tülvent tarafından postalanan herşey
-
İZMİR' in Süsü: FAYTONLAR
İzmir’ de yaşayanlar bilir. Karşıyaka sahili, Konak Kordonboyu denince akla ilk gelen fayton sefalarıdır. Yüzyıllar boyunca günlük hayatın bir parçası olan faytonculuk, erozyona uğramış nice kültürler gibi, ancak nostaljik olan varlığını sürdürebiliyor son yıllarda. Faytonculuk Anadolu halkları köklü bir geçmişe sahip. Kültürel zenginliği dolu olan bir geçmiş ve bu birikimin her bir parçası kıymet taşır. Çünkü kültürleri oluşturan yapının temelinde insan emeği vardır. Tarihler öncesinden günümüze gelen faytonculuk ve fayton yapımcılığı da kültürel miraslarımız arasındadır. Ülkenin birçok sahil ilçesinde gördüğümüz faytonculuk artık yok olma aşamasına gelmiş. İstanbul’da sadece adalarda fayton sefası yapabilirsiniz. İzmir’ de de Konak Kordonboyu ve Karşıyaka sahilinde yerli ve yabancı turistleri mistik bir havayla geziye çıkaran faytoncular bu mesleğin artık rağbet görmediğini, gittikçe tükenmekte olduğunu söylüyorlar. Fayton ilk defa İstanbul’ a, Sultan Abdülmecit döneminde saray ve konak arabası olarak getirilmiş. Sultan Abdülaziz döneminde de faytonlar kiralanmaya başlanmış. Bu dönemlerde İstanbul’ da tek ulaşım aracı atlı binek hayvanlarıydı. Üstü açık olan faytona lando, üstü kapalı olana ise kupa denirdi. Sultan Abdülhamit döneminde kadınların faytona binmesi yasaklanmıştı. Zaman geçtikçe yörelere göre tekerlekli arabaların tipi-şekli değişmeye, gelişmeye başladı. Fayton kelime olarak Fransızca’ dır. Phaeton (faeton) körüklü, açık binek arabası anlamını taşır. Fayton dört tekerlekli; ön tekerlekleri küçük, arka tekerlekleri büyük, tek oklu ve çift at koşulu bir araçtır. Öndeki arabacı yarı yüksekte oturur. Körük çekildiği zaman arabacı körük dışında kalır. Arabaya ön ve arka tekerleklerin çamurlukları arasına yerleştirilmiş basamakla binilir. Fayton dört kişilik arabadır. İki kişinin yüzleri gidiş istikametinde arkaya sabit yere, iki kişi de onların karşısına bakan bir yere oturur. Körük bilhassa yağmurlu havalarda çekilip açılır. Bacakların ıslanmaması için de diz üstüne çekilen muşambası vardır. Körük dışında kalan arabacılar da yağmurluk giyerler. Arabacı yerinin her iki tarafında da birer fener vardır. ... Faytonculuk Yok mu Oluyor? Sonbaharda sıcak bir İzmir havası. Yağmurlar başladı başlayacak. Karşıyaka iskelesindeyiz. Burası kalabalık bir cadde. İnsanlar bir o yana bir bu yana koşuşturuyor. Vapurlar iskeleye yaklaşıyor. Binenler ve inenler, otobüs duraklarında, banklarda oturanlar, güvercin yemleyenler, fal bakan Roman kadınları, zabıtaların kovaladığı seyyar satıcılar ve faytoncular... Yıllardır Karşıyaka iskelesinde bu koşuşturmacanın içinde yaşayan faytoncular... Sayıları otuzu ya bulur ya bulmaz. Rengarenk süslenmiş faytonları, püsküllü zilli beygirleriyle sabahın ilk ışıklarıyla Karşıyaka sahilinde toplanıyor ve gün kararana dek yerli ve yabancı turistleri gezintiye çıkarmak için, sahil bandı üzerinde sırasıyla bekliyorlar. -Merhabalar. -Buyur abla nereye kadar gitmek istersiniz? -Hayır yolculuk değil, kültür ve sanat dergisi için bir röportaj yapmak istiyorum sizinle. -Konu nedir abla? -Konumuz unutulmaya yüz tutmuş faytonculuk. Asker Metin’ e havale ediyor çocuk bizi. “Abla o size bu işin zorluklarını, güzelliklerini bir güzel anlatsın” diyor… Sırasıyla dizilen renkli faytonların albenili görüntülerinin arasından ilerlerken Karşıyaka halkının Asker Metin lakabıyla tanıdığı diyaliz hastası Metin Ağabeyle tanışıyoruz. Bizi görünce şaşırıyor. Merak ediyor meseleyi. Röportaj yapmak istediğimizi söyleyince hoşuna gidiyor. ''Tabi konuşalım, bu mesleğin zorlukları güçlükleri o kadar çok ki. Sıkıntılarımız arasında kültürel varlığımızı unutuverdik. Sayımız gittikçe düşüyor. Ata mesleği, baba mesleği dediğimiz faytonculukta çocuklarımızı yetiştirmiyoruz artık. Bu meslek rağbet görmüyor. Kazanamıyoruz da. Siftahsız eve gittiğimiz günler oluyor. Nerde eski faytonculuk? Belediye de bizi istemiyor burada. Karşıyaka’nın düzenini biz bozuyormuşuz. Oysa Karşıyaka halkı bizi sever sayar. Gelmediğimiz günlerde “Atların zil seslerini özledik, nerelerdesiniz?” derler. 10 yaşında faytonculuğa başlamış Metin Ağabey. Babadan kalma meslek'' diyor. Bir çift atın günlük 15 YTL masrafı olduğunu söylüyor. Yılda sadece 4 ay faytonculuk yapılıyormuş. Nisanda başlayıp eylülde biten bir sezon. Eskiden iyi kazanılırmış bu işten. “Son yıllarda günlük masraflarımızı bile karşılayamıyoruz.” diyor. Aynı anda Bekir Ağabey bağırıyor: “25 yıldır bu mesleğin içindeyim” Müşteri olmadığı için herkes sırasıyla bu sohbete katılıyor. Palmiye ağacının dibine sırasıyla oturan faytoncular bu mesleğin zorluklarını anlatıyorlar. Topal Hüseyin lakaplı Hüseyin Ağabey yıllardır bu mesleğin içinde. Karacan adını verdiği beygirini çocuğu gibi okşuyor. Günlük masraflarını bile çıkartamadığı bir iş artık, faytonculuk. Ramis Amca, Karşıyaka faytoncularının en yaşlısı. 40 yıldır bu mesleğin içinde olduğunu söylüyor. İzmir Buca doğumlu. Faytonculuğa başlamadan önce çok çeşitli işler yapmış. Tütün mağazalarında çalışmış, gevrek (simit) satmış, odunculuk, boyacılık yapmış. Ve kendi deyimiyle 8 yaşından bu yana ekmek kavgasının içindeymiş. “Herkesin başından geçen bir derdi vardır” diyor. Ramis Amca 11,5 yıl mahpus yatmış. Kader bu, yiğidin alnına da yazılan gelir demişler. “11,5 yılım Buca, Denizli, Urla hapishanelerinde geçti.” diyor. Detaylara girmiyor pek. Ama “namus alnımızın akıdır” diyor. Ramis amca hapishane yaşantısından sonra kendini dışarıya zor alıştırmış. ''Bir 10 yılım içerinin psikolojisini atmakla, dışarıya alışmakla geçti'' diyor. - Çok zorluk çektim. Faytonculuk beni yeniden hayata bağladı. Halkla kaynaştırdı. faytonculukta insan olduğumu anladım. Atlar özgür, ben özgür. Baba mesleği dediğimiz faytonculuk artık bize ekmek vermiyor. Belediye de bizi istemiyor. O da ayrı bir mesele. Hüseyin Ağabey giriyor söze: - Bu Karşıyaka sahil caddesinde 30 faytoncuyuz. Yıllardır burada iş yaparız. Yılda sadece 4 ay yapılır bu iş. Ahmet devam ediyor: - Dönemin belediye başkanı Ahmet Piriştina bize burada bir durak verdi. Belediye değişti yerimizi kaldırdılar... Ramis ağabey, taleplerimiz var belediyeden, diye söze giriyor: - Durak istiyoruz, arabalara tarife verilsin. Beygirlerimizin temizliği ve ihtiyaçları için çeşme yapılsın. Karşıyaka’nın nostaljik bir parçasıyız. Kültürel, zengin bir yanımız var. Avrupa’ dan gelen yerli-yabancı turistler bize ilgiliyken, belediye bizim burada olmamızı istemiyor. Bizi Bostanlı sahiline göndermeye çalışıyor. Çocukluğundan beri bu işi yapan Ahmet de istemiyor Bostanlı sahiline gitmeyi: - Eskiden Bostanlı’da çay bahçeleri vardı. Güzeldi Bostanlı, şimdi daha sakin. Biz iş yapamayız orada, sakindir orası. Balık mı avlayacağız, top mu oynayacağız? Ramis Amca: - Faytonculuk öldü artık günlük 15–20 YTL kazanıyoruz. Zaman oluyor hiç kazanamıyoruz. Bu saatten sonra elimizden başka meslek de gelmez. Faytonculuğun kültürel boyutunu düşünmek ikinci plana kalmış Karşıyaka sahilinde. “Biz geçim derdine düşmüşüz kardeşim” diyor Bekir Ağabey. Denizin karşı kıyısındaki Kordon boyunda da, faytoncuların benzer sıkıntıları varmış. Ama onlara daha avantajlı deniyor. Haftada iki kez Avrupa’dan gemiyle gelen turistler şehir turlarına çıkıyormuş. Söyleşiden çok sonraları yine orada, faytoncuların mekanı Karşıyaka’ dayız. Önce gök gürlüyor sonra da hafif bir yağmur atıştırmaya başlıyor Karşıyaka iskelesine... Faytoncuların sezonu kapanmış. “Artık bu aylarda iş olmaz” demişlerdi. “Bir kaç arkadaş havanın iyi olduğu günlerde gelir, takılır. Ama sezon kapandığı için iş çıkmaz pek. Yağmur sonrası romantik bir geziye çıkmak isteyen sevgililer, yolunu şaşırmış bir turist ve trafik gürültüsü stresi çekmek istemeyen Karşıyaka’ nın yerlisi yaşlı kadınlar dışında binen olmaz faytona.” Bir faytoncu geliyor öteden. Pullu atıyla, “Karşıyaka sahili faytonsuz olmaz” der gibi, itinayla iskelenin karşısındaki bankanın önüne park ediyor... Ramis Amca' yı arıyoruz. Sonra sırasıyla gelen birkaç faytoncudan öğreniyoruz ki, Ramis Amca Karşıyaka Devlet Hastanesi' nde yatıyor. Ziyaretine gidiyoruz. Ramis Amca' yı hastanenin göğüs hastalıkları bölümünde 210 no’ lu odada yatar buluyoruz. Bizi görünce çok şaşırıyor, seviniyor. Aklının ucundan geçirmediğini söylüyor. Genel durumu iyi gözüküyor, ama ciğerlerindeki problem önemsenecek boyutta. “Uzun yıllardır hapishane koşulları kolay olmadı” diyor bir yandan. Bir yandan da ziyaret hoşuna gidiyor. Beygirlerine bakmak için hastaneden her gün kaçtığını da öğreniyoruz. Sağlığını sorduğumuzda “Ciğerlerimde leke varmış, heyet karar verecek artık nedir ne boyuttadır” diyor. Hastaneden neden kaçtığını sorduğumuzda; “Sıkılıyorum yatmaktan dama gidiyorum, beygirlere bakıyorum. Arkadaşlarım var orda sohbet ediyorum akşam gelip yatıyorum” diyor. “Faytonculuk öldü, artık mesleğimize hürmet eden yok. Oysa tarihten gelen bir kültüre sahip faytonculuk. Eskiden arabalar mı vardı? Faytondu arabalar, 70 senesinden sonra çoğalmaya başladı arabalar. Faytonlarsa ölmeye başladı. Geleneksel nostaljik bir durum oldu. Eskiden Karşıyaka halkı pazarına gider, dönüşüne fayton arardı. Sünnet düğünleri olurdu, nikah olurdu bizler gezilere çıkarırdık. Belediye bizi sıkıştırdıkça biz işimizden, Karşıyaka halkı da bizden soğumaya başladı. Ekmek yiyemez hale geldik. Yatta katta gözümüz yok. Baba mesleği iki ekmek alalım koltuğumuzun altına eve gidelim derdimiz o.” Faytonların nerede yapıldığını sorduğumda Ramis Amca bir iç geçiriyor. - Artık faytoncular gibi yapımcıların da kalmadığını anlatıyor. “Faytoncularla beraber yapımcılar da tarihe karışıyor”, diyor. - Bu özel, bu sanat isteyen işi artık yapan yok gibi. Bursa Erdek’ te, Manisa Akhisar da, Denizli’ de, İstanbul’ da, Adapazarı’ nda yapılıyor. Koşumları, döşemeleri de artık yapan yok. Koca İzmir’ de nalbant da kalmadı artık. Bize buradan Menemen’ den geliyor, bir de aynı zamanda faytonculuk yapan bir arkadaşımız var, Arap Mustafa o anlıyor bu işten, o yapıyor. - Fayton yapımı kolay değildir. Fayton yapımcısı zanaatçıdır, ustadır. Bu iş bilim işidir. Faytonculuk çok bilimseldir, tekerleğin çapını hesap etmek hep bilim işidir, dengesini hesap etmek kolay değildir. Biz inanmışız bu işe, ama artık faytoncular gibi yapımcılar da tarihe karışıyor. Kışın geçimlerini farklı işler yaparak sağlıyor faytoncular... Kimileri odun taşıyor, kimileri kâğıt topluyor, kimileri de ufak işler. “Zorlanıyoruz” diyorlar, “Kışın daha çok zorlanıyoruz. Ot bulamaz, yem bulamaz hale geliyoruz. Dağa salıyoruz atları, ot Allah’tan, su Allah’tan” diyor Ramis Amca. “Faytonculukta geldiğimiz son nokta maalesef budur” diyor. Hasta ziyaretinin iyisi kısa olanıdır, ama bizim sohbetimiz uzun sürüyor. Ramis Amcayla sohbete doyum olmuyor açıkçası. Onu daha fazla yormadan bu güzel sohbeti için dergimiz adına teşekkür edip geçmiş olsun dilekleriyle kalkıyoruz Ramis Amcanın yanından. Türkan Doğan http://www.youtube.com/watch?v=o77tkXUTNys Kordon Boyu Faytonlar Alsancak' tan çıkacaksın günbatımı Kordon' a İmbatla hasret giderip bineceksin faytona İzmir' in en güzelleri cilvesiyle nazıyla Buzlu badem yiyecekler bakınırken etrafa Kordon boyu faytonlar biri gelip biri gidecek Körfez vapurlarıyla sanki dans edecek. Alsancak' tan Pasaport' a bir tur atsan faytonla Ufkunda gözüne takılır, ne güzeldir Çatalkaya İzmir' in körfezindeki Karşıyaka vardır ya Bir de mehtap çıkarsa şarkı olur sularda. Kordon boyu faytonlar aklımdan hiç çıkmadınız ki İzmir özledim seni gözümde tütüyorsun. Ali KOCATEPE
-
İzmir/Seferihisar - Sığacık
Küçücük bir kasaba... Seferihisar' ın 5 km ötesindeki sevimli bir liman kasabası... 16. yüzyıldan kalma yıkık dökük kalenin surları kasabanın üzerine bir avuç gibi kapanmış. Sığacık burası... Bir yıl önce '' Cittaslow '' ilan edilen kasaba... İtalyanca "citta" (şehir), İngilizce "slow" (yavaş) sözcüklerinin karışımından oluşan Cittaslow'u "sakin şehir" anlamına geliyor. Doğrusu, Seferihisar Belediye Başkanı Tunç Soyer bu girişimi ile Ege turizmine damgasını vurmuştu. Ama işin esası 1999'da İtalya'da temelleri atılan "Sakin şehir hareketi" nin bir parçası olmak! Seferihisar Türkiye'nin ilk, dünyanın 121. Cittaslow'u, yani sakin şehri oldu... Hareketin resmi amblemi de sırtında şehrini taşıyan şirin bir salyangoz. Başkan Soyer kararlı. Öyle Bergama Allianoi'deki gibi, meydanı boş bırakmaya niyeti yok. Çünkü, Türkiye'nin tek "Sakin Şehir" unvanı verilen Seferihisar'ın, bu özelliğini sürdürebilmesi için, Sığacık Körfezi'ne, orkinos çiftliğinin kurulmaması gerekiyor. Başkan Soyer, bu yıl 25-26 Eylül tarihlerinde bir "Cittaslow Festivali" düzenledi. Bu festival ile kurulmak istenen "Orkinos çiftliği" protesto edildi. Orkinos çiftliği deyip geçmeyin... Şayet Sığacık Körfezi'ne bu 700 ton kapasiteli balık çiftliği kurulursa, denizde 50 bin kişinin atığına eşdeğer bir kirlilik yaratacakmış.
-
İstanbul
- İstanbul
'' EYLÜL'' de İSTANBUL, BİR BAŞKA GÜZELDİ... « Yanıtla #9 : Bugün 12:39:26 » Alıntı Değiştir Sil Konuyu böl- Kayıp Şairler
Kayıp Şairler ŞAİR Halim Şefik’i ya da şair Nevzat Üstün’ü tanıyan, hatırlayan var mı? 1970’li yıllarda Babıali’de çalışanlar Halim Şefik’i mutlaka hatırlayacaklardır, hele Milliyet’te çalışmışlarsa, sanırız Nail Güreli’de bunlardan biridir. Onunla yaptığı röportaj 1962 yılında TDK ödülünü kazanmıştı... Halim Şefik “gezici kitapçı”ydı. Elinde ağır bir bavul, oflamadan sızlanmadan gelir, bavulu yazı işlerinin ortasına kor, açar kitaplarını tanıtırdı: “Kırk yılda yazıldı, kırk dakikada okunur.” * HALİM Şefik, “şair”di ama şiirini bilen, okuyan çok kişi yoktu. Tek kitabı vardı, “otopsi”. Onu da eşe dosta dağıtır, imzalardı. “Gezgin Kitapçının Türküsü”nü de yazmıştı: “Bayanlara baylara/Kafası olanlara/Bir de kitapsızlara/Ben kitap satıyorum. Yelkenlere erenlere/Emmilere yeğenlere/Emek emek diyenlere/Ben kitap satıyorum. Ben atlarım taştan taşa Sen çok yaşa Mahmutpaşa.” * AZİZ Nesin onun için şöyle dermiş: “Halim Şefik bir otobüse atlayıp Edirne’ye gider, Selimiye Camisi’ni bir kaç saat seyredip geri dönermiş mesela... Ya da yine otobüse atlayıp Van’a gidermiş. Van Gölü’nde bir saat yüzüp, istanbul’a doğru yola çıkarmış yeniden.” İş Bankası Kültür Yayınları “Kayıp Şairler” diye bir diziye başladı. Dizinin danışmanı Ahmet Oktay, Şiir Arkeoloğu da Hüseyin Hüsnü... Şiir Arkeoloğu ne demek? “Arkeoloji” ne demekse, onunla uğraşanlara da arkeolog denir. Ahmet Oktay, Halim Şefik için şöyle yazmış: “Haydarpaşa gümrüğünden emekli olduktan sonra, seyyar kitapçılık yaparak geçinmeğe başladı. Satış yaparken bir yandan da bir yöntem olarak şiir okuması, ona, belki de aklından bile geçmeyen ilginç bir kişilik kazandırdı. Pek çok kişinin tanıdığı, bildiği ama şairliği pek ciddiye alınmayan, hatta bilinmeyen biriydi. Kimi şiirlerindeki taşlama havası, onun yaşama pratiğiyle ilgilidir sanki.” * HALİM Şefik, Orhan Veli’nin çocukluk arkadaşıydı. Tek kitabı “Otopsi” de Orhan Veli’ye ağıt” vardır: “Morgda açılınca kafası/Doktor beyler beyin gördüler/İndirince ten kafesine neşteri/Doktor beyler yürek gördüler/Yürekte ne gördüler dersiniz/Yürekte memleket gördüler/Dünya gördüler/Bir de dost gördüler/ama bu işde doktor beyler/Doğrusu geç kaldılar/Çok geç kaldılar.” * “KAYIP Şairler”in ikincisi Nevzat Üstün. “Ak Yeşil Kavak Ağaçları” kitabının içindeki şiirlere, İsveç’e giden ve orada ölen Rauf Alazan desen çizmiş. Nevzat Üstün solcudur, bu yüzden iki kere içeri girmiştir. Şiirin yanı sıra politikayla da ilgilenmiş, gazetelerde yazılar yazmış. Asya, Kuzey Afrika ve Avrupa’yı gezmiş, kitabın arka kapağında şöyle yazar: “Evrensel bir dünya görüşünü, ülkesi ve halkı açısından bakarak yansıtır.” * “HÜRRİYET” şiirinde bile, “Hürriyet” arar: “İşte ben İşte Paris Sen neredesin hürriyet.” Nevzat Üstün’ün şiirlerinden biri sitem doludur: “Nasıl desem Gözlerinden nasıl öpsem Söyle bana Benim sevgili halkım Bu uykudan uyanır mısın?” İŞ Bankası “Kayıp Şairler” dizisini başlatarak, kültüre önemli bir katkıda bulunmuş... Herşey kaybolup gidiyor. Herkes zamanın girdabında... Hiç olmazsa bir kaç şairi ve şiiri kaybetmeyelim. Nevzat Üstün’ün şiiri nasıl bitiyordu: “Benim sevgili halkım Bu uykudan uyanır mısın?” Ninnilerle, nutuklarla uyutulurken, rahatsız etmeyin. Bırakın uyusun! Hasan Pulur - Olaylar ve İnsanlar- Satır Araları
Türk Edebiyatında Tipolojiler Şimdi nefretlerini yerken, yatağın içine düşen bir fahişenin ses çalışmasıydı öfkesinin nedeni. İçsel duyguları yorgun kalkar, nefesi daralır, sonra köm kös kalır... Nedenler sıvar köşeleri. Yok öfkenin esamesi. Hiç başlanmamış saçmalıklar gibi. Şimdi bütün karmaşık düşünceleri, hayatın o kibirli çemberinde boğuluyor. Dudaklarıyla bozuk tebessümler resmetti. Karşısında durdum, dudaklarının ucunda silik gülümsemeler. Hiç de benzemiyordu bana. Giyim-kuşamı büsbütün bir yabancı gibiydi. Dejenereliği kelimelerine can çekiştiriyordu. Bir İngiliz gibi adımlar nöbetine geçti odanın içinde. İçimden imzaladım sefil halini. Bir boşluğa düşmüş -farkında değildi- Ona göre dünyanın tadı lezzetli, bana göre dünyada lezzetin ne işi var, anlaşamadık. Hiç başlanmamış saçmalıklar gibi. Çıkıp gitti. Önceden de çıkıp gitmişdi. Aktığı düzene... bir daha bunlara rastlamak istemiyorum. Antropolojik açıdan o değişim içinde. Daha evresini tamamlayamamış... Burjuva hayatlarda çok sık rastlanır bu tipolojilere... Kültür salatalığı yaparlar. Taksim'de şiir dinletilerinde rastlayabilirsiniz. Ya düzenlerler ya da gider dinlerler... Kendilerine has imajlarının adamlarıdır... Kendilerine has kitle zevklerini tatmin eden kadınlardır. Yamalı bilgileri ile kendilerini bu memleketin edebiyat direği zannederler! Oysa vicdanlarını Paris'e Moskova'ya satmışlardır da hafızalarından bihaberlerdir! Karanlığın kuyruğuna bağlanmış hayatlar. Edebiyat mekanlarını sanata adamışlardır(!). Sergi günleri, Şiir geceleri günlerinde eğlencelerine doyum olmaz. Alkol masalarında çekilmiş fotoğraflarını boy boy görebilirsiniz facebook gruplarında. Dünya toz pembe anacım. Yedikleri önlerinde yemedikleri arkalarında. Neşeler sonsuz, gülücükler dans ediyor. Keyiflerine dokunmayın... Türk Edebiyatı temsilcileriymiş(!) onlar... Memleket güllük-gülistanlık. İnsanımın yavruları okullarına gidiyor.(!) Her evde kitaplar dolu.(!) Yoksul- fukara mahallerinde her ay tiyatro, Masal, Şiir etkinlikleri düzenleniyor.(!) Çocuklarımız kültürel etkinliklerde yüzüyor.(!) Ellerime kelepçeler taksınlar...Sürüp sürükleyerek koridorlarda hırpalasınlar. Suçunu tanı. Suçlu olduğunu densiz olduğunu bil! İnsan sevgisinden yoksun, sefiller... Tavrım değişmez. Patolojik vicdan sahipleri. Yollarda rastladığım insanlar zayıflamış, çocuklar bulutlara kan yüklemiş. Türk Edebiyatına zift dolduruyorsunuz. Kaçmıyorum gayri gözüme ilişen insanlardan. Şiirleriniz sinek vızıltısı, hiçbir öğretici satırı yok. Düşündürücülük? O kadar hafıza sizde yok! Öykü mü yazıyorsunuz? Çizgi filme uyarlanır! Sizin yazdığın öykülerde tahkiye yok. Kendi hayatlarınız gibi çarpık öyküler yazıyorsunuz. Dilden dile dolaşan geleneksel edebiyatımız halkın aşklarını, acılarını, özlemleri, sevgilerini, dertlerini kucaklamıştır. Ne olduysa, siz batı kültürü müfredatı ile kütüphanenizi doldurmakta, şiirlerinizi batı kültürü kahramanları ile yazmakta, sabah kahvaltısını bile batı kültürüyle yapmaktasınız. Türk edebiyatı, Bu toprakların yalınlığını, damıtılmışlığını, erdemini, ''Anadolu mayası''nı taşır. Sezar'ın binlerce yüzünü değil! Türk Edebiyatı, Anadolu'nun toprağından, Solunan havasından, Okunan ezanından ve dokunan ikliminden dolar... Bir bireysellik yolu tutturmuşunuz gidiyor. Sanatkar/ yazar bireysel tecrübelerini malzeme yapıyor. Bu hâl kültürel anlamda edebiyatımıza zenginlik katmıyor. İmgeler sürekli yer değiştiriyor. İnanılmaz bir kısırlık. Cinsellik reyting birincisi... Yer altı edebiyatı prim yapıyor. Yazar/ sanatkar öğretici olmalı!... Edebiyatımızı, vicdanlarınızı sattığınız batıdan beslediğiniz sürece (kültürel birikimimizden beslenmediği sürece) kısırlık had sahfaya ulaşacaktır. Alkol masalarında, eğlencenin doruğundaki hayatlarınıza dokunmak ne haddime, hatta sizi eleştirmek ne haddime vicdanlarını sattıklarından habersiz şahıslar! Kim düştü kuyuya, Yûsuf mu, Yakub mu, Züleyha mı? Zindan kimin kaderi, Yûsuf'un mu, Yakub'un mu yoksa Züleyha'nın mı? Koray Demirkılıç - Ben İnsan Değilim- Fotoğraf Bööle Çektirilir
- Kadın ve Hayat
Akşam annemle babam televizyon seyrediyorlardı. Annem, 'Geç oldu,'dedi, 'zaten yorgunum, ben yatıyorum.' ... Annem kalktı, mutfağa gitti. Çerez-meyve tabaklarını çalkaladı kaldırdı. Sabaha hazır olsun diye çaydanlığı doldurdu, demliğe çay koydu. Şekerliğe baktı,dibinde az kalmış, üstüne ekledi. Kahvaltı için buzluktan ekmek çıkardı,akşam yemeği için çözülsün diye de eti aşağıya koydu. Kahvaltı masasını hazırlamak için masanın üstündekileri topladı. Telefonu şarja koydu,telefon defterini kapatıp yerine koydu. Sonra çamaşır makinesinden ıslak çamaşırları çıkarıp astı ve makineyi tekrar doldurdu. Banyodaki çöp sepetini boşalttı. Islak bir havluyu kurusun diye duş perdesinin borusuna astı. Bir gömlek ütüledi, kopuk düğmesini dikti. Çiçekleri suladı. Esneyerek gerindi ve yatak odasının yolunu tuttu. Çalışma masasının yanından geçerken durdu, öğretmene tezkere yazdı, okul gezisi için para sayıp ayırdı, eğildi, sandalyenin altına girmiş ders kitabını aldı, masanın üstüne koydu. Kek tarifleri defterini çıkardı, arkadaşına söz verdiği tarifi bir kağıda yazdı, çantasına koydu. Bakkaldan alınacakları not etti, notu da çantasına koydu. Sonra gitti, 3'ü 1 arada temizleme losyonuyla yüzünü yıkadı, dişlerini fırçaladı. Gece kremini ve kırışık önleyici nemlendiricisini sürdü. Tırnaklarına baktı, törpüledi. ... İçeriden 'sen yatmaya gitmemiş mıydın' diye seslenen babama 'şimdi gidiyorum' deyip köpeğin su kabını doldurdu. Kapıları pencereleri kontrol etti, holdeki lambayı yaktı. Kardeşimin odasına gitti, oğlan uyumuş, lambasını söndürdü, bilgisayarını kapattı, gömleğini astı, yerdeki kirli çorapları toplayıp sepete attı. Bana geldi,'haydi yat artık, biraz da yarın çalışırsın,' dedi. Kendi odasına gitti, saati kurdu, ertesi gün giyeceklerini hazırladı.6 maddelik acil işler listesine 3 madde daha ekledi. Kendi kendine iyi geceler diledi, hayallerinin gerçekleştiğini gözünün önüne getirdi. ... İşte o sırada babam televizyonu kapattı, ortaya öylece bir 'ben yatıyorum' dedi ve gitti yattı. Alıntı- Satır Araları
'' Aşk belki de vaktinden önce yaşlandırıyor bizi; sonra, gençlik uçup gittiğinde yeniden gençleşmemizi sağlıyor. Ama o anları unutmaya olanak var mı? İşte bu yüzden yazıyorum ben, hüznü hasrete dönüştürmek, yalnızlığı anılara dönüştürmek için. Bu öyküyü bitirdiğimde, kaldırıp Piedra Irmağı'na atabilmek için - böyle demişti beni ağırlayan kadın. O ermiş kadının ağzından söylersem, ateşin yazdığını böylelikle sular söndürebilirdi. Bütün aşk öyküleri birbirine benzer... '' Piedra Irmağının Kıyısında Oturdum Ağladım - Paulo Coelho * Kader hep oynayamayacağı roller yükler insana ve ıslıklar... Alkış sahtekarların... Ne garip bir oyuncak şu insan!... Yürür, konuşur ve acı çeker... 70 kilodur... Kendisine ve çevresine ait hiçbir şey bilmez... Bir nevi ıstırap makinesi... İplerini başkaları çeker... Hantal ve şapşal bir robot... Neye sevinir bilinmez... Sınırsız olan yalnız hayalleri ve acı kabiliyeti... Etten bir kafes ve aciz içinde çırpınan bir ruh... Vücut araba, akıl arabacı... Ama gözleri bağlı arabacının, arabaya hükmeden atlar... Bu da haklı : Var olmak için yok olmak lazım... Parça bütüne kavuşacak ki, hasret dinsin... Bütün musiki, bütün şiir, bütün aşk, bu bir çuval kemik, bu asi ten, bu aptalca endişeler ne olacak?.. Ne olacağını bilen var mı?.. Kader hep oynayamayacağı roller yükler insana ve ıslıklar... Alkış sahtekarların... * Kelime leşleriyle dolu bir kafatası, hora tepen mefhumlar, kaypak, insicamsız ve ipliği kopmuş tespih taneleri gibi her biri bir tarafa dağılıveren düşünceler... * Ölüm!.. Kovaladıkça kaçan, kaçtıkça kovalayan insafsız ihale... * Fikirler kelebekler gibi, onları hafızaya iğnelemeye kalkınca bir toz yığını haline geliyorlar... * Hatıralar çabucak biten ve okuna okuna hiçbir cazibesi kalmayan eski bir kitap gibi... * Görmek tabiata tahakküm etmektir. Dış dünya, ne kadar düşman unsurlarla dolup taşarsa taşsın, zekamızın göz bebeklerimizden boşalan seyyalesiyle ehlileşmeye, mutileşmeye mahkumdur... * Sesler, ısırgan gibi deriye yapışan, sülük gibi tahammülü sömüren, çekiç gibi kafaya inen sesler... * Görmeyen insan, bozuk bir ampul gibi manasız, bıraktığınız yerde kalan bir paket, içinde eski hatıralar olduğu için, arada bir karıştırılmaya layık... Çocukken oynadığımız bir taş bebek gibi atmaya kıyamadığımız acayip bir külçe... * İnanmayanların inanlara sataşmasında, muhakkak bir parça kıskançlık vardır... * Oyuncak değiştiren çocuk daima daha kötü, daha hantal, daha tehlikeli oyuncaklar peşinde... * Görmek yaşamaktır, vuslattır görmek. Her bakış, dış dünyaya atılan bir kementtir, bir kucaklayıştır, bir busedir her bakış. * Devam etmek demek yaratmak demektir. Yalnızca paylaşılmayan acılar bizi yıkabilir... * Ruhun ölümsüzlüğü bir mitostan ibaret değil... * Bir kısım insanların düşüncesi etraflarını yansıtan bir aynadır, onlar başkalarının kaydettiklerini bıkmadan tekrarlayan plaklar gibidirler; ruhları yoktur, üstün zekalı hayvanlardan pek az daha mükemmel mekanizmalardır, dünyaları vücutlarıyla sınırlıdır ve vücutlarıyla beraber yok olurlar... Bir kısım insanlarsa kendilerini aşarlar ve kendilerini feda etmesini bilirler, bir fikre, bir davaya adarlar kendilerini, anıta, olaya, kitaba dönüşürler... Ruhları ışık ve sevgi kaynağıdır... * Neden yalnızlık bizi ürkütüyor? Ürkütüyor, çünkü sonsuzluğun başlangıcı gibi geliyor bize ve sonsuzluğun karşısında kendimizi kolumuz kanadımız kırık ve bomboş hissediyoruz, öldükten sonra da yaşamak için tanıklar istiyoruz... * Felaketlerimizin üzerinde durmak, dikkatimizi fizik ve manevi yaralarımıza teksif etmek bizi köstebeklerle aynı seviyeye indirir... * Hürriyet istediği gibi hareket etmesidir insanın, serbest olmasıdır. Hürriyet yetenektir, güçtür, bağımsızlıktır. Hürriyet amaçlarını gerçekleştirmek için hem bir seçim, hem de bir imkandır... * İnsan tek başına kendisini şekillendiren bir bütün değil... Ve dünya insan zekasının fetihlerine rağmen, el ele tutuşup hep birlikte şarkılar söyleyebileceğimiz bir cennet olmaktan çok uzak... Duvarlar var insanların arasında ve daha uzun zaman da var olacak... * İnsan kendi varlığını her gün biraz daha az kusursuz bir heykele benzetmek için boşuna gayret harcıyor. İçi bir zafer vehmiyle kabarırken, kaderin iblisçe kahkahası elinden çekicini düşürüveriyor. İradenin kazandığı zaferler kardan bir heykel kadar fani... * İnsanlık daima daha kötü oyuncaklar peşinde koşan bir çocuk... * Spinoza’nın bir sözü beni sık sık düşündürür: Havaya fırlatılan taş konuşabilseydi, mutlaka kendi arzusuyla yola çıktığını söylerdi... Fırtınalı bir denizde çalkalanan pusulasız bir gemi, bizden daha hürdür... Riyazet kalesi bir sırça köşk. Hangi limana doğru yöneleceğiz?.. * Tarih, galiplerin yazdığı bir kitap. Zafer, arkasından bıçaklanan masum düşmanların cesetleri üzerine atılan yapma çiçeklerden bir çelenk... * Uykusuz bir gece, gazetedeki herhangi bir havadis, bir gıda maddesinin bozukluğu, havanın yağmurlu ve sisli oluşu... Düşüncelerimize istikamet veren, bu kadar çeşitli, kontrol altına alınmaları bu derece imkansız saikler... * Gerçek sanat, birer hayalete benzeyen kaypak ve soyut varlıkların damarlarından kan geçirmek, gözlerine pırıltı, adalelerine sıcaklık ve sertlik vermek... * Şuurumuzun önünde geçit resmi yapan konularda Hemoros’un cennetindeki hayaletlere benziyor bazen: Önce gülümsüyorlar size, aşinalık gösteriyorlar. Kollarınızı açınca boşluğu kucaklıyorsunuz... * Kelimeleri sana veriyorum okuyucu. Onlar yanıp sönen birer oyuncak. Boş içleri. Boş mu?. Alev var göğüslerinin içlerinde, barut var, göz yaşı var. Nihayet bütün dünya kelimelerden ibaret. Ama sende ne varsa kelimede de o var. Kelime Narsis’in kendini seyrettiği dere... Çok bakma içine düşersin!... * Cümle, bir düşüncenin, doğan, büyüyen bir düşüncenin, dalbudak salan bir düşüncenin fotoğrafı... * Cümle bazen bir çığlıktır, bir şimşek parıltısıdır, yanar söner... Ama her fikir şimşek değildir ki, bocalayışları, arayışları, kendi kendini düzeltişleri, çeşitli tecrübeleri ile bütün bir arayış... * Kendini bir ırmağın sularını bırakan kayık hangi okyanusa açılacağını bilir mi?.. * Oyun yazılmış. İte kaka çıkarıldığımız sahnede görülmeyen bir suflörün fısıldadığı kelimeleri tekrarlamaya, manalandırmaya çalışıyoruz... * Değer levhasının her gün yazılıp bozulduğu bir çağda hareketlerimizi, yöneltecek kıstas nerede?.. * Yaşamak öldürmek demek, her adımımızda bir takım canlara kıyıyoruz... Ölmek ve öldürmek... * Bir öfkenin, bir acının kızgın demiri kalbimize dokunmadıkça ses gelmiyor oradan... * İsyan vahim, tevekkül güç... Ama isyansız tarih olmaz... * Yaratmak, daima bütünün parçalanması... * Meçhul bir dalga umulmadık kıyılara sürüklüyor kayığımızı... * Hayatın kanunu değişmek... Zaten zindanında yeni pencereler açılmazsa boğulmaz mısın?... * Ülkeler ne kadar bizimse, kelimeler de o kadar bizimdir... * Dilin gelişmesinde rol oynayan iki kuvvet : İhtilalci kuvvet, muhafazakar kuvvet... * Bu memleketin en büyük faciası, en seçkin evlatlarının beynini ve kalbini itlere peşkeş çekmesi. Halledilmesi gereken büyük dava, bu topraklar üzerinde münevverin nefes alabilecek hale gelmesi... * Her aydınlığı yangın sanıp söndürmeye koşan zavallı insanlarım, karanlığa o kadar alışmışsınız ki yıldızlar bile rahatsız ediyor sizi!.. * Aydın gölgesinden korkuyor. Kafasıyla düşünen adamın tutunabileceği dal yok... * Eflatun doğru söylüyor: İdeal sitenin çobanı filozof... * İnsan bir zincirin son halkası. Yoktan varolmak, kaderini tuğla tuğla abideleştirmek ancak harikulade mesut tesadüfler sayesinde mümkün... * İnsanlar seçtikleri rolü, sonuna kadar oynamak zorunda... * Seyisin şövalyeliğe özenmesi felaketle neticeleniyor... * En acı hatıralar kelimeleşince nasıl bayağılaşıyor... * Tabiat yaratmak için yıkmak zorunda. Fırtınalar, zelzeleler, seller. Yaşamak öldürmektir. Ya kendini öldüreceksin, ya başkalarını. Dördüncü kişinin hayatını kurtarabilmek için üç kişiyi öldürebilmek. ‘That is the question’ Ya kendine kıyacaksın, ya başkalarına. Başkalarına kıymak da, kendine kıymak değil mi?... Başkaları kim? Bizden birer parça. Her tanıdığımız, varlığımızın bir zeyli. Her ölenle bir parça ben de ölürüm... Her ölüm bir ‘emputation’ * Hür olmak. Kendi kendinin ileti olmak; mevcudum çünkü öyle istiyorum diyebilmek, kendi kendinin başlangıcı olmak... * Kahramanlar, rüyalarımızı yaşadıkları ölçüde enterasandırlar... * Düşen tutunacağı dalları seçmez... * Dalga, şuurun derinliklerinden yükseliyormuş demek... Satıhtaymış. Sert ama sığda. Varlıktan ademe yuvarlanışta, ellerinin ihtiyaçla uzandığı dallardan biri daha kırılmış ne çıkar?.. Gölgeleri dal diye kucaklamaya kalkışmanın akibeti... Gölge... İnsanlar birer gölge, konuşan, gülen, inleyen ve eriyen birer gölge... Toprak nasıl emerse suları, zaman da bu gölgeleri öyle yutuyor... * Neden en küçük fırtına bu gemiyi dümensiz bırakıyor?.. Bu bocalayışların hepsi de soyumuza has bir alın yazısı mı?.. Yoksa... Bu ‘yoksa’ öldürüyor... Sürü ile acı çekmek, acı çekmemek gibi bir şey... Sürünün terk ettiği hasta bir koyun olmak güç... * İnsanların en terbiyesizi, insanlığın en büyük terbiyecisi olmuş... * Sanatın vazifesi faniyi edebileştirmek, tabiattaki korkunç tahrip dehasıyla göğüs göğüse mücadele etmek değil mi?.. * Her acı ne kadar ferdi, ne derece alelade olursa olsun, insanlığın uçsuz bucaksız orkestrasında bir ahenk unsurudur... * Edebileşmek uçurumların da hakkı... * Her sanatın amacı bir fetihtir, bir inşadır... * Dünyanın bütün tımarhaneleri bizim entelijansiyanın kafatası yanında birer aklıselim mihrakı. * Bir ideal için ipe çekilmek; ölümlerin en güzeli... * Nihayet nasıl ve niçin doğduğuna bir türlü akıl erdiremediğimiz insanoğlu, faydasız canlılarla ezilen kainatta açlıktan ölmemek için kendi kendini tahrip eden ve üniversel hezeyana akıl erdirebilen garip mahluk. Boşluklarla imkanlarla dolu bir mültiver... * Demek aklın sesi rüzgarın uğultusundan daha manasız... Kılavuzların çığlıkları, çılgın kahkahalar arasında boğulmuş asırlardır... Kadeh şakırtıları, halhaller ve heyheyler ve kuyuya doğru ilerleyen kafile... Kör kuyuya... * Aileyi yönlendiren biyolojik faktörler değil, kültürel faktörlerdir... * Hayat çoğu defa kılıçla başlayan, satırla biten rengarenk bir rüyaydı... * Düşüncenin malzemesi dildir... * Cümleler çok defa düşünce bayırını güçlükle tırmanıyor... * Kartallar uçmadan önce ücra kayalıklarda talim yaparmış... * Söz zehirli bir kama. Ama kelimeleri gönülde açtığı yarayı ancak kelimeler iyileştirebilir... * Belki öldürdüğün her canlıda ölen kendinsin... Ama bunu ne zaman kavrayacak insan. ''Ya örs olacaksın, ya çekiç '' diyor Geothe. Çekiç de çelikten, örs de çelikten. Örsle çekiç kardeş. Ne kardeşi? Aynı varlık, tek varlık. Hakikat bu mu?. Ezilmek istemiyorsan ez mi hakikat?... * Kadın da bayrak gibi, bir sevgiyi mihraklaştırdığı ölçüde kutsallaşıyor... * Düşüncelerin müphemin duvarlarını aşmayacak. O duvarı korkuların ördü, korkuların ve şükranların... * Ancak başkalarının sırtından geçinen, her istedikleri kolayca gerçekleşen mutlularda gelişiyor şuuraltı... * Düşüncenin vazifesi bütün ateşten denizleri gül bahçesine çevirmek, gerekirse yanarak çevirmek... Cemil Meriç - Jurnal- Çocukça (mı acaba?)
Bin türlü maskaralığın, yaramazlığın, yapıldığı zamanlar işte! Sadece çocukça...- EMNİYET MÜDÜRLÜĞÜNDEN UYARI
EMNİYET MÜDÜRLÜĞÜNDEN UYARI Bölgesel bir yolda akşam üzeri eve dönerken, battaniyeye sarılmış bir çocuğun, bir araba koltuğunda yol kenarında terkedildiğini gördüm. Nedenini bile sorgulayamadım, neden de pek önemli değildi zaten, kafam da karma karışık olmasına rağmen duraklamadan yola devam ettim. Yerime ulaştıktan sonra, telefonla bilgi verdiğim polis karakolunca konunun derhal inceleneceği söylendi. Olay yerine gitmeden önce bana verdikleri uyarı çok ilginç. "Yasadığımız devirde, bilmemiz lüzumlu şeyler çok önemli Çeteler ve gangsterler bir araba sürücüsünün (özellikle bayanlar) arabasını durdurup ve ıssız kimsesiz yerde de olsa arabasından inerek yardım sağlayacak taktikler bulmakta çok ustalar. "Yerel polisin raporuna göre bazı gangsterlerin tercihen kullandıkları yöntem de, bir araba koltuğuna yapay bir bebeği oturtmak ve ıssız yol kenarına terk etmek. ve - kuskusuz - bir bayanın "terkedilmiş" bebeği görmeden yola devam edemeyeceği umuduyla". "Ya bir orman kenarı, ya da otları uzamış çimenliklerden geçen yollara bırakıyorlar. Arabasından inen sürücü - kazara bir bayan - ormana sürüklenir, dövülür, cinsel tecavüze uğrar, acımaksızın da ölüme terk edilir. Bu şanssız, bir erkekse yiyeceği dayağı tasavvur edemezsiniz, üstünde kıymetli ne varsa hepsi alınır, o da yine ölümle ödüllendirilir (!) Hiçbir hal ve sebeple asla durmayın!!! Hemen 155 (polis numarası) telefon edin. VE,"NE GÖRDÜĞÜNÜZÜ, NASIL OLUŞTUĞUNU DÜŞÜNÜNÜN, ANIMSAYIN, SAKIN YAVAŞLAMAYIN ve yolunuza devam edin. SIK GÖRÜLEN BAŞKA BIR SENARYO : "Eğer akşam üzeri arabanızla gezinti yapıyorsanız, aniden arabanın camına YUMURTALAR atıldıysa, arabanızı kontrol için de olsa SAKIN DURMAYIN ve CAM SİLECEKLERİNİ ÇALIŞTIRMAYIN, NE CAM SİLECEK SIVI, NE DE SU İLE YIKAMAYIN; ÇÜNKÜ YUMURTALARA YAPIŞKAN BIR MADDE SÜRÜLMÜŞ OLDUĞUNDAN ÖN CAM %90 GÖRÜNMEZ HALE GELİR. İSTER İSTEMEZ ARABADAN ÇIKMAK ZORUNDA KALIRSINIZ VE CANİLERE YEM OLURSUNUZ. İŞTE KULLANDIKLARI BELLİ BAŞLI TEKNİKLER. LÜTFEN AİLENİZİ ve DOSTLARINIZI BİLGİLENDİRİN. EMNİYET MÜDÜRLÜĞÜ Özel Eğitim Bölümü- Buradan başlamalıymışım
tülvent şurada cevap verdi: denizmisin başlık Ben Geldim - Buradan Başlayabilirsiniz - Birbirimizi TanıyalımHerkes hoş gelmiş Güzel paylaşımlar dileğiyle...- Yaratıcı Saksı Tasarımları
Yaratıcılığın sınırları yok elbette... Bi parçacık da ince bir ruh! Günüm aydınlandı, teşekkürler Freyja- "Sevgilim" Demek Az Şey mi?
"Sevgilim" Demek Az Şey mi? Yalnızlığına alışmışken, tam da yalnızlığını sevmişken, kendini kendine sevgili etmişken, birden dışarıdan çıkageliyor biri. Büyü müdür, gerçek midir, uzaklarda bir şeye hissettiğin özlemin dinmesi için midir nedir, bilemiyorsun, çözemiyorsun. Zaten çok da soru sormuyorsun ve bir bakmışsın ona "Sevgili" diyorsun, hatta "Sevgilim"... Az şey mi "sevgilim"? Sıradan bir şey mi? Belki günümüzün tez canlı çocukları için bir süs, bir dekor, bir durum değerlendirmesi, arkadaşlara hava kıvamına çekilmiş olabilir ama benim buralarda "sevgilim" demek hiç de az buz bir durum değil. Alıyorsun içine, koyuyorsun kafanı onun göğsüne, uyuyorsun kolunu bacağını dolayıp her yerine... Bütün önceliklerin kayıyor bir kenara. 'Aşk kayması' da diyebiliriz hazretlerine. Bir bakmışsın o 'sevgili' işini, arkadaşlarını, dostlarını, zevklerini, rutinlerini, uykularını sollayıvermiş işte. Üstelik izin kâğıdı almadan, bir müsaade bile istemeden hayatından. Ama olsun, sen bu durumu seviyorsun değil mi? Tek kişilik düzenden çift kişilik düzene geçiyorsun. Bir diş fırçası daha koyuyorsun banyona, bir bornoz daha. Onun eşofmanı, onun tişörtü, onun telefon şarjı katılıyor evine. Diyelim senin asla almadığın o vişne suyu konuyor buzdolabına, o içiyor ya... Onun defteri-onun kalemi, onun arkadaşları, onun sevdiği restoranlar, onun izlediği filmlerle dolup taşıyor dört bir yanın. Tamam! Düzenin bozuluyor, yayın akışın değişiyor ama çıt çıkarmıyorsun. Neden? Amaaan yazdık ya az önce; nedenini sormuyorsun! Şimdi mutlusun ya, değer mi değmez mi klişelerine takılmıyorsun. Sana uymayan çok şeyi var onun. Alışkanlıklarınızın çarpışmasını görmezden gelmeyi tercih ediyorsun. Başkalarının hayret dolu bakışlarını görmezden geliyorsun. Sevgili onların kapısına gelse nasıl da coşarlardı biliyorsun. Eh! Urfa'da Oxford olsaydı onlar da giderlerdi biliyorsun. Sen hiçbir şey sormuyorsun sadece yaşamak istiyorsun. Bozulmasın istiyorsun. Bak inanmazsın ama yüksek beklentilerin de yok senin. "Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar" şarkısını bütün kızlara söyletip, kına yaktırma derdin de yok. Kendini aşıp, mecburiyetleri aşıp sevmek ve sevilmek istiyorsun. Evet! Sen sevilmek de istiyorsun, bunu biliyorsun. "Ama o zaman adı aşk olmaz ki" itirazlarını boş ver, herkes gibi sen de sevgine karşılık bekliyorsun. En azından kendini kandırmıyorsun. Varsın adı aşk olmasın... Alıyorsun içine, koyuyorsun kafanı onun göğsüne, uyuyorsun kolunu bacağını dolayıp her yerine. Bir gece, iki gece, üç gece, beş gece... Her gece daha da bağlanıyorsun... bedeninle, teninle, kalbinle... her sabah daha çok seviyorsun, sanki her sabah daha fazla birleşiyorsun sevgilinle. Sonra bir bakıyorsun, o alıştığın yalnızlık kocaman sinsi bir korkuya dönüşmüş. Ya bir daha gelirse... ya hep gelecekse... yokluğa yeniden nasıl alışabilirsin ki? "Sevgilim" demek az şey mi? Sevgili olmak az şey mi? Kendine yalan söylüyor olsan da, o doğru kişi olmasa da, o 'sevgililik' yapmasa da, "Dur, yapma" diyen arkadaşların haklı çıksa da, ayrılık zamanı geldiğinde elinde çok haklı nedenlerin olsa da biliyorsun ki az şey değil. "Sevgilim" demişsin bir kere, gerisi hikâye... Onların lafına gelsen de, hata etmiş olsan da yara sendedir artık. Kendin için iyi etsen de yara ta içindedir artık. Hayat, kalbine bir yarayı daha gururla sunar. Bir sevgili gider sonra yenisi gelir de o yaralar kapanmaz işte. Oracıkta, kalbinin tam üstünde durup selam çakarlar sana yerli yersiz. Ve sen mırıldanmaya devam edersin: "Oysa sevgili bir tek sevgili nasıl değiştirir dünyanın gerçeğini" diyen o şarkıyı yerli yersiz... A. ÖZYILMAZEL- Kadın ve Hayat
Ağlamayı Unutmuş Kadınlar! 30’lu yaşların ortalarını geçmiş, özgür ve ayakları üstünde duran kadınlar, sahip olduklarına sıkı sıkı bağlanırlar. Onları elde etmek için çok acı çektiklerinden olmalı… Bir erkeğin baskısını taşımaya, ona muhtaç olmaya dayanamazlar. Aslında hepsinin içinde, kurtarılmayı bekleyen bir genç kız yaşar ancak bunu kendilerine bile itiraf etmekte zorlanırlar. Özgür ve başarılı kadın imajımızı korumak için, bazen kadın yanımızdan ödün veririz. Yaşamın ağır sorumlulukları altında ezilip gitmemek, biraz da bu duruşa bağlıdır. Erkekleşiriz! Dik durmak, her olayın altından tek başına kalkabilmek, acil durumlarda soğukkanlı olmayı başarmak ve bütün kararları yalnız almak gibi sorumluluklarımız var. Aslına bakarsanız, hepimizin için pek çok kadın yaşıyor. Dışarıya gösterdiğimiz yüzümüz olan kadın, gerçekten güvendiğimiz ve sevildiğimiz bir adamın yanında ortaya çıkan kadın, iş yerindeki sert ve otoriter kadın, ailemizle birlikteyken ortaya çıkan kadın, bu kadınların hepsi içimizde var. Fakat hayatın getirdikleri yüzünden bazen birkaçını geri plana itmek zorunda kalıyoruz. Bence bilinçaltında kandırılmak korkusu yatıyor. Hele bir de, aşkın bıraktığı yaralar arasında ihanet varsa, bu korku daha da perçinleniyor. Birisinin bizi aptal yerine koymasındansa, yalnızlığı tercih ediyoruz. Bu noktaya da boşuna gelinmiyor aslında. Bu tarz kadınların hayat hikayelerine şöyle bir göz atsanız, hepsinde büyük ve ağır darbeler fark edersiniz. Kabuk bağlamış yaraların, gece yarılarında kan sızdırdığı kalpler, kendinden bile kaçmayı becerir. Bu kadınları ağlarken zor görürüsünüz. Gözyaşlarını saklamayı, gururla eş tutan kadınlar; öyle bir gün gelir ki, ağlamayı da unuturlar. Bir kadın, aslında çok kadındır. Dışarıya hangi maskeyle çıkmış olursa olsun, içinde hem küçük bir kız çocuğu, hem seksi bir kadın uyuyordur. Baktığınız kadında ne görebildiğiniz, sizin yeteneğinizdir. Bir kadını anlamak, sahip olmak ve onu yaşayabilmek için, öncelikle duvarın arkasına bakmayı öğrenmiş olmanız gerekir. Bizler, yani ağlamayı unutmuş kadınlar; içimizde büyük sevdalar biriktiririz. İsteriz ki, bir prens gelsin, üstümüze yığılmış tozu toprağı silkeleyip, ışıldayan kalbimizi ortaya çıkarsın. O zaman herkesten fazla ve büyük severiz. İşte o zaman aşk nasıl yaşanır, nasıl sevilir, kadın olmak nasıl olur gösteririz, ama ne o prens gelir ne de biz gelenin prens olduğunu anlayacak kadar güven duyup, el uzatabiliriz… Bir Kadının Kaleminden...- gidenlerin ardından
önce Brecht'den bir alıntı yapar Ahmet Telli; "... bu vadideki karanlığı ve büyük soğuğu düşün...'' Brecht ve ekler; "... GİTMEK...bir hançeri inceltip okyanusaa daldırmak isteği ya da düşebilmek atlasların dışına ki ey kalbim yalnızsın bu yolculukta da GİTMEK...o kaos duygusu, aklın sarsıntılarla yorgun düşüşü bilincin kamaşması belki de. .. rehin bırakılacak bir şey yok unuttuklarından başka... GİTMEK...bir büyü gibi saran ağrılar yumağı, kışkırtılmış düşlerdir ki sen şimdi esirgeme kendini kalbim kederin o derin yalnızlığından ..." Der ve bitirir...- DİNDAR GENÇLİK YETİŞTİRMEK....
Tiyatro sanatçısı Müjdat Gezen, katıldığı bir panelde; "Eğer dindar değilseniz potansiyel tinercisiniz’" dedi. İst anbul- Uludağ Üniversitesi Atatürkçü Düşünce Topluluğu'nun davetiyle Prof. Dr. Mete Cengiz Kültür Merkezi'nde 'Siyaset ve Mizah' konulu panele katılan Müjdat Gezen öğrencilerin sorularını cevapladı. Konuşmasında Aziz Nesin'den alıntı yaptığı için hakkında dava açıldığını söyleyen Müjdat Gezen, "15 tane AKP'li milletvekili bana dava açtı 'Bize aptal dedi' diye. Ama davayı ben kazandım. Aynı davayı Başbakan bana açtı. Bu kez de o kazandı. Öyle, hukukta çifte standart falan yok. Direkt bir standart var. O da oraya çalışıyor" diye konuştu. "Paşa Zeki Müren de Silivri'de olacaktı" Daha sonra barkovizyondan bir televizyon kanalında yayınlanan haber programı görüntülerini gösteren ve insan manzaralarını yorumlayan Müjdat Gezen bir anısını da şu sözlerle anlattı: "Tiyatroda Ateşböceği Ercan ile birlikte bir gün oturuyoruz. Ercan, 'Ağlanacak halimize gülüyoruz' dedi. Ben de bu kadar karamsar olmamasını, biraz beni güldürmesini istedim. Dedi ki, 'Zeki Müren'in verilmiş sadakası varmış. Erken öldü gitti, iyi oldu.' Ben de nedenini sordum. Ercan ise 'Hatırla! Kendisine sağlığında hep 'Paşam' derdik. Yaşasaydı o da Silivri'deydi' dedi." "CHP iktidar olursa ben yine aynı şeyi yapacağım" Müjdat Gezen, bir öğrencinin, Hükümeti eleştiriyorsunuz. Olumlu bir yönünü vurgulamıyorsunuz. 'Yandaş gazeteciler' derken siz de yandaş olmuyor musunuz sorusuna ise şu karşılığı verdi: "O benim işim değil. Onu zaten yandaş gazeteciler yeteri kadar yapıyorlar. Ben mizahçıyım. Osmanlı döneminde de methiyeciler ve yergiciler vardı. Methiyeciler senin dediğini yapar. 'Başbakanım, ne güzel çocuğunun gemicikleri var' der parayı alır giderdi. Yergiciler de Yedikule zindanlarında çürür giderdi. Mizah, muhalefetten çıkar. Ben hükümeti methetsem memnun olmazsınız. Mizah, tam bir karşı çıkıştır. Mizahın işlevi budur. CHP iktidar olursa ben yine aynı şeyi yapacağım. Benim en büyük özelliğim bağımsız olmam. Gücümü bağımsızlıktan alıyorum ve istediğimi rahatlıkla söylüyorum. O yüzden hiç kimsenin şeyi yemiyor bana dokunmaya." "Dindar değilseniz, tinercisiniz..." Kendisinin hiçbir siyasi partiyle yakınlık kurmadığını, öyle bir anlayışa girmeyeceğini kaydeden Müjdat Gezen, gençlerin depolitize edildiğini söyledi. Gezen şöyle konuştu: "Zaten Tayyip Erdoğan'ın demokrasi anlayışı, 'Benim gibi düşünüyorsanız sizinle aynı fikirdeyim' şeklinde. Onu yapma, bunu yapma olmaz. Başbakan alternatif koydu, 'Tinerci mi olsunlar' dedi. Eğer dindar değilseniz, potansiyel tinercisiniz. Zaten halinizden de belli oluyor! Belediyecilik başka, koca bir ülkeyi idare etmek başka. Kasımpaşa'dan gel, orada iki laf söyle, bilmem ne." Cumhuriyet Haber Portalı 29 Şubat 2012- Ademler ve Havvalar
Hepsi hepsi birbirinden tatlıydı. Hangi birini beyensem... Canımm teşekkürler, gülümsettin ya, sağol- Mutfak Sırları
Ben de aldım ondan bir umut, ama pek bi yararı olmadı tatlım... (- Ay Sana Kıyamam!..
Ay ay ayyy... Çok tatlı bir başlık altında harika fotoğraflardı. Bu güzel başlık altında toplanan bu sevimli şeyler için çok teşekkürler, sevgili ChatTurkey ve morbezelye- Öğretmenim
tülvent şurada yorum gönderdi adil berk ceylan'nın blog başlığı içinde adil berk ceylan'ın/nin BloguBir öğretmen olarak, dizeleriniz hayli duygulandırdı beni. Yüreğinize ve kaleminize sağlık!- Kadın ve Hayat
Kadınlığını Keşfedememiş Kadınlar! Kadın cinsiyetinde doğmuş olmak, sizi gerçek bir kadın yapmaz. Kadınlık, sadece cinsiyetle belirlenmiş bir var oluş değildir. İsminizin, kimliğinizin, alışkanlıklarınızın, sevdiklerinizin bile önünde büyük bir etiket gibi durur kadınlığınız. Sokağa çıkıp su gibi akan kalabalık insanları seyrederim bazen, içlerinde dikkat çeken, ayrılanlar olur. Onları, diğer insanlardan ayıran tavır bence kim ve ne olduklarının farkında olmaları; var oluşlarını, bu dünyada bulunma sebeplerini çözmüş, hayata bir değer katmak için uğraşan kişiler olmalarından kaynaklanır. Kadına verilmiş en büyük hediye doğurganlıktır. Doğurganlık, yaratmak nasıl bir mucizedir ki, kadına tanrısallık katar. Bu özelliğini fark etmeyen kadın, kendi ruhunu sıradanlaştırır. Kadının, varlığını keşfetmesi için mutlaka doğurganlığını kullanmış olması, anne olmuş olması da gerekmez üstelik. Sahip olduğu değeri algılamak, kadını özel kılar. Bu tanrısal özelliği, yaşamın her alanında kullanarak da içindeki mücevheri doğru işleyebilir. Bir kadın, var oluşunun ne kadar özel bir donanımla süslendiğini, nefes aldığı sürece üstüne ekleyebildiği her güzelliğin, çevresine güneş gibi doğacağını algıladığında, yaşamın ona getirecekleri de bambaşka olacaktır. Ancak tüm bu zenginliği yanlış yönde kullananlar, önce içlerindeki o muhteşem varlığı, ardından da bütün deneyimlerini, eziyet verici bir tecrübeden öteye taşıyamayacaklardır. Kadın olmanın ve daha önemlisi, kadın kalabilmenin, üstelik tüm medya ve sosyal düzen tarafından tersi aklımıza aşılanırken, kolay olduğunu söyleyemem. Hiçbir zafer kayıpsız ve mücadelesiz kazanılamaz. Bunu başarmak, sahip olduklarından keyif almak için, elbette uzun ve yorucu bir serüvenin içinden geçmek, ruhun süzgecinden kalan tortuları öze karıştırmadan varlığını koruyabilmek, o kadını özel kılacaktır. Kirletmeden, gerçekliğinden uzaklaşmadan, saf ruhunu koruyan, kadınlığına kendi içinden bakabilen, bütün yozlaşmalara karşı koyabilen ve hepsini doğru dengelerle benliğine sindirip, yaşamıyla çevresine de örnek teşkil eden kadınlar; bir topluluğun içinde mutlaka fark edilir ve bireysellikleriyle ışıldarlar. Kadın olmanın zorluklarını anlatan tüm sosyal bakış açısına katılmakla birlikte, söylemek istediğim şudur ki, diğer tüm oluşumlar aynı zamanda insan olmanın da nedenselliği ile ortaya çıkar; oysa kadın kalmak ve kendini keşfetmek daha büyük bir farkındalıktır. Her kadın, içindeki tanrısal güçle tanışmalı ve onu yaşadığı sürece en iyi şekilde kullanmanın yolunu bulmalıdır. Ancak o zaman, gerçekten kadın olmanın lezzetini yaşayabilecektir. Alıntı- ilginç Bi stil
- hihi
- Bay Ve bayan romantiği bekliyor burası..(✿ ◠ ‿ ◠)✿♥
- İstanbul
Önemli Bilgiler
Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.