AED tarafından postalanan herşey
-
KIRMIZI DUVAR
sevgili doğan gülbudak.. hiç kızmış değilim.herkese kızan bir izlenimmi bıraktım acaba?... şu anda bir inceleme yapılması ve buna cevap vermenin keyfini yaşıyorum..önce teşekkür ederim... bu öykü taslağının ana teması on gündür kafamda oluşmuştu; üç günde yazımı, düzeltme ve son şekli verilmesi de bir bir günümü aldı. zaten <zuhal> yaşamış bir kişidir ; olay da gerçektir.. sadece isimler değişik kullanılmıştır.. iki noktada kaygım oluşmuştu yayınlamadan önce a) öyküde kullanılan cinselllik dozu bu forum konseptine fazla gelirmiydi? edebi ve sanatsal yönlerinin olgunluğunu bildiğim forumdaki bayan arkadaşların rahatsız olma ihtimali varmıydı? yine aynı nedenlele forum yönetimi bir sıkıntıya girermiydi..? doğrusu uzunluk konusunda fazla kaygılı olmadım..ilk gün 2 numara punto kullandım baktım okuma zevki zorlanıyor..3 e geçtim.. her türlü edebi eleştiriye açığım ve yazma tekniğimin daha olgunlaşmasına katkıda bulunması açısından da bunu istiyorum. forum yönetiminden de eleştiri bekliyorum.. benim öykülerim forumdan aldığım tepkilere göre çok beğeniliyor.. kendimi ve edebi sınırlarımı biliyorum..Bir roman taslağı üzerinde çalışıyorum ve eğer yayınevleri ile anlaşma babından bir sorun yaşamazsam bu romanım da önümüzdeki sonbahara çıkabilir. sevgiler
-
SEVDİKLERİNİZE MÜZİK PARÇASI GÖNDERİN.
selda bağcan-sürgün
-
DARWİNİZMİN DOGUŞU
- KIRMIZI DUVAR
-Kusura bakmayın kartınız limit yetersiz diyor.Başka kart var mıydı? Kasiyer kız nazikti.Ama Zuhal kıpkırmızı oldu.. Ezikliğini gizlemek için azami gayret göstererek, -Ek kart vardı haylaz oğlanda..Demek ki limiti doldurmuş..Ben yatırıp yarın tekrar gelirim. Bu alışverişler kalsın şimdilik.. diyebildi. Yedinci ayıydı işten atılmasının..Tükenmez kalem imalatı ve ihracatı yapan büyük bir markanın imalat şefiydi..Kimyagerdi..Kriz var denilmiş toplam kırk iki işçi dört idari personel işlerine son verilmiş,ellerine kıdem tazminatı çeki tutuşturularak bir çok imzalar attırılmıştı.Ayrılma anında çalışma arkadaşları ile vedalaşırken bile şoktaydı. Aslında dostluk kurduğu muhasebeciden öğrendiğine göre satışlarda kriz sayılabilecek bir düşme yoktu.Fabrikanın alman ortağı, krizde güvenlik olsun diye personel indirimine gidin, en azından maliyetleri düşürürüz demişti.Bu muhasebeci çocuğu çok beğenirdi..Yaptığı sevimsiz işe rağmen kendisi çok sevimli ve kültürlüydü..Bak böyle biriyle olursa olurdu ikinci evliliği.. Şirkette Zuhal in doğum gününde küçük bir kutlama yapmışlar bu çocuk Zuhal e bir kitap armağan etmişti..Kitabı okuyamamıştı..Bir şiir kitabıydı.. Ama kitabın arkasına editörün yazdığı yazı hep düşündürmüştü onu : <çağdaş yaşamın karmaşık etkileriyle benliği parçalanan bireyin kurtuluşunun…> Nasıl böyle uzun cümleler kurabiliyorlardı..Demek çağdaş yaşam bireyin benliğini parçalıyordu ..Demek ki parçalanmasa bireyin benliği sağlıklıydı... Ayrıcada cümleden anlaşıldığı üzere benliğin kurtarılması gerekiyordu. İşte her şey gibi tazminat da bitmişti iki ay önce.. Eve geldi..Bilgisayarı açtı..Market gerginliği geçmemişti.. İş-eleman sitelerine şöyle bir baktı..Anahtar kelime <kimyager> tarattı.. Önemli bir ilan yoktu..Yurtdışı ortaklı bir holding Almanca ve İngilizce bilen kimyager arıyordu..Yuh olsun, kimyagerlik mi yaptıracaksınız yoksa tercümanlık mı? diye düşündü.Adamlar nasıl olsa kriz var diye nerdeyse boş vakitlerinde <patronun ayakkabılarını boyayabilecek> iki dil bilen,<cinsel tacizlere ses çıkarmayacak> bayan kimyager arıyorlardı.. Çalışma yaşamında on sekiz yılını doldurduğu için artık ilandaki istenen özelliklerin <kod>larını biliyordu.Eğer <mesai mevhumu olmayan > aranıyorsa genel müdüre veya patrona mesai bitince yalakalık yapacak ve onları hoş tutmaya zaman ayırabilen,onlarla güya iş yemeğine çıkabilen yok eğer <seyehat engeli bulunmayan> aranıyorsa bu muhteremlerle ilişkiye girme potansiyeli olabilen demekti..Maillerini açtı.. <Sn Zuhal Çelen Öztürk , başvurunuz değerlendirilmiş olup şu an için kendi şartlarımız açısından olumlu olarak sonuçlandırılamamıştır,CV niz insan kaynakları veritabanımızda tekrar gündeme gelebilmesi için saklı tutulmaktadır.. Bilgilerinizi rica ederiz.İnsan kaynakları müdürü..> Domuz müdür.. Oturmuş koltuğa ahkam kesiyor..Birde süslü kelimeler bulmuş ki.. Sen benim veritabanımı biliyor musun ha, markette aldığım gıda maddelerini geri bırakmayı biliyor musun,bir fikrin var mı nasıl bir duygu olduğu hakkında? İnşallah bu yaşadığım senin de başına gelir.. Bir sigara yaktı..Marketten kalan gerginlik azalacağına artmıştı. Acaba Bilal den kalan Öztürk soyadını kullanma samıydı iş başvurularında?. Evli olduğunu sanıyorlardı.Boşanalı sekizinci yıla girmiş ama iş hayatında tacize uğramamak adına dul olduğunu belirtmiyordu yakın arkadaşları hariç.. Ah Bilal ah..Adamın kadınlara düşkünlüğü ve Zuhal in gururunu hiçe sayması, canına tak etmiş, boşanmayı kendi istemişti Zuhal.. Adam tıp okumuş, jinekolog olmuş ama kadınlara düşkünlüğü geçmemişti.Bu erkek milletini anlayamıyordu.. Kocasını başka bir kadınla, en son bizzat kendi yatak odasında yakalamıştı; annesinden döndüğünde..Zuhal in kadınlık gururu incinmişti...Boşanma isteğine Bilal itiraz etmemiş oturduğu daire ve oğulları Ozan ın velayeti Zuhal de kalmıştı.Bilal arabasını ve ceketini alıp çıkıp gitmiş gerisini avukatlar bir celsede halletmişlerdi...Bir daha hiç görüşmemişler, Ozan ı da görmeleri zamanla iyice azalmıştı Bilal in.. Zuhal erkeklerden bayağı soğumuş,ciddiye dönüşebilecek birkaç ilişkinin başlamasına bile engel olmuştu...Cinselliğini bile unutmuştu.. Bazen bedeninde özellikle regl öncesi kendiliğinden ürpermeler oluyorsa da Sanki buna bir karşı güç çıkıyor ve bu heyecanı bastırıyordu.. Kendini çok seven ve sürekli ziyarete gelen komşu kızı Neslihan açık saçık fıkraları çok sever ve anlatırdı.Kızın dişilik damarı hissedilecek kadar yüksek olduğundan,bu konuları konuşmaya bayılır, erkeklerin anlattığı en belaltı konuları anlatırken beden dilinden işveliliği besbelli olurdu...Zuhal e cinsel deneyimlerini imalı imalı sorar ama Zuhal soruyu bilimsel olarak açıklardı....Bir keresinde yine böyle konuları kahkahalarla konuşurken Zuhal birden bu genç bedenli işveli kıza karşı içinden belli belirsiz bir şey hissetmiş, ürpermişti.. Daha sonra , karşı cinse tepkili olan kadınların kendi cinsine yönelme ihtimalinin arttığını, internette okumuş ve kıza soğuk davranarak görüşmesini kendisi azaltmıştı..Otobüste birkaç kez genç erkeklerin kalçasına dokunmaya çalıştığını şahit olunca, olgun bir kadın olmasına karşın iyice soğumuştu cinsellikten. -Zuhal abla,yönetici 3 aylık aidat borcu birikti müsait misin diye soruyor.. Bina görevlisiydi..Kendi yüz yüze görüşemez kapıcıya söyletirdi. Zaten Zuhal le konuşurken yüzüne bakamaz yere bakardı..Erkeklerin bir kısmı böyleydi işte..Yani <bakacak yüzleri yoktu>. -Tamam Şükrü müsait olunca gönderirim senle..kaçmıyoruz ya.. Oğlumu arayayım da moralim düzelsin diye düşündü..Ozan geçen yıl İstanbul hukuku kazanmış Zuhal sevinçten uçmuş onu okutacağına yeminler etmişti..Sarıldı cep telefonuna.. Memnundu okuldan Ozan...Derse girme mecburiyeti yoktu..Ama yıllık harç vardı yatacak.Annesi göndersindi kendisi hallederdi..Birde adidas bir spor ayakkabı istiyordu..Karizma için gerekliydi.Yeni kız arkadaşı olmuştu ve annesinden taktik istiyordu…Çünkü arkadaşı <emo>cuydu..Hani şu yeni akımlardan.Giyimi kuşamı saçları değişikti..Kaşında metal bir parça takan kızın saçları dağınık ve göbeğine kadar geliyordu..Oğlu bu kız tipini yeni gördüğü için hoşuna gidiyor onun isyancı giyimi ve özgür tavırları Ozan ı mest ediyordu… Zuhal yıkılır gibi çöktü koltuğa. Morali düzeleceğine iyice bozulmuştu.. Oğlu başka bir dünyadaydı..Zuhal in yaşantısından çok uzakta.. Gerçeklerden de çok uzakta..Başına ağrılar giriyordu. Dolapta Fransa dan kesin dönüş yapan teyze oğlunun getirip verdiği viski vardı.. Onu getirip açtı..En son Bilal le bir balık restoranında içmişler Zuhal i bir gülme krizi tutmuştu...Cesaret edip yarım bardak sek yuvarladı boğazına.. Zaten soda yoktu dolapta. Tüm bedenine başından başlayarak sıcak bir dalga yayıldı,ikinci kadehi içerken.. Sinirleri gevşemiş ama duyguları ayağa kalkmıştı..Boşalan bardağı karşı duvara attı.. Kırılan bardağın parçaları dağıldı halıya..Beyninde bağırıyodu.. <Topunuzun canı cehenneme! Yüzüme bakamayan yönetici,niye yönetici oldun haa? Telefon edemeyip mail atan personel müdürü hangi personelin müdürüsün.? Hem nasıl müdür oldun insanla telefonda konuşmaya cesaretin yok.? Anan müdür mü doğurdu? Karınla mutlu musun,yoksa şirket sekreterine mi sarkmaya çalışıyorsun?Yoksa ikisiyle de mi..? Poligamik mişler..Ne demek yani? Çok eşli yapı demek? Biz de monogamik mişiz..Yani tek erkekle yetinirmişiz.. Sevsinler..Bunu yaradan nasıl yaratmış..? Biri tek ister biri çok ister..Düşünememiş mi böyle sorun çıkacağını..? Arayın beyler arayın..İki dil bilen seyahat edebilen kimyager arayın.. Hem mesai mevhumumuz da yoktur bizim..Evimiz, oğlumuz,kitaplarımız, eşimiz dostumuz yok bizim..Biz zaten sizi memnun etmek için doğduk.. Akşam iş bitimi ağzınızda salyalar akarak yemeklere götürürsünüz bizi.. İçkinin de yardımıyla ertesi gün olanları kendiniz gibi sümsüklere ballandıra ballandıra anlatırsınız…Koleksiyonunuzun nadide bir parçası oluruz.. Eee bunlar hakkınız sizin çok çalıştınız cipler villalar aldınız.. Fantezilerinizi gerçekleştirmek hakkınız.Ya size ne demeli bedenini pazarlayan şirketlerin dişi farecikleri..?Erkek avcılığı profesörleri.. Sizler değil misiniz erkekleri baştan çıkarıp <kolay kadın>dalında rekorlar kitabına giren? Sizin genel müdüre yaptığınız cinsel taciz değil mi? İşveli sırıtmalar,iç gıcıklayıcı giyinmeler,yakın plan dokunmalar..Hııı ? O kadar bu işlere meyilliyseniz otobüslerde zavallı gençler var gidin de onları memnun edin..Olmaz tabi..Parası yok.. Hayat kadınları perakende, siz toptan… Ohh ne ala memleket ..Bir de çocuk doğurdunuz mu <namuslu> hanımefendi olarak protokollerde yeriniz hazır.. Eyy çok boyalı banka memurları.. Önce hesap bakiyesine bakarsınız müşterinin sonra ona göre pozisyon tutarsınız..Demek ki siz o erkeği değil hesap bakiyesini seviyorsunuz..Canınız cehenneme,topunuzun ! Ozan ım hayat böyle değil..Pis hayat..Acımasız hayat.. Yalancı ve ikiyüzlü hayat.. Emo cu kız mutlu etmez seni kara gözlüm.. Okul harcını ödesin poligamik Bilal efendi.. Canı cehenneme göndermezse…> Sızmıştı..Yakasına yanağından gözyaşı ve içkiden biraz dökülmüştü... -Buyurun efendim doktor hanım sizi bekliyor.. Zuhal in iki gündür sağ kolu omzundan aşağı kadar hissetmiyordu.. Bu üçüncü doktordu..Nörolog ve Fizik tedavici bir şey bulamayınca Psikiyatra yönlendirmişlerdi.. Doktor biten evliliği ve işten atılmasını öğrenince bir iki soru daha sordu uyku ve yemek düzeni ile ilgili.. Zuhal rahattı doktor da kadın olduğu için..Bir süre dinledi doktor... - Orta şiddette bir depresyon geçiriyorsunuz.. Kadın doktorun ses tonu, kendinden emin ama bu sorunu çözebilecek güvendeydi. Bu hastalık kadınlarda erkeklerden üç kat fazla görülürmüş,İlaç kullanması gerekirmiş,Öyle <hayat güzel > deyince geçmezmiş..İlaç ağızda kuruluk ve cinsel istekte azalma yaparmış ama bağımlılık yapmazmış.. En kötüsü de ilaç en az altı ay kullanılacakmış..Bir hafta sonra kol uyuşması kalkarmış..Bir şikayet olursa kendisi telefonunu verecekmiş.. Kendisine iş bulması hastalığın çabuk geçmesini hızlandırırmış.. İşe giremezse eğer uğraşlar bulmalıymış,Her şeyi çözmeye kalkmamalıymış.. İlacı eczaneden alıp yürümeye başladı Zuhal..Üzerinde bir yorgunluk ve içinde bitkinliğin aksine tuhaf bir huzur vardı..Düşünceler bilincine küçük damlalar olarak dökülüyordu: <Çağdaş yaşamın karmaşık etkileri..Benliği parçalanmış birey..Bireyin kurtuluşu..> Ağır yürüyor düşünceleri umarsızca ayaklarına eşlik ediyordu. İnsanlar yeni başlayan yağmurun altında koşuşturmaya başlamışlardı.- Fikret Kızılok
mümkünse, <ayrılık> da verilmeye çalışılsın..tşk ler,,- Üstteki Üye Seni Öpse
size ciddi gelmiyor galiba H1N1 .. ÖPÜŞME SARILMA TOKA FASLINI BİTİRİYORUZ.. NEYMİŞ : ÖPÜŞME OUT JAPON SELAMI : İN- SEVDİKLERİNİZE MÜZİK PARÇASI GÖNDERİN.
vauu, çok beğendim..sevgili @seth, Önemsiz benim söylediklerim Doğrular hep senin bildiklerin Gün biter sessizce odamda Yalnızız biz hep bu romanda Alışmak zor olsa da Yanlış yapsam da ben Mutsuz olsam da... Yalnız kalsam da ben Bilirim alışır insan zamanla... Cevapsız sorular sordum Karşılıksız aşklar yaşadım Üzüldüm hayat bu dedim Yaşayıp öğrenmeliyim Yaşayarak öğrenmeliyim... Yanlış yapsam da ben Mutsuz olsam da... Yalnız kalsam da ben Bilirim alışır insan zamanla... şarkı sözü kime ait? bunu hakettin opeth-ending credits- SEVDİKLERİNİZE MÜZİK PARÇASI GÖNDERİN.
bir parça lütfen... yok öyle bırakıp da gitmek..- SEVDİKLERİNİZE MÜZİK PARÇASI GÖNDERİN.
evet güzeldi..tşk ler.. geceye damardan giriyoruz.. :- Karanlık Şeyler Söylüyorum
bu sözü ayakta alkışlıyorum sevgili fuzuli.. ayrıca içinizde bu sorumluluğu ve acıyı duyduğunuza inanıyor bu kandırılmış,ezilmiş,soyulmuş yurdum insanına birşeyler verebilmek için aynı hissiyatta olduğumuzu düşünmek istiyorum..- Karanlık Şeyler Söylüyorum
Toprak öyle bitip tükenmez, /dağlar öyle uzakta, sanki gidenler hiçbir zaman hiçbir menzile erişemeyecekti. Kağnılar yürüyordu yekpare meşaleden tekerlekleriyle Ve onlar ayın altında dönen ilk tekerlekti. Ayın altında öküzler başka ve çok küçük bir dünyadan gelmişler gibi ufacık kısacıktılar ve pırıltılar vardı hasta kırık boynuzlarında ve ayakları altından akan toprak, toprak, ve topraktı. Gece aydınlık ve sıcak ve kağnılarda tahta yataklarında oyu mavi humbaralar çırılçıplaktı. Ve kadınlar birbirlerinden gizleyerek bakıyorlardı ayın altında geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekerlek ölülerine. Ve kadınlar bizim kadınlarımız: korkunç ve mübarek elleri ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle anamız, avradımız, yarimiz ve sanki hiç yaşanmamış gibi ölen ve soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki ve kara sabana koşulan ve ağıllarda ışıltısında yere saplı bıçakların oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan kadınlar, bizim kadınlarımız şimdi ayın altında kağnıların ve hartuçların peşinde harman yerine kehriban başlı sap çeker gibi aynı yürek ferahlığı, aynı yorgun alışkanlık içindeydiler. Ve onbeşlik şaraplenin çeliğinde ince boyunlu çocuklar uyuyordu. Ve ayın altında kağnılar yürüyordu Akşehir üzerinden Afyon`a doğru. NAZIM HİKMET- BİR NESİL BUNLARI İZLEDİ...
türk televizyonculuğu 1975 yılnda başladı yayınına yanlış hatırlamıyorsam.. çoğu insan bilmeyebilir bir tek TRT kanalı ve siyah beyaz .. oda haftada 3 gün.. şöyle bir baktımda ne diziler gelmiş geçmiş..insana yaşlandığını hissettiriyor.. bakalım ne hissedeceksiniz? bonanza aşk gemisi kaçak- dr.richard kimbell avukat- petroçelli kökler-kunta kinte zengin ve yoksul komser baretta dallas küçük ev komser coloombo uzay yolu.. süper baba bizimkiler ikinci bahar perihan abla- NURİ İYEM
Nuri İyem (1915, İstanbul - 18 Haziran 2005, İstanbul), toplumsal-gerçekçi sanat akımının önde gelen ressamlarından. Anadolulu kadın portreleriyle tanınmıştır. 3500 civarında resmi vardır. 1941 yılında Avni Arbaş, Agop Arad, Turgut Atalay, Haşmet Akal, Kemal Sönmezler, Selim Turan, Fethi Karakaş, Ferruh Başağa, Mümtaz Yener ile beraber "Yeniler" grubunu oluşturmuş ve "Liman" adlı bir sergi ile toplumsal-gerçekçi sanat görüşünü ortaya koymuştur. Hayatı Henüz üç yaşında iken 1918 yılında annesi ve ablası ile birlikte babasının görevi gereği bulunduğu Mardin’e bağlı bir ilçe olan Cizre’ye gitti. İleriki yıllarda gözleri sanat yaşamının portrelerine konu olacak ve kendisi ile çok yakından ilgilenen ablasını 1922 yılında kaybetti. İlkokula Mardin’de başladı. Ailesiyle geldiği İstanbul’dan 1923 yılında annesi ve teyzesiyle gittiği Arnavutluk İşkodra’da mahalle mektebine ardından da İtalyan İlkokulu’na devam etti. Ortaokulu, tekrar döndüğü İstanbul’da okuyan Nuri İyem, Pertevniyal Lisesi öğrencisi iken yaptığı resimlerini dönemin Akademi hocası Nazmi Ziya Güran’a gösterince, Akademi’ye kabul edilebileceği yanıtını aldı. 1933 yılında girdiği Akademi’de öğreniminin ilk yılında Nazmi Ziya Güran’ın öğrencisi oldu. Daha sonraki yıllarda Hikmet Onat, İbrahim Çallı ve Leopold Levy ile çalıştı. Estetik derslerini ise daha sonraki yıllarda yakın dostu olacak olan Ahmet Hamdi Tanpınar’dan aldı. 1937 yılında birinciliği dönem arkadaşı Ragıp Gürcan ile paylaşarak mezun oldu. 1938 yılında yani II. Dünya Savaşı sıralarında asteğmen olarak Trakya’ya gitti. Askerliğini yaptıktan sonra Giresun’a resim öğretmeni olarak atandı. Mezun olduğu okula 1940 yılında “Yüksek Resim Bölümü”nde okumak üzere tekrar geri döndü. Leopold Levy’nin öğrencisi oldu. 1944 yılında “Yüksek Resim Bölümü”nü Nalbant adlı çalışması ile ikinci kez birincikle ilk mezun olarak bitiren sanatçı, aynı yıl Nasip Özçapan’la evlendi. Nuri İyem 1941 yılında Avni Arbaş, Agop Arad, Turgut Atalay, Haşmet Akal, Kemal Sönmezler, Selim Turan, Fethi Karakaş, Ferruh Başağa ve Mümtaz Yener gibi toplumcu-gerçekçi sanat anlayışını paylaştığı arkadaşları ile Yeniler Grubu’nun kurucusu oldu. Grup, “Liman Kenti İstanbul” konulu ilk sergisini Beyoğlu Matbuat Umum Müdürlüğü binasında açtı. Türkiye’nin ilk özel resim dersanesini Beyoğlu Asmalımescit S. Önay Apartmanı çatı katında Fethi Karakaş ve Ferruh Başağa ile birlikte kurdu. Buradan yetişen öğrencilerin ilerleyen yıllarda Tavanarası Ressamları adlı bir grup kurduklarına şahit oldu. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Bir heykel kadar sımsıkı, yeşil mehtap aydınlığı kadar zarif, geçmiş zamanın havasını içinde taşıyan eski fresk ve ikonalar kadar yalın dediği kadın yüzleri, köyden kente göçün yoğunlaştığı, bireye ait sosyal hakların kadınlar aleyhine işlediği bir dönemin ürünüdür. Mahur, çekingen, güzel, utangaç ve melankolik halleri ile bu yüzler, hem ölen ablasının hayali imgesi hem de zamanı aşan ikonik bir sembol olarak Nuri İyem’in sanatının billurlaşmış bir örneğidir. Sanatçının aynı tarihlerde gerçekleştirdiği, Anadolu gerçeğine ulusalcı bir bakışla yaklaştığı ‘göç’ resimlerinde de, çalışan, emeğini topraktan çıkaran kadınlar sembolize edildi. Boyut ve soyut sonrası olmak üzere iki dönem altında biçimlenen sanatı akademi merkezli sanat görüşlerine karşıt bir seçenek üzerinde kimliğini oluşturan sanatçının 2001 yılında Evin Sanat Galerisi tarafından resimlerinin yer aldığı koleksiyonlar tespit edilerek görselleri arşivledi. Projenin devamı olarak, 1504 resimden oluşan "Dünden Yarına Nuri İyem”" Retrospektif sergisi açılan ve sergiye gelen tüm yapıtların yer aldığı iki ciltlik kitabı yayımlanan sanatçı, Ulus’taki evinde 90 yaşında 18 Haziran 2005 tarihinde vefat etti. Zincirlikuyu Mezarlığı’nda toprağa verilen sanatçının, aralarında kendisi gibi sanatçı eşi ve hayat arkadşı Nasip İyem’in de bulunduğu cenaze törenine katılanların yakalarına, sanatçıyı "Anadolu Kadınları" temalı bir tablosunun önünde gösteren fotoğrafı takıldı. Resim tutkusu Resme olan tutkusu ile anne ve babasının ona karşı olan tutumunu kendi sözleri ile şöyle aktarır: Resme olan tutkum yüzünden babamdan yediğim tokatlarla , söze başlamam gerekiyor önce: Mardin’de ilkokuldaydım. Bir tatil günü evde renkli kalemlerle resim yapıyordum. O zamanlar kullandığımız renkli kalemler kalitesiz olduklarından uçları hemen kırılıyordu. Külüstür bir çakı ile kırılan uçları açmak için uğraşıyordum. Ama kalemleri yontmak çok zor oluyordu. İşte, tam bu sırada duvara gömülü dolap içinde bir kutuda duran babamın usturaları geldi, aklıma. Çoktandır o usturaları kullanmadığını da biliyordum. Ama usturaları almaya korkuyordum. Babam evde olmadığı zamanlar, berbere gittiğinde almak daha kolayıma geliyordu, tabii. Usturalarla, renkli uçları kırılıveren kalemleri daha kolay yontabiliyordum. Yontabiliyordum ama usturaların o keskin ağızları da çabucak kırılıyordu. Resim yaptıktan sonra usturaları kutuya koyup dolaba kaldırdım. Kopacak fırtınayı bekliyordum. Şimdi bunları hatırladığımda yaşananların üzerinden sadece bir iki ay geçmiş gibi geliyor, bana. Babam dolabın kapısın açmış, elinde usturalarla önünde durmuş ve beni çağırıyordu. Yanına gittiğimde hiçbir şey söylemeden tokatları indirmeye başladı. Yeterince tokatladığına inanınca da usturaları bu hale niçin getirdiğimi sordu. Olayı olduğu gibi anlattım. Usturaları çok uzun zaman önce gördüğümü, kalemlerin uçunu açarken bu kadar kolay kırılacaklarını hiç sanmadığımı ve kendisinin de kullanmadığına göre lüzumlu olmadığını düşündüğümü söyledim. Babamın usturalarını kullanarak yaptığım resme ne oldu şimdi hatırlamıyorum. Ama resim yapmak, öylesine heyecan ve keyif verici bir şeydi işte. Ödülleri 1973 Cumhuriyet’in 50.Yılı Resim Ödülü, 1989 Sedat Simavi Görsel Sanatlar Ödülü 1997 Tüyap İstanbul Sanat Fuarı Onur Ödülü BAZI ESERLERİ portre Göreme güvercin ve kadınlar sokak nalbant- ALLAH YOKTUR!
tartışmalar yanlış bir eksende yoğunlaşıyor.. adeta GS-FB taraftarlarının psikolojik savaşına dönüşme eğilimini seziyorum. eğer empati yapılmazsa burada sadece <nefret> i yoğunlaştırırız. yani karşı tarafın duygularına ulaşmaya çalışmalıyız,başka türlü o insanı anlayamayız da,ikna edip görüşlerini de değiştiremeyiz. ++++ <inançsız> bir insana bir dinin kutsal kitabından alıntılar yapmak bir şey ifade etmez.. çünki bütün dinler inançsızlık karşısında kağıttan kaplan gibi çökerler.. bunun için tüm dinlerde inanç sistemi kendisini korumak için ceza ve yaptırım sistemini de kendi içinde barındırır.. sizi <cennetten> mahrum bırakma yaptırımından tutun <kafirlik > ve hatta <katlin vacip olması>na kadar gidebilen yaptırımlardır bunlar. 2009 türkiyesi, dinsel eksenli bir yaşamı dayatan, yerleştiren bir konjunktür içerisinde tutulmaktadır.. yani yeterince <din> pompalanıyor insanlara.. bu nedenle <inançsız> ın bir de ciddi açmazı var: o görüşlerini uluorta söyleyemez, dindar olmak belirli çevrelerde prim yapabilirken,dinleri reddetmek, dışlanma ve taciz nedeni olabilir.çünki bu ülkenin biyerlerinde hala ortaçağ cehaleti egemen.. ++++ dinlerin tarih boyunca evrilip gelişmesine bakıldığında, çoğu dinlerin zamanı gelince öldüğünü, yeni dinlerin doğduğunu, doğan dinlerin çağdaş yaşama ayak uydurma kabiliyetinin bir sonucu olarak ya toplum yaşamında etkili bir aktör olarak kaldığını yada radikalleşerek kendi taraftarları dışında etki alanı kalmadığını görüyoruz..yaklaşık 2500 yıl öncesine dayalı arap yarımadası ve ortadoğu sosyolojisinden kaynağını alan islamiyet, kendi içinde katı ,tavizsiz buyrukları ile çağdaş yaşamın gerekleri arasında sorgulanma sürecini yaşıyor.. <bilim>e artık laf atılmıyor, dünyanın öküzün boynunda durduğu gibi tezler ileri sürülmüyor, bazı <cesur> ilahiyatçı-yazarlar <allah ile kul arasındaki tüm çıkar gruplarının> çanına ot tıkıyor.hatta aralarında <evrimi de allah yaratmıştır> diyenler bile var.. ++++ dinsel inanç olgusu elbette özel bir olaydır.. ve görüşümce de dinsel inançla bilimsel öğretiyi karşı karşıya getirmek <edebi kördöğüşü>nden başak bir sonuç çıkarmaz.. ama tüm dinlerin bir özelliği varki bir ipucu verir bizlere: tüm dinler tarih boyunca sınıflı toplumlarda güçlü olan egemen sınıfın yanında yeralmıştır..yoksulluk ve sefalet içindeki insanlara <cennet>e kadar sabır öğütlenir. islam ülkelerinde yoksulların karnı bir ay boyunca doyurulur.. sadaka ve zekat kurumları ile zenginlere <yoksula yardım et> öğütleri verilir. tarihin ortaçağ derebeyliği döneminde kilise engizisyonu, milyonlarca insanı <düzene uymadığı> için işkencelerle katletmiştir.çünki iktidardaki çıkar grupları ile kilise iktadırın paylaşmışlardı.. tüm dinlerin bir başka özelliği de büyük insan yığınlarını kontrol altında tutmaya yaramakta,tıpkı futbol gibi,insanlara acılarını belli sürelerde unutmasını sağlamaktadır. ++++ empati yapabilmek adına ,dinleri reddeden materyalist düşünce sistemini yani <inançsız>ın nasıl bir düşünce sistemi olduğunu sistematik olarak anlamak adına DİYALEKTİK ve TARİHSEL MATERYALİZM burada verdim.. ben kendi adıma <inançlı > insanlara saygı duyuyorum ve dindar bir orjinden geldiğim için <katlin vacip > diyenler hariç onları seviyorum.. onlardan istediğim bu verdiğim uzun felsefi çalışmayı yapsınlar,yani karşı görüşün içine girsinler..biraz emekler verilsin..ben tüm kutsal kitapların türkçesini okumaya çalıştım..devam edeceğiz..- H1N1 ve HAC
biraz relax,- GÜNAYDIN
- HELLOWEEN ( Korkmayın )
yaşasın cadılar.. ama tatlı cadılar..ELİZABETH MONTGOMERY yi (tatlı cadı) hatırlayan varmı içinizde arkadaşlar?- Okullardaki boş kütüphaneler...
işte bir <çalıkuşu..> kutluyorum sizi.. kütüphanem zengin ancak ilköğretime uygun değil.. keşke çocuk kitapları olabilseydi..- Karanlık Şeyler Söylüyorum
İSTANBULU DİNLİYORUM İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı Önce hafiften bir rüzgar esiyor; Yavaş yavaş sallanıyor Yapraklar ağaçlarda; Uzaklarda, çok uzaklarda, Sucuların hiç durmayan çıngırakları İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı. İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı; Kuşlar geçiyor, derken; Yükseklerden, sürü sürü, çığlık çığlık. Ağlar çekiliyor dalyanlarda; Bir kadının suya değiyor ayakları; İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı. İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı; Serin serin Kapalıçarşı Cıvıl cıvıl Mahmutpaşa Güvercin dolu avlular Çekiç sesleri geliyor doklardan Güzelim bahar rüzgarında ter kokuları; İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı. İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı; Başımda eski alemlerin sarhoşluğu Loş kayıkhaneleriyle bir yalı; Dinmiş lodosların uğultusu içinde İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı. İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı; Bir yosma geçiyor kaldırımdan; Küfürler, şarkılar, türküler, laf atmalar. Bir şey düşüyor elinden yere; Bir gül olmalı; İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı. İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı; Bir kuş çırpınıyor eteklerinde; Alnın sıcak mı, değil mi, biliyorum; Dudakların ıslak mı, değil mi, biliyorum; Beyaz bir ay doğuyor fıstıkların arkasından Kalbinin vuruşundan anlıyorum; İstanbul'u dinliyorum. ORHAN VELİ KANIK- Karanlık Şeyler Söylüyorum
AYSEL GİT BAŞIMDAN Aysel git başımdan ben sana göre değilim Ölümüm birden olacak seziyorum. Hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim Aysel git başımdan istemiyorum. Benim yağmurumda gezinemezsin üşürsün Dağıtır gecelerim sarışınlığını Uykularımı uyusan nasıl korkarsın, hiçbir dakikamı yaşayamazsın. Aysel git başımdan ben sana göre değilim. Benim için kirletme aydınlığını, hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim Islığımı denesen hemen düşürürsün, gözlerim hızlandırır tenhalığını Yanlış şehirlere götürür trenlerim. Ya ölmek ustalığını kazanırsın, ya korku biriktirmek yetisini. Acılarım iyice bol gelir sana, sevincim bir türlü tutmaz sevincini. Aysel git başımdan ben sana göre değilim. Ümitsizliğimi olsun anlasana hem kötüyüm, karanlığım biraz, çirkinim. Sevindiğim anda sen üzülürsün. Sonbahar uğultusu duymamışsın ki içinden bir gemi kalkıp gitmemiş, uzak yalnızlık limanlarına. Aykırı bir yolcuyum dünya geniş, Büyük bir kulak çınlıyor içimdeki. Çetrefil yolculuğum kesinleşmiş. Sakın başka bir şey getirme aklına. Aysel git başımdan ben sana göre değilim, ölümüm birden olacak seziyorum, hem kötüyüm, karanlığım biraz, çirkinim. Aysel git başımdan seni seviyorum... ATTİLA İLHAN- DİYALEKTİK VE TARİHSEL MATERYALİZM
FELSEFİ MATERYALİZMİN TEMEL NİTELİKLERİ a)Dünyayı, bir "mutlak ide"nin, bir "evrensel ruh"un, "bilinç"in cisimleşmesi olarak gören idealizmin tersine, felsefi materyalizm, dünyayı haliyle maddi olarak kabul eder; dünyadaki bütün değişik olayları, hareket halindeki maddenin değişik biçimleri olarak görür; diyalektik yöntemin ortaya koyduğu gibi, olayların karşılıklı ilişkileri ve birbirine bağlılıkları, hareket eden maddenin gelişme yasasıdır; dünya, maddenin hareket yasalarına uygun olarak gelişir ve hiçbir "evrensel ruh"a tanrıya ve din buyruklarına gereksinimi yoktur. "Materyalist dünya görüşü, doğanın, olduğu gibi, hiçbir şey katmaksızın kavranmasıdır." (F.Engels Ludwig Feuerbach'ın Tezi) "Dünya bir tümdür; hiçbir insan tarafından yaratılmamıştır; o sistemli olarak parlayan ve sistemli olarak sönen, öncesiz ve sonsuz, canlı bir alev hallindeydi ve öyle olarak da kalacaktır" diyen eski filozof Heraklit'in materyalist görüşünden söz ederken Lenin, "diyalektik ve materyalizm ve ilkelerinin ve çok ve güzel ve bir ve anlatımıdır ve bu" diyor. (Felsefe Defterleri) Gerçekte yalnız bilincimizin var olduğunu, maddi dünyanın, varlığın, doğanın, ancak bizim bilincimizde, duyularımızda, düşün ve algılarımızda bulunduğunu savunan idealizmin tersine, materyalist felsefe, maddeyi, doğayı, varlığı bilincimizin dışında ve ondan bağımsız olarak var olan nesnel bir gerçek olarak kabul eder. Madde, bütün duyuların, düşünlerin ve bilincin kaynağı olduğu için, ilk veridir. Maddenin, varlığın bir yansıması olan bilinçse, ikinci veridir. Düşünce, gelişmesinde yüksek bir kusursuzluk düzeyine erişmiş olan bir maddenin, yani beynin ürünüdür. Beyin düşünme organıdır, ve bu yüzden, insanın düşünceyi maddeden ayırması büyük bir yanlışlık yapması demektir. "Düşüncenin varlıkla, ruhun doğayla ilişkisi sorunu tüm felsefenin en önemli sorunudur. Filozofların bu soruya verdikleri yanıtlar, onları iki büyük kampa ayırmıştır. Ruhun doğaya göre öncelik taşıdığını ileri sürenler ... idealizm kampını oluştururlar. Doğaya öncelik tanıyan ötekilerse materyalizmin çeşitli ekollerini oluştururlar." (F.Engels -Ludwig Feuerbach ve Klâsik Alman Felsefesinin Sonu) : "Tek gerçek, bizim de içinde olduğumuz, duyusal olarak algılanabilen maddi dünyadır... Bilincimiz ve düşüncemiz, ne kadar duyuların üstünde görünürlerse de, maddi ve bedensel bir organın, yani beynin ürünüdürler. Madde ruhun ürünü değil, tersine, ruhun kendisi maddenin en yüksek ürününden başka bir şey değildir." (Aynı yapıt) "Düşünceyi, düşünen maddeden ayırmak olanaksızdır. Bütün değişikliklerin öznesi maddedir." (Karl Marx- Kutsal Ai1e) "Genellikle, materyalizm, nesnel gerçek varlığın (maddenin) bilinçten, duyulardan ve deneyimden bağımsız olduğunu kabul eder... Bilinç... varlığın bir yansımasından başka bir şey değildir, ve en fazla, varlığın yaklaşık olarak doğru (yeterli, tamı tamına) bir yansımasıdır." "Madde, duyu organlarımıza etki yaparak duygular yaratan şeydir. Madde bize duyularla verilen nesnel bir gerçektir... Madde, doğa, varlık, fiziksel olan her şey ilk veridir; ruh, bilinç, duyular, ruhsal olan her şey ise ikinci veridir." (Aynı yapıt) "Dünya tablosu, maddenin nasıl hareket ettiğini ve maddenin nasıl düşündüğünü gösteren bir tablodur." (Aynı yapıt) "Beyin düşünme organıdır." (Aynı yapıt) c) Dünyanın ve onun yasalarının bilinebileceğini yadsıyan, bilgilerimizin değerine inanmayan, nesnel gerçeği kabul etmeyen ve dünyanın bilimle anlaşılamayacak "kendinde şeyler"le dolu olduğunu savunan idealizmin tersine, marksist felsefi materyalizm, dünyayı ve onun yasalarını tümüyle bilinebilir, deneyim ve pratikle doğrulanmış olan doğa yasaları üzerine bilgilerimizin nesnel gerçeğin tutarlılığını taşıyan geçerli bilgiler olduğunu kabul eder. Ve dünyada bilinmeyecek hiçbir şey yoktur, yalnızca henüz bilemediğimiz, ama bilim ve pratik yoluyla açıklanacak ve bilinir duruma sokulacak şeyler vardır. Dünyanın bilinemiyeceğini ve kavranamıyacak "kendinde şeyler"in var olduğunu savunan Kant ve öteki idealistlerin görüşlerini eleştirip bilgimizin sağlam bilgi olduğunu ileri sürerek, materyalist tezi savunurken, Engels, şunları yazıyor: "Bunu ve bütün öteki felsefi fantezileri en etkili biçimde çürüten şey, pratik, özellikle deneyim ve sanayi pratiğidir. Bir doğa sürecini kavrayışımızın doğruluğunu, o süreci kendimiz yaparak, onu kendi öz ortamında oluşturarak ve üstelik kendi amaçlarımız için kullanarak tanıtlayabiliyorsak, Kant'ın o kavranması olanaksız olan 'kendinde şey'ine bir son vermiş oluruz. Bitki ve hayvan organlarından elde edilen kimyasal maddeler, organik kimya, onları ardardına üretmeye başlayana dek, böyle 'kendinde şeyler' olarak kaldılar. Bundan sonradır ki, o 'kendinde şey' bizim için bir şey haline geldi. Sözgelimi, kökboyanın renkli maddesi aliçeri, şimdi artık, tarlalarda kökboya yetiştirmekle değil, çok daha ucuz ve kolaylıkla kömür katranından elde edilmektedir. Üç yüzyıl boyunca, Kopernik'in güneş sistemi bir hipotez olarak kaldı; doğruluğu üzerine bire karşı yüzbin, onbin bahse girişilebilecek bir hipotez olarak, ama yine de bir hipotez olarak. Ama ne zaman ki, Leverrier, bu sistem sayesinde elde edilen sayılara dayanarak bilinmeyen bir gezegenin varlığının gerekliliğini ortaya koydu ve üstelik bu gezegenin gökte mutlaka olması gereken durumunu hesapladı; ne zaman ki, Galile, gerçekten bu gezegeni buldu, Kopernik sistemi de tanıtlanmış oldu." (Ludwig Feuerbach ve Klâsik Alman Felsefesinin Sonu) Felsefi materyalizmin karakteristik nitelikleri kısaca işte bunlardır. Felsefi materyalizm ilkelerinin toplum yaşamını ve toplum tarihini inceleme alanlarına uzatılmasının ne kadar gerekli olduğu, bu ilkelerin toplum tarihine ve proletarya partisinin pratik faaliyetine uygulanmasının ne büyük önem taşıdığı kolayca anlaşılmaktadır. Doğa olayları arasındaki karşılıklı ilişki, bağlılık doğanın gelişme yasalarıysa, bundan, sosyal yaşamdaki olaylar arasındaki karşılıklı ilişki ve bağlılığın da toplumun gelişme yasaları olduğu ve rastgele bir şey olmadığı sonucu çıkar ortaya. Böylece, toplumsal yaşam ve toplum tarihi bir "rastlantılar" yığını olmaktan kurtulur; çünkü toplum tarihi, toplumun zorunlu bir gelişmesi haline ve toplumsal tarihin incelenmesi de bir bilim haline gelir. Devam edelim. Dünya bilinebilirse, doğanın gelişme yasaları üzerine edindiğimiz bilgiler nesnel gerçeklerin geçerliliğini taşıyan sağlam bilgilerse, bundan, toplum yaşamının, toplumsal gelişmenin de bilinebileceği ve toplumsal gelişme yasaları üzerine edinilen bilimsel bilgilerin nesnel gerçek geçerliliği taşıyan sağlam bilgiler olduğu sonucu çıkar ortaya. Bu yüzden, toplum tarihi bilimi, toplum yaşamındaki olayların tüm karmaşıklığına karşın, sözgelimi biyoloji kadar kesin bir bilim haline gelebilir, ve, toplumsal gelişme yasalarından pratik amaçlar için yararlanılabilir. Devam edelim. Doğa, varlık, maddi dünya birinci veri, bilinç ve düşünce ikinci, türevsel veriyse; maddi dünya insan bilincinden bağımsız olarak var olan nesnel gerçeği temsil ediyorsa, ve bilinç, bu nesnel gerçeğin bir yansımasıysa, bundan aynı biçimde, toplumun maddi yaşamının ve varlığının önde geldiği, ruhsal yaşamınınsa ikinci, türevsel bir veri olduğu, ve, toplumun maddi yaşamının insan iradesinden bağımsız olarak var olan nesnel bir gerçek olduğu, toplumun ruhsal yaşamınınsa bu nesnel gerçeğin bu, varlığın bir yansıması olduğu sonucu çıkar ortaya. Bu yüzden, toplumun ruhsal yaşamının oluşum kaynağını, sosyal düşünlerin, sosyal teorilerin, politik görüş ve politik kurumların doğuş kaynaklarını, bu düşünlerin, teorilerin, görüşlerin ve politik kurumların kendilerinde değil, bu düşünleri, teorileri, görüşleri vb. yansıtan toplumsal varlıkta, toplumun maddi yaşam koşullarında aramak gerekir. Bu yüzden, toplum tarihinin değişik dönemlerinde değişik sosyal düşün, teori, görüş ve politik kurumlar görülebiliyorsa; köleci sistemde belli birtakım sosyal düşün, teori, görüş ve politik kurumlarla karşılaşmışken feodalizmde başkalarına, kapitalizmde daha başkalarına rastlıyorsak; bu düşünler, teoriler, politik görüş ve politik kurumlar, kendi "doğası" ve "özellikleri"yle değil, sosyal gelişmenin değişik dönemlerinde toplumun maddi yaşam koşullarının da değişik oluşuyla açıklanmalıdır. Toplumun varlığı, toplumdaki yaşam koşulları nasılsa, o toplumun düşünleri, teorileri, politik görüş ve politik kurumları da öyledir. "İnsanların varlığını belirleyen bilinçleri değil, tersine, bilinçlerini belirleyen sosyal varlıklarıdır." (Karl Marx/Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı'ya Önsöz) Ancak, sosyal düşünlerin, teorilerin, politik görüş ve politik kurumların toplum yaşamında hiç önemi olmadığı, sosyal varlığı, toplumun maddi yaşam koşullarının gelişmesini karşılıklı olarak etkilemediği sonucu çıkmaz. Biz buraya dek yalnızca, sosyal düşünlerin, teorilerin, politik görüş ve politik kurumların kaynaklarından, ortaya çıkışlarından söz ettik; bunların toplumun ruhsal yaşamının, onun maddi yaşam koşullarının bir yansıması olduğunu söyledik. Bu sosyal düşünlerin, teorilerin, politik görüş ve politik kurumların önemine, tarihteki rollerine gelince, tarihsel materyalizm onları asla yadsımaz; tersine, onların toplum yaşamı ve toplum tarihi üzerindeki rollerini ve önemlerini özellikle belirtir. Değişik türde sosyal teoriler ve düşünler vardır. Günlerini doldurmuş olan ve toplumun cançekişen güçlerinin çıkarlarına hizmet eden eski düşünler ve teoriler vardır. Bunların önemi, toplumsal gelişme ve ilerlemeye zarar vermelerinden dolayıdır. Bir de, toplumun ilerici güçlerinin çıkarlarına hizmet eden, yeni ve ileri düşünler vardır. Bunlar, toplumun gelişmesine, ilerlemesine yardım ettikleri için önem taşırlar ve toplumun maddi yaşam koşullarındaki gelişmenin gereklerini ne kadar doğru yansıtırlarsa önemleri de o kadar büyüktür. Yeni sosyal düşünler ve teoriler, ancak, toplumun maddi yaşamındaki gelişmenin toplumun önüne yeni görevler koymasıyla ortaya çıkarlar. Ama bir kez ortaya çıktıktan sonra da, toplumun maddi yaşamındaki gelişmenin ortaya koyduğu yeni görevlerin gerçekleştirilmesini kolaylaştıran, toplumun ilerlemesine yardım eden en büyük güç haline gelirler. İşte tam bu noktada, yeni düşünlerin, yeni teorilerin, yeni politik görüş ve politik kurumların örgütleyici, harekete geçirici, değiştirici tüm önemi apaçık kendini gösterir. Yeni sosyal düşünler ve teoriler, topluma tamamen gerekli oldukları için, ve, bunların örgütleyici, harekete geçirici ve değiştirici nitelikleri olmaksızın toplumun maddi yaşam koşullarındaki gelişmenin zorunlu amaçlarının başarılması olanaksız olacağı için, ortaya çıkarlar. Toplumun maddi yaşamındaki gelişmenin ortaya koyduğu görevler tarafından ortaya çıkarılan bu yeni sosyal düşünler ve teoriler kendilerine yol bularak yığınların malı olurlar, yığınları toplumun cançekişen güçlerine karşı harekete geçirerek örgütlerler, böylece de, toplumun maddi yaşamındaki gelişmeye zarar veren bu güçlerin yıkılmasını kolaylaştırırlar. Bu yüzden, toplumun maddi yaşamının gelişmesiyle toplumsal varlığın göstermekte olduğu gelişmenin olgunlaşmış görevlerinin temeli üstünde fışkıran yeni sosyal düşünler, teoriler, politik görüş ve politik kurumlar, sonradan kendileri de toplumun maddi yaşamının olgunlaşmış görevlerini tümüyle sonuna dek yerine getirmek ve onun daha da gelişmesi olanağını sağlayacak gerekli koşulları yaratmak yoluyla, toplumsal varlığı ve toplumun maddi yaşamını etkilerler. İşte, tarihsel materyalizmin, toplumsal varlıkla toplumsal bilinç arasındaki, toplumun maddi yaşamındaki gelişmeyle toplumun ruhsal yaşamının gelişmesi arasındaki ilişkiler sorununa getirdiği çözüm budur. 3. TARİHSEL MATERYALİZM Şimdi, geriye şu soruya açıklığa kavuşturmak kalıyor: Tarihsel materyalizm açısından son çözümlemede, toplumun görünüşünü, düşünlerini, görüşlerini, politik kurumlarını vb. belirleyen "toplumun maddi yaşam koşulları"yla ne anlatılmak isteniyor? "Toplumun maddi yaşam koşulları" ne demektir, bunların ayırdedici nitelikleri nelerdir? Kuşkusuz bir şeydir ki, "toplumun maddi yaşam koşulları" kavramı, her şeyden önce, toplumun maddi yaşamının en vazgeçilmez ve değişmezlerinden biri olan, toplumsal gelişmeyi haliyle etkileyen coğrafi ortamı, toplumu çevreleyen doğayı kapsamaktadır. Peki, coğrafi ortamın toplumsal gelişmedeki rolü nedir? Coğrafi ortam, toplumun görünüşünü, insanların sosyal sisteminin niteliğini, bir sistemden ötekine geçişini belirleyen ana etken midir? Tarihsel materyalizm bu soruya olumsuz karşılık verir. Coğrafi ortam, hiç kuşkusuz, toplumun değişmez ve vazgeçilmez koşullarından biridir. Ve elbette ki, toplumun gelişmesini etkiler: bu gelişmeyi hızlandırır ya da yavaşlatır. Ama, mademki toplumdaki gelişme ve değişmeler coğrafi ortamdaki gelişmelerden karşılaştırılamıyacak kadar bir hızla ilerliyor, öyleyse, bu etki belirleyici bir etki değildir. Üç bin yıllık bir sürede, Avrupa'da birbiri ardısıra üç ayrı sistem gelmiştir: ilkel komünal sistem, kölecilik ve feodal sistem. Doğu Avrupa'da, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği toprağı üzerinde ardarda dört ayrı sosyal sistem geçmiştir. Oysa, bu süre içinde Avrupa'daki coğrafi koşullar ya hiç değişmemiştir ya da coğrafyada kaydedilemiyecek kadar az değişiklik olmuştur. Bu anlaşılır bir şeydir. Coğrafi ortamda az çok önemli bir değişme olması için milyonlarca yılın geçmesi gerekli olduğu halde, insanların toplumsal sisteminde hatta çok önemli bir değişikliğin olabilmesi için birkaç yüzyıl ya da iki bin şu kadar yıl yeter. Bundan da anlaşılıyor ki, coğrafi ortam sosyal gelişmenin ana nedeni, belirleyicisi olamaz. Çünkü onbinlerce yıllık bir süre içinde hemen hemen değişmeden kalan bir şey, birkaç yüzyılda köklü değişikliklere uğrayan bir şeyin gelişmesinde temel neden olamaz. Kuşkusuz bir şeydir ki, "toplumun maddi yaşam koşulları" kavramı, nüfus artışını, şu ya da bu kadar olan nüfus yoğunluğunu da kapsar. Çünkü insan, toplumun maddi yaşam koşullarının zorunlu öğelerinden biridir. Belli bir insan sayısı tabanına erişilmedikçe toplumun herhangi bir maddi yaşamı olamaz. Öyleyse, nüfus artışı, insanoğlunun sosyal sisteminin niteliğini belirleyen temel bir güç müdür? Tarihsel materyalizm bu soruya da olumsuz karşılık verir. Kuşkusuz, nüfus artışı toplumdaki gelişmeyi etkiler, bu gelişmeyi hızlandırır ya da yavaşlatır; ama toplumun gelişmesinde asıl güç olamaz ve toplumun gelişmesi üstüne olan etkisi belirleyici nitelikte bir etki değildir. çünkü, nüfus artışı tek başına bir sosyal sistemin yerini, neden başkasına değil de, tam şu biçimde bir sosyal sisteme bıraktığını, neden ilkel komünal sistemin ardından kesinlikle köleci sistemin, onun ardından feodal sistemin, onun ardından da burjuva sisteminin gelip bir başka sistemin gelmediğini açıklayabilecek ipuçları veremez. Nüfus artışı toplumsal gelişmenin belirleyici gücü olsaydı, daha fazla bir nüfus yoğunluğu, zorunlu olarak, buna bağlı daha yüksek biçimde bir sosyal sistem doğururdu. Ama durumun böyle olmadığını görüyoruz. Çin'deki nüfus yoğunluğu Amerika Birleşik Devletleri'ndekinden dört kat daha fazladır. Sosyal gelişme sırasında Amerika Birleşik Devletleri Çin'den önde gelir. Çünkü Çin'de hâlâ yarı-feodal bir sistem hüküm sürmektedir. Oysa Amerika Birleşik Devletleri kapitalist gelişmenin en yüksek aşamasına erişeli çok oluyor. Belçika'daki nüfus yoğunluğu Amerika Birleşik Devleri'ndekinden 19, Ama yine de, Amerika Birleşik Devletleri sosyal gelişme sırasında Belçika'dan ilerdedir. Bunlar gösteriyor ki, nüfus artışı, toplumsal gelişmenin temel gücünü, sosyal sistemin temel niteliğini ve toplumun görünüşünü belirleyen güç değildir, olamaz da. a) Peki ama, toplumun maddi yaşam koşulları düzeni içinde, toplumun görünüşünü, sosyal sistemin niteliğini, toplumun bir sistemden ötekine gelişmesini belirleyen temel güç öyleyse nedir? Tarihsel materyalizme göre, bu güç, insanın varoluşu için gerekli olan yaşama araçlarının elde ve ediliş ve biçimi; toplumun yaşayabilmesi ve gelişebilmesi için zorunlu olan yiyecek, elbise, ayakkabı, ev, yakacak, üretim aletleri vb. gibi maddi malların üretim biçimidir. İnsanların yaşamak için yiyeceğe, giyeceğe, ayakkabıya, barınağa, yakacağa vb. sahip olmaları, bu maddi mallara sahip olmak için de onları üretmeleri gerekir; ve, bunları üretmek için insanların yiyecek, giyecek, ayakkabı, barınak, yakacak vb. üretebilecekleri üretim aletlerine sahip olmaları, bu aletleri üretebilmeleri, kullanabilmeleri gerekir. Maddi değerlerin üretilmesinde kullanılan üretim aletleri, belirli bir üretim deneyimi ve iş becerisi sayesinde bu üretim aletlerini kullanan ve maddi değerler üretimini sürdüren insanlar, işte bütün bu öğeler hep birlikte toplumun üretim güçlerini oluştururlar. Ama üretim güçleri, üretimin yalnızca bir yanı, üretim biçiminin yalnızca bir yönü, yani insanla maddi değer üretiminde yararlanılan şeyler ve doğa güçleri arasındaki ilişkileri anlatan bir yönüdür. Üretimin, üretim biçiminin başka bir yanı da, üretim sürecinde insanın insanla olan ilişkileri, yani insanlar arasındaki üretim ilişkileridir. İnsanlar doğaya karşı olan savaşımlarını sürdürürlerken ve maddi değerlerin üretiminde doğadan yararlanırlarken birbirlerinden tecrit edilmiş ve birbirlerinden ayrı kişiler olarak değil, birlik halinde, grup halinde, topluluk halinde bulunurlar. Bundan dolayı, üretim, her zaman ve her koşul altında sosyal bir üretimdir. Maddi değerlerin üretiminde insanlar, üretim içinde şu ya da bu biçimde aralarında karşılıklı ilişkiler, şu ya da bu biçimde üretim ilişkileri kurarlar. Bu ilişkiler, sömürüden kurtulmuş özgür insanlar arasında işbirliği ve karşılıklı yardımlaşma biçiminde olabilir, egemenlik ve boyuneğme ilişkileri biçiminde olabilir ya da bir üretim ilişkisi biçiminden öteki üretim ilişkisi biçimine geçiş biçiminde olabilir. Ama, üretim ilişkilerinin niteliği ne olursa olsun, her zaman ve her sistemde, aynen toplumun üretim güçleri gibi, üretimin zorunlu öğelerinden biridir. "Üretim içinde insanlar, yalnızca doğaya değil, birbirlerine de etki yaparlar. Ancak belli bir biçimde işbirliği ve faaliyetlerini mübadele ederek üretimde bulunurlar. Üretim yapabilmek için birbirleriyle belli bağıntılar kurarlar ve ilişkilere girerler, ve ancak, bu sosyal bağıntı ve ilişkiler içinde doğa üzerindeki eylemleri, yani üretim, gerçekleşir." (Karl Marx /Ücretli Emek ve Sermaye) Sonuç olarak, üretim ve üretim biçimi, hem toplumun üretim güçlerini hem de insanların üretim ilişkilerini kapsar; bu yüzden de, bunların maddi değerler üretimi sürecindeki birliğinin bir anlatımıdır. Üretimin ilk özelliği, bir noktada asla uzun bir süre kalmaması ve sürekli bir değişme ve gelişme halinde olmasıdır. Ayrıca, üretim biçimindeki değişmeler, kaçınılmaz olarak, sosyal sistemin tümünde, sosyal düşünlerde, politik görüş ve politik kurumlarda da bir değişmeyi gerektirir; üretim biçiminin değişmesi sosyal ve politik sistemin tümünün yeniden kurulmasını zorlar. Değişik gelişme derecelerinde, insanlar değişik üretim araçları kullanırlar, ya da daha kabaca söylersek, değişik yaşama biçimleri sürdürürler. İlkel komünde bir üretim biçimi, kölecilikte başka bir üretim biçimi, feodalizmde de daha başka bir üretim biçimi vardır vb.... Buna bağlı olarak, insanların sosyal sistemleri, ruhsal yaşamları, politik görüş ve politik kurumları da bu üretim biçimlerine göre değişikliğe uğrar. Üretim biçimi nasılsa, toplumun kendisi, toplumdaki düşün ve teoriler, politik görüş ve politik kurumlar da esas olarak öyledirler. Ya da, sorunu daha kabaca koyarsak, insanın yaşama biçimi nasılsa, düşünme biçimi de öyledir. Bu demektir ki, toplumun gelişme tarihi, her şeyden önce, üretimin gelişme tarihi, yüzyıllar boyunca birbirini izleyen üretim biçimleri tarihi, üretim güçlerindeki ve insanların üretim ilişkilerindeki gelişmenin tarihidir. Bu yüzden, sosyal gelişme tarihi, aynı zamanda, maddi değerleri üretenlerin, üretim süreci içinde temel güç olan ve toplumun varlığı için gerekli olan maddi değerlerin üretimini sürdüren emekçi yığınların tarihidir. Bu yüzden, toplum tarihi yasalarının incelenmesinde, anahtar olarak, insanların aklını, toplumun görüş ve düşünlerini değil, herhangi bir tarih döneminde toplumun uyguladığı üretim biçimini, toplumun ekonomik yaşamını almamız gerekir. Bu yüzden, tarih biliminin birinci görevi, üretimin yasalarını, üretim güçlerinin ve üretim ilişkilerinin gelişme yasalarını incelemek ve ortaya çıkarmaktır. c) Üretimin ikinci özelliği de şudur: Üretimdeki değişme ve gelişmeler, daima, üretim güçlerinde ve her şeyden önce, üretim aletlerinde olan değişme ve gelişmelerle başlar. Bundan dolayı, üretim güçleri, üretimin en hareketli ve en devrimci öğesidir. İlkin toplumun üretim güçleri değişir ve gelişir; sonra da, bu gelişmelere bağlı ve uygun olmak üzere, insanlar arasındaki üretim ilişkileri, onların ekonomik ilişkileri değişikliğe uğrar. Ama bu, üretim ilişkilerinin, üretim güçlerinin gelişmesi üstünde etkili olmadığı, ve, üretim güçlerinin üretim ilişkilerine bağlı olmadığı anlamına gelmez. Gelişmeleri üretim güçlerinin gelişmesine bağlı bulunan üretim ilişkileri de, aynı biçimde, üretim güçlerinin gelişmesi üstünde etkili olur, bu gelişmeyi hızlandırır ya da yavaşlatır. Ayrıca, şunu da belirtelim ki, üretim ilişkileri, çok uzun süre üretim güçlerindeki gelişmenin gerisinde kalamaz ve bu gelişmeyle çatışma halinde bulunamaz; çünkü, üretim ilişkilerinin üretim güçlerinin niteliğine ve durumuna uygun düşmesiyle ve üretim güçlerinin gelişmesine eksiksiz bir ortam yaratmasıyladır ki, üretim güçleri ancak o zaman tam olarak gelişebilir. Bundan dolayı, üretim ilişkileri, üretim güçlerindeki gelişmenin ne kadar gerisinde kalırsa kalsın, eninde sonunda, üretim güçlerindeki gelişme düzeyine ve üretim güçlerinin niteliğine uygun duruma gelmek zorundadır; ve, gerçekte de böyle olur. Yoksa üretim güçleriyle üretim ilişkilerinin üretim sistemindeki birliği temelden bozulabilir, üretim tümüyle sarsıntıya uğrayabilir, Üretim krizi ve üretim güçlerinin yıkımı gibi bir durum çıkabilir ortaya. Üretim araçları üzerindeki kapitalist özel mülkiyetin üretim sürecinin toplumsal niteliği ve üretim güçlerinin niteliğiyle apaçık bir çelişme halinde bulunduğu kapitalist ülkelerdeki ekonomik krizler, üretim ilişkileriyle üretim güçlerinin nitelikleri arasındaki uyuşmazlığın, üretim güçleriyle üretim ilişkileri arasındaki çatışmanın bir örneğidir. Üretim güçlerinin tahribi sonucunu veren ekonomik krizler, bu uyuşmazlığın sonucudur; ayrıca, bu uyuşmazlık, kurulu üretim ilişkilerini yıkmak ve üretim güçlerinin niteliğine uygun yeni ilişkiler kurmakla görevli sosyal devrimin ekonomik temelini oluşturur. Üretim güçleri nasılsa, üretim ilişkileri de öyle olmak zorundadır. Üretim güçlerinin durumu bir soruyu, insanların gereksinimleri olan maddi değerleri ne gibi üretim aletleriyle ürettikleri sorusunu yanıtlarken; üretim ilişkilerinin durumu da bir başka soruyu, üretim ve araçları (toprak, ormanlar, sular, maden kaynakları, hammaddeler, üretim aletleri, işletme binaları, ulaşım ve haberleşme araçları vb.) kimin elindedir, bu üretim araçları kimin denetimi altındadır, toplumun tümünün mü, yoksa bu araçları öteki bireyleri, grupları, sınıfları sömürmek için kullanan tek başına bireylerin, grupların ya da sınıfların mı sorusunu, yanıtlar. İşte üretim güçlerinin en eski zamanlardan günümüze dek gelişmesinin şematik bir tablosu: Yontmataş aletlerden ok ve yaya geçiş, ve bununla birlikte, avcılık yaşamından hayvanların evcilleştirilmesine ve ilkel hayvancılığa geçiş, taş aletlerden maden aletlere (demir balta, demir uçlu geliştirilmiş saban vb.) geçiş; ve buna ilişkin olarak da bitki ekimine ve tarıma geçiş; madenlerin işlenmesine yarayan madeni aletlerin daha da gelişmesi, demirci körüğünün, çömlekçiliğin icadı ve bunlara bağlı olarak el zanaatlarının gelişmesi, el zanaatlarının tarımdan ayrılması, bağımsız el zanaatlarının ve sonra manüfaktürün gelişmesi, el zanaatı aletlerinden makineye geçiş, el zanaatı ve manüfaktürün makineleşmiş sanayiye dönüşmesi, makine sistemine geçiş ve modern makineleşmiş büyük sanayinin doğuşu — işte, insanlık tarihi boyunca toplumun üretim güçlerindeki gelişmenin, tam değilse bile, genel çizgisi böyledir. Açıkça anlaşılıyor ki, üretim aletlerindeki gelişme ve ilerlemeler üretimle ilişkili olan insanlar tarafından meydana getirilmiş, insanlardan bağımsız kalmamışlardır. Bunun sonucu, üretim aletlerinin değişmesiyle birlikte, üretim güçlerinin esas öğesi olan insanlar da değişmiş ve gelişmişlerdir, insanların üretim deneyimleri, çalışma alışkanlıkları, üretim aletlerini kullanma yetenekleri değişmiş ve gelişmiştir. KAYNAKLAR : 1-Doğanın diyalektiği-Friedrich ENGELS 2-Anti-Dühring –Friedrich ENGELS 3-Ütopik ve Bilimsel Sosyalizm-Friedrich ENGELS 4-Ludwig FeuerbaCh ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu-Friedrich ENGELS 5-Kapital-Karl MARX 6- Ücretli Emek ve Sermaye- Karl MARX 7- Kutsal Aile- Karl MARX 8-Felsefe Defterleri-V.İ.LENİN 9-Materyalizm ve Ampriokritsizm- V.İ.LENİN- DİYALEKTİK VE TARİHSEL MATERYALİZM
Bu forumun DİN ile ilgili bölümlerinde inanç ve inançsızlık tartışılmakta.. <inançlı> ların büyük bölümü,<inançsız>ların, neye inandıklarını bilmemekte ve anlayamamakta.. <inançlılar>ın maalesef dünyayı anlamak,kavramak ve yorumlamak için <inançsızlar>ın bir bilimsel ilkelere dayanan felsefi bir sistemleri olduğundan haberleri yok... Halbuki <inançsız>ların bir bilimsel ve felsefi öğretileri var. Bu düşünce ve felsefi sistemin adı DİYALEKTİK MATERYALİZM, ve tarihsel olguları açıklayan branşının adı da TARİHSEL MATERYALİZM dir.. bu felsefi düşünce sistemi de hiç birşey gibi gökten zenbille inmedi... kaynağını ta HERAKLİOTOS başlayıp binlerce yıl katettikten sonra Ludwig FEUERBACH un materyalizminden geçerek,HEGEL in diyalektiğine kadar ortalama 5000 yıllık bir birikime sahip. Ancak HEGEL de diyalektik idealizmin etkisinde olduğu için yani <başaşağı durduğu için> Karl MARX tarafından <ayaklarının üzerine > konmuştur; yani materyalist temellere kavuşturulmuştur. şimdi bu felsefi düşünce sisteminin ana ilkelerini veriyoruz.. anlaşılmayan her nokta olursa sorulsun,.... ++++ DİYALEKTİK MATERYALİZM I- Doğuşu Diyalektik materyalizmin doğa olaylarına yaklaşışı, onları inceleme ve anlama yöntemleri diyalektik, doğa olaylarını yorumlayışı, bu olayları kavrayışı ve teorisi materyalist olduğundan, bu dünya görüşü, diyalektik materyalizm adını almıştır. Tarihsel materyalizm, diyalektik materyalizmin ilkelerini toplum yaşamının incelenmesinde kullanır; bu ilkeleri toplum yaşamındaki olaylara, toplum ve toplum tarihi üzerindeki çalışmalara uygular. Marx ve Engels, diyalektik yöntemlerini tanımlarlarken, genellikle, Hegel'i diyalektiğin temel niteliklerini formüle eden filozof olarak gösterirler. Ama bu, Marx ve Engels diyalektiğinin Hegel diyalektiğinin aynısı olduğu anlamına gelmez. Çünkü, Marx ve Engels, Hegel diyalektiğinin idealist kabuğunu bir yana iterek, onun yalnızca rasyonel özünü almışlar ve daha da geliştirerek, ona modern, bilimsel bir biçim vermişlerdir. "Benim diyalektik yöntemim, Hegel'inkinden yalnızca temelde farklı değil, üstelik onun tam karşıtıdır. Hegel'e göre 'ide' adı altında bağımsız bir konu (subject) haline bile dönüşen düşünme süreci, gerçeğin yaratıcısıdır, ve gerçek, 'ide'nin fenomenal [dış-olaysal] biçimidir. Bana göreyse, bunun tersine, düşünme süreci, insan kafasında yansıyan, ve düşünce biçimlerine dönüşen madde dünyasından başka bir şey değildir." (Karl Marx Kapital, Cilt: I.) Marx ve Engels, kendi materyalizmlerini tanımlarlarken, genellikle, Feuerbach'tan materyalizmi doğrularına oturtarak yeniden kuran filozof olarak söz ederler. Ama bu, Marx ve Engels materyalizminin Feuerbach materyalizminin aynısı olduğu anlamına gelmez. Gerçekten de, Marx ve Engels, Feuerbach materyalizminin "asıl özünü" alarak onu materyalizmin bilimsel ve felsefi bir teorisi biçiminde geliştirmişler, ve onun idealist, dini-ahlâki kabuğunu kaldırıp atmışlardır. Biliyoruz ki, Feuerbach aslında bir materyalist olduğu halde, materyalizmin adına karşı çıkmıştır. Engels birkaç kez belirtmiştir ki, "Feuerbach, materyalist temeline karşın, geleneksel idealist zincirden kurtulmuş değildir; ve ondaki gerçek idealizm, din ve ahlâk felsefesine gelir gelmez açıkça kendini göstermektedir." (Ludwig Feuerbach ve Klâsik Alman Felsefesinin Sonu) Diyalektik Eski Yunan dilindeki, konuşmak, tartışmak anlamına gelen dialego sözcüğünden çıkmıştır. Eski zamanlarda diyalektik, muhaatabın savındaki çelişkileri ortaya koyup bu çelişkilerin üstesinden gelmek yoluyla gerçeğe ulaşma sanatı demekti. Eski zamanlarda, düşüncedeki çelişkileri ortaya çıkarmanın ve karşıt görüşlerin çatışmasının, gerçeğe ulaşmada en iyi yöntem olduğunu kabul eden filozoflar vardı. Düşüncenin bu diyalektik yöntemi, sonraları doğa olaylarını da kapsadı; doğadaki olayları sürekli bir hareket ve değişme içinde gören, doğadaki gelişmeleri, doğadaki çelişkilerin gelişmesi sonucu olarak, ve doğadaki karşıt güçlerin birbirlerini karşılıklı etkilemeleri sonucu kabul eden, doğanın diyalektik kavranması biçiminde gelişti. Diyalektik, özünde metafiziğin tam karşıtıdır. II-Diyalektik Materyalist Yöntemin Temel ilkeleri 1) Her şeyin birbiri ile ilişkili ve bağlı olması ilkesi. Diyalektik, metafiziğin tersine, doğaya, rastgele toplanmış, birbirleriyle ilişkisiz, birbirlerinden bağımsız, ayrı şeyler, ayrı olaylar gözüyle değil maddelerin ve olayların birbirleriyle organik olarak ilişkili bulunduğu, birbirlerine dayandığı ve birbirleriyle belirlendiği tam ve bağımlı bir bütün gözüyle bakar. Bu yüzden, diyalektik yönteme göre, mademki doğanın herhangi bir kesimindeki bir olay, çevresindeki koşullarla ilişkisiz, onlardan ayrı olarak düşünüldüğünde bizce anlamsız olacaktır, öyleyse, doğadaki hiçbir olay tek başına, çevresindeki olaylardan ayrı olarak kavranamaz; bunun tersi olarak da, çevresindeki olaylarla ayrılmaz bağlar içinde ve çevresindeki olaylarla koşullandırılmış olarak düşünülen her olayı kavramak ve açıklamak mümkündür. [2] Her şeyin değişim içinde olması ilkesi Diyalektik, metafiziğin tersine, doğanın, durgunluk ve hareketsizlik, durağanlık ve değişmezlik halinde olmadığını, hep birşeylerin doğduğu ve geliştiği, bazı şeylerin de parçalanıp öldüğü, sürekli bir hareket ve değişme, sürekli bir yenilenme ve gelişme halinde olduğunu kabul eder. Kısaca Bu yüzden, diyalektik yönteme göre, olaylar, yalnızca karşılıklı bağıntıları ve dayanışmaları açısından değil, ayrıca bu olayların hareketleri, değişmeleri, gelişmeleri, varoluşları ve varoluştan yokoluşa geçişleri açısından da düşünülmelidir. Diyalektik yönteme göre, asıl önemli olan, o anda kalıcı gibi görünen, ama daha o andan başlayarak ölmeye yüztutmuş olan şey değil, o anda kalıcı gibi görünmese bile, doğan ve gelişmekte olan şeydir. Çünkü diyalektik yöntem, ancak, yeni doğan ve gelişmekte olan şeylerin yenilmez olduğunu kabul eder. : "Tüm doğa, en küçüğünden en büyüğüne dek, küçük bir kum tanesinden güneşe, canlı en ilkel hücreden insana dek, sürekli bir varoluş ve yokoluş, sürekli bir akış, sonsuz bir hareket ve değişme içindedir." (Doğanın Diyalektiği) Onun için, Engels'in söylediği gibi, diyalektik, "şeyleri ve onların zihindeki yansımalarını, temel olarak karşılıklı ilişkileri, birbiriyle bağıntıları, hareketleri, doğuş ve yokoluş koşulları içinde ele alır." (F.Engels- Doğanın Diyalektiği) 3)Nicel birikimlerin nitel değişimlere yol açması ilkesi Diyalektik, metafiziğin tersine, gelişme sürecini, nicel değişmelerin nitel değişmelere yol açmadığı basit bir büyüme süreci gözüyle görmez; gelişmeyi, önemsiz ve belirsiz nicel değişmelerden, açık, temel nitel değişmelere geçilen, ve bu nitel değişmelerin, yavaş yavaş değil de, bir sıçrayış biçiminde, bir durumdan ötekine kesin ve hızlı olarak gerçekleştiği bir süreç olarak kabul eder. Buna göre, nitel değişmeler, rastgele değil, görünmeyen ve yavaş yavaş oluşan nicel değişmelerin, doğal sonuçları olarak ortaya çıkarlar. Bu yüzden, diyalektik yönteme göre, gelişme süreci daireler çemberi üstünde dönen bir hareket ya da geçmişteki olayların basit birer yinelenmesi olarak anlaşılmamalı; sürekli ve ileri bir hareket, eski bir nitel durumdan yeni bir nitel duruma geçen, basitten karmaşığa, alçaktan yükseğe doğru bir gelişme olarak bilinmelidir. "Doğa, diyalektiğin denektaşıdır. Denilebilir ki, modern doğa bilimleri bu doğrulama için son derecede zengin ve gün geçtikçe çoğalan materyaller sağlamış; ve böylece, doğa sürecinin, son çözümlemede metafizik değil, diyalektik olduğunu, sonsuz bir tekdüzelikle sürekli olarak daireler çemberi üstünde dönmeyip gerçek bir tarih çizgisinden geçtiğini tanıtlamıştır. Bu konuda hemen, bitki ve hayvanlardan insana dek, bugünün organik dünyasının tümünün bir gelişme sürecinin ürünü olduğunu ve milyonlarca yıldan bu yana gelişmekte olduğunu ortaya koyarak, doğanın metafizik kavranışına kesin bir vuruş indiren Darwin'den söz etmek gerekir." (F.Engels -Ütopik ve Bilimsel Sosyalizm) Diyalektik gelişme, nicel değişmelerden nitel değişmelere geçiş olarak tanımlanır. "Fizikte... her değişme, cismin kendinde var olan ya da dışardan cisme verilmiş olan bir hareket biçiminin sonucu olarak, nicel değişmeyle nicelikten niteliğe geçiştir. Sözgelimi, suyun ısı derecesi önceleri, onun, sıvı durumuna etkili değildir. Ama sıvı durumundaki suyun ısı derecesi azalır ya da çoğalırsa, molekülleri arasındaki çekim bir an sonra değişecek ve durum değiştirerek buza ya da buhara dönüşecektir... Bir platin telin akkor duruma gelmesi için belli miktarda asgari bir elektrik akımı gereklidir. Her sıvının, elimizdeki olanaklarla ve gerekli olan ısı derecesiyle elde edebileceğimiz belli bir basınç altında, belli bir donma ve kaynama noktası vardır. Ve sonuç olarak, her gazın, uygun basınç ve soğutma koşullarında sıvı durumuna dönüşebileceği kritik bir noktası vardır. ... Fiziğin sabiteleri (değişmezleri, bir durumdan öteki bir duruma geçiş noktaları yani) dedi şey, birçok durumda, eldeki cismin durumundaki hareketin nicel (değişmesi) artışı ya da azalışı sonucu nitel değişmenin ortaya çıktığı ve bundan dolayı da niceliğin niteliğe dönüştüğü düğüm noktalarından başka bir şey değildir." (F.Engels- Doğanın Diyalektiği) Engels, kimyaya geçerek, şöyle sürdürüyor: "Kimya, nicel birleşimlerin değişmeleri etkisiyle oluşan cisimlerin nitel değişmelerinin bilimi olarak tanımlanabilir. Bu, Hegel'ce de bilinen bir gerçekti... Oksijeni ele alalım: molekülde iki atom yerine üç atom bulunursa, kokusu ve reaksiyonu adi oksijenden tamamen farklı bir cisim olan ozonu elde ederiz. Ve yine, oksijenin azot ve sülfürle, değişik oranlarda birleşmesi sonunda, merkezinde, bütün öteki cisimlerden nitelikçe ayrı cisimlerin ortaya çıkması, olayı da aynı kapsama girer. (F.Engels- Doğanın Diyalektiği) Sonuç olarak, Engels; Hegel'de değerli olan ne varsa beğenmeyip reddeden, ama yine de onun, cansızlar dünyasından canlılar dünyasına, inorganik madde diyarından organik madde diyarına geçişi yeni bir sıçrama dönemi olarak açıklayan ünlü tezini gözaçıklıkla aşıran Dühring'i eleştirirken, şöyle diyor: "Bu, tam anlamıyla hegelci ölçü bağıntılarının düğüm çizgisi üstündeki düğüm noktalarında yalnızca nicel artma ya da azalmanın ortaya koyduğu nitel sıçramadır. Sözgelimi, suyun ısıtılması ya da soğutulması durumunda -normal basınç altında- düğüm noktaları olan kaynama ve donma noktaları, yeni bir kümelenme durumuna geçiş sıçraması ve sonuç olarak da niceliğin niteliğe dönüşmesi durumudur." (F.Engels /Anti-Dühring) 4) Karşıtların birliği ve sürekli mücadelesi ilkesi Diyalektik, metafiziğin tersine, doğadaki her şeyin ve her olayın yapısında iç çelişkilerin varlığını kabul eder. Çünkü hepsinin olumlu ve olumsuz yanları, bir geçmişi ve bir geleceği, ölen bir yanı ve gelişen bir yanı vardır. İşte bu karşıtlar arasındaki savaşım, yeniyle eski arasındaki, ölenle doğan arasındaki, yitip gidenle gelişen arasındaki savaşım, gelişme sürecinin iç kapsamını, yani nicel değişmelerin nitel değişmelere dönüşmesi biçiminde beliren iç kapsamını, oluşturur. Bundan dolayı, diyalektik yönteme göre, alçaktan yükseğe doğru olan gelişme süreci, olayların uyumlu bir evrimi biçiminde olmayıp, maddelerin ve olayların özünde var olan çelişmelerin ortaya çıkmasına ve bu çelişmelerin temelindeki karşıt yönelişlerle işleyen "savaşım"a dayanır. "En uygun anlamıyla, diyalektik, şeylerin asıl özündeki gelişmenin incelenmesidir" "Gelişme, karşıtların savaşımıdır." (Lenin- Materyalizm ve Ampirio-Kritisizm) Diyalektik materyalist yöntemin temel nitelikleri kısaca bunlardır. Dünyada olaylar her şeyden ayrı ve tek başına değilse, bütün olaylar birbirlerine bağlı ve birbirlerini karşılıklı olarak koşullandırıyorlarsa, açıkça görülür ki, tarihteki bütün sosyal sistemler ve sosyal hareketler de, çoğu tarihçilerin sık sık başvurdukları gibi "sonsuz adalet" ya da başka birtakım önyargılar açısından değerlendirilemezler; ancak ve ancak, o sistemi ya da sosyal hareketi doğuran ve o sisteme ilişkin koşullar açısından değerlendirilebilirler. Her şey koşullara, zamana ve yere bağlıdır. Şurası açıktır ki, sosyal olaylara böyle tarihsel bir açıdan bakılmadıkça, tarih biliminin varlığı ve gelişmesi olanaksız olacaktır. Çünkü, ancak böyle bir görüş, tarih bilimini bir karmakarışıklık, bir rastlantılar ve saçmasapanlıklar yığını olmaktan kurtarabilir. Devam edelim. Dünya sürekli bir hareket ve gelişme halindeyse, eskinin ölmesi ve yeninin büyümesi bir gelişme yasasıysa, açıktır ki, artık "değişmez" sosyal sistemlerin, özel mülkiyet ve sömürünün olanaksız bir şeydir. Felsefi materyalizme gelince, bu da, temelde felsefi idealizmin tam karşıtıdır. +++++ alttaki ileti yazının devamıdır.- ŞANS OYUNLARINA HUCUM...
benim gözlemlediğim bir çılgınlıktır gidiyor.. bazı oyunlar zararsız, sadece oynarsın çıkar yada çıkmaz, ama bazıları varki kazan yada kaybet bağımlılık yapıyor(muş) örneğin iddia, örneğin at yarışları.. zavallı lise öğrencilerini görüyorum, asgari ücretle çalışan işçileri görüyorum.. içim acıyor... ve bu pek muhterem, <müslüman> hükümet bu kumarı oynatıp en büyük payı kendi alıyor.. oynanan kuponların yaklaşık % 35 i devlete kalıyor.. kazandıkça da oyunu artırıyorlar.. sayısala , şans topu, onada on numara , o da kesmedi süper loto.. bir ülke düşün ki yılda 390 gün at yarışı var.. halbuki yılda 360 gün var..- Karanlık Şeyler Söylüyorum
BEN ÖLÜRSEM AKŞAMÜSTÜ ÖLÜRÜM Ben ölürsem akşamüstü ölürüm Şehre simsiyah bir kar yağar Yollar kalbimle örtülür Parmaklarımın arasından Gecenin geldiğini görürüm Ben ölürsem akşamüstü ölürüm Çocuklar sinemaya gider Yüzümü bir çiçeğe gömüp Ağlamak gibi isterim Derinden bir tren geçer Ben ölürsem akşamüstü ölürüm Alıp başımı gitmek isterim Bir akam bir kente girerim Kayısı ağaçları arasından Gidip denize bakarım Bir tiyatro seyrederim Ben ölürsem akşamüstü ölürüm Uzaktan bir bulut geçer Karanlık bir çocukluk bulutu Gerçeküstü bir ressam Dünyayı değiştirmeye başlar Kuş sesleri, haykırışlar Denizin ve kırların Rengi birdenbire karışır Sana bir şiir getiririm Sözler rüyamdan fışkırır Dünya bölümlere ayrılır Birinde bir pazar sabahı Birinde sararmış yapraklar Birinde bir adam Her şeye yeniden başlar ATAOL BEHRAMOĞLU- "ÖZEL"İNİZİN KIYMETİNİ BİLİN..
güzel paylaşım gündem.. gece hüznümü dağıttın bak.. - KIRMIZI DUVAR
Önemli Bilgiler
Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.