-
İçerik Sayısı
2.917 -
Katılım
-
Son Ziyaret
-
Lider Olduğu Günler
2
İçerik Tipi
Profil
Forumlar
Bloglar
Fotoğraf Galeresi
- Fotoğraflar
- Fotoğraf Yorumları
- Fotoğraf İncelemeleri
- Fotoğraf Albümleri
- Albüm Yorumları
- Albüm İncelemeleri
Etkinlik Takvimi
Güncel Videolar
_asi_ tarafından postalanan herşey
-
MEKE GÖLÜ Türkiye'nin tahıl ambarı olarak bilinen Konya'nın Karapınar ilçesi, 16000 hektara uzanan ve 30 yıllık mücadele sonucunda büyük bölümü ormana çevrilen Türkiye'nin tek çölü olarak çok ilginç jeolojik oluşumlar barındırmaktadır. Volkanik patlamaların yarattığı garip tepeler, göller ve çukurlarla kaplı olan bir yeryüzü parçasıdır. Bunların en önemlisi, dünyada bir benzeri bulunmayan Meke krater gölüdür. Göl ve birincil krater çukurunun uzunluğu 800 m, genişliği 500 m dir. Konya'ya 101, Karapınar ilçe merkezine 8 km uzaklıkta güneydoğuda bulunan Meke gölü ve çevresi, "Konya Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu" nun 6 Ekim 1989 tarih ve 565 sayılı kararıyla 1'inci derecede doğal "sit" alanı ilan edilmiştir. Göl, iç içe iki krater gölünü barındırmaktadır. Sakarmeke, Çamurçun, Yeşilbaş, Angıt, Kızılbacak, Uzunbacak, Kızkuşu, Kuyruksallayan, Kuyrukkakan ve Delice Doğan gibi kuş türlerine ev sahipliği yapmaktadır. GÖLÜN OLUŞUMU Binlerce yıl önce (Pleistosen) volkanik patlama sonucu oluşan krater (piroklastik koni), zamanla suyla dolarak göle dönüşmüş. Daha sonra ikinci bir volkanik patlama meydana gelmiş ve gölün ortasındaki ikinci volkan konisi oluşmuş. Zamanla o da suyla dolarak ikinci bir göle dönüşmüş. Bir ada olarak ana mekenin ortaya çıkmasını izleyen dönemlerde çeşitli patlamalarla bir bölümü ana koniye bitişik, bir bölümü de ada halinde olmak üzere yedi adet küçük meke daha ortaya çıkmıştır. Deniz seviyesinden 981 m yükseklikteki Meke gölünün (ana mekenin) ortasında bulunan ve su seviyesinden 50 m yükseklikte olan volkan konisindeki göl 25 m derinliktedir ve suyu tuzludur. Bir ara bu sudan tuz üretiminde yararlanılmıştır. Adayı oluşturan volkanik kütlenin yapısı, en şiddetli yağmurları bile hemen emecek yeteneğe sahiptir. Meke'nin biçiminin binyıllardır bozulmamasının nedeni budur. Meke gölünden (Meke tuzlası) 2 km daha güneydoğuda bulunan Meke obruğunun kenarı yırtılmış gibi keskindir ve özellikle obsidyen parçalarından meydana gelen bir halka ile çevrilidir. Volkanik patlamaların yarattığı garip tepeler, göller ve çukurlarla kaplı bir yeryüzü parçası olan Karapınar'daki Meke gölünde gün batımı, izleyenlere eşsiz ve unutulmaz seyir mutluluğu vermektedir.
-
Beyşehir Gölü Milli Parkı Konya Beyşehir ilçesi sınırlarında bulunan Beyşehir Gölü, jeomorfolojik yapısı, Toros Dağ sıraları arasında, kuzeybatı-güneydoğu doğrultusunda teknonik Polye Çanağı içerisinde oluşmuş karstik kökenli bir göldür. Türkiye’nin en büyük tatlı su, Van ve Tuz Gölü’nden sonra üçüncü büyük gölüdür. Deniz seviyesinden yüksekliği 1.120 m., uzunluğu 45 km., genişliği kuzeyde en dar yerinde 15 km., güneyde en geniş yerinde de 25 km.dir. Derinliği konusunda uzmanlar çelişkili bilgiler vermektedir. Eski kaynaklarda en derin yerinin 70 m. olduğu yazılmışsa da yakın tarihteki ilgili kaynaklarda derinliğinin 3-8 m. arasında değiştiği belirtilmektedir. Bazı kaynaklara göre de en derin yeri 14 m.dir. Yüzölçümü 656 km2’dir. Gölü yerüstü ve yeraltı su kaynakları beslemektedir. Bunlardan Adaköy’ün güneyinden çıkan Pınarbaşı menbaı gölü besleyen en önemli kaynaktır. Bunun yanı sıra Yenişarbademli’nin güneybatısında bulunan Dedegöl Dağı’nın kuzey eteklerindeki Pınargözü Mağarası’ndan çıkan yeraltı deresi de gölü besleyen önemli bir kaynaktır. Doğu kıyıları hafif ondüleli, kumlu, killi neojen araziden oluşur. Batı kıyılarında küçük koyların önünde irili ufaklı 22 ada bulunmaktadır. Bunların belli başlıları gölün kuzeybatı kıyıları yakınındaki Mada Adası’dır. Onun biraz güneyinde İğdeli Ada, Ortada, Aygır Adası, Keçi Adası, Eşek Adası, Kız Kalesi, Hacı Akif Adası, Küladası, Akburun Adası, Gülbent Adası ve Yılan Adası’dır. Beyşehir Gölü’nden çıkan bir göl ayağı Seydişehir’in doğusundan geçerek Suğla Gölü’ne akar. Mavi Boğazı geçtikten sonra Apa Boğazına su verir ve Konya Ovası’na Çarşamba Çayı olarak girer. Gölün doğu ve kuzey kıyılarında göle karışan küçük dereler varsa da onların beslemesi çok fazla önemli değildir. Gölde buharlaşma yoğundur ve düdenlerle de çok fazla su kaçırmaktadır. Gölün içerisindeki adalarda ve sazlıklarda pelikan, balıkçıl, karabatak ve martı gibi su kuşları bulunmakta olup, bunlar Beyşehir Gölü çevresinde kuluçkaya yatarlar. Bu nedenle de bölge kuşların balıkçıl türlerinin ve ördeklerin kışlama ve kuluçka alanlarıdır. Bu nedenle de göl doğal yaşamın devamlılığını sağlayan önemli bir ekolojik ortamdır. Gölün sularında sazan, alabalık, çiçek balığı, sarı balık ve tatlısu levreği ile su kaplumbağaları ile yılanlar yaşamaktadır. Göl çevresi Milli Parklar kapsamında olup, burada karaçam, göknar, sedir, ardıç ve meşe türü ağaçlar bulunmaktadır. Bu ekolojik sistem aynı zamanda göle doğal bir güzellik kazandırmaktadır. Göl çevresinde Anadolu Selçuklu Devleti kurulmuş ve burası önemli bir merkez konumuna gelmiştir. Kız Kalesi adacığı üzerinde kurulan Kubadabat Sarayı, Beyşehir’deki Selçuklu eserleri bunun en önemli kanıtlarıdır.
-
EFLATUNPINAR HİTİT ANITI Konya İli, Beyşehir İlçesi, içinde bulunmaktadır. Anıt W.J. Hamilton (1849) da bilim dünyasına ilk haber veren kişidir. Daha sonra F.Sarreve J. Garstang ayrı ayrı yayınlamışlardır.Anıt, göğü taşıyan ve yerle gök arasında ilişki kuran Tanrıları tasvir etmektedir. Anıt bir su kaynağıdır. Kenarında dikdörtgen taşlar üzerinde kabartmalardan oluşmaktadır. Niteliğin kaybetmeyen kabartmalar ön kısmındaki14 adet taş bloklar üzerine oyulmuştur. Anıtın ilk planı bilinmemektedir. Bu anıt açık hava anıtlarından daha küçüktür. Doğal bir kayaya oyulmamış, her parçanın üzerinde figür bulunan blok taşların örülmesiyle oluşmuştur. Su kaynağının yanında bulunan bu anıtın su toplama havuzunun ilk yapılış tarih araştırılmamıştır. Eflatunpınar Anıtı’nın blok taşları üzerendeki figürler; üstte güneş kursu, ortada tanrıça ve tanrı diye kabul edilen figürerin arasında, yanlarıda ve en alttaki figürler elleri yukarıya doğru kaldırıp tanrı ve tanrıçayı selamlamaktadır. Bu anıt Hitit Krallık dönemine tarihlenmektedir. 1996 yılında Konya Müze Müdürlüğünce Anıt çevresinde temizlik ve kazı çalışmaları başlamıştır. Çalışmalarda anıtın 3.34x3 m. ölçülerinde dikdörtgen planlı bir havuzun parçası olduğu ortaya çıkmıştır. 1998 yılı çalışmalarında anıtın alt kısmında beş adet daha tanrı kabartması tesbit edilmiş olup, ilerideki yıllarda kazı çalışmaları devam ettirilecektir.
-
KİLSTRA Kilistra antik kenti Konya'nin 49 km güneybatısında Konya Meram ilçesi, Hatunsaray beldesine bağlı Gökyurt köyündedir. TARİHÇE Yapılan arkeolojik çalışmalar sonucu Kilistra'da Hellenistik ve Roma çağında (İ.Ö. 2. yy-İ.S. 3. yy) yerleşimin başladığı tespit edilmiştir. Kazı esnasında doğu şırahanede eşik taşı olarak bulunan Roma devri bir devşirme mezar yazıtında Kilistra adının geçtiği görülmüştür. Kilistra Bizan devrinde (İ.S. 8-13 yy) yoğun bir şekilde Kapadokya benzeri kaya oyuğu yerleşmelerine sahne olmuştur. İncil'de söz edilen Aziz Paulos'un seyahatleri sırasında uğradığı Anadolu kentlerinden Lystra aynı zamanda ünlü Kral Yolu üzerinde olup İkonion (Konya)-Pisidia Antiocheia (Yalvaç) arasında bulunmaktadır. Listra'dan Yalvaç'a giden haberci Paulos Kilistra'ya da uğramıştır. Haberci Paulos'un mektuplar gönderdiği Timoteos da Lystralıdır. Kazı çalışmaları esnasında temizliği yapılan Sümbül'ini Kilise'nin bulunduğu mevkiye halen yöre halkının "Paulönü" demesi Aziz Paulos'un adının yaşatıldığının kanıtıdır. Roma devrinde Hristiyanlığı kabul etmiş Lystra halkının Paganist (putperest) kitlelerin ve yağmacıların yoğun saldırılarına dayanamayarak çevresinde bulunan ve saklanmaya elverişli dağlık kesimler seçtikleri görülmektedir. Kurulan bu saklı kentlerden en önemlisi Kilistra'dır. Gökyurt köyünün halen yaşayan halkı Kilisra antik kenti üzerine yerleşmiştir. Bizans döneminde yerli halkla Anadolu'ya gelen Türk'lerin birlikte yaşadıkları bazı bulgularından anlaşılmaktadır. Osmanlı döneminde ise daha çok hayvancılıkla uğraşan konar-göçer aşiretlerin iskan edildiği etnolojik bulgulardan tesbit edilmiştir. KİLİSTRAYA NASIL GİDİLİR? Kilistraya (Gökyurt) 34 km'lik Konya-Hatunsaray asfalt yolundan güneydoğuya yönelen 15 km'lik Gökyurt asfalt yolu ile gidilir. Konya-Antalya asfalt yolunun 34 km'den güneye dönülerek 15 km'lik stabilize bir yolla da Kilistra'ya ulaşmak mümkündür. KİLİSTRA NASIL GEZİLİR? Kilistra antik kentine Lystra (Hatunsaray) yönünden gelen ve halen taş döşemeleri yerinde korunmuş, köyün doğusunda yer alan Kral Yolu izlenerek Devrek Mevkine ulaşılır. Devrek mevkinde kentin griişini kontrol altında tutan gözetleme kulesi karakol yapısı gezildikten sonra kentin içine ulaşan antik yol izelenerek Konacak mevkiindeki tipik kaya oyuğu anıtsal antik mezarlar ve mezarların yer aldığı kayalığın batı eteğindeki toplantı salonu ve diğer sosyal amaçlı yapılar görülür. Buranın güneyinde yer alan Haç Planlı Şapel (Sandıkkaya) içten ve dıştan yekpare kayaya oyulmuş benzeri az, enteresan bir yapıdır. Şapelin çevresinde tamamlayıcı yapılar bulunmaktadır. Buradan batıya devam eden Kral Yolunun diğer girişine ait ikinci gözcü kulesi, ikinci karakol ve sarnıç ile geç devirde testi ve çanak yapımında kullanılan "Kapçı İni" gezilir. Buradan köy merkezinde yer alan Köy Konağı'na ulaşılır. Köy Konağı'nda yiyecek içecek vb. zorunlu ihtiyaçlar temin edilebilir. Köy konağının batısında yer alan su sarnıcı (Katırini) Söğütlü deresindeki çifte şaraphaneler (Şırahane) ve bunlar su yolları gezildikten sonra Köy Konağı güney-batısında bulunan ve köylülerce "Paulönü Mevkii" denilen yerde Sümbül Kilisesi'ne gidilir. Vadi içinde doğa ile tarihin içiçe yaşandığı Paulönü mevkiinde yeşilin her tonu izlenebilir. Buradan Ardıçlı Tepe'nin kuzey yamacında bulunan büyük su sarnıcına doğru giderken nekropol alanındaki anıtsal kaya mezarları görülür. Büyük su sarnıcı (Katırini) üç nefli, görkemli bir kaya yerleşme olup kentin en ilgi çekici yapılarındandır. Su sarnıcının kuzeyinde Söğütlü Deresi içerisindeki çifte şırahaneler ve bunların su yolları yapıları olarak görülmeye değerdir. MİMARİ Kilistra antik kenti erken Bizans devrinde doğal kaya oluşumuna paralel beş ayrı mevkide kurulmuştur. Kaya oyuğu yerleşimi şeklindeki kentin kuruluşunda ve yapılaşmasında gizlilik esas alınmıştır. Geriden bakıldığında doğal bir kaya gibi görünen yerleşme yerlerinin iç kısımları geniş mekanlar halinde oyulmuş, aydınlatma ve havalandırma kamufle edilmiş mazgal açıklıklarla sağlanmıştır. Mimaride dini yapılara (şapel ve kilise) sosyal amaçlı yapılara (mesken, sarnıç, çeşme, şaraphane...) savunma ve güvenlik amaçlı yapılara (gözetleme kulesi, garnizon ve sığınaklar) rastlanmaktadır. Yaşayan kentsel doku topoğrafik yapıya uygun olarak yamaç evler tarzındadır. Hal, mimaride hazır bulunduğu ana kayaya oyularak yapılan eski hacimleri fonksiyonunu değiştirerek kullanmaya devam ederken; kendi yaptıkları yapılarda ise kayadan keserek ve yontarak elde ettiği biçimle taşları ana malzeme olarak kullanılmıştır. Yapılan temelden çatıya taştan olup, geniş hacimli ve düz damdır. DOĞAL GÜZELLİKLER Volkanik tüf kayaların oluşturduğu peri bacalarını andıran kaya oluşum köyün yer aldığı vadi boyunca devam etmektedir. Vadi adeta bir taş ormanını andırmakta, yerleşim alanındaki seyir teraslarından panaromik görüntüler vermektedir. Yerel karakterdeki bitki örtüsü ile kaplı yörede yeşilin her tonu dört mevsim görülmektedir. Bu bitki dokusu Toros yamaçlarında görülen zengin maki türleridir. Dişbudak, alıç, ahlat, yaban eriği (Yonuz eriği) iğde ve kuşburnu ile yoğun meşe ormanları, ceviz, badem vb. meyve ağaçları harika bir doğal manzara sunmaktadır. Orman dokusunda yaban hayatı tüm çeşitliliğiyle sürmektedir. Maki grubu içinde köylülerce "Gılabba" adı verilen taneli salkım halinde yetişen bodur ağaç tipinde yabani üzüm türü bir bitki de sağlık amaçlı tüketilmektedir. (Gilabori-Viburnum opulus).
-
TINAZTEPE MAĞARASI: Tınaztepe mağaraları 1968 yılında Fransız bilim adamı Michel Bakalowichz tarafından; ilk olarak bulunup, mağaraların krokisi çıkarılmıştır.Bu kroki de dünya ya Bilgi Dergisi tarafından yayınlanmıştır.Ayrıca Dr. Michel Bakalowichz mağaraların tıbbi araştırmasını yapmış; astım hastalığı için doğal bir tedavi ortamı olduğunu belirtmiştir. 1970 yılında başka bir araştırma grubu; kaptan Jacgues Cousteau’nun ekibi alman Reinhold Messner ve arkadaşları Suğla Gölü ve onu besleyen su altı kaynaklarını araştırmak için bölgeye gelmişlerdir.Fası boğazı ve Tınaztepe mağaralarının irtibatlarını keşfetmişler ve buranın yer altı göllerinin 22 km uzunluğunun olduğunu tespit etmişlerdir. Mağaranın toplam uzunluğu 1580 metredir.Mağara, sonundaki 30 metrelik iniş dışında tamamen yatay özellikte bir mağaradır. Bölgede akdeniz iklimi ile karasal iklim arası geçiş arz eden bir iklim hüküm sürer.En yüksek sıcaklık 36,5 °C en düşük sıcaklık –18,4 °C olarak ölçülmüştür. Tınaztepe Mağarası ve çevresi karışık jeolojik ve jeomorfolojik bir değişim geçirmiştir. Oligosen ve Miyosen dönemine ait alpin dağ oluşumlarıyla bugün kü tektonik konumlarına ulaşan bölgede genç ve yaşlı birimlerin içiçe olduğu görülmektedir.Giden gelmez dağlarının kuzeyinde bulunan Tınaz dağı,komprehensif serinin en üs katını oluşturan Eosen Yaşlı Nümmülitli kireç taşlarından meydana gelmiştir.Tınaztepe Mağarasının bulunduğu bölgede üst seviyelerde kiltaşı- kumtaşı- marn ve konglomera ardalanmasından oluşan fliş ile birlikte ofiyolitik karakterli kayaçlarda yer almaktadır. Tınaztepe Mağarasının gelişmesinde eğim atımlı normal faylar etkili olmuştur.Bu iki eğim atımlı normal fayların arasında kalan alan graben durumundadır. Mağaralar oldukça çok saf üst kretase kireç taşları içerisinde yer alıp, kapalı havza durumundaki boşalım sahasının geçirdiği morfolojik dönem sayısı, mağaranın altında ve üstünde yer alan basamak şeklindeki düzlükler ve buralardaki fosil mağaralardan çıkarılabilir. Mağara içerisinde eski taban seviyesi izleri taraça şeklindedir.Bu taraçalar ile bugünkü taban arasında 5-7 metre seviye farkı tespit edilmiştir.Eski tabanın çökemediği yerlerde doğal köprüler oluşmuştur.Mağara tabanı; girişte toprak,bazı yerlerde blok ve konglomeralar (Paleozoik ve Kretaşe Yaşlı) ile kaplıdır. Suların mağara içerisinde hareket ettikleri yerlerde kalker tüfleri ; tavan ve yan taraflardaki çatlaklardan sızan sularla çok güzel travertenler ,sarkıt ve dikitler oluşmuştur.Mağaranın son kısmındaki büyük alan bütünüyle ana faya bağlı olarak gelişmiş ve içerisinde göl mevcuttur. Üst sistemi fosil bir mağaradır.Altta bulunan ve havzanın sularını toplayan düden,morfolojik bakımdan tınaztepe mağarasının devamıdır.Tavandaki çatlaklardan sızan sular,içeride gölcükler oluşturmaktadır.Mağaranın sonundaki göl ise büyük boyutludur. Özellikle ilkbahar aylarında kar ve yağmur sularıyla beslenen dere ve yatakları en alt seviyedeki mağaraya ulaşmadan önce sular ; şelale ve devkazanı tipi çok ilgi çekici görüntüler ortaya koymaktadır. Tınaztepe Mağarası şimdiki durumuna yapılan araştırmalara göre yaklaşık 230 milyon yıl gibi uzun bir süreçte meydana gelmiştir. Mağaranın iç kısımlarında ayrıca taban –tavan arası yükseklik farkının 65 metreye çıktığı yerler görülmektedir.
-
Alâeddin Camisi Konya Karatay ilçesinde, Alâeddin Tepesi’nde bulunan Alâeddin Camisi Ulu Cami olarak da isimlendirilmektedir. Selçuklu Sarayı’nın yakınında yapılan bu caminin kuzeye açılan kapısı üzerindeki dört satırlık kitabesinden Sultan Alâeddin Keykubat tarafından tamamlandığı yazılıdır. Bunun sağ tarafındaki mermer üzerine iki satırlık kitabede ise mimarının Dımaşklı Mehmet bin Havlan, mütevellisinin de Atabeg Ayaz olduğu yazılıdır. Caminin cümle kapısı üzerindeki üç satırlık Arapça kitabede de Sultan Alâeddin Keykubat zamanında, 1220’de Atabeg Ayaz’ın kontrolünde tamamlandığı yazılıdır. Beş satır halindeki bir diğer kitabede de caminin yapımına Sultan I.Keykavus’un emri ile 1219’da Atabeg Ayaz kontrolünde başlandığı yazılıdır. Giriş kapısının sağındaki bir başka dört satırlık Arapça kitabede ise cami ile türbenin Kılıçarslan’ın oğlu Sultan Keyhüsrev’in oğlu Alâeddin Keykubat’ın 1219 yılında Atabeg Ayaz kontrolünde yapılmasını emrettiği yazılıdır. Giriş kapısının kemeri üzerindeki yuvarlak bir çini panonun içerisinde de iki Arapça yazı bulunmaktadır. Bunlarda Sultanın unvanları belirtilmiş ve diğer yazıda da 1220 yılında Kerimüddin Erdişah tarafından yapıldığı yazılmıştır. Kerimüddin Erdişah’ın kim olduğu ve ne gibi görevlerde bulunduğu bilinmemektedir. Bu kitabelerden başka caminin batı duvarında iki kitabe daha bulunmaktadır. Bunların her ikisinde de Sultan Alâeddin’in ismi Keykubat olarak geçmektedir. Doğu tarafındaki kapı üzerinde de Konya Valisi Sururi Paşa tarafından 1889-1890 yılında Sultan II.Abdülhamid’in fermanı ile harap durumda olan ve bazı yerleri yıkılmış olan caminin onarıldığı yazılıdır. Altunba vakfiyesine dayanılarak Sultan Camisi olarak tanınan ve Sultan I.Mesut (1116-1155) tarafından caminin yapımına başlandığı, oğlu II.Kılıçarslan’ın (1155-1192) yaptırdığı caminin aynı yerde olduğu iddia edilmiştir. Cami içerisindeki ahşap minberin kitabesinde de Sultan I.mesut ile oğlu II.Kılıçarslan’ın isimleri ve minberi yapan usta Ahlatlı Hacı Mengüberti’nin isimleri yazılıdır. Prof.Dr.Semavi Eyice’ye göre; bu kitabelere dayanılarak Sultan I.Mesut’un burada bir caminin yapımın başlattığı ve küçük ölçüdeki bu caminin Sultan I.İzzeddin Keykavus’un (1210-1219) tamamen yıktırıp yeniden yapımına başlarken öldüğü ve kardeşi Alâeddin Keykubat (1219-1236) zamanında tamamlanmıştır. Mehmet bin Havlan isimli mimar da özellikle kuzey cepheyi yaptırmıştır. Yapının bina emini de Atabeg Ayaz’dır. Alâeddin Camisi Sultan II.Abdülhamid tarafından onarılmış, bazı değişiklikler yapılmış, 1914-1918, 1920-1923 ve 1940-1945 yıllarında savaş nedeniyle askerlere tahsis edilerek ibadete kapatılmıştır. Duvarlarında çatlakların belirmesi nedeniyle 1958 yılında onarıma alınmıştır. Alâeddin Camisi, bütünüyle tek dönemde yapılmış bir cami değildir. Bu nedenle de değişik malzemeler kullanılmıştır. Yapımında daha önceki dönemlere ait çeşitli mimari parçalar kullanılmıştır. Bunların başında Eski Çağ kitabeleri, Grekçe yazılar, kilise mimari malzemeleri gelmektedir. Caminin dış cephesinde, batı yönündeki duvarlarda kemer açıklıklarını birbirinden ayıran payeler Bizans yapılarından getirilmiştir. Caminin içerisindeki üst örtüyü taşıyan kemerleri destekleyen sütunlar ve bunların başlıkları da devşirme malzemelerdir. Alâeddin Camisi birkaç yapı evresi geçirmiştir. Caminin doğusundaki mihrap duvarına paralel çok sütunlu mekân ilk yapılan bölümdür. Bu bölüm mihrap duvarına dik sütun dizileri ile yedi sahna ayrılmıştır. Sütunları birbirine bağlayan kâgir kemerler de tuğla örgülü idi. Alâeddin Camisi plan olarak düzensiz bir şekildedir. Kuzey duvarında görkemli bir giriş kapısı bulunmaktadır. Girişin arkasındaki avluda iki türbe yapılmış, bu türbelerden birisi bitirilemeden yarım bırakılmıştır. Caminin portalinin bulunduğu kuzey duvarının dış yüzünde kale veya hanlarda olduğu gibi dışarıya taşkın mahmuz biçiminde payandalar bulunmaktadır. İbadet mekânı mihrap duvarına paralel sahınlara ayrılmıştır. Üzeri de düz bir dam ile örtülmüştür. Mihrap yönündeki geniş sahnın ucuna kâgir bir kubbe oturtulmuştur. Ortadaki kubbeli mekânın yanındaki doğu kanadı daha geniş ve daha derindir. Alâeddin Camisi’nin süslemesinde taş işçiliği dikkat çekicidir. Camiden saraya geçişi sağladığı sanılan kapı Selçuklu sanatının sade ve zarif motifleri ile bezenmiştir. Büyük sivri kemerin alt kısmında yivli birer sütun bulunmaktadır. Üzerindeki kemer yuvarlağının ortasında bir daire içerisinde birleşen, iç içe yarım yuvarlak geçmeler bulunmaktadır. Kapının söveleri kabartma bezemelerle boş yer kalmamacasına doldurulmuştur. Girişin üstünde de dört kollu yıldızlar ve Mührü Süleyman ile bir de kitabe bulunmaktadır. Caminin ibadet mekânındaki kubbe ve mihrapta kalan izlerden içerisinin çinilerle kaplı olduğu anlaşılmaktadır. Mozaik kakma tekniğindeki bu çinilerde rozetler ve örgü motifleri dikkati çekmektedir. Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün 1968 yılında cami içerisinde yaptığı restorasyon çalışmaları sırasında mihraba ait çini parçaları bulunmuştur. Caminin minberi ceviz ağacından olup, üzerindeki kufi kitabede Kılıçaslan’ın oğlu Sultan I.Mesut’un ismi yazılıdır. Minber kündekâri tekniğinde geometrik motiflerle bezenmiştir. Alâeddin Camisi’nde Selçuklular döneminden kalma halılar bulunuyordu. Bu halıları Alman Konsolosu J.H.Löytved 1905’te bulmuş ve bu halılar İstanbul’daki Efkaf-ı İslamiye Müzesi’ne (bugünkü Türk ve İslam Eserleri Müzesi) gönderilmiştir. Bu halıların yanı sıra camide küfi yazılı Kuranlar da bulunmuştur. Alâeddin Camisi’nin avlusunda iki Selçuklu türbesi bulunmaktadır. Bu türbelerin dış cepheleri caminin ibadet mekânının genişletilmesi sırasında kısmen cami içerisinde kalmıştır. Bu türbelerden birinin yapımına başlanmış, sonra da bilinmeyen bir nedenle yarıda bırakılmıştır. Doğu yönündeki türbe ise altında mumyalığı olan on köşeli, kesme taştan bir plan göstermektedir. Türbenin üzeri içten kubbe, dıştan piramidal bir külah ile örtülmüştür. Külahın ilk yapılışında çini kaplı olduğu kalan izlerinden anlaşılmaktadır. Külahın çevresinde lacivert üzerine beyaz harflerle; “Bu imaretin yapılmasını Kılıçarslan’ın oğlu Mesut’un oğlu Kılıçarslan’ın emrettiği” yazılıdır. Buna dayanılarak da türbenin II.Kılıçarslan zamanında yapıldığı anlaşılmaktadır. Türbenin pencerelerinden birisinin üzerinde de yapının mimarı olarak Abdülgaffar oğlu Yusuf’un ismi geçmektedir. Bu türbe içerisinde önceden çini kaplamalı sandukalar olduğu kaynaklardan öğrenilmektedir. Geç devirlerde bu çiniler dağılmış ve sökülmüş, çoğu da kaybolmuştur. Türbe içerisinde sekiz sanduka bulunmaktadır. Bu sandukalardan birinin Sultan II.Kılıçarslan’a ait olduğu bilinmektedir. Diğerlerinin kime ait oldukları konusu tartışmalıdır.
-
ESERLERİ 1. Mesnevi: Mesnevi, klasik dogu edebiyatinda, bir siir tarzinin adidir. Bu tarzla yazilan siirlerde, her beyitin iki misrasi kendi arasinada kafiyelidir. Bir beyitin kaiyesinin kendisinden önce gelen beyitlerle de kendisinden sonra gelen beyitlerle de uyumu gerekmez bu nedenle uzun sürecek konular veya hikayeler siir yoluyla söylenilecekse, kafiye kolayligi nedeniyle mesnevi tarzi seçilirdi. Bu suretle siir, beyit beyit sürüp giderdi. Mesnevi her ne kadar klasik dogu siirinin bir siir tarzi ise de Mesnevi denildigi zaman akla Mevlana'nin Mesnevi'si gelir. Mevlana Mesnevi'yi Çelebi Hüsameddin'in istegi üzerine yazmistir. Katibi Çelebi Hüsameddin'in yazdigina göre, Mevlana Mesnevi beyitlerini Meram'da gezerken, otururken yürürken hatta sema ederken söylermis. Çelebi Hüsameddin'de yazarmis. Mesnevi'nin dili Farsça'dir. Halen Mevlana Müzesi'nde teshirde bulunan 1278 tarihli, elimizdeki en eski Mesnevi nüshasidir. Bu nüshaya göre, beyit sayisi 25618 dir. Bu Nesnevi nüshasi Mevlana'dan sonra bu konuda en yetkili iki isim olan oglu Sultan Veled'in ve katibi Çelebi Hüsameddin'in tashihinden geçmis olmasi nedeniyle ayni zamanda en saglam nüshadir. Mesnevi'nin vezni; Fa i la tün - Fa i la tün - Fa i lün' dür. Mevlana alti büyük cilt olan Mesnevi'sin de, tasavvufi fikir ve düsüncelerini, bir birine ulanmis hikayeler halinde anlatmaktadir. 2. Divan-i Kebir: Divan, sairlerin siirlerini topladiklari deftere denir. Divan-i Kebir "Büyük Defter" veya "Büyük Divan" manasina gelir. Mevlana'nin çesitli konularda söyledigi siirlerin tamami bu divandadir. Divan-i Kebir'in dili de Farsça olmakla beraber, Mevlana Divanin içinde az sayida Arapça, Türkçe ve Rumca siire de yer vermistir. Divan-i Kebir 21 küçük divan (Bahir) ile Rubai Divani'nin bir araya getirilmesiyle olusmustur. Divan-i Kebir'in beyit adeti 40.000 i asmaktadir. Mevlana, Divan-i kebir'deki bazi siirlerini Sems Mahlasi ile yazdigi için bu divana, Divan-i Sems de denilmektedir. Divanda yer alan siirler vezin ve kafiyeler göz önüne alinarak düzenlenmistir. 3. Mektubat: Mevlana'nin basta Selçuklu Hükümdarlarina ve devrin ileri gelenlerine nasihat için, kendisinden sorulan ve hali istenilen dini ve ilmi konularda açiklayici bilgiler vermek için yazdigi 147 adet mektuptur. Mevlana bu mektuplarinda, edebi mektup yazma kaidelerine uymamis, aynen konustugu gibi yazmistir. Mektuplarinda "kulunuz, bendeniz" gibi kelimelere hiç yer vermemistir. Hitaplarinda mevki ve memuriyet adlari müstesna, mektup yazdigi kisinin aklina, inancina ve yaptigi iyi islere göre kendisine hangi hitap tarzi yakisiyorsa o sözlerle ve o vasiflarla hitap etmistir. 4. Fihi Ma Fih: Fihi Ma Fih "Onun içindeki içindedir" manasina gelmektedir. Bu eser Mevlana'nin çesitli meclislerde yaptigi sohbetlerin, oglu Sultan Veled tarafindan toplanmasi ile meydana gelmistir. 61 bölümden olusmaktadir. Bu bölümlerden bir kismi, Selçuklu Veziri Süleyman Pervane'ye hitaben kaleme alinmistir. Eserde bazi siyasi olaylara da temas edilmesi yönünden, bu eser ayni zamanda tarihi bir kaynak olarak da kabul edilmektedir. Eserde cennet ve cehennem, dünya ve ahiret, mürsit ve mürid, ask ve sema gibi konular islenmistir. 5. Mecalis-i Seba'a: Mecali-i Seb'a, adindan da anlasilacagi üzere Mevlana'nin yedi meclisi nin yedi vaazi nin not edilmesinden meydana gelmistir. Mevlana'nin vaazlari, Çelebi Hüsameddin veya oglu Sultan Veled tarafindan not edilmis, ancak özüne dokunulmamak kaydi ile eklentiler yapilmistir. Eserin düzenlenmesi yapildiktan sonra Mevlana'nin tashihinden geçmis olmasi kuvvetle muhtemeldir. Siiri amaç degil, fikirlerini söylemede bir araç olarak kabul eden Mevlana, yedi meclisinde serh ettigi Hadis'lerin konulari bakimindan tasnifi söyledir. a. Dogru yoldan ayrilmis toplumlarin hangi yolla kurtulacagi. b. Suçtan kurtulus. Akil yolu ile gafletten uyanis. c. Inanç'daki kudret. d. Tövbe edip dogru yolu bulanlar, Allah'in sevgili kullari olurlar. e. Bilginin degeri. f. Gaflete dalis. g. Aklin önemi . Bu yedi meclisde, asil serh edilen hadislerle beraber, 41 hadis daha geçmektedir. Mevlana tarafindan seçilen her Hadis içtimaidir. Mevlana yedi mecliste her bölüme "Hamd ü sena" ve "Münacaat" ile baslamakta, açiklanacak konulari ve tasavvufi görüslerini hikaye ve siirlerle cazip hale getirmektedir. Bu yol Mesnevi'nin yazilisinda da aynen kullanilmistir. SÖZLERİNDEN BAZILARI "Ya oldugun gibi görün Ya göründügün gibi ol" 'Gene gel! gene gel! her ne isen gene gel! Kafirsen, ateşe tapıyorsan, puta tapıyorsan da, gene gel. Bu bizim dergahımız mutsuzluk dergahı değil, yüz kere tövbeni bozmuşsan da gene gel!' "Biz güzeliz sende güzelles, bizim huyumuzla huylan, baskalarinin huyunu birak. Cevher madeni olmak istiyorsan, gönlünü aç, gögsünü deniz haline getir." "Cömertlik ve yardim etmede akarsu gibi ol, Sefkat ve merhamette günes gibi ol, Baskalarinin kusurunu örtmede gece gibi ol, Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol, Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol, Hosgörülükte deniz gibi ol, Ya oldugun gibi görün, ya göründügün gibi ol." "Gönül güzelligi geçmez güzelliktir. O güzelligin devleti Ab-i Hayatin sakisidir." ULUSLARARASI ANMA TÖRENLERİ Törenler, her yıl, 01-17 Aralık tarihleri arasinda Konya Mevlâna Kültür Merkezinde icra edilmektedir.
-
Hazret-i Mevlana'nin Baki Aleme Göçüsü Mevlana, Çelebi Hüsameddin ile tam onbes sene güzel demler, hos safalar sürdü. Bu müddet zarfindan bahtsizlarin fitne ve hücumundan uzak, huzur ve sürur içinde yasadi. Dostlari onun cemalinin nuruna pervane olmuslardi. Mevlana, artik son anlarini yasadigini, özledigi ebedi cemal alemine kavusacagini anlamisti. Ansizin hastalanip yataga düstü. Mevlana'nin hastalik haberi Konya'da yayildigi zaman ahali, sifalar dilemeye, gönlünü, duasini almaya geliyorlardi. Seyh Sadreddin (? - 1274) de talebeleriyle birlikte Mevlana'ya geçmis olsun demeye geldi ve çok üzüldügünü beyan edip, "Allah yakin zamanda sifalar versin. Hastalik ahirette derecenizin yükselmesine sebeptir. Siz alemin canisiniz, insaallah yakin zamanda tam bir sihhate kavusursunuz" diye temennide bulundu. Bu nun üzerine Mevlana: "Bundan sonra Allah sizlere sifa versin. Asikin masukuna kavusmasini ve nurun nura ulasmasini istemiyor musun?" dedi. Seyh Sadreddin, yanindakilerle birlikte aglayarak kalkip gitti. Mevlana, dostlarina ve aile efradina, bu dünyadan göçecegine üzülmemelerini söylüyordu, fakat onlar, benden de olsa, bu ayriligi kabullenemiyorlar, aglayip inliyorlardi. Mevlana'nin hanimi, Mevlana'ya hitaben; "Ey alemin nuru, ey ademin cani! Bizi birakip nereye gideceksin?" diyerek agliyor ve ilave ediyordu. "Hudavendigar Hazretlerinin dünyayi hakikat ve manalarla doldurmasi için üçyüz veya dörtyüz yillik ömrünün olmasi lazimdi." Mevlana cevaben, "Niçin? Niçin? Biz ne Firavun ve ne de Nemrud'uz, bizim toprak alemiyle ne isimiz var, bize bu toprak aleminde huzur ve karar nasil olur? Ben insanlara faydam dokunsun diye dünya zindaninda kilmisim, yoksa hapishane nerede ben nerede? Kimin malini çalmisim? Yakinda Allah'in sevgili dostunun, Hazret-i Muhammed'in yanina dönecegimiz umulur" Hazret-i Mevlana'nin Vasiyeti "Ben size, gizli ve aleni, Allah'dan korkmanizi, az yemenizi, az uyumanizi, az söylemenizi, günahlardan çekinmenizi, oruç tutmaya ve namaz kilmaya devam etmenizi, daima sehvetten kaçinmanizi, halkin eziyet ve cefasina dayanmanizi avam ve sefihlerle düsüp kalkmaktan uzak bulunmanizi, kerem sahibi olan salih kimselerle beraber olmanizi vasiyet ederim. Hayirlisi, insanlara faydasi dokunandir. Sözün hayirlisi da az ve öz olanidir. Hamd, yalniz tek olan Allah'a mahsustur. Tevhid ehline selam olsun." Seb-i Arus irfan ve sevgi günesi Mevlana, 5 Cemaziye'l-ahir, 672 (17 Aralik 1273) Pazar günü gurup vakti, bütün parlakligi ile, bütün güzellikleriyle gülerek ebediyet aleminin asumanina dogdu. Mevleviler, o geceye Seb-i Arus derler. Hazret-i Mevlana'nin Cenaze Merasimi Müslüman olan, müslüman olmayan, küçük büyük ne kadar Konyali varsa hepsi, Mevlana'nin cenaze merasimine katildi. Müslümanlar, müslüman olmayanlari sopa ve kilisla savmaya çalisarak onlar: "Bu merasimin sizinle ne ilgisi vardir? Bu din sultani Mevlana bizimdir, bizim imamimizdir" diyorlardi. Onlar da su cevabi veriyorlardi. "Biz Musa'nin ve bütün peygamberlerin hakikatini onun sözlerinden anlayip ögrendik. Kendi kitaplarimizda okudugumuz olgun peygamberlerin huy ve hareketlerini onda gördük. Sizler nasil onun muhibbi ve müridi iseniz, biz de onun muhibbiyiz. Mevlana Hazretleri'nin zati, insanlar üzerinde parlayan ve onlara iyilikte, cömertlikte bulunan hakikatler günesidir. Günesi bütün dünya sever. Bütün evler onun nuruyla aydinlanir. Mevlana ekmek gibidir. Hiç kimse ekmege ihtiyaç duymamazlik edemez. Ekmekten kaçan hiçbir aç gördünüz mü? Hazret-i Mevlana'nin Cenaze Namazi Mevlana'nin vasiyeti üzerine Seyh Sadreddin, Mevlana'nin namazini kildirmak üzere niyetlendiginde dayanamayip bayginlik geçirdi. Bunun üzerine namaza Kadi Siraceddin imamlik etti. Hazret-i Mevlana'ya Yesil Kubbe Mevlana'ya Yesil Kubbe denilen türbe, Sultan Veled ile Alameddin Kayser'in gayreti ve Emir Pervane'nin esi (Sultan II. Giyaseddin Keyhüsrev'in kizi) Gürcü Hatun'un yardimiyla Çelebi Hüsameddin zamaninda yapildi. Türbenin mimari Tebrizli Bedreddin'dir. Selimoglu Abdülvahid adli bir sanatkar da Mevlana'nin kabri üzerine, Selçuklu oymaciliginin saheseri olarak kabul edilen, büyük bir ceviz sanduka yaptirmistir. Bu sanduka bu gün, Sultan"ül-Ulema Bahaeddin Veled'in kabri üzerindedir. Hazret-i Mevlana'nin Ölüme ve Mezara Bakisi "Ölüm günümde tabutum yürüyüp gitmeye basladi mi, bende bu cihanin gami var, dünyadan ayrildigima tasalaniyorum sanma; bu çesit süpheye düsme, bana aglama, yazik yazik deme. Seytanin tuzagina düsersem iste hayiflanmanin sirasi o zamandir. Cenazemi görünce ayrilik ayrilik deme. O vakit benim bulusma ve görüsme zamanimdir. Beni kabre indirip birakinca, sakin elveda elveda deme; zira mezar cennetler toplulugunun perdesidir. Batmayi gördün ya, dogmayi da seyret. Günese ve aya batmadan ne ziyan geliyor ki? Sana batmak görünür, ama o, dogmaktir. Mezar hapis gibi görünür, ama o, canin kurtulusudur. Hangi tohum yere ekildi de bitmedi? Ne diye insan tohumunda süpheye düsüyorsun? Hangi kova kuyuya salindi da dolu dolu çikmadi? Can Yusuf'u ne diye kuyuda feryad etsin?Bu tarafta agzini yumdun mu o tarafta aç. Zira senin hayuhuyun, mekansizlik aleminin fezasindadir." Hazret-i Mevlana'nin Ziyaretçilerine Seslenisi "Kardes, mezarima defsiz gelme; çünkü Allah meclisinde gamli durmak yarasmaz. Hak Teala beni ask sarabindan yaratmistir. Ölsem, çürüsem bile, ben yine o askim." "Ölümümüzden sonra mezarimizi yerde aramayiniz? Bizim mezarimiz ariflerin gönüllerindedir." DIŞ GÖRÜNÜŞÜ Mevlana, sararmis yüzlü ve ince vücutlu idi. Bu sararmis ve zayif bünyesinde öyle bir nur ve heybet vardi; gözleri o kadar keskin ve çekici idi ki, kimse dikkatle bakamazdi. Mevlana basina, bilginlere mahsus bir sekilde sarik sarar, taylasan (sariktan sarkan uç) birakirdi. Sirtina da bilginlerin giydikleri gibi bol genis kollu bir hirka giyerdi. Sems'in kaybolmasindan kirk gün sonra, ömrünün sonuna kadar, beyaz sarik yerine duman renkli bir sarik sardi ve Yemen ile Hint kumasindan yaptirdigi fereci (gögsü açik uzun kollu cübbe) giydi. Hazret-i Mevlana'nin Tasavvufu Mevlana'nin tasavvufu, hiçbir zaman bir bilgi sistemi yahut hayali bir idealizm degildir. Onun tasavvufu, irfan tahakkuk, ask ve cezbe aleminde olgunlasmadir. Mevlana, daima hayatin gerçeklerini görür, hayatin bütün gerçeklerini kabul eder, ondan el etek çekmez. Miskinligi, hayattan el etek çekmeyi reddeder, hayati, hayatin içinde yasatir. Onun dünyayi tarifi, bize, onun tasavvufunu açiklar: "Dünya nedir? Allah'tan ****** olmaktir. Kumas, para, ölçüp tartarak ticaret yapmak ve kadin; dünya degildir. Din yolunda sarf etmek üzere kazandigin mala, Peygamber, "Ne güzel mal" demistir. Suyun gemi içinde olmasi geminin helakidir. Gemi altindaki su ise gemiye, geminin yürümesine yardimcidir. Mal, mülk sevgisini gönülden sürüp çikardigindadir ki Süleyman Peygamber, ancak yoksul adini takindi. Agzi kapali testi, içi hava ile dolu oldugundan derin ve uçsuz bucaksiz su üstüne yüzüp gitti. Iste yoksulluk havasi oldukça insan, dünya denizine batmaz, o denizin üstünde durur. Bütün bu dünya, onun mülkü olsa bu mülk, gözünde hiçbir sey degildir." Hazret-i Mevlana'nin Tasavvufunda Gaye Mevlana'nin tasavvufunda gaye, kulluk ve yokluktur. Dolayisiyla hakiki padisahlik, gerçek varlik makamina erismektir. "Asil o Allah mülk ve saltanat sahibidir, kendisine bas egene bu topraktan yaratilan dünya söyle dursun, yüzlerce mülk, yüzlerce saltanat ihsan eder. Fakat, Allah huzurunda bir secde, sana iki yüz devlet ve saltanattan daha hos gelir. Ben ne mal isterim, ne mülk; ne devlet isterim, ne saltanat. Bana o secde devletini ihsan et, yeter diye aglayip sizlanmaya baslarsin..." "Senin taht dedigin sey, tahtadan yapilma tuzaktir. Kondugun yeri bas köse sanmissin ama, kapida kalakalmissin. Igreti padisahligi Allah'a ver de Allah sana herkesin kabul edecegi hakiki bir padisahlik versin." "Yok olmadikça hiç kimseye yüce huzura varmaya yol yoktur." "Kapida dolasan, Ben'den Biz'den dem vuran kapidan sürülür, "La" makaminda dolasip durur." "Kim benlikten kurtulursa bütün benlikler onun olur. Kendisine dost olmadigi için herkese dost kesilir." "Yokluk küheylani, ne de güzel bir buraktir. Yok olduysan seni varlik makamina götürür." Hazret-i Mevlana'nin Tasavvufunda Ask Mevlana'nin tasavvufunda, yaratilisin, hayatin manasi asktir. Ask ise, kimseye niyazi, ihtiyaci olmayan Allah'in vasiflarindandir. Ondan baskasina asik olmak da geçici bir hevestir. Yaratilisin sebebi bütün hastaliklarin takibi, böbürlenmenin, bencilligin devasi, elemlerin merhemi ilahi asktir: "Ask, o suledir ki, parladi mi sevgiliden baska ne varsa hepsini yakar", "Ask, kimseye niyazi ve ihtiyaci olmayan Allah'in vasiflarindandir. Ondan baskasina asik olma, geçici bir hevestir.", "Ey bizim kibir ve azametimizin ilaci, ey bizim Eflatunumuz! Ey bizim Calinusumuz!", "Toprak beden, asktan göklere çikti, dag oynamaya basladi, çeviklesti. Ey asik! Tur'un cani oldu. Tur sarhos, Musa da düsüp bayilmis... Kimin aska meyli yoksa o kanatsiz bir kus gibidir. Vah ona!" Hazret-i Mevlana'nin Tasavvufunda Esas Mevlana'nin tasavvufunda esas, gönül sahibine erismek ve cevher olmaktir. Nitekim söyle buyurur, "Allah ile oturup kalkmak isteyen kisi, veliler huzurunda otursun. Velilerin huzurundan kesilirsen, helak oldun gitti. Çünkü sen, külli olmayan bir cüz'sün. Seytan birisini kerem sahiplerinden ayirirsa onu, kimsiz, kimsesiz bir hale kor, o halde de bulunca basini yer mahvedip gider.", "Velilerin huzurundan uzaklasirsan hakikatte Allah'dan uzaklasirsin.", "Mana ehliyle düs kalk ki hem ata ve ihsan elde edesin, hem de feta (yigit, cömert) olasin.", "Bu cisimde manasiz can, hilafsiz, kilif içinde tahta kiliç gibidir. Kilifta bulundukça kiymetlidir. Çikinca yakmaya yarar bir alet olur.", "Tahta kilici muharebeye götürme, ah u figana düsmemek için önce bir kere muayene et; eger tahtadansa, yürü baskasini ara, eger elmassa sevinerek ileri gel! Elmas kiliç, velilerin silah deposundadir. Onlari görmek size kimyadir. Bütün bilenler, ancak ve ancak bunu böyle demislerdir: Bilen, alemlere rahmettir. Gülen nar bahçeyi güldürür. Erleri sohbeti de seni erlerden eder. Kati tas ve mermer bile olsan, gönül sahibine erisirsen cevher olursun. Temizlerin muhabbetini ta caninin içine dik . Gönlü hos olanlarin muhabbetinden baska muhabbetlere gönül verme. Ümitsizlik diyarina gitme, ümitler var. Karanliga varma, günesler var. Gönül, seni, gönül ehlinin diyarina; ten, seni su ve çamur hapsine çeker. Agah ol, bir gönüldesten gönül gidasini al, onunla gönlünü gidalandir. Yürü, ikbali bir ikbal sahibinden ögren." Hazret-i Mevlana'nin Islami Esaslara ve Hazret-i Muhammed'e (S.A.V.) Bagliligi Mevlana "Muhakkak ki sizin, Allah'in yaninda en kerim olaniniz Allah'dan çok korkup, günah islemeyeninizdir." Mealindeki ayetin suuruyla daima Kur'an hükümlerinin adabina riayet ederek Allah'in hakim kildigi seylerden çekinmis, nefsinin hazlarini terketmis, olgunlugu elde etmeye mani olan seylerden el çekmis, hülasa Allah'dan kendisini uzaklastiracak seylerin hepsinden daima sakinmis gerçek takva sahibi bir sahsiyettir. Hazret-i Mevlana Islami Esaslardan Sapmadi Sems ile karsilastiktan sonra, muhitin hazim ve idrak edemeyecegi bir aleme giren Mevlana bütün vecd (kendinden geçerek ilahi aska dalma) ve istigrak (mana alemine dalarak dünyadan habersiz olma hali) içinde dahi bir an Islam dininin esaslarindan harice bir adim atmamistir. Hazret-i Mevlana'da Ibadet Suuru Mesnevi'sinde; "Bizim Rabbimiz "Secde et ki, Allah'in yakinlarindan olasin" buyurmustur. Bizim bedenlerimizin secdesi ruhlarimizin Allah'a yaklasmasina sebeptir." Diyen Mevlana, Allah sevgisini yalniz fikir ve mana olarak kabullenmez, üzerine farz olan ibadetleri askla ifa ederdi. Eflaki söyle naklediyor: Mevlana, Ezan-i Muhammedi'yi isitince, elleriyle dizlerinin üzerine basip, olanca heybetiyle ayaga kalkar, "Ey kendisiyle rusen olan canimiz! Adin ebediyete kadar kalsin" der; bunu üç defa tekrarlar sonra: "Bu namaz, oruç, hac ve cihad, itikadin sahididir. Hediyeler, armaganlar ve sunulan seyler benim seninle hos oldugumun, seni sevdigimin sahididir.", "Eger Allah sevgisi yalniz fikir ve mana olsaydi senin oruç ve namazinin zahiri suretleri de kalmazdi, yok olurdu." Diyerek tam bir tevazu ve niyazla namaza dalardi. Hazret-i Mevlana Kur'an-i Kerim'e Hayran, Hazret-i Muhammed'e Kurban'dir Mevlana, su rubaisiyle Kur'an-i Kerim'e ve Hazret-i Muhammed'e (S.A.V.) bagliligini apaçik ilan ederek "Canim bedenimde oldukça Kur'an-in kuluyum; Seçilmis Muhammed'in yolunun topragiyim. Birisi, sözlerimden, bundan baska birsöz naklederse, O nakledenden de bezmisim ben, bu sözden de bezmisim" demektedir. Hazret-i Mevlana'nin Hüviyeti Mevlana'nin eserleri ve yasayisi dikkatlice tetkik edildiginde, rahatlikla söyle söylenebilir: Mevlana kendi ilmini, Hazret-i Muhammed'in ilminde; irfanini, Hazret-i Muhammed'in irfaninda; benligini, Hazret-i Muhammed'in benliginde; hasili bütün varligini, O'nun varliginda yok ederek manevi hüviyetini, Hazret-i Muhammed'in manevi hüviyetinin parlak mes'alesi nurundan yakip uyandirmistir. Nitekim kendisi de bu hakikati su misralarinda belirtmekterdir. "Biz Allah'in sayesiyiz, Mustafa'nin nurundaniz. Sedef içine damlamis çok kiymetli bir inciyiz. Herkes suret gözüyle bizi nereden görecek? Biz Kibriya'nin su ve balçik içinde belirmis nuruyuz." O'nun Insana Bakis Dairesinin Merkezi Bilinmelidir ki, Mevlana'nin, bir kamil mürsid olarak manevi vazifesi, yaratilisinin gayesi çerçevesinde, insanlarin hidayetine ve ebedi saadetine vesile olabilmektir. Bu ilahi gayenin gayreti ve yüklendigi manevi vazifenin suuruyla: "Biz pergel gibiyiz. Bir ayagimiz Seri'at'de (ayet, hadis, icma-i ümmet ve kiyas-i fukaha üzerine kurulmus olan din kaidelerinde) saglamca durur, öteki ayagimiz yetmisiki milleti dolasir." Demektedir. O'nun Engin Hosgörüsündeki Sir, Nur, Suur, Huzur: O'nun engin hos görüsünde Tevhid'in sirri, Kur'an'in nuru, imanin suuru ve Muhammedi ahlakin huzuru vardir. Mevlana'nin Tevhid'in nes'esiyle ve Muhammedi feyzin coskunlugu ile özünde olan engin hosgörüsünü yasayisi ile de, nükteli bir biçimde, ortaya koydugunu görmekteyiz. Zaten Mevlana'nin sahsiyetindeki olgunluk ve bariz vasif, söyledigini yasamasidir ve fikrini hareketiyle göstermesidir. Bu hususta bir misal verelim: Bir Sema meclisinde Mevlana, Sema etmektedir. Birdenbire Hiristiyan sarhos Sema'a girer. O sarhos heyecanlar göstererek Mevlana'ya çarpmaktadir. Bunun üzerine dostlar o sarhosu incitirler. Mevlana, o sarhosu incitenlere hitaben, "Sarabi o içmistir, sarhoslugu siz ediyorsunuz" buyurur. Dostlar, o sarhosu tanitmak için cevaben, "Tersadir (Hiristiyan)" dediklerinde, Mevlana, tesanin diger, korkak ve korkan, manasini ima ederek; "O tersa (korkar ve korkan) ise siz niçin degilsiniz?" Der ve dostlar, yaptiklari hatadan dolayi özürler dilerler. Hazret-i Mevlana'nin Egitimci Yönü O'nun Insana Bakisi: Mevlana, insana fasik (günahkar) da olsa, kafir de olsa, engin bir görüsle ve rahmet dolu bir nazarla bakmistir. Çünkü o, Mesnevi'sinde de ifade ettigi gibi Allah'in fasik ve putperest de olsa kendisini çagirana icabet edecegini müdriktir. Mevlana, Muhammedi feyze tam mazhar olarak rahmet madeni olmustur, Kur'an-i Kerim'de buyurulan: "Allan'in rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz" mealindeki ilahi müjdenin hakikatine ermis bir Allah dostudur. Onun içindir ki, bütün insanliga coskunlukla; "Ümitsizlik semtine gitme, ümitler vardir. Karanlik tarafa gitme; günesler vardir." Diye haykirir. Kamil insan olarak, böylesine, ilahi rahmet ve Rahmani ümitlerle dopdolu olan Mevlana'nin hiç kimseye hor bakmayacagi gayet tabiidir ve hassasiyetle su tavsiyede bulunur. "Hiçbir kafiri hor görmeyin. Olur ya, müslüman olarak ölebilir. Ömrünün sonundan ne haberin var ki ondan tamamiyla yüz çeviriyorsun." O'nun Halka Bakisi Mevlana'nin nazarinda, kim olursa olsun, her seyden evvel insan vardi. Halk tabakasindan olsun, yüksek tabakadan olsun, onun için farketmezdi. Bilakis halka pek merhametliydi. Gariplere karsi daima gönül alici davranirdi. Mevlana bir gün Ilica'ya gitti. Emir Alim Çelebi, daha önce davranarak hamama vardi ve Mevlana'nin dostlaryla beraber kalabilmesi için bütün insanlari hamamdan disari çikartti, sonra havuzu kirmizi beyaz elmalarla doldurttu. Mevlana içeri girdigi vakit, hamamin soyunma yerinde insanlarin acele ile elbiselerini giydiklerini ve havuzun elmalarla dopdolu oldugunu gördü. emir Alim Çelebi'ye hitaben dedi ki: "Ey Emir Alim! Bu insanlarin canlari elmadan daha mi az kiymetli ki, onlari disari edip havuzu elmalarla doldurdun. Onlardan biri, elmalarin otuz mislidir. Yalniz elmalar degil, bütün dünya ve içindeki seyler, insanlar için degil midir? Eger beni seviyorsan, söyle de hepsi hamama girsinler. Fukarasi, zengini, saglami ve zayifi disarida kalmasin ki, ben de onlarin davetsiz misafiri olarak suya girebileyim, onlarin sayesinde biraz dinlenebileyim." O, Çevresine Rahmettir Etrafindakilerin ve kendisi ile oturup kalkmak isteyenlerin, sultanlar, emirler, zenginler ve hep ileri gelen kimseler olmasina ragmen Mevlana, daha çok fakirlerle, zaruret içinde olanlarla düsüp kalkardi. Müridlerin çogu da zaten hor ve hakir görülen kimselerdi. Müridlerini kinayanlara, Mevlana'nin verdigi cevap dikkat çekicidir. "Benim müridlerim iyi insanlar olsalardi, ben onlarin müridi olurdum. Kötü insan olduklarindan, ahlaklarini degistirip iyi olmalari, iyiler ve iyi amel eden insanlarin arasina girmeleri için müridlige kabul ettim. Allah'in rahmetine mazhar olanlar kurtulmuslardir; fakat lanetine ugramislar tedaviye muhtaç hastalardir. Iste biz bu lanetlikleri rahmetlik yapmak için dünyaya geldik." Hazret-i Mevlana Ince Ruhlu Nazik Bir Babaydi Mevlana, ince ruhlu, gayet hassas ve nazikbir baba, gönül almakta, gönül oksamakta ve kadirsinaslikta örnek bir aile reisidir. Gelini Fatma Hatun'a ve oglu Sultan Veled'e gönderdigi mektuplari okudugumuzda, onun ince ruhunu, nezaketini ve kadirsinasligini açikça görmekteyiz. Gelinine hitap ederken kullandigi: "Bizim de gönlümüzün, gözümüzün isigi aydinligi, alemin de gönlünün ve gözünün isigi aydinligi...", "Canim canina karismistir, birlesmistir. Seni inciten her sey beni de incitir... Sizin gaminiz, on kat fazlasiyla bizimdir. Sizin düsünceniz, tasaniz; bizim düsüncemiz, bizim tasamizdir... Aziz oglum Bahaeddin sizi incitirse, gerçekten sevgisini ve gönlümü ondan alirim..." ifadeleri onun hassas ruhunun, nezaketinin ve gönül oksayiciliginin delilidir. Hazret-i Mevlana Kiymet Bilen Bir Dost Ogluna hitaben yazdigi mektubundaki su cumleler de onun kadirsinas sahsiyetinin aynasidir: "Padisahimiz Seyh Selahaddin'in kizinin hatirina riayet etmeniz için su birkaç satir yazildi... Allah için su babanizin yüzünü, kendi yüzünü, bütün soyumuzun, sopumuzun yüzlerini ak etmek istersen onun hatirini aziz, ama pek aziz tut, onu can ve gönül tutagiyla avlamak için her günü ilk gün, her geceyi gerdek gecesi say..." Hazret-i Mevlana Gönül Alici; Örnek Bir Baba Mevlana'nin, davranislariyla ve tavsiyesiyle, nasil bir baba ve nasil bir ruh terbiyecisi oldugunu anlamak için de Sultan Veled'in su hatirasini okuyalim: "Bir gün bana büyük bir ruh bezginligi ve iç sikintisi geldi. Beni bezgin ve sikintili gören babam:"Birinden mi incindin de böyle sikildin?" dedi. Ben "Bilmiyorum, bu ne haldir?" dedim. Babam kalkip eve gitti ve bir müddet sonra, kurt postunu çevirip basina ve yüzüne geçirmis bir halde ve çocuklari korkuttuklari gibi "Bu! Bu! Bu!" yaparak yanima geldi. Babamin bu hos hareketinden bana bir gülmedir geldi; anlatilamayacak derecede güldüm. Yere kapanarak ayaklarini öptüm. Babam "Bahaeddin! Eger bir güzel sevgili sana siki sikiya baglansa, daima seninle saka, senlik etse ve birdenbire yüzünün seklini degisitirip gelse ve sana "Bu! Bu! Bu!" dese ondan hiç korkar misin?" buyurdu. Ben de hayir, korkmam dedim. Buyurdu ki: "Seni sevindiren, seni sevinç ve nese içinde tutan sevgili, seni üzen ve kendisinden sikinti duydugun ayni sevgilidir. Hep odur, hep ondandir ve ondan feyizlenirsin. O halde neden bos yere üzgün duruyor, sikintinin elinde aciz kaliyorsun?" "Içinde sikinti görünce onun çaresine bak; çünkü dallarin hepsi kökten biter. Içinde genislik, ferahlik görünce ona su ver. Kalb ferahliginin verdigi meyvayi da, dostlara ve ahbaplara sun." Insani Münasebetlerde Dikkat Ettigi Hususlar Mevlana, hasimlari tarafindan kendisine reva görülen dil uzatmalara ve uygunsuz lakirdilara hiç aci cevap vermez, yumusaklikla mukabelede bulunurdu. Molla Cami, söyle naklediyor: Mevlana'ya düsmanlik güden Konyali Siraceddin'e Mevlana'nin: "Ben yetmisiki milletle beraberim" dedigini söylediler. Siraceddin de düsmanligindan, Mevlana'yi huzursuz etmek ve kismetten düsürmek niyetiyle, yakinlarindan olan bir alime ona gönderdi. O alim, Siraceddin'in talimatina göre, büyük bir kabalik içinde Mevlana'ya sen böyle mi söyledin, diye soracak, sayet ikrar ederse kendinine edep disi sözlerle incitecek, insanlar arasinda mahcup edecekti. O alim, Mevlana'nin huzuruna geldi ve sordu. "Sen yetmisiki milletle beraberim diye söyledin mi?" Mevlana da cevaben: "Evet demisim" deyince, o alim agzina geleni söyledi, asiri derecede ileri geri konustu. Mevlana tebessüm ederek dedi ki: "Senin bu söylediklerine ragmen, seninle de beraberim." Hizmetkarlara Karsi Davranisi Mevlana, cariyelere, hizmetkarlara karsi muamelesinde ve anlayisinda da güzel ahlaklidir. O daima gönül verdigi Hazret-i Muhammed'in güzel ahlakiyla ahlaklanmis bir sahsiyettir. Hazret-i Muhammed'in "onlara giydiginizden giydiriniz, yediginizden yediriniz." Hadisinin suurundadir. Mevlana'nin kizi Melike Hatun, bir gün cariyesine sert davranmis, onu azarlamistir. Kizinin bu durumunu gören Mevlana, ona: "Onu neden incitiyorsun? Acaba, o hanim; sen de cariye olsaydi ne yapardin? Ister misin ki, bütün dünyada Allah'dan baska kimsenin kölesi yoktur, diye fetva vereyim. Hakikatte onlarin hepsi bizim kardeslerimizdir." Suçlulara Karsi Muamelesi Mevlana, güzel ahlakiyla hep affedici olmus, suçlulara karsi gösterdigi hos anlayis ve muamelesiyle, onlari cemiyete, insanliga kazandirmistir. Mevlana, bir gün odasinda namaz kiliyordu. Birisi içeri girdi ve fakirim, hiçbir seyim yoktur, dedi. Sonra Mevlana'yi namazin huzuruna dalmis, kendisinden habersiz oldugunu anlayinca ayaginin altindaki haliyi çekti ve alip gitti. Hoca Mecdeddin bu durumu ögrenir ögrenmez, o sahsi aramaya basladi ve onu bit pazarinda haliyi satarken yakaladi, sonra eziyet ede ede o fakiri Mevlana'nin huzuruna getirdi. Mevlana, Hoca Mecdeddin'e söyle dedi. "Ihtiyacindan ötürü bunu yapmistir, ayip degildir. Onu mazur görüp ondan haliyi satin almak lazimdir." Çocuklara Karsi Sefkati Mevlana, çocuklara karsi çok merhametli ve sefkatli idi: Bir gün Mevlana, mahalleden geçiyordu. Çocuklar da yolda oynuyorladir. Uzaktan Mevlana'yi görünce hepsi birden kosarak saygi ile huzurunda durdular. Yalniz çocuklardin biri uzakta idi. Ben de geliyorum diye bagirdi. Mevlana, çocuk isini bitirip gelinceye kadar bekledi. Hazret-i Mevlana Sevgi ve Baris'in Sembolü Mevlana, daima birlestiricidir, baristiricidir, sevginin ve barisin adeta sembolüdür. Iki ulu kisi birbirlerine düsmanlikta bulunuyor, münasebetsiz sözler söylüyorlardi. Onlardan biri ötekine, "Eger yalan söylüyorsan, Allah senin canini alsin" diyor, digeri ona: "Eger yalan söylüyorsan, Allah senin canini alsin" diyordu. Mevlana, onlarin arasina girip: "Hayir, hayir. Allah ne senin, ne de onun canini alsin. O, benim canimi alsin. Çünkü cani alinmaya ancak biz layikiz." Dedi. Her ikisi de baristi. O'nun Anlayisinda Çalisma ve Insan "Insanin elde ettigi sey, zararsa çalismamasindan ileri gelmistir, karsa çalisip çabalamasindan.", "Kazanmak da ekin ekmeye benzer, ekmedikçe ona sahip olmaya hakkin yoktur." "Hiç bugday ektin de arpa verdigini gördün mü?" Sözleriyle Mevlana, dostlarina çalismayi emrederdi. Miskinligi reddeden Mevlana derdi ki: "Tevekkül ediyorsan, çalismak hususunda da tevekkül et, kazan da sonra Allah'a dayan", "Birisi bir define buluverir, ben de onu istiyorum dükkanla alisverisle ne isim var der. Baht isi bu, fakat nadirdir. Tende kudret oldukça çalisip kazanmak gerek. Çalisip kazanmak, define bulmaya mani degil ya. Sen isten kalma da, nasibinde varsa define de arkadan gelsin." O, Dostlarina, Helal Kazanç ve Helal Lokmayi Tavsiye Ederdi Mevlana, dostlarina, ne olursa olsun helal lokmayi tavsiye ederdi. "Nur ve kemali arttiran lokma, helal kazançtan elde edilen lokmadir. Ilim ve hikmet helal lokmadan dogar, ask ve rikkat (gönül inceligi) helal lokmadan meydana gelir." Mevlana, dostlarina dilenmeyi yasaklamis ve "Biz, kendi dostlarimiza dilencilik kapilarini kapattik. Dostlarimiz, ticaret, kitabet veya herhangi bir el emegi ve alin teri ile geçimlerini temin etsinler. Biz Hazret-i Peygamber'in "Gücün yettikçe, istemekten sakin." Emrini yerine getirdik. Bizim müridlerimizden kim bu yolu tutmaz ise, onun bir pul kadar degeri yoktur." Buyurmustur. Hazret-i Mevlana'nin Kainati Kucaklayan Degeri, Insan Sevgisi ve Hosgörüsü Mevlana'nin kainati kucaklayan degeri, insan sevgisi ve hosgörüsü, Allah'a olan hudutsuz askinin ve Muhammedi feyze tam mazhar olarak rahmet madeni olusunun tabii neticesidir. Tasidigi ilahi ask, eristigi Muhammedi feyz, onu mahviyet sahibi yapmis, benligini, kibrini almistir. Mevlana'nin islerinde kendini begenmisligin zerre kadar görülmemesi bundandir. O, kibirden ve nefretten arinmis, mahviyet ve muhabbetle bezenmistir. Mevlana, alçak gönüllükte büyüklük, büyüklükte alçak gönüllük, varlikta yokluk, yoklukta varlik, hiçlikte kemal, kemalde hiçlik gösterirdi. Mevlana'nin hudutsuz insan sevgisinde ve hosgörüsündeki temel esaslardan bir digeri de, müslümanligin üzerinde hassasiyetle durdugu, "Insan yaratilmislarin en sereflisidir" düsturudur. Mevlana bu serefin suuruyla insanlari kucaklar, yaratilmislari, asik oldugu yaratandan ötürü, herhangi bir nefis mücadelesine girmeden, rahatlikla hos görüverir. Mevlana'nin, kim olursa olsun insanlari hos görüsü, insanlara hos davranisi, kendisini daima küçülterek insanlara hayirli dualar etmesi, kendi önünde kapananlara, kafir de olsa, mukabelede bulunmasi, onun ilahi askla, ilahi cezbelerle ve Allah'in cemal nurlarina gömülmüs olarak yasamasindandir.
-
MEVLANA HAYATI Mevlana'nin asil adi Muhammed Celaleddin'dir. Mevlana ve Rumi de, kendisine sonradan verilen isimlerdendir. Efendimiz manasina gelen Mevlana ismi O'na daha pek genç iken Konya'da ders okutmaya basladigi tarihlerde verilir. Bu ismi, Semseddin-i Tebrizi ve Sultan Veled'den itibaren Mevlana'yi sevenler kullanmis, adeta adi yerine sembol olmustur. Rumi, Anadolu demektir. Mevlana'nin, Rumi diye taninmasi, geçmis yüzyillarda Diyar-i Rum denilen Anadolu ülkesinin vilayeti olan Konya'da uzun müddet oturmasi, ömrünün büyük bir kisminin orada geçmesi ve nihayet türbesinin orada olmasindandir. Dogum Yeri ve Yili Mevlana'nin dogum yeri, bugünkü Afganistan'da bulunan, eski büyük Türk Kültür merkezi Belh'tir. Mevlana'nin dogum tarihi ise 30 Eylül 1207 (6 Rebiu'l-evvel, 604) dir. Nesebi (Soyu) Asil bir aileye mensup olan Mevlana'nin annesi, Belh Emiri Rükneddin'in kizi Mümine Hatun; babaannesi, Harezmsahlar (1157 Dogu Türk Hakanligi) hanedanindan Türk prensesi, Melike-i Cihan Emetullah Sultan'dir. Babasi, Sultanü'l-Ulema (Alimlerin Sultani) ünvani ile taninmis, Muhammed Bahaeddin Veled; büyükbabasi, Ahmet Hatibi oglu Hüseyin Hatibi'dir. Eflaki'ye göre Hüseyin Hatibi, ilmi deniz gibi engin ve genis olan bir alim idi. Din ilminin üstadi ve alimlerin büyüklerinden sayilan, güzel siirler söyleyen Nisaburlu Raziyüddin gibi bir zat da talebelerindendi. Kaynaklar ve Mevlana'nin sevgi yolunda gidenler eserlerinde Sultanü'l-Ulema Bahaeddin Veled'in nesebinin, anne cihetiyle ondördüncü göbekte Hazret-i Muhammed'in torunu Hazret-i Hüseyin'e, baba cihetiyle de onuncu göbekte Hazret-i Muhammed'in seçilmis dört dostundan ilki Hazret-i Ebu Bekir Siddik'a ulastigini kaydediyorlar. Babasi Bahaeddin Veled Hazretleri'nin Sahsiyeti Bahaeddin Veled, 1150'de Belh'de dogmus, babasi ve dedesinin manevi ilimleriyle yetismis; ayrica Necmeddin-i Kübra (? - 1221)'dan feyz almistir. Bahaeddin Veled bütün ilimlerde esi olmayan, olgun mana sultani idi. Ilahi hakikatler ve Rabbani ilimlerden meydana gelen uçsuz bucaksiz bir deniz gibi olan Bahaeddin Veled, Horasan Diyarinin, en güç fetvalari halletmede, tek üstadi idi ve vakiftan hiçbir sey almazdi; devlet hazinesinden kendisine tahsis edilen maasla geçinirdi. Kaynaklarin ittifakla rivayetine göre, devrinin alimleri ve ulu müftüleri, Hazreti Muhammed'in manevi isaretiyle, Baheddin Veled'e Sultanü'l- Ulema ünvanini vermislerdir. Bundan sonra da Bahaeddin Veled bu ünvanla yad edilmistir. Bu ünvanin verilisi Türklerin adetiyle de izah edilebilir. Türkler, yüksek kabiliyet ve fazilet sahiplerinin taninmadan kaybolup gitmesine, unutulmasina razi olmazlardi. Onlari halkin gözünde belirtmek, halki ilim ve irfana yöneltmek için o gibi büyüklere layik olduklari birer unvan verilirdi. Bu anane, Türklerin ilme, fazilete karsi saygi duygularini gösteren parlak bir delildir. Hatta anane geregince imzalarin üstünde bu ünvanlari kullanmaya mecburdurlar onlar kazandiklari bu ünvanlari kendileri için manevi bir rütbe yayarlar, nefisleri için bundan asla gurur duymazlardi. Alimler gibi giyinen Bahaeddin Veled, adeti üzere, sabah namazindan sonra, halka ders okutur; ögle namazindan sonra dostlarina sohbette bulunur; pazartesi günleri de bütün halka va'z ederdi. Va'zi esnasinda umumiyetle, Yunan filozoflarinin fikirlerini benimseyenlerin görüslerini reddeder ve "Semavi (Allah'dan olan ilahi) kitaplari arkalarina atip, filozoflarin silik sözlerini önlerine alip itibar edenlerin nasil kurtulma ümidi olur" derdi. Bu arada Yunan felsefesini okutan ve savunan Fahreddin-i Razi'ye ve ona uyan Harezmsah'in aleyhinde bulunur; onlari bidat ehli (dinde, peygamber zamaninda olmayan, yeniden begenilmeyen seyleri çikaranlar) olarak görür ve söyle derdi: "Muhammed Mustafa'nin yürüyüsünden dahi iyi yürüyüs, yolundan daha dogru bir yol görmedim" Hazret-i Mevlana'nin Babasi ile Belh'ten Çikislari ve Konya'ya Gelisleri Esasen tasavvuf ehline iyi gözle bakmayan ve bunlarin Harezmsah katinda saygi görmelerini çekemeyen Fahreddin-i Razi, Bahaeddin Veled'in açikça kendi aleyhine tavir almasina da çok içerlediginden onu Harezmsah'a gammazladi. Bahaeddin Veled'in de gönlü Harezmsah'tan incindi ve Belh'i terk etti. Ancak arastiricilar, Bahaeddin Veled'in Belh'ten göç etmesine sebep olarak, Mogol istilasini gösterirler. Sultanü'l-Ulema, aile fertleri ve dostlariyla Belh sehrini 1212-1213 tarihlerinde terk ettikten sonra Hacca gitmeye niyet etmisti. Nisabur'a ugradi. Göç kervaniyla Bagdat'a yaklastiginda, kendisine hangi kavimden olduklarini ve nereden gelip nereye gittiklerini soran muhafizlara Sultanü'l-Ulema Seyh Bahaeddin Veled su manidar cevabi verir: "Allah'dan geldik, Allah'a gidiyoruz. Allah'dan baska kimsede kuvvet ve kudret yoktur." Bu söz Seyh Sehabeddin-i Sühreverdi (1145-1235)'ye ulastiginda: "Bu sözü Belhli Bahaeddin Veled"den baskasi söyleyemez" dedi, samimiyetle ve muhabbetle karsilamaya kostu. Birbirleriyle karsilasinca Seyh Sühreverdi, katirindan inip nezaketle Bahaeddin Veled'in dizini öptü, gönülden hürmetlerini sundu. Bahaeddin Veled, Bagdat'ta üç günden fazla kalmadi ve Kufe yolundan Kabe'ye hareket etti. Hac farizasini yerine getirdikten sonra, dönüste Sam'a ugradi. Bahaeddin Veled, yaninda biricik oglu Mevlana oldugu halde, göç kervaniyla Sam'dan Malatya'ya, oradan Erzincan'a, oradan Karaman'a ugradilar. Karaman'da bir müddet kaldiktan sonra, nihayet Konya'yi seçip oraya yerlestiler. Göç Yolunda Hazret-i Mevlana'ya Teveccühte Bulunan Mutasavviflar Seyh Attar Hazretleri: Belh'i terk ettikten sonra Bagdat'a dogru yola çikan Bahaeddin Veled, Nisabur'a vardiginda ziyaretine gelen Seyh Feridüddin-i Attar (1119-1221;1230) ile görüsüp sohbet eder. Sohbet esnasinda Seyh Attar, Mevlana'nin nasiyesindeki (alnindaki) kemali görür ve ona Esrar-name adli eserini hediye eder ve babasina da; "Çok geçmeyecek ki, bu senin oglun alemin yüregi yaniklarinin yüreklerine atesler salacaktir." der. Seyh-i Ekber Hazretleri: Sultanü'l-Ulema, Hac farizasini yerine getirdikten sonra dönüste Sam'a ugradi. Orada Seyh-i Ekber Muhyiddin Ibnü'l-Arabi (1165-1240) ile görüstü. Seyh-i Ekber, Sultaü'l-Ulema'nin arkasinda yürüyen Mevlana'ya bakarak: "Sübhanallah! Bir okyanus bir denizin arkasinda gidiyor" demistir. Hazret-i Mevlana'nin Evlenmesi Karaman'da bulunduklari 1225 tarihinde Mevlana, babasinin buyrugu ile itibarli, asil bir zat olan Semerkantli Hoca Serafeddin Lala'nin, huyu güzel, yüzü güzel kizi Gevher Banu ile evlendi. Mevlana dünya evine girdiginde onsekiz yasindadir. Hazret-i Mevlana'nin, Konya'ya Yerlesmeleriyle Ilgili Yorumu: "Hak Teala'nin Anadolu halki hikkinda büyük inayeti vardir ve Siddik-i Ekber Hazretlerinin duasiyla da bu halk bütün ümmetin en merhamete layik olanidir. En iyi ülke Anadolu ülkesidir; fakat bu ülkenin insanlari mülk sahibi Allah'in ask aleminden ve deruni zevkten çok habersizlerdir. Sebeplerin hakiki yaraticisi Allah, hos bir lutufta bulundu, sebepsizlik aleminden bir sebep yaratarak bizi Horasan ülkesinden Anadolu vilayetine çekip getirdi. Haleflerimize de bu temiz toprakta konacak yer verdi ki, ledünni (Allah bilgisine ve sirlarina ait) iksirimizden (altin yapma hassamizdan) onlarin bakir gibi vücutlarina saçalim da onlar tamamiyla kimya (bakisiyla, baktigi kimseyi manen yücelten olgun insan); irfan aleminin mahremi ve dünya ariflerinin hemdemi (canciger arkadasi) olsunlar." Hazret-i Mevlana'yi Yetistiren Mutasavviflar Sultanü'l-Ulema Seyh Bahaeddin Veled Hazretleri Önceki bahislerde sahsiyetini belirtmeye çalistigimiz Bahaeddin Veled, Mevlana'nin ilk mürsididir. Yani Mevlana'ya Allah yolunu ögretip, tasavvuf usulunce hakikatleri ve sirlari gösteren tarikat seyhidir. Bütün Islam aleminde yüksek itibar ve söhrete sahip olan Bahaeddin Veled, Selçuklulularin Sultani Alaaddin Keykubat'tan yakin alaka ve sonsuz hürmet görür. Bahaeddin Veled, 3 Mayis 1228 tarihinde Selçuklularin bas sehri Konya'yi sereflendirip yerlestikden kisa bir süre sonra, son derece samimi dindar olan Sultan Alaaddin Keykubat (saltanat müddesi 1219-1236), sarayinda Bahaeddin Veled'in serefine büyük bir toplanti tertip etti ve bütün ileri gelenleriyle birlikte onun manevi terbiyesi altina girdi. Sultaü'l-Ulemaya gönülden bagli olan Sultan Alaaddin onu hayranlikla söyle över; "Heybetinden gönlüm tir tir titriyor, yüzüne bakmaktan korkuyorum. Bu eri ördüke, gerçekligim, dinim artiyor. Bu alem, bendem korkup titrerken ben, bu adamdan korkuyorum, ya Rabbi, bu ne hal? Iyice inandim ki o, cihanda nadir bulunan ve esi benzeri olmayan bir Allah dostudur." Dünya sultanina hükmeden, essiz Allah dostu mana ve gönül sultani Bahaeddin Veled, 24 Subat, 1231 tarihinde Cuma günü kusluk vaktinde ebedi alemde göçtü. Geriye Muhammed Celaleddin gibi bir hayirli ogul ile Maarif gibi bir eser birakti. Sultanü'l-Ulema, sadece duygu ve düsüncelerini açikladi söhret pesinde kosmadi. Etrafindakilerini yetistirdi ve onlari daima aydinlatti. Seyyid Burhaneddin Hazretleri Bahaeddin Veled'in irtihalinde Mevlana yirmidört yasinda idi. Babasinin vasiyeti, dostlarinin ve bütün halkin yalvarmalari ile babasinin makamina geçti, oturdu. Mevlana, babasindan sonra, Seyid Burhaneddin'i buluncaya kadar bir yil mürsidsiz kaldi. 1232 tarihinde babasinin degerli halifesi Seyyid Burhneddin-i Muhakkik-i Tirmizi, Konya'ya geldi. Mevlana onun manevi terbiyesi altina girdi. Seyyid Burhaneddin, mertebesi çok yüksek bir kamil mürsid idi. Maarif adli eseri irfaninin delilidir. Kendisine, daima kalblerde bulunan sirlari bilmesinden dolayi, Seyyid Sirdan denirdi. Seyyid Burhaneddin, ta çocukluk yillarinda bir lala gibi omuzlarda tasiyip dolastirdigi Mevlana'ya dedi ki: "Bilginde esin yok, seçkinsin. Ama baban hal (manevi makam) sahibiydi, sen de onu ara, kalden (sözden) geç. Onun sözlerini iki eline kavramissin; fakat benim gibi onun haliyle de sarhos ol. Böylece de ona tam mirasçi kesil; cihana isik saçmada günese benze. Sen zahiren babanin mirasçisisin; ama özü ben almisim; bu dosta bak, bana uy." Mevlana babasinin halifesinden bu sözleri duyunca samimiyetle onun terbiyesine teslim oldu. Mevlana candan, samimiyetle, Seyyid Burhaneddin'i babasinin yerine koydu ve gerçek bir mürsid bilerek gönülden, tam dokuz yil ona hizmet etti. Bu zaman zarfinda, o kamil mürsidin kilavuzlugu ile mücahede (nefsi yenmek için gayret sarfederek) ve riyazetle o kamil arifin feyizli sohbet ve nefesleriyle pisti, olgunlasti, bastan ayaga nur oldu; kendinden kurtuldu, mana sultani oldu. Nitekim, Mesnevi'sindeki su iki beyit, pistiginin, kamil insan mertebesine ulastiginin ifadesidir; "Pis, ol da bozulmaktan kurtul... Yürü, Burhan-i Muhakkik gibi nur ol. Kendinden kurtuldun mu, tamamiyle Burhan olursun. Kul olup yok oldun mu sultan kesilirsin." Hazret-i Mevlana'nin Konya Disina Seyahati Halep ve Sam'a Gidisi: Mevlana, yüksek ilimlerde daha çok derinlesmek için, Seyyid Burhaneddin'in izniyle Haleb'e gitti. Halaviyye Medresesi'nde, fikih, tefsir ve usul ilimlerinde üstün bir alim olan Adim oglu Kemaleddin'den ders aldi. Mevlana, Halep'teki tahsilini bitirdikten sonra Sam'a geçti. Burada, ilmi incelemeler yapmak için dört yil kaldi. Bu zaman zarfinda Sam'daki alimlerle tanisip, onlarla sohbet etti. Sam'da Sems-i Tebrizi Hazretleri ile Bir Anlik Görüsme Eflaki'ye göre Mevlana, Sam'da Semseddin-i Tebrizi ile görüsmüstür; fakat bu görüsme kisa bir müddettir ve söyle cereyan etmistir. Semseddin-i Tebrizi, bir gün halkin arasinda, Mevlana'nin elini yakalayip öper ve ona "Dünyanin sarrafi beni anla!" diye hitap eder ve kaybolur. Iste bu sohbet veya bir anlik görüsme tarihinden takriben sekiz sene sonra Sems, Konya'ya gelecek ve Mevlana ile içli disli sohbet edecektir. Hazret-i Mevlana Kamil Bir Mürsid Yedi yil süren Halep ve Sam seyahatinden sonra Konya'ya dönen Mevlana, Seyyid Burhaneddin'in arzusu üzerine birbiri arkasina, candan istekle ve samimiyetle, üç çile çikardi. Yani üç defa kirkar gün (yüzyirmi gün) az yemek, az içmek, az uyumak ve vaktinin tamamini ibadetle geçirmek suretiyle nefsini aritti. Üçüncü çilenin sonunda Seyyid Burhaneddin, Mevlana'yi kucaklayip öptü; takdir ve tebrikle, "Bütün ilimlerde esi benzeri olmayan bir insan, nebilerin ve velilerin parmakla gösterdigi bir kisi olmussun... Bismillah de yürü, insanlarin ruhunu taze bir hayat ve ölçülemiyecek bir rahmete bog; bu suret aleminin ölülerini kendi mana ve askinla dirilt." Dedi ve onu irsad ile görevlendirdi. Seyyid Burhaneddin, daha sonra, Mevlana'dan izin alip Kayseri'ye gitmis ve orada ebedi aleme göçmüstür (1241-1242). Türbesi Kayseri'dedir. Mevlana Seyyid Burhaneddin'in Konya'dan ayrilisindan sonra, irsad (Allah Yolunu gösterme) ve tedris (ögretim) makamina geçti. Babasinin ve dedelerinin usullerine uyarak bes yil bu vazifeyi basari ile yapti. Rivayete göre dini ilimleri tahsil eden dört yüz talebesi ve on binden çok müridi vardi. Hazret-i Mevlana'nin Dostlari, Halifeleri; Kendisine ilham Kaynagi Olan Mutasavviflar Sems-i Tebrizi Hazretleri Bu zatin adi, Semseddin Muhammed olup dogumu 1186 dir. Tebrizli Melekdad oglu Ali'nin oglu olan Sems, tahsilini bitirdikten sonra, zamaninin yegane seyhi olarak gördügü Tekbirzi Seyh Ebu Bekir Sellebaf'a (sele ve sepet örücüsüne) intisap etti ve onun terbiye ve irsadiyla yetisip olgunlasti. Sems, ulastigi manevi makama kanaat etmediginden daha olgun mürsidler bulmak arzusuyla seyehate çikti. Senelerce takati tükenircesine bir çok bir çok yerler dolasti, zamaninin arifleriyle görüstü. Bu arifleri, mana alemindeki uçusunda kinaye olarak Sems'e, Sems-i Perende (Uçan Günes) adini vermislerdir. Sems, ta çocuklugundan itibaren fikren ve ruhen hür bir dervis, kendinden geçercesine ilahi aska dalarak yasayan bir sahsiyetti. Sems, kendisini ruhen tatmin edecek seviyede bir Hak dostu bulamayan ve hep kendi mertebesinde bir sohbet arkadasi arayan bir kamil velidir. Yana yakila, kendisine muhatap olabilecek, sohbetine dayanabilecek bir dost arayan Sems'in bir gece karari elden gitti, heyecan içinde idi. Allah'in tecellilerine gömülüp mest olmus bir halde münacatinda "Ey Allah'im! Kendi, örtülü olan sevgililerinden birini bana göstermeni istiyorum" diye yalvardi. Allah tarafindan, istediginin, Anadolu ülkesinde bulunan, Belhli Sultanü'l-Ulema'nin oglu Muhammed Celaleddin oldugu ilham edildi. Bu ilham ile Sems, 29 Kasim 1244 yili Cumartesi sabahi Konya'ya geldi. Hazret-i Mevlana ile Hazret-i Sems'in Bulusmalari Mevlana ile sems, bu iki kabiliyet, bu iki nur, bu iki ruh, nihayet bulustular, görüstüler. Bu tarihte Sems, altmis, Mevlana, otuz sekiz yasinda idi. Bu iki ilahi asik, bir müddet yalnizca bir köseye çekilerek kendilerini tamamiyle Hakk'a verdiler ve gönüllerine gelen ilahi ilhamlarla sohbetlere koyuldular. Sultan Veled der ki: "Ansizin Sems gelip ona ulasti; ona masukluk (sevilen, sevgili olmanin) hallerini anlatti, açikladi. Böylece de sirri yücelerden yüceye vardi. Sems, Mevlana'yi sasilacak bir aleme çagirdi, öyle bir aleme ki, ne Türk gördü o alemi ne Arap." Hazret-i Mevlana'nin Masukluk Mertebesine Erismesi: Bu hususu Sultan Veled söyle açiklar, "Alemdeki erenlerin derecelerinden üstün bir derece vardir ki o, masukluk duragidir. Aleme bu masukluk duragina dair haber gelmemis, bu durakta bulunanlarin ahvalini hiçbir kulak isitmemisti. Tebrizli Semseddin zuhur edip, Mevlana Celaleddin'i asiklik ve erenlik mertebesinden, bu zamana kadar duyulmamasi olan, masukluk mertebesine eristirmistir. Esasen Mevlana, ezelde, masukluk denizinin incisiydi, her sey döner, aslina varir." Kim, kimi aradi? Hatirlara gelebilecek, "Sems mi Mevlana'yi aradi, Mevlana mi Sems'i" sorusuna söyle cevap verebiliriz: Sems, Mevlana'yi, Mevlana'da Sems'i aramistir. Sems Mevlana'ya asik ve taliptir, Mevlana'da Sems'e asik ve taliptir. Çünkü asik, ayni zamanda masuk, masuk ayni zamanda asiktir. Mevlana der ki: "Dilberler (gönlü alip götürenler, manevi güzeller), asiklari, canla basla ararlar. Bütün masuklar, asiklara avlanmislardir. Kimi asik görürsen bil ki masuktur. Çünkü o, asik olmakla beraber masuk tarafindan sevildigi cihetle masuktur da. Susuzlar alemde su ararlar, fakat su da cihanda suzuslari arar." Hazret-i Mevlana'nin Manevi Yolculugundaki Safhalari Mevlana, manevi yolculugunu, olgunluga ermesini, su sözünde toplamistir. "hamdim, pistim, yandim." Mevlana'nin pismesi, babasi Sultanü'l-Ulema Bahaeddin Veled ve Seyyid Burhaneddin'in feyizli nefesleriyle, yanmasi da Sems'in nurlu aynasinda gördügü kendi güzelliginin ask atesiyledir. Hazret-i Mevlana ile Sems Hakkinda Mevlana, Sems ile Konya'da bulustugu zaman tamamiyle kemale ermis bir sahsiyetti. Sems, Mevlana'ya ayna oldu. Mevlana, Sems'in aynasinda gördügü kendi essiz güzelligine asik oldu. Diger bir ifadeyle Mevlana, gönlündeki Allah askini Sems'te yasatti. Mevlana'nin Sems'e karsi olan sevgisi, Allah'a olan askinin miyaridir (ölçüsüdür). Çünkü Mevlana, Sems'te Allah cemalinin parlak tecellilerini görüyordu. Mevlana açilmak üzere bir güldü. Sems ona bir nesim oldu. Mevlana bir ask sarabi idi, Sems ona bir kadeh oldu. Mevlana zaten büyüktü, Sems onda bir gidis, bir nesve degisikligi yapti. Sems ile Mevlana üzerine söz tükenmez. Son söz olarak söyle söyleyelim, Sems, Mevlana'yi atesledi, ama karsisinda öyle bir volkan tutustu ki, alevleri içinde kendi de yandi. Sems-i Tebrizi Hazretleri'nin Konya'dan Ayrilisi Sems ile bulusan Mevlana, artik vartini Sems'in sohbetine hasretmis, Sems'in nurlarina gömülüp gitmis, bambaska bir aleme girmisi. Sems'in cazibesinde yana yana dönüyor, ilahi askla kendinden geçercesine Sema ediyordu. Bu iki ilahi dostun sohbetlerindeki mukaddes sirri idrakten aciz olanlar, ileri geri konusmaya basladilar. Neticede Sems, incindi ve Mevlana'nin yalvarmalarina ragmen, Konya'dan Sam'a gitti (14 Mart, 1246 Persembe). Hazret-i Sems'in Konya'ya Dönüsü Sems'in ayrildiginda derin bir izdiraba düsen Mevlana, manzum olarak yazdigi güzel bir mektubu, Sultan Veled'in baskanligindaki kafileyle Sam'a, Sems'e gönderdi. Sultan Veled, kafilesiyle Sam'a vardi, Sems'i buldu ve babasinin davet mektubunu, hediyelerle birlikte, saygiyla Sems'e sundu. Sems, "Muhammedi tavirli ve ahlakli Mevlana'nin arzusu kafidir. Onun sözünden ve isaretinden nasil çikabilir."diyerek, Mevlana'nin davetine icabet etti ve 1247 'de, Sultan Veled'in kafilesiyle, Konya'ya döndü. Hazret-i Sems'in Kaybolusu Sems'in Konya'ya geri gelmesine herkes sevindi. Mevlana da hasretin sikintilarindan kurtuldu. Artik Sems'in serefine ziyafetler verildi, Sema meclisleri tertip edildi. Fakat huzurla, muhabbetle, dostluk içinde geçen günler pek çok sürmedi, dedikodular ve can sikisi durumlar yeniden basladi. Sems, o bahtsiz dedikoducu toplulugun yine kinle doldugunu, gönüllerinden sevginin uçup gittigini, akillarinin nefislerine esir oldugunu anladi ve kendisini ortadan kaldirmaya ugrastiklarini bildi, Sultan Veled'e dedi ki: Gördün ya azginlikta yine birlestiler. Dogru yolu göstermekte, bilginlikte esi olmayan Mevlana'nin huzurundan beni ayirmak, uzaklastirma, sonra da sevinmek istiyorlar. Bu sefer öylesine bir gidecegim ki, hiç kimse benim nerede oldugumu bilmeyecek. Aramaktan herkes acze düsecek, kimse benden bir nisan bile bulamayacak. Böylece bir çok yillar geçecek de yine kimse izimin tozunu bile göremeyecek." Iste Sultan Veled'e böyle yakinan Sems, 1247-1248 tarihinde Konya'dan ansizin gidip kayboldu. Sems'in kaybolusundan sonra Mevlana, herkesten onun haberini soruyordu. Kim onun hakkinda asli esasi olmayan bir haber bile verse ve Sems'i falan yerde gördüm dese, bu müjde için sarigini ve hirkasini vererek sükranelerde bulunuyordu. Bir gün bir adam, Sems'i Sam'da gördüm diye haber verdi. Mevlana buna, tarif edilemeyecek sekilde sevindi ve o adama, üstünde nesi varsa bagisladi. Dostlarindan birisi, bu adamin verdigi haber yalandir, o Sems'i görmemistir, dediginde Mevlana su cevabi vermistir. "Evet, onun verdigi bu yalan haber içinde üstümde neyim varsa verdim. Eger, dogru haber verseydi, canimi verirdim." Hazret-i Mevlana'nin, Sems-i Tebrizi Hazretleri'ni Aramak Için Sam'a Gidisi Mevlana, Sems'i çok aradi. Onun ayriligiyla, gönülleri yakan, sizlatan, nice siirler söyledi. Onu aramak için iki kere Sam'a gitti. Yine Sems'i bulamadi. Bu son iki seyahatin tarihleri kesin olarak bilinmemekle beraber, büyük bir ihtimalle 1248-1250 yillari arasinda oldugu söylenebilir. Sultan Veled'in ifadesiyle Mevlana, Sam'da suret bakimindan Tebrizli Sems'i bulamadi ama, mana yönünden onu, kendisinde buldu. Ay gibi kendi varliginda beliren Sems'i, kendinde gördü ve dedi ki: "Beden bakimindan ondan ayriyim ama, bedensiz ve cansiz ikimiz de bir nuruz. Ey arayan kisi! Ister onu gör, ister beni. Ben O'yum O da ben." Konya'li Kuyumcu Seyh Selahaddin Hazretleri Yagibasan'in oglu Konyali Zerkub (kuyumcu) diye taninan Seyh Selahaddin Feridun, Konya civarindaki bir gölün kenarinda balikçilikla geçinen bir ailedendir. Ummi olarak bilinen Seyh Selahaddin, gençliginde Seyyid Burhaneddin'in terbiyesine girmis, onun sohbetlerinde pismis, onun feyziyle olgunlasmis, kamil bir insandir. Ayrica Sems'in sohbetlerinde de bulunmus, ondan da feyz almistir. Mevlana ile Sems bulusmalarinda, alti ay Seyh Selahaddin'in hücresinde sohbet etmislerdir. Onlara hizmet edebilme serefine ve sohbetlerinde bulunabilme bahtiyarligina eren zat, Seyh Selahaddin'dir. Seyh Selahddin, kuyumcu dükkaninda altin varak yaparak, helalinden para kazanmak ve manevi halini kuvvetlendirmekle ugrasirdi. Hazret-i Mevlana'nin Vecd ile Sema'i Seyh Selahaddin'in, Mevlana ile tanismasi ta Seyyid Burhaneddin'in manevi terbiyesi altina girdigi tarihte baslar, fakat bütün sevgilerden tamamen vaz geçip Mevlana'ya manen baglanmasina ve vakitlerini onun sohbetlerine hasretmesine sebep su hadisedir. Mevlana bir gün Seyh Selahaddin'in Kuyumcular çarsisindaki dükkaninin önünden geçmektedir. Içeride varak yapmak için çekiçle altin dövmekte olan Kuyumcu Seyh Selahaddin ve çiraklarinin çekiç darbelerinden çikan sesleri duyan Mevlana, o hos seslerin ahengi ile cezbelenir. (Allah tarafindan manen çekilerek iradesi elden gider) ve vecd ile (kendinden geçip ilahi aska dalarak) Sema etmeye baslar. Disarida Mevlana'nin Sema ettigini gören Seyh Selahaddin onun, çekiç darbelerinin ahengine, ritmine uyarak Sema ettigini anlayinca, altinin zayi olmasini düsünmez ve çiraklarina, çekiç darbelerine devam etmelerini emrederek kendisi de disari firlar ve Mevlana'nin ayaklarina kapanir. Hazret-i Mevlana'nin, Seyh Selahaddin Hazretleri'ni Kendisine Hemden ve Halife Seçmesi Mevlana, son Sam seyahatinde, mana yönünden Sems'i ay gibi kendinde gördükten sonra, onu aramaktan vaz geçti ve kendisine Seyh Selahaddin'i dost ve hemden olarak seçti. Mevlana, Sems'e duydugu muhabbet ve gönül bagliliginin aynisini Seyh Selahaddin'e de gösterdi ve bu zat ile sükun buldu. Mevlana, Allah'in cemal tecellileri içinde ruhen manevi bir alemde yasadigindan, müridlerinin irsadiyla bizzat ugrasamamis ve onlarin irsad ve terbiyesine, en seçkin, en ehil dostlarindan birbirini tayin etmistir. Iste Seyh Selahaddin, bu vazifeye ilk olarak tayin ettigi dostudur. Mevlana, Seyh Selahaddin'e yalniz manevi bir bag ve içten gelen muhabbetiyle kalmadi, onun kizi hakkinda, "Benim sag gözüm" diyerek iltifatta bulundugu Fatma Hatun'u oglu Slutan Veled'e almak suretiyle aralarinda bir akrabalik bagi da kurdu. Seyh Selahaddin Hazretlerinin Olgunlugu Mevlana'nin, Sems ile dostlugunu çekemeyenler bu sefer de Mevlana'nin Seyh Selahaddin'e gösterdigi yakinliga haset etmeye basladilar. Seyh Selahaddin'i, ümmidir diye, yüksek irsad makamina layik görmüyorlardi. Sems'e yaptiklari gibi küstahliga kalkistilar. Kendisine kötü düsünce ile bakan bahtsiz, zavallilara Seyh Selahaddin, "Mevlana, beni yalnizca herkesten üstün tuttu da bu yüzden inciniyorsunuz. Bilmiyorsunuz ki benim apaçik bir görüsüm yok, ben bir aynayim. Mevlana, ben de kendi yüzünü görüyor; ne diye kendini seçmesin? O kendi güzelim yüzüne asik, bundan baska fikre düsmek kötü bir sey" diyerek, kemal ve mahviyyetini (ileri derecede alçak gönüllügünü) göstermistir. Seyh Selahaddin Hazretleri'nin Ebedi Aleme Göçüsü Mevlana ile Seyh Selahaddin, on yil birbiriyle adeta mest olarak görüsüp sohbet ettiler, ayrilik mahmurlugunu tadmadan, visal aleminde safalar sürdüler. Nihayet Seyh Selahaddin hastalandi ve ebedi alemde göçtü (1259). Çelebi Hüsameddin Hazretleri Çelebi Hüsameddin, vaktiyle Konya'ya göçmüs bir soylu ailedendir ve dogum yeri Konya'dir. (1225) Çelebi lakabini kendisine veren Mevlana'dir. Gençliginin ilk yillarinda, Ahilerin seyhi olan babasini kaybeden Çelebi Hüsameddin, zamaninin bütün ulu kisileri ve seyhlerinden yakin alaka ve himaye gördügü halde, bütün hizmetkarlari ve arkadaslariyla, Mevlana'nin hizmetini seçmistir. Böylece Mevlana'nin terbiyesinde yetisip olgunlasmis, kamil insan olmustur. Hazret-i Mevlana'nin Çelebi Hüsameddin'i Kendisine Hemdem ve Halife Seçmesi Mevlana, Seyh Selahaddin'den sonra kendisine hemdem ve halife olarak Çelebi Hüsameddin'i seçti ve dostlarina söyle dedi; "Ona bas egin, önünde acizcesine kanatlarinizi yere gerin! Bütün buyruklarini yerine getirin, sevgisini caninizin ta içine ekin. O rahmet madenidir, Allah nurudur." Mevlana'nin bu buyrugu üzerine, bütün dostlar ona itaat ettiler. Sultan Veled'in diliyle, "Bütün dostlar, onun lutuf suyuna testi kesildiler, Sems'e ve Seyh Selahaddin'e yapmis olduklari ********** hareketlerden kurtulmuslar, edeplenmislerdi. Haset etmeden Çelebi Hüsameddin'e itaat ettiler." Çelebi Hüsameddin on bes sene Mevlana'nin serefli sohbetinde bulundu. Mevlana'dan sonra da dokuz sene irsad makaminda, Mevlana postunda oturdu. Çelebi Hüsümeddin Hazretleri'nin Degeri Mevlana, ancak Çelebi Hüsameddin'in bulundugu meclis rahat bulur, huzur duyar, cosup manalar saçar, hakikat ilminden bahisler açardi. Mevlana'ya göre, hakikatler memesinden manalar sütünü emip çikaran Çelebi Hüsameddin'dir. Mesnevi'sinde bu manaya isaretle söyle der; "Bu söz, can memesininde süttür. Emen olmadikça güzelce akmiyor. Dinleyen susuz ve arayici olursa, va'zeden ölü bile olsa söyler. Dinleyen yeni gelmis ve usanmamis olursa dilsiz bile sözde bülbül kesilir. Kapimdan içeri, na-mahrem girince, harem halki, perde arkasina girer, gizlenir. Zararsiz ve mahrem birisi gelince de o kendilerini gizleyen mahremler, yüzlerindeki peçeyi açarlar. Bütün güzel, hos ve yarasan seyler, gören göz için yapilir. Çengin zir (en ince) ve bam (en kalin) nagmeleri, nasil olur da sagir kular için terennüm edilir? Allah, miski beyhude yere güzel kokulu yapmadi. Koku duyan için yaratti; koku almayan için degil." Iste Islami Tasavvuf edebiyatinin en büyük didaktik saheseri olan Mesnevi'yi Çelebi Hüsameddin, Mevlana'nin tükenmez bir hazineye benzeyen ruhundan çekip çikartmistir. Çelebi Hüsameddin Hakkinda Mevlana'nin kirk yil samimiyetle hizmetinde, sohbetinde bulunan Sipehsalar, Risale'sinde, Çelebi Hüsameddin'in degerini su cümlelerle belirtiyor; "Hakikatte Hüdavendigar Hazretlemizin tam mazhari Çelebi Hüsameddin idi ve bütün Mesnev-i Serif onun ricasi ile yazilmistir. Bütün tevhid ve ask ehli, kendilerine bahsedilen Mesnevi'nin yalnizca yazilmasi hususunda, kiyamete kadar Çelebi Hüsameddin'e tesekkür etseler, yine sükran borçlarini ödeyemezler." Mesnevi'nin Yazilisi Eflaki, Mesnevi'nin yazilip tamamlanmasini anlattigi bahiste diyor ki: "Mevlana Hazretleri, asil kisilerin sultani Çelebi Hüsameddin'in cazibesi ile heyecanlar içerisinde Sema ederken, hamamda otururken, ayakta, sükunet ve hareket halinde daima Mesnevi'yi söylemeye devam etti. Bazen öyle olurdu ki, aksamdan basliyarak gün agarincaya kadar birbiri arkasindan söyler, yazdirirdi. Çelebi Hüsameddin de bunu sür'atle yazar ve yazdiktan sonra hepsini yüksek sesle Mevlana'ya okurdu. Cilt tamamlaninca Çelebi Hüsameddin, beyitleri yeniden gözden geçirerek gereken düzeltmeleri yapip tekrar okurdu." Bu sekilde dikkatlice 1259-1261 yillari arasinda yazilmaya baslanilan Mesnevi, 1264-1268 yillari arasinda sona erdi. DEVAM.....
-
Nasreddin Hoca (1208-1284) Türk halk bilgesi. Halk dilinde, duygu ve inceliği içeren, gülmece türünün öncüsü olmuştur. Sivrihisar'ın Hortu yöresinde doğdu, Akşehir'de öldü. Babası Hortu köyü imamı Abdullah Efendi, annesi aynı köyden Sıdıka Hatun'dur. Önce Sivrihisar'da medrese öğrenimi gördü, babasının ölümü üzerine Hortu'ya dönerek köy imamı oldu. 1237'de Akşehir'e yerleşerek, Seyyid Mahmud Hayrani ve Seyyid Hacı İbrahim'in derslerini dinledi, İslam diniyle ilgili çalışmalarını sürdürdü. Bir söylentiye göre medresede ders okuttu, kadılık görevinde bulundu. Bu görevlerinden dolayı kendisine Nasuriddin Hâce adı verilmiş, sonradan bu ad Nasreddin Hoca biçimini almıştır. Onun yaşamıyla ilgili bilgiler, halkın kendisine olan aşırı sevgisi yüzünden, söylentilerle karışmış, yer yer olağanüstü nitelikler kazanmıştır. Bu söylentiler arasında, onun Selçuklu sultanlarıyla tanıştığı, Mevlânâ Celâleddin ile yakınlık kurduğu, kendisinden en az yetmiş yıl sonra yaşayan Timur'la konuştuğu, birkaç yerde birden göründüğü bile vardır. Nasreddin Hoca'nın değeri, yaşadığı olaylarla değil, gerek kendisinin, gerek halkın onun ağzından söylediği gülmecelerdeki anlam, yergi ve alay öğelerinin inceliğiyle ölçülür. Onun olduğu ileri sürülen gülmecelerin incelenmesinden, bunlarda geçen sözcüklerin açıklanışından anlaşıldığına göre o, belli bir dönemin değil Anadolu halkının yaşama biçimini, güldürü öğesini, alay ve eğlenme türünü, övgü ve yergi becerisini dile getirmiştir. Onunla ilgili gülmeceleri oluşturan öğelerin odağı sevgi, yergi, övgü, alaya alma. Gülünç duruma düşürme, kendi kendiyle çelişkiye sürükleme, Katı kurallar karşısında çok ince ve iğneli bir söyleyişle yumuşaklığı yeğlemedir. O, bunları söylerken bilgin, bilgisiz, açıkgöz, uysal, vurdumduymaz, utangaç, atak, şaşkın, kurnaz, korkak, atılgan gibi çelişik niteliklere bürünür. Özellikle karşısındakinin durumuyla çelişki içinde bulunma, gülmecelerinin egemen öğesidir. Bu öğeler Anadolu insanının, belli olaylar karşısındaki tutumun yansıtan, düşünce ürünlerini oluşturur. Nasreddin Hoca, halkın duygularını yansıtan, bir gülmece odağı olarak ortaya çıkarılır. Söyletilen kişi, söyletenin ağzını kullanır, böylece halk Nasreddin Hoca'nın diliyle kendi sesini duyurur. Nasreddin Hoca, bütün gülmecelerinde, soyut bir varlık olarak değil, yaşanmış, yaşanan bir olayla, bir olguyla bağlantılı bir biçimde ortaya çıkar. Olay karşısında duyulan tepkiyi ya da onayı gülmece türlerinden biriyle dile getirir. Tanık olduğu olaylar, genellikle, halk arasında geçer. Hoca soyluların, yüksek saray çevresinde bulunanların aralarına ya çok seyrek girer ya da hiç girmez. Sözgelişi onun tanıştığı söylenen Selçuklu sultanlarıyla ilgili gülmecesi yoktur. Timur'la ilgili "hamam, Timur ve peştemal" gülmecesi de, Timur'dan çok önce yaşadığı için, sonradan üretilmiştir. Halk beğenisi Hoca'yı Timur gibi çevresine korku salan bir imparatorun karşısına hamamda çıkarak, "kızım sana söylüyorum, gelinim sen işit" türünden bir yergi yaratmıştır. Burada yerilen, dolaylı olarak, kendi toplumun, halkın üstünde gören saray insanlarıdır. Nasreddin Hoca gülmecelerinde dile gelen, onun kişiliğinde, halkın duygularını yansıtan başka bir özellik de eşeğin yeridir. Hoca eşeğinden ayrı düşünülemez, onun taşıtı, bineği olan eşek gerçekte bir yergi ve alay öğesidir . Eşek, acıya, sıkıntıya, dayağa, açlığa katlanışın en yaygın simgesidir. Soyluların, sarayların çevresinde üretilmiş gülmecelerde eşek bulunmaz, oysa at geniş bir yer tutar. Bu konuda, başka bir çelişki sergilenir, gülmecede güldürücü öğe ile yerici öğe yanyana getirilir. Bunun örneği de kendisinden eşeği isteyen köylüye, "eşek evde yok" deyince ahırda onun anırmasını duyan köylünün "işte eşek ahırda" diye diretmesi karşısında, Hocanın "eşeğin sözüne mi inanacaksın benimkine mi" demesidir. "Fincancı Katırları", "Ben Sağlığımda Hep Burdan Geçerdim" başlıklı gülmeceler katı bir inanç karşısındaki duyguyu açığa vurur. Toplumda neye önem verildiğini anlatan "Ye Kürküm Ye" gülmecesi, Hoca'nın dilinde, halkın tepkisini gösterir. Nasreddin Hoca'nın etkisi bütün toplum kesimlerine yayılmış, "İncili Çavuş", "Bekri Mustafa", "Bektaşi" gibi çok değişik yörelerin duygularını yansıtan gülmece türlerinin doğmasına olanak sağlamıştır. Bunlardan ilk ikisi saray çevresinin oldukça kaba beğenisini, üçüncüsü de gene halkın Yönetim hatalarına karşı duyduğu tepkiyi dile getirir. GÜLMECE PARKI Geçmis yillarda Aksehir' e ugrayanlar, Nasreddin Hoca Türbesi' nin yakinlarindaki parkta, varolan birkaç agacin gölgesinde soluklanirlardi. Bir bardak çay, bir yudum soguk su, göz doyumu için biraz yesillik beklentisiyle bosuna bakinirlardi etraflarina . Bakimsiz, sessiz, tas yiginlariyla bir garip parkti burasi: Kayali Park. Günlerden bir gün; agaçlar dikilmeye,çimler ekilmeye baslandi buraya.Ardindan bir havuz, bir çocuk bahçesi, bir kafeterya beliriverdi. Sonra parkin orta yerine birden bire kocaman bir kazan oturdu. Dört metre yüksekliginde, Alti metre çapindaki bu bakir kazanin öyküsü de ilginç. Ankara' da geleneksel bakirci ustalarina yaptirildi. Ankara'dan Aksehir' e gelisi medyatik bir olay oldu. Bu dev kazan, önce Guinnes rekorlar kitabinda kendine yer aradi, sonra da gidip, Aksehir'i en merkezi meydanina gelip kondu. Cümle alem basina toplandi kazanin. Civar köylere, beldelere , kentlere haber salindi: " Durmayin, kosun, gelin ! Aksehir'in ortasina bir kazan kondu ki bir bakan bir daha bakmak ister! " Aksehirli yillardir tutmayan mayayi göle çalmaktan bikmis olacak ki 40. Nasreddin Hoca Senligi' nde , 5 Temmuz 1999 günü, temsili Nasreddin Hoca Erol Günaydin' in elinden bu kazana mayayi çaldi ve ertesi gün de yogurdunu yedi. Bir yil boyunca ziyaretçisi eksik olmadi kazanin. Önünde hatira fotografi çektirenler, hangi gün bir daha yogurt yiyebilecegiz diyenler. Iste bu kazan , bir gün oradan kalkti yeni parka kondu. "Kazan Dogurdu" öyküsünü bilenler bir de "Kazan Uçtu" öyküsünü anlatmaya basladilar. Dönelim park öykümüze: Garip parkta, degisiklikler olmaya devam etti. 41. Nasreddin Hoca Senligi açilisinda dört adet de heykel yerlesti parka. Genç heykeltras Cemil Güntepe'nin elinden çikma. Ve parkin ne garipligi kaldi, ne sessizligi, ne de kayali olusu. Yemyesil, bakimli, civil civil insanlarla dolu, bir güler yüzlü mekan halini aldi. Adina da bundan böyle GÜLMECE PARKI denmeye basladi. GÜLMECE ANITI Anadolu' daki Türk mizahinin ilk ve en büyük temsilcisi, "gül-düsün" ustasi Nasreddin Hoca, aradan geçen yüzyillara ragmen halkin dilinde ve bilincinde yasiyor. Onun toplumsal elestiri içeren ama ayni zamanda sevgi, hosgörü, iyimserlik ve baris mesajlariyla yüklü felsefesi günümüzde de geçerliligini koruyor. Aksehir, yasadigi ve yasattigi Nasreddin Hoca gelenegi ile Türkiye'nin ve Dünya' nin "Gülmece Baskenti" adina layik isler basariyor. En somut ve kalici örnek, 42 yildir sürdürülen Nasreddin Hoca Senlikleri. Bu kapsamda yürütülen çalismalara bir yenisi daha eklendi ve bu yil Aksehir'de, "Nasreddin Hoca Gülmece Aniti" projesi gerçeklesiyor: Nasreddin Hoca' dan günümüze kadar uzanan 700 yillik köprüde Hoca ile birlikte yerlerini alan mizah ustalarini bir anitta birlestirme çalismasi . Halka malolmus bu ustalarin isimleri Nasreddin Hoca ile birlikte yer alacaklari anitta sonsuza kadar yasatilacak. Ülkemizde ve belki de dünyada ilk defa böylesine kapsamli bir mizah aniti " Gülmece Baskenti Aksehir" de gerçeklesiyor. Nasreddin Hoca Gülmece Aniti' nda; Geleneksel Türk Tiyatrosu, Sinema, Karikatür, Edebiyat, TV - Show dünyasi gibi bes ayri kategoride yer alan mizah ustalarinin büstleri bulunacak. Önü açik olarak bes yilda tamamlanacak olan anita her yil bir daldaki ustalarin büstleri eklenecek. Bu yil; meddah, orta oyunu, tuluat gibi Geleneksel Türk Tiyatrosu alanlarinda isim yapmis yasayan veya kaybettigimiz ustalarda sira: Kavuklu Hamdi, Kel Hasan, Nasit Özcan, Ismail Dümbüllü, Münir Özkul, Nejat Uygur, Erol Günaydin, Müjdat Gezen ve Ferhan Sensoy Nasreddin Hoca Gülmece Aniti' nda birebir büstleriyle yer aliyor.
-
ETNOGRAFYA MÜZESİ(Meram) Konya Meram ilçesi, Larende Caddesi’nde bulunan Etnoğrafya Müzesi Y.Mimar İhsan Kıygın’ın projesine göre 1975 yılında yapımı tamamlanmış ve Etnoğrafya Müzesi olarak ziyarete açılmıştır. Bodrum üstü iki katlı olan yapının bodrum katında fotoğrafhane, arşiv, depolar bulunmaktadır. Zemin katta teşhir salonu, Dr.Mehmet Önder Konferans salonu, birinci katta da idari bürolar, kütüphane ve eser depoları bulunmaktadır. Etnoğrafya Müzesi’nde yöresel etnoğrafik malzemeye ağırlık verilmiştir. Sergilenen eserler arasında oyalar, çesitli cins ve büyüklükte keseler, değişik malzeme ve tekniklerde yapılmış işlemeler, bohça, yemeni örnekleri, uçkurlar, bindallılar, gelinlik, cepken, kaftan, içlik ve dışlık şalvarlar, kemerler, kemer tokaları, bilezikler, fes askıları, tepelikler bulunmaktadır. Ayrıca Konya ve çevresinde günlük yaşamında kullanılan kave fincanı ve zarfları, kahve kutusu, kahve tavası, kahve değirmeni; çeşitli cam ve madeni mutfak kapları; şifa ve hamam tasları, şamdanlar, buhurdanlar ve gülaptanlar sergilenmektedir. Hat sanatında kullanılan yazı takımları, çekmeceler, rahleler, yazı levhaları, ahşap sedef kakma salon takımları; Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemine ait kesici ve ateşleyici silahlar; ok, yay, sadak, hançer, kılıç, çakmaklı ve kapsüllü tabanca ve tüfekler de etnoğrafik eserleri tamamlamıştır. Türkiye’nin halı ve kilim merkezlerinden olan Konya’daki halı, kilim, dokuma ve düz yaygıları bir araya getirecek bir bölümün sergilenmesi için çalışmalar sürdürülmektedir. KOYUNOĞLU MÜZESİ (Merkez) Konya’da, Topraklık Mahallesi’nde bulunan Koyunoğlu Müzesi Konya’nın köklü ailelerinden A.R.İzzet Koyunoğlu tarafından kurulmuştur. A.İzzet Koyunoğlu 1913 yılından itibaren eski ve tipik bir Konya evinde eser toplamaya başlamıştır. Konya ve çevresinden derlenen arkeolojik eserlerin yanı sıra kitaplar, etnoğrafik eserler ve tabiat tarihi objeler müzenin başlıca eserleri arasındadır. A.R.İzzet Koyunoğlu kişisel çabaları ile oluşturduğu ve dünyanın ünlü müze ve kütüphaneleri arasında yer alan müzesini 1973 yılında Konya Belediyesi’ne bağışlamıştır. Bunun üzerine A. R. İzzet Koyunoğlu'nun evi koruma altına alınarak, çevresi kamulaştırılmış, 3433 m2’lik alanda, bugünkü modern binası yapılmıştır. Müze yeniden düzenlenerek 2 Şubat 1984’te “Konya Büyükşehir Belediyesi A. R. İzzet Koyunoğlu Müze ve Kütüphanesi” ismi ile ikinci kez ziyarete açılmıştır. Müze iki katta çeşitli bölümlerden meydana gelmiştir. Yapıyı dört taraftan kuşatan avlusunda insan, hayvan büst, stel ve heykelleri; mezartaşları, şahideler; çeşitli dönemlere ait taş ve mermer kitabeler; değirmen taşları, lahitler, pişmiş topraktan yapılmış eşyalar yer almaktadır. Avlunun batısında iki katlı, mabeynli, cumbalı, alt ve üstte üçerden altı odalı, mutfak, ocakbaşı, tandır ve fırını olan A.R.İzzet Koyunoğlu’nun evi bulunmaktadır. XIX.yüzyıl sivil mimari örneğini yansıtan bu ev Koyunoğlu’nun vasiyeti üzerine orijinaline uygun olarak bakım ve onarımı yapılmış ve koruma altına alınmıştır. Günümüzde sayıları çok azalan Konya evlerinden bir örnektir. Müzenin Anadolu Medeniyetleri Bölümü’nde Konya yöresinde yapılan kazılarda ortaya çıkan çeşitli arkeolojik eserler kronolojik olarak sergilenmiştir. Burada MÖ.9.000-7.000 yıllarına tarihlenen Eski Tunç Çağı, Hitit ve Fryg eserleri; Emevi, Abbasi, Büyük Selçuklu, Anadolu Selçuklu, Beylikler, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemine ait objeler bulunmaktadır. Ayrıca İslam öncesi ve İslam çağına ait paralar, sikkeler, kaymeler, banknotlar çağdaş müzecilik anlayışına uygun biçimde sergilenmiştir. Müzenin Etnoğrafik Bölümü’nde halk sanatlarına ait eserlerle sanat tarihi yönünden değerli objeler bir araya getirilmiştir. Konya yöresinde yüzyıllardır kullanılan el işi ve ev eşyaları, kadın ve erkek giysileri, halı, kilim, cicim, sumak, kese, çorap, yağlık, peşkir, mendil ve kumaş gibi dokumalar; çeşitli mıhlama, nakış, oya, gergef işleri; yorgan ve oda takımları; kesici ve ateşli silahlar bulunmaktadır. Bunların yanı sıra çeşitli dergâhların eşyaları da burada sergilenmektedir. Bunların başında ney, kudüm, ud, bender ve saz gibi musiki aletleri bulunmaktadır. Müzenin etnoğrafya bölümünde mühürler, tesbihler, yazı takımları, kahve ve tütün takımları; hamam takımları, asa, baston, şemsiye, antika saatler, pusulalar, kıble-nümalar; buhurdanlıklar, nargileler, mangallar, vazolar, kandiller, gaz lambaları, şamdanlar, çekmeceler, masalar, rahleler; süs ve mücevher kutuları, aynalar, taraklar, porselenler, çiniler, keramikler, kristal cam eşyalar, ağaç işleri, oyma, kakma, kesme, telkâri eserler; kemik, fildişi, sedef, mercan, inci kakmalı çeşitli eşyalar; takılar, süs malzemeleri de bulunmaktadır. Müzenin büyük salonu yazma eserlere ayrılmıştır. Burada çeşitli dönemlere tarihlenen yazı örnekleri bulunmaktadır. İsmail Zühtü, Rakım, Hafız Osman, İmad, Aziz, Mustafa İzzet, Şefik, Sami, Yesari, Yesarizade gibi hataların eserleri bu salondaki başlıca yazı örnekleridir. Minyatür, resim, ebru, âhar, tezhip, kat’ı ve ciltler de bu yazmaları tamamlamaktadır. Yağlı boya tablolar, çeşitli fermanlar, beratlar da onların yanında teşhir edilmektedir. Koyunoğlu Müzesi’nin bir diğer bölümü de Tabiat Tarihi’ne ayrılmıştır. Burada tarih öncesi çağlarına ait fosiller, mineraller, silisler, deniz hayvanları, çeşitli ürünler, taş, metal cam kalıntıları bulunmaktadır. Konyalı avcıların buraya armağan ettikleri av hayvanları ile çeşitli kuşların doldurulmuş ve tahnit edilmiş örnekleri de bu bölümde sergilenmektedir. Müzenin arşiv bölümünde Çeşitli yazma ve basılı belgeler; gazete, dergi koleksiyonları, kupürler, kartpostal ve fotoğraf albümleri, taş plâklar bulunmaktadır. Ayrıca Müze kütüphanesinde A.R.İzzet Koyunoğlu’nun topladığı çeşitli yazmalar, nadir nüshalar bulunmaktadır. Yazma eserlerin kataloğu, Konya Büyükşehir Belediyesi tarafından yayınlanmıştır. Müzenin çeşitli bilimsel toplantılar için düzenlenmiş 150 kişilik modern bir de konferans salonu bulunmaktadır. AKŞEHİR ARKEOLOJİ MÜZESİ (Taş Medrese) (Akşehir) Akşehir Arkeoloji Müzesi 1946 yılında Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı bir memurluk olarak çevreden toplanan eserlerin bir araya getirildiği bir depo niteliğinde idi. Bu eserler o zaman İmaret Camisi’nde korunuyordu. Caminin 1950 yılında ibadete açılması üzerine eserler Taş Medrese’ye nakledilmiştir. Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü buraya bir memur atamış ve böylece Akşehir’de ilk müzecilik çalışması başlamıştır. Taş Medrese yapılan restorasyon ve düzenlemeden sonra 8 Haziran 1965’te ziyarete açılmıştır. Akşehir’de Selçuklu Sultanı II.Keykubat zamanında, 1250 yılında Başvezir Emirdad Sahipata Hüseyinoğlu Fahreddin Ali tarafından yaptırılmıştır. Külliye şeklinde yapılan Taş medrese, türbe, hankâh, imaret ve çeşmeden meydana gelmiştir. Günümüze külliyeden yalnızca mescit, medrese ve türbe gelebilmiştir. Akşehir Arkeoloji Müzesi’nde yöredeki ilk yerleşim bulgularına dayanılarak ortaya çıkarılan Neolitik Çağ eserleri bulunmaktadır. Bunların dışında Akşehir çevresinden toplanan Roma ve Bizans taş eserleri ile Selçuklu ve Osmanlı dönemine ait mezar taşları sergilenmektedir. Ayrıca Selçuklu dönemi figürlü mezar taşları ve kitabeleri müzenin önemli eserleri arasındadır. EREĞLİ MÜZESİ (Ereğli) Konya iline bağlı Ereğli ilçesinde Müze kurma düşüncesi ilk defa 1960’larda ortaya açılmış ve Bulvar Caddesi üzerinde yapımına başlanan müze, 1968 yılında ziyarete açılmıştır. Başlangıçta memurluk olan müze 1978 yılında Müdürlük haline getirilmiştir. Ereğli Müzesi’nde yöreden toplanan eserler ağırlık kazanmaktadır. MÖ.7000 yıllarından itibaren Neolitik Çağ buluntuları ve onu izleyen dönemlere ait kültür tabakalarına ait eserler bulunmaktadır. Özellikle Neolitik Döneme ait Can Hasan’dan çıkan el baltaları, küçük buluntular, duvar freskleri, kazıyıcı aletler, el değirmenleri ve pişmiş topraktan kaplar ayrı bir bölümde sergilenmektedir. Bunun yanı sıra Kalkolitik Döneme ait polikrom tekniğinde keramikler, ağırşaklar; Eski Tunç Çağı’na ait hayvan ve insan figürleri, el baltaları, ok uçları, mühürler; Asur Ticaret Koloni Çağı’na tarihlenen bulleler, idoller, Hitit Çağı keramikleri, silindir ve damga mühürleri müzenin belli başlı eserleri arasındadır. Fryg Çağına ait fibulalar, gaga ağızlı testiler, phialeler, Helenistik Döneme tarihlenen lekythoslar, Herakleia definesi, Roma Çağı’na ait mimari parçalar, mezar stelleri, heykeller; Bizans Çağı mimari parçaları, Selçuklu ve Karamanoğulları dönemine ait alçı süslemeler, sırlı kâseler müzenin arkeoloji bölümünde sergilenmektedir. Geç Hitit dönemine ait İvriz kaya Anıtı çevresinde ve Göztepe Tümülüsü’nde bulunan Helenistik döneme ait altın kaplamalı lahit parçaları ve sikkeler müzenin en değerli eserleri arasındadır. Etnoğrafik bölümde ise, el yazması Kuran’lar, düz yaygılar, çavdar sapından yapılmış çeyiz sandığı, ateşli ve kesici silahlar bulunmaktadır.
-
Akşehir Batı Cephesi Karargâh Müzesi (Akşehir) Akşehir ilçe merkezinde, İnönü Meydanı’nda bulunan yapı 234 m2’lik bir alana zamanın Belediye Başkanı Bostan Bey tarafından Belediye binası olarak 1904-1905 yıllarında yapılmıştır. Kurtuluş Savaşı’ndan önce kaymakamlık ve belediye binası olarak kullanılmış, Kurtuluş Savaşı sırasında 18 Kasım 1921-24 Ağustos 1922 tarihine kadar Garp Cephesi Kumandanlığı’na tahsis edilmiştir. Atatürk kumandanları ile birlikte Büyük Taaruz planlarını burada yapmış, hazırlıkları burada yönetmiş ve taaruz kararını da burada vermiştir. Bu nedenle de bu yapının Kurtuluş Savaşı tarihinde önemli bir yeri vardır. Karargâh Binası, 1965 yılında Akşehir Belediyesi’nin başka bir yapıya taşınması üzerine müze olması kaydı ile Milli Eğitim Bakanlığı’na devredilmiştir. Bundan sonra 5 temmuz 1966 günü Atatürk ve Etnoğrafya Müzesi olarak ziyarete açılmıştır. Zamanla onarıma gereksinimi olan yapı, restore edilmiş, yeniden düzenlenerek 25 Ağustos 1981’de ikinci kez ziyarete açılmıştır. Yapı iki katlı olup, taş temelli, tuğla ve bağdadi malzemeden yapılmış, üzeri kırma çatı ile örtülmüştür. İki kat birbirinden bir silme ile ayrılmış, üst katta dikdörtgen kemerli pencereleri bulunmaktadır. Zemin katın doğusundaki dükkan cepheleri kapatılmış ve buraya, binanın güney cephesine Büyük Taaruz hazırlıkları ve taaruz emrini içeren iki ayrı; doğu cephesine de Büyük taaruz’u canlandıran bir pano yapılmıştır. Bu panoları Cahit Koççoban sgrafitto tekniğinde yapmıştır. Müzenin zemin katında çok amaçlı bir salon yapılmıştır. Bu bölümde Atatürk’e ait Anıtkabir Müzesi’nden gelen eşyalar sergilenmiştir. Giriş holüne de Akşehirli gazilerin berat ve madalyalarından oluşan “Gaziler Köşesi” yapılmıştır. Ahşap bir merdivenle çıkılan üst katta, ortadaki büyük salona açılan sekiz oda bulunmaktadır. Bu odalardan biri Atatürk’ün çalışma odası ve Büyük Taaruz kararının verildiği odadır. Bunun dışındaki odalar İsmet Paşa’nın Batı Cephesi Komutanlığı Kurmay Başkanı Asım Gündüz’ün çalışma odasıdır. Diğerleri de yaverlere ait odalardır. Bütün bu odalar o günlerdeki kullanım şekillerine göre düzenlenmiştir. Müzenin ana sergilemesinde Sakarya Meydan savaşı’nın zaferle sonuçlanmasından başlayarak, Batı Cephesi Komutanlığı’nın Büyük Taaruz için Akşehir’den ayrıldığı 24 Ağustos 1922 tarihine kadar geçen tüm savaş gelişimi 20 asıl, 23 de ikinci derecede olmak üzere panolarla ziyaretçiye anlatılmıştır. Ayrıca panolarda Atatürk’ün Nutuk’undan alınan bölümler, Atatürk’ün el yazısı fotokopileri, o döneme ait planlar ve fotoğraflar sergilenmektedir. Kurtuluş Savaşı sırasında Akşehir Milletvekili Hacı Bekir’in (Sümer) biyografisi, tüfeği, orada çalışan subayların fotoğraf ve biyografileri de sergilenmiştir. ATATÜRKÜN KULLANDIĞI EŞYALAR
-
Atatürk Müzesi (Meram) Konya Meram ilçesi,Atatürk Caddesi’nde, Anıt Meydanı’nda bulunan Atatürk Müzesi 1912 yılında Vali Konağı olarak yapılmıştır. Konyalılar tarafından 19 Temmuz 1928’de Atatürk’e bağışlanmıştır. Atatürk Konya’ya geldiği zamanlarda bu binada kalmış, çalışmalarını burada sürdürmüştür. İki katlı ahşap çatılı bu yapı, 1940-1963 yıllarında Vali Konağı olarak kullanılmış, 17 Aralık 1964’te de Atatürk Evi-Kültür Merkezi olarak ziyarete açılmıştır. Atatürk’ün doğumunun 100.Yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı bu binayı restore etmiş, teşhir ve tanzimini yaptıktan sonra 17 Nisan 1982’de Atatürk Müzesi olarak ziyarete açmıştır. Müze oldukça sade bir yapı olup, bodrum, zemin ve üst kattan meydana gelmiştir. Yapımında kesme taş, moloz taş ve tuğla kullanılmış, üzeri meyilli ahşap bir çatı ile örtülmüş, kiremitle kaplanmıştır. Atatürk Müzesi’nde Atatürk’ün kişisel eşyaları, giysileri, ve Konya’nın Kurtuluş Savaşı’ndaki yerini içeren fotoğraf, belgeler ve gazete küpürleri sergilenmektedir. Müze içerisindeki panolarda Atatürk’ün konya’ya gelişleri, şehirde yaptığı ziyaretler ve bu evde tuttuğu günlük notlar ve aldığı kararları gösteren fotoğraf ve belgeler bulunmaktadır. Vitrinler içerisinde Atatürk’ün anılarını yasıtan, günlük yaşamında kullandığı elbise, kürk, şapkalar, çizme ve ayakkabıları, bastonu, av tüfeği, hokka takımı ve yaşamının son günlerinde istirahat koltuğu ile çeşitli mutfak malzemeleri burada teşhir edilmektedir. Atatürk’ün anılarını yaşatan eşyaların çoğu Anıtkabir Müzesi’nden getirilmiştir. Anıt Meydanı, Atatürk Caddesi
-
Mezar Anıtları Müzesi (Sırçalı Medrese) (Meram) Konya Meram ilçesi, Sırçalı Caddesi’nde bulunan Sırçalı Medrese’yi Sultan II.Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında Bedreddin Muslih 1242 yılında yaptırmıştır. Açık avlulu, iki eyvanlı ve iki katlı olan medresenin geometrik ve rumi motifleri ile bezeli bir portali bulunmaktadır. Giriş kapısından sonra beşik tonozlu bir eyvan gelmektedir. Ortası havuzlu, dikdörtgen avlulu medrese üç yönden revaklarla çevrilidir. Duvarları sırlı tuğla ve çinilerle kaplanmıştır. Sırçalı Medrese 1960 yılında Selçuklu dönemi mezarlarının ve diğer taş eserlerin bir araya getirilmesi ile Mezar Anıtları Müzesi olarak ziyarete açılmıştır. Müzede, Konya şehrindeki kamulaştırmalar sırasında mezarlıklardan toplanan tarih ve sanat tarihi yönünden değerli mezar taşları bir arada teşhir edilmektedir. Selçuklular dönemi, Beylikler ve Osmanlı dönemlerini kapsayan bu mezar taşları şekil, motif ve yazı karakterleri dikkate alınarak teşhir edilmiştir. Osmanlı dönemi mezar taşları da XVI.-XIX.yüzyıllar arasına tarihlendirilmiştir. Bu taşlar arasında tarihi kişilere ait olanlar da birer belge niteliği taşımaktadır. Bu arada müze bahçesinin toprak altında olan Bizans dönemine ait Katakomp da ziyarete açılmıştır.
-
Taş ve Ahşap Eserler Müzesi (İnce Minare Medresesi) (Meram) Konya Meram ilçesi, Alaeddin Meydanı’nda bulunan İnce Minareli Medrese, Selçuklu Sultanı II.İzzeddin Keykavus döneminde Vezir Sahip Ata Fahrettin Ali tarafından hadis ilmi okutulmak üzere 1264 yılında yaptırılmıştır. İnce Minareli Medrese kapalı avlulu tek eyvanlı plan düzeninde yapılmış olup, portali Selçuklu devri taş işçiliğinin en güzel örnekleri arasındadır. Medrese XIX.yüzyılın sonlarına kadar faaliyetini sürdürmüştür. Medrese 1956 yılında Taş ve Ahşap Eserler Müzesi olarak ziyarete açılmıştır. İnce Minareli Medrese’de teşhir edilen eserler avluda ve yapının içerisinde bulunmaktadır. Müzenin avlusunda Selçuklu ve Karamanlı dönemi Konya kitabeleri, mezar taşları ve mimari parçalar bulunmaktadır. Bu eserler arasında Sultan I.Alaaddin Keykubat’ın 1221’de yaptırdığı Konya kalesi’nin sülüs yazılı mermer kitabeleri ve parçaları; Fatih Sultan Mehmet’in kaleyi 1467’de tamirine ait kitabe; Seydişehir’den getirilen 1237 tarihli mescit kitabesi; Konya Akıncı mescidi’nin 1210 tarihli kitabesi; Konya Kavak Köyü Kervansarayı’nın 1215 tarihli kitabesi; Konya Şekerfuruş Mescidi’nin 1220 tarihli kitabesi bulunmaktadır. Bunu 1314 tarihli Musalla Taşı kitabesi ile diğer kitabeler ve bezemeli mimari parçalar tamamlamaktadır. Avlunun batısında ise Konya mezarlıklarından toplanmış Selçuklu ve Karamanoğulları’na ait sanduka şeklinde mezar taşları bulunmaktadır. Selçuklu dönemine ait Nalıncı Baba Türbesi’nin portal süslemeleri ve kemer taşları da burada yer almaktadır. Bunların arasında İnce Minare’nin mimarı olan Keluk Bin Abdullah’ın ismi yazılı mimari parçalar da dikkati çekmektedir. Müzenin içerisindeki salonlarda ve eyvanında ahşap eserlere yer verilmiştir. Burada Konya Kalesi’ne ait figürlü kabarmalar, Konya Kalesi’nin kapı ve mimari parçaları, Osmanlı Klasik Dönemine ait kitabeler ve mimari parçalar bulunmaktadır. XIX.yüzyılda yıkılmış olan Konya Kalesi’ne ait ele geçen bütün kalıntılar yine burada sergilenmektedir. Bunların arasında çift başlı kartal rölyefleri, çift başlı bir başka kartal figürü, kanatlı melek figürleri, ejder (dragon) figürleri, harpi, balık, fil, gergedan, antilop, aslan ve insan figürleri bulunmaktadır. Bunlardan başka Selçuklu ve Karamanoğulları dönemine ait mezar taşları, çeşitli kabartmalar, Konya Selçuklu Köşkü’nün iç süslemeleri, yazılı ve motifli figürler de bulunmaktadır. Müzenin eyvanında Selçuklu, karamanoğulları ve Eşrefoğulları devrine ait kapı, pencere kanatları başta olmak üzere çeşitli ahşap eserler bulunmaktadır. Osmanlı dönemi eserleri arasında rahleler, ahşap çekmeceler, Konya Beyhekim Mescidi’ne ait XIII.yüzyıl ahşap kapı, Rumilerle bezeli pencere kanatları, Beyşehir Eşrefoğlu camisi’nin 1297 tarihli Rumili pencere kanadı, Ermenek karamanoğlu dönemine ait Spas Camisi’nin XIII.yüzyıla ait oymalı pencere kanadı, Hasbey Dar’ül-Hüffaz’ına ait kapısı bulunmaktadır.
-
Karatay Medresesi Çini Eserleri Müzesi Konya Karatay ilçesinde, Alaaddin Meydanı’nda bulunan Karatay Medresesi’ni Sultan II.İzzeddin Keykavus döneminde Emir Celaleddin Karatay 1251 yılında yaptırmıştır. Medresenin mimarı bilinmemektedir. Selçuklulardan sonra Osmanlı döneminde de kullanılan bu medrese XIX.yüzyılın sonlarında terk edilmiştir. Kapalı Medrese tipinde tek katlı medresenin giriş kapısı Selçuklu devri taş işçiliğinin en güzel örneklerinden olup, duvarları da turkuaz, lacivert ve siyah renkli mozaik kakma tekniğinde yapılmış çinilerle bezenmiştir. Ancak bu çinilerin bir bölümü dökülmüştür. Karatay Medresesi Konya Müzeleri yönetiminde 1955 yılında Çini Eserler Müzesi olarak ziyarete açılmıştır. Burada açılan Çini Eserler Müzesi’nde Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine ait çini örnekleri sergilenmektedir. Müzedeki eserler arasında Beyşehir Gölü kenarındaki Kubad-Âbad Sarayı 1949-1967 yıllarında yapılan kazılarda ele geçen sıratlı, lüster tekniğinde çeşitli renklerde insan ve hayvan figürlerini, Selçuklu desenlerini ve yazılarının bulunduğu çiniler, XVIII.yüzyıl Nalıncı Baba (Nizamiye) Medresesi’ne ait çini panolar, Alaeddin Tepesi eteğindeki Selçuklu Köşkü çevresinde 1941 yılında Türk Tarih Kurumu adına Prof.R.Oğuz Arık’ın yapmış olduğu kazılar sonucunda ortaya çıkarılan çini parçaları, 1957’de Mehmet Önder’in yaptığı kazılarda bulunan çiniler, sırsız keramikler, çini ve cam tabaklar ile Konya ve yöresinde bulunan Selçuklu ve XVI.yüzyıl İznik ve Kütahya çini ve seramik tabaklar, kandiller ve alçı buluntular sergilenmektedir.
-
Mevlâna Müzesi (Karatay) Mevlâna Müzesi 1926 yılında Konya Asar-ı Atika Müzesi ismi ile açılmış, Mevlâna ve Mevlevilik ile ilgili eserlerin yanı sıra Türk Sanat tarihi eserlerini de bir araya getirmiştir. Mevlâna Müzesi’nin 1954 yılında yeniden teşhir ve tanzimi yapılmış, ismi de Mevlâna Müzesi olarak değiştirilmiştir. Mevlâna Müzesi’nin bulunduğu yer Selçuklu Sarayı’nın gül bahçesi iken Konya’ya gelen Mevlâna’nın babası Sultan-ül Bahaeddin Veled’e Selçuklu Sultanı I.Alaaddin Keykubat tarafından hediye edilmiştir. Mevlâna Türbesi’nin bulunduğu yerin üzeri kutupların kubbeleri anlamında Kıbâb’ül-Aktâb denilen yeşil kubbe ile örtülüdür. Mevlâna’nın Türbesi ve Mevlevi Dergâhı külliyenin batısını, derviş hücreleri diğer üç yönünü çevirmiştir. Müzeye batıda meydana açılan Dervişhan Kapısı’ndan girilir. Türbe kapısından Tilavet Odası’na (Hat Dairesi) geçilir. Bu odada Osmanlı hattatlarından Rakım Mahmud Celaleddin İzzet, Hulusi, Hamit ve Yesarizade Mustafa İzzet Efendi gibi hataların yanı sıra Sultan II.Mahmut’un altın kabartmalı sülüs levhaları bulunmaktadır. Tilavet Odası’ndan Huzur-ı Pir’e gümüş bir kapıdan girilir. Gümüş kapı iki kanatlı ve ceviz ağacından yapılmış olup, gümüş levhalarla üzeri kaplanmıştır. Bu kapının üzerindeki kitabeden de anlaşılacağı gibi Sokulu Mehmet Paşa’nın oğlu Hasan Paşa tarafından 1597 yılında yaptırılmış ve türbeye hediye edilmiştir. Müzenin bu bölümünde iki vitrin içerisinde Mevlâna’nın ünlü eserlerinden Mesnevi ile Divan-ı Kebir’in eski nüshaları sergilenmiştir. Üzeri üç kubbe ile örtülü olan bu salonun sağ tarafında yüksek bir kısımda 65 mezar bulunmaktadır. Bu mezarlardan 55’i Mevlâna’nın soyundan gelen erkek ve kadınlara, 10 tanesi de Mevlevi büyüklerine aittir. Yeşil kubbenin tam altına rastlayan bölümde Mevlâna ve oğlu Sultan Veled için Kanuni Sultan Süleyman’ın yaptırmış olduğu gök mavisi renginde mermer bir sanduka bulunmaktadır. Bu sandukayı Sultan II.Abdülhamid 1894 yılında buraya hediye etmiş, üzeri de altın sırma tellerle Besmele ve Ayetlerin işlendiği kuşide ile örtülmüştür. Mevlâna’nın sandukasının ayak ucunda bu mermer sanduka yapılıncaya kadar Mevlâna’nın üzerinde duran, şimdi ise babası Sultan-ül Ulema Bahaeddin Veled’in üzerine konulan ceviz sanduka bulunuyordu. Selçuklu ağaç işçiliğinin en güzel örneklerinden biri olarak kabul edilen bu sanduka üzerinde Ayetler ve Mesnevi’den seçilmiş beyitler oyma tekniği ile işlenmiştir. Sandukanın, Mimar Selimoğlu Abdülvahid tarafından planının çizilmiş, Konyalı Genakoğlu Hüsameddin Muhammed tarafından yapılmıştır. Bu sandukanın önünde gümüş bir kafes ve bir de eşik vardır. Kafesi Maraş Valisi Mahmut Paşa 1597 yılında yaptırarak türbeye hediye etmiştir. Bu kafesin üzerinde Şair Mani’nin 32 beyitlik Türkçe bir şiiri yazılıdır. Şiiri Kalemkâr İlyas isimli bir usta kapı üzerine işlemiştir. Şiirde devrin padişahı Sultan III.Mehmet ile Maraş Valisi Mahmut Paşa’ya övgüler yazılıdır. Türbe kısmındaki salonun sol kenarında da altı sanduka bulunmaktadır. Bunlar Sultan-ül Bahaeddin Veled ve Mevlâna ile birlikte Horasan’dan buraya gelen altı Horasan erinin mezarlarıdır. Horasan erlerinin ayak ucunda Nisan Tası bulunmaktadır. Bu tas bronz üzerine altın ve gümüş desenlerle bezenmiş ve yer yer de figürler işlenmiştir. Bu tasın üzerindeki Arapça kitabeden de İlhanlı Hükümdarı Ebu Said Bahadır Han (1305-1335) için yapıldığı, 1333 yılında da Emir Sungur Ağa tarafından buraya hediye edildiği öğrenilmektedir. Burada çeşitli levhaların yanında Mevlâna’nın Farsça Rubai’si, felsefesini açıklaması yönünden son derece önemli yazılar bulunmaktadır. Huzur’dan geniş bir kemerle Semahane bölümüne geçilmektedir. Bu bölüm XVI.yüzyılda Kanuni Sultan Süleyman tarafından yaptırılmış geniş kubbeli bir salondur. Etrafı ahşap kafes ve demir parmaklıklarla çevrelenmiştir. Salonun ortasındaki vitrinlerde, Şems-i tebrizi’nin serpuşu, Mevlâna’nın oğlu Sultan Veled’in Deste Gül ismi verilen cepkeni sergilenmektedir. Ayrıca Mevlâna’ya ait sikkeler, cüppeler, omuzluk ve namaz seccadesi de burada bulunmaktadır. Vitrinlerde XVI.yüzyıl memluklu dönemi cam kandili vardır. Bu kandil cam işçiliğinin en güzel örneklerinden biridir. Buradaki vitrinlerde su, çorba, şifa tasları, Osmanlı-İran ve Musul işi kandil ve şamdanlar, çekmeceler, usturlaplar bulunmaktadır. Selçuklu ve Osmanlı dönemi rahlelerinin sergilendiği ahşap eserler bölümünün yanı sıra Mevlevi ayinleri ve notalarının, enstümanlarının, musıki ustalarının musiki aletlerini kapsayan vitrinler de diğer eserleri tamamlamaktadır. Kitap ciltlerinin bir araya getirildiği vitrinde XII.-XIX.yüzyıla tarihlendirilen çeşitli yazmaların meşin ve lake ciltleri görülmektedir. Ayrıca burada çeşitli boyutlarda Kuran’lar, teshipli yazmalar ve minyatür örnekleri de bulunmaktadır. Semâhâne'de yer alan Naat Kürsüsü ve Müzisyenlerin oturduklari Mutrib Hücresi ile erkekler ve hanimlara ait Mahfiller orjinal halleri ile korunmuştur. Semahane’nin türbe kısmından küçük bir kapı ile mescit kısmına geçilir. Bu bölümd e Kanuni Sultan Süleyman tarafından yaptırılmıştır. Mescitte Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine tarihlenen yazı örnekleri, teshipler ve ciltler sergilenmektedir. Ayrıca duvarlara eski halı ve kilim örnekleri de asılmıştır. Yine bu bölümde Sakal-ı Şerif ve kutusu, Mevlâna’nın torunu Ulu Arif Çelebi’ye ait 999’luk zikr tesbihleri de bulunmaktadır. Yapı topluluğunun derviş hücreleri olan bölümleri Sultan III.Murat tarafından yaptırılmıştır. Bu hücrelerden dördü dışındakilerin yan duvarları açılmış ve burası uzun dar bir salon haline getirilmiştir. Bu salonda Konya, Gördes, Uşak ve Selçuklu dönemi halı örnekleri sergilenmektedir. XV.yüzyıla ait Beyşehir Eşrefoğlu Camisi’nden getirilmiş kilim parçası, XVII.yüzyıla ait kandilli seccade, ipekli seccade, Mevlâna’nın seccadesi buradaki ünik eserler arasındadır. Müzenin kumaş bölümünde ise Bursa dokuma tezgahlarında dokunmuş kadife ve kumaşlar; Selimi ve Gürun şalları bulunmaktadır. Buradaki derviş hücrelerinden ikisi kütüphane olarak kullanılmaktadır. Bu kütüphanede Mevlâna ve Mevlevilik konusunda eserler bulunmaktadır. Diğer hücrelerden birisi Postniş’in odası, diğeri de Mesnevihan odası olarak düzenlenmiştir. Bu odaların düzenlenmesinde devrine uygun odalar, mankenler ile Mevlâna dönemi yaşatılmaya çalışılmıştır. Müzenin güneybatı köşesinde yer alan Matbah bölümünü Sultan III.Murat 1584 yılında yaptırmıştır. Bu bölüm 1990 yılında yapılan onarımlardan sonra mankenler ile yeniden düzenlenmiştir. Matbahın asıl işlevi olan yemek yapmak ve somat denilen sofrada Mevlevilerin yemek yeme adabı mankenlerle anlatılmıştır. Matbahın diğer işlevlerinden biri olan Nev-Niyaz olarak isimlendirilen Mevlevi adayları Saka Postu üzerinde otururken Sema Talim Tahtası üzerinde Mevlevi Sema Dedesinin Can denilen Mevlevi Derviş Adayları’na semayı öğretmesi mankenlerle anlatılmıştır.
-
KONYA ARKEOLOJİ MÜZESİ Konya Arkeoloji Müzesi, Mehmet Ferit Paşa’nın valiliği sırasında 1902 yılında Sultani Mektebi’nin avlusu içerisinde küçük bir binada Müze-i Hümayun’un Konya Şubesi şeklinde bir depo olarak kurulmuştur. Atatürk 20 Mart 1923’te Konya’ya gelmiş bu müze deposu ile Mevlâna Dergâhı ve Türbesi’ni ziyaret etmiştir. Mevlâna Dergâhı’nın 1927 yılında müze olarak açılmasından sonra, müze deposundaki eserler de oraya taşınmıştır. 1953 yılında arkeolojik eserler İplikçi Camisi’ne taşınmış ve 1962 yılında bugünkü yeni binasında ziyarete açılmıştır. Arkeoloji Müzesi Prehistorik Eserler Bölümü, Demir Çağı Eserleri Bölümü, Roma Çağı Bölümü, Sikke Bölümü ve bahçedeki eserler olmak üzere dört seksiyon halinde hizmet vermektedir. Müzede, Neolitik Çağ’dan başlayarak, Eski Tunç, Orta Tunç (Asur ticaret kolonileri), Demir (Frig, Urartu), Klasik, Helenistik, Roma ve Bizans çaglarina ait eserler sergilenmektedir. Neolitik eserler Çumra, Çatalhöyük, Erbaba ve Süberde, Eski Tunç Eserler; Sızma ve Karahöyük, Asur Ticaret Kolonileri Çagı eserleri Karahöyük kazılarında ele geçen eserlerdir. Konya Alaaddin tepesi kazlarnda bulunan Frig Çagı keramikleri ile Konya Karapınar Kıckışla höyükte bulunan çesitli şekillerde Frig Çagi kap-kacakları ve Lydia keramikleri sergilenmektedir. Eski ve Orta Tunç Çağına ait eserler arasında pişmiş topraktan kaplar, kandiller, bronz baltalar, silindir mühürler, Urartu dönemi bronz fibulaları da onları tamamlamaktadır. Yine Kıcıkışla höyükten çıkarılan Klasik Çag Alabastron, Aryballos, Lekythos ve Kylixler bulunmaktadır. Helenistik döneme tarihlenen perdahlı keramikler, Roma devri bronz eros, poseidon, hermes heykelleri başta olmak üzere mitolojik heykeller, boğa heykelcikleri, MS.250-260 yıllarına tarihlenen sidemara tipi sütunlu mermer herakles lahti, Roma dönemi koku şişeleri, cam şişeler, altın takılar bulunmaktadır. Ayrıca MS.VI.yüzyıla tarihlendirilen 6.30x3.50 m. ölçüsünde Bizans taban mozaiği, Çumra Alibeyhöyük-Kilise Mevkii’nde 1991-1992 yıllarında yapılan kazılarda ortaya çıkan taban mozaikleri, Bizans dönemi bronz kapı tokmakları, Bizans rölikleri, çeşitli haçlar müzedeki diğer eserlerdir. Çatalhöyük ve Sille’den çıkarılan Neolitik eserlerin yanı sıra Bizans dönemi mermer ve taştan yapılmış mimari parçalar, mezar stelleri ve mezar taşları da bulunmaktadır. Anadolu’nun ilk sikkelerinden başlayarak Osmanlı dönemini de kapsayan bir sikke koleksiyonu müzede bulunmaktadır. Müze bahçesinde Roma ve Bizans çağına ait lahit, sunak, kapı kemerleri, sütunlar ve sütun başlıkları ile mezar stelleri sergilenmektedir. Konya Arkeoloji Müzesi’nin il kapsamında yaptığı kazılarda da çeşitli buluntular müzeye taşınmaktadır.
-
Konya Sivil Mimari Örnekleri Konya XIV.yüzyıldan sonra gezginlerin ilgisini çekmiş, seyahatnamelerinde Konya sivil mimarisi ile bilgiler vermişlerdir. XIV.yüzyılda İbni Batuta Konya’nın büyük bir şehir olduğunu, evlerinin güzelliğini, sokaklarının genişliğini ve çarşılarının zenginliğini anlatmıştır. XV.yüzyılda Bertrandon de la Broquiéré şehrin çevresinde meyve ağaçlarından başka ağaç ve akarsu bulunmadığına değindikten sonra, önlerinde hendekleri olan surlarla çevrili olan kentin ortasında bir iç kale ve hükümdar sarayının bulunduğunu sözlerine eklemiştir. Konya’nın nüfusu XVI.yüzyıldan sonra daha da artmış, şehir surların dışarısına taşmıştır. Arap gezgini Gazi “Konya güzel bir şehirdir. Ağaçlar, çeşitli bahçeleri, büyük ve zengin çarşıları, oldukça geniş evleri, şirin mescitleri ve türbeleri bulunmaktadır” demiştir. Osmanlı gezginlerinden Kâtip Çelebi ise buradan bağlık, bahçelik şehir olarak söz etmiştir. Evliya çelebi ise; 1648’de buraya gelmiş, Konya’nın kalesini, surlarını ve Meram Bağlarından övgü ile söz etmiştir. XVI.yüzyılda Pierre Bellon, XVII.yüzyılda Paul Lucas yine aynı şekilde surlardan, yapılardan ve surlardaki kabartmalardan bahsetmişlerdir. Ayrıca sur dışına taşmış mahallelerin yeşillikler içerisinde evlerden oluştuğuna da değinmişlerdir. XIX.yüzyılda Kinnei kentte ker****ten ve kamış, ağaç evlerinin bulunduğunu söylemiştir. Lambordea’ya göre Konya evleri düz damlı, alçak katlı yapılardı. XIX.yüzyılın sonlarına doğru Konya’da yerleşim olarak bir canlanmanın başladığı görülmektedir. Nitekim W.Ramsay ovaya karşılık şehir çevresinin sebze ve meyve bahçeleri içerisindeki evlerle kaplı olduğuna değinir. Cilement Huart da evlerin ker****ten olduğunu ve bunların sokakların çevresinde sıralandığını yazdıktan sonra çoğunun ker**** ve düz damlı olduğunu, bu yapılanmanın tarihi yapılarla çelişkiye düştüğünü de belirtmiştir. XX.yüzyılın başlarında Konya Anadolu’nun önemli bir merkezi olmuş, Cumhuriyetin ilanından sonra da yeni bir yapılanmaya gidilmiştir. Bu yapılanma sonraki yıllarda da devam etmiş, şehrin sivil mimari örneklerinden çoğu da yok olmuştur. Konya’da ilk yerleşim Alâeddin Tepesi’nden başlayarak ovaya doğru yayılmıştır. XIX.yüzyılda Konya’daki yerleşmede yolların birbiri içerisine girdiği, evlerin toprak damlı ve ker****ten olduğu görülür. Konya’nın geleneksel yapı malzemesi başlangıçta ker**** olmuştur. Bu tür ker**** evler dar, dolambaçlı sokaklar boyunca avlu duvarlarının arkasında yer almıştır. Sokak boyunca bu avlu duvarlarının kesintisiz uzandığı görülmektedir. Evler çoğunlukla ker**** ve ahşap olup, taş temeller üzerine oturtulmuştur. Eski mahallelerdeki evlerin sokaktan görülmeyecek şekilde yapıldıkları da dikkati çekmektedir. Geleneksel Konya evlerinde kalın ker**** duvarlar ahşap hatıllarla desteklenmiş ve böylece kışın soğuğu, yazın da sıcağı önlenmeye çalışılmıştır. Sivil mimarinin ker****ten yapılmasının iklimden kaynaklandığı açıkça görülmektedir. Konya evleri ker****lerin boyutlarına göre “ana” veya “kuzu” gibi isimler almıştır. Temeller çoğunlukla yerden 0.50, 0.70 m. yüksekliğine kadar Gödene taşından yapılmıştır. Bu temellerin üzerine iki ana bir kuzu veya bir ana, bir kuzu düzeninde ker****ler dizilmiştir. Evlerin taşlık veya hayat denilen yerlerin döşemesi ise Sille taşı ile kaplanmıştır. Bu dönemde yapılan Rum ve Ermeni evlerinde ise evlerin zemin katları tümüyle taştan yapılmıştır. Konya yöresinde Hımış duvarlı evler de çoğunluktadır. Bu tür evlerde yapının ahşap direkleri arasına ker**** doldurulmuş, iç ve dış yüzleri ince samanlı toprakla sıvanmıştır. Böylece evlerin bazıları boz renkte, bazıları da beyaz badanalandığından ötürü de beyaz renktedir. Konya evlerinde Sille taşı döşeli ağaçlıklı veya çiçeklikli avludan hayata geçilmektedir. Bu bölümün çevresi yüksek duvarlarla çevrili olduğundan yaz aylarında ev halkının tüm yaşamı burada geçmektedir. Birkaç basamakla taşlığa geçilir, çevresinde evin günlük yaşantısının geçtiği mutfak ve helâların bulunduğu bölüm gelmektedir. Tek katlı olan evlerde zemin katı yerden 1-1,5 m. yüksekliğinde olup, bunun altına bodrumlar yerleştirilmiştir. İki katlı evlerde ise zemin katı hayat ile aynı düzeyde olup, buraya ambarlar, depolar, oturma odaları yerleştirilmiştir. İki katlı yapılarda içeriye merdivenlerle çıkılır. Evin cephesi boyunca uzanan sofa pencerelerle dışa açılan çıkmalarla hareketli bir görünüme kavuşturulmuştur. Odalar bu sofanın bir yanında yan yana sıralanmıştır. Bazı evlerde ise karnıyarık planı uygulanmış, odalar sofanın iki tarafına sıralanmıştır. Çoğunlukla evlerin önlerinde tahtaboş denilen balkonlara yer verilmiştir. Tahtaboşlar ahşap sütunlar ve ahşap tavanlarla kendine özgü bir mimari ortaya koymuştur. Konya’daki zenginlerin evlerinde yazlık ve kışlık bölümler vardır. Özellikle iki katlı yapılarda üst kat ve bahçeye açılan bölümler yazlık olarak nitelenir. Alt katlar genellikle kışlık olarak kullanılır. Tek katlı evlerde ise yazlık bölüm kuzeye dönük olup, cephe boyunca pencereler sıralanmıştır. Küçük Konya evlerinde odalardan gündüz oturma, gece de yatak odası olarak faydalanılmaktadır. Odaların tümünde büyük yüklükler bulunmaktadır. Ayrıca minderli sedirler, çiçeklikler, kavukluklar da onları tamamlar. Çoğunlukla oda girişlerinde pabuçluk denilen bir bölüm olup, buradan bir basamakla odanın içerisine girilir. Evlerin duvarlarında ağaç süslemesine geniş yer verilmiştir. Ağaç yapılarda taşıyıcı iskelet olarak kullanılmıştır. En çok ta katran, çam, meşe ve kavak gibi ağaçlar kullanılmıştır. Bunlardan katran Toroslar’dan getirilir ve dayanıklı bir ağaç olduğundan da taşıyıcı kirişlerde kullanılır. Çam ağaçları evlerin doğramalarında kullanılmıştır. Bu tür ağaçlar Toroslar’dan ve Beyşehir’den sağlanmaktadır. Kavak, sedir, ardıç ve köknar gibi ağaçlar da taşıyıcı veya tahta döşeme, tavan olarak kullanılmıştır. Konya evlerinin duvarlarında zengin ahşap süslemeler olmasına karşılık tavanlar düzgün ve bezemesizdir. XIX.yüzyıl öncesinde Konya evlerinde odaların yalnızca uzun kenarlarına üçer pencere açılmışken, sonraki yıllarda diğer duvarlara da pencerelerin açıldığı görülmektedir. Bu pencereler çoğunlukla derin nişler içerisindedir. Bazıları içeriye açılan ahşap kepenklidir. XIX.yüzyıldan sonra yapılan evlerin çoğunda alt katları penceresiz yapılmış, üst katlar cumba ve bol pencere ile sokağa açılmıştır. Bu pencerelerin çoğu üçgen alınlıklıdır. Sokağa bakan pencerelerin çoğunda kavak veya söğüt ağacından yapılmış kafeslere yer verilmiştir. Bunların yanı sıra demir parmaklıklara, oymalı demir kafeslere de geniş yer verilmiştir. Mutfak çoğunlukla bahçenin bir köşesindedir. Yerden 40-50 cm. yüksekliğindeki toprak ocağın iki yanına yüksek setler yapılmış, yan duvarlarına da raflar yerleştirilmiştir. Kışlık mutfakların yanı sıra açık yazlık mutfaklar da Konya evlerinde görülmektedir. Konak tipi evlerde çardaklı, havuzlu bir ön bahçe bulunmaktadır. Genellikle evlerin arkası bağlık olup, bunlar harem ve selamlık olmak üzere iki ayrı bölümden meydana gelmiştir. Odalar çoğunlukla bol pencerelidir. Bazı odaların köşelerine kahve ocağı yapılmıştır. Konakların üst örtülerini XIX.yüzyılın sonlarından itibaren geniş saçaklı çatılarla kapatıldığı görülmektedir. Daha erken dönemde yapılan evlerde üst örtü genellikle toprak damlı olup, kirişlerin üzerine hasır pardı denen ağaç dalları, otlar serilir ve üzerlerine özel olarak hazırlanmış samanlı çamur sıvanırdı. Konya evlerinde eski Selçuklu geleneğinin sürdürüldüğü görülmektedir. Selçuklu evlerinde aydınlık, ferah mekânlar ve estetik ön planda tutulmuş olup, bu gelenek Osmanlı döneminde yapılmış evlerde de açıkça görülmektedir. Özellikle taş ve kerpicin kullanılması zengin ahşap malzemenin bunlara katılması eski bir geleneği yansıtmaktadır. Cumhuriyetin ilanından sonra Türkiye’nin diğer şehirlerinde olduğu gibi Konya’da da yeni bir yapılanmaya gidilmiştir. Özellikle devlet binaları, okullar ve tren istasyonları ulusal mimari akımı doğrultusunda yapılar şehirde birbirini izlemiştir. Bu yapılarda taş ve beton mimari ağırlık kazanmış, bazılarında katlar arasında putreller kullanılmıştır. Üslup olarak da Neo-Klasik üslubun tipik örnekleri Konya’da görülmektedir. Bu tür yapılar iki katlı olup, cepheler ince uzun pencereler, çinili panolar ve geniş hollerle dikkati çekmektedir. Konya’da Hükümet Binası, Okullar ve Gar binası bunun tipik örnekleri arasındadır.
-
Konya Giyimleri Her ulusun, her şehrin hatta her kasaba ve köyün kendine göre gelenek halinde devam ettire geldiği bir giyiniş şekli vardır. Konya'nın Cumhuriyetten önceki yıllarda özel bir biçimde bir giyim, kuşam, görenek ve adetleri vardır. Konya'nın bu kıyafeti Akşehir'de biraz değişmekte buna karşılık şehrin hemen kıyısında bulunan Sille Bucağının tamamen değişik bir biçimde kıyafeti vardır. Şimdi de Konya'nın kadın, erkek kıyafetleri üzerinde duralım : Konya kadının ev içi ve dışarıya giyilmek üzere iki kıyafeti vardır. Başta bir çember, üstünde işlik, alta (don) şalvar, ayağında ince yemeni biçiminde terlik veya örme patik bulunurdu. Bu kadının normal günlük iş kıyafetiydi. Konya kadının dış kıyafeti şu parçalardan meydana gelmektedir. a) İç Çamaşır : Eskiden kadın ve erkek için, iç çamaşırı bükme iplikten, ev tezgahlarında dokunarak, çamaşır bezi denilen kıvrık pamuklu bezden yapılırdı. Buna kıvratmada denilirdi. İç gömleklerin yakaları yoktur. Erkek ve kadının kol uzunluğu bileklerine kadar uzanmaz, etekler ise diz kapakları üzerine varırdı. Göğüs kısmı açık olurdu. İç çamaşırı kol ağızları ve boğaz kenarları kadınlarda oyalarla süslenirdi. İç don belden topuk üzerine kadar uzundu, paçaları çok dardı. Bel kısmı uçkur ile bağlanır, geniş olarak dikilirdi. Dış elbiseler ise, kadınbaşına koyu kırmızı bir fes giyerdi. Bu fesin kirlenmemesi için, fesin içine kellepoş denilen kısa kenarlı takke giyilirdi. Fesin etrafına ipekten ince bir şifon sarılır. Bunun üzerine ayrıca bir yazma dolanırdı. Şifonun faydası, başa iğne takıldığı zaman, iğne ağırlığının dengesini sağlar, fesin üzerine iki ucu sağ ve sol omuzda bulunan renkli çember örtülürdü. B ) Entari : Konya'dan eskiden entariye pek ilgi gösterilmezdi. Ancak gelinler, birde yaşlı kadınlar entari giyerlerdir. Çünkü işlik ve şalvar entariden daha çok giyilirdi. c) İşlik : İşlik vücuda yapışırcasına sıkıca dikilen bir dış giyecekti. Yakadan göğüs boşluğu üzerine uzanır, buraya kadar düğmeli ve kapalı idi. Kolları bileklere kadar uzun olup, burada kol genişliği bir düğme ile daraltılarak giderilirdi. İşliklere, ala, kadife, pazen, basma, kutmişetari, şelaki, astar, kaput, humayun, yandım alamadım ve alpaktı. Renkleri ise, mevsimine göre seçilirdi. Bahar ve yazın yeşil, koyu yeşil, beyaz, açık sarı, nar çiçeği rengi ile açık mavi beğenilirdi. Sonbahar ve kışın ise koyu renklere ilgi gösterilir. Bunlar, koyu gri ve koyu mavi idi. d) Şalvar : Bir kadının giydiği şalvar 8-9 metre kumaştan yapılırdı. Akşehir ve çevresinde 14 metre kumaştan bir takım elbise yapıldığı söylenir. Şalvar, belden topuklara kadar uzanır, gayet bol dikilir, çekme payı buna eklenmektedir. Paçalar oldukça dar olup, vücudun hatları şalvarın kıvrımları arasında belirsiz hale gelmektedir. e) Hırka : Hırkanın içi astar, üstü şelaki ve diğer kumaşlardan yapılır. İçerisine pamuk döşenerek aynı yorgan biçimi dikilmektedir. Etekleri kalçaya kadar uzun olup, bir çeşit cekete benzer. f) Salta : Yünlü kumaştan dikilen, kollu ve ön kısmı açık, etekleri kısa, yarım ceketi andıran bir yelektir. Saltalar çok süslü yapılır. Sırma ve kaytanlarla çeşitle bezemeler yapılır. Saltalara ayrıca madeni parlak pullarda dikilir. g) Kebe : Bir çeşit salta olup kolları ve göğüs kısımları işlemelidir. h) Ayakkabı : Deve derisinden yapılmış, parlak arka kısmı açık pabuç, yanları lastikli uzun konçlu, bir çeşit topuklu kunduradır. Ayrıca mestle de giyilirdi. i) Süs ve Takılar : Fesin üzerine veya göğsüne elmas iğne takılırdı. Ayrıca boğaz kısmına inci mahmudiye, hamidiye, beşibiryerde altınlar ile altın kordonlu cep saati takılırdı. Parmaklarda kıymetli taşlı yüzükler, kulaklarda elmas küpeler takılırdı. Fakat bu takılar her kadında bulunmazdı. Kollardaki çeşitli bilezikler kadının en önemli ziğnetini ve süsünü meydana getiriyordu. Erkek Kıyafetleri Konya'nın erkek kıyafetleri, birbirinden farklılık arz eder. Her erkeğin görevine göre kıyafeti de vardır. Kıyafetlerinden o kişinin ne olduğu kolayca anlaşılırdı. 1) Ulema Kıyafeti : Başta kırmızı veya deve tüyü rengi bir fes, üzerine açıldığı zaman bir adam boyu uzunlukta beyaz tülbent sarık bulunurdu. Fesin altında aynı kadın kelleposu gibi erkeklerin giydiği ve adına terlik denilen takke vardı. Başka bir çeşidi de üç peşli, astarlı entari giyilirdi. Sonradan bu usul terk edildi. Bu entari üzerinde de şal kuşak kuşanırdı. 2) Abdestlik : Çuhadan, softan veya kıldan yapılmış bir çeşit pardesü olup, cep yerleri olmakla beraber cep keseleri yoktu. a) Cübbe : Kaşmir kumaştan yapılırdı. Aynı abdestlik biçiminde olup, ceplerin hem yeri, hem kesecikleri vardı. B ) Lata : Yakası kalkıkça, iç göğüslerde cepleri vardı. Ağır kumaştan yapılan lata cübbeye benzerdi. Yakasından çapraz bulunan bir çeşit pardesü denilebilecek biçimdeydi. c) Biniş : Kol ağızları çok geniş bir çeşit cüppedir. Ayakkabılar, kalloş kundura ve mestten ibaretti. 2) Esnaf Kıyafeti : Bu tip kişiler orta yaşlı kimselerden oluşurdu. Başlarında genellikle kırmızı fes, üzerine yazma sarık, sırtta koyu renklerin hakim olduğu salta, meydani işlik, ilmiye sınıfına benzeyen şalvar, ayakta beyaz yün çorap ve yemeni belde silahlıkla şal kuşak bulunurdu. 3) Efe (Hovarda) Kıyafeti : Başta açık kırmızı, uzun sivri fes, arkada uzun koca püskül üzerinde kırmızı ince cemberli sarık işlik dar ve uzun kollu, yaka kapalı, karın boşluğuna kadar etek çapraz düğmeli ve ilikli, vücuda sıkı oturmuş bir çeşit gömlek. Bu gömlek pamuklu bezden yapılır, dokunuş çizgilerine göre isim alırdı. İnce meydan, beşparmak, meydai gibi işliğin üzerine kol uçları bileklerden dört parmak yukarıda dar vaziyette, içi astarlı ön kısımları kavuşmayan salta giyilirdi. a) Cepken : Etek, kol, yaka ağızları kaytanla süslü olan bir çeşit saltaya benzeyen cepkendi. Cepkenin yaka ve etek kısımları işlemeliydi. B ) Kuşak ve Silahlık : Kuşaklar, gürün, trablus, acem, kesmiş, Tosya şallarından yapılır. Arasına yumuşak deriden yapılmış, bir çeşit cep görevini gören kat kat bulunan silahlık kuşanılır. c) Şalvar : İlmiyle (Ulema) sınıfından farklıydı. Diz kapaklarından aşağıya kadar uzanırdı. Bu sebeple adına şalvar yerine "dizlik" denilirdi. Ayaklarında kundura ve yün örgü çorap bulunurdu. Cumhuriyet devrinde erkek kıyafetlerinde büyük çapta bir değişiklik olmakla beraber, kadınların giyiminde fazla bir değişiklik olmamıştır. Özellikle köylerde ve kasabalarda yaşayan kadınların en önemli giysisi şalvar, işlik, yelek ve poşudan oluşmaktadır. Ayaklara kışın mest ve lastik, yazın ise çorap ve lastik ayakkabı giyilir.
-
EVLENME GELENEK VE GÖRENEKLERİ Hayatın üç önemli geçiş safhasından biri olan evlenme, pek çok gelenek ve göreneklerle donatılmıştır. Üzerinde en fazla durulacak olan konu düğünlerdir. Çok geniş bir konu olan düğünleri, bölümlere ayırarak incelemek gerekir. KIZ İSTEME Oğlunun evlenmesine karar veren baba ve ana dünürcü göndermede gayet gizli hareket eder. Bu da ilk önce kadınlar tarafından yapılır. Önce oğlanan anası ve kız kardeşi, kızkardeşi yoksa akrabalarından en yakını, bir iş bahane ederek kız evine gider. Kızın güzelliğine terbiyesine, vücudunun sağlamlığına alıcı bir gözle bakarlar. Kızı uygun bulmazlarsa,hiç bir şey demeden izin alıp giderler. Kız beğenilirse, bu işlerde hünerli olan bir kadını öncü olarak, kızın önce anasının ağzını arar. Bu arada oğlanın durumu hakkında bilgi verir. Uygun görülürse kızlarına dünürcü geleceklerini anlatır. Kadın dünürcü, kız tarafının verimkar olduklarını öğrenince kız tarafına gönderilir. Bu dünürcülere, kızın anası kesin cevap vermeyeniyetli olsa bile bir kere babasına ben söyliyeyim der. Kadın dünürcülere fazla hürmet yapılırsa, kızın verileceğine bir işaret sayılır. Hatta şöyle bir durumla da sonuç anlaşılır. Ayakkabıları çevrilmişse bu işin olacağına, çevrilmeyip dışarı konulmuşsa olmayacağı anlaşılır. Bu şekilde bir başlangıçtan sonra, erkek dünürcü kız evine gider. "Allah'ın emri, Peygamber'in kavli ile kızınımızı oğlumuza zevceliğe istemeye geldik" diyerek dünürlük edilir. Buna karşılık kızın babası hiç bir şeyden haberi yokmuş gibi, bir süre düşünür, eğer vermeye gönlü varsa; "Sizin ve mahdumumuz için bir şey diyemem, Allah yazdıysa bir şey diyemem. Bana bir kaç gün müsade edin, ben bir düşüneyim" der. Vermeye niyeti yoksa, "Kızım küçüktür, evlenme vakti değildir" yada "kızımız sözlü, sözlü olmazsa sizden iyisine mi verecektik" deyip savuşturur. Gönüllerin inancına varılırsa, bu konuşdan sonra iki veya üç gün ara verilir. İkinci kez gidişte, kızın babası "Biz razıyız, fakat hısım- akrabaya bir danışalım" diye cevap verir. "Kız evi naz evi" derler . Üçüncü gidişde "Ne yapalım, Allah nasip etmişse bizim elimizde ne var, alın yazısına bir şey diyemeyiz" denir. Oğlan tarafı da "Allah razı olsun sizden, hayırlısı Allah'tan, Biz verdik diledik, kapınıza geldik, sizde bizi sevip diledinizse nişanımızı (bellimizi) koyacağız" denir. NİŞAN Kararlaştırılan günde nişan koyma merasimi yapılır. Yüzük takılarak ve şerbet içilerek yapılan nişan koyma merasimi daha ziyade kadınlar arasında yapılan bir toplantıdır. Kızın evi müsait ise evde, yoksa bir akbara evinde yapılır. İki tarafında akrabaları toplanır. Bu toplantılar da ailer fazla mutasıpsa, hocaların ilahi ve dua okuduğu görülür. Değilse çalgıcılar getilir, oyunlar oynanır. Gelin, eltisi veya görümcesi tarafından yoksa oğlanın genç bir yakını tarafından salona getirilir. Yüzüğü oğlanın annesi takar. Gelin, orada bulunanların ellerini öper, akrabalar takı takarlar. Oğlan tarafının kız tarafına getirdiği hediyeler gösterilir. Yapılan ikram yine oğlan tarafına aittir. Nişan genellikle Perşembe günleri olur. Nişanın bazen yemekli olduğu da görülür. Nişandan sonra kararlaştırılan günde elbise görme işi başlar. Elbise görme işi düğüne yakın birzamanda olur. Beraberlerinde gelin kız da olduğu halde köyde oturuyorlarsa şehre gelinir, şehirde ise çarşıya çıkılır. Daha önce "mehir kesiminde" kararlaştırılan ve alınması gereken eşyanın alınmasına başlanır. Kız tarafı da güveyin giyeceği eşyayı alır. Elbiseyi dikecek terzi oğlan evine bildirilir. Nişandan sonra, kız evine yollanacak dürüye sıra gelir. Dürü bohça içinde kız evine gönderilir. Her iki tarafın hısım akraba ve konu komşusuna gönderilir. DÜĞÜN Düğün genellikle Konya'da haftanın Pazar ve Perşembe günleri yapılır.Düğünden bir kaç önce yemek hazırlıkları yapılır, gelinin oğlan evine getirileceği günün sabahı, oğlan evinde pilav verilir. Oğlan tarafının eşi dostu yada umanları çoksa okuntu (davetiye) dağıtılır. Köylerde de,komşu köylere okuntu gönderilir. Pilav dökme işi devam ederken, gelin hamama ve berbere gider, Geline yakın arkadaşları da eşlik eder. Güveyi de pilav gününden bir gün önce geceleyin "zamah" düzenler. Zamah'a içki içilir, her türlü çalgı çalınır. Güvey fakirse zamah fakir geçer. Çünkü zamah ayrı bir masraf açar. Zamah gecesi kız evinde de eğlence düzenlenir, buna "kına gecesi" denir. Kına gecesine oğlan evinde bir grup kadın da o eğlenceye katılır. Kına gecesinde gelin kıza bir türküyle kınası yakılır. Kına gecesi türkülerinden örnekler : "Altıntas içinde kınan ezilsin, Sabah olsun güzel yüzün yazılsın, Görümceler etrafına dizilsin Gelinim kınan kutlu olsun. Burda dirliğin tatlı olsun. Esvap yıkadığım ak taşlar, O gölgelendiğim ağaçlar, Tuz ekmek yediğim kardaşlar, Gelin kınan kutlu olsun Orta dirliğin tatlı olsun Hani bu kızın anası Önünde mumlar yanası Gel gelinin kaynanası Gelinim kınan kutlu olsun Orta dirliğin tatlı olsun Yine gelin okşanırken şu mani söylenir : "Atladım çıktım eşiği Sofrada kaldığı kaşığı Kız evinin yakışığı Git kızım sağlıklarla Sil gözünü yağlıklarla Babamın öküzübeştir Anadan ayrılmak güçtür Kızların emeği boştur Git kızım sağlıklarla Sil gözünü yağlıklarla Analar besler hurma ile El oğlu döver yarma ile El oğluna oldum yalvarma ile Git kızım sağlıklarla Sil gözünü yağlıklarla Gelinin yükü tutuldu Oğlan evine yıkıldı Ananın beli büküldü Git kızım sağlıklarla Sil gözünü yağlıklarla Ertesi günü oğlan evinde pilav yenir, buna düğün yemeği de denir. Yemeğin bitiminden sonra, gelin alma zamanı gelir. Oğlan tarafı, araba, otobüs, taksi ile kız evine gider. Köylerde at arabası, traktör veya eğerli at ile kızın evine gidilir. Kayınpeder yanında iki kişi olduğu halde, gelinin bulunduğu odaya varır. Gelin odası arkasından kapanır. Kız tarafı kayınbabadan çeşitli bahşişler almadan gelini vermezler. Gelinin kolundan önce kaynana tutar, birkoluna da diğer akrabası girer. Gelin dış kapıya çıkarılır, bineceği vasıtaya yerleştirilir. Topluca "Allahaısmarladık" denildikten sonra gelin alayı yola düzülür. Köylerde bahşiş alabilmek için yollar engellenir. Gelin, oğlan evine gelinceye kadar bir hayli müşkille karşılaşılır. Oğlan evinde, gelin arabadan inerken gireceği kapının iki tarafı kilimlerle kapatılır. Bazı yerlerde gelinin önüne içi dolu bir testi bırakılır. Güvey tarafından gelinin başına para ve çerez saçılır. Çocuklar tarafından paralar kapışılır, bu arada gelin damadın koluna girerek odasına kadar götürür. Sonra sadıçla beraber evden ayrılır. Evine dönen damat gelinin yüzünü açar, yüz görümlüğü olan parayı verir. Gelin ev halkı ile tanıştırılır. Güveyi, kapıda bekleyen sadıçı ile akşam yemeğine kadar kaybolur. Akşam yemeğinden sonra, yatsı namazı kılınır. Dini nikah, imam efendi tarafından gelinden söz alınarak kıyılır. İmam efendi, gelin odasından kapısı önünde bir dua eder ve güveyi gelin odasından kapısını açarak, gerdeğe sokar. Güvey kapıdan içeri girerken en yakın arkadaşları tarafından sırtına kuvvetlice bir yumruk indirilir. Ertesi günü, gelin yüzü düğünü yapılır. Bu düğün kadınlar arasında yapılır. Gelin oyuna kalktığı zaman göğsüne kağıt para takılır. Güveyde aynı günün öğleni, sağdıç "yiğitbaşılarla" bir yemek yer. Yemekten sonra yiğitbaşıların düğün süresince emeği olan "yiğitbaşı parası" dağıtılır. Gelinin getirdiği pişmiş tavuk ve helva beraberce yenilir. Düğün böylece sona erer. Birkaç gün sonra damat ve gelin hısım akrabalara el öpmeye çıkarlar. El öpmede geline gizlice para verilir. El öpmeye haberli gidilir. Gidecekleri yerde damat- gelin gelecek diye yemek hazırlanır. Önceden o akrabalara alınan dürü (hediyelik eşya) el öpmeden sonra bırakılır. Eli öpülenler "Allah başa kadar sürdürsün" diye dua ederler. EVLENME VE DÜĞÜNE AİT ATA SÖZLERİ VE DEYİMLER : Anasına bak kızını al, kenarına bak bezini al. Beslemeden kadın olmaz, gül ağacından odun olmaz. Cins, cinsine çeker. Düğün el ile, harman yel ile. Er kalkan yol alır, Er evlenen döl alır. Gelin iskemle getirir, üstüne kendi oturur. Kızı kardeşli yerden, tarlayı taşlı yerden almalı. Kız kocayınca gayret dayıya düşer. Lafın özü, çobana verme kızı, ya koyun güttürür ya kuzu. Ne kızı verir, ne dünürü küstürür. Oyun bilmeyen gelin yerim dar, eteğin asık dermiş. Öksüz evlenmek isterse, herkes anası babası olur. Pekmez küpte, kadın dipte. Şaşan karısına teyze der. Vardığın yer kör ise gözünü kırp, topal ise sek. Yiğite ver kızı, mevladan iste rızkı. KONYA AİLELERİNDE ESKİ EV ADET VE GELENEKLERİ Eskiden Konya'lı bir ailenin dört mevsimine göre ayrılmış bir takım adet ve gelenekleri vardı. Bunlar halen bazı yerli ailelerde kısmen görülmektedir. İlkbaharda, Nisan ayının ortalarından sonra ev işleri artardı. Evvela sobalar sökülür, temizlenir, rutubetsiz bir yerde saklanır. Sıra halıların temizlenmesine gelirdiki, ev halkı ile beraber komşuların yardımı da istenirdi. Halılar ve kilimler bahçede veya sokakta çırpılırdı. Halının üzerindeki tozlar süpürülerek naftalin saçılıp katlanır, serin bir yerde muhafaza edilirdi. Bu olaya göç denirdi. Bu arada yataklar ve minderlerin yünleri dökülür, değneklerle döğülür, temizlendikten sonra eski kılıflarına doldurulurdu. Bu eşyanın bazıları göçe konurdu. Odalardan kışlık serecekler kaldırıldıktan sonra bu defe sedir üzerine divan yastıkları üzerine kar gibi beyaz etekleri dantelli işlemeli yaygı ve örtüler serilirdi. Geniş odaların ortasına kilim yayılırdı. Bu işler yapılmadan önce duvarlar kireç ise badana toprak sıva ise "ak toprak" cilası yapılır. Oda taban tahtaları, dolap kapakları, pencere çerçeveleri fırça ile sürtülerek yıkanıp temizlenir, camlar silinirdi. Ev eşyasından sonra, kışlık giyecekler yıkanır, kurutulur, naftalinlenerek temiz bohçalar içerisine konup, göçün üzerine bohça istifi yapılırdı. Bahar temizliği bittikten sonra sıra sebzelerin kurutulmasına gelir. Taze nane ve maydonoz alınır, bol suda temizce yıkanıp, sapları ayıklandıktan sonar gölgede kurutulurdu. Kurutma işleminden sonra, temiz keselere konarak izbe duvarlarındaki çivilere takılırdı. Meram ve çevresinden bağ evlerine göçülür ve yaz boyunca oralarda oturulurdu. Eskiden Konya'nın yerlileri, yağ, peynir, yoğurt ve süt ihtiyaçlarını çarşıdan karşılamazlar evlerinde besledikleri inek veya mandıralardan temin ederlerdi. Ayrıca güz ayında etlik yapmak için ve yine kışın kesmek maksadıyla 8-10 kadar koyun ve keçi alınır, ahırın bir tarafına bağlanıp, gündüzleri bahçede veya civar meralarda otlatılırdı. Güz aylarında bahar aylarına kadar ahır kapısı yanında toplanmış olan hayvanların gübreleri, ev halkının veya bu iş için tutulan işçi kadınların yardımıyla yapma veya mayız (tezek) denilen bir eşit kış yakacağı hazırlanır. Bunlar kışın tandıra ekmek yapmak için yakıldığı gibi odun yerine sobada da yakılır. Kuruyan yapmalar tandır civarında yakacak örtmesi veya yakacak damı denilen yerlerde intizamlı olarak kayılırdı. Yaz Hazırlığı : Meyveler bu mevsimde olur, kışın ev ihtiyacını karşılayacak miktarda vişne, kayısı, erik bahçede varsa ağaçlardan toplanır, yoksa çarşıdan satın alınırdı. Vişne reçelinden başka vişne şurubuda kış için kaynatılırdı. Diğer taraftan kayısı, erik, üzeri karanfille süslenmiş armut ve elma reçelleri hazırlanırdı. İçleri yeşilsırlı çömleklere reçeller doldurulur, ağızları okunup üflenerek ve ağız tadı ile yenmesi temennisiyle ağızları temiz bez örtülerle örtülür ve bağlanır, izbenin serin olan duvar diblerine konulur. Reçellerdensonra sıra kurutmalara gelirdi. Sabah serinliğinde bahçedeki ağaçladan toplanan kayısı, küfelere toplanarak ikindi serinliğinde damın temiz bir yerine örtü vey hasır serilerek kayısılar üzerine ayrılıp kurutulmaya bırakılırdı. Erik ve diğer meyvalarda aynı tarzda kurutulurdu. Kayısı ve erik meyvası fazla olgunlaşmış durumda olursa süzgeçten geçirilerek, içleri yağlanmış bakır tepsilere pestil yapılmak üzere dökülürdü. Kışın hoşaflık için vişne, elma kurutulur, bazıları kabukları soyulur dilimlere ayrılarak kurutulmaya hazırlanırdı. Ayrıca yaz mevsiminde evin ihtiyacını karşılayacak nisbette domates salçası çıkarılır, kabak,patlıcan ve biberleri içleri oyularak kurutulurdu. Bazı sebzelerde ince dilimler halinde dam üzerinde kurutulmaya bırakılırdı. Yaz aylarının sonlarına doğru sıra bulgur yapmaya ve nişasta çıkarmaya gelirdi. Bir kış mevsimi tarladan ve buğday pazarından yumuşak buğday alınır. Komşularla yardımlaşılarak bulgur kaynatılırdı. Dama serilmiş olan örtülerin üzerine yayılarak kurutulur, iki günde kuruyan buğday çuvala konarak değirmende öğütülürdü. Bundan sonra sıra kışlık ekmek buğdayına gelirdi. Bir kış yetecekmiktarda bir kaç ton buğday alınır, temizlenip yıkanır, kurutulduktan sonra değirmene götürülerek öğütülür ve izbedeki un ambarına dökülür ve çuvallara konurak muhafaza edilirdi. Sonbahar mevsimin de kış hazırlıkları başlardı. Bu hazırlıklarınbaşında hiç şüphesiz üzüm bağı olanlar için pekmez, kaynatma gelirdi. Bağdan araba veya merkep üzerine yüklenmiş küfelerle üzüm eve getirilir, yakacakdamı yakınında bulunan çaraşhaneye dökülür, salkımlardan iri ve sert olarak seçilerek sicimlerle birbirine bağlanır. İşte bu hazırlanmış Hevenk'ler tavan arası veya izbenin direklerine çakılmış çivilere asılırdı. Çaraşa doldurulun üzümler ayakla ezilmek suretiyle suyu çıkarılır, ak topraktan geçirilen bu şıra üzerinde kaynatılır, leğenden kazana alınarak soğutulmaya bırakılırdı. Pekmez kaynarken bir kısmının içerisine kuru kayısı dilimlenmiş yahut ufak bütün kabak, patlıcan atılarak pekmezli reçel elde edilirdi. Pekmez hazırlığı bittikten sonra sıra turşu kurmaya gelirdi. Sırçalı küpçüklerle sebzesine göre ve evde en çok sevilen sebzelerin turşusu kurulurdu. Turşu sirkeleri çarşıdan ziyade evlerde hazırlanırdı. Bu sirke ekseriye pekmez için sıkılan üzümün posasından yapılırdı. Buna çıbra denirdi. Turşu hazırlığı bittiktensonra da sıra pastırma ve sucuk yapılmasına gelirdi. Çarşıdan alınan veya evde beslenen kısır inek veya düve kesilerek bir kısmından pastırma, bir kısmından sucuk yapılırdı. Sığır eti sucuğunun sert olmaması için bir veya iki keçi- koyun kesilerek, etleri karıştırılırdı. Pastırmalar denge konulduktan sonra sucuklar doldurulup kurutulur. Ayrıca kışın hazır olması ve çarşıdan et alınmaması için (etlik yapma) denilen kavurma hazırlanırdı. Pazardan alınan 5-6 koyun veya keçi, yada ufak bir sığır, eve getirilen kasap tarafından kesilerek etleri komşuların yardımıyla doğranır, bir kısmı de kemikli olmak üzere kıyma denilen kavurma hazırlanırdı. Kavurma piştikten sonra yardımda bulunmuş olan komşuların evlerine birer sahanın içerisi ekmekli kavurma gönderilirdi ki buna (ekmek salması) denir. Sıra en son kışlık yakacağı gelir. Ekseriye kışlık yakacak bahardan alınıp kırılarak yapılır, halılar ve kilimler göçlerden çıkartılarak serilir, sobalar kurulur, kışlık giyecek eşyaları bohçalardan çıkarılarak giyime hazırlanır, bundan sonra günlük ev işleri başlardı.
-
EL SANATLARI Konya elsanatlarında kendine özgü duygu ve düşünceleri yansıtmıştır. El sanatlarında halıcılık, kaşıkçılık, keçecilik oya ve nakış işçiliği şeklinde gelişmiştir. İşlemişoldukları şekiller, çizgiler, renkler belli bir düzen içerisinde kendini göstermektedir. İzleyenleri büyülemekte ve hayran bırakmaktadır. Elsanatları ile uğraşan bir esnaf kesimi türemiş ve çarşılar kurulmuştur. Halıcılık : Halıcılık ilimizde XI nci yüzyıldan itibaren Büyük Selçuklular yolu ile girmiş ve Anadolu Selçukluları devrinde en iyi örneklerini vermişlerdir. 1271-1273 yıllarında Çin'e kadar seyahat eden Marko- Polo, Anadolu'da özellikle Konya'da dünyanın en iyi halılarının dokunmakta olduğunu seyahatnamesinde yazmıştır. İlimizde Ladik, Sille, Akşehir, Karapınar, Saray,Kavak İlçe köyleri ve önemli halı dokuyan merkezlerdir. Kaşıkçılık : Konya'da kaşıklar daha ziyade Şimşir- Armut- Gürgen - Kavak gibi ağaçlardan yontularak yapılır. Kaşıklar, ressamlar tarafından boyanır ve motiflendirilir. Sonra SİR denilen reçineli ilaçlarla cilalanır ve kurumaya bırakılır. İyi cilalanmış kaşıklar yıllarca bozulmadan sofrada kullanılır. Turistik eşya olarak en çok pazarlanan el ürünleri arasında bulunmaktadır. Keçecilik : Keçeler ev döşemelerinde kullanıldığı gibi seccade, yolluk olarakda kullanılır. Keçelerden kepenek denilen kışlık paltolar, külahlar yapılır. Binek ve koşum hayvanlarının eğer ve semerinde kullanılır. Keçenin imal edilmesi şu şekilde olur. Yünler temizlendikten sonra hasır döşem üzerine, renk isteniyorsa desenli bir şekilde düzgün olarak serpiştirilir, yünler tazyikle sıkıştırılır. Rulo haline getirilen hasır iki üç kişi tarafından ayak ile yerde yuvarlanır. Sonra keçeler hamamda sıcak su ile yıkanır ve keçeye son şekli verilir. Oya ve Nakış İşleri: Daha ziyade genç kızların ve kadınların yapmış oldukları oya ve nakışişleri turistik eşya satan işyerlerinde satılmaktadır. Kumaş ve dokuma bezleri üzerine gergef ve kasnak gibi el tezgahlarında yapılan çeşitli renk ve motiflerle süslenmiş bohça, peşkir, uçkur, çevre, mendil, örtü, yaşmak , kese, seccade, yastık yüzü işlenir. İğne İşleri : Çin iğnesi, çapraz iğne, balıksırtı, ciğer deldi, mürver iğne işleri, şahmeran, mavilimuska gibi oyaları çok meşhurdur. Huğlu (Tüfekçilik): Konya İline bağlı Huğlu Kasabasında bugün Dünyada adını duyurmuş elle yapılan av tüfekleri yapılmaktadır. Eski çifte veya süperpoze tipinde yapılan av tüfeklerinin kabza ve tetik tertibatının bulunduğu kısımlara av hayvanları motifleri işlenmektedir. Av tüfekleri düz oyma şeklinde yapıldığı gibi pirinç veya gümüş kaplama üzerine motif yapılarak satışa sunulmaktadır. Üzümlü (Tüfekçilik): Üzümlü Kasabası Beyşehir ilçesine bağlı Toros Dağları üzerinde 10.000 nüfuslu bir beldedir. Beldede bulunan tüfek ustalarının ortak olduğu bir kooperatif kurulmuş bugün imalatın % 30'u el emeğine dayalı, çok kaliteli ve zarif av tüfekleri üretilmektedir. Yurt içinde 1.500 bayii kanalı ile ayrıca başta A.B.D. olmak üzere Almanya, Fransa, Yeni Zellanda, Lübnan ve Kıbras'a ihracaat yapılmaktadır. Elde edilen döviz girdisi 1.000.000 (Bir milyon) dolardır. 1996 yılı itibariyle yıllık 40.000 adet av tüfeği üretilmektedir. Testicilik : Konya İline bağlı Doğahisar İlçesi'nde topraktan testiler, sırçalı kaplar, çiçek saksıları büyük bir ustalıkla üzeri çeşitli desen ve motiflerle işlenerek yapılır.
-
Konya Kervansarayları RÜSTEM PAŞA KERVANSARAYI (Ereğli) Konya Ereğli ilçesinde, Ulu Cami yakınında çarşı içerisinde bulunan Rüstem Paşa Kervansarayı Kanuni Sultan Süleyman döneminde Sadrazam Rüstem Paşa tarafından 1552 yılında yaptırılmıştır. Mimar Sinan’ın eseri olan bu kervansaray 1990’lı yıllarda yapılan onarım ile orijinal durumunu koruyarak günümüze gelebilmiştir. Kervansaray Mimar Sinan’ın yapmış olduğu diğer kervansaraylarla karşılaştırıldığında, bu yapının değişik bir plan düzeninde olduğu görülmektedir. Dikdörtgen planlı kervansarayın revaklı bir avlusu, arkasında tonozlu odaları bulunmaktadır. Ana girişin önündeki alçak bölüm, ortada giriş eyvanı, sağında ve solunda daha küçük ölçüde bir eyvan bulunmakta olup, onu üçer oda izlemektedir. Kervansarayın büyük ahır bölümünün önünde bir sıra halinde konuk odası bulunmaktadır. Bu oda yapının geniş avlusuna açılmaktadır. Ahır bölümü yapının ortasındaki dört fil ayağının taşıdığı geniş mekândır. Burası mazgal pencerelerle aydınlatılmıştır. Bu plan şekli ile Rüstem Paşa Kervansarayı menzil hanları ile yakın benzerlikler göstermektedir. Tonozlu bölümler on iki adet olup, içlerinde ocakları bulunmaktadır. Yapının ana duvarları kesme taştan yapılmış, kemerlerde yer yer tuğlalar kullanılmıştır. Kervansarayın iki giriş kapısı bulunmakta olup, bunlara Bağdat Kapısı ve Konya Kapısı isimleri verilmiştir. Kervansarayın tümünün üzeri iki bölüm halinde yekpare bir beşik tonozla örtülüdür. Kervansaray Cumhuriyet döneminde askerlik şubesi ve kitaplık olarak kullanılmış, bir ara belediye buradan yararlanmıştır. Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün yapmış olduğu onarımdan sonra içerisindeki dükkânlar kiraya verilmiştir. SELİMİYE KÜLLİYESİ KERVANSARAYI (Karapınar) Konya Karapınar ilçesinde, XVI. yüzyılda Mimar Sinan’ın yaptırmış olduğu Selimiye Külliyesi’nin bir bölümünü oluşturan kervansaray, yapı topluluğunun en önemli bölümlerinden birisidir. Kesme taştan iki ana bölüm halinde yapılmış olan kervansaray her iki bölümü arasında bulunan iki kapı ile dışa açılmaktadır. Bu kapıların dışa dönük kemerleri, yayvan yuvarlak olup iki renkli taşın alternatif olarak sıralanmasıyla meydana gelmiştir. Kervansarayın her iki bölümü birbirine simetrik olup, dikdörtgen planlı, ince uzun bir koridor ile birbirinden ayrılmaktadır. Her iki bölümün ortasındaki dörder paye ve bu payelerin birbirleri ile ve duvarlarla yuvarlak kemerli bağlantıları sonucunda dokuzar bölüm meydana gelmiştir. Bu bölümlerin üzerleri beşik tonozlarla örtülmüştür. Kervansarayın camiye bakan yönüne küçük ölçüde dokuzardan on sekiz dükkân yerleştirilmiştir. Aynı zamanda caminin dış avlusunda da aynı sayıda dükkân bulunmakta olup, böylece burası bir çarşı konumuna getirilmiştir. BAYRAMPAŞA KERVANSARAYI (Ereğli) Konya Ereğli ilçesinde XVI.-XVII. yüzyılların ortalarında Ekmekçizade Ahmet Paşa Bayrampaşa Kervansarayı'nı yaptırmıştır. Sultan IV.Murat'ın Bağdat seferine kadar süren Osmanlı-İran Savaşları sırasında Ereğli askeri bir üs olarak kullanılmıştır. Ekmekçizade Ahmet Paşa bu kervansarayı kendi parası ile yaptırmaya başlamış, 1613 yılında ölümü üzerine yarıda kalan yapıyı Sultan IV.Murat'ın sadrazamlarından, Onun yerine atanan Bayram Paşa tarafından tamamlanmıştır. Kervansaray uzun süre harap bir halde kalmış, 1950 yılında yıktırılmıştır. Bugün yerinde Kızılay ile PTT binaları bulunmaktadır.
-
Konya Krater ve Obruk Gölleri AKŞEHİR GÖLÜ (Akşehir) Konya Akşehir ilçesinin güneybatısında bulunan Akşehir Gölü ilçenin 8 km. kuzeyindedir. Gölün bulunduğu alan Sultan Dağları’nın kuzey eteği ile Emirdağ kitlesi arasında uzanan bir çöküntü alanıdır. Akşehir Gölü deniz seviyesinden 958 m. yüksekliğinde olup, 105 km2’lik yüzölçümüne sahiptir. Gölün en derin yeri 3 ile 5 m. arasında değişir. Akşehir Gölü’nün bulunduğu çukurluk MÖ.2,5 milyon yıl önce IV.dönemin başlarında daha geniş bir göl olduğu sanılmaktadır. Burada yapılan jeomorfolojik araştırmalar göl çevresindeki düz ovanın eski bir gölün tabanı olduğunu da ortaya koymuştur. Nitekim göl çevresindeki ovalarda yapılan yüzey araştırmaları bazı kabuklu hayvan kalıntılarını ortaya çıkarmıştır. Bunun yanı sıra ölü falez alanları bu iddiaları doğrulamaktadır. Yazları kuraklıktan etkilenen gölün çevresi küçülür ve derinliği azalır. Gölün kıyıları sazlık ve kamışlıklarla çevrilidir. Akşehir Gölü dışarıya akıntısı olmayan kapalı bir havza görünümünde olup, suları çok az tuzludur. Gölü besleyen tatlısu kaynakları göl suyunun tuzunu azaltmıştır. Afyonkarahisar yöresinden gelen Akarçayın döküldüğü Eber Gölü’nün ayağı ile Sultan Dağları’ndan inen küçük dereler Akşehir Gölü’nü beslemektedir. Çevresi çok fazla yağış almakla beraber gölün yeterli olarak beslendiği de söylenemez. Akşehir Gölü balık yönünden çok fazla çeşit içermemekle beraber yine de balıkçılık göl çevresinde gelişmiştir. Göl kenarındaki kamışlık ve sazlık alanlarda kuşların korunması ve üremesi için elverişli bir ortam sağlamıştır. BEYŞEHİR GÖLÜ MİLLİ PARKI (Beyşehir) Konya Beyşehir ilçesi sınırlarında bulunan Beyşehir Gölü, jeomorfolojik yapısı, Toros Dağ sıraları arasında, kuzeybatı-güneydoğu doğrultusunda teknonik Polye Çanağı içerisinde oluşmuş karstik kökenli bir göldür. Türkiye’nin en büyük tatlı su, Van ve Tuz Gölü’nden sonra üçüncü büyük gölüdür. Deniz seviyesinden yüksekliği 1.120 m., uzunluğu 45 km., genişliği kuzeyde en dar yerinde 15 km., güneyde en geniş yerinde de 25 km.dir. Derinliği konusunda uzmanlar çelişkili bilgiler vermektedir. Eski kaynaklarda en derin yerinin 70 m. olduğu yazılmışsa da yakın tarihteki ilgili kaynaklarda derinliğinin 3-8 m. arasında değiştiği belirtilmektedir. Bazı kaynaklara göre de en derin yeri 14 m.dir. Yüzölçümü 656 km2’dir. Gölü yerüstü ve yeraltı su kaynakları beslemektedir. Bunlardan Adaköy’ün güneyinden çıkan Pınarbaşı menbaı gölü besleyen en önemli kaynaktır. Bunun yanı sıra Yenişarbademli’nin güneybatısında bulunan Dedegöl Dağı’nın kuzey eteklerindeki Pınargözü Mağarası’ndan çıkan yeraltı deresi de gölü besleyen önemli bir kaynaktır. Doğu kıyıları hafif ondüleli, kumlu, killi neojen araziden oluşur. Batı kıyılarında küçük koyların önünde irili ufaklı 22 ada bulunmaktadır. Bunların belli başlıları gölün kuzeybatı kıyıları yakınındaki Mada Adası’dır. Onun biraz güneyinde İğdeli Ada, Ortada, Aygır Adası, Keçi Adası, Eşek Adası, Kız Kalesi, Hacı Akif Adası, Küladası, Akburun Adası, Gülbent Adası ve Yılan Adası’dır. Beyşehir Gölü’nden çıkan bir göl ayağı Seydişehir’in doğusundan geçerek Suğla Gölü’ne akar. Mavi Boğazı geçtikten sonra Apa Boğazına su verir ve Konya Ovası’na Çarşamba Çayı olarak girer. Gölün doğu ve kuzey kıyılarında göle karışan küçük dereler varsa da onların beslemesi çok fazla önemli değildir. Gölde buharlaşma yoğundur ve düdenlerle de çok fazla su kaçırmaktadır. Gölün içerisindeki adalarda ve sazlıklarda pelikan, balıkçıl, karabatak ve martı gibi su kuşları bulunmakta olup, bunlar Beyşehir Gölü çevresinde kuluçkaya yatarlar. Bu nedenle de bölge kuşların balıkçıl türlerinin ve ördeklerin kışlama ve kuluçka alanlarıdır. Bu nedenle de göl doğal yaşamın devamlılığını sağlayan önemli bir ekolojik ortamdır. Gölün sularında sazan, alabalık, çiçek balığı, sarı balık ve tatlısu levreği ile su kaplumbağaları ile yılanlar yaşamaktadır. Göl çevresi Milli Parklar kapsamında olup, burada karaçam, göknar, sedir, ardıç ve meşe türü ağaçlar bulunmaktadır. Bu ekolojik sistem aynı zamanda göle doğal bir güzellik kazandırmaktadır. Göl çevresinde Anadolu Selçuklu Devleti kurulmuş ve burası önemli bir merkez konumuna gelmiştir. Kız Kalesi adacığı üzerinde kurulan Kubadabat Sarayı, Beyşehir’deki Selçuklu eserleri bunun en önemli kanıtlarıdır. MEKE GÖLÜ (Karapınar) Konya Karapınar ilçesinin güneydoğusunda, Karapınar’a 8 km. uzaklıkta, Karapınar-Ereğli karayolundan 2 km. içeride bulunan Meke Gölü iki zamanlı volkanik bir krater gölüdür. Göl I.zamanda 4 km. çapında, yuvarlak bir çöküntü alanı içerisinde oluşmuş, ikinci bir püskürtme ile göl içerisinden sekonder denilen yükselmeler meydana gelmiştir. Bu oluşumdan sonra da gölün ortasında, 1.500 m. genişliğinde, göl düzeyine göre 140 m. yüksekliğinde proklastik oluşumlu volkanik Meke Tepesi bulunmaktadır. Bu jeolojik oluşumlar bununla da tamamlanmamış, sonraki evrelerde çeşitli patlamalar meydana gelmiş ve burada Parazit Koni denilen yedi küçük tepe (meke) daha meydana gelmiştir. Jeomorfolojide bu tip oluşumlara Kaldera ismi verilmekte olup, iç içe gelişmiş volkan bacası anlamına gelmektedir. Tepenin ortası içeriye doğru obruk şeklinde çöküktür. Günümüzde bu tepe volkan küllerinin sönmesinden ötürü bakır rengini almıştır. Göl çevresinde ve tepenin üzerinde yanık volkan küllerinin renkleri, külleri açıkça görülmektedir. Meke Gölü’nün derinliği 12 m.yi geçmemektedir. Deniz seviyesinden yüksekliği de 985 m.yi bulmaktadır. Gölün yüzölçümü 0.5 km2’dir. Gölün magnezyum ve sodyum sülfattan oluşmuş su kaynakları yeraltından kaynaklanmaktadır. Tarih boyunca Meke Gölü ve çevresi Karamanoğulları’nın, Osmanlı Devleti’nin ve Türkiye Cumhuriyeti’nin tuz ihtiyacını karşılamıştır. O dönemlerde bu amaçla kullanılmış eski yapılara ait kalıntılar göl çevresinde görülmektedir. Yolun batısında Tekel işletmesinin eski tuz depoları, müştemilat yapıları bulunmaktadır. Gölün doğusunda 10-15 m. uzaklıkta tatlı su kuyusu bulunmaktadır. Gölün batı yakası ise oldukça dik ve keskin kayalıklarla kaplıdır. Göl çevresinde angut kuşları ile nesli tükenmekte olan beyaz kuş türleri yaşamaktadır. AK GÖL (Ereğli) Konya Ereğli ilçesinin 20 km. güneyinde bulunan Torosların uzantılarından sonra ovanın çukur yerindeki 6.787 hektarlık alandaki Ak Göl, deniz seviyesinden 957 m. yüksekliktedir. Akgöl ve çevresi alüvyal bir alandır. Çevresindeki alüvyal ovadan birkaç metrelik seki eşikleri ile ayrılır. Bu göl İvriz Deresi’nden gelen sularla beslenen eski bir göl tabanıdır. Çevresi sazlık ve kamışlık alanları içermekte olup, içerisinde kum ve çamur adacıkları bulunmaktadır. Günümüzde Tabiatı Koruma Alanı kapsamı içerisindedir. Suları oldukça sığ olup, çevresindeki sazlıklarda 200’ün üzerinde kuş türü yaşamaktadır. Ormitolojik yönden son derece zengin olan, Ereğli Sazlığı başta olmak üzere yörede kuluçkaya yatan kuş türleri bulunmaktadır. Bunlar, flamingo türü batağan, kızıl boyunlu batağan, kara boyunlu batağan, karabatak, küçük karabatak, tepeli kutan, küçük balaban, gece balıkçılı, alacabalıkçıl, küçük akbalıkçıl, büyük akbalıkçıl, erguvan balıkçıl, kuğu, kaşıkçı, çeltikçi, angut, suna, Macar ördeği, yaz ördeği, Mısır akbabası, yılan kartalı, turna, dikkuyruk, uzun bacak, saz delicesi, kılıçgaga, batak kırlangıcı, puhu kuşu, boz dalağan, kıl ördek ve sakarmeke’dir. ÇAVUŞÇU GÖLÜ (Ilgın) Konya Ilgın ilçesinde bulunan Çavuşçu Gölü tektonik bir oluşum sonucunda meydana gelmiştir. Gölün yüzölçümü 1.200 m2 olup, deniz seviyesinden yüksekliği 1026 m.dir. Gölün bir ayağı Atlantı Ovası’nı sulamaktadır. Suyu tatlı olup, su ürünleri yönünden önemli bir göldür. Göl çevresinde bıyıklı sumru, Macar ördeği, su kuşu türleri yaşamaktadır. OBRUK GÖLLERİ Obruk Gölleri’nin varlığı yakın tarihlerde dikkati çekmiştir. Bu bakımdan da uzun süre yeterli ilgiyi görmemiştir. Bu göller Konya ili çevresinde görülmektedir. Obruk Gölleri yeraltı sularının bir bakıma penceresi niteliğindedir. Bu tür göllerin oluşumunda kalker içerisindeki çatlaklar, yarıklar ve boşluklardan dışarıya çıkan yeraltı sularının oluşturduğu göllerdir. Bu göllerde sular bir taraftan girer, öbür taraftan da yine yeraltında akarlar. Hareket halindeki sular aşağıdan yukarıya doğru erozyon ile yüzeylerde erime, aşağıya doğru seyreden aşınma ile birleşince topraktaki son tabaka çöker ve bunun sonucu olarak da yuvarlak veya elips şeklinde obruk gölleri meydana gelir. Konya ilinin Karapınar ilçesinde, Konya’nın güneyinde, güneydoğusunda obruk göllerine rastlanmaktadır. Bu göller genelde 100-200 m. uzunluğundadır. KIZÖREN OBRUĞU (Karatay) Konya’nın 70 km. kuzeydoğusunda Obruk bucağının 4 km. kuzeyinde Kızören Obruğu bulunmaktadır. Bu obruk gölünün en uzun yeri 180, en kısa yeri de 150 m.dir. Derinliği 145 m. olup, suyun düzeyi yüzeyden 20 m. aşağıdadır. Yeraltı deresinin akışı kuzeydoğu-kuzeybatı olup, suyu tatlıdır. Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü bu gölün sulamada kullanılıp kullanılamayacağı konusunda araştırmalar yapmış, buraya pompalama istasyonu kurmuştur. ÇIRALI OBRUK GÖLÜ (Karapınar) Konya, Karapınar ilçesi Akviran yaylası Obruk Gölleri bölgesinde bulunan Çıralı Göl, bir obruk gölüdür. Yaklaşık 250 m. çapında olan kalker tabakası içerisindeki bu gölün kenarları 80 m. yüksekliğinde dik bir çanak şeklindedir. Gölün derinliği 35 m.dir. Gölün çevresinde dik falezler üzerinde küçük mağara ve kovuklar bulunmaktadır. Göl çevresinde Roma döneminde bir yerleşim olmuştur. Bunu gösteren Roma dönemine ait yerleşim kalıntıları ile kaya mezarları bulunmaktadır. GÖKHÖYÜK OBRUK GÖLÜ (Timraş) Konya-Karaman-Silifke yolunun 48. km.sinde bulunan Gökhöyük Obruk Gölü, elips biçiminde bir göl olup, en uzun yeri 325, en kısa yeri de 250 m.dir. Ovanın düzeyinden 20 m. aşağıdaki su yüzeyinde bu genişlik 260-200 m.yi bulmaktadır. Gölün derinliği 35 m. olup, suyu tatlı ve içilebilecek niteliktedir. APA-SARAYCIK OBRUK GÖLÜ Konya Çarşamba Suyu vadisinde, Gökhöyük Obruk Gölü’ne 20 km. uzaklıkta bulunan bu göl 225x150 m. çapında elips biçiminde bir çöküntü alanıdır. Gölün derinliği 45 m.dir. Gölün suyu içilebilir nitelikte olup, içerisinde tatlı su balıkları yaşamaktadır. Konya yöresinde bu önemli obruk göllerinin yanı sıra Kangallı Obruk, Potur Obruğu, Akobruk, Kızılobruk, Karain Obruğu, Çifte Obruk, Dikmen Obruğu ve Meyil Yaylası’nda Meyil Obruğu bulunmaktadır.
-
KONYA MAĞARALARI BALATİNİ MAĞARASI (Beyşehir) Konya Beyşehir ilçesine bağlı Çamlık beldesi ile Derebucak ilçesi sınırlarında bulunan Balatini Mağarası’na Beyşehir-Üzümlü-Manavgat yolunun 45.km.sinden ayrılan yol ile ulaşılmaktadır. Mağara Derebucak’a 6 km., Çamlık’a da 5 km. uzaklıktadır. Körükini ile Suluin Mağaraları’nın da 3 km. kuzeybatısında bulunmaktadır. Mağaranın uzunluğu 1.830 m. olup, iki ayrı girişi bulunmaktadır. Mağara üst üste iki farklı düzeyden oluşmuştur. Mağaranın üst katı mağara kili ile kaplıdır. Alt katta mağaranın içerisinde akan suyun bulunduğu geçitler vardır. Suyun derinliği 5 m.den daha fazla olup, içerisinde travertenler bulunmaktadır. PINARBAŞI MAĞARASI (Beyşehir) Konya Beyşehir ilçesinde, Beyşehir Gölü’nün güneyinde Kızılova’nın güneybatı yamacında, Pınarbaşı Köyü’nün de hemen yakınında bulunmaktadır. Pınarbaşı Mağarası kireç taşlarının belirgin bir fay hatlarının gelişmesi sonucu meydana gelmiş yatay bir mağaradır. Mağara içerisinde büyük bir karstik kaynaktan çıkan göller bulunmaktadır. Mağara içerisinde damlataşlar bulunmaktadır. YERKÖPRÜ MAĞARASI (Hadım) Konya Hadım ilçesi yakınlarında, Göksu Vadisi’nde bulunan Yerköprü Mağarası’na Kayaağzı-Habiller köylerinin üzerinden ulaşılmaktadır. Mağara traverten bir tüfün içerisinde yer almaktadır. Göksu Nehri’nin, bu traverten tüfünün altında oluşturduğu mağaranın uzunluğu 500 m.dir. Suyun bittiği yerde mağara sifonları bulunmaktadır. Göksu Nehri’nin bir bölümü bu mağaradan çıkmaktadır. Diğer bölümü de Yerköprü Şelalesi ile birleşerek derin mavi göller oluşturmaktadır. Yerköprü Şelalesi’nin suyunun cilt hastalıklarına iyi geldiği söylenmektedir. TINAZTEPE MAĞARASI (Seydişehir) Konya Seydişehir ilçesine 35 km. uzaklıkta bulunan Tınaztepe Mağarası’na Seydişehir-Antalya karayolunun 25. km.sinden sonra 350 m.lik stabilize bir yol ile ulaşılmaktadır. Bu mağara 1968 yılında Kaptan Custo tarafından gezilmiş ve “Dünyanın Harikaları” isimli kitabında da geniş yer vermiştir. Mağaranın 1968 yılında Michael Bakalowichz tarafından krokisi çizilmiştir. Daha sonra mağarabilimci Jeolog Dr. Temuçin Aygen mağara ile ilgili araştırmalarda bulunmuştur. Tınaztepe’nin güneybatısındaki Tınaztepe Mağarası’nın uzunluğu 1.650 m., derinliği de 65 m.dir. Deniz seviyesinden yüksekliği 1.540 m.dir. Tınaztepe’nin güneybatı yamacında yer alan mağara fosil ve aktif olmak üzere iki bölümden meydana gelmiştir. Mağara içerisinde yer yer travertenler, sarkıtlar ve mineral tortulardan oluşmuş doğal bir doku bulunmaktadır. Balkon, köprü, uzantı ve havuzlarla da mağara içerisinde karşılaşılmaktadır. Ayrıca mağaranın altında Tınaztepe çukuru ile düdeni vardır. Buradaki düdenin uzunluğu 1.550 m., derinliği de 150 m.dir. Yüksekliği 20 m. olan çukura sular bir çağlayan olarak akar, bir gölet oluşturduktan sonra düdenden içeriye girerek kaybolur. Fosil bölümünde sayıları beşi bulan göller bulunmaktadır. Bu göllerden beşincisinden sonra 30 m.lik bir inişle büyük bir mekâna girilmektedir. Burası büyük bir gölle de sona ermektedir. Tınaztepe mağaralarının nefes darlığı, astım ve bronşit gibi hastalıklara iyi geldiği söylenmektedir. FERZENE MAĞARASI (Seydişehir) Konya Seydişehir ilçesinde bulunan Ferzene Mağarası Kalafat Tepe’nin batısında, Kuğulu Gölü Pınarı’nın güneybatısında olup, ilçeye 5 km. uzaklıktadır. Deniz seviyesinden 1.470 m. yüksekliğinde olan mağaranın uzunluğu 346 m.dir. Mağara türleri arasında yatay mağara olarak isimlendirilen bu mağara Jura-Kretase denilen yaşlı kireçtaşındandır. Altında triyas denilen ince kil tabakaları ve yer yer de dolomitik kireçtaşları bulunmaktadır. Buradaki fay çatlakları mağaranın içerisinin şekillenmesinde ve oluşumunda büyük rolü olmuştur. Girişte ve içeride sarkıt ve dikitler görülmektedir. Ayrıca 4.00x4.00 m. ve 3.00x3.00 m. ölçülerinde, 1-3 m. derinliğinde su havzaları bulunmaktadır. Mağaranın suyu aktif olmamakla beraber Kuğulu Göl’ün pınarlarının buradan çıktığı sanılmaktadır. SAKALTUTAN MAĞARASI (Seydişehir) Konya Seydişehir ilçesi yakınında, Süleymaniye Köyü-Mortaş yolu ile ulaşılan mağara, dikey bir mağara olup derinliği 303 m.dir. SUSUZ MAĞARASI (Seydişehir) Konya Seydişehir ilçesi Susuz Köyü’nde bulunan bu mağaranın biri yatay, diğeri de dikey olmak üzere iki girişi bulunmaktadır. Mağaranın uzunluğu yaklaşık 2.000 m. olup, içerisinden yeraltı nehri akmaktadır. BÜYÜK DÜDEN MAĞARASI (Derebucak) Konya Derebucak ilçesinde, Kembos Ovası’nın batı kıyısında bulunan Büyük Düden Mağarası 15 km. uzunluğunda ve 1 km. genişliğindedir. Mağara içerisinde kembos Deresi’nin toplanan suları bulunmaktadır. Ayrıca Feyzullah Düdeni ile Uzunsu Deresi’nin suları bu mağaradan geçerek Manavgat Çayı’na karışmaktadır. Mağara içerisinde çok sayıda göller, cadı kazanları ve sifonlar bulunmaktadır. Derebucak ilçesine 25 km. uzaklıkta, aktif özelliğini koruyan Feyzullah Düdeni bulunmaktadır. DEĞİRMENİNİ (Suluin) MAĞARASI (Beyşehir) Konya Beyşehir ilçesi, Çamlık beldesinin 500 m. güneybatısında bulunan Değirmenini Mağarası, Değirmen Vadisi’ndedir. Mağaranın içerisinde Uzunsu Deresi akmaktadır. Bu su mağara içerisinde şelaleler yaparak ilerler ve 150 m. sonra da büyük bir göle ulaşır. Mağara oldukça geniş ve yüksek bir galeri görünümündedir. KÖRÜKİNİ MAĞARASI (Beyşehir) Konya Beyşehir ilçesine bağlı Çamlık beldesinin 500 m. güneybatısında Körükini Mağarası bulunmaktadır. Mağaranın uzunluğu 1.200 m. olup, içerisinden Uzunsu Deresi geçmektedir. Buradan çıkan su Değirmen Vadisi’ne, daha sonra da Değirmenini (Suluin) Mağarası’na girmektedir. Mağara içerisinde büyük kaya blokları arasında akan su, yer yer şelaleler meydana getirmektedir.