Zıplanacak içerik

tülvent

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

tülvent tarafından postalanan herşey

  1. YENİ AKİT GAZETESİ...
  2. Meral Okay, Göksu Göksel'e verdiği bir röportajda vasiyetini açıklamıştı. İşte röportajdaki o bölüm: - Şöyle çıkıp sokaklarda hiçbir amaç olmadan dolaştığınız oluyor mu? Öylesine? - Onu sokakta yapmam da ben denizde yaparım. Suda olmak beni çok mutlu eder. Bir teknenin kıçında uyuyup uyanmak, kulağımda sevdiğim müziği dinleyerek gökyüzüne bakarak, yıldızların kayışını takip ederek uykuya dalmak, gözünü yarı açarak kendini suya atmak. - Aykırı yanlarınız var, öldüğünüzde yakılmak istemeniz gibi mesela - E çünkü suya karışmak istiyorum da ondan. - Suyu o kadar çok seviyorsunuz? - Çok. Yani küllerimi üç parti halinde nereye savuracaklarını da yakınlarımdan bir iki kişi biliyor. Bir kısmı şu koya, bir kısmı da şuraya gibi… ANKARA'DA FIRINI BİLE VAR - Vasiyet gibi bir şey mi? - Evet.. Üstelik yasal olarak hakkınız da var Türkiye’de fakat o yasa kullandırılmıyor. 1946’da çıkmış bu yasa. İstediğinde yakılma hakkın var. Ankara’da fırını bile var.
  3. Çook üzüldüm çook... Işıklar içinde uyusun! * '' Bir gün evi düzenlerken fark ettim. Bir de baktım ki, benden çok Yaman''ın eşyaları var...Küçük küçük poşetlerle sızmıştı. Aşk bir sızma halidir... Yaman o kadar temiz bir adamdı ki ona kızamazdınız. Bir o kadar da yiğitti. Ben derdim ki; bu adam ne zaman yorulacak! Meğer acelesi varmış... Herşeyi o kadar yoğun, hızlı ve coşkulu yaşıyor ve yaşatıyordu ki büyüleyici bir şeydi bu. Ben köşeleri çok olan bir insandım. Yaman beni eğitti... Aşk kendinden vazgeçme halidir, kendi benliğini ezmeden ''biz'' olabilme halidir...İnsan egosu denetlenmesi en güç şeydir. Bunu ancak aşk becerebilir, sadece aşk ile üstünden atlayabilirsiniz... Biz birbirimize karşı çok saygılıydık... Eee bazen de sıkılırdık, hele üç beş aydır bir aradaysak birbirimizin gözüne bakardık, önce kim gidecek diye, böyle nefes molaları da verirdik... Döndüğümüzde yepyeni bir enerji ve hasret bekliyor olurdu bizi... Aşk bazen de bir kıyamama halidir... Şunu çok açık yüreklilikle söyleyebilirim, o benden daha iyi bir insandı...O kadar bebek, o kadar adam, o kadar temiz, onun kadar beklentisiz, onun kadar temiz yaşamayı öğrenmeye çalıştım. Buradan bir öğretmen öğrenci ilişkisi anlaşılmasın...O, o kadar ahlaklı ve temizdi ki, yaşam biçimi ve duruşu karşısında başka türlü olamazdınız. Onun yanında kirli kalamazdınız. Böyle bir şölen gibi, bir lunapark gibi sevdalık yaşayınca bu görkemi taşımayan her şey bir çadır tiyatrosu gibi geliyor insana...Bu ateşle yanma hali o kadar derinden, için için yanıyor ki, dönüp bir başka ölümlüyü yakmaya içi elvermiyor insanın... Yaman’la her günümüz sevgililer günüydü...Eşine bu kadar çok çiçek getiren bir adamı daha analar doğurmamıştır...Biz birçok defa sabah uyanıp birlikte gün doğumunu seyreder, ne bileyim çingene vapuruna binip sabah erken boğaz’ı turlardık.Bugün eksik olan ne? Bu topraklarda eksik aşk ve mutluluk kutsanmaz, ayrılık ve acı kutsanmıştır... Birlikteliklerdeki tutku kutsanmaz da, ayrılıklardaki tutku kutsanır hep... Yaralarıyla mutlu olmaya daha yatkın bir kültüre sahibiz biz. '' Meral Okay ~ Bir Nefes İstanbul
  4. Buraya konu açmak benim için nasıl bir mutluluk kaynağı, anlatamam... Eyy forum ahalisi, sizin de ilginizi çekiyor mu merak ediyorum da... İZMİR - Alsancak Garı Ne trenler var görünürde ne de insanlar. Bütün kalabalığı çekilmiş, bomboş kalmış içi. Rüzgarın getirdiği sarı yapraklar sürükleniyor yerlerde. Eski günlerin iğne atsan yere düşmeyen kalabalığını hatırlayıp, hüzünlerden hüzün beğeniyorum kendime. İçim burkuluyor; onun kavuşturan ve ayıran gücünden kendini var eden peronların sessizliğini görmekten. Gidip tren raylarının ortasına oturduğumda; tanığı olduğu bütün ayrılıklardan yadigar kalan kederlerin toplamıyla iç çekiyor. 150 yılın anıları dolaşıyordu ortalıkta. Öyle ıssızdı ki içi... 150 yıllık ömrünün bu en kimsesiz günlerinden öyle incinmişti ki; insanların vefasızlığı kara bir yağmur bulutu gibi gelip yalnızlığını çoğaltıyordu durmadan. Her şey yerli yerindeydi oysa; sütunlar, raylar, lojmanlar, taş binalar, istasyon şefinin odası, masası, koltuğu, kalemliğine varasıya her ayrıntı eskiden olduğu gibiydi de, bir tek istasyon şefi yoktu ortalarda. Trenlerden inip kentin sokaklarına darı taneleri gibi saçılan ve trenlere binip hasretlerini bitirmek için yollara düşen insanlar gelmiyordu artık, istasyon şefinin olmadığı Gar’a. Ahşap banklar boştu, bilet gişeleri boştu, lojmanlar boştu… Sadece anılar dolaşıyordu ortalıkta. Duvardaki saat hiç kaytarmadan işini yapıyor olsa da, boş tren yollarının mahzunluğunda zaman durmuştu Gar’ da. Vitraylı camların ardında bütün telaşıyla akıp gidiyordu hayat. Dışarıda yağmur yağıyordu, Alsancak Garı’na yalnızlık…
  5. Ve Atatürk ilkelerine son... Yeni Kur'an Kursları Yönetmeliği'nden "Atatürk ilke ve inkilapları, devletin bölünmez bütünlüğü ve bölgecilik ile ırkçılık" maddeleri çıkarıldı. 3 Mart 2000 tarihli yönetmelikte kursların denetim ve kapatılması başlıklı maddeler yer alıyordu. Gazeteport'un haberine göre bu maddeler uyarınca "Atatürk ilke ve inkilaplarına aykırı hareket, Devlet ülke ve milletin bölünmez bütünlüğünü bozacak faaliyetler ile "bölgecilik ve ırkçılık propogandası yapmak’’, Kur'an kursları, yurt ve pansiyonların kapatılması sonucunu doğuruyordu. Yaş sınırı kalktı 7 Nisan 2012 tarihinde yayınlanan ve mevcut yönetmeliği iptal eden yönetmelikte ise kursların denetim ve kapatılması maddesinden bu bölümler çıkarıldı. Kapatılma işlemi sadece "Binadaki eğitim ve öğretime devam edilmesi, öğrencilerin güvenliği için tehlike oluşturması halinde’’ yapılacak. Yeni yönetmelik ile kuran kurslarına gidebilmek için ilkokulu bitirme ve 12 yaş şartı da kaldırıldı. 15 öğrencilik sınıf mevcudu düşürüldü. Kur'an kursları resmi bayramlar dışında yıl boyu açık olacak. Hafızlık eğitimine hafta sonu ve tatil günleri de devam edilebilecek. Türkiye’de oturma izni olan yabancı uyruklular da Kur'an kurslarına kayıt yaptırabilecek. 9 Nisan 2012 - Cumhuriyet Haber Portalı
  6. Hadi buyrun, 1970’ li yılların Magazin tarihinde nostaljik bir yolculuğa çıkalım... ADNAN ŞENSES – İZZET GÜNAY – EMEL SAYIN – SADRİ ALIŞIK – ROMALI PERİHAN – AYHAN IŞIK – KARTAL TİBET (soldan sağa)- Sinema ve sahne dünyasının ünlü isimleri belki de bir daha bir araya gelemeyecekleri bir gecede GÖNÜL YAZAR-DURUL GENCE-AJDA PEKKAN Dönemin (60’lar) ünlü müzisyeni Durul Gence’ nin bir yanında Gönül Yazar, diğer yanında Ajda Pekkan var. Pekkan, müzikte Gence’ nin desteğini almıştı. AJDA PEKKAN – GÜNDÜZ KILIÇ – METİN OKTAY 1960’ lı yılların ünlü futbolcusu Taçsız Kral Metin Oktay ve ünlü futbol adamı Gündüz Kılıç ile o dönemin sinema ve müzikte yeni yeni parlayan yıldızı Ajda Pekkan bir davette bir aradalar. FİKRET HAKAN-HÜLYA KOÇYİĞİT-GÜLŞAH SOYDAN Günümüzde yuvasını kurmuş, anne ve kayınvalide olmuş Gülşah Koçyiğit Alkoçlar, annesi Hülya Koçyiğit ve Fikret Hakan’la aynı filmde buluşmuştu. ''Gülşah Küçük Anne'' sinemalarda büyük ilgi görmüştü. HÜLYA KOÇYİĞİT-FARAH DİBA İran Şahı Rıza Pehlevi’nin eşi Farah Diba, Türk sinemasının ünlü yıldızı Hülya Koçyiğit ile bir arada. O zamanlar Humeyni dönemi henüz çok uzaklarda. İLHAN İREM ''Boş Ver Boş Ver Arkadaş'' la bir anda zirveye çıkan İlhan İrem’ in plaj sefası. AJDA PEKKAN Pop müziğimizin ikonu, süper starı Ajda Pekkan… Her zaman bakımlı, her haliyle güzel… ZEKİ MÜREN Sahnede pek çok yeniliği uygulayan Zeki Müren, pelerin ve mini etekli olarak verdiği yaz konserlerinde, zaman zaman hayranlarıyla kucaklaşırdı. Günlük hayatta 'aykırı' insanlara pek de hoşgörü göstermeyen Türk halkı Zeki Müren' i ilk tanıdığı günden beri çok sevdi. YILMAZ GÜNEY – NEBAHAT ÇEHRE O dönemin olay aşkı ve olay evliliği, Yılmaz Güney ile Nebahat Çehre’nin nikâh masasında buluştuğu an… Ne var ki bu mutluluk fazla uzun sürmedi ve bir süre sonra yine olaylı bir şekilde ayrıldılar (30 OCAK 1967) SALİH GÜNEY - KUZEY VARGIN Yıl, 1968... Kendisine kafa atan Salih Güney’ i bıçaklayan Kuzey Vargın, 1973’ e kadar hapiste kaldı. O yıl genel afla özgürlüğüne kavuştu. Bu olayın duruşmasından ilginç bir enstantane. Salih Güney ifade veriyor, Kuzey Vargın sanık sandalyesinde. SEZEN AKSU Pop müziğimizin ‘Minik Serçe’ si Sezen Aksu, lise yıllarında arkadaşlarıyla birlikte... Gözlerinde siyah gözlükleri ve eli cebinde. Aklında ise dersler değil, müzik var. Aksu’nun İzmir’deki belediye otobüslerinde bağıra çağıra şarkılar söylediği yıllar. EMEL YILDIZ-FATMA GİRİK Emel Yıldız (Panter Emel) ile Fatma Girik Karamgümrük, Fatih’ ten arkadaşlar. (Emel Yıldız, Karagümrük’ te komşu olduğu Türkan Şoray’ ı rol aldığı filmin setine götürerek sinemaya kazandıran kişi.) Yıldız, figüranlık yapan Girik’ e de yardımcı olmuştu. FATMA GİRİK Bir dönem sadece rol kabiliyeti, yeteneği, sinemadaki Erkek Fato’luğuyla değil, aslında bikinili görüntüleri de vardı Fatma Girik’in... Yine böyle bir günde Fato özgürce, deniz kıyısında bikinisiyle koşuyor. Ancak İstanbul’ un denizi o zamanlar şimdikinden çok daha temizdi. EMEL SAYIN-MÜJDAT GEZEN Emel Sayın sahneye çıkmak için kulis odasından ayrılırken, kulağına bir fıkra anlatarak ona moral veren kişi Müjdat Gezen’ den başkası değil. GÜLŞEN BUBİKOĞLU Sinemamızın ''Hırçın Kız'' ı Gülşen Bubikoğlu, şimdilerde pek sesi soluğu çıkmasa da bir dönemin aranılan yıldız oyuncularından birisiydi. AYHAN IŞIK - AJDA PEKKAN Ayhan Işık ve Ajda Pekkan, siyah-beyaz çekilen bir Türk filminde bir arada. Pekkan, o dönem Ayhan Işık hayranı olduğunu gizlemiyordu. GÖLBAŞI SİNEMASI Bu ne ekmek kuyruğu, ne benzin kuyruğu… Bu sinema kuyruğu… 60’ lı yılların başı. Turgut Özatay ve Aysel Tanju’ nun başrolünü oynadığı ‘Hancı’ filmi, Ankara Gölbaşı Sineması’ nda kapalı gişe gösteriliyor. Biletler karaborsada... TEOMAN Bu fotoğraf, rock müziğin sevilen ismi Teoman’ ın sünnet olduğu gün çekildi.
  7. Sus ki anlaşalım! Aramıza her seferinde "iletişim" giriyor; o yüzden anlamıyor, anlaşamıyoruz! Anlaşamayan çiftlerin; uyumsuz çalışma arkadaşlıklarının çaresi olarak uzmanlar "iletişim kopukluğunun giderilmesi"ni gösteriyorlar. Oysa bakıyorum da, sözleri, gözleri ve eylemleriyle ne çok şey iletiyorlar! Kırgınlıklar, güceniklikler, horlamalar, laf geçirmeler... Ve en beteri de, karşılıklı kurgulanmış kayıtsızlık gösterisi! Tamir edilmesi gereken "iletişim kopukluğu" değil, "kopukluk!" Hiç kopmaz iletişim! Kopup giden birbirimizi anlamaya niyetimizdir! Birini anlamak mı istiyorsun? Niyetin buysa gerçekten, durup bakman bile yeter çoğu zaman. Hatta içinden konuşmak da yardımcı olur. Ama karşılıklı konuşmak garip bir şeydir. Hiç söze dökülmese apaçık kalacak şeyleri bulandırmak ve anlaşılmaz kılmaktan öteye gitmez bazen! Sevmek, iletişim kurmaktan geçer. Aşk, birdenbire iletken bir maddeye dönüşüvermekten... Traş sırasında berberim Hakan birden: "Beni hep aldatıyorlar be ağabey" diyor. "Eh bu iyi bir şey!" deyince ben, Hakan'ın yüzündeki dalgacı gülümseme kayboluyor. Şaşkınlıkla bakıyor bana. "Günümüzde hayat genellikle ya aldatan ya da aldanan olma hakkı tanıyor bize! Sen hangisini tercih edersin?" Susuyor. "Aldatan olmaktansa, aldanan olmalı!" diyorum; "çünkü soylu ve temiz bir haldir!" Sözün en kötü, en yaralayıcı hali nedir, diye sorsalar birçoklarımızın aklına "ağza alınmayacak hakaretler ve küfürler" cevabı gelir. Oysa bunlar olsa olsa çirkindir! Başımızı istersek öte yana çevirebileceğimiz, aldırmazdan gelebileceğimiz çirkinlikler... Kötü söz ise bambaşkadır. Kötü göz (nazar) gibi çoğu kez aldatıcı iyiliklerle bezeli iftiralardır, doğru süsü verilmiş yalanlardır. Damardan üzerler, en derinden. Öfkelenecek gücünüz bile kalmaz. Biz çok küçükken annem bizi sık sık Bursa Emir Sultan Mezarlığı'na götürürmüş. Ablam bir gün "Anne neden hep buraya geliyoruz" diye sormuş. Annem cevaplamış: "Ölüler konuşmadıkları için insanları üzmezler." Stanislav Lem demiş ki; "susmanın konuları tükenmez." "Kimseyi sevemiyorum artık" dedi. Şaşırmadım. Korkuyordu çünkü. Güvendiği dağlara kar yağmasından, kalbinin kapısını açtığı anda derhal bir hırsızın içeri girmesinden korkuyordu. Sevginin en büyük düşmanı, korku! H. Babaoğlu
  8. Tatlımm, bense sıktığım limon kabuklarını bulaşık makinasına koyuyorum... Mis gibi kokutuyor.
  9. Anne Babalar Huzursuz, Çocuklar Yorgun Günümüzde anne babalık ne zor zanaat! Sırtınızı yaslayıp içinizi az çok rahat tutacağınız geleneklerin yerinde yeller esiyor.O rahatlığın yerini sürekli huzursuzluk aldı. Hatta çevremdeki genç annelerde akut bir panik havası seziyorum. Acımasız bir dünya çünkü! Anne babalığı bile bir yarış kulvarı haline getiren, birbirleriyle çocukları üzerinden yarışıp durdukları bir dünya! Bakıyorum, hepsi gizliden gizliye sorguluyor kendini: Acaba iyi bir anne miyim? Acaba babalık açısından üzerime düşen görevleri yerine getirmekte iyi miyim? Popüler kültüre, televizyonlara, profesyonel akıl hocalarına, hatta eşe dosta kulak verdiklerinde, moralleri iyice bozuluyor. Çünkü onlara göre hep bir "yanlışlık" ve "başarısızlık" söz konusu! * Geçen gün oğlu ergenlik çağına gelen bir arkadaşımla laflıyoruz. Başladı oğluna karşı görevlerini anlatmaya ve projelerini sıralamaya. Sanki sarp, engebeli, tehlikelerle dolu bir yolda sürecek uzun bir yolculuğa çıkmış gibi... Bu arada karısından söz edişi de ilginçti. Bir anneden çok bir pedagoji uzmanından bahsediyor gibiydi. Oysa düşünün, bir pedagogla bir anne aynı şey midir? Annelik "çocuk terbiyesi"nden ibaret midir? Popüler klişeler de bir işe yaramıyor, hani "biz çocuğumuzla arkadaş gibiyiz" inancı falan... Çocukların dolu arkadaşı var. Asıl ihtiyaçları müşfik bir otoriteye sahip anne baba! Ama gelin de bunu modern ebeveyn olmaya çalışan arkadaşlarıma anlatın, bakalım! Dahası... "Çocuğum iyi bir insan olsun!" çabası ve dileğinin de rafa kaldırıldığını gözlemliyorum. Her şeyi rekabet malzemesi yapan modern hayat "iyi insan" ve "erdemli insan" arayışını rafa kaldırıyor. "Çocuğum başarılı olsun!" diye çırpınılıyor, göz başka bir şey görmüyor! Anne babalar, dedim ya, bu yüzden hep huzursuzlar. Çocukların ise daha yeni yetmelik çağında ruhları yorgun düşüyor! Hal böyleyken... Söyleyin, sizce nasıl bir gelecek bekliyor bizi? H. Babaoğlu
  10. Türban ortaokula indi Seçmeli derslerle imam hatip liselerinde okutulan Kuran derslerinde kız öğrencilerin türban takması ve diğer derslere de türbanla girmeleri yönündeki eğilim, tüm ortaokul ve liselere yansıyacak. Kesintili eğitim düzenlemesine AKP’nin tüm ortaokul ve liselere “Kuranıkerim” ve “Hz. Peygamberimizin hayatı” adıyla seçmeli ders koyması kız ve erkek öğrencilerin bir arada olduğu karma eğitimin sekteye uğramasına, okullarda mescit açılmasının gündeme gelmesine neden olacak. MHP ve BDP’nin desteğiyle kabul edilen seçmeli Kuranıkerim derslerinde Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) Din Öğretim Genel Müdürlüğü (DÖGM) tarafından hazırlanan “Kuranıkerim Dersi Öğretim Programı” uygulanacak. DÖGM; lise öğrencilerine göre hazırladığı Kuranıkerim programını seçmeli Kuran dersi alacak ortaokul öğrencileri için de “farklı eğitim etkinlikleriyle” düzenleyecek, fakat temelde lise öğrencilerine uygulanan programın esasları geçerli olacak. DÖGM tarafından hazırlanan müfredata göre imam hatip liselerinde, 144 saat olarak okutulan Kuran dersleri, “okuma”, “ezberleme” ve “anlama” olmak üzere üç öğrenme alanından oluşuyor. Mevcut eğitim programına göre 9 ve 10. sınıflarda ezber ve Kuranıkerim’i okuma dersleri ağırlıklı olarak okutulurken, 11 ve 12. sınıflarda Kuranıkerim’in meali üzerine derslere öncelik veriliyor. Benzer sistemin diğer liselerde de uygulanması beklenirken, FATİH Projesi’yle birlikte ünitelerin dijital olarak tabletlere yüklenmesi de gündeme gelecek. İmam hatip liselerinde okutulan Kuran derslerinde kız öğrencilerin türban takması ve diğer derslere de türbanla girmeleri yönündeki eğilim; seçmeli Kuran dersleri aracılığıyla tüm ortaokul ve liselere yansıyacak. Böylece türban 5. sınıftan itibaren tüm okul türlerine fiilen girmiş olacak. Mescit ve abdeshane Kuran derslerinde kız öğrenciler ile erkek öğrenciler ayrı ayrı sınıflarda olabileceği gibi, sınıf içinde de harem ve selamlık yapılması gündeme gelecek. Kuran derslerinde öğrencilerin ders işleyişi sırasında İslami değerlere göre “abdestli olmaları” yönündeki gereklilik de okullarda “abdesthane” gibi alanların oluşturulması ve “mescit” gibi ibadethanelerin kurulmasını gündeme getirecek. Cumhuriyet Haber Portalı - 31 Mart 2012 * İmam okulda ders verdi Manisa’nın Turgutlu İlçesi’nde eğitim veren Gazi İlköğretim Okulu Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi öğretmenlerinden Durmuş Ali Etbaş, okul müdüründen izin alarak Caferi İmam Bayram Dalga’yı derse davet etti. İmam Bayram Dalga, 7’nci sınıflara Caferi ve Alevi inancını anlattı. Atatürk Mahallesi’nde bulunan Hz. Hüseyin Camisi İmamı Bayram Dalga, Gazi İlköğretim Okulu’nda 7’nci sınıflara Caferi ve Alevi inancını anlattı. Allah’ın insanları iyiye, güzelliğe yöneltmek için peygamberler gönderdiğini, son peygamberin Hz. Muhammed, son ilahi kitabın da Kuran-ı Kerim olduğunu belirten Dalga, "Hz. Muhammed’in ölümünden sonra inanç esasları ve ibadetle ilgili konular farklı şekillerde yorumlanmış, yeni mezhepler ortaya çıkmıştır. Bunlar, insanların dini algılama biçimlerinin ürünüdür. Dinin kendisi Kuran-ı Kerim ve Peygamberimizin hadisleridir. Ehl-i Beyt imamlarından olan İmam Cafer Sadık’ı takip etmek anlamına gelen Caferi Mezhebi’ne, İmamiyye, Şiilik ve Alevilik de denilmektedir. Ancak bu mezhep, Türkiye’de daha çok Alevilik ve Şiilik isimleriyle tanınırken, İran, Irak, Azerbaycan, Lübnan, Bahreyn, Suriye, Afganistan, Arabistan, Pakistan, Bengladeş ve Hindistan gibi, aynı inancı paylaşan Ehl-i Beyt dostlarının yoğun olduğu ülkelerde, Şiilik ve Caferilik isimleriyle meşhur olmuştur" dedi. "Birbirini tanıma, anlama süreci" DHA'nın haberine göre, okul müdürü Ercan Çifçi, farklı kültürler, ırklar ve dinler arasındaki hoşgörü ve diyalogun tesisinin, insanlar arasındaki şiddet ve çatışma ortamının önlenebilmesi için faydalı olacağını belirtti. Çiftçi, "Daha önce de öğrencilerimizi camiye ve cemevine götürdük. Artık insanlarımız tarihte kalması gereken, ama yapay bir biçimde gündeme taşınmak istenen çatışma kültürlerine değer vermemektedir. Birbirini tanıma ve anlama süreciyle birlikte hoşgörü ve anlayışın yaygınlaşması, ülkemizin daha güvenli, huzurlu ve yaşanılır olmasını sağlayacaktır" dedi. Cumhuriyet Haber Portalı - 3 Nisan 2012
  11. Gençliğimin Dergisiyle Maziye Yolculuk ''Hey'' gidi günler! Henüz 14-15 yaşındaydık. Liseye yeni başlamıştık. Türkiye'nin altı üstüne gelmemişti henüz... Silah ve kan sokaklarda boy göstermemişti. 1970'lerin ortalarıydı. Yeni yeni müziğe kulak kabartıyorduk. Harçlıklarımızı biriktirip 45'lik plaklar alıyor, plakçılara liste verip kaset doldurtuyorduk. "İstekçilik" denen bir adet vardı. Radyoda çalınmasını istediğimiz şarkıların adlarını süslü kartpostallara yazıp TRT'nin gözde müzik programlarına yolluyor, sonra da saati gelince radyo başına geçip heyecanla adımızın okunmasını, isteğimizin çalınmasını bekliyorduk: "Fransa'dan Müzik... Şimdi Ankara'dan Can ve Merve'nin isteğini yerine getiriyoruz: Jeane Manson'dan 'Avant de Nous Dire Adieu'..." Eurovision yarışmalarını izliyor, "Gece ve Müzik"le uykuya çekiliyor ve her çarşamba bayiye koşup Hey Dergisi alıyorduk. Hey, Milliyet'in gençlik dergisiydi. Müzik piyasasının efsanesiydi. Yeni popçular için Hey'de haber, hele de kapak olmak rüştünü ispat etmek demekti. Piyasayı Hey'den izliyor, Hey'in verdiği posterleri duvarlarımıza asıyor, Hey'in ilan sayfalarından haberleşiyor, kurduğumuz fan kulüplerin toplantılarını, çaylarını Hey'den duyuruyorduk. Hey'in listesi, müzik aleminin termometresiydi. Erkin Koray "Fesupanallah"ı çıkarmış ve liste başı olmuşsa, gençliğin gönlünde taht kurdu demekti. Hümeyra'nın "Sessiz Gemi"sinden de, Esmeray'ın "Gel Tezkere"sinden de, Füsun Önal'ın "Ah Nerede"sinden de oradan haberdar olmuştuk. İskender Doğan'lar, Yeliz'ler, İlhan İrem'ler, Semiha Yankı'lar, Tanju Okan'lar, Selçuk- Rana Alagöz'ler, Üç Hürel'ler, Modern Folk'lar, Kurtalan Ekspres'ler, Beyaz Kelebekler hayatımıza giriyor, kulaklarımızda yer ediyordu. Alpay "Eylülde gel okul yoluna / konuşmadan yürüyelim / gireyim koluna" diyor, biz yürekler Selanik, okul yoluna koyuluyorduk. Delikanlarla heyheylendiğimiz o günlerde Hey'di pusulamız... Geçen hafta Hey'i Hey yapan isimlerden Hulusi Tunca'nın "Hey Gidi Günler" kitabı (C Blok, Eylül 2007) çıkagelince o eski yıllar, eski sesler, eski melodiler çınladı kulağımda... Sayfaları çevirdikçe, takvim yapraklarını geri çevirir gibi oldum. Oradaki anılardan bir kısmını, 70'lerin hatrına, sizlerle paylaşmak istedim. EDİP AKBAYRAM Yılın ümit veren erkek şarkıcısı 1973 Mayıs'ından bir reklam: "Yılın Ümit Veren Erkek Şarkıcısı Edip Akbayram güçlü yapıtlarla sizlere sesleniyor: Dumanlı Dumanlı Oy Bizim Eller..." Çiçeği burnunda şarkıcı kişisel başarı öyküsünü anlatıyor Hey'e; 1 yaşında çocuk felci geçirdiğini, dört ay yattıktan sonra ilk adımında yere yığıldığını ve o günden sonra 'Aksak' lafıyla nasıl dünyasının yıkıldığını... Oo gün kendi kendime yemin ettim" diyor: "Mutlaka başaracaktım. Yüzüme kapıları kapayanlar kapıma gelecekti." Liseyi bitirince Gaziantep'ten Doğu Ekspresi'ne binip İstanbul'a geliyor. Üniversite sınavına girip, bu arada düğün salonlarında şarkı söyleyerek geçimini sağlamayı planlıyor. Elinde bir bavul, cebinde biraz para ve kendisini terk eden sevgilisinin fotoğrafı var. Düğün salonlarını dolaşıyor. "Şarkı söylerim, gitar, davul çalarım" diyor. Kapılar yüzüne kapanıyor. Onlar Ahmet Özhan, Ümit Tokcan gibi "eli ayağı düzgün" star arıyorlar. Ama yılmıyor. 1972'de Altın Mikrofon Yarışması'na "Kükredi Çimenler" şarkısıyla katılıyor. 12 finalist arasına giriyor. Gazetede resmi çıkınca babasından bir telgraf geliyor: "Dile benden ne dilersen." "5 bin lira" diliyor Akbayram... O parayla kendine elbise ve ayakkabı alarak Anadolu turnesine çıkıyor. Ve kazanıyor yarışmayı... Ardından Hey'in "Yılın Ümit Veren Erkek Şarkıcısı" ödülü geliyor. Önündeki duvar böylece yıkılıyor. Hey "Şimdi tek bir isteği var" diyor: "Kendisini sanatçı olarak değil, Antepli Edip olarak sevecek bir kız bulup dünyaevine girmek ve o kızla 6 çocuk dünyaya getirmek..." KIBRIS ÇIKARMASI İÇİN NE DEDİLER? "Orduya katılmaya hazırım" Hey, Ağustos 1974'te, Kıbrıs çıkarması günlerinde radyolarda şarkıları çalınan şarkıcılara savaşla ilgili görüşlerini sormuş. Bakın ne demişler: Ayten Alpman: Deli gibi heyecanlıyım. Özel bir yatım olsa atlar giderdim. Gönüllü hemşire olarak orduya katılmaya hazırım. Bugün Hava Kuvvetleri Kurumu'na 50 bin lira bağışta bulundum. Radyodan devamlı çalınan "Memleketim"i oradaki Mehmetçiklerin huzurunda canlı söylemeyi çok isterdim. Cem Karaca: Şu anda ateşkes olduğunu duydu. Üzgünüm. Çünkü ben oldu bitti "peace" (barış) sözüne inanmadım. Bağımsızlığını kan dökerek koruyan bir ulusun çocuğuyum. Bağımsızlığımıza herhangi bir tehdit söz konusu olduğunda bütün Türk ulusu gibi kanımı dökmeye hazırım. "Hasan Kalesi" ve "Dadaloğlu" gibi gerçek kahramanlık türküleri radyomda çalınırken ağladım. Gönüllü olarak askere gitmek için bugün şubeye başvuracağım. Erol Büyükburç: Tanrı Türk Silahlı Kuvvetleri'ne yardımcı olsun. Askerliğimi topçu olarak yapmıştım. Çok iyi top kullanır, en az atalarım kadar da iyi ata binerim. Son Samsun konserimizin tüm gelirini Türk Silahlı Kuvvetleri'ne verdik. Sevinçliyim. Heyecanım sonsuz. Muazzez Abacı: Evimde elim kolum bağlı, radyo başında oturmaktansa, cephede bir çadırda hemşire olarak görev almayı çok isterdim. 50 bin liralık bağışta bulundum. Girne'de askerlerimize moral konseri vermek için Genelkurmay'dan izin istedik. Eşim de gönüllü asker olmak için şubeye başvurdu. SEZEN AKSU İzmirli kız... 1976 Mayıs'ı... "İzmirli Kız" Sezen Aksu, "Yılbaşı Özel Eğlence Programı"nda TRT ekranına çıkıp "Haydi Şansım"ı söyleyeli henüz 1,5 yıl bile olmamış. Ama o 1,5 yılda sesi soluğu çıkmamış. Çünkü Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi'nde derslere gömülmüş. O arada bir de evlilik yapmış. İzmir'de bir güzellik enstitüsü açmış. Böylece müzik piyasasından tamamen kopmuş. Tam o aralar Hulusi Tunca'yla İstanbul'da, Unkapanı Plakçılar Çarşısı'nda, Şahinler Plak'ta buluşmuşlar. "İzmirli kız" saçı ve giyim tarzı ile kendini büsbütün yenilemişmiş. Yeni bestesi "Yaşanmamış Yıllar"ı söylüyormuş. Plağın arkasındaki şarkı "Kusura Bakma" imiş. Röportajı okuyoruz. İlk plakta "Haydi Şansım" dediği halde şansının tutmadığından yakınıyor Sezen... Ama yılmadığını, şansını bir kez daha denemeye karar verdiğini söylüyor. Hey'e bakılırsa eşinin doktora yaptığı Kanada'ya gidecek ve üç yıl orada kalacakmış. Ne hayal! BÜLENT ERSOY İkinci erkek assolist Hey, 1974 sonunda sahnelere Zeki Müren'den sonra bir erkek assolistin daha geldiğini müjdeliyor: Bülent Ersoy... Uzun röportajın bir yerinde Ersoy'a "ilk erkek assolist"le ilgili fikri soruluyor. Şöyle cevap veriyor: "- Estağfurullah efendim. Evet, bendeniz Zeki Müren beyefendiden sonra Türkiye sahnelerine çıkan ikinci erkek assolistim. Bu durum benim Zeki Bey'e rakip olacağım şeklinde dedikoduların çıkmasına sebep olmuş. Şunu kesinlikle söyleyebilirim ki, benim yönümden bir rekabet sözkonusu olamaz." "- Kadın assolistlerden farkınız nedir?" "- Kadın sanatçı gerek dekolte tuvaleti, gerek makyajı ve gerekse dişiliğiyle dinleyenleri kendisine kolaylıkla bağlayabilir. Erkek sanatçının ses ve sanat özellikleri birinci plandadır. Yani işi daha zordur kadın sanatçıya oranla..." KENAN DOĞULU Ninni yerine gitarla büyüyen bebek 31 Temmuz 1974... Hulusi Tunca bu kez "Milli Orkestra"nın "milli solist"i Yurdaer Doğulu'nun öyküsünü anlatıyor. Çocukluğundan beri sürekli ev değiştirmiş Doğulu... Önce Adana'dan Ankara'ya, oradan da İstanbul'a göçmüş. Evlendikten sonra oğlu Ozan doğunca dünyalar onun olmuş. Ozan iki yaşına geldiğinde eşi Serpil hanım yeni bir evlat müjdesi vermiş. Kadronun kalabalıklaşacağı anlaşılınca bu kez de Cihangir'den Bakırköy'e taşınmışlar. Derginin haberine göre orada doğan ikinci oğullarının adını Kenan Cihan Doğulu koymuşlar. Yurdaer Doğulu hem ev işine hem de yeni doğum yapan eşine yardım ediyormuş. Gerisini Hey'den okuyalım: "Kolları sıvadı Yurdaer Doğulu ve işe girişti. Yemek desen yapmış, bulaşık desen yıkamış, temizlik desen üstesinden gelmişti. Bekarlık günlerinden farklı olarak iki canlı daha vardı şimdi ortada: Birisi 2,5 yaşındaki Ozan'ı, ikincisi falanca günlük Kenan Cihan'ıydı. Tek zoruna giden şey de ninni söylemekti. Ama onun bir teklifi vardı: 'Ninni yerine gitar çalsam olmaz mı?' Kenan Doğulu'daki şu şansa bakar mısınız? Hangi bebek, milli bir gitaristin gitarının tellerinden dökülen nağmelerle büyümüştür bugüne kadar?" Keşke ''Hey'' yaşasa da görebilseydi, o sözünü ettiği gitarın, o bebek üzerinde yarattığı etkiyi... C. DÜNDAR
  12. Hımmmm... Denemeli o halde Teşekkürler tatlımmm.
  13. tülvent şurada yorum gönderdi Smyrna'nın galeri fotoğrafı içinde Komik ve İlginç Fotoğraflar
  14. tülvent şurada yorum gönderdi Smyrna'nın galeri fotoğrafı içinde Komik ve İlginç Fotoğraflar
  15. tülvent şurada yorum gönderdi gloria'nın blog başlığı içinde şeb-i yelda...
    Hepimizin böyle duygu yoğunluğu yaşadığı zamanlar oluyor. Sen de böyle bir süreç yaşıyorsun sanırım, sevgili gloria. Hem biliyor musun yalnızlık bazen daha bi güçlü kılar insanı Her şey gönlünce olsun canım.
  16. 70' li Yılların Nostaljisi: Buca Tren İstasyonu Okulun hemen yanında çam ağaçlarının altında sakince bekleyen sevimli mi sevimli, nostaljik bir yapı... Buca tren istasyonunun yakın plan bir görüntüsü. İşte karşımızda Buca Tren İstasyonu. Çevresindeki binalar ve yoğun yapılaşma yüzünden caddeden pek fark edilmiyor. O yıllarda çevreden daha rahat fark ediliyordu. Türkiye'deki ilk tren istasyonlarından biri olan Buca Tren İstasyonuna artık trenler uğramıyor. İşte geçmişten kalan başka bir iz daha. "Atma ve Kaydırma manevra yapmak yasaktır." Eskiden bu levhadan bir çok istasyonda bulunurmuş. Eskiden burada gelen treninin önündeki makinayı gidiş yönüne almak için bir makas bulunurdu. Son yıllarında bunu kaldırmışlar. Çünkü Alsancak Buca arasında manevra gerektirmeyen dizileri çalışıtırıyorlarmış. Karşımızda tarihi Buca Tren İstasyonu ve yolcu bekleme salonu görülüyor. 1970'li ve 1980'li yıllarda Alsancak'tan Buca'ya günde 16 tren seferi yapılırmış. İzmir, TCDD 3. Bölge Müdürlüğü'ne bağlı ve Türkiye'nin ilk Banliyö demiryolu hattını oluşturan Alsancak-Buca Demiryolu hattında, 1975-1990 yılları arasında önceleri buharlı lokomotiflerle, daha sonra buharlı lokomotiflerin 1980'li yılların ortalarına doğru hizmet dışı kalmalarından sonra da dizel lokomotifler ile, bu banliyö demiryolu hattında 1990'lı yılların başlarına kadar hizmet etmiş, bu vagonlar… '' Geçmiş zaman olur ki; hayali cihan değer '' derler... Güngörmüş, tarihe tanıklık etmiş, bu çok yaşlı ve yorgun tarihi istasyon, yeşillikler içinde, öylesine sakince duruyor ve belki de bizleri özlüyor. Gençliğimizin en sevimli anısı… Ben özlüyorum seni… Bak, senin için yeni planları varmış Buca Belediye Başkanı'nın… Şirinyer İstasyonu'ndan başlayan demiryolunu, Seyfi Demirsoy Devlet Hastanesi, Çevik Bir Meydanı, Üçkuyular Meydanı, Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Hasan Ağa Bahçesi, oradan da Tınaztepe Kampusü'ne dek uzatacaklarmış.Yeni hattın, Aliağa Menderes Raylı Sistem Hattı'na yarım saatte bir ring yapacak şekilde planlandığını belirtmiş. tülvent
  17. Nostaljik bir İsim: BUCA EĞİTİM ENSTİTÜSÜ İzmir, gerek Osmanlı, gerekse Cumhuriyet döneminde Türkiye'nin öğretmen eğitimi açısından en önemli kentlerinden birisi olmuştur. 1952 yılında Kızılçullu Köy Enstitüsünün kapatılıp yerine yeni bir öğretmen okulu açılmasına karar verildiğinde, yer olarak Birinci Dünya Savaşı sırasında İzmir Valisi Rahmi Bey tarafından el konarak Yatılı Kız Öğretmen Okuluna dönüştürülen, ve Buca'nın önde gelen ailelerinden Rees ailesince 1890'ların sonlarına doğru inşa edilmiş olan köşk seçilmiştir. İçerisinde bulunan bitki ve hayvan türleri ile son derece önem taşıyan bir bahçede yer alan Rees Köşkü, restore edilerek 30 Kasım 1959’ da büyük zorluklar fakat güzel ideallerle müdür dahil 9 kişilik bir öğretmen kadrosu ve tek bölümde 59 öğrenci ile öğretime başlayan “İzmir Kız Eğitim Enstitüsü” hem bölüm hem öğrenci hem de öğretmen sayısını arttırarak 10. yılın sonunda 62 öğretmenin görev yaptığı 6 bölümden oluşan ve 623 öğrenci sayısına sahip bir kurum haline gelmiştir. 1960 yılından başlayarak Enstitünün öğretmen, öğrenci ve bölüm sayısında önemli bir artış yaşanmış, aradan geçen on yıl içerisinde altı bölüm ile birlikte öğretmen sayısının 62'ye, öğrenci sayısının 623'e yükselmesi üzerine yeni binaların inşa edilmesi yoluna gidilmiştir. İlk on yıl boyunca kurumun kapasitesiyle uyumlu bir biçimde gelişme gösteren bölüm ve öğrenci sayısı, 1974 yılından sonra Türkiye'nin genel siyasal ve kültürel ikliminin sonucu, mektupla öğretmen yetiştirme uygulamasıyla öğrenci sayısında gözlenen artış ve sıkça değiştirilen öğretmen kadrosu yüzünden aşınmaya uğramıştır. 1975`lere değin yalnızca kız öğrencilerin okuduğu İzmir Kız Eğitim Enstitüsü’ne; bu yıldan sonra erkek öğrenciler de kabul edilmeye başladı. Böylece adı da İzmir – Buca Eğitim Enstitüsü olarak değiştirildi. Ortaokullara öğretmen yetiştirmek amacıyla kurulan üç yıllık eğitim enstitülerinin 1978-1979 öğretim yılından itibaren yeni bir yapılanmayla sürelerinin dört yıla çıkarılması ile birlikte, İzmir (Kız) Eğitim Enstitüsünün adı İzmir (Buca) Yüksek Öğretmen Okulu olarak değiştirilerek liselere de öğretmen yetiştiren bir eğitim kurumuna dönüştürülmüştür. 2547 sayılı YÖK yasası ile birlikte, Buca Yüksek Öğretmen Okulu, 20 Temmuz 1982'de Dokuz Eylül Üniversitesine bağlı bir fakülte haline gelmiştir. Bu düzenleme ile İzmir Yabancı Diller Yüksekokulu, bu fakültenin ilgili bölümüne aktarılmış, Manisa Gençlik ve Spor Akademisi ile Ege Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu, Buca Eğitim Fakültesinin Beden Eğitimi Bölümü ile birleştirilmiştir. 1982'de Eğitim Fakültesi adını almasından sonra, kendisine bağlı olarak eğitim veren Demirci Eğitim Yüksek Okulunun, 1992 yılında yeni kurulan Celal Bayar Üniversitesine; Denizli Eğitim Yüksek Okulunun da aynı yıl kurulan Pamukkale Üniversitesine bağlanması ile bu kurumlar Buca Eğitim Fakültesinden ayrılmıştır. Buca Yüksek Öğretmen Okulunun Dokuz Eylül Üniversitesine bağlı bir fakülte haline dönüşmesinden sonra, burada görev yapan öğretmenlerin büyük bir çoğunluğu öğretim görevlisi unvanı ile görevlerini sürdürmüşlerdir. Fakülte adını almasından sonra kurum profesör, yardımcı doçent doçent ve öğretim görevlileri ile eğitim-öğretime devam etmiştir.
  18. Eski tatlar bir türlü yakalanamadığı için, geçmişle yaşadığımız bu romansa hüzün de eşlik ediyor ne yazık ki... İlginize teşekkür ediyorum.
  19. Kara Çiçeğim & Aşkın Nur Yengi http://youtu.be/ioOdjiXsCsE
  20. Evlilik bitti.. Bazen erkek soyu midemi bulandırıyor. "Kadın kokusu", taze ete susamış bir sırtlana dönüştürüyor bizi... Gözümüzü kör ediyor; başımızı döndürüyor. Amerikan başkanından hocasına, kör cahilinden okumuşuna, kılıbığından "Taşfırın"ına kadar böyle bu... Hele 40'ımızı geçmişsek... Hele cüzdanımızı şişirmişsek... Ve hele 40 yılı "boşa" geçirmişsek... Sokağın çağrısını 40'larında işiten erkeğin "kaybolan yıllar" ağıtına, "televole" özentisi bir aşermenin ağız şapırtısı eşlik ediyor. Evet, "alem gezip eğleniyor". Sokakta onun karizmasına teslim olmaya hazır "çıtırlar" fink atıyor. O ise pijaması içinde "evi bekliyor". Oysa -40'lıkların yaman teşhisiyle- "Hayat hızla geçiyor" ve "Böyle mi öleceğiz?" sorusu beyni deşiyor. Bu panik, yaşanmamış yılların hıncıyla sokağa döküyor 40 yaş erkeğini... Altta kırmızı arabalar, belde zar zor giyilmiş kotlar, dilde demode iltifatlar, cepte karaborsa viagra’larla... Hâlâ beğeniliyor olmanın vehmi, hala yapabiliyor olmanın hazzına karışıyor. Tatmin edilen ego şiştikçe şişiyor. Nefis uyanınca göz, ne iş ne ev görüyor. Bitap evliliklerin tozunu, sevgisiz ilişkiler alıyor. Her dişlenen "taze et", yenileri davet ediyor. Ev zulaları, günahların çetelesini tutuyor. İhanet kol geziyor. Kim bilir kaç erkek, gömlekteki bir ruj izi, cepte unutulmuş bir mektup ya da ansızın gelen bir telefon mesajı yüzünden kan ter içinde hesap verdi, çocukça boyun eğdi, beceriksizce yalan söyledi, öfkeyle terk etti, terk edildi bugünlerde... Kaçı, pişman gözler, yalvaran sözlerle geri döndü eşine, döndürdü eşini... Kaçı, ertesi gün unuttu, "ebediyen" verdiği sözleri... Kaçı, haber verenleri suçladı, yakalandığında... Kaçı, yakalanana "enayi" dedi, haberi duyduğunda... Ve kaç "kutsal kadın", aile denilen kumdan kalenin sınır boylarını bekledi, kızarak, ağlayarak, utanarak, yine de diş bilediği kale reisini savunarak; ...ve göz yumarak... bazen sevgiden, çoğu kez çaresizlikten... ...aynı saatlerde erkek, bir kahvede, becerdiklerini anlatırken... Yanlış anlaşılmasın: Garipsediğim, 40 yaş erkeğinin kadını sevmesi değil; sevmemesi... Ve şaşırtıcı olan, ihanet etmesi değil; ihanet ettiği hayatı aynen sürdürmesi... Yaşadığının bedelini ödemeye cesaret edememesi... Harcına yalan kattığı kaleyi terk edememesi... "Ben de karımın kaçamağını, ondan beklediğim tevekkülle karşılayabilirim" diyememesi... Hep kendine yontarak diktiği ikiyüzlü bir ahlak totemine her daim secde etmesi... Ne ihanet ettiği, ne ihaneti paylaştığı kadına karşı dürüst olabilmesi... 40'ında hala para karşılığı çiftleşmeyi, geceden kalma pudra izini banyoda gizlice çitilemeyi, cep telefonunu her an patlayabilecek bir el bombası gibi gizlemeyi kendine yedirebilmesi... Kabul edelim: Evlilik bitti.. Çağ yorgunu aile, ancak başka kadınların (ya da erkeklerin) kolunda yürüyebiliyor. Yalan, bir mecburiyetler rejimi sayılan evliliğin temellerini oyuyor. Ve herkes her şeyi bilerek, gönülsüzce boyun eğerek bu oyunu oynuyor. Çare, eşlerin birbirinin hayatını yaşamaktan vazgeçip her hayatı, sahibinin nefsine, iradesine, vicdanına, insafına terk etmesidir. Sevgi varsa, aile ilelebet sürecektir. Yoksa, böyle sürdürmek rezilliktir. Yalansız yaşamayı özlemediniz mi?" C. Dündar
  21. Ötekinin günahı neee? Hesaplı yapıırsa bu hareket, çok yanlış olur bence.
  22. Çook güzeldi...
  23. Kendi halinde, işini yapan, gidişi ile üzen sevgili Ekrem Bora... Mekanın cennet olsun!
  24. Bence hiiç bi şii pişirmeyelim. Biri pişirsin biz yiyelim...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.