Zıplanacak içerik

SeDatsan

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

SeDatsan tarafından postalanan herşey

  1. HANGİ VATANSEVERLİK ? Bu ülkede birtakım kişi veya çevreler bu payeyi kendilerine bir kalkan-zırh ve maske olarak kullanmaktadırlar. Bu kalkanın -zırhın koruyuculuğunda ülkeye ve ülke halkına ne kadar kötülük varsa yapılır, ne kadar gayri resmi işleyiş, ne kadar karanlık iş, ne kadar entrika varsa yapılır-yürütülür. Bu maskeyi bir kere taktınız mı, bu kalkanın-zırhın altına bir kere girdiniz mi, ne yaparsanız, ne iş çevirirseniz çevirin, bu maske ve zırh sayesinde gayri size kimse dokunamaz. Çünkü siz artık sıradan bir insan değil, sistemin asıl sahibi hakim erk sermaye sınıfın iktidarının yandaşı, mevcut düzenin emrinde, mevcut satatükonun izinde, güçlüden-zalimden-ezenden-iktidardan yanasınız. Siz artık onlardansınız, ne yaparsanız yapın, nasıl entrika dümen çevirirseniz çevirin, büyük patronların-baronların, çıkarına dokunmadıktan sonra, size göz yumarlar. Bu işinibilir ultravatansever(!) cenah, heryere rahataça girer, işini yoluna koyar, dümenini çevirir, volesini vurur çıkar. Bir bakarsınız, ülkenin en tatlı sektörlerinin rantı-kaymağı yenir, bir bakarsınız hemen her sektöre bir mafya kurulmuş, bir bakarsınız okul önlerinde siyah takım elbiseli, eli satırlı-bıçaklı zavatlarca haraç kesilir, bir bakarsınız zenginin-varsılın parasına bekçilik edilir, bir bakarsınız ki tefecinin katmerli alacağı fakirin-yoksuluğun gırtlağına çökülerek tahsil edilir. Ama bütün bunlar VATANSEVERLİK(!) adına yapılır. Sakın yanlış anlamayın zerre kadar çıkar gözetmezler! EMPERYALİST SÖMÜRGECİLİĞE KARŞI UYUMLU VATANSEVERLİK. Emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı verilmiş dünyanın en meşru mücadelesi olan KURTULUŞ SAVAŞIYLA elde edilen ULUSAL BAĞIMSIZLIK ve ULUSAL ONURUN, bugün yerlerde sürükletildiğini görmek gerçekten de içler acısıdır. Emperyalist sömürgeciliğe karşı, dünyanın diğer ezilen emekçi halkları ve mazlumlarına bile örnek olan, dillere desten o mücadelesini veren bir ülkenin, bugün politik ve ekonomik alanda emperyalizmin hizmetine girip, hatta emperyalizmin sömürü ve savaş planlarının bir parçası olması, ulusal onurumuz ve ulusal bağımsızlığımızın ayaklar altına alınmasıdır. Ülkemizde Amerikan emperyalizmine suikastçılık ve tetikçilik yapanların varlığı aynı oranda utanç vericidir. Ülkemizde bazı kişi veya çevreler, siyaset bilimini, esas özünden uzaklaştırarak, iyice yozlaştırıp kirletmekte, ülke halkının ortak değerleri olan BAYRAK, VATAN, MİLLET, DİN gibi kavramlar üzerinden yürütmektedirler. HALKIN İNANÇLARI VE KUTSAL DEĞERLERİNİN İSTİSMARI ÜZERİNE MİLLİYETÇİLİK. Bu ülke halkının tümünün ortak değeri olan kavramların istismarı ve sömürüsü üzerinden yapılan vatan-millet-bayrak edebiyatıyla, bazı kişi veya çevreler, adeta bu kavramları kendilerine birer siyasi ve rant çıkar aracı haline dönüştürmektedirler. Ne gariptir ki, Bayrak,vatan millet, din gibi bu ülke halkının ortak değeri olan kavramları sanki kendi tekelindeymiş, sanki sadece onların babalarının malı-mülkü, sanki sadece onların şahsi özel mülkiyetiymiş gibi görüp-göstermeye çalışanlar, bu kavramları her fırsatta sömürerek ve halkın manevi duygularını istismar ederek, halkı sokaklarda birbirine karşı kışkırtmak için her entrikayı çevirmektedirler. Ancak özellikle dikkat edilmesi gereken şudur ki, kuru lafta mangalda kül bırakmayanlar, sözde keskin vatan millet sakarya edebiyatıyla ortalıkta dolaşıp, bıyık sarkıtanlar, her nedense Amerikan emperyalizmine karşı oldukça duyarsız, tepkisiz, sessiz, sinik ve uslu çocuk oluveriyorlar. Acaba bu tarihi bir ittifaka, eski ve gizli bir işbirliğine yani ortaklığa mı dayanıyor? Bugün ülke kaynaklarının pervasızca peşkeş çekilmesine, Amerikanın dünyayı işgal ve sömürüs planlarında ülkemiz topraklarını adeta bir savaş üssü olarak kullanmasına karşı, bu kesimler böylesine tepkisiz-duyarsız kalıp, duymadım-görmedim-bilmiyorum oyununu oynuyor. GERÇEK VATANSEVERLİK KURU LAFLA OLMAZ. BUNU İÇSELLEŞTİRMEK, ÖZÜMSEMEK VE HAYATIN HER ALANINDA FİİLİYATA DÖKEREK YAŞAMAKTIR. GERÇEK VATANSEVERLİK İSE; -BU ÜLKEYİ VE HALKINI, EN BAŞTA EMPERYALİST SÖMÜRGECİLİĞE KARŞI KORUMAK, -SONRASINDA İSE, YERLİ VE YABANCI TALANCILARA, VURGUNCULARA, PEŞKEŞÇİLERE, SOYGUNCULARA, MAFYACILARA, ÇETECİLERE, VERGİ KAÇAKÇILARINA, HAYALİ İHRACATÇILARA, NAYLON FATURACILARA, RANTİYEYE, SÖMÜRÜCÜLERE, YETİM HAKKI YİYENLERE KARŞI KORUMAKTIR. -------------------- GÜÇLÜDEN VE ZALİMDEN YANA OLMAK İŞİN KOLAYIDIR. ASIL VE ZOR OLANI, YANİ YÜREK İSTEYENİ İSE, ZAYIFIN, EZİLENİN, MAZLUMUN VE HAKLININ YANINDA OLMAK, BİLİNÇ VE YÜREK İLE MÜCADELE ETMEKTİR.
  2. VATANA VE HALKINA KIYANLAR, VATANI SATANLAR, KURUM VE KURULUŞLARINI PEŞKEŞ ÇEKENLER, HALKINI, SEFALET ALTINDA YAŞATAN, SÜRÜM SÜRÜM SÜRÜNDÜRENLER ÇALIŞANINI, İŞÇİSİNİ, MEMURUNU, KÖYLÜSÜNÜ YANİ BU ÜLKENİN ASIL SAHİPLERİNİ AÇLIK, İŞSİZLİK, YOKSULLUK ÇEKTİRENLER TÜRLÜ YOLSUZLUKLARLA, HORTUMLARLA, İHALE VURGUNLARIYLA, HAYALİ İHRACATLARLA TÜYÜ BİTMEMİŞİN HAKKINI YİYENLER, RÜŞVETÇİLER, HIRSIZLAR, SAHTEKARLAR, KALPAZANLAR ÇEK-SENET, UYUŞTURUCU, SİLAH VE BİLİMUM SEKTÖREL MAFYACILIK YAPAN ÇETECİLER ÜLKE HALKINI ETNİK, DİNSEL VE MEZHEPSEL FARKLILIKLARIYLA BİRBİRİNE KARŞI KIŞKIRTIP, KİN, NEFRET DÜŞMANLIK OLUŞTURARAK EMEKÇİ HALKI BİRBİRİNE KARŞI KIRDIRTANLAR. ÜLKEMİZİN BAĞIMSIZLIĞINI TEHLİKEYE DÜŞÜRENLER, EMPERYALİZM İŞBİRLİKÇİLERİ, MANDACILAR, YANAŞMACILAR, ASLA VATANSEVER OLAMAZLAR
  3. Sosyal Sigortalar Genel Sağlık Sigortası Yasa Tasarısı Referandumu AKP Hükümeti 70 milyonun sağlık ve sosyal güvenlik hakkını gözden çıkarmış görünüyor. Bir yıldır TBMM gündeminde olan, İMF’ nin Stant-By koşulu olarak dayattığı Sosyal Sigortalar Genel Sağlık Sigortası Yasa Tasarısı Meclis Plan Bütçe Komisyonunda görüşülüyor. Bu yasa tasarısı halkın ihtiyacı değil, küresel sermayenin hükümet üzerinden bir dayatmasıdır. Bugüne kadar gerek sendiklarımız, gerekse tüm emek örgütleri bu konuda birçok çalışma yürüttü; tasarının geri çekilmesini talep etti. Anlaşılan hükümet halkın sesine, emek örgütlerine kulağını kapatmış. Bizler ise sesimizi çığlığa dönüştürmeye kararlıyız. AKP Hükümetinin pervasız tutumu ve halktan gerçekleri gizleyerek, yasa tasarısını oldu- bittiye getirme niyetine karşı, konfederasyonumuz KESK, TTB ve DİSK, Sosyal Sigortalar Genel Sağlık Sigortası Yasa Tasarısını “halka sor” çağrısı yaptı. Sağlık ve Sosyal Güvenlik Hakkından Vazgeçmeyeceğiz! Sağlık hakkı, doğuştan kazanılmış temel bir haktır. Bu hakkımızı kullanmak için yeterince vergi veriyoruz. Genel Sağlık Sigortası adı altında, çağdışı kalmış bir modelle yeni bir vergi; sağlık vergisi toplanmasını kabul etmiyor, parası olmayanların ölüme terk edildiği bir Türkiye sağlık ortamı istemiyoruz. Sağlık hizmetlerinin piyasaya terk edilmesi kitlesel ölümlere seyirci kalmak anlamına gelecektir. 11 milyona yakın insanımızın iş güvencesinden yoksun, sigortasız, kayıt dışı çalıştırıldığı ülkemizde, sosyal güvenlik sisteminin sorunları, emeklilik yaşını, prim gün sayısını yükselterek değil, kayıt dışı istihdamı kayıt içine alarak çözümlenebilir. İşsizlere sigortalı iş olanağı yaratılarak çözümlenebilir. Hükümetlerin uyguladıkları İMF orjinli ekonomik programların faturası halka çıkarılmamalı, sosyal devlet olmanın gereği sosyal güvenlik kapsamı genişletilmeli, bütçeden yeterli pay ayrılmalıdır. Halktan Kaçma! HALKA SOR! AKP Hükümetini, sermayenin değil, halkın hükümeti olmaya çağıracağız. Toplumumuzu kendi geleceğine sahip çıkmaya, oy kullanmaya; emekten, demokrasiden yana tüm örgütlü yapıları bu çalışmada aktif görev almaya davet ediyoruz. SAĞLIK EN TEMEL İNSAN HAKKIDIR, ticaret malı(meta) gibi para ile satılamaz. İnsan hayatı şirketlerin-patronların kar hırsına terk edilemeyecek kadar değerlidir.. GSS inin halk oylaması / REFERANDUM hem ülke genlinde kurulacak sandıklarda, hemde aşağıda adresi yazılan TÜRK TABİBLER BİRLİĞİNİN internet adresinde internet ortamında yapılacaktır. http://www.ttb.org.tr/referandum2006 Lütfen sizlerde bu oylamaya katılarak, ülke halkını, biz çalışanları ve işçisiyle, memuruyla, işsiziyle, çiftçisiyle, köylüsüyle, esnafıyla yani tüm alt gelir gruplarını yalkından ilgilendiren böylesi önemli konuda, İRADE BEYANINDA BULUNUP, TERCİHİNİZİ YAPIN. BU SİTE ADRESİNDEN http://www.ttb.org.tr/referandum2006 online olarak, OY VER SOSYAL SİGORTALAR VE GENEL SAĞLIK SİGORTASI YASA TASARISI EMEKLİLİKTE Emeklilik yaşının 68'e, prim gün sayısının 9.000'e çıkarılmasına, Emeklilik maaşlarının %23 ile %33 oranında azaltılmasına, SAĞLIKTA Aylık geliri 127 YTL olan herkesten 64 YTL sağlık sigortası primi alınmasına, Prim ödeyemeyenlere sağlık hizmeti verilmemesine, Muayene, tetkik ve tedavinin her evresinde katkı payı adı altında ek ödeme istenmesine, Temel Teminat Paketi adı altında, bazı hastalıkların sigorta kapsamı dışına çıkartılmasına, Sağlığın hak olmaktan çıkarılmasına, Parası olanın parası kadar sağlık hizmeti almasına Memur aylıklarının GSS prim kesintisi nedeniyle %5 oranında düşmesine O Hayır
  4. İNSANCA YAŞLAM HERKESİN HAKKIDIR. İNSAN OLAN BU HAKKINA SAHİP ÇIKAR.
  5. Tebrikler şevval çok yerinde bir tesbit. Bu güruhun en belirgin özelliğidir. Gerçeği saptırmak, asıl meselenin üzünü çarpıtmak konusunda Hitlerin propaganda bakanı GÖBBELS i bile kıskandıracak düzeydeler. Sanırım Faşizmin temel niteliğinin (asıl gerçeği saptırma, kavramları çarpıtma ve yalan propaganda) ortaklığı bir kez daha ortaya çıktı.
  6. Daha çok kâr elde etmeye, sermaye birikimini sürekli kılmaya ve sürekli yeni pazarlar yaratmaya dayanan bir sistem olarak küresel kapitalizmin ekolojik bunalımın sorumlularından biri olarak görülmesinin temel nedeni, mal ve hizmet üretiminin nasıl ve ne kadar yapılacağının toplumsal gereksinimler doğrultusunda değil kârlılık durumuna göre gerçekleştirilmesidir. Bir anlamda bu sistemde üretim ve dağıtım, gerçek toplumsal gereksinimler çerçevesinde değil, çok uluslu şirketlerin ve gelişmiş ülkelerin benimsediği politikalar gereğince belirlenmektedir. Bunun kaçınılmaz sonucu da, doğal değerler üzerinde ağır baskı kurulması, kaynakların sınırsızca kullanılması, toplumsal ve fiziksel bozulmanın daha önce görülmemiş düzeylere ulaşmasıdır. Küresel Kapitalizmin, daha fazla kar, daha fazla mülkiyet ve daha fazla iktidar hırsı ve ihtirasının sonucunda, hem Dünyamızın doğal dengesi bozulmakta, hemde insanlığın başına türlü türlü hastalıklar, virüsler, yapay ve doğal felaketler gelmektedir. ABD nin enerji kaynakları(petrol,doğalgaz,madenler) ile kendi mallarına tüketim pazarı arayışı ve hırsının sonucunda çıkardığı savaşlar, iç savaşlar, darbeler,işgaller vs. yüzlerce masum insanın ölmesine yada sakat kalmasına yol açmıştır.
  7. Sözde vatanseverlik yapanların aslında ne olduklarını ve bu vatanseverlik maskesi-kisvesi altında yapılanları çok iyi biliyoruz. O yüzden kimse kalkıp, kuru laf üzerine vatanseverlik tiyatrosu oynamasın, vatan-millet-sakarya edebiyatı yapmasın. Biz asıl ve gerçek vatanseverliğin ne olduğunu, gerçek vatanseverlerin kimler olduğunu dün Amerikan emperyalizminin simgesi 6. filoyu İstanbulda denize dökenlerden, bugüne çok iyi biliyoruz. ASIL VE GERÇEK VATANSEVERLİĞİN NE OLDUĞUNU, KİMLERİN GERÇEKTE VATANSEVER OLDUĞUNU ÖĞRENMEK İÇİN, GİDİPTE ÇETECİLERE, MAFYACILARA, DERİN DEVLETÇİLERE, SUSURLUKÇULARA, TETİKÇİLERE, KARANLIK İLİŞKİLER AĞINA, RANT-VURGUN-SOYGUN-KARAPARA BİLİMUM MAFYA BARONLARINA BAKMAYIN. GERÇEK VATANSEVERLER. Bu ülkenin değerlerinin kirletilmesine karşı, yeraltı yerüstü zenginliklerinin talan edilmesine karşı, kurum ve kuruluşlarının peşkeşine karşı,nmtopraklarının parça parça satılmasına karşı, bedel ödemek pahasına hayatın her alanında mücadele ederken, işyerlerinden yumrukları havada alanlara çıkarken gördüklerimiz, gerçek vatanseverler, yani bu ülkenin asıl sahibi olan emekçi halktır. Bizler vatanı savunmak olan bu mücadeleyi yakından biliyoruz.
  8. KAPİTALİZMİN ÖZEVLADI FAŞİSMİN PROPAGANDA ARAÇLARI DÜNDEN BUGÜNE IRKÇILIK VE ŞOVENİZM Enver Paşa, Türk burjuva siyaseti açısından karakteristik sayılabilecek özellikler taşıyordu. Daha doğrusu, onun temsil ettiği bir siyasi hareketin politik angajmanı, Türk burjuva siyasetine “karakteristik” olarak yerleşecek yönlere sahipti. 1908 devriminde kendisinin ve hareketinin mutlak monarşiye karşı oynadığı ilerici rolle birlikte Enver Paşa, çeşitlenmiş hevesleri, farklı alanlara yayılmış tutkuları, ve içeriğiyle güdük ama biçimiyle sınırsız hayalgücüyle bir Türk siyasetçi prototipi olarak öne çıkmıştı. Ama bir iktidar kliği haline geldiği andan başlayarak, Abdülhamit’e karşı yürüttüğü “radikal” muhalefetten 1915 dramlarına, bütün bir Birinci Dünya Savaşı sürecinden –fiziksel olarak sonu anlamına da gelecek olan– Ortaasya maceralarına dek, kendisinin ve hareketinin elinin değdiğiher yerde, akıl kabuğuyla gizlenmiş bir akıldışılık, ilericilik ile örtülmüş bir koyu gericilik, ittihat adıyla kamufle edilmiş bir bozgunculuk görülüyordu. Yüzeyinde gezdiği siyaseti daima askeri bir fonksiyon olarak görmüş ve onu da yutan tufandan sonra Avrupa’ya –ve dolayısıyla dünyaya– “yepyeni” ve sapkın bir eğilim olarak görünecek olan faşizmi, belli belirsiz bir yönelim olarak yaşamıştı. Bir sınıfın, burjuvazinin hükmetme biçimlerinden birini, henüz olmayan bir sınıfın “yaratılması” gibi akıldışı bir tutkuyla hissetmiş ve Ermeni sorununun “çözümü” noktasındaki uygulamalarıyla ona ilham kaynağı olmuştu. Karizmatik önderin şahsında toplanmış politik tutkular, kitleler adına ve onların gönenci için alınmış katliam kararları, iradenin gücüne ve askeri hiyerarşinin toplumsal izdüşümlerine körü körüne bağlanmış düşgücü, Enver Paşa’da kristalize olan İttihatçılığın özgün yanları olarak kalmayacak, kuruluş döneminden başlayarak yeni Türk devletinin ve burjuva siyasetinin fonunu oluşturan unsurlardan bazıları olarak kalıcılaşacaktı. Enver Paşa karikatürü, tarihsel olarak, kendisinden başka başka figürlerin türediği, yenilerinin türetilebileceği bir “lider” eskizidir. • * * Bir bilgiden değil de bir inanıştan hareket eden, tersinden giderek, bilgilere değil inançlara kaynaklık eden “kurtarıcı” figürü, mistik olmanın dışında burjuva rasyonelliğine de uygundur. İktidarla gericileşen burjuvazi, “toplum” ismini ve “toplumsal” sıfatını terk edeli beri, toplumun sorunlarının karşısına kurtarıcı mitoslarını sürmektedir. Toplumsal kurtuluşun bireylere, ‘lider’lere, en azından ‘kadro’lara havale edildiği burjuva siyaseti, zaten, aslında tek bir burjuva siyaseti olduğunun üstünü örten bir alan olarak örgütleniyor. Burjuva hizipleri, asla gerçekleştirmeyecekleri değişimin ve kurtuluşun formüllerini ayrı makamlardan söylerken aynı yanılsama alanının üzerinden hareket ediyorlar. “Kurtarıcı”, işte bu yanılsama alanının rasyonelliğine uyum gösteren bir figürdür. HALKIN KUTSAL DEĞERLERİNİN İSTİSMARI ÜZERİNE KURULU FAŞİST İKTİDAR HIRSI. Kitlelerin, politikadan ve politik eylemden uzak durmaları ve ona en fazla yaklaştıkları anda da, bir kurtarıcının ya da kurtarıcılar örgütünün destekçileri olarak davranmaları esasına dayalı bir rasyonelliktir bu. Tüm geçerliliğini, birikmiş öfkeleri boş beklentilere çevirerek söndürmesinden alır. Kimi zaman da, o tersyüz edilmiş “kurtarma” iddiasının işlevlerinden yararlanarak, en koyu baskıların üzerinde yükselen iktidarlara zemin oluşturur. Hitler’in işsiz ve umutsuz bir aylak olmaktan bütün Almanya’nın führeri olmaya kadar giden sıradışı yolculuğu da, bir tesadüf değil, o işlevsel zeminin armağanıdır. • Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda, cesur ama yeteneksiz, gözüpek ama yaratıcılıktan uzak bir asker olarak “ıskarta”ya ayrılan Hitler, küçük bir sağcı partiye üye olduğu 1919 yılına kadar, yaşamdan neredeyse hiçbir beklentisi olmayan bir savaş küskünüdür. Ama o küçük parti içerisindeki başdöndürücü yükselişi, neredeyse bütün yakıtını da bu örselenmiş umutsuzluktan almaktadır. • ALMAN IRKÇILIĞININ SİMGESİ HİTLER FAŞİZMİ VE İKTİDARA GELİŞİ • Bu gayrımeşru hizmetçi çocuğunun acı ve başarısızlıklarla dolu, tüm kabuk kırma hamleleri olanaksızlıklarla sınırlanmış yaşamı, bu küçük ama ilk nefes borusundan, yanan bir gaz gibi fışkırır. Almanya, bir dünya paylaşımı yenilgisinin ağır yükü altında, neredeyse bütün bir ulus olarak acı çekerken, Hitler’in kötü kaderin intikamını alacağını ve bütün adaletsizliklerin üzerinde yükselen bir adaleti vaat eden söylemi bölük bölük taraftar toplayacaktır. Toplumsal olan sorunu, toplumsal bir ambalajın içine tıkıştırılmış bireysel yöntemlerle ‘çözme’ iddiasındaki faşist parti serpilip gelişir. Hitler’in buyurgan üslubunda, sadece geçmişe dönük intikamın tutkulu izi değil, kendilerine ait olmayan bir çıkarın peşinde sürüklenmesi istenen kitlelere dönük yanıltıcı bir ton da vardır. Sadece Hitler ve diğer faşist demagoglar için değil, tüm burjuva siyasetçiler için, kitlelere, onların çıkarlarıyla ilişkisi olmayan talepler ve ‘çözümler’ önermek ve bunlar üzerinde örgütlenmek gibi, ilk bakışta zor görünen bir görev düşmektedir. Bu tamamen ters çevrilmiş ilişki, burjuva politikacıdan, bir sihirbaz kadar ‘hünerli’ olmasını bekler: Kitleleri ya yanlış ve kendi çıkarlarının tersine olan bir alana örgütleyecektir ya da doğru talepleri mırıldanarak yanlış yönteme kazanacaktır. Emekçilere genel oy hakkı tanımak zorunda kalmış burjuva, siyasal meşruluğunu sürdürebilmek için bu sıkıntıya katlanmak durumundadır. Hitler, bu sıkıntıdan bir olanak yaratmayı başarmış bir burjuva politikacısıdır. • Alman burjuvalarını, kitleler halinde peşinde sürüklediği Alman halkının görkemiyle partisine kazanmış ve halka, “geçmişin acılarını” unutturacak, gecikmiş bir adaleti tesis edecek ‘radikal’ projeler buyururken, burjuvaziye, dünyanın yeniden paylaşımı cesaretini aşılamıştır. Bütün psikopatik bireysel görüntülerinin ötesinde, dönemin en sığ ve en yüzeysel gerçeklik görüntülerinin üzerinde kasıtlıca ve özenle duran iyi bir demagogdur. Propaganda Bakanı Goebbels’in, faşist propagandacılara, “herkesçe bilineni ısrarla tekrar et” önerisi, basit bir demagoji anahtarı değildir. Naziler, kitleler karşısında uyuşturucu ve yanıltıcı propagandalarının gücünü karmaşıklıktan değil basitlikten alır. Üzerinde hemen herkesin birleştiği ve ortalama bir aklın dünyaya çarpık bakışının ürünü olan basit klişeler, faşistlerin elinde birer propaganda silahına dönüşür. Vatan, bayrak, ırk gibi kavramlar etrafında, en basit ama en keskin, en iç gıcıklayıcı sloganlar örülür. Alman emekçilerinin dolaysız çıkarlarının karşısına soyut bir “Almanya” imgesini çıkaran faşist parti, yıkımla sonuçlanmış bir savaşın korkunç ekonomik sonuçlarını, işsizlik, sürekli kriz, kontrolsüz enflasyon ve pahalılık gibi gündelik yaşamın en ağır sorunlarını, “disiplin” ve “düzen” gibi sözcüklerin, gerçekte kendi seslerinden ibaret olan kerametiyle aşmayı vaat eder. Naziler, ekonomik ve toplumsal olarak kaosun hakim olduğu Almanya’ya, otorite ve bu otoritenin en kristalize olmuş temsilcisi olarak güçlü devlet imgesini önerirler. Hitler’in buyurgan sesi, emir verir gibi konuşması; toplama kampları, genel tutuklamalar, siyasal şiddet ve pervasızlık gibi uygulamaları, devlet ve otoritenin açık görüntüleri olarak ortaya çıkarlar. Hitler, insanların acıları ve sorunların çözümü noktalarında, dayanışmacı bir iyimserliği değil, tehdit eden, itaate çağıran, bireylerden ve kitlelerden kişiliksizleşmeyi bekleyen olumsuz bir otoriter kimliği benimsemiştir. Ekonomik ve toplumsal krizin Almanya’da yarattığı genel ortamın cevap verdiği şey, bu olumsuz rolün yaydığı beklentidir. Gericiliği daha da gericileştirip, çözümsüzlükten çözüm, çaresizlikten çare olarak sözetmek; bütün bir ülkenin kaderini, en geri yurttaşın siyasal bilincini çoğaltıp örgütlemede görmek ve göstermek faşist paradigmanın temellerinden biridir. "YA SEV YA TERKETÇİ" IRKÇILIK Bizim ülkemiz, bunun en tipik örneklerinden birini ‘90’lı yıllarda yaşamış ve “Ya sev ya terk et” sloganı, bütün toplum açısından, şöyle ya da böyle bir “gündem” olan bir sorunun ‘çözümü’ olarak önerilmiştir. Sloganın basit, ikincil çağrışımlardan, siyasal bir derinlikten ve toplumsal sorumluluktan uzak karakteri, Kürt sorunu karşısındaki en geri tepkiyi kalkış noktası olarak alması taraftarlarını artırmıştır. Zaten problem olan şeye kaynaklık eden bir yaklaşımın, ‘çözüm’ olarak hatırı sayılır bir kabul görmesi, tam da o sığlıktan kaynaklanmaktadır. “Ya sev ya terk et”, son tahlilde “başarılı” bir faşist propaganda sloganıdır ve çözümsüzlüğün mekanizmasını çözüm olarak öneren ikiyüzlü demagojinin de tipik bir örneğidir. Yeniden söyleyecek olursak, Almanya deneyiminin çok açıkça gösterdiği gibi, faşist propaganda ve örgütlenmenin dayandığı mekanizmalardan ikisi, otoriter bir kişilik ve o kişi etrafında örülmüş buyurgan örgütlenme ile söylemdeki sığlık ve tehdit havasıdır. Her ikisi de, politik olmalarının yanı sıra –hatta bundan daha çok– psikolojik bir yönelimi hedeflerler. Faşizmin, üslup olarak daima muhtaç olduğu demagoji de, zaten, psikolojik mekanizmaları harekete geçirerek nesnel gerçekliği gizleyen bir yönteme sahiptir. Özellikle bunalım dönemlerinin, “canı burnuna gelmiş” ama bir o kadar da siyasetin dışına itelenmiş kitleleri, umutsuzlukla bıkkınlık arasındaki çelişkinin ortasında, kof demagojilere, hiçbir derinliğe sahip olmayan, gerçekte apolitik ve pasif olan “siyasi” çağrılara daha kolay meylederler. FAŞİZMİN GERİCİ VE GERÇEK DIŞI PROPAGANDASININ PRAGMATİK ÖZÜ: Faşist tasarım, böylesi anlarda, karşısında tek tek bireylerin ve gerçek siyasal irade olarak toplumsal kesimlerin iradesini yitirdiği kişilikler uydurur. “Kurtarıcı” figürü, kurtuluş umudu ve enerjisini emip ertelemek üzere bir kez daha ortaya çıkarılmıştır. Kurtarıcı adayı, geniş kesimler arasında en fazla tepki çeken, en fazla nefret uyandıran geleneksel devlet kurumlarını dahi kolaylıkla ve şiddetle eleştirir [görünürken] bunların meşruiyetini yeniden inşa edecektir. En süslü, en kökten, en şiddet dolu sözlerinin arkasında bile, statükoyla yapılmış pespaye bir uzlaşmanın izlerini taşır. Burjuva politikacı, eleştirdiği makinenin makinisti olmayı talep etmektedir.
  9. SeDatsan şurada cevap verdi: TANİA HAYDE başlık Güncel Konular
    İstanbul’un Gazi Mahallesi’nde 12 Mart 1995 akşamı üç kahvehane ve bir pastanenin taranması sonucu 1 kişi yaşamını yitirmiş, olayları protesto eden halk ise sokağa dökülmüştü. Polisin göstericilerin üzerine ateş açması sonucu Gazi Mahallesi’nde 17 kişi yaşamını yitirmişti. Katliamı protesto etmek amacıyla Ümraniye’de yürüyüş yapan kalabalığa da ateş açılmış, burada ise 6 kişi hayatını kaybetmişti. Katliamın ardından 20 polis hakkında dava açılmış, ilk duruşmada 18 polis beraat etmiş ve sonuçta sadece iki polise 1 yıl 8 ay hapis cezası verilmişti. Ailelerin AİHM’e götürdüğü davanın bu yıl içinde sonuçlanması beklenirken, fotoğraflarla katliamda aktif rol aldıkları tespit edilen kişilerin Susurluk’la bağlantısı olduğu ortaya çıkmıştı. Buna rağmen hukuk sistemi bu karanlık güçlerin üzerine gidemeyerek, klatliamların hesebını soramıyor. Hukuk devleti söylemlerinin bu olayda ne kadar gerçekçi olup olmadığı ortaya çıkmıştır. Hukukun adaleti sağladığı bir ülkede, ne mafya, ne çeteler, ne derin devlet, ne karanlık ilişkiler ağı, ne susurluk, ne de faili meçhul cinayetler, ne halk düşmanlığı, böylesi halka karşı kurşun sıkmalar ve kitlesel katliamlar olamaz.
  10. Bu arkadaşımız olaya sadece din boyutu ile bakmayı yeğlemiş. Kendi kişisel görüşü elbetteki sadece kendisini bağlar. Ancak dünyanın sadece sizden ibaret olmadığı gerçeğini artık görmek gerekir. Burada sözü edilen sorun yerel bir sorun olmayıp tüm dünyayı ve tüm insanlığı ilgilendiren evrensel boyutu olan bir sorundur. O yüzden bakış açımız da, soruna yönelik teşhisimiz de, çözümümüz de evrensel nitelikte olmalıdır.
  11. HANGİ VATANSEVERLİK ? Bu ülkede birtakım kişi veya çevreler bu payeyi kendilerine bir kalkan-zırh ve maske olarak kullanmaktadırlar. Bu kalkanın -zırhın koruyuculuğunda ülkeye ve ülke halkına ne kadar kötülük varsa yapılır, ne kadar gayri resmi işleyiş, ne kadar karanlık iş, ne kadar entrika varsa yapılır-yürütülür. Bu maskeyi bir kere taktınız mı, bu kalkanın-zırhın altına bir kere girdiniz mi, ne yaparsanız, ne iş çevirirseniz çevirin, bu maske ve zırh sayesinde gayri size kimse dokunamaz. Çünkü siz artık sıradan bir insan değil, sistemin asıl sahibi hakim erk sermaye sınıfın iktidarının yandaşı, mevcut düzenin emrinde, mevcut satatükonun izinde, güçlüden-zalimden-ezenden-iktidardan yanasınız. Siz artık onlardansınız, ne yaparsanız yapın, nasıl entrika dümen çevirirseniz çevirin, büyük patronların-baronların, çıkarına dokunmadıktan sonra, size göz yumarlar. Bu işinibilir ultravatansever(!) cenah, heryere rahataça girer, işini yoluna koyar, dümenini çevirir, volesini vurur çıkar. Bir bakarsınız, ülkenin en tatlı sektörlerinin rantı-kaymağı yenir, bir bakarsınız hemen her sektöre bir mafya kurulmuş, bir bakarsınız okul önlerinde siyah takım elbiseli, eli satırlı-bıçaklı zavatlarca haraç kesilir, bir bakarsınız zenginin-varsılın parasına bekçilik edilir, bir bakarsınız ki tefecinin katmerli alacağı fakirin-yoksuluğun gırtlağına çökülerek tahsil edilir. Ama bütün bunlar VATANSEVERLİK(!) adına yapılır. Sakın yanlış anlamayın zerre kadar çıkar gözetmezler! EMPERYALİST SÖMÜRGECİLİĞE KARŞI UYUMLU VATANSEVERLİK. Emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı verilmiş dünyanın en meşru mücadelesi olan KURTULUŞ SAVAŞIYLA elde edilen ULUSAL BAĞIMSIZLIK ve ULUSAL ONURUN, bugün yerlerde sürükletildiğini görmek gerçekten de içler acısıdır. Emperyalist sömürgeciliğe karşı, dünyanın diğer ezilen emekçi halkları ve mazlumlarına bile örnek olan, dillere desten o mücadelesini veren bir ülkenin, bugün politik ve ekonomik alanda emperyalizmin hizmetine girip, hatta emperyalizmin sömürü ve savaş planlarının bir parçası olması, ulusal onurumuz ve ulusal bağımsızlığımızın ayaklar altına alınmasıdır. Ülkemizde Amerikan emperyalizmine suikastçılık ve tetikçilik yapanların varlığı aynı oranda utanç vericidir. Ülkemizde bazı kişi veya çevreler, siyaset bilimini, esas özünden uzaklaştırarak, iyice yozlaştırıp kirletmekte, ülke halkının ortak değerleri olan BAYRAK, VATAN, MİLLET, DİN gibi kavramlar üzerinden yürütmektedirler. HALKIN İNANÇLARI VE KUTSAL DEĞERLERİNİN İSTİSMARI ÜZERİNE MİLLİYETÇİLİK. Bu ülke halkının tümünün ortak değeri olan kavramların istismarı ve sömürüsü üzerinden yapılan vatan-millet-bayrak edebiyatıyla, bazı kişi veya çevreler, adeta bu kavramları kendilerine birer siyasi ve rant çıkar aracı haline dönüştürmektedirler. Ne gariptir ki, Bayrak,vatan millet, din gibi bu ülke halkının ortak değeri olan kavramları sanki kendi tekelindeymiş, sanki sadece onların babalarının malı-mülkü, sanki sadece onların şahsi özel mülkiyetiymiş gibi görüp-göstermeye çalışanlar, bu kavramları her fırsatta sömürerek ve halkın manevi duygularını istismar ederek, halkı sokaklarda birbirine karşı kışkırtmak için her entrikayı çevirmektedirler. Ancak özellikle dikkat edilmesi gereken şudur ki, kuru lafta mangalda kül bırakmayanlar, sözde keskin vatan millet sakarya edebiyatıyla ortalıkta dolaşıp, bıyık sarkıtanlar, her nedense Amerikan emperyalizmine karşı oldukça duyarsız, tepkisiz, sessiz, sinik ve uslu çocuk oluveriyorlar. Acaba bu tarihi bir ittifaka, eski ve gizli bir işbirliğine yani ortaklığa mı dayanıyor? Bugün ülke kaynaklarının pervasızca peşkeş çekilmesine, Amerikanın dünyayı işgal ve sömürüs planlarında ülkemiz topraklarını adeta bir savaş üssü olarak kullanmasına karşı, bu kesimler böylesine tepkisiz-duyarsız kalıp, duymadım-görmedim-bilmiyorum oyununu oynuyor. GERÇEK VATANSEVERLİK KURU LAFLA OLMAZ. BUNU İÇSELLEŞTİRMEK, ÖZÜMSEMEK VE HAYATIN HER ALANINDA FİİLİYATA DÖKEREK YAŞAMAKTIR. GERÇEK VATANSEVERLİK İSE; -BU ÜLKEYİ VE HALKINI, EN BAŞTA EMPERYALİST SÖMÜRGECİLİĞE KARŞI, -SONRASINDA İSE, YERLİ VE YABANCI TALANCILARA, VURGUNCULARA, PEŞKEŞÇİLERE, SOYGUNCULARA, MAFYACILARA, ÇETECİLERE, VERGİ KAÇAKÇILARINA, HAYALİ İHRACATÇILARA, NAYLON FATURACILARA, RANTİYEYE, SÖMÜRÜCÜLERE, YETİM HAKKI YİYENLERE KARŞI KORUMAKTIR.
  12. SeDatsan şurada bir başlık gönderdi: Güncel Konular
    Kültür emperyalizmi, emperyalist kültür, kültürel emperyalizm birbirlerinin yerine kullanılabilecek, yine de aralarında ince ayrımlar taşıyan deyimler. Yaşadığımız coğrafyanın kaç kez kültürel saldırılara uğradığı belli değil. Bin yıllar boyu yaşanan işgallerin, savaşlar, imparatorluklar kültürleri birbirine katmış, ‘Anadolu kültürü’, ‘Akdenizlilik’ vb. diye adlandırılan yaşama bakış biçimini, dünya anlayışını oluşturmuş. Bu ‘yerlileşmiş’ kültüre son yüzyılların yayılmacı kültürleri değişik neden ve yollarla eklenmiş. Umulmadık dağbaşlarındaki Amerikan Kolejleri, başkent İstanbul'un papaz ve rahibe okulları, seçkinlerin evlerinde görevlendirilen mürebbiyeler. Kimi eğitimin kimi özentinin daha seçkin, daha saygın olma güdüsüyle getirdiği kültür dalgacıkları. "Bir toplumda geçerli olan ve gelenek halinde devam eden her türlü duygu düşünce, dil sanat yaşayış öğelerinin tümü" bu kültürel katkılardan beslenmiş. Asıl etkilenmenin devlet değişimleri, ayaklanmalar vb. ile ilgili karşı kültür hareketlerinde olduğu da açık. Selçuklu İmparatoruğu'nun resmi dili Farsça'ya karşı "sarayda, tekkede, devlet dairelerinde Türkçe konuşulacağı" bildirisiyle başlayan ayaklanma, yenilgiye uğrasa da etkisini koruyor. Cumhuriyet'in getirdiği kültür değişikliği, ulusal kurtuluş savaşı yaşamış olmanın getirdiği güvene dayalı. Kısacası, bir coğrafyaya yapılan kültürel saldırı yaşamsal destek bulmadıkça amacına ulaşamaz. karşı bir hareketle, tepkiyle karşılaşır. Kültürel yayılmanın etkili olması, ekonomik temellere dayanmak zorundadır. Bir de yaygın bir iletişim ağı kurmak... Sorunumuz, coğrafyamızda yaşanan kültürel emperyalizmin tarihçesi değil kuşkusuz. Ancak, günümüzde yaşanan ve kültürsüzleşmeyle sonuçlanan durumu saptamak. Bu saptamanın en tehlikeli yanı, batılılaşma, çağdaşlaşma ile kültür emperyalizminin karışacağı yer. Kültürel emperyalizme karşı çıkmak isterken duruk bir üçüncü dünya savunucusu durumuna düşmek. Bu bakımdan mayınlı bir alanda yürümenin tutuk adımları yansıyor sözlerimize. Amerikan tarzı yaşamı, kullan at tüketimciliğini, Amerikanofillliği dayatanlara karşı komayı Amerikan edebiyatı yardımıyla başarıyorduk. Steinbeck, Cauldwell, O. Neil, Hemingway, bize Amerika'nın öteki yüzünü göstermişti. Çevirlmesi olanaksız Faulkner bile bu yüzden çevrilmişti. Bugünse edebiyat adına kitap raflarını, sinema adına salonları işgal edenler bize bir savunma silahı verme niteliğinden de, kültür sözcüğünün öteki anlamlarından (eleştirme, değerlendirme, zevk alma yetilerini gerektiği biçimde geliştirme / Belli bir konuda edinilmiş geniş ve sistemli bilgi) da uzak’. Ancak, kültürel emperyalizmin yarattığı etki tepki dalgası, yaşanan kültürsüzleşmedeki arabesk çizgi, böyle bir girişi engelliyor. İletişim araçlarının gelişimi ve devletin resmi görüşü yanında sermaye gruplarının eline geçişi durumun bir özeti. Kitle kültürünün savunma için ürettiği yeni tepki kültürler, gündeme yalnızca ordu ve laik çevrelerin ara sıra dikkat çektiği başka bir emperyalizmin yedeğinde: Radikal İslam Emperyalizminin. Belki de bu duruma, emperyalizm emperyalizme karşı demek daha doğru. Gerçi sonuç değişmiyor. Birey adına bireyci, iyi yaşamak adına tüketici ve köşe dönmeci bir yaşam biçimi egemen. Kültürden anlaşılan, bilgisayarla banka işlemlerini en hızlı biçimde yapabilmek, para-borsa haberlerini en hızlı bildirecek bilgisayar ağının hangisi olduğu. Ütopyamız, kokoreççinin kestaneciyle e-mailleştiği bir gelişmişlik. Eğlencemiz, ‘ye-ye, rakınrol, metal’ çizgisini geride bıraktı. Artık komşu ülkelerden alındığı söylenen tavernalarda coşuyor seçkinler. Gül yaprağı ile ıslatılan assolistler, yerini kağıt peçete yağmuruna tutulanlara bıraktı. Tabak kırma yerine ceket yakma moda şimdi. Bunlar üst sınıfın ‘ne oldum deliliği’ deyip geçeceğim de, misafirlik olgusunun değişişi alt sınıfları da sardı hanidir. Altın günleri, mark günleri, dolar günleri gırla. Ekonominin bu konudaki yeri tartışılıyor olsa olsa. İşçi sınıfı kendi kültürüne yabancılaştırılmak için olağanüstü koşullar yaşıyor. Kültür-sanat cephesinde de genel bir dayatma yaşanıyor. Basılan kitaplar, reklamı yapılanlar, gösterilen filmler ya kıyamet habercisi ya gizli güçlerin üstünlüğünün ağır bastığı kurmacalar. Televizyonun evlerimize girmesiyle ve özellikle 12 Eylül ile birlikte izletilmeye başlanılan, Şiddetin, bireyciliğin propagandasının yapıldığı kovboy filmleri, holywoodta başlatılan amerikan ırkçılığı, kapitalizm argümanlı anti-komünist propaganda, amerikan filmlerinde küçültürlerek aşağılan asyalılar, ********* Viyetnam etiketi, zavallı Çinli filmleri. Kültür emperyalizmin aldığı yol bakımından bir değerlendirme yapıldığında, dünden bugüne gelinen noktada, geçmişte izletilen bugünlerin birer temeliydi aslında.
  13. KAPİTALİZMİN IRKÇILIK KARTI Kapitalizmi ‘Modern Bir Dünya Sistemi’ şeklinde kuramsallaştıran Immanuel Wallerstein, hem ırkçılığın hem de azgelişmişliğin modern dünyanın olguları olduğunu, ırkçılığın, tüm tarih boyunca varolan yabancı düşmanlığı (xenophobia) olmadığını ve azgelişmişliğin de benzer biçimde bütün tarih boyunca varolmuş bir yoksulluk ve/veya düşük teknoloji düzeyi anlamına gelmediğini ileri sürer. Wallerstein’ın bir dünya sistemi olarak kapitalizmin örgütlenme ilkelerinden birinin, eşitsiz niteliğinden ötürü insanları hem sistem içinde tutmak hem de dışlamak olduğu şeklindeki tezi çok önemlidir. Kanımca bu önemlilik, kapitalizmin kendini bütünsel bir mantık ve yayılmacı bir pratikle kurma zorunluluğundan kaynaklanmaktadır. Sosyal bilimlerde, bilhassa bütünselci (holistic) yaklaşımlar içinde ifade edildiği gibi, sistemik örgütlenmeler, bir merkez etrafından çevreye halkalar biçiminde genişleyerek yayılır. Bu örgütlenme biçimi, sistemin içindeki her öğenin bir diğeriyle bağlantısını zorunlu olarak beraberinde getirir. Faraza, modern kapitalizmin ürünleri olarak ırkçılık ve azgelişmişlik (biçimleri), sömürü düzenini gerek merkezde gerekse çevrede daha etkili biçimde yürütmek için oluşturulur ve kullanılır. Ancak, bunlar çok farklı görünümlerle işe koşulur. Wallerstein’ın belirttiği gibi hemen her devlette varolan etnik boyut, yani atfedilmiş çeşitli özelliklerin (ırk, renk, dil, din, ataerkil köken) toplamı olarak hem ayırıcı/ayrımcı toplumsal-kültürel bir ölçüt hem de sınıfsal belirlemede işe koşulan bir araçtır. Yani, sınıfsallığı dikey ve yatay kesen bir etniklik ya da etnisite olgusu, kapitalizme içkindir. Kapitalizm etnik olgudan sonuna kadar yararlanır. Bu, sermeyenin kökensel olarak-ne kadar küreselleşse de-ulusal kökeninden kaynaklanmaz sadece; aynı zamanda etniklik, sınıfsal çıkarların şekillendirilmesinde ve yeniden üretilmesinde doğrudan yardımcı olur. Nitekim, hemen her kapitalist ülkede, en tepeden aşağıya doğru sıralanan etnik –ulusal da diyebiliriz– topluluklar, aynı zamanda sınıfsal güç ve kültürel kimlik olarak da konumlanırlar. Şöyle ki, örneğin ABD’de en tepede yer alan sınıfın hala WASP (Beyaz, Anglo-Sakson ve Protestan) niteliğini koruduğunu görebiliyoruz. (Elbette, daha çok New York’ta kümelenen Yahudi sermayesini de gözardı etmemek gerekir; ancak WASP, bir kalıp olarak belirleyicidir.) En altta yer alan sınıfların ise beyaz olmayanlardan (Latin Amerikalılar, zenciler, Sarı ırklılar) oluştuğu aşikar. Yani, ABD kapitalizmi içindeki sınıfsal sıralama ile etnik sıralama arasında bir koşutluk vardır. Bu olgu, diğer kapitalist ülkeler için de geçerlidir. İşte Wallerstein, ırkçılık olgusunun altında bu gerçeğin yattığını vurgular. IRKÇI FAŞİZMİN SİMGESİ NAZİLERİN ARKASINDAKİ BÜYÜK SERMAYE; AMERİKAN KAPİTALİZMİ Faşizmin en büyük temsilcisi Nazizlerin, işçi emekçi iktidarı Sovyetlere saldırısında en büyük ve gizli destekçisi elbetteki Amerika ve büyük sermaye sahibi kapitalistlerdi. Nazi ordusunun motorize araçlarınn büyük bir bölümünde Ford / General Motor üretimi motor aksamı kullanılmıştır. Bu gerçekten hareketle faşizmin aslında kapitalizmin kendi ürettiği bir piyonu-çocuğu olduğu, temelde işçi sınıfına karşı bir silahı olduğu gerçeği göz ardı edilemez. FAŞİZM, KAPİTALİZMİN ÖZ EVLADI VE SERMAYENİN KORUCUSUDUR. Dünyanın her yerinde işçi emekçiler, en insani talepler dahil, kendi hakları için mücadele ettiklerinde, karşılarına hep kapitalistlerin güdümündeki faşist çeteleri, yani sermayenin bekçisi olan paralı adamları (siyah maskeliler) çıkmış, işçi emekçilere pervasızca saldırmışlardır. Ülkemizde de İzmir tariş fabrikalarında işi ekmeği ve hakları için mücadele eden grev yapan ülkenin her yöre-din-meshep ve kesiminden işçilerin üzerine faşist çetelerce kurşun yağdırılmıştır. Bu olay faşizmin temel niteliğini ve asıl amacını açıkça ortaya koyuyor. Faşiszmin en başta insan ve insani değerlere karşıdır. Özellikle tahammül edemediği düşüncelerin başında, sevgi, barış,kardeşlik, eşitlik, adalet paylaşım dayanışma gibi insani kavramlardır. Irk ayrımcılığı çok çeşitli nitelemeler (göçmen, zenci, ulus/kan/soy dışı grup, çingene vb.) üzerinden yapılabilir. Ortak bölen ise, ayrımcılığı birçok boyutta (siyasal iktidar, toplumsal ve günlük yaşam gerçekliği, kültürel çevre, tarih ve eğitim gibi) yeniden üreten dışlamadır. Bu dışlama mantığı çok çeşitli ifadelerle (geri, barbar, soysuz, pis vb.) belirtilir. 19. yüzyılın erken antropoloji ve etnolojisinden çağdaş oryantalizme, pozitivist sosyal bilim anlayışından küreselleşme olgusuna değin hemen her Batılı kapitalist düşünce ve uygulama, karşıt kimlikleri ‘kurar’ken yapay ölçütleri ‘doğal’ olarak kabul ettirmenin kuramlaştırmasına soyunur, soyunmuştur da. Örneğin ‘Doğu’, oryantalist bakış açısı içinde bir gerçeklik değil de, çeşitli ilginç içerimleri (egzotiklik, yabancılık, ilkellik vb.) dahilinde bir imge (image=resim) olarak kurulur. Ya da ‘ilkel’, tarihsel sürekliliğin bir uğrağı veya katı olarak değil de, merkezde olmayan niteliklerin negatifi şeklinde ileri sürülür. Buradan da o bildiğimiz meşum ikilikler (dikotomiler) ortaya serilir: Nasıl kapitalizmde kadınlar erkeklerden bir kat daha fazla (hem emek hem cinsellik) sömürülüyorlarsa, etnik tabi topluluklar da iki kere (hem etnik kimlik hem de sınıfsal sömürü) olarak sömürülmektedirler. Etnik ve sınıfsal sömürü ikili bir aşama değil, tek bir sürecin iki halkasıdır. Wallerstein, eşitlikçi olmayan bir sistem olarak kapitalizmde, eşitsizlikten ötürü alt-tabakaların olması gerektiğini ileri sürer. Buna, fikrimce, ilk semavi din Yahudilik ile insanın gündemine politik biçimde giren ‘seçilmiş halk’ mantığından türetilen çok çeşitli milliyetçilik biçimleriyle ifade bulan ‘seçkin ulus/etnisite’ boyutu da ilave edilmelidir. Elbette egemen milliyetçilik ya da etnik topluluk, seçkinliğini sadece kültürel olarak ifade etmez; ekonomik ve siyasal olarak da en yukarıda (zengin ve yöneten) olmayı, varlık nedeni ve kendini yeniden üretmek açısından zorunlu olarak görür. Fakat Aydınlanma, Fransız Devrimi ve liberal felsefe ile açılan yolda burjuvazinin bayraktarlığını yaptığı eşitlik ideolojisi gereği, herkesin eşit haklara sahip olduğu vurgusu da devam ettirilir. Sınıfsal merdiven, tırmanmaya niyetli herkese açıktır. Ancak, bu merdivenin üst basamaklarına kimlerin erişebileceği de önceden o kadar açıktır. Atfedilmiş statüleri feodal döneme gömen burjuvazinin bunun yerine getirdiği meritokrasi zihniyeti, ilk izlenimde eşitlikçi görünümüyle zihinleri bulandırsa da, yakından bakıldığında meritokrasinin çağdaş bir aristokratik şekil olduğu görülür. Yeteneklerin nasıl oluştuğu ve ne şekilde değerlendirildiğini artık çok iyi biliyoruz. Daha anne karnında başlayan sınıfsal niteliklerin eğitim ve iş yaşamı boyunca nasıl belirleyici olduğunun kanıtları ortaya çok konulmuştur. Kimin hangi kariyeri yapacağı önceden ama eşitsiz biçimde belirlenir. ‘Eşit fırsat’ dili, ‘eşit olanak’ dili değildir. Fırsat, kendiliğinden olanağı doğurmaz. Eşitsizlikçi bir sistem olarak kapitalizmde, herkesin kazanması mümkün değildir. Öyle olsaydı, kapitalizm, tarihin gördüğü en ‘toplumsal yarar üreten sistem’i olurdu. Artık biliyoruz ki bu sistem, tarihin gördüğü en bireyci ve bencil sistemdir. Birinin kazanması diğerinin kaybetmesini gerektirmektedir. Tıpkı bir kumar gibi. Wallerstein, ırkçılığın kolektif eşitsizlikler gerçekliğini nasıl meşru kıldığını ve bunu kuramsal olarak nasıl haklılaştırdığını ustaca şöyle açıklar: ‘Irkçılık bu tür eşitsizlikleri meşru kılar, çünkü bir yandan pratikte gerçek değişimi ulaşılamaz tarihlere ertelerken, eşitsizliklerin niteliğinin geçici olduğu hakkında teorik dayanak sağlar. Teorik haklı gösterme oldukça inceliklidir, çünkü düşük statüye sahip olanlarla olmayanlara aynı anda ama farklı biçimde hitap eder. Argümanın dayanak noktası şudur: Düşük etnik statüye sahip olanlar (ve sonuç olarak çoğunlukla düşük mesleki pozisyonda bulunanlar), talihsiz, ancak teorik olarak ortadan kaldırılabilir bir mirastan ötürü kendilerini bu durumla karşı karşıya bulmaktadırlar. Bu insanlar, bir şekilde rasyonel düşünmeye daha az yatkın, çalışma ahlakında daha az disiplinli, eğitimle ilgili ve/veya hakedilmiş başarılar için daha az istekli bir gruptan gelmektedirler.’ Bildik hikaye deyip geçmeden önce şunu vurgulamalıyız: ‘Kurbanın kendisini suçlamasını sağlama’ edimi, çoğu zaman ezilen tarafından içselleştirilir. Eğitimle düşük sınıfsal ve alt etnik statüden çıkılabileceği iddiası, giderek düşük sınıfsal ve alt etnik grubun üyelerince dönüştürülür; sınıf ve etnik kimlik kendini yeniden üretir. Diyelim, kendi etnik topluluğunun ezildiği gerekçesiyle yapılan mücadele, bir kimlik olarak o etnik topluluğun değerlerinin icad ya da inşa edilmesine yol açar. Bu, geriye gidiş ya da dönüştür. Alt sınıfsal ve etnik değerlerin yeniden toplumsallaşma süreçlerinde yeni üyelere aktarılması, tıkanmanın ta kendisidir. Wallerstein, ulusal düzeyde sınıfsal ve etnik hiyerarşiler arasında bir ilişki olmasına karşın, durumun dünya düzeyinde değiştiğini belirtir. Etnik hiyerarşi dünya düzeyinde ulusal bir maskeye bürünür, ulusal-sınıfsal bir alt tabaka oluşur. Ancak, ortada olan, bir çelişki değil çakışmadır. Mantık hem devlet hem de uluslarası düzeyde aynı biçimde işlemektedir. Örneğin, gerek BM gerekse OECD ve Dünya Bankası gibi uluslararası siyasal ve kapitalist kuruluşlar, geri kalmışlığa (bu asla eşitsizlik gibi kavramlarla açıklanmaz) çare olarak eğitimi gösterirler. Yani şu söylenir: Batılı ülkeler, kalkınmak (sanayileşmek) için doğru bir yol izlediler. Kalkınmamış ülkeler de bu yolu izlemelidirler. Yolun adı, modernleşmedir; yani eğitimle kalkınma ve eşitlenme. Ulusal devletler, eşitsizlikle mücadele ettiklerini düşünürlerken kendi konumlarını yeniden üretirler. Bu, giderek bir kısır döngü üretir. Eşitsizlikle mücadele adına eşitsizlikçi politika ve araçların kullanımı yeniden ve yeniden eşitsizliği üretir. Örneğin, eşitsizlikçi bir sistem olduğu açık olan liberal yolla kalkınma düşünce ve uygulaması, yine eşitsiz yapılar üretir (ekonomi ve siyaset gibi). Bu durum, bilgisizlikten değil, bir çıkar çelişkisinden kaynaklanır. Demokrat Parti’nin kapitalist toprak ağaları (başta Adnan Menderes olmak üzere tüm diğerleri), CHP içindeyken İnönü’nün toprak reformuna karşı çıkarlarken, ‘kimin toprağını kime dağıtıyorsunuz?’ diye sorduklarında, arzuladıkları, ülke kalkınmasının (küçük Amerika olarak Türkiye) kendi çıkarlarına dokunmadan gerçekleşmesiydi! Olmayacak bir şeydi ve olmadı da. O halde, azgelişmişlik ya da gelişmekte olan veya geç kapitalistleşen ülkeler, adına her ne denirse densin, uluslararası küresel kapitalizmin işlerselliğinin gerekli taşlarıdırlar. Satrançtaki piyonlardır. O halde, ırkçılık (etnik topluluk bilincinden faşizme değin) ve azgelişmişlik (kalkınmakta olan ülke bakış açısından geri bıraktırılmış veya geç kapitalistleşen ülke formuna kadar), metalaşma sürecinin payandalarıdır. Emperyalist kapitalizm, gerek kendi içindeki sınıfsal düzenin bekasında gerekse küresel ölçekte yayılmada ırkçılık ve azgelişmişliği çok çeşitli formlarda kullanır. Olay sadece ekonomik de değildir. Teorik planda iş, bilimsel meşruiyetlere kadar götürülür. Antropolojiden filolojiye kadar birçok sosyalbilim alanının kökeninde bu meşruiyet arayışı yatar. Örneğin oryantalist çalışmalar, pozitif değerlerin vurgulanmasında ister istemez negatiflikler icat eder. Negatif olanın bir gün pozitif olana benzeyeceği bir yanılsama, hiç değilse mittir. ‘Kendine benzetme’, sistemin mantığının altının oyulmasıdır. O açıdan Batı’nın yirminci yüzyıldaki çeşitli kültürel-siyasal (diyelim entegrasyon ya da çokkültürcülük gibi) açılımları, deyim yerindeyse, giderek gelişen iç muhalefetin (adı ister sosyal demokrasi isterse postmodernizm olsun) sisteme emilmesidir. Bununla birlikte emme hareketi, kendine benzetmeyi değil, kendi içinde kendinin farklılığının sureti olarak sergilenir. Sonuç olarak, yirmi birinci yüzyılda da ırkçılık ve azgelişmişliğin, küresel kapitalizmin kendini yeniden üretici araçları olarak kullanılacağı iddia edilebilir. Milliyetçi görünümlü savaşlar ve etnik soykırımların patlama yaptığı bir dönemde emperyalizmin rolü her zaman görülebilir. Şu unutulmamalıdır: Emperyalizmin ‘böl ve yönet kuralı’, meta ilişkilerinin yeniden üretilmesinde son derece verimli bir kuraldır. İnsanları bir bütün insanlık ailesi ya da evrensel/enternasyonel bir kardeşlik gerçekliği olarak değil de çok çeşitli öğeler (ırk, etnik köken, gelişmişlik, dil, din, cinsiyet, uygarlık, bölge vd.) üzerinden bölen emperyalizm, halkları birbirine düşman kılarak, amacını gerçekleştirmeye çalışır. O nedenle ırkçılık ve azgelişmişlik kategorilerini reddetmeliyiz. Irkçılığı, bir insanlık ayıbı olarak değil sadece, fakat emperyalizmin oyunu olduğu için de reddetmeliyiz. Azgelişmişlik ise ‘yanlış’ bir gelişme ölçütü değil, ‘yanlı’ bir değerlendirme biçimidir de. Çünkü, sözde modernleşme ölçeklerine göre yapılan değerlendirme, geç kapitalistleşmeye başlayan ülkelere sanki günün birinde gelişeceklermiş gibi (Batılı ülkeler gibi olacaklarmış) bir yargıyı dayatmaktadır. Eşitsizlikçi bir küresel kapitalizm verisi içinde tüm kapitalist ülkelerin çeşitli bakımlardan (zenginlik gibi) eşitlenmesi, öncelikle kapitalizmin yasalarına aykırıdır.
  14. Sanatın ne olduğuna dair bilinen tanımlamaları birkez daha tekrarlamaya ve buraya yazmaya gerek yok elbette. Ancak mevcut tanımlamaların ötesinde, farklı açılardan bakışın sonucu olarak, kişisel tanımlamaların konuya yeni açılımlar getireceği tartışmasızdır Bu perspektiften hareketle sanata dair kişisel düşüncelerinizi aşağıdaki sorulara da yanıt olması açısından paylaşmanızı bekliyorum. 1-Sanat nedir? Bugün popüler kültürün sarmalında sanat adına yapılanlar, sanatla ne derece bağdaşmakta ve ne kadar niteliklidir ? 2-Kimler sanatçıdır? Günümüzün sanatçıları(!) bu payeyi ne derece hak etmektedirler? Popüler kültürün temsilcilerinin, pop kültürünün starlarının sanatsal niteliği nedir? 3-Sanat ne için ve nasıl yapılmalıdır? Sanatın asıl amacı ve temel özü göz önüne alındığında, cevaplandırılması gereken en temel soru; Sanat, para için mi, yoksa halk için mi yapılmalıdır?
  15. Bugünkü küreselci neoliberal burjuva “tasarrufçuluğu”nun bir unsuru olarak “devletin küçültülmesi” teori ve pratiği, dolaysız olarak emeği hedef almaktadır; bu yaklaşıma göre, emek yine bir taraftır, ancak, haklarına ve doğrudan kendisine saldırılmakla birlikte, edilgen, tam köleleşmeye mahkum edilen ve elinde avucunda olanın en son derecesine kadar gaspedilmeye ve sırtından sermayeye yeni kaynaklar oluşturulmaya çalışılan, ihtiyaçlarıyla, sesi ve soluğuyla dışlanan bir taraf. Oysa, taraf olan, gereğince taraf olmalıdır. Sırtından kaynaklar aktarılarak taraf oluşu teslim edilen emek, toplumsal bir kategori olarak işçi sınıfı ve emekçiler, kendi nesnel çıkarları bakımından, devletin küçültülmesi sorunu karşısında bir tutum almak durumundadırlar. Bu tutum ne olmalıdır? Ya da bir başka söyleyişle, kapitalistler ve sözcülerinin devletçiliği suçlarken her türden devletçiliği sosyalizme eşitleyerek göstermeye çalıştıkları gibi, sosyalizm ya da bilinçli işçi veya nesnel çıkarları itibarıyla işçi ve emekçiler, ağır, hantal, arpalıklar toplamı haline getirilmiş devasa bir devlet aygıtından mı yanadırlar yoksa basit ve ucuz bir devletten yana mı? Hangi tür devlet kimin devletidir? Ucuzluğu ileri sürülerek gerekçelendirilen “küçük” devlet aslında kimindir? Politik bakımdan hangi devlet demokratiktir, işçi ve emekçiler demokrasi mücadelelerini hangi devletle taçlandırmak, nasıl bir devlet iktidarı için mücadele etmek zorundadırlar?
  16. “Devletin küçültülmesi” mi, ucuz devlet mi? Evet, işçi sınıfı ve bütün emekçilerin çıkarı, durmadan yetkinleştirilmiş dev bir devlet aygıtında değildir. İşçi ve emekçilerin çıkarı, tamamen ucuz devletten yanadır. Üstelik, burjuvazi lafı ne denli dolandırırsa dolandırsın, ucuz devletten yana olmadığı gibi onu gerçekleştirme olanağına sahip de değildir. O, “devletin küçültülmesi” adına ne gerçek bir tasarruf ve ucuzluktan söz etmektedir ne de bu sözü edebilir. Yaptığı yapacağı, emeğin haklarına ve varlığına daha çok saldırmak ve zamanında emeğe verdiği tavizleri geri alarak, daha da ilerisine geçerek, yaşamı tüm emeğiyle geçinenlere bütünüyle zindan etmektir. Dolayısıyla, “devletin küçültülmesi” adına burjuvazinin, ideologları, sözcüleri ve siyasi temsilci aracılıklarıyla dile getirdiği ve 2002 Bütçesi dolayısıyla pratiğe uygulamaya soyunduğu yaklaşım ve önlemler, iktisadi açıdan karşılanmak ve gereği yapılmak yanında politik açıdan da karşılanmak ve gereği yerine getirilmek zorunluluğu hasıl olmaktadır. “Devletin küçültülmesi” tez ya da talebi, onun gerçekleşme olanağının tartışılmasını, kaçınılmaz olarak politik bir tartışmayı zorunlu kılmaktadır. Artık, işçi ve emekçiler haklarını yalnızca iktisaden savunmakla yetinebilmeyi kabul edebilecekleri sınırın ötesine itilmektedirler. Artık ücret ve maaşlar, kıdem tazminatları, sosyal haklar, destekleme alımları, taban fiyatları, yatırım ve istihdam sorunu salt iktisadi bir tartışma ve kavganın sorunları olmaktan, hükümetten hak talep etme sorunları olmaktan bizzat burjuvazinin kendisi tarafından mutlak olarak çıkarılmaktadır. Bu sorunların tartışılması ve çözümleri, öteden beri salt iktisadi değil ama aynı zamanda politik alanı ve tutumları ilgilendirmektedir. Yakın zamana kadar özellikle sendikal bürokrasi, işçi ve emekçilerin hemen tüm sorunlarını –politik alanı ilgilendirdiğini reddedemediği durumlarda– hükümet ve hükümet üyeleriyle görüşme ve pazarlıkların konusu haline getirmeye yönelerek içeriğini ve elde edilme koşullarının en başında emeğin gücü ve mücadelesinin geldiği gerçeğini bozuşturmaya girişmiş; ama aynı zamanda bu sorunların politik niteliğini üstü örtülü ve çarpıtılmış haliyle de olsa kabul etmiş olmaktan kaçınamamıştır. Bu tutum, özellikle B. Meral eliyle sürdürülmektedir. Ancak, artık sendikal bürokrasi ve benzeri yaklaşıma sahip olanların, emekçilerin sorun ve taleplerini hükümetle pazarlıkların konusu, dolayısıyla sistem-içi sorunlar olarak görüp politik alanı, kendilerinin –ve sözcülüğünü yaptıkları işçi sınıfı ve emekçilerin– hükümetten hak talep etmeyle yetindikleri bir alan olarak, burjuvazi ve politik yosmalarına terkettikleri koşullar, bizzat burjuvazi tarafından kökünden dinamitlenmektedir. Sorunun, koca koca hizmet alanlarının –kuşkusuz tüm işçi ve hizmetlileriyle birlikte– tasfiyesi noktasına vardırılmış ve doğrudan “devletin küçültülmesi” olarak tanımlanmış ortaya konuluşu; artık hükümetle “al gülüm-ver gülüm” öpüşüp koklaşmalarını ve politik alanın burjuvazi ve politik temsilcilerine, düzen parti ve sözcülerine, parlamenter hokkabazlıklara bırakılmasını, geniş işçi ve emekçi yığınların gözünde geçersizleştirmektedir. TÜSİAD ve benzeri sermaye örgütlerinin –kuşkusuz sadece kendi taleplerinin karşılanması bakımından hükümetten yakındıkları için değil ama– bu tehlikeyi görerek, politikacıların yetersizlik ve yeteneksizliklerini, “lider sultası”nın sözde politik alternatifler oluşturulmasının önünü kesiyor olmasını, dolayısıyla partiler ve seçim yasasının değiştirilmesini, hükümet bakımından “güven sorunu”nun ve parlamentonun itibarsızlaşmasının aşılması hesaplarıyla bir erken seçimi dillerine dolamaları, hatta daha ileriye giderek, sorunlarını politik boyutuyla ele alıp tartışmaya ve politika yapmaya mecbur olan ve böyle de yapmaya yönelen işçi ve emekçileri “içeriden” etkilemek üzere Emek Platformu’na katılma isteği göstermeleri, bu nedenle anlaşılmaz değildir. TÜSİAD Başkanı, Radikal’de yayınlanan söyleşisinde (26 Kasım, sf. 12), EP’na katılımını da izah etmek üzere, hükümete ve genel olarak siyasetçilere yönelik eleştirilerinin özünü şu sözlerle ortaya koyuyor: “Ancak bir noktaya geldikten sonra da yanlış olduğunu düşündüklerimizi kamuoyunun önünde söylememizde fayda var. Bu da bir nevi sübap yani. Tansiyonu indiriyoruz.” TÜSİAD, TOBB ve benzeri sermaye örgütlerinin, politika alanına müdahale etme ve bizzat politika yapma, sorunlarını politik yönüyle ele alma ve tutum geliştirme yönelimindeki işçi ve emekçilere yeniden burjuva politikasını dayatma, onları burjuva partileri, parti ve seçim yasaları, erken seçim ve parlamentonun yenilenerek “iyileştirilmesi” ile meşgul etme, sonuç olarak düzen içinde oyalayarak düzeni politik bakımdan sorgulamaktan alıkoyma yönünde doğrudan çaba içine girmeleri; sermaye cephesi ile emek cephesinin giderek gerginleşen karşı karşıya gelişinin, emekçileri sermayenin politik etki ve kontrolü dışına çıkmaya yöneltmesinin dolaysız sonucudur. Devlete ve “küçültülmesi”ne dair başlatılan tartışmaların son derece pratik bir hal almasının, sermayenin topyekûn hayasız saldırılarıyla köşeye sıkıştırılmış işçi ve emekçiler üzerinde burjuva politikasının ve onun politik egemenlik aygıtının denetimi ve bu denetimin geleceği bakımından tahrip edici etkide bulunabilme olasılığının ciddiyeti, sermayenin en rafine örgütlerini duruma canhıraş müdahale etmeye yöneltmiştir. TÜSİAD ve TOBB gibi örgütleriyle sermaye, sanki Emek Platformu tamamen kendisini ve egemenliğini hedef almayı öngörmüyormuş gibi, bu platforma katılma peşine düşmüş, partiler ve seçim yasası değişikliği, erken seçim vb. gibi önerilerle bütünüyle burjuva parlamenter hayallerin yayılmasına, emekçiler bakımından hiçbir inandırıcılığı kalmamış hükümetin değiştirilmesini de kapsayan burjuva politikasının sistem-içi top zıplatmalarına bizzat girişmiştir. Yine sermayenin rafine sözcülerinden birinin kendi oğul ve kızlarını politika yapmaya çağırmasıyla birlikte ele alındığında, sermayenin politika alanındaki iflasının, politik temsilci ve hükümetlerinin aldatıcı yeteneklerinin sonuna geldiğinin, dolayısıyla durumun vehametinin bizzat kendi sözcüleri tarafından da görülmekte olduğunu ve tedbir alınmak üzere çaba içine girildiğini söyleyebiliriz. Ancak sermayenin, temsilcilerini yeterli görmeyerek, politikaya bu doğrudan müdahalesi de; işçi ve emekçiler bakımından, kendilerinin politika yapmak, aynı anlama gelmek üzere devlet işlerinin yürütülmesine, ülkenin yönetilmesine kafa yormak ve katılmak, bu durumda kuşkusuz devletin ne olup ne olmadığının yanında, iktidar olmanın ve kendi iktidarlarının ne anlama geldiğini düşünmek ve buna uygun davranmak zorunda olduklarını bir kez daha hatırlatacak yeni bir etken olmaktadır.
  17. SeDatsan şurada cevap verdi: TANİA HAYDE başlık Politika Bilimi
    Bayrak, bir ulusun, onurudur, bağımsızlığının ve egemenliğinin sembolüdür. Her ülkenin bayrağı, o ülkede yaşayan halkın gözünde ve gönlünde çok önemli bir yere sahiptir. Bizim bayrağımız ise, emperyalizme karşı verdiğimiz savaşla kutsanmış bir bayraktır. Bu yüzden daha özel bir öneme sahiptir. Bizler bayrak sevgisini, yüreğimizin derinliklerine nakşederek büyüdük. Çünkü bayrak sevgisini, yurt sevgisi, halk sevgisi olarak bildik,bizlerede öyle öğretildi. Fakat ülkemizde yaşanan bayrak provokasyonları, toplumu fazlasıyla geriyor. Anlaşılıyor ki; birileri bu ve benzeri provokasyonları ileriki günlerde de devam ettireceklerdir. Çünkü ülkemiz emperyalist çıkar çatışmalarının kilit noktasında yer almaktadır. Soros’un sözünü unutmamak gerekiyor. “Türkiye’nin en iyi ihraç ürünü ordusudur” demişti. Soros’un el attığı her ülkede, önce bir kargaşa, sonra da ABD’ci bir iktidar çıkmaktadır. Soros’un ülkemizde de uzun süredir birilerini fonladığı bilinen bir gerçektir. Öyle veya böyle, ülkemizin emperyalist işgal ve saldırılarda, işgalci güçlerin maşası olmasına yönelik olarak çaba harcandığını görmemek her halde en büyük aymazlık olur. Türkiye’nin bu doğrultuda kullanılabilmesi ise ancak ülke içerisindeki birlik ve bütünlük duygularının yok edilmesiyle mümkündür. Bunlar sinsice ve kurnazca bir planlardır. Böylece Türk ve Kürt milliyetçilerini harekete geçirerek, Türkiye’yi bir kaos ortamına sürüklemek istemişlerdir. Fakat bir takım çevreler, bayrak pravokasyonlarından siyasal çıkar sağlamak uğruna, Kürt düşmanlığı yapmaya başlamışlardır. Bir kez daha yinelemekte yarar var. Bu bayrak bu ülkede yaşayan bütün yurttaşların ortak bayrağıdır. Bayrak, kimsenin tekelinde değildir. Bayrağı günlük veya dönemsel siyasi çıkarlara alet etmek, ancak emperyalistlerin işine yaramaktadır. Bu tür siyasal faydacı davranış, hem bayrağa hem de bayrağın anlamına yapılan bir saygısızlık olur. Bayrağın sahiplenilmesi; bayrağın anlamının sahiplenilmesiyle mümkündür. Bayrak; bağımsızlığı ve vatanı temsil ediyorsa, vatanın emperyalistlerce talan edilmesine karşı çıkılmadan, bayrak savunulmaz. Bugün geldiğimiz noktada, emperyalist kurumlara danışılmadan neredeyse tuvalete bile gidemeyecek durumda olanların bayrak edebiyatı ise, hiç inandırıcı değildir. -------------------------------------------------------------- Eline sağlık sevgili TANİA HAYDA. Emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı verilmiş dünyanın en meşru mücadelesi olan KURTULUŞ SAVAŞIYLA elde edilen ULUSAL BAĞIMSIZLIK ve ULUSAL ONURUN, bugün yerlerde sürükletildiğini görmek gerçekten de içler acısıdır. Emperyalist sömürgeciliğe karşı, dünyanın diğer ezilen emekçi halkları ve mazlumlarına bile örnek olan, dillere desten o mücadelesini veren bir ülkenin, bugün politik ve ekonomik alanda emperyalizmin hizmetine girip, hatta emperyalizmin sömürü ve savaş planlarının bir parçası olması, ulusal onurumuz ve ulusal bağımsızlığımızın ayaklar altına alınmasıdır. Ülkemizde Amerikan emperyalizmine suikastçılık ve tetikçilik yapanların varlığı aynı oranda utanç vericidir. Ülkemizde bazı kişi veya çevreler, siyaset bilimini, esas özünden uzaklaştırarak, iyice yozlaştırıp kirletmekte, ülke halkının ortak değerleri olan BAYRAK, VATAN, MİLLET, DİN gibi kavramlar üzerinden yürütmektedirler. Bu ülke halkının tümünün ortak değeri olan kavramların istismarı ve sömürüsü üzerinden yapılan vatan-millet-bayrak edebiyatıyla, bazı kişi veya çevreler, adeta bu kavramları kendilerine birer siyasi ve rant çıkar aracı haline dönüştürmektedirler. Ne gariptir ki, Bayrak,vatan millet, din gibi bu ülke halkının ortak değeri olan kavramları sanki kendi tekelindeymiş, sanki sadece onların babalarının malı-mülkü, sanki sadece onların şahsi özel mülkiyetiymiş gibi görüp-göstermeye çalışanlar, bu kavramları her fırsatta sömürerek ve halkın manevi duygularını istismar ederek, halkı sokaklarda birbirine karşı kışkırtmak için her entrikayı çevirmektedirler. Ancak özellikle dikkat edilmesi gereken şudur ki, kuru lafta mangalda kül bırakmayanlar, sözde keskin vatan millet sakarya edebiyatıyla ortalıkta dolaşıp, bıyık sarkıtanlar, her nedense Amerikan emperyalizmine karşı oldukça duyarsız, tepkisiz, sessiz, sinik ve uslu çocuk oluveriyorlar. Acaba bu tarihi bir ittifaka, eski ve gizli bir işbirliğine yani ortaklığa mı dayanıyor? Bugün ülke kaynaklarının pervasızca peşkeş çekilmesine, Amerikanın dünyayı işgal ve sömürüs planlarında ülkemiz topraklarını adeta bir savaş üssü olarak kullanmasına karşı, bu kesimler böylesine tepkisiz-duyarsız kalıp, duymadım-görmedim-bilmiyorum oyununu oynuyor. GERÇEK VATANSEVERLİK KURU LAFLA OLMAZ. BUNU İÇSELLEŞTİRMEK ÖZÜMSEMEK VE HAYATIN HER ALANINDA FİİLİYATA DÖKEREK YAŞAMAKTIR. GERÇEK VATANSEVERLİK İSE; BU ÜLKEYİ VE HALKINI, EN BAŞTA EMPERYALİST SÖMÜRGECİLİĞE KARŞI, SONRASINDA İSE, YERLİ VE YABANCI TALANCILARA, VURGUNCULARA, PEŞKEŞÇİLERE, SOYGUNCULARA, MAFYACILARA, ÇETECİLERE, VERGİ KAÇAKÇILARINA, HAYALİ İHRACATÇILARA, NAYLON FATURACILARA, RANTİYEYE, SÖMÜRÜCÜLERE, YETİM HAKKI YİYENLERE KARŞI KORUMAKTIR.
  18. İşte ADALET, İşte KURTULUŞ, İşte TEK ÇÖZÜM. Bugüne kadar Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası politikalarını savunarak ve uygulayarak ülkemizi derin açmazların içine sürükleyen hükümetler artık yüzünü halkına dönmek zorundadır. Bu ülkenin dinamikleri, içinde bulunduğumuz ekonomik çöküşü, açlığı, yoksulluğu, işsizliği ve halkımızın sürüklendiği sefaletle birlikte, dışa ekonomik bağımlılığı aşabilecek potansiyeli kendi bünyesinde taşımaktadır. Ülke kaynaklarının doğru-verimli ve halkın yararına kullanılması ile birlikte, kaynak dağılımında ve bölüşümdeki adaletsizliğin giderilmesiyle, bu çöküş ve sefalet elbette ki önlenebilir. Bu ülkenin insanları toplumsal yarar içeren; çalışanların, emeklilerin, işsizlerin ve küçük çiftçinin çıkarlarını koruyacak bir programı hayata geçirmek için çaba harcamaya hazırdırlar Unutmayalım ki, gerçek bir ulusal ekonomik program, ancak bu hedefler doğrultusunda ve emekçi kesimlerle birlikte hazırlanandır. Halkın refah düzeyini yükseltmeyi, gelir dağılımındaki dengesizlikleri gidermeyi ve rant yerine üretimi artırmayı amaçlamayan hiçbir politika çözüm üretmeyecektir. Ekonomik krizleri önlemenin ve toplumsal güveni sağlamanın yolu, bölüşümdeki adaletsizliğin, çarpıklığın ve haksızlığın giderilmesi ile mümkündür. Yolsuzluklarla etkili bir mücadele; * Demokratik, sosyal hukuk devleti olgusunun hayata geçirilmesi; Çalışma mevzuatının onaylanmış uluslararası sözleşmeler ve Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) sözleşmeleri ile uyumlu hale getirilmesi de dahil olmak üzere, Anayasa değişikliklerini de kapsayacak bir demokratikleşme paketi temelinde oluşturulacak ve halkımızın desteğine sahip bir ekonomik programın uygulanmasından geçmektedir. ***************************************************** İşte ülkemiz halkının ve emekçi sınıfların yararına bir çözüm paketi. Halkımızın ve emekçilerin İNSANCA BİR YAŞAM talebinin anahtarı; *** Emeğin Alternatif Ekonomik Programı 1. Türkiye\'de devletin küçültülmesi yönündeki politikalar, kamu kesimi potansiyelinin kalkınma amaçlı olarak harekete geçirilmesi önünde engel oluşturmaktadır. Sosyal devletin gelişmesi ve kalkınmanın önünün açılması için devletin küçültülmesi saplantısından vazgeçilmeli ; üretim ve istihdamın önünü açacak, büyümeyi ve kalkınmayı hedefleyen politikalara dönülmelidir. 2. Devletin ekonomik ve sosyal fonksiyonlarını yeniden kazanması ve geliştirmesi, Türkiye\'nin geleceğini planlama yetilerini yeniden kazanmasıyla mümkündür. Özel sektör için yönlendirici, kamu sektörü için bağlayıcı iktisadi planlama, bölgesel ve sektörel bağlantıları etkin bir şekilde oluşturularak başlatılmalıdır. Demokratik planlamanın hiyerarşik her aşamasında, toplumun tüm kesimlerinin örgütsel temsilcileri aracılığıyla katılımı sağlanmalıdır. 3. Kriz koşullarının toplumun geniş kesimlerinde yarattığı yoksullaşmanın aşılabilmesi için sosyal devlet uygulamalarına hız verilmelidir. 4. Ekonomik krizin hızla aşılabilmesi için iç ve dış borç ödemeleri yeniden takvimlendirilmelidir . Kısa vadeli yabancı sermaye girişleri ve çıkışları kontrol altına alınmalıdır. 5. Banka sistemi planlı bir rasyonelleştirmeye tabi tutulmalı; bankaların mevduat ve kredi faizlerini ölçüsüz artırmaları engellenmeli ; mevduat garantisi küçük tasarruf sahiplerini koruyacak şekilde tedricen daraltılmalıdır. Ziraat Bankası, Halk Bankası, Emlak Bankası gibi kamu ihtisas bankaları asli görevlerini yapacak şekilde yeniden yapılandırılmalı , bu bankaların özelleştirilme süreci durdurulmalıdır. 6. Vergi tabanı yaygınlaştırılmalı vergi gelirleri artırılmalıdır. Sermaye gelirlerinin vergi gelirleri içindeki payını yükseltecek önlemler alınmalıdır. Vergi adaletini ve herkesten mali gücüne, servetine ve gelirine göre vergi alınması ilkesini sağlayacak bir vergi reformu gerçekleştirilmelidir. 7. Bütçelerin faiz ödeme öncelikli bir aktarma organına dönüşmesine son verilmeli; kamu mali sistemindeki parçalı yapıyı sona erdirecek, kamu hizmetlerinde etkinliği ve saydamlığı artırıcı düzenlemeler içerecek kapsamlı bir bütçe ve harcama reformu gerçekleştirilmelidir. Bütçe dışı harcama ve fonlar bütçe kapsamına alınmalıdır. Devletin her kademesinde üretken olmayan ve kamu yararı taşımayan harcamalarda tasarrufa gidilmelidir. 8. Yolsuzlukların üzerine kararlılıkla gidilmeli; siyasal sorumluları açığa çıkarılmalıdır. 9. Kayıt dışı ve yasadışı iktisadi faaliyetler önlenmelidir. 10. Tarımın başta sanayi olmak üzere diğer sektörlerle organik bütünlüğünü gözeten uzun vadeli bir master plan oluşturulmalıdır. 11. Dengeli bir kalkınmayı sağlamak, gelir dağılımını iyileştirmek hedef olarak alınmalıdır. Bu amaçla çalışanların uygulanan politikalar ve kriz nedeniyle oluşan ücret kayıpları telafi edilmelidir. 12. Toplumsal güveni sağlayabilmek için derhal demokratikleşme adımları atılmalıdır. Bu bağlamda Anayasa değiştirilmeli; yasalar çağdaş, demokratik düzenin gereklerine uydurulmalıdır. Hukuk devleti olmanın temel koşulu olan hukukun üstünlüğü ilkesi hayata geçirilmelidir. Çalışanların haklarının tanınması doğrultusunda ILO normlarına uygun düzenlemeler yapılmalıdır
  19. SEVDALAR DUMAN OLMAYACAK Acının bağrından mavi bir çelik gibi fışkıran öfke dünyayı değiştirecektir mutlaka Yeni hayat kendini yeniden yaratacaktır ona sahip çıkan ellerde ve bu yüzden öfke sevda gibidir kimilerinde Yüreğinin pas tutmakta olan kıvrımları sarsılsın bir an öfkenin gökgürültüsüyle beyninin her hücresi bir gerilla gibi kuşansın pusatlarını ve sokağa çıksın ve bir hançer gibi saplansın puştlukların ihanetlerin bağrına Bak o zaman nasıl bitecek yanlışlar ve cehennemleşen yalnızlığın Sevdalar duman olmayacak o zaman Hüznün isyan olmuştur çünkü Hüznün isyan olmalıdır AHMET TELLİ
  20. Bu bozan rumuzlu yobaz ve kafatasçı zat, yine kendi saplantılarını, hezeyanlarını ve hastalıklı ruh halini ortaya dökmüş. Devrimci (insani) değerlere saldırmak, karaçalmak, ve çamur atmak için, hertürlü çirkefliği, her türlü düzenbazlığı, her türlü şarlatanlığı kendsine mübah görüyor. Bu zatın saçmalıklarını ve barbarca tavrını her gördüğümde, insan olmak kavramını yeniden yeniden sorguluyorum.
  21. Kamu hizmetleri açısından en önemli anlaşma GATS anlaşması olup özellikle mesleki açıdan baktığımızda MİMARLIK VE MÜHENDİSLİK hizmetlerinin serbestleşmesi ya da serbest dolaşımının önündeki engellerin kaldırılması anlamına gelmektedir. GATS anlaşmasıyla, gündeme gelen kamu hizmetlerinden diğerleri ise telekomünikasyon, eğitim, sağlık, ulaşım, enerji ve bankacılık, turizmdir. Kamunun sunduğu bu hizmetler özelleştirilerek yurttaş pahalı hizmet alacak müşteri durumuna düşürülmüş ve kamu kaynakları çokuluslu şirketlerin kâr hırslarına terk edilmiştir. Özelleştirme Kamunun sunduğu eğitim, sağlık, haberleşme, enerji, ulaşım vb gibi hizmetlerin kâr amaçlı bir biçimde yeniden yapılandırılması ve sermayeye devrini esas alan ve neoliberal politikaların en önemli ayağı özelleştirmedir. Özelleştirme politikalarıyla devlet yukarıda belirtilen sektörlerden çekilerek sermayeye yer açmaktadır. Bunun sosyal alana yansıması ise daha çok işsizlik, toplumsal eşitsizlik, yoksulluk, çalışanların sosyal güvencelerinin ortadan kaldırılması, taşeronlaştırma ve sendikasızlaştırma şeklindedir.
  22. Kapalı Kapılar Ardında Nükleer Ölüm Pazarlıkları - Hükümet son birkaç yıldır tartışmaya dahi açmadan gizli kapaklı yürüttüğü “nükleer enerjiye geçiş” projesi üzerindeki yoğun çalışmalarını sürdürmektedir. Projeye ilgi duyan firmaların temsilcileri ile görüşmeler yapılmaktadır. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Güler, bir televizyon programında kamuoyunun tepkisi nedeniyle nükleer planlarını gizli tutuklarını ağzından kaçırmıştır. Nükleer santral kurulması söz konusu iller arasında Sinop, Mersin, Konya ve Sakarya’nın adı geçmektedir. Sinop’ta santralin tapu kadastro işleri etrafa Toplu Konut İdaresi adına yürütülüyormuş izlenimi verilerek, gizlice tamamlanmış olduğu bilinmektedir. Nükleer santrallerin kurulmasıyla ilgili tüm aşamalarda yetkili kılınan Türkiye Atom Enerjisi Kurumu ise nükleer santrallerin kurulacağı illerin adlarını -Bilgi Edinme Yasasına rağmen- kesinlikle açıklamamaktadır. Tüm yetkili kurumlar nükleer çalışmalarını sürdürürken, yabancı nükleer enerji lobileriyle kapalı kapılar ardında pazarlıklar yapılırken bir yandan da her fırsatta Türkiye’nin enerji darboğazı dile getirilmekte ve bunu aşmanın tek yolu olarak nükleer enerji gösterilmektedir. Türkiye’de 1960’ların sonunda başlayan büyük bir nükleer santral kurma fikri 1970’lerden itibaren pek çok kez gündeme gelmiştir. Dünyadaki gelişmelerin görülmesine, yüksek yatırım ve saklama maliyetlerine ve tüm olumsuz etkilerine rağmen nükleer santralin gerekliliği savı bütün hükümetler tarafından öne sürülmüştür ve halen gündemdedir. Üstelik santrallerin kurulacağı coğrafi yerleşimin güvenlik açısından önemi dahi göz ardı edilmektedir. Örneğin santral kurulması planlanan ve artan kamuoyu baskısı sonucu vazgeçilen Akkuyu, Ecemiş Fay hattı üzerinde yer almaktadır. Nükleer enerji merkez ülkelerin giderek vazgeçtiği ve çevre ülkelere ihraç etmeğe çalıştığı bir çöp teknolojidir. 1970’lerde 2000’li yıllara ilişkin projeksiyonlar temel enerji kaynağının nükleer enerji olacağı yönündeydi ve nükleer teknolojinin yaygınlaşmasına alkış tutuluyordu. Ancak bugün geldiğimiz noktada nükleer enerjinin elektrik üretiminde % 15’ler düzeyindeki payı bile azalmaya yüz tutmuştur. Nükleer sektörde yaşanan bu büyük yanılgının temel nedenlerine gelince; yatırım- finansman- kredi- garanti- işletme maliyetlerinde, ekonomik ticari olarak tam bir başarısızlık yaşanması; diğer enerji kaynakları ile artık rekabet edememesi, atıkların nasıl bertaraf edileceğinin hala çözümsüz olması ve şimdiden birçok ülkenin başına çok büyük belalar açması; arızalar nedeniyle sık sık devre dışı kalması; normal işletme anında bile çevreye sızan ve işletmede çalışanlara da zarar veren radyasyon yayılımı; sıkça yaşanan ve milyonlarca kişiyi etkileyen nükleer kazalar; yüksek güvenlik nedeniyle lisanslama sürelerinin 15- 20 yıla uzaması; nükleer silahlanma ve 11 eylül saldırısı gibi uluslar arası tehditlerin artması; uranyum yakıtı işletmeciliğinin sorunları; nükleer enerjiye karşı gelişen yurttaş tepkisi ve güvensizlik; yenilenebilir; alternatif; temiz enerji kaynaklarının gelişmesi; enerji verimliliği, enerjinin etkin kullanımı ve tasarrufu yaklaşımlarının yaygınlaşması; enerji yoğun üretim yerine düşük enerji kullanımlı teknolojilere ve üretime geçiş; enerji tüketim alışkanlıklarının değişimi gibi bir çok gerekçe sayılabilir(1). Nükleer güçten enerji elde edilmesi, nükleer santralin çalışmaya başlamasından, atık boşaltımı ve saklanmasına kadar her aşamasında tehlike saçmaktadır. En büyüğü “Çernobil” olmak üzere, çoğu kamuoyuna yansıtılmayan yüzlerce nükleer kaza yeryüzünde ve insan sağlığında etkileri hala devam eden tahribatlar yaratmıştır. Radyoaktif sızıntı, genetik bozulma, kanser ve ölüme neden olmaktadır. Çernobil’den kaynaklanan radyoaktif serpinti 160 000 km² toprağı kirletmiş, en az 9 milyon insanı etkilemiş ve 400 000 kişinin evinden olmasına yol açmıştır. Çocuklardaki tiroit kanserleri yüz kattan fazla artmıştır(2). Nükleer atıkların depolanması bugün hala çözüm bulunamamış sorunlardan biridir. En iyi bilinen radyoaktif elementlerden 22. 600 yıllık yarı ömrü olan plütonyum 239’dur. Tamamen zehirli olan bu element kemiklere yerleşen alfa parçacıkları salar. Depolandığında bu atıklar milyonlarca yıl sonra bile hala aktif olacaktır(3). Bütün bu gerekçeler nedeniyle dünya nükleer enerjiden vazgeçmektedir. ABD’de 1978, Almanya’da 1982 yılından bu yana yeni nükleer santral siparişi yoktur. Fransa 1997’den itibaren 2010 yılına kadar nükleer programını askıya almıştır. Kanada’da 13 Ağustos 1997’de 21 adet CANDU nükleer santralinden 7’si yetersiz ve tehlikeli bulunduğu için kapatılmıştır. İsveç, 1980 yılında yapılan referandum sonucunda 2010 yılında, elektriğinin %46’sını elde ettiği tüm nükleer santrallerini kapatma kararı almıştır. İtalya, Kasım 1987’de yapılan referandum sonucu, nükleer enerjiden vazgeçmiştir. Avrupa’da yalnızca Finlandiya 5. nükleer Rusya Çernobil Faciasından sonra, daha önce planladığı santral projelerini iptal etmiştir. Endonezya, Tayland, Vietnam, Avustralya, Küba, Meksika, Portekiz, İrlanda, Danimarka, Lüksemburg, Yunanistan, Norveç, İsviçre, Hollanda, İzlanda, İskoçya ve Yeni Zelanda nükleer teknolojiden vazgeçmiştir(4). Türkiye’de ise “enerji darboğazı”nın çözüm yolu olarak bir yandan “özelleştirme”, diğer yandan “nükleer enerji” dayatılmaktadır. Yüksek enerji kaybı için gerekli önlemler alınmadığı gibi yenilenebilir enerji kaynaklarının araştırılma ve kullanımı için de yatırım yapılmayan ülkemizde enerji sektörü dışa bağımlı kılınmıştır. Hangi enerji kaynağının seçildiğinden; enerji üretiminin ekolojik, toplumsal maliyetlerinin analizine; enerjinin ne tür bir üretim- tüketim işlevine hizmet ettiğine ve enerji kaynaklarının kimin mülkiyetinde olduğuna kadar tüm sorulara verilecek yanıtlar iktidarların siyasal tercihlerinin ne olduğunu gözler önüne sermektedir. Sermaye birikimine dayanan iktisadi sistem, enerjiyi israf eden kar güdüsü ve bunlardan güç alan bir siyasal iktidar enerji sorunsalını çözmekten acizdir.
  23. Emperyalizmin ülkemizdeki politikalarını göz kırpmadan uygulayan, uluslar arası sermayenin yılmaz savunucusu AKP hükümeti emekçilerin tüm haklarını gasp ederek sermayeye peşkeş çekmek için her türlü gayreti göstermektedir. Geçtiğimiz yıl egemenlerin programlarını uygularken kendi patronaj ilişkilerini de oluşturan AKP hükümeti 2006 yılında da bu programlarına devam edecek. 2005 yılından kalma yasa tasarılarını bu yıla sarkıtan siyasal iktidarın ilk işi ‘Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigorta Kanunu Tasarısı’nı meclisten geçirmek olacak. Ülke nüfusunun yaklaşık üçte ikisini ilgilendiren bu yasa ile bir insan hakkı olan sağlık tamamen piyasanın acımasız koşullarına terk edilecek. Uzunca bir süredir paralılaştırılmış olan sağlık bu defa tamamen özel sigorta şirketlerine devredilecek şekilde yeniden yapılandırılmak istenmekte. Çalışanların maaşlarından kesilen primlerin daha da artması anlamına gelen bu durum halkın malı olan hastanelerin tamamen piyasa koşullarına terk edildiği bir ortamı öngörmektedir. Sermayenin saldırı programı, sosyal devlet ilkesi gereğince, devletin yürütmekle yükümlü olduğu kamu hizmetlerinin tamamını özel şirketlere, hem de uluslar arası sermayeye terk etmeyi hedeflemiştir. Sermaye, sosyal devletin artık devrini tamamladığını ilan etmektedir. Ülkemizdeki dönüşüm ve uluslar arası emperyalist ekonomi politikalara uyum sağlanması açısından, 1999’da Ecevit hükümetinin IMF ile başlattığı “stand by anlaşmaları” ve 2002’de iş başına gelen AKP ile hızlanarak aynı doğrultuda devam eden süreç, bir bütünü oluşturmaktadır. 7 yıldır uygulanan sert ve hızlı değişimler, kapsamlı bir yoksullaştırma, proleterleştirme ve sömürgeleştirme politikasının birer parçasıdır. Bu şekilde özellikle son 4 yıldır küreselleşmeye entegrasyonu hedefleyen bir geçiş dönemini yaşamaktayız. Bu entegrasyonun sağlanmasında kritik bir eşik olan kamunun tasfiyesi ve devletin yeniden yapılandırılmasını ise, özellikle yakından ele almak gerekmektedir. Çok taraflı anlaşmalarda verilen taahhütler gereği, kamu hizmetlerinin ticarileştirilmesini amaçlayan yasal düzenlemeler hızla devam etmektedir. Kamuda Reformuyla doruk noktasına çıkan ve cumhuriyet tarihinden bu yana en köklü değişimleri barındıran bu yasal düzenlemeler, İMF’nin ‘uyum yasalarını’ çıkartma kredisinin karşılığıdır. Devletin sosyal niteliğinden arındırılması konusundaki ciddi adımların atılmasını sağlayacak olan bu yasal düzenlemeler, eğitimden sağlığa, ulaşımdan tarıma kadar geniş bir yelpazede tüm kamu hizmetlerini sermayenin amansız ellerine devretmeyi öngörmektedir. Kamu yönetimi reformu’ olarak tanımlanan yasal düzenlemeler dört temel bölümden oluşur
  24. Fakirleştiren büyüme Türk-İş Genel Başkanı Salih Kılıç, yaşanan ekonomik büyümenin “fakirleştiren” ve “istihdam yaratmayan” bir büyüme olduğunu belirterek, “Dolayısıyla yaşadığımız bu büyüme süreci bırakın işsizliğe ve yoksulluğa çare üretmeyi bu sorunları daha da ağırlaştırmaktadır” dedi. Kılıç, Tes-İş Sendikası’nın aylık yayın organı Tes-İş Dergisi’nin büyüme ve istihdama ilişkin sorularını yanıtladı. Kılıç sağlıklı, dengeli ve kalıcı bir büyümenin, yeni yatırımlarla ve mevcut üretim kapasitesinin artırılmasıyla mümkün olduğunu vurgulayarak, Türkiye’de son dönemde yaşanan büyümenin gerisinde kapasite kullanım oranlarındaki artışların bulunduğunu bildirdi. Kılıç, mevcut kapasiteler daha fazla kullanılmaya çalışıldığı için istihdam yaratılamadığını belirterek, “Nitekim bu nedenledir ki ekonomi son üç yıldır büyüyorken işsizlik oranı giderek artıyor” dedi. 2000 yılında yüzde 23 olan toplam sabit sermaye yatırımlarının milli gelire oranının 2005’te yüzde 20.3’e gerilediğine dikkat çeken Kılıç, “yatırımlar patladı” söylemine rağmen yatırımların payının kriz öncesi düzeyin gerisinde kalmasının, kalıcı bir büyümenin sağlanamadığını gözler önüne serdiğini vurguladı. Nüfus artış hızının gerisinde kalan yeni yatırım ve iş olanaklarının iş gücü piyasasını olumsuz etkilediğini belirten Kılıç, bu durumun yaklaşık her üç kişiden birinin istihdam edilebilmesine sebep olduğunu vurguladı. Kılıç, uygulanan ekonomik politikalar nedeniyle özelleştirmeler sonrası yaşanan işten çıkarmalar, emekli olanın yerine yeni personel alınmaması, kamu yatırımlarındaki azalma gibi nedenlerden dolayı kamuda istihdam edilenlerin sayısında azalma olduğuna işaret etti. Sıcak para tehlikesi Büyümenin Türkiye’nin kendi içsel dinamiğiyle ve tasarruflarıyla sağlanmadığını, tam tersine ithalat ve dövizin göreli olarak ucuzlamasından kaynaklandığını savunan Kılıç, ithalatın, sıcak parayla finansa edildiği sürece büyümenin kesintisiz olarak süreceğini belirtti. Kılıç bu tür bir büyüme sürecinin ciddi risk içerdiğine de dikkat çekti. Kılıç, spekülatif nitelikli sıcak para girişinin “hafif şiddette” yavaşlamasının ekonomik durgunluğa, büyük çapta ve hızlı olursa bir yavaşlamanın ekonomik küçülmeye yol açacağını vurguladı. Kılıç, “sıcak paranın aniden çıkışa karar vermesinin ise yeni bir krizi gündeme getireceği” uyarısını yaptı. Kılıç sorunun küçümsenerek gerekli önlemlerin alınmamasının doğuracağı sonuçların ise Nisan 1994, Kasım 2000 ve Şubat 2001 krizlerine bakılarak anlaşılabileceğini belirtti.
  25. SeDatsan şurada cevap verdi: seREnaDE başlık Güncel Konular
    YOKSULLUK, İŞSİZLİK VE ADALETSİZLİK BÜYÜYOR! SORUMLUSU KİM? Biz sorumluları biliyoruz! Yoksulluğun ve işsizliğin sorumlusu, IMF politikalarını uygulayan, kamu yararını hiçe sayan, emekçileri ve yoksul halkı sadece seçimlerde hatırlayan siyasi anlayışlardır. Sorumlular, üretmeden kazananlar, karından fedakarlık etmeyenlerdir. Sorumlular, demokratik hak ve özgürlüklere baskı, yasak ve kuşkuyla yaklaşanlardır. Sorumlular, sadakayı kutsayan, sosyal hakları devletin sırtında “yük” olarak görenlerdir. Bu zihniyetin temsilcisi AKP hükümetinin de tercihi zenginden, tefeciden, IMF’den yanadır. Hükümet ekonominin iyi gittiğini iddia ediyor. Oysa hükümet tefeciyi memnun ediyor, halka sabır diliyor. Artan mutfak masraflarımız, kiralar, çocukların okul giderleri, yol parası, faturalar, yakacak sıkıntısı; ay sonunu nasıl getireceğimizin derdi hiç mi hiç bitmiyor.

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.