebine bakılmaz. İnsanca bir yaşamın en temel özelliği olan eşitlik adalet ve özgürlük, hayatın her alanında olduğu gibi, düşünce ve inanç özgürlüğünü de kapsar. Bu konuda hiç kimseye herhangi bir kısıtlama veya yasaklama getirilemez. Devrimci mücadele esas olarak; küçük bir azınlık olan ancak geniş emekçi halk yığınlarını sömürerek yöneten kapitalist sınıf ile verilen iktidar mücadelesidir. Asıl amaç; sermaye sınıfının türlü haksızlık adaletsizlik savaş sömürü işgal gasp vs. yöntemler ile eline geçirdiği ve üzerinde oturduğu, devasa zenginliği, mülkü ve iktidarı, asıl sahipleri olanlara, yani tüm emekçilere ve geniş halk yığınlarına mal etmek, yani paylaştırmaktır. Bu mücadeleyi verecek olan yine emekçi sınıfın taa kendisidir. Yoksa uzaydan yaratıklar getirip onlarla bu iktidar mücadelesi verilecek değildir. Ortaçağdan itibaren önce feodalimin sonrada kapitalizmin hizmetine girmiş olan batı dinleri, kapitasit sınıf tarafından ezilen sınıfları ve emekçi halkı, sömürme, sindirme, köleleştirme ve uyutup-avutma aracı olarak kullanılmıştır. Böylece ezilen sınıfın, işçi-emekçilerin türlü haksızlıklar, adaletsizlikler ve emek sömürüsü karşısında, sessiz, sinik ve tepkisiz kalmasının, adeta boyun bükmesinin aracı olarak kullanılmıştır. Papazlar tarafından kiliselere toplanan emekçi halka verilen vaazlarda, işverenlere, patronlara, efendilere koşulsuz itaat edilmesi öğütlenmiş, hak aramanın, adalet istemenin, patrona karşı çıkmanın, örgütlenmenin, mücadele etmenin yasak ve günah olduğu tembih edilmiştir. Şayet dinler, esas "insani ve barışçıl" özünden uzaklaştırılmamışsa, kapitalist sınıfın, halkları ezme ve sömürme aracı haline dönüştürülmemişse, dine karşı olmanın bir anlamı yoktur. Esas insani özünden uzaklaştırılmamışsa, elbette ki din insanlara eşitliği, adaleti, barışı, kardeşliği, paylaşımı, dayanışmayı, yardımlaşmayı,iyiyi ve güzeli öğütlemekledir. Bu nedenle, emekçi halkın ve ezilen sınıfların, insanca yaşam mücadelesinde ve kendi iktidar mücadelesinde, hiçbir kimsenin anane, folklor, inanç vs.gibi kendi öznel özelliklerine karışılamaz ve bu özgürlükler kısıtlanamaz.
  12. Ben teşekkür ederim. İlginiz ve katkınız için.
  13. Sevgili dostum. İçerisinde yaşladığımız dünyaya hakim olan sınıfın çıkarına dönen düzende, o kadar haksızlık, o kadar adaletsizlik, o kadar çarpıklık, o kadar gayri insanilik var ki. Hepsini yazmaya kalksak, ne buraya sığar ne kitaplara. Bizl en bariz, en çarpıcı, en aykıcı olanlarını göz önüne sermye çalışıyoruz.
  14. Sevgili mara bulge Öncelikle diğer yazılarıma olan ilgi ve beğeniniz için teşekkür ederim. Evvela şunu belirtmek gerekiyor ki; Bu yazı tarafımdan yazılmamış altında yazarın e-mail adresi var zaten. Çok ilginç ve espritüel bulduğum için sizlerle de paylaşmak istedim. Burada dizi ile iktisat teorisyeni malthus arasında kurulmaya çalışılan bağ, dizide başta Necati ŞAŞMAZ'ın canlandırdığı Polat ALEMDAR'ın öldürdüğü yok ettiği birçok insan ile nüfus artış hızına, negatif yönde etki yaptığıdır )) Yani Polat ALEMDAR öldürdüğü insanlar ile nüfusumuzu hızla aşağı doğru çekmekte, böylece malthusun nüfusun azalması gerektiği önermesine katkıda bulunmaktadır ) GELELİM MALTHUS'A: Özellikle 1789 Fransız Devrimi ile "baldırıçıplaklar", dünyanın her yanındaki burjuvaziyi korkutmuştur. Aristokrasi ile burjuvazinin hesaplaşmasını, kendi bildikleri yöntemlerle, yani "avamca" sonuçlandıran kitlelerin Fransız Devrimi'ndeki "terörü"nün ilk sonuçlarından birisi, 1798 yılında İngiltere'de Papaz T. Malthus'un yazdığı kitap olmuştur. T. Malthus'un "Toplumun Gelecekteki Gelişimine Etkileri Açısından Nüfus İlkesi Üzerine Bir Deneme" adlı kitabı, devrimlerden korkan burjuvazinin yardımına koştu. Yoksul kitlelerin ayaklanması karşısında büyük korkuya kapılan burjuvazi, Malthus'un kitabıyla, hem kendi korkularına bir hedef, hem de ideolojik ve politik bir saldırı aracı ele geçirmiştir. Malthus'un tüm yazılarının tek amacı vardır: Tüm bireylerin rahat, mutlu ve daha özgür koşullarda yaşadığı, kendilerinin ve ailelerinin geçimine ilişkin hiçbir kaygı taşımayan insanlardan oluşan bir toplumun var olabileceğini savunanları çürütmektir. Malthus'u göre, "nüfusun gücü, yeryüzünün, insanın geçimini sağlama gücüne kıyasla, sınırsız ölçüde büyüktür... Nüfus kısıtlanmadığında, geometrik oranla çoğalır. Geçim araçları ise, ancak aritmetik oranla artar... Bu nedenle, geçim araçlarının sağlanmasındaki güçlük, nüfus üzerinde güçlü ve sürekli bir kısıtlamayı gerektirir." Malthus, nüfus artışı ile üretim artışı arasında gerçek dışı bir ilişki kurarak geliştirdiği bu teorisi, ilk anda, bir "doğa yasası" olarak sunulmuştur. Malthus için, eğer bu bir "doğa yasası" ise, kaçınılmaz olarak, güçlüler güçsüzleri yok edecektir, dolayısıyla fazla nüfusun ortadan kalkmasına neden olan her olay, "doğru, haklı ve tanrısal"dır. Bu yüzden, büyük salgınlar (veba vb.), büyük kıtlıklar, büyük savaşlar, hep bu "doğa yasası"nın ürünleridir ve yararlı şeylerdir. Görüldüğü gibi, Malthus, nüfus artışı ile üretim artışı arasındaki ilişkiyi çarpıtmakla, aynı zamanda, insanlığın yıkımına, kıyımına neden olan her türlü insanlık dışı uygulamayı onaylamakta ve savunmaktadır. Ancak Malthus, kitabının birinci baskısındaki bu ifadeleri, ikinci baskıya yazdığı önsözde "yumuşatmaya gayret ettiğini" söyleyerek, belirlemelerine karşı gösterilen tepkileri azaltmaya çalışmıştır. Daha sonraları neo-malthusçular tarafından öne çıkartılan bu "yumuşatılmış" ifadeye göre, eğer yoksullar, bir aileyi geçindirecek duruma gelene kadar, gönüllü olarak evliliği ve dolayısıyla çocuk yapmayı geciktirecek olurlarsa, belli bir düzelme umudu var olabilir.
  15. Kurtar bizi Necati İddia ediyoruz ki, Kurtlar Vadisi Türk televizyonlarının en Malthus’çu dizisiydi! Kurtlar Vadisi ile İngiliz iktisatçısı ve Papaz Malthus’un ne ilgisi var derseniz; Malthus 1798 yılında yayınladığı “Nüfus Hakkında Bir Deneme (An Essay on Population) adlı eserinde, nüfusun geometrik bir şekilde artarken yiyecek arzının aritmetik bir şekilde artacağını ve bu durumun kitlesel açlığa yol açacağını keşfetmişti!. Kurtlar Vadisinde bugüne kadar öldürülen insan sayısı toplandığında memleket nüfusunun yarısına yakın bir miktarının güme gittiği meydana çıkar. Belli ki dizici arkadaşlar, Malthus’u okumuşlardır. Türkiye’nin de nüfusuyla birlikte yiyecek talebi artmaktadır. Böyle giderse millete yiyecek miyecek yetişmeyecektir! Onlar da nüfus kontrolüne ağırlık vermişlerdir! Mesela dizinin sadece final bölümünde 23 kişi öldürülmüştür. Burada teoriye uymayan tek sahne şudur: Bir hafta önce kalbi duran Elif, bir hafta sonra dirilmiştir! Kimbilir belki de Malthus öte dünyadan haber salıp, Elifler ölmesin, şimdilik figüranları temizleyin yeter, demiştir! Yine o bölümde o otomatik silahlar mermi kusmuş, bombalar patlamış, bir sürü adam mevta olmuş, fakat otomobillerin boyasına bile bir şeycik olmamıştır! Görüldüğü üzere dizi sadece nüfus kontrolüyle ilgilenmekte, mala mülke en küçük bir zarar vermemektedir! *** Şu sıralar televizyon reklamlarında görülmektedir; Vadinin baş kurdu Necati, namı diğer Polat Alemdar Irak’a gitmiştir. Orada çuvalcı Amerikalılara hak ettikleri dersi verecektir! Ama birazcık geç kalmış gibidir.. Çünkü oralarda görevli bir asker kardaşımız, çuvalcı Amerikalı albayın donunu indirttiğini ilan etmiştir! Gerçi, Amerikalı albay, böyle bir şeyin söz konusu olmadığını... Sadece çay içtiklerini söylemiştir. Zaten o Amerikalı albaya, hükümetimiz vakti zamanında dostluk ödülü vermiştir! Bu bakımdandır ki, dostun donunu indirmek pek doğru ve dürüstçe gözükmemektedir! Yine de Baş Kurt Necati’nin Irak’a dalışı şubat ayı başlarında sinemalarda olacaktır! Türkiye’nin nüfus problemini halletmiş... İnsanlık yararlansın... Hayır olsun... Yaşayan aç insan kalmasın diyerekten... Dünyanın problemine el atacaktır! Tahminimizce Kuzey Irak taraflarında nüfus problemi diye bir şey kalmayacaktır! Eh oralara kadar gitmişken çuvalın intikamını da alacaktır! Al tabii! Utandırma Necati, bitir işi. Kurtar yani bu dertten bizi! e-posta: [email protected]
  16. İşte ADALET, İşte KURTULUŞ, İşte TEK ÇÖZÜM. Bugüne kadar Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası politikalarını savunarak ve uygulayarak ülkemizi derin açmazların içine sürükleyen hükümetler artık yüzünü halkına dönmek zorundadır. Bu ülkenin dinamikleri, içinde bulunduğumuz ekonomik çöküşü, açlığı, yoksulluğu, işsizliği ve halkımızın sürüklendiği sefaletle birlikte, dışa ekonomik bağımlılığı aşabilecek potansiyeli kendi bünyesinde taşımaktadır. Ülke kaynaklarının doğru-verimli ve halkın yararına kullanılması ile birlikte, kaynak dağılımında ve bölüşümdeki adaletsizliğin giderilmesiyle, bu çöküş ve sefalet elbette ki önlenebilir. Bu ülkenin insanları toplumsal yarar içeren; çalışanların, emeklilerin, işsizlerin ve küçük çiftçinin çıkarlarını koruyacak bir programı hayata geçirmek için çaba harcamaya hazırdırlar Unutmayalım ki, gerçek bir ulusal ekonomik program, ancak bu hedefler doğrultusunda ve emekçi kesimlerle birlikte hazırlanandır. Halkın refah düzeyini yükseltmeyi, gelir dağılımındaki dengesizlikleri gidermeyi ve rant yerine üretimi artırmayı amaçlamayan hiçbir politika çözüm üretmeyecektir. Ekonomik krizleri önlemenin ve toplumsal güveni sağlamanın yolu, bölüşümdeki adaletsizliğin, çarpıklığın ve haksızlığın giderilmesi ile mümkündür. Yolsuzluklarla etkili bir mücadele; * Demokratik, sosyal hukuk devleti olgusunun hayata geçirilmesi; Çalışma mevzuatının onaylanmış uluslararası sözleşmeler ve Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) sözleşmeleri ile uyumlu hale getirilmesi de dahil olmak üzere, Anayasa değişikliklerini de kapsayacak bir demokratikleşme paketi temelinde oluşturulacak ve halkımızın desteğine sahip bir ekonomik programın uygulanmasından geçmektedir. ***************************************************** İşte ülkemiz halkının ve emekçi sınıfların yararına bir çözüm paketi. Halkımızın ve emekçilerin İNSANCA BİR YAŞAM talebinin anahtarı; *** Emeğin Alternatif Ekonomik Programı 1. Türkiye\'de devletin küçültülmesi yönündeki politikalar, kamu kesimi potansiyelinin kalkınma amaçlı olarak harekete geçirilmesi önünde engel oluşturmaktadır. Sosyal devletin gelişmesi ve kalkınmanın önünün açılması için devletin küçültülmesi saplantısından vazgeçilmeli ; üretim ve istihdamın önünü açacak, büyümeyi ve kalkınmayı hedefleyen politikalara dönülmelidir. 2. Devletin ekonomik ve sosyal fonksiyonlarını yeniden kazanması ve geliştirmesi, Türkiye\'nin geleceğini planlama yetilerini yeniden kazanmasıyla mümkündür. Özel sektör için yönlendirici, kamu sektörü için bağlayıcı iktisadi planlama, bölgesel ve sektörel bağlantıları etkin bir şekilde oluşturularak başlatılmalıdır. Demokratik planlamanın hiyerarşik her aşamasında, toplumun tüm kesimlerinin örgütsel temsilcileri aracılığıyla katılımı sağlanmalıdır. 3. Kriz koşullarının toplumun geniş kesimlerinde yarattığı yoksullaşmanın aşılabilmesi için sosyal devlet uygulamalarına hız verilmelidir. 4. Ekonomik krizin hızla aşılabilmesi için iç ve dış borç ödemeleri yeniden takvimlendirilmelidir . Kısa vadeli yabancı sermaye girişleri ve çıkışları kontrol altına alınmalıdır. 5. Banka sistemi planlı bir rasyonelleştirmeye tabi tutulmalı; bankaların mevduat ve kredi faizlerini ölçüsüz artırmaları engellenmeli ; mevduat garantisi küçük tasarruf sahiplerini koruyacak şekilde tedricen daraltılmalıdır. Ziraat Bankası, Halk Bankası, Emlak Bankası gibi kamu ihtisas bankaları asli görevlerini yapacak şekilde yeniden yapılandırılmalı , bu bankaların özelleştirilme süreci durdurulmalıdır. 6. Vergi tabanı yaygınlaştırılmalı vergi gelirleri artırılmalıdır. Sermaye gelirlerinin vergi gelirleri içindeki payını yükseltecek önlemler alınmalıdır. Vergi adaletini ve herkesten mali gücüne, servetine ve gelirine göre vergi alınması ilkesini sağlayacak bir vergi reformu gerçekleştirilmelidir. 7. Bütçelerin faiz ödeme öncelikli bir aktarma organına dönüşmesine son verilmeli; kamu mali sistemindeki parçalı yapıyı sona erdirecek, kamu hizmetlerinde etkinliği ve saydamlığı artırıcı düzenlemeler içerecek kapsamlı bir bütçe ve harcama reformu gerçekleştirilmelidir. Bütçe dışı harcama ve fonlar bütçe kapsamına alınmalıdır. Devletin her kademesinde üretken olmayan ve kamu yararı taşımayan harcamalarda tasarrufa gidilmelidir. 8. Yolsuzlukların üzerine kararlılıkla gidilmeli; siyasal sorumluları açığa çıkarılmalıdır. 9. Kayıt dışı ve yasadışı iktisadi faaliyetler önlenmelidir. 10. Tarımın başta sanayi olmak üzere diğer sektörlerle organik bütünlüğünü gözeten uzun vadeli bir master plan oluşturulmalıdır. 11. Dengeli bir kalkınmayı sağlamak, gelir dağılımını iyileştirmek hedef olarak alınmalıdır. Bu amaçla çalışanların uygulanan politikalar ve kriz nedeniyle oluşan ücret kayıpları telafi edilmelidir. 12. Toplumsal güveni sağlayabilmek için derhal demokratikleşme adımları atılmalıdır. Bu bağlamda Anayasa değiştirilmeli; yasalar çağdaş, demokratik düzenin gereklerine uydurulmalıdır. Hukuk devleti olmanın temel koşulu olan hukukun üstünlüğü ilkesi hayata geçirilmelidir. Çalışanların haklarının tanınması doğrultusunda ILO normlarına uygun düzenlemeler yapılmalıdır santiegose
  17. Uzun yıllardır, ülkenin halkı ve emekçileri, adı rengi amblemi ne olursa olsun ülkeyi yöneten hakim (sermaye-patron)sınıfın iktidarları eliyle, gerek ülke içindeki, gerekse ülke dışındaki vurguncu sermaye tarafından hep ezilmiş ve sömürülmüşlerdir. Karşımıza çeşitli adlar ve maskelerle çıkan, yerine göre birer siyasi parti niteliğinde, yerine göre ocak-dernek görüntüsünde işte bu din istismarcısı ve etnikite kışkırtıcısı güruhlar, halkımızın böylesine hassas olduğu kutsal değerlerini, sürekli kötüye kullanarak ve pervasızca istismar ederek, dahası sömürerek iktidara gelmiş ve kendi sınıfsal çıkarları doğrultusunda politikalar yürüterek bir yandan ülkemizi dışa bağımlı yapıp, borç batağına batırırken, bir yandan da ülke halkını, her geçen gün daha faza sömürerek, açlığa, işsizliğe, yoksulluğa ve sefalete sürüklemişlerdir. İşte geçmişten buyana, ülkeyi yöneten sermaye partilerinin iktidarları, ülkemizi dinsel-mezhepsel etnik köken farklılıklarını her fırsatta kötüye kullanıp, türlü istismarlara kalkışmış, toplumun çeşitli kesimlerini birbirine karşı kışkırtmaya yönelmiş, bu neticede toplumun farkı kesimlerine mensup insanları, dinsel-mezhepsel ve etnik faklılığı olan öteki insanlara karşı kin nefret, husumet ve düşmanca davranışlara girişmiş hatta binlerce insanımızın hayataına mal olan kavga ve çatışmalara sürüklenmiştir. Ülkemizde geçmişten beri sermaye sınıfı ve onların güdümündeki bazı kesimlerce, bu ülkenin alt gelir gruplarının, emekçilerinin ve ezilenlerinin felsefi düşünceleri, dini inançları, manevi değerleri ve yurtsever duyguları sürekli istismar edilmiş, halk bu kutsal değerler kullanılarak defalarca kandırılmış, sonrasında ise halk kitleleri işsiz, yoksul ve aç bırakılarak ekonomik anlamda sömürülmüşlerdir. Bu sömürü politikası, 1945'li yıllardan buyana, gerek sermaye-patron sınıfının kendisi, gerekse onların güdümündeki bazı rant ve çıkar çevreleri tarafından pervasızca yürütülmüştür. Bütün bunlarda ki amaçlardan en önemlisi, ülkenin farklı kesimlerinden ezilen ve emekçi insanların, ortak haklar, ortak talepler ve ortak sorunlar için birlik ve beraberlik içerisinde olmasını engellemek. Herkesin etrafında birleşeceği, ortak haklar, ortak talep ve sorunlar için birlik ve beraberlik olmasını istemeyen ülkeyi yönetenler, halkımızı, çeşitli dinsel-mezhepsel ve etnik farklılıklarıyla birbirine karşı yalıtarak, ayrıştırarak kamplara ayırmaktadırlar. Oysa hepmiz bu toprakların çocuklarıyız. Hepimiz İNSANCA BİR YAŞAM istiyoruz. Bu talebimizin en önemli ve somut açıklaması ise, bölüşümdeki haksızlığın-çarpıklığın ve adaletsizliğin düzeltilmesi, emeğimizin karşılığının verilmesi, insan onuruna yakışır bir hayat düzeyi ve nihayetinde İNSANCA BİR ÜCRET isteğimizdir. Ülkemizin kaynakları yeraltı ve yerüstü zenginlikleri, bizlerin emeği ve alınteri, sadece zengin bir zümre ve elit bir tabakanın hizmetindeyken, Devletin tüm yapı ve organları, tüm yasalar ve uygulamalar sermaye sınıfının ve komprador takımının emrinde ve kontrolünde iken, Bizler , İNSANCA BİR YAŞAM talep ederken, bunun mücadelesini verirken, acaba çok şey mi istiyoruz. Hayır biz hakkımız olanı istiyoruz, bizim olan ve olması gerekeni istiyoruz.
  18. İlgi ve desteğiniz için teşekkür ederim sevgili zeynoo ve sevgili TANİA HAYDA. Şimdi de ADALET kavramına değinmek gerekiyor. ADALET; NASIL ADALET ? HANGİ ADALET? KİMİN ADALETİ? Adalet; en klasik olarak; “üstün hukuk kurallarına ve idealine uygunluk” olarak tanımlanır. Platon’a göre adalet, en üst düzeydeki uyumlu bir düzen anlamında, en yüce ve kapsamlı bir erdem, insanın ve devletin temel davranış kuralıdır. Aristoteles, adaletin tanımladığı erdemin eşitlik ve ölçülülük anlamına geldiğini ifade etmiştir. Bu “hukuk düzeni”, kendiliğinden adaletli olma niteliği taşımaz. Sistem, ancak, zayıfları koruyucu bir sosyal güvenliği temel alıyorsa kısmen de olsa adaletlidir denilebilir. Adalet ile o çokça dillendirilen “hukuk düzeni” çoğunlukla örtüşmez. Hukuk, adaleti tam ve eksiksiz gerçekleştiremez. Yasaların genelliği ile uygulanacak olayların özelliği arasında belirgin bir fark ve sürekli bir gerginlik vardır. Çünkü yasal düzenlemeler, kapsadıklardı olayları, ancak bu tipik özellikleriyle ele alır. Bu bağlamda, sınırları ve temel amaç ve felsefesi sistemin sürekliliği ile çizilmiş yasal düzenlemelerde, tamamlayıcı bir unsur olan hakkaniyet göz önüne alınmaz. Aristoteles’ten sonra adaletin denkleştirici ve dağıtıcı olmak üzere iki niteliğin varlığı savunulmuştur. Denkleştirici adalet, bireyler arasında eşya ve hizmet alışverişinde söz konusu olan, aritmetik eşitliğe dayalı bir adalet olarak tanımlanır. “Edime karşı eşit edim, mala karşı eşdeğer fiyat, zarara eşit tazminat” diye tanımlanan bu adalete “alışveriş” adaleti denir. Buna karşılık, dağıtıcı adalet, herkese hak ettiğini vermek düşüncesine dayalı, orantılı bir eşitliği temel alan adalettir. Bu adalet anlayışına göre eşitler eşit, eşit olmayanlar da farklı işlem görmeli, böylece herkes hak ettiğine kavuşmalıdır! Güçlüyle güçsüzü eşit görmek ve eşit işlem yapmak, eşitsizliğin ve dolayısıyla adaletsizliğin ta kendisidir. Aristoteles’in herkese hak ettiğini vermek biçimindeki orantılı eşitlik ya da dağıtıcı adalet, sosyal adaletin de kökenini oluşturur. Günümüz kapitalist dünyasında tamamen ayaklar altına alınan, “ekonomik ve sosyal bakımından zayıf olanlara devletçe yardım edilmesi” ilkesine dayalı sosyal adalet bugün tam bir adaletsizliktir. Sosyal adalet düşüncesi bir toplumda zıtlaşan çıkarlardan güçlü olanın değil, en fazla korunmaya muhtaç olanın korunmasını esas alsa da bugün çarkın tersine işlediği su götürmez bir gerçektir. Bundan dolayı, sürekli biçimsel, yasa önünde eşitlik (uygulamada değil, kâğıt üzerinde) dillendirilerek öze inilip, çıkarlar dengesinin kurulması hedeflenmez. “Modern” diye tanımlanan sosyal adalet kavramı, kapitalizmin ürünüdür. Eşit olmayan ekonomik gelişmenin sermaye sınıfı ile işçi sınıfı ve diğer katmanları arasında yarattığı dengesizlikler 19. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak dünyanın çeşitli ülkelerinde güçlü sosyal tepkilere ve halk hareketlerine neden olmuştur. Elbette bu dönemde sosyalizmin dünya halkları üzerindeki etkisi gelişen bu halk hareketlerine motor işlevi görmüştür. Bu sosyalizme yönelimi engellemek için kapitalizmin ideologları “sosyal devlet” iddiasını ortaya atmış, sosyalizmden aparılan (parasız sağlık, parasız eğitim vb.) birtakım sosyal hakları tanıyarak kapitalist sistemleri yeniden organize etmişlerdir. “Sosyal devlet”, “sosyal haklar” gibi öğelerle tamamlanarak kapitalist sistem yeniden tanımlanmaya çalışılmıştır. Kapitalizmin “sosyal devleti” 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Hıristiyan öğretisini de etkilemiştir. Bunun göstergesi Papalığın 1891 yılında yayımladığı Rerum Novarum Genelgesi’dir. Bu genelgede Papalık, adaletli ücret, çalışanların insan onuruna uygun bir yaşam düzeyine sahip olması gibi ilkelere yer vermiştir. Aradan geçen yüzyılı aşkın bir süreye rağmen, bugün ülkemiz işçi ve emekçileri, Rerum Novarum Genelgesi’nin içeriğinin kıyısına bile dokunamayan gerilikte, en temel hakları her gün gasp eden bir anlayışla, yoksulluğun, sefaletin kucağına itiliyor. IMF’nin emir eri AKP hükümeti, bu yoksullaştırma operasyonunda en büyük desteği medyadan görüyor. Burjuva hukuk normları, burjuva adalet anlayışı bile rafa kaldırılıyor, kazanılmış haklar yavaş yavaş törpüleniyor, işçinin işgüvencesi ortadan kaldırılp, esnek ve kuralsız çalışma sistemi getiriliyor, kiralık işçi adeta köle misali elden ele dolaştırılıyor. Ancak çalışanların, işçi ve memurların iş, ekmek, emeklerine ve geleceklerine ilişkin tüm bu insanlık dışı uygulamalar, holding medyası tarafından destekleniyor ve kamuoyuna cici-şirin göstermek için, hükümetin ağzından “reform” olarak sunuyor.
  19. Sevgili kırlangıç desteğin için teşekkürler. Yanlış anlamazsan, bu +1 nedir diye sorabilir miyim?
  20. İşçi haklarında geri sıçrama! Akyıl Tekstil işçileri, 2005 Eylül’ünde, 15 gün direnerek 7 aydan beri ödenmeyen ücretlerinin yarısının hemen, diğer yarısının bayramdan sonra ödenmesi, fazla çalışma ücretlerinin Kurban Bayramı’ndan sonra taksitler halinde ödenmesi, sigorta primlerinin düzenli ödenmesi ve yıllık ücretli izin haklarının verilmesini patrona kabul ettirdiler. İşçilerin bu haklarının elde edilmesi hukuk devletinde direnişi gerektirir mi? Yasalara bakarsanız hayır. Çünkü yasalara göre işveren bunların tümünü eksiksiz ve zamanında yapmak zorundadır. Ne var ki, bu yükümlülüklere uymayan işveren için herhangi bir yaptırım uygulanmamaktadır. Bundan cesaret alan patronlar da işçilerin ücretlerini bile birkaç ay gecikmeli ödeyerek işçi ücretlerini faizsiz kredi gibi kullanmaktadır. Bu nedenle de işçiler Akyıl’da olduğu gibi haklarını ve ücretlerini almak için işi durdurmak zorunda kalmaktadırlar. Oysa işçiler önceleri var olan haklarını almak veya korumak için değil, yeni haklar elde etmek için direnirlerdi. İşçiler yeni haklar almak yerine var olanı korumak için savaşır oldular.
  21. Adaletin gözleri Gözleri bağlı, elinde bir terazi olan kadın heykeliyle simgelenmiştir adalet. Masumiyet, adaleti elindeki hassas teraziyle karşısındakinin kim olduğunu görmeden, eşit ve adilce, zerre kadar hak geçirmeden dağıtacaktır. Sunay Akın’a göre ise kadının gözlerindeki bağ şunun içindir: “Beyaz adam özgürlük gibi adaleti de bir kadın heykeliyle simgeledi ama elinde terazi tutan zavallı kadın gözleri bağlı olduğu için kendisine tecavüz edenin kim olduğunu göremedi...” Adalet, paranın satın alma ve satma gücünün elinde çoktan kötü yola düşmüştür. Kimbilir, belki de kadının gözlerine bağ, kimlere hizmet ettiğini görmesin diye çekilmiştir! Çünkü, yüz milyonlarca insan aç yaşarken, birkaç yüz bin ailenin dünyanın nimetlerini sömürüp aç bedenler üzerinde tepindiği bir düzende adalet zaten çoktan mortu çekmiştir. Ama yine de “adaletimiz adaletimiz” diye bağıran şiş göbekli yamyam ve çığırtkanları çıkıp “adaletlerinin yüceliği” hakkında izahat buyurmalıdır. Terazinin bir kefesinin kan dolduğu, diğer kefesinde yamyamların oturduğu bu adalet kimin adaletidir? *** Yüce adaletinize kurban olayım! Bir tarafta kahpece vurulmuş aydınlar, gençler, gazeteciler yatıyor. Öbür tarafta adı adalet olan dini bütün adamlar cemiyeti bir koltuk, dolu bir cüzdan uğruna vicdanlarını satıyor! Neylesin ki, adaletin gözleri bağlı, b. yemiş, hep yanlışlık yapıyor! Sermayenin adaleti, temelinden paranın gücü üstüne kurulmuştur oysa. Parayı bastıracak... Alacak, satacak, asacak, vuracak, vurduracak... Paranın adaleti bu; Aydınlarımız “ihanetçi” oldu da, CIA için vuranlar kahraman! Adaletinizi sevsinler! İstanbul’un limanlarını İsrailli Ofer’e verdiniz de, gecekonduları yıktınız kışta kıyamette...adaletli biçimde! Çin’le, Amerika, Avrupa ile ihracatta adalet sağlansın diye, patron vergilerini indirdiniz. Sonra ödemeler dengesinde adaletsizlik olmasın diye ekmeğe suya, havaya gaza, yani fakire fukaraya vergileri bindirdiniz! Çok adaletlisiniz! Şimdi adalet olmak vardı aslında. Yapışmak itin uğursuzun puştun yakasına. Kurtarmak gözleri bağlı kızı... Açmak gözlerini bir işçi evinin, bir yoksulun sofrasında. Adalet heykelini, adalete ve özgürlüğe kavuşturmak bu dünyada. Tertemiz, helal mi helal alın terinin aydınlığında. Ey zebaniler! Cüceliği nasıl bir şeydir adaletinizin, yüceliği buysa? e-posta: [email protected]
  22. Başka bir DÜNYA yok, buna SAHİP ÇIKMAK ve KORUMAK zorundayız. Son zamanlarda adını sıkça duyduğumuz, konulardan birisi, GDO lar yani, Genetik yapılarıyla oynanmış-genetik yapıları bozulmuş, halk arasında bilinen adıyla hormanlu gıdalar, Diğeri ise, ülkemiz halkının da başına musallat olan, insanımızın canına bile mal olan, “ KUŞ GRİBİ”dir. Çok muhterem HOLDİNG MEDYASI VE ONLARIN BOYALI BASINI, nasıl olduysa, vur patlasın- çal oynasınlı, magazin haber-programlarından, gelin kaynana vs. röntgenci yayın akışından başını kaldırıp, bu iki acı gerçeği, daha doğrusu büyük tehlikeye, gerekli duyarlılığı gösterdi mi? İşte orası tartışılır. GDO genetiği değiştirilmiş organizmaların kısaltması. İngilizce kısaltması ise GMO: genetically modified organism. Tarifi ise; modern biyoteknoloji kullanılarak elde edilmiş yeni bir genetik materyal kombinasyonuna sahip olan herhangi bir canlı organizma. Yani pop-televole programlarıyla medyanın toplum üzerindeki, avutucu-oyalayıcı-uyuşturucu-yozlaştırıcı etkisiyle, insani değerler dengeleri alt üst olan insanlarımız gibi, doğal çevre, ekolojik sistem ve nihayetinde de gıdalarımız da kirletiliyor. Sebep mi? Gözü doymazlık, aç gözlülük, daha fazla kar, daha fazla para, daha fazla servet sahibi olmaktır.. Daha kısa yoldan köşe dönme, daha fazlasını elde etme, daha fazlasını sömürme ve yönetme hırsıdır. Kapitalist sistemin efendisi olan emperyalistler, yıllardır nükleer silahlara, kimyasal ve biyolojik silahlara milyonlarca dolar yatırım yapıyorlar. Beklide dünyayı kökünden yok edebilecek kadar silah üretildi. İşçiler, yoksullar, hayvanlar ve bitkiler ise çeşitli sonradan üretilme(laboratuar) hastalıklarıyla boğuşmaktadırlar. Peki tüm bunlar neden? Ne için yapılıyor? Elbette daha fazla kar için. Daha fazla mülkiyet elde etmek için, daha fazla iktidar sahibi olmak için. Bu gözü doymak bilmeyen hırs, insanı insanlıktan çıkardığı gibi, aynı zamanda insanlığın ve doğanın sonunu hazırlamaktadır. Emperyalist kapitalist sistemin iki temel hedefi vardır. Birincisi aşırı kâr dürtüsü nedeniyle emekçileri, yoksul insanları daha da soymak, açlık ve sefalete mahkum ederek teslim almak; ikincisi ise üstünde yaşadığımız doğayı, doğal güzellikleriyle yok etmek.Günümüzde doğayı kirleterek yaşanmaz hale getiren çıkarcı ve baskıcı zihniyetle donatılmış bir avuç sermayedardır. Daha doğrusu vahşi kapitalizmdir. GDO Yöntem olarak, aktarılmış genlerle organizmaların yeniden yapılandırılmasını amaçlanmakta, canlı türler üzerinde teknoloji ve bilimin aracılığıyla karlı yeni üretim alanları geliştirmeye çalışılmaktadır. Bu uygulamanın, başta tarım ürünleri olmak üzere, kuşkusuz bir çok alanda olumsuz etkisi söz konusu olacaktır. Her şeyden önce genetik çeşitliliğin kaybına neden olurken, ekosistemdeki tür dağılımını ve dengeleri acımasız kar hırsıyla bozacağı bir gerçektir. Ekolojik sistemi aşırı stres altında bırakacağı var sayılan bu uygulamaların şaşırtıcı felaketler doğurma olasılığı yüksektir. Frankeştayn gıdalar olarak da adlandırılan bu yeni ürünler, tavuk geni taşıyan patates, akrep geni taşıyan pamuk, balık genli domates gibi bir çok genetiği değiştirilmiş ürünle karşımıza çıkmaya hazırlanıyor. Tarım alanında yaygın kullanımı amaçlanan GDO üretim sisteminin insan sağlığı üzerinde pek çok olumsuz etkisi söz konusu. Antibiyotiklere karşı dayanıklılık oluşması, insan ve hayvanda toksik ve alerjik etki yaratması, bağışıklık sisteminde bozukluğa ve viral enfeksiyonlara neden olması gibi kanıtlanmış olumsuz etkilerinin yanı sıra, henüz kanıtlanmamış bir çok olumsuzlukları barındırabileceğini kolayca tahmin edebiliriz. Ayrıca gıdaların lezzet olarak homojenleşmesi ve besin değerinin ortadan kalkması da ayrı bir olumsuzluktur. GDO AÇLIĞA ÇÖZÜM MÜ? Tüm bu olumsuzluklara ve potansiyel tehlikelerine karşı neden GDO tarım alanında her geçen gün daha fazla dayatılmakta? Cevabı çok 'masum' ve 'insani': Açlığa çözüm üretmek için! Bugün Dünyada yaşanan açlığın ve yetersiz beslenmenin nedeni bir üretim yetmezliği değil, üretimin ve paylaşımın adaletli bir şekilde sağlanamamasıdır. Kapitalist üretim organizasyonunun hakim olduğu bir alanda açlıkla ilgili bir kaygı inandırıcı olamaz. Kar yoksa üretim de yok... Esas kaygı daha fazla kar. Tarımın giderek sanayileşmesi ve bu süreçte kol emeğinin yerini makinelerin alması ister istemez teknolojik gelişmelerin bu alanda da yoğun bir kullanıma tabi tutulmasına neden olmaktadır. Tarım işletmelerinin aşırı verimlilik ve kar peşinde koşmaları sonucunda ürün yapılarının değişime uğratılması kaçınılmaz bir gereklilik olarak kendini dayatmaktadır. Özellikle de patent haklarının bu alanda da kendine yer bulmaya çalışması bilimin çarpık gelişimini hızlandırmakta, toplum, çevre, insan sağlığı gibi kaygıları görmezden gelerek, sadece kar endeksli çalışmaları ön plana çıkarmakta. Bu konuda, özellikle Türkiye gibi ülkelerin acil tepkiler üretmesi, mücadeleyi örgütlü ve geniş katılımlı olarak hayata geçirmesi gerekmekte. Oysa bu konu üzerinde maalesef, diğer aciliyeti olan konularda olduğu gibi, bir duyarsızlık hakim. Buna da aslında çok şaşırmamak gerekiyor. Çoğu insanın kendisini doğrudan ilgilendiren konularda tepki üretmek yerine, vurdum duymaz havasına ve bize bir şey olmaz felsefesine sıkı sıkıya sarılması, buna karşılık kendisiyle doğrudan ilişkisi yok denecek kadar uzak olan konularda daha hassas bir tepkisellik üretmesi normal bir davranış şekli oldu. Acaba bu davranış biçimi tarım ürünlerinden önce insanların modifiye edildiğini mi gösteriyor? Sabahtan gece yarılarına kadar televizyon karşısında sürekli genlerini değişime tabi tutan ve bunu da büyük bir istekle gerçekleştiren insanların diğer konularda olduğu gibi bu konuda da duyarlılık sergilemesini beklemek, sanki biraz hayal... Yine de bu hayali hayata geçirmeye çalışan insanların olduğunu bilmek, tıpkı Mersin zehirli atık eyleminde olduğu gibi, insanı umutlandırıyor... Başka bir Dünya yok, buna sahip çıkmak ve korumak zorundayız. Yarınlarımız için ve çocuklarımızın yarınları için, İçerisinde yaşadığımız dünyaya, doğal çevreye ve dünyayı paylaştığımız tüm canlılara karşı, daha fazla saygı, daha fazla duyarlılık, daha fazla bilinç ve daha fazla insani sorumluluk.
  23. 'Özel Harp'çinin tırmanış öyküsü Emekli Org. Kemal Yamak'ın anılarıyla kontrgerilla tartışması yeniden açıldı. "Yamak'ın sağ kolu" Yirmibeşoğlu'nun biyografisi tartışmalara ışık tutuyor Bugün gizli bir örgütün ve onun eski başkanının portresini çizeceğim. Örgütün adı: Özel Harp Dairesi... "Daire", Kemal Yamak'ın ilkin Hürriyet'te özetlenen anılarıyla (Doğan K., 2006) gündeme geldi. Ardından "Yamak'ın sağ kolu" olduğu söylenen emekli Org. Sabri Yirmibeşoğlu da tartışmaya katılarak "Özel Harp'te çalışanlarla iftihar ettiklerini" açıkladı. Madem açıldı, gelin Yirmibeşoğlu'nun peşine takılıp bu tarih labirentinin koridorlarında biraz dolaşalım. "Garip bir üsteğmen" Yirmibeşoğlu göz kamaştıran bir kariyere sahip... 50'lerin başında Çankırı Gerilla Okulu'nda, "Turancılık davası"ndan beraat ettikten sonra gönderildiği ABD'den yeni dönen "gerilla öğretmeni" Yüzbaşı Alparslan Türkeş'in "çok sevdiği öğrencisi" oldu. 1955'te 6-7 Eylül olayları sırasında Özel Harp Dairesi'nin atası sayılan Seferberlik Tetkik Kurulu'nda görevliydi. Gazeteci Fatih Güllapoğlu'na ("Tanksız Topsuz Harekat", Tekin Y., 1991) söylediği şu sözler hiç unutulmadı: "6-7 Eylül de bir Özel Harp işidir. Muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı." Yirmibeşoğlu bir başka görüşmede (Aksiyon, 31.03.2001) "Ben orada garip bir üsteğmendim" derken, sözlerini şöyle "düzeltti": "Savaşta, düşmanın işgal ettiği bölgelerde bazı olaylar yaratılır ve düşman yaratmış gibi gösterilir. (...) Halkı düşmana karşı galeyana getirmek(tir amaç)... Belki Güneydoğu'da da oluyor bunlar, yanlış olarak..." Gladyo'nun anavatanında NATO'nun CIA desteğiyle, İtalya'dan başlayarak tüm Avrupa'da komünizme karşı kontrgerilla faaliyeti yürütecek birimleri, yani Gladyo'yu kurduğu Soğuk Savaş yıllarında Yirmibeşoğlu, NATO eğitimi için Napoli'ye gitti. Dönüşte "Türk kontrgerillasının doğum yeri" olarak bilinen Kıbrıs'a tayin oldu. 63 olaylarını orada yaşadı. "Oradaki Türkleri teşkilatlandırdı". 1964'te Belçika'daki NATO karargahında Nükleer Silahlar Şubesi'ndeydi. Herkesin iki yıl görev yaptığı bu gizli birimde beş yıl çalıştı. Dönüşte Özel Harp Dairesi Kurmay Başkanlığı'na atandı. Üç sene sonra da Daire'nin başına geçti. Ecevit'e brifing İşte Başbakan Ecevit Özel Harp Dairesi'nden o aşamada "tesadüfen" haberdar oldu. 1974'te "Daire" için örtülü ödenekten para istenince, daha önce adını bile duymadığı bu resmi kurum hakkında derhal brifing istedi. Başbakanlık konutundaki brifingi veren, Özel Harp Dairesi'nin Başkanı Sabri Yirmibeşoğlu idi. Ecevit o günden sonra Özel Harp'i denetim altına almaya çalışırken Yirmibeşoğlu daha önemli bir göreve, NATO İstihbarat Başkanlığı'na tayin edildi. 1978'e kadar burada kaldı. Dönüşte tümen komutanı olarak Sarıkamış'a atandı. Ecevit'le yolları orada bir kez daha kesişti. "Vatansever arkadaş" 1978'de Ecevit başbakan olarak Sarıkamış'a gittiğinde Tümg. Yirmibeşoğlu Orduevi'nde kendisine ve eşine yemek verdi. Ecevit, Komutan'dan Özel Harp'le ilgili bilgi almaya çalıştı. (B. Ecevit, "Karşı Anılar", DSP, 1991, s. 43) "Daire"ye bağlı sivil örgütte görev alanlardan bazılarının olaylarda yer aldığından kuşkuluydu. Yirmibeşoğlu "Kuşkularınız yersiz" deyince Ecevit şunu sordu: "Farz-ı muhal, buradaki MHP il başkanı, aynı zamanda Özel Harp Dairesi'nin sivil uzantısındaki gizli elemanlardan biri olamaz mı?" Yirmibeşoğlu samimiyetle doğruladı bunu: "Evet, öyledir ama kendisi çok güvenilir, vatansever bir arkadaşımızdır." "Güvenilir gençler" Yamak, kitabında bu anıyı anlatırken "Ecevit, bu teşkilatın içinde kendi partisinden kaç milletvekili bulunduğunu öğrenseydi ne olurdu?" diye soruyor ve bunda şaşılacak bir şey olmadığını ekliyor: "Özel harpçi olarak eğitilenler daha genç yaşlarda bölgesinde güvenilir, saygın, sözü geçen, (...) önder niteliklere sahip oldukları için seçilmişlerdi. Milletvekili oluşları da bu seçimin doğruluğunu göstermiyor mu?" Yirmibeşoğlu tamamlıyor: "Birçok olay olmuş, bu teşkilatın tek bir üyesi bu olaylara karışmış mı?" Peki kimdi MHP'nin Erzurum'daki "güvenilir" il başkanı? CHP'li Süleyman Genç'in "Kuşatılan Devlet Türkiye" kitabında yazdığına göre İpekçi'nin öldürülmesinde ve Ağca'nın cezaevinden kaçırılmasında adı geçen, Musa Serdar Çelebi'nin iş ortağı, "Doğunun Başbuğu" Yılma Durak... Yükseliş sürüyor Devam edelim: 12 Eylül döneminde Yirmibeşoğlu Kara Kuvvetleri Lojistik Başkanı'dır. 1982-83 arası Milli Savunma Bakanlığı'nda Müsteşar Yardımcısı... 1983'te Ankara Sıkıyönetim Komutanı... 1984-86 arası Genelkurmay Harekat Dairesi Başkanı... 1986-88 arası yine Sarıkamış'ta, 2. Ordu Komutanı... 1988-90 arası Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri... "Üruğcu general" Bu yıllarda Özal'la birlikte çalıştı. Özal, Öztorun'un yerine Torumtay'ı getirerek Üruğ'un "2000 planları"nın önünü keserken Yirmibeşoğlu "Üruğcu" olarak tanınıyordu. (Bkz: "Bay Pipo", Soner Yalçın-Doğan Yurdakul, Doğan K., 1999. s. 431) Belki de bu şöhreti, onun tırmanışını durdurdu. 1990'da kadrosuzluktan emekliye sevk edildi. MHP'den teklif 2001'de Aksiyon'da yayınlanan söyleşisinde emekli olduktan sonra askerlere görev verilmemesinden yakındı. "ANAP'tan aldığı bir sinyal dışında siyaset teklifi almadığını" hatırlattı ve şöyle dedi: "Sıkıntıya girmemek için sizden bekliyorlar. Ben 'Gireceğim' der miyim, o derse düşünürüm. Resmen söylemediler ama öyleydi. Sonra MHP'den mesela..." SUİKAST SORUŞTURMASI Özal televizyonun sesini açtı ve komutanın adını sordu Şimdi size eski bir öyküyü hatırlatacağım: 1988 Özal Suikastı... Nasıl Ecevit, kendisine karşı düzenlenen Çiğli suikastının ardında kontrgerillayı aramışsa Özal da kendi suikastçısının ardındaki "örgüt"ü aramıştı. Afyonlu işadamı Kemal Horzum'dan kuşkulanıyordu. Horzum, Emlakbank'ı dolandırmakla suçlanıyordu. Banka bünyesinde Horzum'u soruşturan komisyona, suikast işiyle de ilgilenmelerini söyledi. Komisyon üyeleri hem suikastçı Kartal Demirağ'ın hem Horzum'un memleketi olan Afyon'a gitti. Orada ne bulduklarını komisyon üyesi Uğur Tönük, daha sonra TBMM'de kurulan Horzum Araştırma Komisyonu'na şöyle anlattı: Kartal kontrgerillacı "Afyon Dazkırı'da 1974-77 seneleri arasında Ege'de meydana gelen sol hareketleri önlemek için bir kontrgerilla teşkilatı kurulduğunu, Kartal Demirağ'ın da bu teşkilatın yetişmiş bir elemanı olduğunu tespit ettik." Demirağ özel kamplarda emekli askerlerce eğitilmişti. "Her şeyi vatanımız için yaptık" diyor, MİT'le ilişkisi olduğunu söylüyordu. Komisyon soruşturmayı derinleştirince Özal'ı vuran silahın Demirağ'a Kongre salonunda polisler tarafından verildiği yönünde duyumlar aldı. Afyon'daki teşkilatın üzerine gitmeye karar verdiler. İşte tam o aşamada Tönük, Ortaköy'de bir villaya davet edildi. MİT görevlisi olduklarını sandığı üç görevli kendisine "Bu tahkikatı kesin" dedi. Bir generalin adını verdiler ve "Paşa kararınızı bekliyor" dediler. Tönük soruşturmadan çekildi. Özal'a söylüyor Yargıtay 7. Ceza Dairesi üyeliğinden emekli bir savcı olan Tönük'le daha sonra tanıştım ve suikast soruşturmasının nasıl kesildiğini onun ağzından dinledim. O günlerde başına gelenleri bir tek Turgut Özal'a açıklamıştı. O sahneyi bütün ayrıntılarıyla anlattı: Özal'ın Harbiye Orduevi'ndeki odasında buluşmuşlar, diz dize oturmuşlar. Tönük, kendisini tehdit edenlerin adını verdiği generali açıklayacağı anda Özal odadaki büyük ekran televizyonun uzaktan kumandasına uzanmış ve sesi sonuna kadar açmış. Sonra da Tönük, Paşa'nın ismini Özal'ın kulağına fısıldamış: "Sabri Yirmibeşoğlu!" "Olacak iş mi?" Yirmibeşoğlu o dönem MGK Genel Sekreteri idi. Görev süresi 1 yıl uzatılsa Kara Kuvvetleri Komutanı olabilecek, oradan Genelkurmay Başkanlığı'na tırmanabilecekti. Olmadı. Özal'a adı fısıldandıktan 1 yıl sonra emekliye sevk edildi. Yıllar sonra suikast konusunu soran Aksiyon'a "Hiç ciddiye almadım. Olacak iş değil" dedi. Düşman kim? Acaba kimler engellemişti suikast soruşturmasını? Yılma Durak ya da Kartal Demirağ da Özel Harp'in istihdam edip silahla eğittiği "vatansever gönüllüler" miydi? "Bazı olaylar yaratılır, düşman yaratmış gibi gösterilir" taktiğinin uygulayıcıları mıydı? "Düşman" kimdi? "Düşman"ı ve ona karşı kurulan resmi örgütü ABD bilirken neden Türkiye'nin Meclis'i ve başbakanı bilmiyordu? Bunları sormaya devam edeceğiz. [email protected] 08.01.2006 MİLLİYET
  24. İşte böyle bir süreçten geçerken, yaşanan ilginç bir olay, bizleri oldukça düşündürmüştür. Ülkemizde İşçi Sınıfının dağınık ve örgütsüz pasif yapısının tam tersine, ülke yönetiminde hakim erk olan, Sermaye Sınıfının örgütlü gücü “TİSK” Türkiye İşverenler Sendikası patronların yani Sermaye Sınıfının çıkarları için tüm gücüyle, etkin bir şekilde çalışmaktadır. Sermaye Sınıfının örgütlü gücü olan TİSK’in bir kolu-üyesi olan ve demir-çelik-metal işkolunda işverenlerin ortak çıkarlarını örgütleyen, Metal Eşya Sanayicileri Sendikası (MESS) yeni yıla girerken üyesi olan tüm işyerlerinde işçilere kitap hediye etmiş. MESS bu alanda çok uzman. Daha öncede çıkardığı birçok yayın epey tartışılmıştı. Çalışan işçilerin ellerinde var olan pek çok hakları da budayan, geçmiş yıllarda işçilerin verdiği mücadele ve ödedikleri bedeller ile elde ettikleri birçok kazanımı ellerinden alan yasa olan, 4857 sayılı İş Yasası’nın çıkmasıyla, işyerlerinde yasanın tüm nimetlerini ortaya koyan “Akıllı kitap”ı çıkardı. MESS, bu sefer de işçilere görgü kurallarını öğretmek için kolları sıvadı! “Eğrisi Doğrusu Görgülü Ol, Hoş Yaşa” kitabını yeni yıl hediyesi olarak tüm işçilere dağıtmış. MESS’in internet sitesinde kitabın tanıtımı şöyle yapılıyor: Görgünün temeli; her zaman, her yerde, herkese karşı güler yüzlü, tatlı dilli olmak, haddini bilmek, eliyle ve diliyle hiç kimseyi incitmemektir.” Evet, MESS, yememiş, içmemiş işçilere görgü kurallarını öğretmeye karar vermiş. Onlara göre işçiler kaba ve görgüsüz insanlar. Madem para verip çalıştırıyoruz, görgü kurallarını öğrenip buna göre çalışsınlar diyerek kendisine vazife çıkartmış. Milliyet gazetesinde çıkan haberde, çorbanın nasıl içileceği, çatal-bıçağın nasıl tutulacağı, ekmeğin peçete niyetine kullanılamayacağı, açık büfede yemeklere saldırılamayacağı, incitmeden nasıl el sıkılacağı, karı değil eş denilmesi gerektiği gibi birçok şey sıralanmış. Bütün bunları söyleyene bakmak lazım. Örneğin, sinemada davranış biçimleri diye bir bölüm var. SAYIN ÇOK DÜŞÜNCELİ(!) PATRONLARIMIZ; Kendi fabrikalarınızda işçiyi günde kaç saat çalıştırdığınızdan haberiniz yokmuş gibi davranmayın. Yeni işçi almayalım, yeni istihdamdan kaçınayım diye, elinizde ki mevcut işçileri günlük 8 saat normal çalışmanın üzerine, birde gece yarılarına kadar çalıştırdığınızı unutuyor gibisiniz. Kaldı ki işçiler, insanca yaşayacakları bir ücreti ve hayatı elde ettiklerinde, sinema, tiyatro, konser vs. etkinliklere gidecek zamanları kaldığında, zaten o kültürü edinmiş olarak, nasıl davranacaklarını da bilirler. İş, karın guruldamasına gelince, o iş çok zor, insanın karnı niye guruldar? Tokluktan olmasa gerek, verdiğiniz üç beş kuruş ücretle, işçi karnını ancak bu kadar doyurabiliyor ve karın gurultusu maalesef kesilmiyor, bu gidişle de kesilmesi pek mümkün gözükmüyor. Belli ki siz patronlar bundan rahatsız oluyorsunuz, fakat bunun çaresi insanca çalışma koşulları ve yeterli bir ücret. Eğer işçilerin karnı yeterince doyarsa karınları guruldamayacak ve siz de kitap çıkarmak zorunda kalmayacaksınız. Ekmeği peçete niyetine kullanmayın diye buyurmuşsunuz sayın çok düşünceli patronlarımız(!) Ben yıllarca fabrikalarda işçi olarak çalıştım. Çok iyi biliyorum,hangi fabrikanın yemekhanesine peçete konuyor? Binde bir, ki çoğunlukla işçilere değil, yönetici takımına böylesi bir servis açılır. Yemeklerin yendiği yerler çoğunlukla fabrikanın en izbe yerinde, masalar derme çatma, tavanlar akar, yemekler buz gibidir. Cam bardak yerine, metal bardak verilir, çünkü camlar kırılır. Üç beş kuruş zarar edersiniz diye cam bardak bile vermezsiniz, sayın patronlarımız(!) Sanki işçiler her gün davetlere gidiyorlar, önlerinde açık büfeler varmış gibi, “açık büfelerde yemeklere karşı saldırgan olmayın, para vermiyorsunuz diye durmadan yemeyin” uyarısı yapıyorsunuz. Sayın patronlar, bakıyorum da yine kendinizle karıştırıyorsunuz işçileri. Avantacılık, hazır yiyicilik, talancılık, hazıra konma, konusunda sizin üzerinize yoktur olamaz da. Çünkü her gün otel ve benzeri yerlere sizler gidiyorsunuz. Kar hırsınız nedeniyle, elinizi sıkarak zoraki ödediğiniz düşük ücretler nedeniyle, işçiler tatile gidecek olanak bulamıyorlar zaten. En fazla kendi yakınlarına komşularına ve akrabalarına gidip gelirler. Bunun için de sizin o ithal alafranga göstermelik görgü kurallarınıza ihtiyaçları yoktur. Onlar doğal oluşlarıyla, içten ve samimi davranışlarıyla, insani sıcaklıklarını yansıtırlar zaten. Eşinize, “karı” veya “koca” demeyin diye buyurmuşlar kendileri, Sayın burjuva sınıfı ve patron takımı; Bizlerin, sizlerin “eşim” ve “hanımefendi” deyişinizi de çok iyi biliriz. Kendi sınıfınız arasında "Sosyete" diye türettiğiniz o elit tabakanın, nasıl yaşadığını, şık giyimli-alımlı-cilveli SOSYETİK BAYANLARINIZA bakışınızı da çok iyi biliriz. Yine erkek egoları şişirilmiş, benlikleri kışkırtılmış, magazin mecmuası tarafından her bir aşk macerası dillere destan kahramanlıklar olarak sunulan "Playboy" zampara-çapkınlarınızın da ne haltlar yediğini, kadınlara nasıl kullanımlık mal olarak görüp kullandığını da bizler çok iyi biliriz. Sizler ne kadar görgülü ve afili görünmeye çalışsanız da, ithal alafranga davranışları dışarıya riyakarca yansıtsanız da, sizlerin kadına nasıl baktığını ve onları birer meta veya mal olarak nasıl gördüğünü, üzerine oturduğunuz sisteminiz çok iyi anlatıyor. Bunun için, işçilere ve emekçilere kadına bakış açısı konusunda da, söyleyeceğiniz hiçbir şey olamaz. Bir de karşıdaki insanın elini sıkarken nazik davranın diye uyarı var. Üzgünüz, ne yazık ki elimiz nasırlı ve kaba olsa da, ellerimiz insancıl, dostane, sevecen ve şefkatli. Tezgahın başında günlük onlarca ton metal işliyoruz. Gücümüz buradan geliyor. Ellerimizin sayesinde bu kadar rahat ve bolluk içinde yaşıyorsunuz. Bunlar öpülesi eller, hakaret edilecek eller değil. Kısacası, MEES kitabı aslında görgü kurallarını öğretmek bir yana, işçilere hakaret belgesi olarak çıkmıştır. İşçilerin yapacağı tek şey bunları toplu olarak geri iade etmek ve MESS’in özür dilemesini sağlamaktır. Bursa ve İstanbul’da çıkan yangınlarda kavrulan ve kömürleşen işçilerin hayatına kasteden patronların bizlere görgü kurallarını öğretecek bir yanları yoktur ve olamaz. Bugün işçilerin ve tüm emekçi halkın yaşadıkları kötü koşulların,işsizlik, yoksulluk asgari ücret ve sefaletin tek sorumlusu, onların daha fazla kar elde etme hırsları ve kendi lehlerine işleyen "haksız ve adaletsiz" sistemleridir. İşçinin-emekçinin, görgü kurallarına değil, öncelikle "ekmeğe" ve insanca yaşayacağı bir "ücrete" ihtiyacı var. Patronların sistemine ihtiyaç duyulmayan, ne insanların, ne de kuşların öldüğü, adalet, eşitlik ve kardeşlik içinde yaşadığımız nice umutlu yarınlara ve tadını çıkaracağımız nice mutlu bayramlara. Saygı ve Dostlukla Sedat.
  25. SeDatsan

    HANGİ GÖRGÜ KURALLARI ?

    Öncelikli olarak “GÖRGÜ” Kurallarına mı İhtiyacımız Var, Yoksa “İŞ”, “EKMEK ve İnsanca Yaşayacak bir ÜCRETE mi ? İçinde yaşadığımız süreçte, Dünyanın içinde bulunduğu sosyo-ekonomik ve sosyo-politik konjektürüne baktığımızda, görünen tablo şöyledir; Başını en büyük kapitalist-emperyalist ABD'nin çektiği Ulus ötesi sermaye gücünün daha fazla kar elde etme ve daha fazla zenginlik için, kendi ülkelerinin emekçi halkının yanı sıra, Dünyanın birçok bölgesindeki emekçi halkları da sömürme yarışına girdikleri gerçeğini, ABD ve diğer emperyalistlerin "IRAK İŞGALİ" ile bir kez daha görmüş olduk. Tüm bu işgal, savaş ve sömürü yarışının, daha da azgınlaşarak devam edeceği, emperyalistlerin başta enerji kaynaklarının yatağı olan, Orta Doğu ve Orta Asya olmak üzere, Dünyaya hakim olma amaçlı GOP ve BOP planları ile daha da netleşmektedir. Bu eksende, dünyanın pek çok azgelişmiş ve gelişmekte olan ülkesi gibi, ülkemiz ve halkımız aleyhine işleyen bir sürecin yaşandığını görüyoruz. Uluslararası sermayenin kasası aynı zamanda tefecisi olan IMF'nin, ülkemiz gibi az gelişmiş-gelişmekte olan-üçüncü dünya ülkelerini, başını ABD’nin çektiği küresel kapitalizmin Dünyayı yeniden paylaşım planının bir parçası olarak, yeniden yapılandırdığı bir dönemi yaşıyoruz. İşte küresel sermayenin bu yeniden yapılandırma planlarının bir parçası olarak, dünyanın pek çok ülkesinin emekçileri gibi, ülkemizde de çalışanların(işçi ve memurların) pek çok kazanılmış haklarına ve geçmişte türlü bedeller ödenerek ve büyük mücadeleler sonucunda elde ettikleri, önemli kazanımlara (8 saatlik çalışma hakkı, sigorta hakkı, sendika ve TİS hakkı vs.) yönelik saldırıların ve hak gasplarının yaşandığı, dahası daha da artarak devam ettiği bir süreci yaşıyoruz. Uluslararası tefeci örgüt olan IMF'nin dış borçların tahakkümü nedeniyle, ülkemize dayatmaları ile oluşturmaya çalıştığı yapısal değişim, ULUS DEVLETİN ve KAMU EKONOMİSİNİN zamanla tasfiye edilmesi, özelliklede SOSYAL HUKUK DEVLETİ niteliğinin ortadan kaldırılmasıdır. Bu amaçla çıkarılan veya çıkarılmaya çalışılan tüm yasa ve uygulamalar (5857 sayılı İş Kanunu, KYTK,KPR,GSS vs.) ülkemiz halkının ve emekçilerinin aleyhine olmuş veya olacaktır. Böyle bir sürecin yaşandığı bir dönemde, ülke yönetiminde söz sahibi ve hakim erk olan, patronların ve başta TÜSİAD, MÜSİAD, TİSK, TOBB, MESK vs. gibi işveren örgütlerinin, kendi sınıfsal çıkarları doğrultusunda önemli lobi çalışmaları yaptığını, çıkarılacak ve çıkarılmasını istedikleri her yasanın alt yapı çalışmalarını yaptıklarını görüyoruz. Bu faaliyetlerinin yanı sıra, ellerinde bulundurdukları kitle iletişim araçlarının MEDYA' nın devasa gücü ile, toplumun geleneksel değerlerini,ANADOLU HALK KÜLTÜRÜ olarak da bilinen, kültürel ve ahlaki değerlerini, Yeni Dünya Düzeninin "tüketim kültürü" üzerine kurulu, PİYASACI değerler ile değiştirerek, yeniden oluşturmaya çalışıyorlar.
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.