-
İçerik Sayısı
2.917 -
Katılım
-
Son Ziyaret
-
Lider Olduğu Günler
2
İçerik Tipi
Profil
Forumlar
Bloglar
Fotoğraf Galeresi
- Fotoğraflar
- Fotoğraf Yorumları
- Fotoğraf İncelemeleri
- Fotoğraf Albümleri
- Albüm Yorumları
- Albüm İncelemeleri
Etkinlik Takvimi
Güncel Videolar
_asi_ tarafından postalanan herşey
-
Coğrafya Aksaray, kuzey ve güney Anadolu dağlarının birbirinden uzaklaştığı İç Anadolu bölümünün orta Kızılırmak kesmine girer. Kuzey yarım kürede ekvatordan 37-38 paralelleri, doğu yarım kürede 33-35 meridyenleri arasında yer alır. Doğuda Nevşehir, güneydoğuda Niğde, batısında Konya ve kuzeyde Ankara ile kuzeydoğuda Kırşehir ile çevrilidir.7997 km² yüzölçümünde geniş bir alana sahiptir. Bölgede Hasandağı, Melendiz Dağları ve Ekecik Dağı gibi volkanik dağlar ile lavların meydana getirdiği platolar vardır. Batıda ise Konya Ovasının büyük bir kesimi Aksaray sınırları içerisinde kalmaktadır. Melendiz Dağlarından çıkarak Tuz Gölüne dökülen Uluırmak, geniş bir plato meydana getirmektedir. İlin önemli dağları Hasandağı (3268m) ,Küçük Hasandağı (3040m) ve Ekecik Dağı (2033m)’dir. Aksaray’ın deniz seviyesinden yüksekliği 980 m’dir. Arazinin Jeolojik Yapısı İkinci zamanın uzun süren durgunluk dönemini takip eden üçüncü zaman birçok orojenik, volkanik hareketlerin olduğu dünyanın fiziki ve biyoloji görünümünün bugüne süratle yaklaştığı zamandır. Bu zamanda Alp-Himalaya sistemine giren genç dağlar oluşurken, Türkiye’de bu hareketlerden etkilenerek kuzeyde Karadeniz Dağları oluşmuş, İç Anadolu fazla etkilenmemiş ve sadece bazı kıvrımlar ve volkanik hareketler meydana gelmiştir. Aksaray, İç Anadolu Bölgesinin güney doğusunda, Orta Kızılırmak platosunun devamını teşkil eden ve tersiyerde oluşmuş kalkerli volkan tüflerinin meydana getirdiği arazi ile Tuz Gölü havzasının devamı olan ova üzerine kurulmuştur. Güneyde ve doğuda tersiyerde oluşmuş volkanik arazi geniş yer tutar. Volkanik dağların en önemlileri Hasandağı ile Melendiz Dağlarıdır. İl merkezinin kuruluş alanı ise orta Kızılırmak platosunun Tuzgölü havzasından ayrıldığı fay basamağının güneyidir. Bu fay basamağı Melendiz Dağlarından gelen ve Tuz Gölüne ulaşan Uluırmağın biriktirdiği alüvyonlarla, doğusunu çevreleyen platolardan taşınan alüvyonların birikinti ovası üzerindedir. Bitki Örtüsü Aksaray’ın iklimine bağlı olarak tabii bitki örtüsü, ilkbaharda yeşeren çayırlar, gelincik, papatya, keven ve diğer vs. otlarla, yaprakları dikensi bir görünüme sahip, yarı kurakçıl bitkilerdir. Yazları sıcak ve kurak iklim yapısı hakim olduğundan ilkbaharda yeşeren otlar, sonbaharda kurur ve arazi bozkır yapısını alır. Hasandağı ve Ekecik Dağları üzerinde meşe koruluklarına rastlanır. Ayrıca bölgede palamut, alıç, kızılcık, kavak, söğüt, yabani armut ve meyve ağaçları yanında keven ve deve dikeni çok sık rastlanan bitki türleridir. Su Kaynakları Aksaray ve çevresinde iki tip su kaynağına rastlanır. Kuzey ve doğu bölümünde çok sayıda fay ve vadi kaynakları yer alır. Bunlar Hasandağının kuzeyindeki vadilerde, melendiz dağlarının batı yamaçları ile eteklerini teşkil eden bölgelerdedir. Bu kırık kaynaklardan çıkan sular önce gölleri oluştururlar. Göller birleşerek Uluırmağın kaynağını teşkil ederler. Hasandağı çevresindeki kaynaklar genellikle vadi kaynaklarıdır. Tuz Gölü ve Konya Ovası bölümünde yer alan kaynaklar ise daha çok artezyen kuyuları şeklindedir. Obruk Platosunun kuzeyindeki Eskil ve Yenikent yöresinde ise büngüldek tipi kaynaklar birleşerek geniş bataklıklar oluştururlar. Göller Aksaray’da Türkiye’nin 2.büyük gölü olan Tuz gölünden (2400 km²) başka göl yoktur. Göl çevresi bataklıklarla çevrili olup, bataklık dışında kalan arazi çoraklaşmıştır. Gölün en derin yeri 1 metreyi geçmez. Deniz seviyesinden yüksekliği 899 m’ dir. AKSARAY İKLİMİ: Aksaray ili meteoroloji istasyonunun, kuruluşundan, 1995 yılına kadar olan bilgileri değerlendirmeye alınmıştır: A- SICAKLIK: İncelenen meteorolojik elemanlar Sıcaklık, Bulutluluk, Yağış ve Nispi Nem durumudur. Bu meteorolojik elemanlar mahalli saatle 07.44, 14.44, 21.44’de olmak üzere, günde üç defa rasat edilmektedir. Rasatların uzun yıllara göre ortalama, ekstrem bilgileri ve sayışlı günleri, tablo şeklinde verilmiştir. Aksaray’da yıllık ortalama sıcaklık 11.5°C derecedir. Ocak ayındaki ortalama sıcaklık ise -02°C derece olarak görülmektedir. Rasat edilen en yüksek sıcaklık Ağustos ayında 38.4°C derece olarak ölçülmüştür. En düşük sıcaklık ise Şubat ayında -29.0°C derece olmuştur. B- YAĞIŞ: Aylara göre yağış miktarı incelendiğinde yağışsız ay bulunmadığı, en az yağışın Temmuz ayında olduğu görülür. Yıllık toplam yağış miktarı 351.6 milimetredir. Günlük en çok yağış miktarı Haziran ayında 52.0 mm. olarak ölçülmüştür. Kar yağışları, kasım ayında başlamakta ve nisan ayında sona ermektedir. Aksaray’da 13 gün kar yağışlı, 24 gün karla örtülü geçmektedir. En yüksek kar kalınlığı ise 45 cm. olarak Aralık ayında tespit edilmiştir. C- BASINÇ - NEMLİLİK: Ortalama aktüel basınç 904.8 milibardır. Rasat süresi içinde en yüksek aktüel basınç Ocak ayında 925.6 milibardır, en düşük aktüel basınç ise yine Ocak ayında 880.2 milibar olarak ölçülmüştür. Nispi nem değerleri kış aylarında genellikle daha yüksek, sıcaklığın artığı yaz aylarında ise daha düşüktür. Yıllık ortalama nispi nem değeri % 62, en düşük nispi değeri ise % 5’tir. Aksaray’da yıllık ortalama bulutluluk 4.0 olarak tespit edilmiştir. Bütün yıl bulutluluğun en az olduğu aylar yaz, en fazla olduğu aylar kış aylarıdır. Sonuç olarak, yapılan çeşitli iklim tasniflerine göre Aksaray ili orta iklimler kuşağında olup soğuk yarı kara iklim tipine sahiptir. En soğuk ayın ortalama sıcaklığı -3° C derecenin üstünde, yazlar kurak, soğuk devredeki en yağışlı ayın miktarının üç katına eşittir. En kurak ayın yağış miktarı 30 mm.’ den az, nadiren sisli, nemli, az yağışlı, nispeten serin ve en sıcak ay ortalaması 24°C dereceden azdır. Kışlar nispeten kısadır. Fakat birkaç ay toprak donabilir veya karla örtülü kalabilir.
-
CUMHURİYET DÖNEMİNDE AKSARAY Cumhuriyetin ilk yıllarında (1920) yapılan ilk teşkilatlanmada, daha önce sancaklara bağlı olan mutasarrıflıklar vilayete dönüştürülmüştür. Aksaray Mutasarrıflığı da bu teşkilatlanma içerisinde müstakil vilayet yapılmıştır. O gün Aksaray Mutasarrıfı olan Abdullah Sabri Karter ilk Aksaray Valisi olmuştur. 1923 yılına kadar bu görevde kalan Karter 15 .11.1923’de görevi Ziya Günar’ a devretmiştir. Günar, 01.06.1932'de görevi Arif Hikmet Onatla bırakmıştır. Arif Hikmet Onat bu görevde iken T.B.M.M. tarafından çıkartılan 20.05.1933 gün ve 2197 sayılı "Bazı Vilayetlerin ilgası ve Bazılarının Birleştirilmesi Hakkında Kanun“la Aksaray kaza yapılmıştır. Bu Kanunun 3. maddesine istinaden Aksaray, daha önce kendisine bağlı olan Arapsun (Gülşehir) kazası ile birlikte Niğde’ye bağlanmış, Şerefli Koçhisar ise Ankara'ya bağlanmıştır. Aksaray, Cumhuriyetin ilk yıllarında sanayi hamlesine başlamış, ülkenin kalkınmasına o günkü şartlar içerisinde katkıda bulunmuştur. Bunun ilk örneklerinden bir tanesi, o günkü Aksaray mebusu Vehbi Çorakçılnın teşebbüs ve büyük gayretleri ile Azm-i Milli Un Fabrikasıdır. Yine 1926'da henüz ülkenin üç-beş şehri elektrik enerjisi ile aydınlatılırken, kurulan Hidroelektrik Santrali ile şehir aydınlatması sağlanmıştır. Milli Mücadele sırasında Kuvay-i Milliye Kuvvetleri'ni destekleyen Aksaray, 344 evladını vatan uğruna şehit olmuştur. Son yıllarda terör örgütlerince yapılan haince saldırılarda da 70'e yakın şehit vermiştir. 1933'de kaza olan Aksaray, bu yıldan sonra hak ettiği hiçbir yatırımdan faydalanamamıştır. Etrafındaki köy hükmündeki kazalar gelişir, güzelleşirken; Aksaray sürekli yerinde saymıştır. Türkiye’nin karayolları ağının en can alıcı noktasında olmasına, tarih boyunca kulanılan kral yolu ve ipekyolunun tam üzerinde bulunmasına rağmen, ne büyük bir sanayi tesisi kurulmuş, ne de büyük yatırımlara sahne olmuştur. 1970'li yılların sonunda temeli atılan motor fabrikası Mercedes firmasına devredilmiş ve Otomarsan adıyla 1980'li yılların ortasında faaliyete geçmiştir. Yine 1970'li yıllarada temeli atılan, binaları kurulan Et - Balık Kombinası öylece terkedilmiştir. Süt Endüstrisi Kurumu Genel Müdürlüğü tarafından küçük ölçekli bir Süt ve Mamülleri Fabrikası kurulmuştur. Vilayet olduktan sonra süratle gelişen Aksaray nüfus ve sanayi açısından gelişimini sürdürmüştür.özellikle 2004 yılında kalkınmada öncelikli İllaer kapsamına alınmış, yakın bir zamanda havaalanına, şeker fabrikasına, organize sanayi bölgesine kavuşacaktır. Yine yıllardır daracık bir binada hizmet veren devlet hastanesi yerine, 200 yataklı bir Devlet Hastanesi, bunun yanında Sosyal Sigortalar Kurumu Dispanseri yapılmıştır. Şehir içi yolları, bulvarlı ve dörder şeritli hale getirilen Aksaray; içme suyu, kanalizasyon hizmetleri ve yapılan yeni kamu ve özel binalarıyla da Onbinyıl öncesinde başlayan yerleşik yaşamın kesintisiz devamını sergilercesine modern bir şehir hüviyetine kavuşmuştur. VİLAYET OLUŞUNUN TARİHÇESİ 1933 yılında çıkartılan bir kanunla kaza olarak Niğde’ye bağlanan Aksaray, bunu bir türlü kabullenememiştir. Çünkü nüfus bakımından, toprak bakımından, gelişmişlik bakımından bağlandığı Niğde Vilayeti'nden daha ön sıralardadır. Üstelik coğrafi konumu daha elverişlidir. Niğde milletvekili olarak seçilip T.B.M.M'de görevalan her Aksaraylı, verdikleri kanun teklifleri ile vilayet olma arzularını bütün yurt sathına duyurmuşlardır. Bu konuda ilk büyük çalışma Niğde Milletvekili iken Oğuz Demir Tüzün tarafından yapılmıştır. Oğuz Demir Tüzün, 01.04.1964 yılında verdiği bir kanun teklifi ile Aksaray'ın tekrar vilayet olmasını dile getirmiştir. Meclis içişleri ve Bütçe Plan Komisyonunda görüşülerek kabul edilmiştir. Ancak, Adana Milletvekili Kemal Sarıibrahimoğlulnun muhalefet şerhiyle birlikte Millet Meclisine sunulan teklif, meclis dosyalarında öylece kalırken, 1971 yılında yapılan ikinci teşebbüs de sonuçsuz kalmıştır. 1987 genel seçımleri sonunda meclise Niğde Milletvekili olarak giren Aksaray milletvekilleri Raşit Daldal ve Mahmut Öztürk’de aynı konuda çalışmalar yapmışlardır. Verdikleri kanun teklifleri ile Aksaray'ın il yapılmasını istemişlerdir. Millet Meclisinde görüşülen ve kabul edilen tasarı 15.06.1989 gün ve 3578 sayı ile kanunlaşmış ve Aksaray 56 yıl sonra tekrar eski günlerine kavuşmuştur. AKSARAY ADI NEREDEN GELMiŞTiR? Tarihte kurulan her köyün, her şehrin adının ister gerçek olsun, ister rivayet, isterse efsane bir hikayesi vardır. Aksaray'ın da adı hakkında bir çok rivayet, bir çok efsane anlatılır. Aksaray’ın adının ilk olarak I. Hattuşili ye ait eski Hitit metinlerinde geçen “Nenessa (Nenossos) olduğu sanılmaktadır.M.Ö. 718 yılında Yeni Asur kralı II.Sargon vergi vermeyi durduran ve Muşkili Mita (Frig kralı Midas) ile Kargamış Kralı Pisiris ile işbirliğine giren Şinukhtulu Kiaki’ye karşı Tabal seferi başlatmıştır. Aksaray İli yakınlarında olduğu düşünülen bu kentin adı, eski Asur metinlerinde Şinakhatum olarak geçmektedir.Sefer sonucunda Kiakki’nin egemenliği sona ermiş. Şinukhtu kenti Atunalı Kurti’nin yönetimine bırakılmıştır. Aksaray Merkezinde bulunan Hitit hiyeroğlifli stelde adeta Aksaray’ın Geç Hitit dönemindeki Şinukhtu kenti olduğuna desteklemektedir Persler bölgeyi işgal ettiklerinde “Güzel atlar ülkesi” manasına gelen “CAPPADOCIA” adını bu bölgeye vermişlerdir. “Garsaura” olarak bilinen Aksaray’a M.Ö. 42’de son Kapadokya Kralı Archelaos kendi adına atfen “Kolonea-Archelais” adını vermiştir. Orta Çağlarda, Bizans Döneminde bu adın “Taxara” şeklinde değiştiği izlenir. En eski Selçuknamelerde “Aksera, Aksara” sözcükleri kentin adı olarak kullanılmıştır. Aksaray’da büyük evliyalar yetişmesinden dolayı bir adı da “Dar-i Süleha” dır. Evliya Çelebi Seyahatnamesinde bu kenti, “Piga Helena” olarak nitelemiştir. “Aksaray” adına dair rivayetler şöyledir; Dar-üs-Zafer Haçlı seferleri sırasında II. Kılıçarslan başkent Konya dışında askeri bir üs kurmayı düşünür. Bunun için de günümüzdeki Aksaray'ı seçer. Şehri sağlam surlarla, medrese, cami, hastane, bedesten vb. kamu yapılarıyla süsler. Her zafer dönüşünde Aksaray'a uğrar, şenlikleri burada başlatır. Şehire de”Zafer Yurdu” manasında “DAR - ÜS – ZAFER” adını verir. Dar-üs-Süleha Kılıçarslan burayı o kadar çok sevmektedir ki, kötü niyetli kişilerin bu kente giremeyeceğine dair bir ferman Çıkartır. Suç işleyenin hemen başı vurulacaktır. Evliya Çelebilnin anlattığına göre bu amaçla sarayın giriş kapısının iki yanına tunçtan iki aslan heykeli yaptırır. Bunlar şehre gözcülük eder, kötü niyetli kişiler kente girdiklerinde aslanlar ağızlarından çıkardıkları alevlerle onları yakar, kül ederler. Bu yüzden iyilerin, doğruların, salihlerin yaşadığı Aksaray'a "iyilerin yurdu", "Salihlerin yurdu" anlamına gelen "DAR - ÜS - SÜLEHA" adı verilmiştir. Ah Saray - Aksaray Bir zamanlar Selçuklu sultanlarından birinin çok sevdiği kızı hastaIanır. Ülkenin tüm hekimleri saraya çağırılır, ama hastalığın sebebi anlaşılamaz. Kızın “Ah Saray” iniltileri odalarda yankılanmaktadır. o sırada saraya derviş kılıklı bir adam gelir. Sultan‘dan izin alıp hastayı görür, konuşturur, nabzını dinler.Sevda kelimeleri geçtikçe kızın nabzının hızlandığını görür. Kızın kime sevdalı olduğunu, onun nerede yaşadığını öğrenir.Kız saraydan kurtulup sevdiğine kavuşamayacağını düşündükçe “Ah Saray” diye inlemektedir. Derviş, sultanın huzuruna çıkar. Sultana: - Sultanım gözdenizin kurtulmasını ister misiniz? diye sorar. Sultan: - "Evet, onun yaşaması, benim yaşamamdır," der. Derviş öğrendiklerini Sultana anlatır, hastalığın dermanının iki sevdalının evlendirilmesi olduğunu söyler. Rivayetlere göre delikanlıyı buldurtur, getirtir. Düğün, dernek kurulur. Bundan sonra “Ah Saray” iniltileri “AKSARAY"a dönüşür.
-
OSMANLI ZAMANINDA AKSARAY Konyayı kendi Merkezi yapan Karamanoğulları Beyliği, kurulan beylikler içerisinde en güçlü olanı idi. Aksaray'da o dönemler bu güçlü beyliğin sınırları içinde bulunuyordu. Anadoluda beylikler devri bir iç mücadeleye sahne olmuştur. Osmanlı Beyliği kendisini mümkün olduğu kadar bu mücadelenin dışında tutmuştur. Hedef olarak Bizans ve küffar illerini kendine mücadele alanı olarak seçmiştir. Bu tutumuyla kısa zamanda Anadolu halkının sevgi ve saygısını kazanmış, önemli bir güç olarak kendisini göstermiştir. Karamanoğulları, kendilerine rakip olacak Osmanlı Beyliğinin güçlenmesini kırmak için Bizansla işbirliğine girmiştir. Bu ilişkiyi sezen Osmanlı Sultanı Yıldırım Beyazıd, Anadolu Türk Birliği siyasetine hız vermiştir. 1390 yılında Germiyan, Aydın, Menteşe ve Saruhan Beylikleri'nin ilhakı gerçekleşmiştir. Osmanlı Devletinin Anadolu’daki nüfuzunun güçlendiğini gören Karamanoğlu Alaeddin Ali Bey, Osmanlı topraklarının bir kısmını ele geçirmiş. Bunun üzerine Sultan Yıldırım Beyazıd ikinci Anadolu seferine çıkmak zorunda kalmıştır. Doğunun cihangiri olan Timur ile batının cihangiri olan Yıldırım arasında 1402 yılında yapılan Ankara Savaşı'na kadar, Osmanlı idaresinde kalan Aksaray, Yıldırım’ın savaşı kaybetmesi sonunda, tekrar bağımsızlıklarına kavuşan beyliklerden Karamanoğullarının idaresine girmiştir. Bu durum Fatih zamanına kadar sürmüştür. 1451 yılında Osmanlı tahtına geçen Fatih ilk seferini Karaman üzerine yapmıştır. Fatih'e karşı koyamayacağını anlayan Karamanoğlu ibrahim Bey, Taşeli'ne çekilmiş, Molla Veliyi padişaha göndererek bağışlanmasını istemiştir. Beyşehir, Akşehir, Seydişehirlin Osmanlılara geri verilmesi şartıyla sulh yapılmıştır. Daha sonra Fatih 1461 de Karaman üzerine düzenlediği seferde Konya'ya girerek Karamanoğulları Beyliğini ortadan kaldırmıştır. Merkezi Konya olmak üzere bir beylerbeylik (Eyalet) şeklinde Devlet-i Aliye bağladığını bildirmiştir. Karamanoğlu Pir Mehmet Bey ve kardeşi Kasım Bey güneye çekilmişler, ellerinde sadece İçel, Taşeli, Niğde ve Silifke kalmıştır. Fatih, Konya’da sikke bastırarak, beylerbeyliğine oğlu şehzade Mustafa’yı tayin etti. Aksaray henüz Osmanlı idaresine geçmemiştir. 1470 yılında Aksaray ve çevresi Vezir-i Azam İshak Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu tarafından fethedilmiş ve Osmanlı topraklarına katılmıştır. Fatih’in emriyle İstanbul’un fethinden sonra binlerce Müslüman Türk ailesi Aksaray'dan ve Ortaköy’den istanbul'a getirilmiş, bugün Aksaray ve Ortaköy denen semtlere iskan edilmişlerdir. Semtler, bu ismini buraya yerleştirilen Aksaraylılardan ve Ortaköylülerden almıştır. Bu dönemde Aksaray, henüz Anadolu Selçuklu dönemindeki parlaklığını kaybetmemiş, sancak merkezi olarak mühim bir şehir özelliğini korumuştur. Aksaray, Osmanlı döneminde yapılan 1501 tarihli yazıma göre 5.000-5.500 civarında Türk nüfusa sahiptir. Şehrin nüfusu 1525'de yine 5.000 dolaylarında iken 1584'de 9.500'e çıkmıştır. XVII. ve XVIII. yüzyılda bu durumu koruyan Aksaray, XIX. yüzyılda önemini büyük ölçüde kaybetmiştir. Nitekim 1867’de nüfusu 3.000-3.500 kadarmış. XIX. yüzyıldan sonra ancak 4.000-5.000'e yükselmiştir. Aksaray'ın 1501’de otuzaltı, 1525’de otuzyedi, 1584’de kırkbir, XVII. yüzyılda ise otuziki mahallesi vardı. Evleri ker**** ve taş yapıdandı. XVII. y.y’da Karaman eyaleti içerisindeki Aksaray Sancağı’nda 13 Zeamet (Orta dereceli Devlet Memuru), 288 tımar vardı. Aksaray Sancak beyinin hası 350.000 akçadır. 1893 yılında Konya Vilayeti sınırlarında bulunan Aksaray, bir nahiye, yüzaltmış köyden ibaret olup, Kaymakam olarak Halis Efendi tayin edilmiştir. Aksaray'daki tarihi eserlerin hemen hemen tamamı Anadolu Selçuklu ve Beylikler dönemine aittir. Osmanlı dönemine ait çok az sayıda Camii,hamam ve türbe günümüze ulaşmıştır. Bir kısmıda zamanımıza kadar gelmemiştir. KARAMANOĞULLARI DÖNEMİNDE AKSARAY Bu beylikler içerisinde en önemli rolü oynayan Karamanoğulları, merkezlerinin de Konya olması dolayısıyla Aksaray ve civarında egemen olmuşlardır (1312). Karamanoğulları döneminde Aksaray, yine eskiden olduğu gibi önemli bir bilim ve kültür merkezi özelliğini sürdürmüştür. Çeşitli hayır müesseseleri, sosyal tesisler bu dönemde de gelişmesini devam ettirmiştir. Ayrıca deprem dolayısıyla yıkılan ve önemli ölçüde hasar gören kale, Ulu Cami gibi yapılar Karamanoğulları döneminde yeniden inşa edilmiştir. Karamanoğullarının son yıllarında hüküm süren Karamanoğlu Alaaddin Bey dönemi Osmanlı imparatorluğu'nun da bu beylikten rahatsızlık duyması dönemine rast gelmiştir. Alaaddin Bey çeşitli saldırılarla Osmanlı topraklarına seferler düzenlemiş, bu yüzden Yıldırım Beyazıt'ın kendi üzerine yürümesine yol açmıştır. Yıldırım Beyazıt ordusuyla Konya önlerine gelince Alaaddin Bey müttefiki Kadı Burhaneddin ile anlaşmak yerine önce Taşeli'ne kaçmış, daha sonra da Osmanlılarla anlaşmayı tercih etmiştir. Bu anlaşma üzerine Sivas ve yöresinin hakimi olan hatta bir dönem hakimiyeti Ankara'ya kadar uzanan Kadı Burhaneddin, Karamanoğulları üzerine sefer düzenleyerek Yaprakhisar, Zincirli, Selime ve Aksaray Kalelerini zaptetmiş ve Aksaray yöresi Kadı Burhaneddin ve dolayısıyla Anadolu'da 46 yıl kadar hüküm süren Eratna (Ertana) Beyliği emrine girmiştir. Daha sonra Yıldırım Beyazıt 1396 tarihinde Aksaray'ı diğer illerle birlikte almıştır. Bu dönem, Yıldırım Beyazıt'ın Anadolu'da Türk birliğini sağlamak amacıyla giriştiği fetihlerin dönemi olup 1402'de Ankara Savaşı'nda Timur'a yenilmesine kadar devam etmiştir. 1402'de Timur, Osmanlı, topraklarını eski Beylere dağıtınca Aksaray tekrar Karamanoğulları Beyliği'nin yönetimine girmiştir.
-
SELÇUKLU DÖNEMiNDE AKSARAY 1040 tarihinde Dandanakan savaşında Gaznelilere karşı zafer kazanılmasıyla kurulan Büyük Selçuklu Devleti, Alparslan tarafından Malazgirt Zaferi (1071)'nin kazanılmasıyla Anadolu'ya adım atmıştır. 1076 yılında Süleyman Şah'ın iznik'i fethiyle Büyük Selçuklu Devleti ile bağlantılı Anadolu Selçuklu Devleti kurulmuştur. Süleyman Şah Antakya' ya düzenlediği ilk sefer sırasında Ebul Gazi' yi ( Hasan Bey ki Hasandağı bu zatın ismi ile anılır.) Kapadokya' ya vali tayin eder. Süleyman Şah'ın Bizans hakimiyetindeki Antakya'yı almak istemesiyle ve bunu başaramaması sonucu, ölümüyle Anadolu Selçuklu Devleti bir müddet için bağımsızlığını yitirmişse de daha sonra oğlu I. Kılıçarslan'ın Büyük Selçuklu Devleti Hükümdarı Berkyaruk ile birlikte hareket etmesi, Anadolu'ya saldıran Haçlı Ordularını yine birlikte hareket ettiği Danişmend Beyi Melik Gümüştekin desteğinde bozguna uğratması sonucu Aksaray (o zamanki adıyla Archalais) Anadolu Selçukluları egemenliğine girmiştir. Aksaray bu dönemde aralıklı olarak Danişmendlilerin ve Anadolu Selçuklularının hakimiyeti altına girmiştir. Aksaray'ın en önemli eserlerinden biri olan Ulu Cami işte bu dönemde Kılıçarslan' ın oğlu Rükn-ed-din Mesud tarafından yaptırıimış olup, aynı sultan zamanında Aksaray imar yönünden oldukça geliştirilmiştir. SuItan Mesut, ilk defa para bastıran Anadolu Selçuklu hükümdarıdır. Sultan Mesud'dan sonra hükümdar olan oğlu II. KıIıçarslan Aksaray şehrini ikinci bir payitaht gibi görmüş, büyük bir imar hamlesi başlatmış, babası tarafından yaptırılan Ulu Cami'yi genişletmiş, Ulucaminin abanoz ağacından yapılan muhteşem minberine babasının adı yanına kendi adını da kazdırtmıştır. Bu minberin bir eşi, ancak daha yeni tarihlisi Konya'da Alaaddin Camisi'ndedir. II. Kılıçarslan gönlünü bu topraklara kaptırmıştı. Anadolu Birliği O’nun en büyük rüyasıydı. Bu amaç doğrultusunda Kayseri ve Sivas'ı zaptetti. Aksaray'a kale inşa ettirdi. Buraya Azerbaycan'dan alimler, sanatkarlar, tüccarlar ve mücahitler getirterek yerleştirdi. Sultanhanı'Kasabasında bulunan ve Selçuklu Han örneklerinin en nadidesi olan sultanhanı (Kervansaray)'da II. Kılıçarslan tarafından inşa edilmiş eserlerdendir.Ayrıca Aksarayda adına yaptırdığı Kılıçarslan Hamamı bu döneme ait günümüze ulaşan en eski hamam örneğidir. Aksaray adının da Kılıçarslan tarafından şehre ak taşlar kullanılarak yaptırılan saraydan geldiği muhtemeldir. Bu saray tarihin Archalais'ini Aksaray'a çevirmiştir. Etrafında medrese kervansaray,hamam, imarethane, tabhane gibi çok ve çeşitli sosyal yardım ve hayır müesseseleri ve irfan yuvaları bulunmaktaydı. Bugün bunlardan hiç biri ayakta değildir. Eğer Aksaray olmasaydı Danişmendliler ortadan kalkmaz, Anadolu'da bir Müslüman-Türk birliği kurulamazdı. Anadolu'da ulusal bir Türk varlığının kuruluşunda Aksaray'a aslan payı düşüyor. Aksaray II. Kılıçarslan'ın ölümünden sonra da Anadolu Selçuklularının önem verdiği, çoğu zaman askeri bir üs olarak yararlandığı bir şehir olmaya devam etmiştir. Selçuklu Sultanlarından Gıyaseddin Keyhüsrevoğlu Alaaddin Keykubat, Aksaray'da dedesi tarafından inşa ettirilen sarayda oturmuştur. Bu dönemde Danişmendlilerden Yağıbasanoğlu Muzaffer-üd-din Mahmut, Keykubat tarafından Aksaray Valisi tayin edilmiştir. Danişmendliler de bu vesileyle Aksaray'a birkaç eser kazandırmışlardır. Muzafferiye Medresesi, Muzaffer-üd-din Melik Mahmut Gazi Hangahı (Darphane), Zahir-üd-din Hangahı, imadiyye Hangahı, Bedriye (bugünkü adıyla Kadıoğlu) Medresesi ve Melikiyye Medresesi bunlar arasındadır. Daha sonra tahta geçen izzeddin Keykavus döneminde islam aleminin büyük alimlerinden Şeyh-ül Ekber Muhiddin-i Arabi Aksaray'a gelerek medreselerde ders vermiştir. Bu dönemde Moğol Hükümdarlarından Baycu Noyan Aksaray'a kadar hakimiyeti altına alarak, etrafı yakıp yıkmış, hatta bir kış mevsiminide Sultanhanı civarında geçirmiştir. İzzeddin Keykavus'un Moğollara vergi vermek istememesi sonucu Moğol Hükümdarı Hülagü Han, izzeddin Keykavus'un kardeşi Rükneddin Kılıçarslan'ı bir fermanla Sultan ilan etti. Rükneddin Kılıçarslan döneminde Aksaray, sultanın oturduğu ve ülkeyi yönettiği bir şehir yani payi taht konumundadır. Rükneddin Kılıçarslan yine Anadolu'dar karışıklıklar döneminde Moğollarca zehirletilmiş, yerine 6 yaşında olan III. Gıyaseddin Keyhüsrev sultan olmuştur. Daha sonra Anadolu'daki iç karışıklık Aksaray'ı da pençesi içerisine almış, Moğol Şehzadelerinden Kongurtay tarafından şehir bir defa daha yıkılıp yakılmış ve yağmalanmıştır. İlhanlılar döneminde Şehzade Keygatu 20.000 kişilik bir ordu ile Aksaray'a yürümüşse de şehre ve sakinlerine oldukça iyi davranmış ve Aksaray bu yıllarda yani 1285 tarihinden itibaren yeniden gelişme ve güzelleşme yoluna girmiştir. Bu dönemde Selçuklu hükümdarı Sultan II. Gıyaseddin Mesud'dur. Daha sonra tahta geçen III. Alaaddin-i Keykubat zamanında Aksaray'a Pervane Müniddin Muhammed Bey kadı olarak görevlendirilmiştir. Aksaray bu dönem içerisinde zaman zaman Moğollar tarafından işgale uğramış, zaman zaman Selçuklu egemenliğine girmiş ama her hükümdarda da büyük zulüm yaşamıştır. Ticaret yolu üzerinde olması da yaşadığı bütün eziyetlere rağmen Aksaray'ın varlığını sürdürmesine vesile olmuş, Anadolu'nun önemli yerleşim noktalarından biri olarak hayatiyetini sürdürmüştür. Zaten bu dönem Sultan II. Mesud'un 1308'de ölümü ile Selçuklu Devleti varlığının da sona erdiği dönem olup Anadolu Beylikleri Dönemi başlamıştır.
-
TARİHÖNCESİ DÖNEMDE AKSARAY NEOLİTİK ÇAĞ İç Anadolu yaylasında 980m. yükseklikte uzanan verimli Aksaray ovası Uluırmak/Melendiz(Aksu)nun suladığı volkanik yapılı bir arazide uzanır. Ova Melendiz, Büyük ve Küçük volkanik Hasandağı dizileri tarafından çevrilmiştir. Hasandağı’nın zaman, zaman püskürtmeleri sonucu bazalt, andezit ve özellikle tüf gibi kayalar yörenin doğal görünümüne büyüleyici bir nitelik kazandırdığı gibi, eski kültürlerin yaşamlarında da önemli bir yapı taşı rolünü oynamışlardır. Bütün bölgeyi kaplayan arazide oluşan peri bacaları, kayalar içindeki mağaralar, iskan kovukları Melendiz’in Kozdağı kanyonlarında kayalara oyulmuş kiliseler bunun birer kanıtını oluşturmaktadır. Aksaray yöresinde büyük olasılıkla insanlar paleolitik Çağdan(Yontmataş/Eski Taş Çağından) yaklaşık yüzbinyıl öncesinden itibaren yaşamışlardır. Buna ait bazı belirtileri Güzelyurt çevresinden toplanan “Mousterien” ve”Aurignacien” karakterde yontma taştan obsidien aletler oluşturmaktadır. Buzul çağının sert iklim koşullarında yaşamak zorunda kalan bu insanlara, bölgenin doğal kaya kovuklarını elverişli birer barınak teşkil etmiş olmalıdır. Buzul Çağının sonlarında Aksaray çevresinin önemli bir kısmı büyük bir pulivial (yağmur) gölle kaplanmış olduğu bilinmektedir. On iki bin yıl önceleri başlayan iklim değişiklikleri İç Anadolu yağmur göllerinin kurumasına yol açmıştır. Aksaray ovasının oluşması da bu dönemde başlamıştır. Halosen başlarında, yaklaşık günümüzden önce 10 000 (M.Ö. VIII. Bin) yıllarında insan topluluklarının ilk kez bir yere sürekli olarak yerleşip, ilk köyleri kurdukları, ilk kez tarıma başladıkları, ilk olarak hayvanları evcilleştirmeyi başardıkları, insanlık tarihinde son derece önemli bir dönemdir. Neolitik Çağ kültürleri başlıca iki ana evreye ayrılmaktadır. Bunlar “Akeramik Neolitik (Çanak Çömleksiz Neolitik) ve “Keramikli Neolitik” (Çanak Çömlekli Neolitik) kültürler biçiminde tanımlanmaktadır. Aksaray İlinde Neolitik Çağ kültürlerine ait yerleşim yerlerini saptamak için en geniş kapsamlı araştırmalar 1964-65 yıllarında Ian Todd tarafından yapılmıştır. Daha sonra İstanbul Üniversitesi, Ankara Üniversitesi ve Japonya Orta Doğu Kültür merkezi ekiplerince bu bölgede arkeolojik yüzey araştırmaları yapılmış ve gerek Çanak Çömleksiz Neolitik’e, gerekse Çanak Çömlekli Neolitik’e ait çok sayıda höyük ve düz yerleşme yeri bulunmuştur. MÖ. 7000-6000 yıllarında Neolitik devirde Anadolu medeniyetinin önemli merkezlerinden birisi olan Konya yakınlarındaki Çatal höyükte yapılan kazılarda Hasandağı’na dolayısıyla Aksaray’a ait vesikalara rastlanmaktadır. Burada Hasandağı’nın lav püskürttüğünü tasvir eden bir duvara boyanmış duvar resmi bulunmuştur. Aksaray İlinde Çanak Çömleksiz Neolitik Kültürleri temsil edebilecek yerler; Acıyer, Aşıklı Höyük, Çakılbaşı, Nenezi Musular, Yellibelen Mevkii, Sırçan Tepe, İninönü olarak gösterilebilir. Ayrıca aynı evreye ait çok sayıda obsidyen atölyesi (işliği) bulunmaktadır. Bu atölyelerde alet/silah yapımında kullanılan obsidyen kaynağından çıkarıldıktan sonra, çoğu kez yarı işlenmiş ürün haline getirilmiştir. Bu yarı işlenmiş obsidyenlerin, daha sonra değiş-tokuşa dayalı bir ticaret kapsamında yalnızca çevredeki yerleşmelere değil, aynı zamanda çok uzak mesafelere, Ürdün’deki Eriha yerleşmesine kadar gönderilmiş olduğu bilinmektedir. İlimizde Çanak Çömleksiz Neolitik kültürün temsilcisi 1989 yılından bu yana kazılan Aşıklı Höyük’tür.1996 yılında kazılmaya başlanan Musular yerleşmesi Aşıklı Çanak Çömleksiz Neolitik Kültürünün son dönemini yansıtmaktadır. Aksaray da Ihlara Vadi yerleşiminin bir uzantısı olan Aşıklı Höyükte yapılan arkeolojik çalışmalar Kapadokya Bölgesinin ker****ten yapılmış ilk mahallelerini ortaya çıkarmıştır. Yerleşik yaşamın en güzel ve en karmaşık mimari örnekleri olan bu evlerin duvar ve tabanlarında sarı, pembe kil duvar sıvaları kullanılmıştır. Ölülerini evlerinin tabanlarına hocker tarzında, yani dizleri karınlarına çekik olarak gömmüşlerdir. Aşıklı Höyükte araştırma yapan Prof. U.Esine göre yerleşim yerindeki mahallelerin sıklığı, yapıların çokluğu Akeramik Neolitik evre için sanıldığından daha yoğun bir nüfusun varlığını göstermektedir. Höyükte ele geçen yüzbine yakın obsidiyenden yapılmış çeşitli aletlerin Anadolu da benzerleri yoktur. Taştan çok iyi bir şekilde işlenmiş yassı baltalar, kemikten bızlar, keskiler, bakır, akik ve çeşitli taşlardan yapılmış süs eşyalarının yanı sıra az pişmiş kilden figürünler de ele geçmiştir. Aşıklı Höyük araştırmacıları, bu höyükte ele geçen bir iskelete dayanarak dünyada bilinen en eski beyin ameliyatının (trepanasyon) 20-25 yaşlarındaki bir kadına uygulandığını belirtmektedirler. . KALKOLİTİK ÇAĞ Akeramik ve Neolitik çağı takip eden tarih öncesi kültür dönemlerinden ilki Kalkolitik Çağdır. Kalkolitik Çağ, özellikle bakır madeninin,alet,silah,araç gereç yapımında gitgide çoğalan oranda kullanılması ile tanımlanabilir.yaklaşık 5900-3200 yılları arasına kapsayan bu dönemde ayrıca sabanın kullanılmasıyla tarımsal ürünlerde eskiye oranla üretim artmış,evcil hayvan sayısı çoğalmıştır.Artan nüfusla birlikte yerleşmelerin sayısı da artmıştır.Köyler gitgide büyüyerek kasabalara dönüşmüş, çanak çömlek yapımı ileri bir safhaya ulaşmış estetik ve sanatsal yönden oldukça ileri bir düzeye çıkmıştır. Aksaray da yapılan kazı ve yüzey araştırmaları ile Kalkolitik çağda yaşamın kesintisiz olarak devam ettiği saptanmıştır. Apsarı/Çatalsu köyündeki Güvercin Kayası höyüğünde,(M.Ö 5200-4800) İstanbul Üniversitesi ve Aksaray Müzesi ile birlikte yapılan kazılarda bu dönem özelliklerini yansıtan mimari ve küçük buluntular Aksaray da ki Kalkolitik yaşam hakkında önemli sayılacak bilgilere ulaşmamızı sağlamıştır. Kendine has çanak çömleği ile Güzelyurt/Gelveri Yüksek Kilise kalkolitik dönemde bölgemiz ve diğer bölgelere etkisi bakımından çok önemli bir yerleşme olarak bilim aleminde ki yerini almıştır. Bu iki yerleşme dışında yörede yapılan yüzey araştırmalarında çok sayıda höyükte kalkolitik Çağ karakteristiğini yansıtan buluntulara rastlanılmıştır. ESKİ TUNÇ ÇAĞI (İLK TUNÇ ÇAĞI) M.Ö.IV. binin sonu ve III. binin başlarında Anadolu'da bakır ve kalay karıştırılarak tuncun elde edilmesi, bunun silah yapımında kullanılmasıyla Anadolu insanı "Tunç Çağı"na girmiştir. İnsanoğlu çok önemli bu alaşımla silah, kap-kacak ve süs eşyaları üretmeyi başarmış; bakır, altın, gümüş gibi asıl ve asıl olmayan madenleri de dövme tekniği ile işleyerek, dinsel amaçlı veya günlük ihtiyaçlarına cevap veren objeler üretmiştir. Aksaray İli Yeşilova Kasabası bulunan ve 1962 yılından bu yana arkeolojik kazıları yapılan Acemhöyük Ören yerinden çıkarılan Eski Tunç Çağı buluntuları bu gün Niğde Müzesinde sergilenmektedir. Bugüne kadar yapılan kazılarda Acemhöyük’ün M.Ö III. bin yani Eski Tunç Çağı yerleşimlerinde konutların dikdörtgen ya da yamuk planlı ker**** yapılardan oluştuğunu göstermiştir. Bu dönemde ölüler bir yandan yerleşim yeri dışındaki mezarlıklara toprak ve küp mezarlara gömülmüştür. Ölülerin yanına yüzük, bilezik, küpe, kolye gibi süs eşyaları ve bazı kaplar hediye olarak bırakılmıştır. Bunların yanında taş, kemik ve çeşitli metallerden yapılmış takılar, silahlar ve günlük işlerde kullanılan eşyalar ele geçirilmiştir. Bilim adamlarınca yapılan yüzey araştırmalarında İlimizde bulunan höyüklerden toplanan çok sayıda Eski Tunç Çağı malzemesi ile vatandaşlarca bulunarak Aksaray Müzesine getirilen Eski Tunç Çağına ait buluntularda Aksaray da bu dönemin yoğun ve kesintisiz olarak yaşandığını göstermesi bakımından önem taşımaktadır.
-
Yazılı Kaya Anıtı Midas Anıtı özellikle Frigya tarihi bakımından oldukça önemlidir. Ancak 19. yüzyıla değin bu anıttan fazla söz edilmemiştir. İlk olarak, 1800'lü yıllarda buradan geçen İngiliz subayı W.M. Leake tarafından keşfedilmiştir. Eskişehir üstünden Seyitgazi'ye, oradan da Hüsrev Paşa'ya ulaştıklarında, Kayaya oyulmuş, üstü yazılı anıtları gördüğünü belirtmektedir. Daha sonra tekrar gelerek anıtların üzerindeki yazıtları inceler ve yazıtlarda "Midas" adını gördüğü için anıta "Midas'ın Mezarı" adını verir. Kral Midas Bu gezi notlarını W. Leake 1824 yılında yayınlar. Onun ardından Charles Texier bölgeye gelerek üç kaya yüzeyini ve yazıtları kopya ederek, bu konudaki ilk gerçeğe uygun bilgileri yayınlar. 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra Anadolu'daki arkeolojik anıtlar üzerinde yapılan incelemeler artar. 1886 ve 1893 yılları arasında bu bölgeye gelmiş olan arkeolog Radet, Midas anıtının hemen altındaki yere Yazılıkaya Köyü'nün kurulmuş olduğunu bulur. Bugün de görüleceği gibi Yazılıkaya Köyü'nün hemen üstünde antik şehir Akropol'ün kuzeydoğu cephesinde, püskürük bir kaya üzerinde Midas Anıtı, Akropol'ü çevreleyen sur duvarları, yeraltı merdivenleri, mezarlar, sunaklar, bitmemiş anıt ve çeşme bulunur. Gelelim Sanat Tarihine giren kısmına: Midas Anıtı tüf üstüne oyulmuş, yaklaşık 400 m2'lik bir alanı kapsayan dikdörtgen şeklinde Frig sanatının özelliklerini taşıyan, geometrik meandır ( meandır kelimesi Menderes Irmağından gelmektedir, kıvrımlarından esinlenilerek bu ad verilmiştir) motifleriyle süslü bir yüzeydir. Anıt, fazla tahrip olmadan günümüze kadar gelmiştir, ancak anıtın alınlık bölümünde yaklaşık 2 m. genişliğinde bir çatlak bulunmaktadır. Anıtın ortasında yüzeyin mihveri üzerinde 5.5 metre genişliğinde ve 1,44 m. derinliğinde bir girinti (niş) yer alır. Anıtın ortasındaki bu girintiden dolayı bir mezar anıtı olduğu düşünülmüştür. Ancak bir mezar olacak büyüklükte de değildir. Midas Anıtı, Frigya'daki diğer kaya anıtları gibi, Kibele (Ana Tanrıça) heykeli koymak amacıyla yapılmıştır. Prof. A. Gabriel burada büyük bir olasılıkla bronz bir heykel bulunduğunu ve bunun yine metal tutturucularla kayaya tespit edilmiş olduğunu ileri sürer. Daha sonraki çağlarda (Hristiyanlık Çağı'nda) bu heykel çalınmış ve şimdiye kadar izine rastlanmamıştır. Anıtın üzerinde henüz çözülmemiş üç yazıt bulunur. Yazılıkaya üzerindeki Frig yazısı, M.Ö. 6. yüzyılda Örekliler tarafından terk edilen eski Arkaik Grek yazısını andırmaktadır. Anadolu Üniversitesinin Yunus Emre Kampüsünün Cumhuriyet Kapısı önünde de bu anıtın bir modeli bulunmaktadır. Alıntı...
-
Şelale Park Eskişehir’ in yeşil alan oranını ciddi oranda arttıran yeşil dostu Odunpazarı Belediyesi, bu konudaki çalışmaları ile her kesimden takdir toplamaya devam ediyor. Kentin farklı noktalarında gerçekleştirdiği çalışmalarla Eskişehirlilere birbirinden güzel ve nitelikli yaşam alanları kazandıran Odunpazarı Belediyesi 2009 yılında Çankaya Mahallesi’ ne muhteşem bir park alanı daha kazandırdı. Çankaya Mahallesi Şehit Mustafa Yıldız Sokak’ ta 38.000 m² lik alanda yeşil ve konforun keyfini muhteşem bir Eskişehir manzarası eşliğinde yaşatan Şelaleli Park, Eskişehirlilerin ve Eskişehir ziyaretçilerinin yeni adresi oldu. 1.400 m2 lik alana sahip Eskişehir’ in en büyük şelalesi, çocuk oyun alanı, çocuk spor alanı, yürüme yolları, seyir terası, ahşap yel değirmeni, mini anfitiyatrosu ve oturma alanları ile zengin bir donanıma sahip parkın içerisinde bulunan restoran ve kafeterya ise sadece Çankayalılara değil şehrin her yerinden gelen vatandaşlara nefis şehir manzarası eşliğinde ev sahipliği yapıyor. Parkın ziyaretçileri Eskişehir’in her mevsim değişen manzarasının tadını aileleri ve sevdikleri ile birlikte ŞELALE PARK’ta çıkartıyorlar.
- 5 cevap
-
- 1
-
-
LÜLETAŞI Efsaneye göre lületaşını ilk bulan ve bu taşın yer altı yolunu ilkortaya çıkarının bir köstebek olduğu söylenir. Anlatılan efsaneşöyledir:Bir gün genç bir çoban bölgenin Karatepe yöresindeki köylerinegitmektedir.Genç çoban yorgun düşer, acıkır, oturur, azığını çıkarıpyemeğini yemeye başlar. O sırada, topraktaki bir delikten bir canlınınak taş toprakları yüzeye çıkarmaya çalıştığını görür. Çoban bunlardanbirine eline alır ve çakısıyla yontmaya başlar. İlk çakı darbesiyletaş birdenbire ayın on dördü gibi güzel bir kız oluverir. Kız dilegelir ve "Ah insanoğlu bana kıymasaydın!" diye bağırarak köstebeğinaçtığı delikten içeri girip kaybolur. Delikanlı da kızın ardındanbaşlar deliği eşelemeye. Günler geçer delikanlıdan haber alınamaz.Delikanlıyı arayan köylüler yerin yedi kat altında bu daracık kuyudaboğulmuş olarak bulurlar. Elinde sıkı sıkı tuttuğu ak taşları ilebirlikte avuçlarında sımsıkı tuttuğu bir parça lületaşı vardır. Ogünden beri her lületaşı parçasında, çobanın ölümüne sürüklendiğisevdanın izlerini görmüş köylüler. BEYAZ ALTIN :lüle taşı ;Lületaşının, beyaz, sarımtrak, gri ya da kırmızımsı ve mat renklileri vardır. Sertlik derecesi 2 - 2.5 olup, hafif yapışkan ve gözeneklidir. Toprağın 20- 60-130 metre derinliklerinde, irili ufaklı yumrular halinde bulunur. Küçük yumrular, derinlere açılan kuyular ve kuyulara bağlı tüneller kazılarak toplanır. Bu kuyuların bir kısmı kuru, bir kısmı suludur. Sulu olan kuyuların taşları daha makbuldür. Pensilvanya, Güney Karolina, Utah, Meksika, Madrid, Nayirobi gibi değişik yerlerde de lületaşı üretilmektedir; ancak bunlar önemsiz ve düşük kalitededir. En kaliteli lületaşı Eskişehir'de bulunmaktadır. Kururken nem ve gazın içindeki artıkları bünyesinde tutma özelliği ile, çok uygun bir pipo malzemesi olduğu gibi, pek çok sanayi dalında kullanılan iyi bir absorban, filtre, yalıtım ve dolgu malzemesidir. Yıllardır sanayide, vazgeçilmez bir madde haline gelmiştir. Ağızlık, pipo, süs eşyası ve otomobil boya sanayiinde kullanılır. Porselen hamuruna, böcek ilaçlarına, pudra ve leke çıkartma ilaçlarına katılır. Eskişehir' de lületaşı çıkartılan yerler ise: Sarısu, Yenişehir, Türkmentokat, Gökçeoğlu, Karaçay, Söğütçük, Sepetçi, Margı, Nemli, Kümbet, Yeniköy, Kepertepe, Karahöyük ve Başören'dir. 1978-1987 yıları arasında lületaşı pipo ihracatı, yılda 800 -900 bin dolar getirmiştir. Pipo dışında, satranç takımı, bilezik, kolye, küpe gibi mamullerin ihracatta payı büyüktür. Alıcı ülkeler, ABD, Avusturya , Hollanda, Belçika ve Almanya'dır. Günümüzde, yılda en az 1-1.5 milyon dolarlık ihracat yapılmaktadır. Bunun yanında yurdumuza gelen turistlere de işlenmiş lületaşı satılarak, Türkiye ekonomisine fayda sağlanmaktadır.
-
YUNUS EMRE Hak ve Halk şairi Yunus Emre,1240 (Hicri638) yılında Eskişehir’in Mihalıççık ile Sivrihisar ilçeleri arasında kalan ve bugün kendi adıyla anılan Sarıköy’de doğmuştur. Pek çok önemli şiirin içinde bulunduran Risalet-ün Nushiyye isimli mesnevisini 1307-1308 (Hicri 707) yıllarında yazdığı anlaşılmaktadır. Şiirlerini bir araya getiren Divan’ı ölümünden sonra sevenleri tarafından düzenlenmiştir. Şiirlerinden Mevlana Celalettin Rumi’nin çağdaşı olduğu onu tanıdığı, toplantılarına katıldığı ve kendi değişiyle onun “görklü nazarından” (güzel ve gösterişli bakış açısından) ilham aldığı anlaşılmaktadır. 1320 (Hicri 720) yılında Sarıköy’de vefat eden Yunus Emre, Anadolu Selçuklu Devleti’nin son yılları ile Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş yıllarına denk düşen önemli bir dönemde yaşamıştır. Türk-İslam halk düşüncesinin en önemli yapıtaşlarından birisi olan Yunus Emre, şiirlerinden de anlaşılacağı üzere, Mevlana, Ahmed Fakıh, Geyikli Baba ve Seydi Balum ile de çağdaştır. Mezarı Eskişehir Sarıköy’dedir. Demiryolu hattı, mezarının yakınından geçmesi nedeniyle 1946’da yeni bir mezar ve anıt çeşme yapılmaya başlanmış, naaşı 1949’da buraya taşımıştır. 1964’te başlayan son mezar yeri inşaatı 1970’te bitirilmiş ve naşı tekrar taşınan Yunus Emre, o tarihten beri bu anıt mezarda yatmaktadır. Ankara-Eskişehir-İstanbul hattında işleyen trenler, uzun yıllardır Yunus Emre’nin dinlenmekte olduğu kabrin önünden geçerken ona saygı selamı olarak düdük çalarlar. Bu, çok eski yıllar da tren yolunu yapan Alman mühendislerden miras kalan bir evrensel saygı duruşudur. Yunus Emre’nin tasavvuf düşüncesine girişinin anlamlı öyküleri vardır; Yoksul bir çiftçi olan Yunus, kıtlık nedeniyle keramet ve iyiliklerini duyduğu Hacı Bektaş Veli’yi gitmek üzere yola çıkar. Eli boş gitmemek için yolda alıç toplayarak heybesine doldurur. Dergaha hoş karşılanıp misafir edilen Yunus’a dönerken “Buğday mı yoksa himmet mi?” diye sorulur. Yunus buğday ister. Hacı Bektaş, “isterse alıçların her çekirdeği için bir nefes vereyim” dese de Yunus buğdayda ısrar eder. İstediğini alan Yunus, dönüş yolunun yarısında pişman olur ve geri döner. Ancak Hacı Bektaş onun kilidinin artık Taptuk Emre’de olduğunu ve onu bulmasını söyler. Taptuk Emre’yi bulan Yunus, ona kırk yıl hizmet eder. Bu süre içerisinde dergaha odun taşıdığı ve bir tek odunun bile eğri olmadığı söylene gelir…Bir söylenceye göre Taptuk Dergahı’ndan ayrılan Yunus, yıllar sonra geri döndüğünde şeyhin kapı eşiğine yatar. Gözleri görmeyen Taptuk Emre sabah namazına giderken ayağına takılanın kim olduğunu hanımına sorar. Hanımı “Yunus” der. Taptuk Emre’nin karşılığı çok anlamlıdır: “Bizim Yunus mu?”. Çok etkilenip şeyhinin ayaklarına kapanan Yunus’un böylece dil kilidinin açıldığı söylenir… Yunus Emre, İslam tasavvuf düşüncesinin inceliklerini sade bir derinlikte ve hiçbir dar kalıbın içine düşmeden anlatabilen bir halk şairidir. Şiirlerinin odak noktasında insan vardır. Türk edebiyatı’nın yapı taşlarından biri olan Yunus Emre genellikle Allah, ilahi aşk, varlık-yokluk, yaşam-ölüm gibi konular üzerinde durmuştur. Türk-İslam tasavvufunu duru, kolay anlaşılır. Ama çok derin anlamları içerecek biçimde anlatılışıyla vazgeçilmez bir ulusal ve evrensel simge olmuştur.Yunus Emre’yi şiir konusunda tartışılmaz ustalığı yanında Türk edebiyat dilinin kurucusu saymak gerekir. Aruzla da yazmasına karşın şiirlerinin önemli bir bölümünde hece ölçüsü kullanan Yunus’un tüm şiirleri çok kolay, yalın ve açık bir Türkçe ile yazılmıştır. Çok geniş halk kesimlerine hitap edebilmesinin altındaki ana fikir, halk Türkçesini güzel kullanmasıdır. Halk kavramını şiire sokması ve halkın kullandığı dili tercih etmesiyle tasavvuf düşüncesinin yaygınlaşmasında çok önemli katkıları olmuştur. Gerçekten Anadolu’nun tüm yörelerinde onun şiirleri söylenmiş, ilahiler olarak bestelenip okunmuş, halk toplantılarının ana motifi olmuştur. Ülkenin pek çok köşesinde halkın onu kendinden sayıp sevmesinde, sahiplenip kendinden saymasında Yunus Emre’nin hak olanı hak diliyle anlatmasının özel bir önemi vardır. Gerçek yurdu olan Eskişehir dışında başka il ve ilçelerde de Yunus Emre türbe ve makamlarının bulunmasının ardındaki neden budur. Gerek savunduğu görüşler, gerekse kullandığı form ve dil nedeniyle Yunus Emre şiirlerinin başka şairlerin şiirleri ile karıştırılması doğaldır. Yunus Emre gibi böylesine büyük bir sevgi değerine sahip olmak, Eskişehir’in onur duyması gereken bir ayrıcalığıdır. Gelin tanış olalım, İşi kolay kılalım, Sevelim sevilelim, Dünya kimseye kalmaz.
-
MAĞARA TURİZMİ Yelinüstü Mağarası: Sivrihisar ile Günyüzü-Sakarya Nehri arasında uzanan Sivrihisar Dağları’nın son bölümünü oluşturan Arayit Dağı’nın (1819m) doğu yamacında bulunan Yelinüstü Mağarası; Kayakent(Holanta) kasabasının hemen kenarında yer alır. Günyüzü ovasına hakim bir noktadaki mağaraya Ankara-Eskişehir veya Ankara-Polatlı-Yunak(Konya) karayollarından gidilmektedir. Ankara-Eskişehir karayolundan ayrılan Günyüzü-Yunak yolunun üzerinde bulunan Kayakent’in hemen kenarındaki Yelinüstü Mağarası’na herhangi bir vasıta veya yaya olarak gidilebilmektedir. Yarı yatay-yarı dikey uzanımlı olan Yelinüstü Mağarası, birbirine bağlı iki kat ve dört büyük salondan meydana gelmiştir. Girişteki salonda tahrip edilmiş su havuzları(sarnıç)yer alır. Eğimli Büyük Salon’da bulunan dev sarnıç hiç tahrip olmamış ve çok muhteşemdir. Bu salonun sonunda bulunan ve girişe göre (0 m) – 83 m ve – 90 metrede yer alan iki salon ise görünümleri son derece güzel sarkıt, dikit, sütun, duvar ve perde damlataşları ile kaplıdır. Bu arkeolojik kalıntı ve ilginç oluşum ve gelişim özellikleri nedeniyle; Yelinüstü mağarası, turizm amaçlı kullanıma uygundur. Ayrıca askeri amaçlarla lojistik alan ve sığınak olarak, depolamacılık ve kültür mantarcılığı için de kullanıma uygundur. Yelini Mağarası: Sivrihisar ile Günyüzü-Sakarya Nehri arasında uzanan Sivrihisar Dağları’nın Sakarya Nehri’ne bakan ve ovada kaybolan güneydoğu uç noktasında yer alır. Mağaraya Ankara-Eskişehir veya Ankara-Polatlı –Yunak karayollarından gidilmektedir. Ankara-Eskişehir karayolunun Günyüzü ilçesine ayrılan ve Kayakent Kasabasından geçerek Yunak(Konya)’a giden asfalt yol ile mağaranın yakınına kadar gidilmektedir. Üst Paleolotik dönemden beri insanlar için sığınak ve ibadet yeri olarak kullanılan Yelini Mağarası’nın içi, görünümleri son derece güzel sarkıt, dikit, sütun, makarna sarkıtlar, duvar ve perde damlataşları ile kaplıdır. Büyük boyutlara ulaşan bu oluşumların yanı sıra mağara dışında ve içerisinde antropolojik ve arkeolojik kalıntı veya izler mevcuttur. Tüm bu özellikler, Yelini Mağarası’nı turizm amaçlı kullanım için cazip bir mağara haline getirmişlerdir. Ayrıca ulaşımı da kolaydır. Beyyayla Düdeni : Eskişehir’in kuzeyinde, Sakarya Nehri’nin tabanında bulunan Sarıcakaya ilçesinin kuzeyindeki Beyyayla Köyü’nün 1,5 km kuzeybatısında yer alır. Sakarya Nehri tarafından 900-1000 m yarılan yüksek bir karstik plato üzerinde, kuzeye(Yenipazar Polyesi) doğru gelişen mağaraya Sarıcakaya-Beyyayla köyü yolundan gidilmektedir. Bu yol, köye kadar düzgündür. Buradan sonra, 1,5 km’lik dar bir yolda, herhangi bir araçla mağaranın önüne kadar varılır. Akarsularca derince yarılarak askıda kalmış yüksek bir bölgede bulunan Beyyayla Düdeni, iki ucundan açık yerköprü özelliğinde bir mağaradır. Mağaranın içinde yer altı deresi, göller ve yer yer damlataş şekilleri yer alır. Bu özellikleri turizm amaçlı kullanıma uygundur. Ayrıca doğal çevrenin vahşi güzelliği görülmeğe değerdir. Ulubük Mağarası : Alpu ilçesinin yaklaşık 30 km kuzey batısında, Alpınar Köyünün 2 km güneyindeki Ulubük Yaylası’nda yer alır. Mağaranın bulunduğu alan Sakarya Nehri ve Porsuk Çayı(Eskişehir) akarsu havzalarını birbirinden ayıran yüksek bir sırt halindedir. Sakarya’ya bakan mağaraya Eskişehir-Alpu-Gökçekaya Barajı yolu ile gidilmektedir. Alpu’dan Gökçekaya Barajı’na giden yolun 20. kilometresinden sola ayrılan 10 km.lik stabilize yol, önce Ulubük Yaylası’na daha sonra da Alapınar Köyünden geçer ve Sakarı Karacaören’e gider. Mağaranın önüne kadar herhangi bir vasıtayla gidilebilir. Sakarya Nehri’ne bakan ormanlık yüksek bir alanda bulunan Ulubük Mağarası’nın içi, zengin damlataşlarla kaplıdır. Ancak mağara çok küçük ve basık olduğundan, insan zorlukla yürüyebilmektedir. Bu nedenle turizm amaçlı kullanıma fazla uygun değildir. Buna karşın Prehistorik Dönemlerde insanlar tarafından kullanıldığından dolayı antropolojik önemi son derece fazladır. Bölgede, tarih öncesi devirlerde kullanılan mağaralar çok azdır. Burada yapılacak kazıda, ilk insanın özellikleri ve hareketlerini aydınlatacak eserler bulunabilir. Kara Mağara : Alpu’nun yaklaşık 25 km kuzeydoğundan bulunan Karacaören köyünün 2 km kuzeyindeki Sulununkıran Tepe’sinin Sakarya Nehri’ne bakan kuzey yamacının başlangıcında yer alır. Kanyon şekilli derin vadi içinde akan Sakarya’nın sol yamacının en üst kesiminde bulunan mağaraya, Alpu-Gökçekaya Barajı yoluyla gidilmektedir. Bu yoldan ayrılan stabilize yol, Kuzayva ve Gümele köylerinden geçerek Karacaören’e varır. Bu yol, daha sonra Otluk ve Kandamlamış köylerinden geçerek Eskişehir-Alpu-Mihalıççık-Nallıhan yoluna bağlanır. Karacaören köyünden yarım saatlik yürüyüşle Kara Mağara’ya ulaşılmaktadır. İçeri görünümleri son derece güzel sarkıt dikit, sütun ve duvar damlataşları ile kaplı olan Kara Mağara, turizm amaçlı kullanıma son derece uygun fiziksel özelliklere sahiptir. Ayrıca gerek mağara çevresinin vahşi güzelliği(Sakarya Nehri ve Gökçekaya Barajı hemen önündedir.) ve uçaktan bakıyor hissi vermesi ve gerekse ulaşımın kolay olması, önemini daha da artırmaktadır. Koçakkıran Mağarası : Kötüfatma, Karamıkini ve Kara Mağaralarının çok yakınında bulunur. Mihalıççık ilçesine bağlı Otluk Köyü’nün Açtım mahallesinin yakınındaki Koçakkıran Tepe(1358 m)’nin 1 km kuzeyinde, Sakarya Nehri’nin sol yamacının hemen hemen orta kesiminde yer alan mağaraya, Alpu-Karacaören-Otluk veya Alpu-Bozan-Büğdüz-Kandamlamış-Otluk yollarından biriyle gidilebilir. Açtım mahallesine kadar herhangi bir vasıtayla, buradan da dik bir yamaçla bir saatlik yürüyüşle mağaraya ulaşılır. Fiziki özellikleri ve görünümleri son derece güzel ve ilginç yoğun damalataşların (sarkıt, dikit, sütun, duvar ve perde damlataşları, damlataş havuzları, patlamış mısır şekilli damlataşlar) varlığı nedeniyle turizm amaçlı kullanıma son derece uygundur. Mağaranın hemen önünde bulunan Sakarya Nehri ve Gökçekaya Baraj gölü ve doğal çevrenin güzelliği bu önemini iyice arttırmaktadır. Ayrıca depolamacılık ve askeri amaçlarla da değerlendirilebilir. Karakaya Mağarası : Mihalıççık ilçesinin kuzeybatısında bulunan Yalımkaya (Domya) köyünün 1 km doğusunda, Sakarya Nehri’nin kolu olan Domya Deresi’nin sağ yamacında yer alır. Yüksek dağlar arasında batıdan doğuya doğru(ters yönde), derin gömülü vadi içinde akan Domya (Gürleyik) Deresi, bölgeyi yararak parçalamıştır. Mağaraya Eskişehir-Mihalıççık yolundan ayrılan Büydüz-Sasa-Yalımkaya köyüne kadar araçla, buradan da bir saatlik yürüyüşle mağaraya ulaşılır. Kayabaşı Tepe’nin(1263m) kuzeyindeki dik yamaçta bulunan mağaraya, çoğu yerde ip kullanılarak inilmektedir. Akarsularca derince yarılmış bir bölgede bulunan Karakaya Mağarası’nın içi, oluşum ve gelişimleri son derece ilginç sarkıt, dikit, sütun duvar ve perde damlataşları, örtü damlataşları(akma taşlar), sulu damlataş havuzları, makarnalar, patlamış mısır şekilli damlataşlar ile kaplıdır. Kahverengi, siyah, gri-kurşuni, gri ve beyaz renkli olan bu şekillerin üzeri gri, beyaz ve siyah renkli yeni oluşumlarla sıvanmaktadır. Ülkemizde bu tür gelişimi olan damlataşlara hemen hemen rastlanmamıştır. Bu özelliği ile Karakaya Mağarası, turizm amaçlı kullanıma son derece uygundur. Ayrıca mağaranın bulunduğu bölgenin doğal güzelliği, yayla ve dağ turizmine elverişli alanların çokluğu önemlidir. Sarıkaya Mağarası : Karakaya Mağarası’nın 1,5 km doğusunda, Domya Deresi’nin kolu olan ve boğaz şekilli derin bir vadi içinde akan Çatalkaya Deresi’nin sol yamacında yer alır. İki mağara arasında Yarılgan Sırtı bulunur. Bu mağaraya da Eskişehir-Mihalıççık yolundan ayrılan Büydüz-Sasa-Yalımkaya ve Mihalıççık-Gürleyik-Yalımkaya yollarıyla veya Gürleyik’ten başlayan Domya Deresi’nin derin kanyonu içinde 1 saatlik yürüyüşle gidilmektedir. Sarıkaya Mağarasının içi, görünümleri son derece güzel sarkıt, dikit, sütun,duvar ve perde damlataşları ve damlataş havuzları ile kaplıdır ve mağaranın fiziki özellikleri insanların girip-çıkmasına uygundur. Bu nedenlerle turizm amaçlı kullanıma çok elverişlidir. Ayrıca bundan önceki bölümde anlatılan ve ilginç damlataşlara sahip olan Karakaya Mağarası’na çok yakın oluşu ve doğal çevrenin güzelliği, bu önemi daha da arttırmaktadır. İnönü Mağarası : Eskişehir’in güneybatısında bulunan İnönü ilçesinin yaslandığı büyük dikliğin orta bölümünde gelişmiştir. Çok uzaklardan bile fark edilen ilçeye bakan büyük ağzı olan mağaranın bulunduğu alan; Sarısu Deresi’ne karışan Baca, Alikaya ve Kaldıra Dereleri tarafından derince yarılan bir plato şeklindedir. Bu platoluk alanın kuzeyinde İnönü Ovası yer alır. Eskişehir-İnönü-Kütahya karayolu veya Ankara-Eskişehir-İstanbul demiryoluyla gitmek mümkündür. Geniş ağızlı, yarımay şeklinde büyük bir boşluktan oluşan İnönü, gelişememiş bir mağaradır. İçerisinde mağaralara görsel güzellik veren herhangi bir damlataş oluşumu yoktur. Bu özellikler turizm amaçlı kullanım için olumsuz bir faktördür. Ancak mağaranın basamaklar halinde yükselmesi, yerli kaya sütunları arasından farklı mekanlara geçişler ve mağaradan Sarısu Deresi havzasının muhteşem görünüşü, bu olumsuzluğu bir ölçüde ortadan kaldırmıştır. Bu nedenle küçük düzenlemeler yapılarak İnönü Mağarası turizme açılabilir.
-
ESKİŞEHİR KALELERİ SEYİT GAZİ KALESİ (Seyitgazi) Eskişehir Seyitgazi ilçesindeki Seyitgazi Kalesi, volkanik bir kaya kütlesi üzerinde bulunmaktadır. Kale Bizanslılar döneminde çevreyi kontrol altında tutmak için yapılmıştır. Kalenin bunduğu yerin stratejik konumda oluşundan ötürü de Selçuklular, ardından da Osmanlılar buraya önem ermişlerdir. Her iki dönemde de kale onarılmış ve bazı ilavelerle genişletilmiştir. Osmanlı döneminde kale önemini yitirmiş ve XV.yüzyıldan sonra da terkedilmiştir. Bundan sonra harap olmuş ve yıkılmıştır. Günümüze kalenin surlarına ait duvar kalıntıları dışında belirgin bir izi gelememiştir. Bizanslılar kalenin yapımında yakınındaki Antik Pessinus kentinin kalıntılarından yararlanmışlardır. Kesme taş ve antik çağ mermer blokları ile örülen kale duvarlarında yer yer antik mimari parçalara da rastlanmaktadır. Kalenin altı sur kapısı bulunuyordu.Günümüze ulaşan sur duvarlarından muntazam bir işçilikle yapıldıkları anlaşılmaktadır. Ayrıca kalenin içerisinde sarnıçlar, depolar ve tahıl ambarlarının kalıntıları ve duvarları gelebilmiştir. SİVRİHİSAR KALESİ (Sivrihisar) Eskişehir Sivrihisar ilçesinde Kral Yolu üzerinde bulunan ve bu yolu kontrol eden Sivrihisar Kalesi Bizanslılar tarafından yaptırılmıştır. Kral yolu nedeniyle bu kalenin Bizans dönemi öncesinde bulunup bulunmadığı konusunda yeterli bir bilgimiz bulunmamaktadır. Günümüze kalıntıları gelen kalenin yapımında Bizanslılar, Seyyitgazi Kalesinde olduğu gibi Antik Pessinus kentinin taşlarından yararlanmışlardır. Sivrihisar Kalesinin dışa açılan altı kapısı bulunuyordu. Sur duvarlarında kesme taş, mermer parçaları ve moloz taşlardan yararlanılmıştır. Selçuklular ve bir süre de kuruluş yıllarında Osmanlılar tarafından kullanılan kale terkedilmiştir.Günümüze sur duvar kalıntıları ile kale içerisindeki su sarnıçları, tahıl depoları ve yer altına yapılmış bazı mekanlar dışında pek fazla bir kalıntı gelememiştir. DOĞANLI KALE (Seyitgazi) Eskişehir Seyitgazi ilçesinin Çukurca Köyü yakınında bulunan Doğanlı Kale, Frigler döneminde yapılmış, Roma ve Bizans dönemlerinde de kullanılmıştır. Bu kalenin üst kısmındaki kaya parçası “doğan”a benzetildiğinden ötürü de Doğanlı Kale ismi ile tanınmıştır. Vadiye hakim olan bu kale yedi kattan oluşmuş, Roma ve Bizans döneminde buraya yer altı geçitleri ile mezarlar eklenmiştir. Bu nedenle de bu kale aynı zamanda bir kaya mezarı olarak da kullanılmıştır. Kale içerisinde katları birbirinden ayıran merdivenler ve kayaların oyulması ile meydana getirilen odalar bulunmaktadır. FRİG KALELERİ (Sivrihisar) Eskişehir Sivrihisar’dan Yazılıkaya’ya ulaşan tepelerde bir takım Frik kalelerinin kalıntıları bulunmaktadır. Frig soylularının, yöneticilerinin ve askerlerin yaşadığı bu kalelerden pek az kalıntı günümüze gelebilmiştir. Bunların başlıcaları Deveboynu Kalesi, Pişmiş Kale, Gökgöz Kalesi ve Akpara Kalesi’dir. Bu kalelerde sarnıçlar, depolar ve ev kalıntılarına rastlanmıştır. Aynı zamanda da bazıları mezar olarak kullanılmıştır.
-
ESKİŞEHİR MEDRESELERİ KURŞUNLU MEDRESESİ (Merkez) Eskişehir’de Kurşunlu Camisi’nin doğusunda bulunan medrese, misafirhane ve yemekhane ile birlikte art arda iki ayrı mekandan meydana gelmiştir. Bunlardan birinin medreseden çok zaviye olması kuvvetle muhtemeldir. Külliyenin güneydoğu köşesinde “L” şeklinde yerleştirilmiş olan zaviye, araziden ötürü camiye göre daha yüksek konumdadır. Batı yönündeki girişi merdivenlidir. Revakların üzeri meyilli ahşap bir çatı ile örtülmüştür. Revakların arkasında dershane olduğu sanılan pandantifli bir kubbe ile örtülü ve revaka da geniş bir kemerle açılan bir mekan bulunmaktadır. Burası doğu, güney ve batı duvarlarında birer pencere ile aydınlatılmıştır. Revaktaki hücreler 2.15x2.65 m. ölçüsünde olup üzerleri beşik tonozlarla örtülmüştür. Hücrelerin her birisinde ocak, dolap ve güneye bakanlarında birer pencere bulunmaktadır. Bu yapı günümüzde kullanılmamaktadır. SEYİT BATTAL GAZİ MEDRESESİ (Seyitgazi) Eskişehir Seyitgazi ilçesinde bulunan Battal Seyit Gazi Külliyesi’nin ortasında dikdörtgen planlı medrese bulunmaktadır. Medrese alışılagelenin dışında biraz çarpık olup üzeri kubbe, yanları da tonoz örtülüdür. Bunun çevresindeki imaret ve hankâh ile Bektaşi dergahı özelliklerini taşımaktadır. Ayrıca türbedar odası ile Seyit Battal Gazi ile Ahmet ve Mehmet Beylerin türbeleri de burada bulunmaktadır. Külliyenin tümünde yapı malzemesi olarak taş, mermer, tuğla ve Bizans yapılarından toplanmış devşirme malzemeler kullanılmıştır.
-
Eskişehir Cami ve Mescitleri ALEADDİN KEYKUBAT CAMİ (Merkez) Eskişehir Odun Pazarı’nda, Alaettin Parkı’nın içerisinde bulunan Alaettin Keykubat Camisini Selçuklu Sultanı I. Alaettin Keykubat 1220 tarihinde yaptırmıştır. Ancak caminin ve minaresinin yapımı ile ilgili farklı görüşler ileri sürülmüştür. Caminin eski minaresinin yazıtında Kırşehir Valisi Emir Nuriddin Cibril bin Caca’nın yardımıyla yapıldığı yazılıdır. Değişik zamanlarda yapılan onarımlarla cami orijinal konumunu kaybetmiştir. İstiklal Savaşı sırasında Yunanlılar Eskişehir’den kaçarken şehri yakmışlar, şehirden pek az eser yanmaktan kurtulmuştur. Alaettin Keykubat Camisi de bunlardan birisidir. Cami l946-l951 yıllarında Eskişehir Arkeoloji Müzesi olarak kullanılmıştır. Cami onarım öncesinde 21.00x17.00 m. ölçüsünde dikdörtgen planlı, kesme taş duvarlı bir yapı olup üzeri toprak damla örtülü idi. Bugün caminin üzeri kiremit kaplı ahşap çatılıdır. Caminin yanında sol tarafta bulunan minare kaidesi düzgün kesme taştan, gövdesi yuvarlak ve tuğladan, tek şerefelidir. Gövdenin kaideye yakın yerinde üç silme kuşak bulunmaktadır. KURŞUNLU CAMİ VE KÜLLİYESİ (Merkez) Eskişehir’in güneyinde, Yukarı Mahalle Odun Pazarı’nda bulunan Kurşunlu Külliyesini, Kanuni Sultan Süleyman zamanında Osmanlı veziri Gazi Melek Mevlana Mustafa Paşa 1525 yılında yaptırmıştır. Kubbesinin kurşunla kaplı olmasından ötürü de Kurşunlu Cami olarak tanınmıştır. Cami üzerindeki kitabesinde Mimar Sinan’ın eseri olduğu yazılıdır. Ancak Mimar Sinan’ın eserlerinin listesini veren Tuhfetü’l –Mimarin de külleyenin yalnızca kervansarayının ismi yazılıdır. Caminin yanı sıra yapı topluluğu misafirhane,yemekhane, mutfak,kervansaray ve sıbyan mektebinden meydana gelmiştir. Çeşitli dönemlerde onarım geçiren cami l966 yılında müzeye dönüştürülmüştür. Kesme taştan yapılmış olan cami tümüyle yıkılmış ve l961-l962 yılında yeniden yapılmıştır. Osmanlı mimarisindeki tek kubbeli camiler plan düzenindedir. Caminin önünde bulunan son cemaat yeri sivri kemerlerle birbirine bağlı altı mermer sütunun oluşturduğu beş bölümlüdür. Bunların üzeri pandantifli beş küçük kubbe ile örtülüdür. Kubbelerin içerisi kalem işleriyle bezenmiştir. Son cemaat yerinin ortasındaki giriş kapısı hafifçe içeri çekilmiş, basık kemerlidir. Kapının üzerinde caminin kitabesi yer almaktadır. Girişin hemen üzerine ahşap ve sonradan yapılmış kadınlar mahfili yerleştirilmiştir. Kare planlı ibadet yeri,14.90x14.90 m. ölçüsünde olup, tromplu merkezi ve sekizgen kasnak üzerine oturan bir kubbe ile örtülmüştür. Kubbe ve tromplar kırmızı, mavi, sarı, siyah ve beyaz renklerde kalem işleriyle bezenmiştir. Burada rumi ve palmet motifleri ve kıvrık dallar boş yer bırakmamacasına tüm yüzeyleri kaplamıştır. Caminin içerisi alt sırada dikdörtgen çerçeveli ikişer, üst sırada da sivri kemerli alçı şebekeli birer, kubbe kasnağında da dört pencere ile aydınlatılmıştır. Mihrap dikdörtgen bir çerçeve içerisinde mukarnaslı yuvarlak bir niş şeklindedir. Mermer taklidindeki mihrap geç devir kalem işleriyle bezenmiştir. Mihrabın köşelerinde birer Mevlevi sikkesine yer verilmiştir. Caminin kuzeybatı köşesinde taş kaide üzerinde yuvarlak gövdeli, beyaz mermerden tek şerefeli minaresi bulunmaktadır. Caminin doğusunda bulunan medrese, misafirhane ve yemekhane olması gereken bölümler art arda iki ayrı mekandan meydana gelmiştir. Bunlardan birinin medreseden çok zaviye olması kuvvetle muhtemeldir. Külliyenin güneydoğu köşesinde “L” şeklinde yerleştirilmiş olan zaviye, araziden ötürü camiye göre daha yüksek konumdadır. Batı yönündeki girişi merdivenlidir. Revakların üzeri meyilli ahşap bir çatı ile örtülmüştür. Revakların arkasında dershane olduğu sanılan pandantifli bir kubbe ile örtülü ve revaka da geniş bir kemerle açılan bir mekan bulunmaktadır. Burası doğu, güney ve batı duvarlarında birer pencere ile aydınlatılmıştır. Revaktaki hücreler 2.15x2.65 m. ölçüsünde olup üzerleri beşik tonozlarla örtülmüştür. Hücrelerin her birisinde ocak, dolap ve güneye bakanlarında birer pencere bulunmaktadır. Bu yapı günümüzde kullanılmamaktadır. Avlunun güneyindeki kapı ile batıdaki yemekhane arasındaki bölümün misafirhane olduğu sanılmaktadır. Bu yapının önünde, iki yandan merdivenle çıkılan bir sundurma ve iki kenarı kapalı, üzeri çatılı bir revak bulunmaktadır. Burada 5.20x5.20 m. ölçüsünde dört oda bulunmaktadır. Bu odaların da her birinde birer ocak ve bunun iki yanında da birer küçük dolap bulunmaktadır. Günümüzde Vakıflar Genel Müdürlüğünün bir birimi olarak kullanılmaktadır. Mutfağın karşısında yemekhane olduğu sanılan bir mekan bulunmaktadır. Avlunun batı kapısı yanındaki bir kapıdan içerisine girilen holde basık kemerli bir diğer kapı ile asıl yapıya girilmektedir. Bu yapı 9.30xl9.30 m. ölçüsünde dikdörtgen planlıdır. Muntazam düzgün taştan olan bu yapının üzeri beşik tonozla örtülüdür. Günümüzde Odun Pazarı Belediyesi Nikah Salonu olarak hizmet vermektedir. Yemekhanenin karşısında bulunan mutfak 8.80x8.80 m. ölçüsünde dikdörtgen planlıdır. Üzeri sekizgen kasnaklı bir kubbe ile örtülmüştür. Bu yapı da düzgün kesme taş, moloz taş ve tuğla kullanılarak yapılmıştır. Yapı topluluğunun kuzey yönünde kervansaray bulunmaktadır. Kuzey cephesindeki basık kemerli bir kapıdan girilen kervansaray l8.20x37.70 m. ölçüsündedir. İç mekandaki sekinin yanında on altı ocak bulunmaktadır. Dışarıya mazgal pencerelerle açılan kervansaray kademeli bir arazide bulunduğundan ötürü yapı da buna uydurulmuştur. Yapının ortasındaki altı adet kare ayak kemerlerle birbirine bağlanmış ve üzeri de beşik tonozlarla örtülmüştür. Günümüzde bu yapı kendi kaderine terk edilmiş, harap durumdadır. Caminin doğusunda yer alan sıbyan mektebinin önünde üç yöne doğru ikişer kemerle açılan bir revak bulunmaktadır. Bunun arkasındaki basık kemerli bir kapıdan 5.50x5.50 m. ölçüsünde kare bir mekana geçilmektedir. Üzeri tromplu sekizgen kasnaklı bir kubbe ile örtülmüştür. Bu yapıda da moloz taş ve Bizans dönemine ait devşirme malzeme kullanılmıştır. Bu yapı da kendi haline terk edilmiş olup günümüzde kullanılmamaktadır. ULU CAMİİ (Sivrihisar) Eskişehir, Sivrihisar ilçesinde bulunan Ulu Cami Selçuklu Emiri Mikail bin Abdullah tarafından 1274- l275 yılında yaptırılmıştır. Fatih Sultan Mehmet dönemi kadılarından, Sivrihisar Kadısı Hızır Bey de bu camiyi l440 yılında onarmıştır. Osmanlı mimarisindeki Ulu Cami plan tipinin bir uygulaması olan bu yapı, aynı zamanda günümüze ulaşan Orta Anadolu’nun en büyük ağaç direkli camilerinden birisidir. Dikdörtgen planlı caminin iç mekanını, mihrap duvarına dik 67 ağaç direk altı sahna ayrılmıştır. Bu direklerden dördü kendisine özgün olup üzeri kabartma motiflerle bezenmiştir. Bu ağaç direkler üzerinde Bizans dönemine ait başlıklar da kullanılmıştır. İbadet mekanının üzeri düz bir dam ile örtülmüştür. Caminin kuzey yönündeki kapısı üzerinde l275 tarihli yapım kitabesi, doğu kapısında da l440 tarihli onarım kitabesi bulunmaktadır. Caminin mihrabı yuvarlak bir niş şeklinde olup, bezeme yönünden oldukça basittir. Buna karşılık minberi Selçuklu sanatının ortaya koyduğu ağaç işçiliğinin güzel örneklerinden biridir. Minber geçme tekniğinde, kabartma rumi ve palmet motifleriyle bezenmiştir. Ayrıca üste bulunan köşk kısmında kareler içerisine alınmış birbirlerini kesen sekizgenlerden oluşan örgü motifleri Selçuklu sanatının tipik örnekleri olarak burada karşımıza çıkmaktadır. Cami içerisinde aynı şekilde bezenmiş, ceviz ağacından oyma tekniği ile yapılmış dolap kapakları da bulunmaktadır. Burada ismi yazılı olan Hasan bin Mehmet, caminin ağaç işlerini yapan usta olmalıdır. Cami yanındaki taş kaide üzerinde yuvarlak gövdeli, tek şerefeli minare kaidesindeki kitabeden minarenin Hacı Habib bin Taymış tarafından 1412’de yapıldığı öğrenilmektedir. Caminin yanında bugün müftülük binasının olduğu yerde XIII.yüzyılda yapılmış bir medresenin olduğunu kaynaklardan öğrenilmektedir. GECEK ULU CAMİ (Sivrihisar) Eskişehir, Sivrihisar ilçesi Geçek Köyü’ndeki Ulu Camiyi, giriş kapısı üzerindeki kitabesinden öğrenildiğine göre; Umur Bey’in oğlu Selçuk Bey 1175’de yaptırmıştır. Cami yapılan onarım ve tamirler nedeniyle özeliğini kısmen de olsa yitirmiştir. Cami kare planlı olup üzeri pandantifli bir kubbe ile örtülmüştür. Caminin önünde yuvarlak kemerlerle birbirine bağlanmış dört sütunun taşıdığı üç kubbeli bir son cemaat yeri bulunmaktadır.Yuvarlak kemerli dikdörtgen söveli bir kapıdan girilen caminin içerisinde bezemeye rastlanmamaktadır. Beş köşeli mihrap mukarnaslı sona ermektedir. Orijinal minberi günümüze gelememiştir. Bugünkü minber yakın tarihlerde Kılıç Mescitten getirilmiştir. Caminin yanında taş kaideli yuvarlak gövdeli tek şerefeli minaresi bulunmaktadır. HOŞKADEM CAMİSİ (Sivrihisar) Eskişehir Sivrihisar ilçesinde bulunan Hoşkadem Camisini XIII.yüzyılın sonlarında Anadolu Selçuklularının Hazinedar Başısı Necibiddin Mustafa, eşi Hoşkadem Hatun için yaptırmıştır. Cami kare planlı olup üzeri on iki köşeli kasnağa oturan merkezi tuğla kubbe ile örtülmüştür. Kubbe içeriden mukarnaslarla bezenmiştir. Bu mukarnaslar aynı zamanda taşıyıcı bir görev üstlenmiştir. Duvarları taş ve tuğladan yapılmıştır. Burada bir sıra kesme taş, iki sıra tuğla kullanılmıştır. Caminin içerisindeki yuvarlak niş şeklindeki mihrabı da mukarnaslıdır. Camiye bitişik olan taş kaide üzerinde yuvarlak gövdeli tek şerefeli minare oldukça kalın bir görünümde olup bu minare Anadolu’da yapılmış ilk Selçuklu minare örneklerindendir. KURŞUNLU CAMİ (Sivrihisar) Eskişehir Sivrihisar ilçesinde bulunan Kurşunlu Camisini Hoca Osman oğlu Hoca İbrahim 1343 yılında küçük ölçüde bir mescit olarak yaptırmıştır. Şeyh Baba Yusuf l492’de bu mescidi büyütmüştür. Cami kare planlı olup önünde dört yuvarlak sütunun taşıdığı üç bölümlü bir son cemaat yeri bulunmaktadır. Bu bölümlerin üzeri küçük kubbelerle örtülüdür. Caminin duvarları bir sıra kesme taş, iki sıra tuğla ile örülmüştür. Giriş kapısı sivri kemerlidir ve burada ahşap çift kapı bulunmaktadır. Girişin üzerine caminin banisi ile yapım tarihini gösteren üç dizelik bir kitabe yerleştirilmiştir. İbadet mekanın üzeri de kurşun kaplı bir kubbe ile örtülmüştür. Caminin yuvarlak niş şeklindeki, mukarnaslı mihrabı sütunlarla çevrelenmiştir. Bu sütunlar zikzak şekillerde olup benzerlerinden ayrılmaktadır. Caminin yanında taş kaide şeklinde yuvarlak gövdeli tek şerefeli minaresi bulunmaktadır. KILIÇ MESCİD CAMİSİ (Sivrihisar) Eskişehir Sivrihisar ilçesinde bulunan Kılıç Mescidini Oğuzların Kılıç boyu yaptırmıştır. Kitabesi günümüze gelememiş, arşiv kayıtlarında da bununla ilgili bir belgeye rastlanmamıştır. Günümüze harap bir halde geldiğinden mimari yapısı hakkında da bir bilgi edinilememiştir. Yalnızca Ord.Prof. Dr. A.Süheyl Ünver l972 yılında yaptığı incelemede mescidin içerisinin bezeli olduğundan söz etmiştir. Minberi Sivrihisar Ulu Camisine götürülmüştür. MÜLK KÖYÜ MESCİDİ (Türbeli Mescit) (Sivrihisar) Eskişehir Sivrihisar ilçesinde bulunan bu mescidi XII.yüzyılın ilk yarısında Sultan İzzeddin Keykavus’un Sancaktarı Aslanoğlu Doğan Bey yaptırmıştır. Mesçit dikdörtgen planlı olup iki ayrı bölümden meydana gelmiştir. Mescidin önünde üzeri beşik tonozla örtülü bir son cemaat yeri bulunmaktadır. Son cemaat yerinden kare planlı sekizgen külahlı ayrı bir bölümden ibadet mekanına geçilmektedir. Buradaki altı kollu yıldızlar ve geometrik geçmelerin oluşturduğu bir firiz buradaki girişi çepeçevre kuşatmaktadır. Selçuklu camilerinde bu tür bir geçişe rastlanılmamıştır. Bu bakımdan mescidin bu tür girişi oldukça ilginçtir. İbadet mekanın üzeri düz örtü sistemindedir. Mihrap mukarnaslı, oymalı ve kabartma motiflidir. HAMAM KARAHİSAR CAMİSİ (Sivrihisar) Eskişehir Sivrihisar Hamam Karahisar Köyü’nde bulunan camiyi XII.yüzyılın ortalarında Emir Seyfettin Kızıl yaptırmıştır. Cami kare planlı olup üzeri kubbe ile örtülmüştür. Önünde son cemaat yeri bulunmaktadır. Son cemaat yeri ile ibadet mekanını kubbeler ile tonozlar birlikte örtmektedir. Bu yapı şekli Selçuklu yapıları için oldukça ilginç bir örtü sistemidir. Kubbelerin dışında kalan bölümler beşik tonozlarla örtülüdür. Kubbeler ile beşik tonozlar ibadet mekanını ortasında bütünleşmiş ve ortada tuğlalardan değişik bir motif meydana gelmiştir. Halk arasındaki bir inanışı göre tepedeki bu motif kem gözlere karşı bir nazarlık anlamını gütmektedir. Caminin mihrabı yuvarlak bir niş şeklindedir. Cami içerisinde sanat tarihi yönünden bir bezemeye rastlanmamaktadır. SEYİT BATTAL GAZİ CAMİ VE KÜLLİYESİ (Seyitgazi) Eskişehir, Seyitgazi ilçesinde, Üçler Tepesi’nde bulunan Seyit Battal Gazi Külliyesi bir avlu içerisinde cami, türbe, medrese, imaret ve hankahtan meydana gelmiştir. Yapı topluluğunun camisi kitabesinden öğrenildiğine göre; Kılıç Arslan oğlu Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında XIII.yüzyılın başında yapılmıştır. Sultan II. Bayezid zamanında da l511’de onarılmıştır. Caminin önündeki son cemaat yeri sivri kemerlerle birbirine bağlanmış yedi sütunun taşıdığı bir çatı ile örtülmüştür. Son cemaat yerinden üç kubbeli ve üç bölümlü uzun bir giriş koridoruna onun ardından da kare planlı ve kubbeli ibadet yerine girilmektedir. İbadet yerini örten kubbe on altı köşeli bir kasnak üzerine oturtulmuştur. Kasnağın ilginç bir yapı şekli bulunmaktadır; kare kasnağın köşeleri kırılarak sekizgene oradan da on iki köşeli kasnağa geçilmektedir. Mihrap sivri kemerli bir niş şeklindedir. Minber beyaz mermerden olup üzerinde bezeme elemanlarına rastlanmamaktadır. Minare kare kaideli olup üzerine tuğladan yuvarlak gövdeli tek şerefelidir. Külliyenin ortasında dikdörtgen planlı medrese bulunmaktadır. Medrese alışılagelenin dışında biraz çarpık olup üzeri kubbe, yanları da tonoz örtülüdür. Bunun çevresindeki imaret ve hankah ile Bektaşi dergahı özelliklerini taşımaktadır. Ayrıca türbedar odası ile Seyit Battal Gazi ile Ahmet ve Mehmet Beylerin türbeleri de burada bulunmaktadır. Külliyenin tümünde yapı malzemesi olarak taş, mermer, tuğla ve Bizans yapılarından toplanmış devşirme malzemeler kullanılmıştır. BARDAKÇI KÖYÜ CAMİSİ (Seyitgazi) Eskişehir Seyitgazi ilçesi Bardakçı Köyü’nde bulunan caminin kitabesinde banisinin ismi bulunmamaktadır. Buradaki kitabeden l336 yılında yapıldığı anlaşılmaktadır. Dikdörtgen planlı caminin üst örtüsünü dokuz ağaç sütun taşımaktadır. İbadet mekanını üzeri içten tavan, dıştan da toprak damla örtülmüştür. Bu yapı sonraki yıllarda yıktırılmış ve yerine mimari yönden hiçbir özelliği olmayan bugünkü cami yapılmıştır.
-
ESKİŞEHİR ÜNLÜ KİŞİLERİ Yunus Emre: Hak ve halk şairi Yunus Emre, 1240 (Hicri 638) yılında Eskişehir’in Mihalıççık ve Sivrihisar ilçeleri arasında kalan ve bugün kendi adıyla anılan Sarıköy’de doğmuştur. Pek çok önemli şiirini içinde bulunduran Risalet-ün Nushiyye isimli mesnevisini 1307 – 1308 (Hicri 202) yıllarında yazdığı anlaşılmaktadır. Şiirlerini bir araya getiren Divan’ı ölümünden sonra sevenleri tarafından düzenlenmiştir. Şiirlerinden Mevlana Celalettin Rumi’nin çağdaşı olduğu, onu tanıdığı, toplantılarına katıldığı ve kendi deyişiyle onun ‘ görklü nazarından ‘(güzel ve gösterişli bakış açısından) ilham aldığı anlaşılmaktadır. 1320 (Hicri 270) yılında Sarıköy’de vefat eden Yunus Emre, Anadolu Selçuklu Devleti’nin son yılları ile Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş yıllarına denk düşen önemli bir dönemde yaşamıştır. Türk-İslam halk düşüncesinin en önemli yapı taşlarından birisi olan Yunus Emre, şiirlerinden de anlaşıldığı üzere, Mevlana, Ahmed Fakıh, Geyikli Baba ve Seydi Balum ile de çağdaştır. Mezarı Eskişehir Sarıköy’dedir. Demiryolu hattı, mezarının yakınından geçmesi nedeniyle 1946’da yeni bir mezar ve anıt çeşme yapılmaya başlanmış, naşı 1949’da buraya taşınmıştır. 1964’te başlayan son mezar yeri inşaatı 1970’te bitirilmiş ve naşı tekrar taşınan Yunus Emre, o tarihten beri bu anıt mezarda yatmaktadır. Nasreddin Hoca: Türk-İslam kültürünün büyük bilgesi ve gülmece ustası Nasreddin Hoca, 1208 yılında Eskişehir’in Sivrihisar ilçesine bağlı, adı sonradan ‘Nasreddin Hoca Beldesi’ olarak değiştirilen ‘Hortu’ köyünde doğdu. Babası Abdullah Efendi, annesi ise Sıdıka Hanım’dır. Nesreddin Hoca, ilk bilgilerini din görevlisi olan babasından öğrendi. Daha sonra Sivrihisar ve Konya medreselerinde öğrenim gördü. Kendi köyünde ve Sivrihisar’da imamlık ve vaizlik yaptı. Bilgisini artırmak amacıyla daha sonra Akşehir’e gitti. Burada Seyyid Mahmut Hayrani, Seyyid Hacı İbrahim Veli gibi devrinin tanınmış bilgin ve arif kişilerinden dersler aldı. Öğrenimini bitirdikten sonra Akşehir’e yerleşti. Asil görevi hocalık olmasına rağmen, katiplik, müderrislik, kadılık, mahkemelerde bilirkişilik de yaptı. Kimi zaman geçimini çiftçilikle, bahçıvanlıkla, pazarcılıkla kazandı. Durumun böyle olmasında Hoca’nın bir halk adamı olarak yaşamak istemesinin yanı sıra devrin ekonomik şartlarının da etkisi vardır. Hocanın ilk evliliği Akşehir’de olmuştur. Hoca, bu hanımının ölümünden sonra ikinci defa evlenmiş ve bu evlilikten Fatma isimli bir kızı olmuştur. Hoca’nın diğer bir kızı ise Dürri-i Melek Hatun’dur. Fıkralarından bir de Ömer isimli oğlu olduğu anlaşılmaktadır. Nasreddin Hoca, 1284’de 76 yaşında iken Akşehir’de vefat etti ve Akşehir’in en eski Selçuklu mezarlığına gömüldü. Mezarı, daha sonra türbe haline getirildi. Unesco, 1996 yılını Nasreddin Hoca Yılı olarak ilan etti. Çeşitli etkinlikler, özel yayım ya da dergilerin özel sayılarıyla kutlanan yıl kapsamında, ülkemizde sempozyumlar düzenlendi: Seyyid Battal Gazi: 8. yüzyılda yaşadığı tahmin edilen ve hakkında çeşitli inanışlar bırakmış bir liderdir. Farklı kaynaklarda etnik kökeni Türk, Arap veya Anadolu yerli halkından olarak belirtilmiştir. Babası Arap kökenli ve annesinin Adıyaman(?) kökenli olduğu halde, kendisinin Malatya'da doğduğuna ve yetiştiğine yeterince kaynak var. Doğduğu ve yaşadığı evin yeri halen mevcuttur. Yıkıntı halinde korunmaktadır. Uzun yıllar halka yemek dağıtılan hayrat yeri olarak kullanılmıştır. Evliya Çelebi seyahatnamesinde bahsedilmektedir. Battal Gazi hakkında bugüne ulaşabilmiş kaynaklar sadece mesnevi tarzı yazılmış, birbirini hem destekleyen hem de çelişen olgular içeren destanlar ve halkın hafızasında kalmış olan bilgilerdir. Battal Gazi Destanı'nda ve halk hikayelerinde, Emeviler zamanında Arap ordusuyla birlikte İstanbul'u kuşattığı anlatılmaktadır. Kuşatma hem denizden hem karadan yapılmış, fakat başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Destanda Battal'ın düşmanı, Arap komutanına oyun oynayıp kuşatma başladığında İstanbul'a geçerek imparatorluğunu ilan eden İmparator Leon'dur. Arap tarihinde II. İstanbul kuşatmasının tarihi (717-718) olarak belirtilmektedir. Bizans tarihindeki veriler de bu tarihi doğrular niteliktedir. Ayrıca Bizans tarihinde İmparator III. Leon'un tahta çıkma tarihi 717 olarak belirtilmiştir, bundan dolayı destandaki Leon'un İmparator III. Leon olma olasılığı üzerinde durulmaktadır. Destanda Battal Gazi'nin kuşatma sırasında yirmili yaşlarında olduğu söylendiği için, Battal Gazi'nin doğum yılının (690-695) civarı olmasının olası olduğu düşünülmektedir. Battal Gazi'nin ölüm yılının 740 olduğunda tarihçiler mütabakata varmışlardır. 740 yılında Eskişehir'in Seyitgazi ilçesi yakınlarında savaşta aldığı yara sebebiyle şehit olmuştur. Anadolu'da İslam’ın yayılmasına büyük katkıları olmuştur. Şeyh Sücaeddini Veli : Hacı Bektaşi Veli Halifelerinden olup, yaşadığı tarihler bilinmemekle birlikte türbesinin 1515 yılında, Yavuz Sultan Selim zamanında Mürvet Ali Paşa tarafından yaptırıldığı kesindir. Bir adı da “Varlıklı Sultan” dır. Horasan’dan geldiği ve Anadolu’da birçok yer gezdikten sonra Seyitgazi İlçesi Arslanbeyli Köyüne yerleştiği söylenir. Sekizinci İmam Rıza soyundan, dünyadaki dört Veli’den birisi olarak kabul edilmektedir. Külliyesinde kendisi dışında Mürvet Ali Paşa Türbesi, aşevi, cem evi gibi bölümler vardır. Adına her yıl Haziran ayında şenlikler düzenlenir. Dursun Fakih : Karaman’da doğmuş, Şeyh Edebali’nın öğrencisidir. Dursun Fakih; tefsir, hadis, fıkıh bilimlerini okumuştur. Osmanlı Devletinin kuruluşuna şahitlik etmiş bir Türk Bilginidir . Şeyh Edebali’nın kızını alarak damadı ve Osman Gazi ile de bacanak olmuştur. 28 Eylül 1299 yılında Karacahisar fethedildikten sonra, Osman Gazi adına Cuma Hutbesini okuyup, Cuma Namazını kıldırmıştır. Böylece, hem Osman Gazi’nin hür ve tam İstiklal sahibi bir Devlet Başkanı olduğunu, hem de Osmanlı Devletinin İstiklalini dünyaya ilan etmiştir. Dursun Fakıh, Osmanlı Devletinin ilk imam-hatibi ve ilk kadısı olma şerefine elde etmiştir. “Gazavetname” adlı bir eseri bulunmaktadır. Anadolu’da milli birlik ve milli kültür birliğinin oluşmasına hizmet eden bir Türk Büyüğüdür.1327 yılında vefat etmiştir. Şeyh Edebali: (1206 - 1326) شيخ ادب علي, Osmanlı Devleti'nin kuruluş yıllarında yaşamış bir İslam ilahiyatçısı-din bilgini, Ahi şeyhi, Osman Gazi'nin kayınpederi ve hocası, Orhan Gazi'nin dedesi bir anlamda da sonradan imparatorluk olacak Osmanlı Devleti'nin fikir babasıdır. Ciddi kaynaklara göre, aslen Karamanlı’dır. İlk tahsilini memleketinde yapan Edebali, tahsilini Şam’da tamamlamıştır. Tefsir, hadis ve özellikle İslam hukukunda uzmanlaşmıştır. Mevlana gibi, zamanının büyüklerinin sohbetinde bulunmuştur. Tasavvuf yoluna girdiği, Baba İlyas halifelerinin ileri gelenlerinden olduğu belirtilmektedir. Doğum tarihi kesin olmamakla beraber, 1206 yıllarında doğduğu tahmin edilmektedir. Alim, faal, varlıklı, çevresi için örnek teşkil eden bir kişi olan Şeyh Edebali, Eskişehir yakınlarında İtburnu denilen köyde yaşar, yaptırmış olduğu zaviyede öğrenci yetiştirir ve halkı aydınlatırdı. Bilecik’te bir dergah yaptırmış, Osman Gazi'yi de birçok defa burada misafir etmiştir. Rivayete göre, Osman Gazi’nin dergahta bulunduğu bir gece, rüyasında Şeyh Edebali'nin göğsünden bir ayın çıkıp kendi göğsüne girdiğini ve göğsünden bir büyük ağaç bitip dallarının alemi kapladığını, altından birçok nehirlerin çıkıp insanların bu sulardan geçtiklerini görmüştü. Sabah olup rüyayı anlatınca, Şeyh Edebali rüyayı şöyle tabir etmiştir: "Sen, Ertuğrul Gazi oğlu Osman, babandan sonra bey olacaksın. Kızım Malhun Hatun la evleneceksin. Benden çıkıp sana gelen nur budur. Sizin soyunuzdan nice padişahlar gelecek, ve nice devletleri bir çatı altında toplayacaklar, Allah nice insanın İslam'a kavuşmasına senin soyunu vesile edecektir." Gerçekten de öyle olur, altı asırdan fazla devam edecek olan bir imparatorluğun temelleri Osman Gazi ile atılır ve bunun ilk müjdecisi Şeyh Edebali olur. 1326'da 125 yaşlarında Bilecik’te vefat etmiş, dergâhının yanında gömülmüştür. Eskişehir’de de adına bir türbe yapılmıştır. Vefatından bir ay sonra kızı, dört ay sonra da damadı Osman Gazi vefat etmiştir. Şeyh Edebali'nin ismi, 2001 yılında CHP lideri Deniz Baykal'ın Osman Gazi'ye vasiyetinden alıntıları ve Şeyh'in -temsili- bir resmini bürosuna astırması ve konuşmalarında Şeyh Edebali'ye atıflarda bulunması nedeniyle Türk siyasi gündemine tekrar gelmiştir. Hızır Bey: (1407-1459) Nasreddin Hoca’nın torunu olan Sivrihisar Kadısı Müderris Celaleddin Emin Arif’in oğludur. 6 Ağustos 1407 yılında babası Sivrihisar’da kadı iken dünyaya gelmiştir. İlk tahsilini babasından aldıktan sonra Molla Yegan’ın Bursa Medresesi’nde verdiği derslere devam etmiştir. Tahsilinin ardından tekrar Sivrihisar’a dönen Hızır Bey, Sivrihisar’da müderrislik ve kadılık görevlerinde bulunmuştur. Orada bulunduğu süre içerisinde Kurşunlu Mahallesi’ndeki evini okul yapıp vakfa bağışladı. Fatih Sultan Mehmet, fetih öncesinde Edirne’de katıldığı bir toplulukta bir Arap bilgininin sorularının yanıtlanamadığını görünce çok kızar, adamlarına bu bilgine cevap verecek bir alim kişi bulmalarını söyler. Hızır Bey’i bu iş için uygun bulan görevliler onu bulup ikna ederler ve Hızır Bey Edirne’ye bir sipahi kılığında gelir. İlk bakışta görünümünden dolayı Hızır Bey’i küçük gören Arap bilgin sorduğu bütün sorulara cevap alınca oldukça şaşırır. Hızır Bey’in sorusuna ise bu bilgin cevap veremez ve yenilmiş olur. Bu duruma oldukça sevinen Fatih, Hızır Bey’i Bursa Sultaniye Medresesi baş müderrisliğine, ardında da Edirne Medreseleri’nin baş müderrisliğine getirir. İstanbul’un fethine bir sipahi olarak bizzat katılan Hızır Bey, fethin ikinci günü F.Sultan Mehmet’çe İstanbul Kadılığı’na ve Belediye Başkanlığı’na getirilir. İyi bir hatip olmasının yanında üç dil ile şiir yazabilecek bilgiye de sahiptir. Sinan Paşa : Hızır Bey’in oğludur. 1437 yılında Sivrihisar’da doğmuş, tahsilini babasından tamamlayıp çocuk denecek yaşta icazet almıştır. Genç yaşta Fatih Sultan Mehmet tarafından Edirne Medresesi’ne baş müderris tayin edilmiştir. Vezirlik rütbesiyle İstanbul’a getirilerek(1470) F.Sultan Mehmet’e müsahip ve hoca oldu. Bir süre sonra kendisini çekemeyenlerce aleyhinde söylentiler çıkarıldı. Sonunda Fatih’in gözünden düşürülen Sinan Paşa, vezirliği de elinden alınarak hapse atılmıştır. Bu olaya karşı olan, İstanbul’da hatırı geçen ulema paşanın serbest bırakılmasını aksi takdirde topluca memleketi terk edeceklerini padişaha bildirmeleri üzerine Sinan Paşa hapisten çıkarılarak Sivrihisar Medreseleri’nin baş müderrisliğine kadılık görevi verilmek üzere sürgün edildi. Fakat Sinan Paşa’nın düşmanları Fatih’e baskı yaparak, Sinan Paşa’nın deli olduğunu söyleyerek İznik’ten geri çevirttiler ve aynı cezaya maruz kalmasına neden oldular. Tekrar aynı tepkilerle karşılaşılınca Sinan Paşa yeniden serbest bırakıldı. Sadık öğrencisi Molla Lütfü ile Sivrihisar’ın yolunu tutan Sinan Paşa, beş yıl burda baş müderrislik ve kadılık yaptı. Bu esnada babasının yaptırdığı Hızır Bey Kütüphanesi’ni geliştirdi. Ardından da kendi adıyla anılacak kütüphaneyi kurdu. II.Beyazıd padişah olunca Sinan’a vezirlik rütbesi iade edilerek Edirne Medresesi’ne baş müderris tayin edildi. Edebi eserlerinin birçoğunu burada yazmıştır. En önemli eseri Tazarruname (Yalvarma) dır. Aziz Mahmud Hüdayi : 1453/1536 yılında Sivrihisar’da doğdu. Asıl ismi Mahmud olup Aziz ismini biyografi müellifleri hürmet ifadesi olarak kullanmışlardır. Hüdayi ise şiirlerinde kullandığı mahlastır ve şeyhi Üftade tarafından verilmiştir. Bir süre zamanın meşhur kadılarından Nazırzade’nin mahiyetinde çalıştıktan sonra dört yıl otuz akçe maaşla Bursa’da kadılık yaptı. Şeyhi Üftade’nin yanında ilmini ve bilgisini artırarak kemal mertebesine ulaştı. Ardından Büyük Mahkeme diye adlandırılan Cami’i Atik mahkemesinde kadılık yaptı. Bunun dışında Edirne Selimiye Medresesi, Mısır ve Şam kadılıklarında da bulundu. Türkiye’deki sünni tarikatlardan Celvetiyye tarikatının kurucusudur. Nefsini köreltmek amacıyla sırıklara takılı ciğer sattı, kendisinin ve ailesinin nafakasını bu şekilde temin etti. Hüdayi, ailesi ile birlikte Sivrihisar’dan ayrılarak Üsküdar’a yerleşip bir müddet inzivaya çekildi. On beş yıllık inziva hayatından sonra Fatih Camii’nde Cuma vaizliği, müfessirlik ve muhaddislik yaptı. Aziz Mahmud Hüdayi’nin bestelenen şiirlerinden birçoğu halen çalınıp söylenmektedir. 1623/1628’de vefat eden şairin otuza yakın eserlerinden bazıları şunlardır: Tarikatname, Tarikat-ı Muhammediye, Nectül Garik, Cami’ül Fezail, Külliyat-ı Hüdayi, Nefais’ül Mecalis, Vakıat, Kami’ur Reza’il, Miftahus Salat Mirkatün Necat, Nasaih, Habbet’ül Muhabbe... Seyh Baba Yusuf : Sivrihisar’da doğmuştur. Doğum tarihi hakkında kesin bir bilgi yokken ölüm tarihi kimi kaynaklarda 1507 olarak gösterilmiştir. İlk tahsilini babasının yanında yapmış, daha sonra Sivrihisar medreselerinin en ünlülerinden biri olan Selçuk Medresesi’nde eğitimini tamamlayarak icazet almıştır. Bayramiye tarikatına mensuptur. Arapça’yı ve Farsça’yı ana dili gibi bildiği yazmış olduğu eserlerinden anlaşılmaktadır. Hattatlıkta da usta olan Yusuf, II.Beyazıd’ın yaptırdığı Beyazıd Camii Şerifi’nin ilk Cuma ve Kürsü vaizidir. Hicri 898 yılında bitirip, ibadete açtığı Sivrihisar Kurşunlu Camii dikkate alınması gereken önemli bir eserdir. Mevhub-u Mahbub isimli bir kitabı bulunan Şeyh Baba Yusuf’un mezarı İstanbul Eyüp Sultan’dadır. Pir Mehmet : Tarikat edebiyatımızda Pir Mehmet adlı iki şair vardır. Bunlardan birincisi 16. asır şairi Pir Sultan Abdal’ın oğlu Mehmet’tir. Hayatı ve şairliği menkibevi bilgilere dayanmaktadır. İkincisi 19.asırda yaşamış bir şairdir. Mehmet Tevfik Oytam’a göre Abdülmecid ve Abdülaziz devirlerinde Eskişehir Seyyid Gazi Tekkesi Postnişinliği’nde bulunmuş, kendisinden sonra yerine oğlu şair İlhami Dede geçmiştir. II. Mahmut devrinde de yaşamıştır. (Adı geçen Hacı Bektaş Kütüphanesi Derviş Eşref Mustafa tarafından 1258 tarihinde kaleme alınmıştır.) Pir Sultan Abdal’ın oğlu ile isim, kısmen inanç ve zihniyet beraberliğinden başka ilgisi bulunmamaktadır. Bektaşilik prensiplerini ve zaman zaman ferdi duyguları hece ve arız vezinleri ile kaleme alan Pir Mehmet ve oğlu Ali İlhami Dede’nin zamanımıza kadar yaşama şansı hiç şüphesiz bağlı oldukları Bektaşi tarikatından gelmektedir. Uzun yıllar Bektaşi tekkelerinde okunan şiirleri şöhretlerinin yayılmasına sebep olmuştur. İlhami Dede : Seyit Battal Gazi Külliyesi’de yetişmiş eski dönem halk ozanlarındandır. Eserlerinden ancak sınırlı bir kısmı günümüze ulaşmıştır. Genç Abdal : Henüz ana adını bile bilmediğimiz Genç Abdal’ın İstanbullu olduğu, 19. yüzyılın ikincı yarısında yaşadığı sanılmaktadır. Sardazam Yusuf Kamil Paşa’nın yanında divan katipliği yapmıştır. Hece ve aruz vezniyle yazdığı altmış kadar nefesi(deyişi) vardır. Sadrazam Yusuf Kamil Paşa’nın zevcesi Zeynep Hanım ikrarbent olmak için Süceattin Veli Şeyhleri’nden Şeyh Şücea Dede’yle Pir Mehmet’i İstanbul’a çağırmış, günlerce konağında misafir etmiştir. Bütün İstanbul alevileri akın akın şeyhleri görmeye, hayır duaları almaya, sohbet etmeye konağa gelmişler, bunların arasında saray katibi Genç’de gelmiştir. Dedelerden defalarca kendisini ikrarbent yapmalarını istese de dedeler bunun erken olduğunu, önce yanıp yakılmasının, pişmesinin gerektiğini söylerler. Dedelerin Eskişehir’e dönmeleri yaklaşınca Katip Genç dedelere yine yalvarır. Bu defa dedeler İstanbul Muhipbanları’nın da kefaletini alarak ikrarbent yaparlar ve mürşitler(dedeler) dönerler. Genç Abdal da hanımından rıza ister ve memuriyetten feda eder. Dedelerle birlikte Seyit Battal Gazi Dergahı’na gelir. Beş sene burada kalır. Pir Mehmet ölünce Seyit Sultan Şüceattin Veli Dergahı’na gelir. Bu arada dergahta şair Ali Rıza Hadi vardır. Genç Abdal bu kişiye gönülden bağlanmıştır. Sonraları Zeynep Hanım, Ali Rıza’yı saraya davet etmiş, daveti kabul eden Ali Rıza Hadi, Genç Abdal’ı yanına almıştır. Zeynep Kamil Hanım tuttuğu defterde Genç Abdal’ın nefeslerine yer vermiş, ondan övgüyle bahsetmiştir. Zeynep Kamil’in oturduğu konak bugün hastane olarak kullanılmaktadır. Mustafa Şükrü Baba : 1873 yılında Seyitgazi’de doğmuştur. İlhami Dede’nin torunu olup külliye eğitimi almıştır. Seyit Battal Gazi Külliyesi’nin 65. şeyhidir. Yunanlılar’ın Eskişehir’i işgali zamanında ocağını başarıyla savunmuştur. 1946 yılında vefat eden Mustafa Şükrü’nün mezarı Eskişehir’in Yukarı Mahalle kabristanındadır. Mevhud-u Cenab-ı İmam-ı Ali, Seyit Battal Gazi ve İlhami Dede Divanı ve Mustafa Şükrü Divanı tesbit edilen eserleri arasındadır. Nihat Aşar : 1928 yılında Eskişehir’de doğdu. İlk ve ortaokulu İzmir’de okudu. 1946 yılında İzmir Atatürk Lisesi’nden, 1950 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun oldu. Aynı yıl Ankara Valiliği’nde Kaymakamlık stajına başladı. 1953 yılı başlarında Eskişehir’e bağlı Mihalıççık Kaymakamlığı’na atanan Aşar, 1956 yılında ise Gerze İlçesi Kaymakamlığı’na atandı. Üç yıl sonra Kızılay Genel Merkezi’nde Teşkilat ve İçtimai Yardım Müdürlüğü’nde çalışmaya başladı. Görevi süresince çeşitli üst kademelere de yükselen Aşar, 1977 yılında kendi isteğiyle emekli oldu. Şiir yazmaya lise yıllarında başladı. Türkiye’de yayımlanan önemli birçok dergi ve gazete ile edebiyat ansiklopedilerinde kendisine ve eserlerine yer ayrılmıştır. 1961 yılında Kızılay dergisini çıkarmaya başlamış uzun bir süre de derginin yazı işleri müdürlüğünü yürütmüştür. Aşar, ayrıca İdarecinin Sesi, Mülkiyeliler Birliği, Çaba Sanat ve Sümerbank adlı dergi ve gazetelerin yayımlanması aşamasında çeşitli görevlerde bulundu. Memuriyetinin ardından bir süre Bulvar gazetesi Ankara Bürosu’nda, bir süre de Tercüman gazetesi İzmir Bürosu’nda çalışmıştır. Yurtiçi ve yurtdışındaki çeşitli gazetelerde edebi ve mesleki konularda makaleleri yayımlanmıştır. Ankara’daki Adam, Bir Dünya İstiyorum, Aydınlık ve Nasıl Geçti Habersiz adlı dört şiir kitabıyla bir inceleme kitabı vardır. Birçok şiiri bestelenmiş, plak ve kaset yapılmış, çeşitli ödüller almıştır. Özellikle Nasıl Geçti Habersiz adlı şiirinin Teoman Alpay tarafından hicaz makamında bestelenmesinin ardından şiir büyük bir üne kavuşmuş, 1971 yılında Milliyet gazetesince o yılın en sevilen şarkısı seçilmiştir. Nihat Aşar 1983 yılından bu yana İzmir Karşıyaka’da yaşamını sürdürmektedir. Erol Martal : 1943 yılında Eskişehir’in İnönü İlçesi’nde doğdu. Yunusemre İlkokulu ve Atatürk Lisesi’ni bitirdikten sonra 1962 yılında Ankara Demiryolu Meslek Lisesi’nden mezun oldu. Malatya ve Adana’da görev yaptıktan sonra 1970’de Eskişehir’e geldi ve Tülomsaş’ta muhasebe bölümünde çalışmaya başladı. 1990’da emekli oldu, bir yıl sonra İzmir’e taşındı. İlk şiiri 1983 yılında Türk Edebiyat Dergisi’nde yayımladı. Daha sonra Gülpınar, Eflatun, Davet, Yeni Defne, Musiki ve Nota gibi dergilerde de şiirleri yayımlandı. 1984 yılında Avni Anıl’ın çıkardığı Musiki ve Nota dergisinde yayımlanan ‘Yağdır Mevlam Su’ isimli şiiri ilk olarak Faruk Şahin tarafından bestelendi. 6 - 7 ay sonra Mahmut Oğul’da bu şiiri besteledi. Yağdır Mevlam Su, 1986’da Milliyet’in düzenlediği yılın sevilen 10 şarkısı yarışmasında 8.olurken, bir yıl sonra Müzik Magazin Dergisi’nce yılın şarkısı seçildi. Erol Martal’ın bestelenen diğer şiirleri şunlardır: Dünya Sahi(Faruk Şahin), Has Çiçek(Rafet Kıral), Olmak Gerek(Erdoğan Berker). 1985 yılında Musiki ve Nota Dergisi’nin açtığı yarışmada şiiri üçüncülük ödülü kazandı. Erol Martal, 1988 yılında ilk kitabı olan Yağdır Mevlam Su’yu yayımlamıştır. Enis Batur : 1952 yılında Eskişehir’de doğdu. Orta Öğrenimini İstanbul ve Ankara’da yüksek öğrenimini Ortadoğu Teknik Üniversitesi ve Paris’te tamamladı. İlk yazısı 1968 yılında yayımlandı. Kimi yazılarında Leman Batur, Fakir İdris, Reşit Amrahor, Salim Kantörün, Sarp Yenisey, İdris Kantörün, Hakkı Aksulu takma adlarını kullandı. Şiir ve yazıları Soyut, Türk Dili, Oluşum, Kitap-lık, Papirus, Yazko Edebiyat, Şiir Atı, Gergedan, Sombahar, Aydınlık, Nar, Cogito, Argos ve Millet Sanat gibi çok çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlandı. Üç şiiri Oruç Aruoba tarafından İngilizceye, iki kitabı da Işıl Saatçioğlu tarafından Fransızcaya çevrildi. Kendisi de dört kitap ve birçok şiir-yazı çevirmiştir. 1978 yılından bu yana söyleşi, toplantı, konferans, açık oturum, televizyon ve radyo programlarına katılan Enis Batur, halen Yapı Kredi Yayınları’nda çalışmaktadır. 1989 yılında, Ankara’da Ortek Yayınevi’nden Kuvve adlı bir kitabı, Reşit İmrahor takma adıyla çıkardığına dair bilgi varsa da böyle bir kitap hiçbir zaman çıkmamıştır. Opera adlı şiir kitabıyla Altın Portakal Şiir Ödülü’nü kazandı. Ayrıca İtalya’dan da şiir ödülü kazanan sanatçının yayımlanmış kitaplarından bazıları şunlardır: Bir Ortaçağ Yalnızlığı, Eros ve Hgades (1973), Nil (1975), Ara-Kitap (1976), Ayna (1977), Dünya Edebiyatı Antolojisi (1988), Yazının Ucu (1993), Akabe, Kandil (1994), Saatsiz Maarif Takvimi (1995), Opera, Yolcu, Keşif (1996), Aciz Çağ (1998) Recep Bilginer : 1922 yılında Adana’da doğdu. Gazeteciliğe 1945 yılında Eskişehir’de başladı. Sesışık, Hamle, Türke Doğru gibi pek çok Eskişehir gazetesine yazı verdi. Eskişehir’de Politika gazetesini ve Düşünce dergisini çıkaran Bilginer, İstanbul’da da Akın(1951), Hakikat’i Tasvir(1961-63) gazeteleri ile Yeni Çağ dergisini çıkardı. 1950-1955 yılları arasında İstanbul Belediye Meclis Üyeliği ve Daimi Komisyon Üyeliği yaptı. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Tiyatro Yazarları Derneği gibi birçok kuruluşta görev yaptı. İlk piyesi Gazeteciden Dost, 1961’de Şehir Tiyatroları’nda sahnelendi. Kimi Şehir Tiyatroları’nda, kimi de Devlet Tiyatroları’nda sahnelenen oyunlarından bazıları şunlardır: İsyancılar, Ben Devletim, Yunus Emre, Kıskanç, Lale Bahçesinde bir Şair...Şiir yazmaya 1944 yılında başlayan Bilginer’in kitapları ise : Beyşehir ve Düşüncedir(Yazılar), Hapisliğim(Anılar) ve Bir Zamanlar(Şiir)’dır. Yunus Emre oyunuyla Kültür Bakanlağı’nın en iyi yazar ödülünü, Savaştan Barışa, Aşktan Kavgaya oyunuyla da Atatürk Araştırma Merkezi sanat ödülünü kazanmıştır.(1998) Tuna Kiremitçi : 1973 yılında Eskişehir’de doğdu. Murat Atılgan, Yunus Emre ve Dumlupınar İlkokulları’nın ardından ilköğrenimini, 10 yaşındayken taşındıkları Ankara’da tamamladı. İlk şiirleri Galatasaray Lisesi’nde öğrenciyken 1991 yılında Varlık dergisinde yayımlandı. Bunun dışında Sonbahar, Gösteri, Aykırı, Nar, Kitap-lık gibi dergilerde de şiirleri yer aldı. İlk kitabı 1994 Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülü’nü kazanmış şiirlerini de içeren Ayabakanlar’dır(1994). Lise arkadaşları ile kurduğu Kumdan Kaleler adlı müzik gurubuyla 1996 yılında Denize Doğru isimli bir kaset çıkarmışlardır. Bu gurup bir süre sonra dağılmıştır. Kiremitçi, halen İstanbul’da yaşamını sürdürmektedir. Prof.Dr.Mehmet Kaplan : 18 Mart 1915 de Sivrihisar’da doğdu. İlkokulu Sivrihisar’da okudu. Orta ve lise tahsilini Eskişehir’de tamamladı. Edebiyat öğretmeni Cemal Duru’nun önemli etkisi ile Yüksek Muallim Mektebi’nin Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü kazandı. Mezun olduktan sonra Almanya’ya gitti.1944’de doktor, 1949’da doçent ,1953’de de profesör oldu. Erzurum Üniversitesinde kurucu hocalar arasında yer aldı. 1960’da İ.Ü.Ed. Fak. görev aldı. 1962’de Türk Dili Edebiyatı Bölüm Başkanlığına getirildi. 1981 yılında Türkiye Milli Kültür Vakfınca Milli Kültüre Hizmet Şeref Madalyası verildi.1983’te Cumhurbaşkanı Kenan Evren tarafından Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurulu üyeliğine seçildi. 1986 yılında vefat etti. Eserleri: Namık Kemal Hayatı ve Eserleri(1948), Tevfik Fikret ve Şiiri(1946), Şiir Tahlilleri(1953), Akif Paşa’dan Yahya Kemal’e Kadar(1954), Cumhuriyet Devri Türk Şiiri(1965), Tanpınar’ın Şiir Dünyası(1963),Hikaye Tahlilleri(1979),Köroğlu Destanı(derleme)1973
-
Eskişehir Sivil Mimari Örnekleri Mimari: Eskişehir’in Odunpazarı semti kentin güney kesimindeki tepelerin üzerine kurulmuştur. Osmanlı sivil mimari örneklerini koruyan kent, kıvrımlı yolları, çıkmaz sokakları, ahşap süslemeleri bitişik düzenli, cumbalı evleri ile örf, adet ve geleneklerini koruyarak bir bütün olarak günümüze kadar gelmiştir. Odunpazarında dinsel ve sosyal amaçlı yapılar, kamu yapıları ve ticari yapılar bulunmaktadır. Kurşunlu Camii ve Külliyesi, Çoban Mustafa Paşa tarafından 1525’de bir külliye halinde yapılmıştır. Akoğlan Camii, Müftü Camii, Tiryakizade Hasan Paşa Camii, Sivrioğlu Camii, Şeyh Şehabettin Türbesi, dini yapıların en önemlileridir. Kamu yapılarının başında Birinci Ulusal Mimarlık Dönemi üslup ve yapısal özellikleri taşıyan Atatürk Lisesi, Cumhuriyet Tarihi Müzesi (Eski Askerlik Şubesi) ve Mal Hatun İlkokulu gelmektedir. Odunpazarı Semti, “Odunpazarı Tarihi ve Kentsel Sit Alanı” olarak tescil edilerek korunmaya alınmıştır. Odunpazarı konutları genelde iki tip olarak yapılanmıştır. İlk tip konutların girişleri sokaktan, bahçeleri arkadadır. İkinci tip konutlar ise bahçeler önde, konutları bahçe içinde olacak şekilde; 1,2 veya 3 katlı olarak yapılmışlardır. Konutlar genelde bir sofa ve etrafındaki odalardan oluşmaktadır. Çok katlı konutlarda zemin kat, mutfak, depo gibi servis hizmetlerine ayrılmış olup, yaşam üst katta sürmektedir. Konutların ön cephelerindeki iki tarafı pencereli köşe odası, daha büyük ve önemlidir. Odalarda genelde pencerelerin önünde oturma sedirleri vardır. En az bir duvar, ahşap işçiliğinin en güzel örneklerini veren dolaplardan oluşmaktadır. Ayrıca, duvarlarda günlük kullanım eşyaları için raf ve nişler vardır. Katlar arasındaki hareketliliği sağlayan sofa, aynı zamanda konutların en büyük mekanıdır. Misafirlerin ağırlanması için, selamlık denilen bir mekan bulunur. Konutlar harem ve selamlık kısımları ile çift bir evi andırmaktadır. Geniş saçakları, kapıları, pencereleri, konsolları, tavanları, dolapları ve diğer ahşap işlerinde büyük bir ustalık ve zevk örneği gösteren konutlarda yapı malzemeleri olarak ahşap, ker**** ve moloz taş kullanılmıştır. Çatı örtüsü genelde oluklu kiremittir. Eskişehir merkezdeki Odunpazarı semtindeki konutlar geleneksel Türk evi plan özelliklerini göstermektedir. Odunpazarı konutlarının tümünde ahşap iskele arası tuğla yada ker****le doldurulmuş duvarlar biçiminde ‘ hımış’ tekniği uygulanmış, yüzeyler bağdadi sıva ile kaplanmıştır. Dar sokaklarda konutların alt kat köşeleri pahlanarak yer yer geçişin kolaylaştırılmasına çalışılmıştır. Hemen her konutta dikdörtgen, çokgen eğrisel çıkmalar vardır. Çıkmalar ya da geri kalan yüzeyler alınlıklarla belirginleştirilmiş ve bezenmiştir. Geniş saçakların altı ahşap ya da profilli bağdadi sıvayla kapatılmıştır. Çıkmalar, oymalı payandalar ve kıvrımlı ahşap ya da bağdadi kaplamalı özgün konsollarla desteklenmiştir. Konutlar koyu sarı, pembe, yeşil, mavi gibi parlak renklere boyanmıştır. Tüm bu özellikler yer yer bozulmuş Arnavut kaldırımlarıyla birleşerek Odunpazarına özgün bir Türk kenti görünümü vermektedir. Odunpazarı konutlarının büyük çoğunluğu dört odalı, iç sofalı plan tipindedir. Alt kat çoğunlukla çamaşır yıkama, yemek pişirme gibi günlük işlere ayrılmıştır. Ancak Türk evindeki yazlık ve kışlık kat ayrımı bu konutlarda gözlenmemektedir. Açık sofalı ana katlar bile kapatılıp iç sofalı biçime dönüştürüldüğü için yaşam ve yatma eylemleri hep birinci kat da çözümlenmektedir. Kare yada kareye yakın dikdörtgen odalarda şilte, yastık ve yorganların yerleştirildiği bezemeli yerli dolap (yüklük) vardır. Dolap kapakları çok sık kullanılmış selvi motifli, ahşap-geçme bezemelidir. Ayrıca kaş kemerli, kedigözü denilen küçük raflar alçı ya da ahşap ocak yaşmakları, pencere duvarı dışındaki yüzler, hem kullanım hem de bezeme olarak değerlendirilmiştir. Odunpazarındaki evlerin sofa ve oda tavanları Anadolu’ daki geleneksel konutlarda görülen göbekli, bezemeli pervazlı ya da çıtakari işlemeli süsleme yüzeyleridir. Göbekler, çok köşeli ve küçüktür. Geriye kalan alan çıtakari, dört köşeli geometrik örgeler ya da oymalı parçalardan oluşan pervazlarla doldurulur. 1922 Yunan yangını ardından yapılan ‘ neoklasik’ kamu yapıları, geleneksel konutlarla uslub ve boyut açısından önemli ayrılıklar gösterirler. Belediye Binası, Atatürk Lisesi, Askerlik Şubesi, Odunpazarı Karakolu ve Malhatun İlkokulu bu üslubun ilginç örnekleridir. Odunpazarı meydanı, parkı, meydana açılan kahvehane ve lokantaları birçok evin alt katındaki özgün dükkanlarıyla yerleşim ve ticaret açısından canlılığını çok iyi koruyabilmiş bir ‘eski kent çekirdeği’ dir. Konutların çok yıkık olanlarına rastlanabilmektedir. Ancak içinde yaşayanlar bu yerleşime olan bağlılıkları, komşuluk ilişkileri ve bahçe geleneğine düşkünlükleri nedeniyle evlerinden ayrılamamaktadırlar. Bu evler küçük onarımlarla daha uzun yıllar özelliklerini koruyabileceklerdir. Kentsel Sit Alanı olan bu bölgede kamu yapıları dışında 154 adet konut için koruma kararı mevcuttur. Evlerin bir kısmında restorasyon çalışmaları sürdürülmektedir.
-
İnanışlar Halk bilimi birçok bilimle konularını paylaşır. Ruh, toplum, tarım, hekimlik, tarih ve din bilimleriyle ilişkisi vardır. Çok eski yıllardan getirilen ve halen unutulmayan batıl itikatlar, dini ve geleneksel inanışlar vardır. - Baykuş, bir evin çatısında öter ise, o eve muhakkak kötülük uğrar veya o evden ölü çıkarmış. - Bir evin çatısında alakarga öterse o eve iyi güzel haber gelirmiş. - Bebeği uyurken öpersek ömrü kısalırmış. - Bir kimse yemek yerken ağzından ekmek düşerse o kimsenin ömrü kısalırmış. - Bebeğin tırnağı kesilirse hırsız olurmuş. - Yılan gören kimse yılanın arkasından üç tane taş atarsa sevap kazanırmış. - Salı günü işe başlanmaz yoksa iş sallanır kalırmış. - Pazartesi günü lambayı geç yakmak sevapmış. - Yün yumağını havaya atıp oynarsan iş geç bitermiş. - Cumartesi günü çamaşır yıkamak uğursuzluk getirirmiş. - Bir günde bir evden iki gelin çıkarsa gelinlerden biri ölürmüş. - Katır yavrularsa kıyamet koparmış. - Horoz civciv çıkarırsa dünya batarmış. - Kulak çınlarsa veya hıçkırık tutarsa birisi anarmış. - Göz seyirmesinde biri gelirmiş. - Avuç kaşınması para çıkacağına veya gireceğine delaletmiş. - Horoz vakitsiz öterse uğursuzluk getirirmiş. - Ayak altı kaşınması veya çıkarılan ayakkabıların üst üste binmesi bir yolculuk belirtisiymiş. - Ekmeğin gelişi güzel konduğunda dik olarak oturmasında, misafir gelirmiş. - Cuma günü tırnak kesmek bir deveyi kurban etmek kadar sevapmış. Nazar : Bakış anlamında Arapça nazar kelimesi, kimi insanların bakışlarındaki zararlı güç ve bu nitelikleriyle bir kişiye, bir hayvana yada bir nesneye bakmakla, canlı üzerinde hastalık, sakatlık, ölüm, nesne üzerinde sakatlanma, kırılma gibi olumsuz bir etkinin oluşması anlamındadır. Herhangi bir zararlı olay böyle bir nedene bağlandığı zaman “ nazar değdi “ deyimi kullanılır. Açık, çiğ mavi gözlülerin kötü niyetli, kıskanç, başkalarına zarar vermekten hoşlanan kimseler olduğuna inanılır. Kıskançlık duygusunun nazara yol açacağı inancı da yaygındır. Nazara uğramaya en uygun kişiler, çocuklarla, güzellikleri, hünerleri herkesin hayranlığını uyandırmış kişilerdir. Çünkü çocuklar zayıftır, çabuk etkilenirler; güzeller, hünerliler, mutlular da insanların kıskançlık duygularını kamçılarlar. Bu kötü duygular göz yolu ile hedefi etkiler ve sakatlar. Nazar, kıskançlık ve olumsuz duygulardan gelebileceği gibi, özellikle kişinin yakınlarının fazla hayranlık ve sevgi duygularından da gelebilir; bu türlü nazardan en çok çocuklar etkilenir. Onun içindir ki ananın, babanın çocuğa fazla düşkünlüğü iyi sayılmaz. Nazardan korunmak için, zarar görmesi olasılığı olan kişiyi, kem gözlerden kaçırmak gereklidir. Çok sağlıklı ve güzel çocuklar, hatta kırkı geçtikten sonra da yeni doğmuş bebekler mümkün olduğunca nazarı dokunacağı düşünülen kimselere gösterilmemeye çalışılır. Çocukların en yakınlarının sevgi ve hayranlık bakışlarının, aşırı okşamalarının kötü sonuçlar verebileceği inancı ile, tatlı sözler yerine maskara, çirkin... gibi kötüleyici sözlerle sevmeleri önerilir. Arada bir maşallah demek gerekir. Bununla kötü gözlerin etkisini ürkütüp kaçırmak amacı güdülür. Nazara karşı çocukları koruma araçları arasında en yaygını nazarlıktır. Bu çoğu kez sadece bir mavi boncuktur. Kimi zaman büyük bir boncuğun üstünde bir göz resmi olur.
-
EFSANELER Çağlar boyunca Halk Edebiyatı ve folklor bakımından Eskişehir ve çevresinin yaşantısına kuş bakış bakılırsa, bu açının gerek eser, gerek şahsiyet, gerekse çeşitli örnekler bakımından büyük bir alanı kapsadığı görülür. Halk Edebiyatımızın biricik siması Yunus Emre, çağlar boyunca bu topraklardan seslenmiştir. Sarıköy’de ekincilikle geçinen ve gayet yoksul olan Yunus Emre, bir kıtlık yılında buğday istemek üzere, Suluca Karahöyük’te Hacı-Bektaş Veli Dergahı’na giderken, eli boş gitmemek için dağdan alıç toplayıp götürür. Geldiğini ve ziyaret sebebini kendisine bildirdiklerinde Hacıbektaş Veli, adamaları vasıtası ile sordurur: - Buğday mı verelim, nefes mi? Yunus: - Nefesi ne yapayım bana buğday gerek. Hacıbektaş: - Buğday gerekse verelim. Fakat nefes gerekse getirdiğin alıçın her tanesine bir nefes verelim. Yunus yine: - Nefes neme gerek, der. Hünkar bu kez de: - Buğday gerekse verelim. Fakat nefes gerekse getirdiğin alıçın çekirdeği başına on nefes verelim. Yunus bu söze karşı dayatır. Çoluk çocuğu olduğunu, nefesin onların karnını doyurmayacağını söyler. - Ben nefesi neyleyim? İhsan ederlerse bana buğday versinler, der. Hünkar’ın emriyle öküzünün götürebileceği kadar buğday yüklenir. Yunus veda edip yola koyulur, fakat köyden biraz uzaklaşınca aklı başına gelir. - Eyvah ben ne olmayacak iş ettim. Bana nasip sundular kabul etmedim. Hem de alıçın her çekirdeği başına on nefes sundu da kabullenmedim. Buğday bir nice gün sonra tükenir. Nefes ölünceye dek tükenmez. Geri dönüp erenlerin eşiğine varayım. Belki bana himmet ettikleri nasibi verirler. Diyerek dönüp dergaha gelir. Öküzüne yüklediği buğdayı indirir. - Erenler bana himmet ettikleri nasibi versinler, der. Halifeler bu hali hünkar’a bildirirler. Hacıbektaş Veli buyurur ki : - Bundan artık bu iş burada olmaz. Biz onun kilidi anahtarını Tapduk Emre’ye verdik.Varsın nasibini ondan alsın. Yunus tekrar yola düşüp Sarıköy’e gelir. Araya araya Tapduk Emre’yi bulur. Hünkar’ın selamını söyler. Tapduk Emre: - Safa geldin, kadem getirdin. Olanı biteni biliyoruz. Hizmet et emek yetür, nasibini al, der. - Yunus kırk yıl Tapduk Emre’ye canla başla hizmet eder. Dağdan sırtı ile dergaha odun taşıya taşıya sırtı kabarır, hatta yara olur. Fakat kimseye bir şey demez. Tapduk Emre de Yunus’u sever. Bu hal öteki dervişleri kıskandırır. Şeyhin kızını seviyor da ondan bu derece hizmet ediyor gibi sözler alttan alta söylenmeğe başlar. Yunus’ta böyle bir art düşünce yoktur. Şeyhi de bunu bilir. Bir gün Yunus tekkeye yine odun getirmiştir. Tapduk Emre sorar: - Bunlar ne düzgün odunlar. Yunus dağda eğri odun yok mu? - Var amma kapınızdan içeri eğri girmez. Bu kapıya eğri yaraşmaz. Soru da cevabı da aslında, o yersiz düşünce ve dedikodulara karşıdır. Bir gün dağda hazırladığı odunları sarmağa elindeki kıldan ip yetişmez. Yılanlar gelip birbirine düğümlenir, boylu boyunca ip gibi uzanırlar. Yunus onlarla odunları sarıp sırtlar ve Tapduk Emre’nin dergahına getirir. Odunları yere bırakınca yılanlar çözülür, kaybolup giderler. Tapduk, Yunus’un doğruluğunu biliyor, ondan şüphe etmiyordu. Bu gerçeği belirtmek için Yunus’u konuşturmuştu. Bir gün kardeşler yalancı çıkmasın diye kızını Yunus’a verdi. Tapduk Emre’nin kızı bilgili, iyi yetişmiş bir kızdı. Ulu mertebelere ulaşmıştı. O Kur’an okurken akan sular durur, dinlerdi. Yunus:”Ben bu nimete layık değilim.” diyerek ömrü boyunca kıza dokunmadı. Yunus yıllar yılı şeyhine hizmet etti. Fakat beklediği himmeti bulamadığı ve bulamayacağı sanısına kapıldı. Kaçıp dağlara düştü. Bir rivayete göre bir mağarada, bir başka rivayete göre de yolda yedi erle buluştu. Her gece onlardan biri dua ediyor, ortaya bir sofra yemek geliyordu. Sıra Yunus’a gelince düşündü: <Ne ideyim, ne diyeyim?> diye. İçinden onlar kimin adını vererek dua etti ise ben de öyle yapayım dedi ve öyle yaptı. O gece önlerine iki sofra yemek geldi. Erenler şaşırıp sordular: - Kimin yüzü suyu hürmetine dua ettin? Yunus: - Önce siz söyleyin, dedi. - Tapduk Emre’nin kapısında kırk yıl hizmet eden erin yüzü suyu hürmetine dua ederiz. Yunus bu cevabı alınca koşa koşa tekkeye dönüp Tapduk Emre’nin karısına sığınır: - Beni bağışlat, diye yalvarır. Ana Bacı : - Tapduk birazdan sabah namazına abdest almak için kalkar. Kapının eşiğine yüzükoyun yat uzan, üstüne basınca: - Bu kim? diye sorar. Ben: -Yunus, derim. - HangiYunus, diye sorarsa bil ki gönlünden çıktın. Artık buralarda eğlenme, durma git. - Yok, bizim Yunus mu, derse ayaklarına kapan kendini bağışlat. Yunus, Ana Bacının dediği gibi yapar. Tapduk’tan: - Bizim Yunus mu? Sözünü işitince davranıp ayaklarına kapanır, kendini bağışlatır. Tapduk elindeki asayı uzağa doğru fırlatıp atar. - Git asayı nerede bulursan oraya yerleş, der. Yunus yola çıkar. Asayı Sarıköy’de bulur. Oraya yerleşir. Halkı irşada başlar.Yunus Emre göçtükten sonra bir gün Molla Kasım adında biri su başına oturmuş Yunus şiirlerini okuyor, düşüncesine aykırı gelenleri yanan ateşe atıp yakıyormuş. Böylece bin tanesini yakmış, bin tanesini yel uçurmuş. Bin tanesini de suya atmış. Geride kalanları okumağa devam ederken: Derviş Yunus bu sözü eğri büğrü söyleme Seni sıygıya çeker bir Molla Kasım gelür Beyitine gelince aymış ve Yunus’un mertebesini anlamış. Fakat olan olmuş. Ateşte yanıp duman halinde göğe ağanlar meleklere, havaya uçanlar kuşlara, suya atılanlar balıklara gitmiş. Elde kalanlar da ademoğullarına kalmış. Yunus’un şiirlerinden herkes nasibini almış. Yine rivayet olunur ki; Mevlana bir gün yanındakilere: - Manevi mertebelerden hangisine vardımsa Türkmen kocasını önde buldum. Diyerek Yunus’u övmüş, kadrini yüceltmiş. Halk efsaneleri, destanlar konuşma dili ile oluşturulmuş bir anlatı türüdür. Anlatılanın gerçek olduğuna inanılır. Geçmişte bir gerçeği vardır. Ancak zamanla hayal mahsulü bilgilerle değişikliğe uğramıştır. Türbesi Seyitgazi ilçesinde bulunan Baba İlyas efsanesi halk efsanelerine bir örnektir. Baba İlyas Efsanesi: Şücaeddin-i Veli Horasan’dan geldiği zaman su yokmuş. Halk suyun olmayışından çok zorluk çekiyormuş. Veli’nin başparmağını soktuğu yerden sular akmağa başlamış. Buraya Çille Han demişler. Şimdi burada beş koldan su akmaktadır. Şücaeddin-i Veli Hazretleri bir gün dışarı çıkmış. Çimenliğe oturmuş. Yanına bir tabur asker gelmiş. Aç kaldıklarını söylemişler. Bunu duyan Veli Hazretleri, şimdi Bal Pınarı olarak anılan yere gitmiş. İki parmağını yere sokmuş <<Ya Mubarek birinden yağ aksın, birinden bal>> demiş. Dediği olmuş. Birinciden yağ, diğerinden bal akmağa başlamış. Gelen tabur karnını doyurup gittikten sonra, buranın başında kavga olmasın diye << Ya Mubarek su ol>> demiş. İşte o zamandan beri buradan su akar. Kenara çekilmiş. Altına bir post yaymış oturmuş. “Bunun altından çıkan arpaları askerin atları yesin” demiş. Bir de baksalar ki bir yılan ağzından arpa akıyor. Yüzlerce hayvan yemiş, bitirivermiş. Sonra arpalarda ortadan kaybolmuş. Balpınarı yanında bir su vardır. Veli “Bu su hastalara şifa olsun” demiş. Şifa olmuş. Suyun adı Sıtma Suyu kalmış. Şücaeddin-i Veli gelen bir tabur askere iki tencere yemek kaynatıyormuş. Altında ise iki mum yanıyormuş. Bir taburla gelen Mürüvvet Ali Paşa bu duruma kızmış. “Bu kadar yemek hangimize yetecek” diye söylenmiş. O zaman Veli “Yettirecek ben değil miyim? “ karşılığını vermiş.Askerden et isteyene et, pilav isteyene pilav vermiş. Böylece askeri doyurmuş. Bu duruma hayret eden Mürüvvet Ali Paşa Şücaeddin-i Veli’nin elini öperek ayrılmış. Bu ayrılıştan kısa bir süre sonra Paşayı ve ordusunu düşmanları bir kulede sıkıştırmışlar. Önü düşman, arkası ise uçurum imiş. Paşa çaresiz kalınca, atını uçuruma sürmüş. Kaleden onu salimen yere indiren Şücaeddin-i Veli’nin eli imiş. Elini öperken parmağında gördüğü yüzüğünden tanımış. Paşa görevini yaptıktan sonra Veli’nin yanına gelmiş. Veli’ye şükranlarını “Senin mezarını altın ve gümüşten yaptırsam azdır.” şeklinde belirtmiş. Paşa ölünceye kadar Veli’nin yanında kalmış. Veli ölünce onun türbesini ve mezarını yaptırmış. Türbe bir sıra sarı taş(altın), bir sıra beyaz taş(gümüş) tır. Kendi mezarı da Veli’nin yanındadır. Veli’nin yüceliğine izafeten türbesi büyük olarak yapılmıştır. Lületaşı Efsanesi Efsaneye göre lületaşını ilk bulan ve bu taşın yer altı yolunu ilk ortaya çıkarının bir köstebek olduğu söylenir. Anlatılan efsane şöyledir: Bir gün genç bir çoban bölgenin Karatepe yöresindeki köylerine gitmektedir.Genç çoban yorgun düşer,acıkır,oturur;azığını çıkarıp yemeğini yemeye başlar.O sırada,topraktaki bir delikten bir canlının aktaş toprakları yüzeye çıkarmaya çalıştığını görür.Çoban bunlardan birine eline alır ve çakısıyla yontmaya başlar. İlk çakı darbesiyle taş birdenbire ayın on dördü gibi güzel bir kız oluverir. Kız dile gelir ve "Ah insanoğlu bana kıymasaydın!" diye bağırarak köstebeğin açtığı delikten içeri girip kaybolur. Delikanlı da kızın ardından başlar deliği eşelemeye. Günler geçer delikanlıdan haber alınamaz. Delikanlıyı arayan köylüler yerin yedi kat altında bu daracık kuyuda boğulmuş olarak bulurlar. Elinde sıkı sıkı tuttuğu ak taşları ile birlikte avuçlarında sımsıkı tuttuğu bir parça lületaşı varmış. O günden beri her lületaşı parçasında, çobanın ölümüne sürüklendiği sevdanın izlerini görmüş köylüler. Lületaşı işleyenler için bu efsanenin anlamı büyük. Lületaşını yedi kat yerin dibinden çıkaran köstebeği, sanatlarının öncüsü ve pirleri olarak kabul ediyorlar. MASALLAR Eskişehir Halk Edebiyatı ürünleri bakımından da oldukça zengin bir yapıya sahiptir. “ Göçmen kültürü”nün bu zengin birikimde payı büyüktür. Eskişehir’deki her yerleşim bölgesinde bu etkileşimi görmek mümkündür. Ancak, Eskişehir’in eski yani yerli (manav) yerleşim birimlerinde yine kendine özgü ağız özellikleriyle, Eskişehir bölge özelliklerini koruyan ve bu bölgeyi simgeleyen Halk Edebiyatı ürünleri de oldukça zengindir. Bu edebiyat ürünlerinin ağız özelliklerini de olduğu gibi aktarmak yerinde olacaktır: NARDENESİ Bi padışan bi gızı vamış. Bi gün camda nar yiyomuş. Aşşa bi dene nar düşmüş. Garşıdan da üş dene delikanlı geliyomuş. O gızın düşürdü nar denesi işlerinden biri azına atmış. “-A!” demiş gız da “-Bi nar denesine tenezzül ettim” diye gülmüş. Oolan da: “- Bi günüm galırsa da sana galsın” demiş. Ertesi gün çocuk paltacı gıyafetine girmiş uralarda dolşıyormuş. Urdan ünlemişler: “- Ge bu odunları kes”. Demişler.Oolancık kesmiş emme alışkın olmadına az kesmiş, yorulmuş. Aacın altına uzanmış. Demişle ki: “- Galbah bunu garnı acıkmış, yimek verem”. Gız da : “- Virin ben götürem”. Demiş. Götürünce oolana aşık olmuş. “- Ben seni seviyom, beni alın mı?” Oolan da : “- ben paltacıyım sen padşaa gızısın, heç olur mu? Sen bana gelin mi?” “- İlla varcan.” Diye başlamış gız. Gızla oolan kimsenin görmedii bi taraftan çıkmışlar. Bi çöplüe rastgelmişler. Bi dene gırık darak bulmuşlar. Gıza: “- Bunu al saçını dararsın.” Demiş. Bi delik hamam tası bulmuşlar: “- Bunu al da hamama gidersin.” Demiş. Gız unu da almış. Bi dene kırık gaşık bulmuşlar: “- Unu da al çorba içeriz”. Demiş. Bi de gıyısı gırk çömlek bulmuşlar: “- Bunu da al aş bişirirsin.” Demiş. Sora varmış gapsı yok, penceresi yok bi gülübeye : “- İşte burası benim evim.” Demiş. Urası evleri olmuş. Zabahlin adam paltayı almış geri çıkmış. Aaşam olmuş geri gelmiş. Peenir, ekmek getmiş. Yemişle. “- Yarın” demiş, “ ben bi aaya odun kesiyom, urda da düyün va. Urda da pirinç ayıklanacak, seni götcen” demiş. “- Unlardan asçık çalarsın goynuna saklarsın da pilav pişiririz”. Demiş. Gitmişler, vamışlar uraya. Bırakmış unu, gız piriç ayaıklaya dursun, çaladursun. Oolan gitmiş üstünü başını deniştirmiş. Temiz esbablarını geymiş. Gız piriç ayıklamış, gece olmuş ev sabi “ her keşin goynu arancak” demiş. Aramışla, gızın goynudan piriçle çıkmış. Oolan da: “- Ellemen paltacı gocasına pilav pişirecektir.” Demiş. Gız gapının önüne çıkmış, gocasına bekliye Durukan oolan esbabını deniştirmiş, gelmiş. “- Hadi gidem.” Demiş. Paltayı eline almış gitmişler. “- Beni öyle mahçup ettiler, herkeşin goynunu aradılar, goynunda piriçleri buldular.” Demiş gız. “- Ellemen, paltacı gocasına pilav pişircektir.” Dedi birisi. “ Beni goyverdiler.” “- Olsun eğer gızzalardı, yarın üzüm ayıklamaya gelsin, demezlerdi.” “- Yarın acık da üzüm çal, pilavın yanına bi de hoşaf pişiririz.” Demiş. Ertesi gün üzüm de çalmış, gine üzümü aramışlar, gızın goynundan çıkınca, oolan: “- Ellemen dün piriç çaldı, bu gün de üzüm çaldı. Pilavın yanına hoşaf pişiricekle.” Demiş. Gene gızı paltacı gocası almış gulübeye vamış. Pilav pişirmiş, hoşaf pişirip yemiş, yatmışla. Zaba olmuş, paltacı demiş ki: “- Gırık taraanla delik tasını al da bu gün seni hamama götürecekle.” Demiş. U da almış hamama gitmişle. Bi genara otumuş. Gırık tarakla darayamamış, aalamış. Delik tasla dökünememiş aalamış. Her keş yıkanmış çıkmış u urada galagalmış. Damat olcak oolan Hamamanın gapısına gelmiş: “- Kimse galmadı mı? Her keş çıttın mı” demiş. “- Çıttı” demişler. Damat olcak bi gümüş tepsi içine bi altın tabak, taban içine de bi nar denesi goymuş gızlara göndermiş. “- Bunun manasını kim bilirse unu alcam ben” demiş. Gelin gıza götürmüşle bilememiş. Başkaları da bilememiş. Demişle: “Hamamda paltacının garısı va.” “- Peştemallan getirin buraya” demiş. Getimişle. Oolan: “- Bunun manası nedir?” demiş. Gız demiş ki: “- Gümüş gibi dururdum, altın gibi arıydım, ne çektimse şu nar denesinin yüzünden çektim” demiş. Oolan: “- Bunu yıkan, paklan” demiş. Gızı gümüş taslan yıkamışla. Gümüş darakla daramışla. Oolan demiş ki: “- Ben paltacı değil, beyooluyum. Çektirdiimin garşılıını seni almakla ödeyom” demiş. Unlar ermiş muradına
-
GELENEK VE GÖRENEKLER Eskişehir ve yöresinde çeşitli dönemlerdeki göçler nedeniyle çok değişik geleneklerin yerleştiği bilinmektedir. Yerleşimin ilk dönemlerinden bu yana varlığını sürdüren Merkez ilçe, Odunpazarı, Muttalıp köyü, Aşağı söğütönü, Yukarı söğütönü, Sultandere, Çukurhisar, Keskin, İnönü gibi bölgelerin ortak kültürel özellikleri Eskişehir’in gelenek ve göreneklerini oluşturmuştur. DOĞUM GELENEKLERİ Doğum bir şenlik, sevinç nedeni olarak karşılanır. Kırsal kesimlerde doğumlar genellikle evde olur. Doğumu ebe yaptırır. Doğum sırasında, ebeye yaşlı kadınlar yardımcı olur. Doğum evlerde yaptırıldığından oğlan olunca göbek bağı kesilerek cami avlusuna gömülürse “ okuyup adam olacağına”, kız olunca evin bir köşesine gömülürse “ evcimen” olacağına inanılır. Doğum sonrasında al basmaması için anneyi yalnız bırakmazlar. Başına “ al yazma” veya kırmızı kurdele bağlarlar, nazarlık takarlar. Kırkıncı gün kaynamış suya altın batırarak bu suyla anne ve çocuğu yıkarlar. Buna “ “kırklama” denir, “kırkı çıkmış” olur. Ertesi gün sabah çocuk ve annesi bir akrabaya gezmeye ya da pikniğe götürülürler. Bu arada iki yeni doğum yapmış kadının birbirlerini görmemeleri gerekir. Yoksa “kırk basmasına” uğrayacağına inanılır. Eğer yinede karşılaşırlarsa, kırk basmaması için öpüşüp kucaklaşarak iğne değişmeleri gerekir. SÜNNET GELENEKLERİ Sünnet günü geldiğinde bir at temin edilir, ayrıca yeter sayıda fayton bulunur ve sünnet çocuğu ata sünnet kıyafeti ile bindirilir. Şapkanın üzeri altınlarla ve ailenin durumuna göre daha değişik mücevherlerle süslenir. Çocuk atın üzerine bindirildikten sonra akrabadan bir delikanlı atın başını tutar ve arkadaki faytonlarda çocuğun arkadaşları, akraba çocukları olduğu halde yola çıkarlar. Atın arkasındaki faytonda çalgıcılar (davul- zurna ya da cümbüş, keman, klarnet, darbukadan oluşan ince saz) ve zeybekler bulunur. Şehir gezisi bitip eve dönülürken faytonlardaki çocuklar “ beş dakika kaldı, Ahmet fitili aldı” diye hep bir ağızdan bağırırlar. Sünnet alayı eve gelir. Bu sırada evde okunan mevlit bitmiştir. Baba, anne ve akrabalar kapının önüne çıkarak çocuklarını karşılarlar. Çocuk babasından büyükçe bir hediye almadan attan inmez. Diğer akraba ve yakınları da çocuk attan inmeden önce bir takım hediyeler, altın ve para verirler. Paralar ve altınlar genellikle çocuğun elbisesine iğnelenir. Bu törenler sırasında çalgılar sürekli çalarlar. Çocuk attan iner, babası ve diğer akrabaları ile oynar, zeybekler gösteri yaparlar, çocuğu oynatırlar. Çocuk anne ve babası ile diğer akrabalarının ellerini öptükten sonra kirve tarafından kucaklanan çocuk içeriye alınır. Tekbirler eşliğinde sünnet edilir. Gelen misafirlere ve yoksul kişilere ikram olarak toğga çorbası ve sünnet pilavı verilir. Konuklar dağılana kadar eğlence devam eder. EVLENME GELENEKLERİ Önceki yıllarda evlenmek isteyen kız ve erkek bunu anne ve babasına söyleyemezdi ve evlilikler genellikle görücü usulü ile olurdu. Şimdi ise gençler kendi eşlerini kendileri seçmektedir. Görücü usulü bile olsa gençler birbirlerini tanıdıktan sonra evlenmeye karar vermektedir. Dünür gitme, kız İsteme : Oğlan evinden oğlanın annesi, babası, amcası, dayısı, yakın akrabaları beş altı kişi toplanır bir kutu şeker, yemiş alır giderler. “Allahın emri, peygamberin kavli ile” kızı ister ve bir “mendil günü” tayin ederek ayrılırlar. Söz kesme, söz mendili, mendil günü : Mendil gününde oğlan tarafının akrabaları toplanır, kız tarafına mendil almaya gidilir. Kız tarafında da toplanılır, gelen konuklar karşılanır, ağırlanır. Yemek yenilip eğlenildikten sonra, oğlan babası “ şu bizim emaneti verinde gidelim” der. Kız tarafından damada hazırlanan, gömlek, kravat, iç çamaşırı ve söz mendili ( bu mendil pullu, sim işlemeli, büyükçe bir mendildir.) bir bohçaya konur, ayrıca büyük bir tepsi içinde de gelen konuklar sayısınca mendil konularak oğlan babasının önüne getirilir. Oğlan babası tepsinin içine para atarak bir mendil alır ve bütün konuklara tepsi, sıra ile dolaştırılır. Mendili alan tepsiye bir miktar para atar. Bu iş bittikten sonra nişan günü tayin edilerek kız evinden ayrılınır. Nişan : Kız ve oğlan anneleri nişan gününe kadar kızın takılarını alır. Nişan günü, oğlan evi kız evine nişan için “davet harcı” gönderir. Bu harçta bulgur, nohut, yağ, şeker,un ve bir de koyun bulunur. Davet harcının yanında bir de yemek pişirecek aşçı gönderilir. Kız evi davet yemeği olarak nohutlu bulgur pilavı, un helvası, yufka ekmeği yapar. Oğlan evi tüm yakınlarını nişana davet eder, hediyelerini sandıkla getirir, ortaya koyar. Kızla oğlan gelir, nişan yüzükleri oğlan evinin en yaşlısı tarafından takılır. Oğlan babası kıza takacaklarını takar, elini öptürür. Sonra kız oradaki herkesin elini sırayla öper. Eli öpülen hediyesini takar. Sonra erkekler evi terk eder, eğlenmeye giderler. Kaynana sandığı açar, oğlan evinden iki yenge hediyeleri gösterir. Kız evinden bir yenge de “bu sarkası, bu gelinliği, bu ayakkabısı, bu havlusu, bu divan örtüsü” diye bağırarak gösterilenleri söyler. Sonra kız tarafı takacaklarını takar ve nişan sona erer. Nişandan on gün sonra kız tarafı oğlan tarafına nişan karşılığı götürür. Nişan karşılığında başta damat olmak üzere yakın akrabalara nişan bohçası ve bir iki tepsi baklava getirir. Oğlan evi bunları taşıyanlara bahşiş verir. Düğün Töreni: Oğlanın anne ve babası, akrabaları, kız evine gelip ağırlık (başlık) konusunu görüşürler. Pazarlık yapılır. Evin diğer eşyaları kararlaştırılır. Resmi nikah kıyılır. Daha sonra düğün günü saptanır. Düğün gününden bir hafta önce kız evinden kardeş kızları, oğlan evinden de arkadaşları tarafından bir tepsiye şeker, fındık, fıstık, leblebi, üzüm vb. çerez doldurularak ev ev dolaştırılır, dağıtılır. Düğün günü haber verilir, köy davet edilir. Buna “ Oku dağıtma” denir. Oku dağıtıldığı gece kardeş kızları kız evinde toplanır, yemek yer eğlenirler. Birkaç gece sonra kına gecesi için bütün konu-komşu akraba kadınları toplanır. Kızın başına kına yakılır. Kına türküsü söylerler, yas tutar, ağlaşırlar. Kına yakılırken oynayan kızların kollarına yazma bağlanır. En çok bilinen kına türküsü: “Ağlama koyun, meleme de vazgeç kuzundan Çok anneler ayrı düşer kızından” Kına gecesinden sonraki günlerde akrabaları kızı sırasıyla yemeğe çağırırlar. Kardeş kızları düğünden üç gün önceden komşuları akraba kadınları, kızlarını”…şu gün hamamımız var” diye davet ederler. O gün oğlan tarafı hamamda yemek verir, eğlenilir. Kardeş kızları ertesi akşam yine”.. bu gece çeniz sercez, çeniz görme gelin” diye komşuları dolaşırlar. Kız evinde çeyiz odası hazırlanır, gösterilir. Ertesi günde çeyiz oğlan evine götürülerek orada serilir. Oğlan evinde de oğlanın “Oku”su dağıtılınca, düğünden üç gün önce akraba ve komşulara “ danışık yemeği” verilir. Danışık yemeğine gelenlere oğlan babası düğün gününü hatırlatarak, dışardan çağrılan konukları herkese paylaştırır. Her ev kendine düşen konuğu düğün süresince ağırlar. Çeyiz serildikten hemen sonraki gün kardeş kızları”.. bu akşam gelini görme gelin” diye gezerler. Gelin alıcılar gelmeden bir gün önce kardeş kızları gezerek akşama kız kınasına çağırırlar. Oğlan tarafıda çağrılır. Kınayı kocasıyla en iyi geçinen yengelerden biri hazırlar. Gelin kıbleye döndürülür, abdest alır. Türkü eşliğinde gelinin ellerine ve ayaklarına kına yakılır. Kına günü sabah ezanı ile birlikte gelin suya götürülür, iyi olsun diye türkü söyletilir. Danışık yemeğinden bir gün sonra oğlan evinin üstüne davullu zurnalı, çalgılı bir törenle bayrak dikilir ve kurban kesilir. Bu, düğünün başladığının işaretidir. Gelin alma günü oğlan tarafı çalgıcıları getirir, konuklar gelir, eğlenmeye başlarlar. İki gün eğlenildikten sonra Pazar günü üstü kilim örtülü bir araba ile kafile halinde gelin almaya gidilir. Arabalara ve oğlan sağdıçlarına basma yemeni ve havlu bağlanır. Gelin evden çıkarılırken kardeş kızları önüne dikilirler, hediye almadan gelini vermezler. Dua edilir, gelin arabasının üstüne yemiş, bozuk para atılır, arkasından su dökülür, üç defa mezarlık dolaştırılarak oğlan evine yollanır. Gelin oğlan evine gelince içeriye girmeden önce ayağı kazana bastırılır. İçerde üç kez döndürülür. Bu arada türküler söylenir: “Durnam gelir gona gakla Ganadında gümüş halka İşte geldim gidiyorum Durnalar hey…” Daha sonra koltuğunda üç kere ekmek çevrilir. Akrabalarına yarımşar dilim verilir. İkindiden sonra imam nikahı kıyılır. Akşamüzeri damat imam nezaretinde dua ile giydirilerek, sağdıcı ve arkadaşları ile yatsı namazını kılmak üzere camiye gider. Camiden dönüşte bütün cemaat, oğlan evine otuz-kırk adım kala tekbir getirmeye başlarlar. Cemaatle birlikte kapıya gelindiğinde hoca dua eder. Sonra arkadaşları, damadın sırtını yumruklayarak içeri iterler. İçeriye girerken ip gerilir, bir tas su konur. Damat ipi koparıp, tası devirerek içeriye girer. İçeride oğlan yengesi vardır, damatla gelini el ele tutuşturur çıkar. Birkaç gün sonra gelin, kaynanası ve evin diğer gelinleriyle oğlan akrabalarının elini öpmeye, tanışmaya çıkar. Gelin oğlan evine geldikten birkaç gün sonra su almaya götürülür. O gitmeden önce iki yenge suyun kenarına tarak ve bıçak bırakırlar. Gelin tarağı bulursa kızı, bıçağı bulursa oğlu olacağına inanılır. Suya gidenler eğlenirler, geline arpa, buğday saçtırılır. Herkes eve bereket getirsin diye toplar. Sonra eve dönülür ve gelinin çeyizinden birer hediye alınır. ASKERLİK: Askere gidecek gençler, gitmelerine az bir süre kala yakınları tarafından yemeğe davet edilir. Gencin cebine harçlık koyup, hediyeler verirler. Arkadaşları ile birlikte eğlenceler düzenlerler. Gideceği gün akraba ve komşularını gezerek helalleşir. Aynı gün tüm akraba ve arkadaşları tarafından davul ve zurna eşliğinde asker ocağına uğurlanır. Gencin akrabaları vedalaşma sırasında harçlık olusun diye cebine para koyarlar. ÖLÜM GELENEKLERİ Komşuların karşılıklı dayanışmasını ortaya çıkaran bir olaydır. Böyle durumlarda, genellikle ölenin yakınlarına hiçbir iş yaptırılmaz. Ölü evinde üç gün yemek pişmez. Cenaze alayı çok kalabalık olur. Duyan herkes cenaze namazına katılmayı sevap ve ödev sayar. Kabristandan gelen halka lokma ve helva ikram edilir. Kadınlar yedi gün boyunca ölü evinde Tebareke Sûresini okurlar. Evde veya camide kırkıncı ve elli ikinci günüde mevlit okunur. BAYRAM GELENEKLERİ Bayram telaşı arife gününden başlar. Arife günü hamur yoğrulur ve yağda pişirilir. Komşulara ve fakirlere dağıtılır. Kabristan ziyareti yapılır. Bayram sabahı her ailenin erkeği bayram namazına gider. Evde çocuklar ve kadınlar giyinirler ve erkeklerin camiden çıkmasını beklerler. Ailenin reisi kapıda karşılanır. Aile içinde önce büyüklerle, sonra küçüklerle bayramlaşılır. Anne ve baba varsa dede, nine evde gelen gidenleri bekler, onlara ikramda bulunurlar. Çocuklar ve gençler akrabalara, komşulara ve tanıdıklara giderek bayramlaşırlar. Büyüklere şeker, baklava, çay, kahve; çocuklara ise çeşitli yemişlerden ikram edilir. Çocuklar da ellerinde tuttukları naylon torbalara bunları doldururlar. HIDRELLEZ : Eskişehir’deki hıdrellez eğlencelerinin kökü Friglere dayanır. Eskişehir ve yöresini başşehir edinmiş olan frigler pesinus (Ballıhisar) köyünde bahar tanrısını karşılamak üzere şenlik yaparlar, kırlara çıkarlar, tanrıça kibele mabetini dönerler, ateş üzerinden atlayarak günahlarının döküleceğine inanırlar, kapalı bir kaptan niyet çekerek kaderleri üzerinde tahminde bulunurlardı. Günümüzde ise yeşile olan tutkudur hıdrellez. Bu büyük halk bayramını karşılamak için daha güneş doğmadan on binlerce Eskişehirli çay ve dere kıyılarına, kırlara akın eder. Törensiz, programsız içtenlikle kutlanan bu şenliğin tarihi 6 Mayıs'tır. 5 Mayıs gecesi ateşler yakılır. Yakılan bu ateşten en az üç kez atlanılır. Ateşten atlarken dilek tutulur. Eğlenceler yapılır. Hep birlikte çalınır, söylenir, oynanır. Yapılan bu eğlenceler geç saatlere kadar sürer. Diğer eğlenceleri görmek için gruplar halinde gezintiye çıkar. 6 Mayıs sabahı erkenden çay ve dere kıyılarına gelinir ve bu sularla yüz yıkanılır. Piknik yapılır. Sabahın alaca karanlığında söğüt dalları ile birbirlerinin başına vuran gençler nasiplerinin açılmasını, muratlarının yerine gelmesini dilerler. Bahçe kapılarına yeşillikler asılır. Gençler niyetleri yazılı kağıtları porsuk çayına atarlar. Büyükler niyetlerini gül dalının altına koyarlar. Ayrıca hıdrellez dolayısıyla çeşitli oyunlar tertiplenir. Bunlardan biri "Küpten kader çekme oyunudur." Akşamdan hazırlanan içi su ve yeşillik dolu küpün içine herkes, bilezik, toka gibi madeni şeyler atar. Küp bir gül ağacının yanına konur. Sabah kır eğlencelerinden dönülünce, küpün başında toplanılır. Mani söyleyecekler hazırlanır. Küpün başındaki çocuk elini içeri uzatır. Ne denk gelirse çeker. O sırada ilk mani söylenir. Çocuğun tuttuğunu küpten çıkarmaz. Mani biter bitmez elindekini çıkarır. Böylelikle kişinin niyeti ortaya dökülür. Hıdrellez; yalnız Hızır ile İlyas'ın buluştuğu anı görebilmek için insanların kırlara koşuşması değil, biraz da yeşile özlem ümitlerinin doğuşu, kadere inanış, geleneklere bağlılıktır.
-
Giyim Bölgedeki yerleşim yerleri ve coğrafi konum nedeni ile giyimde değişiklikler gözlenmektedir. Eskişehir, Ege, Marmara ve İç Anadolu Bölgelerinin kavşak noktasındadır. Bu konumundan dolayı çevre bölgelerden Ankara, Bilecik, Kütahya ve Konya giyiminden etkilenmeler görülür.Bölgedeki yerleşim yerleri ve coğrafi konum nedeni ile giyimde değişiklikler gözlenmektedir. Yöredeki kadın giysileri genel olarak ağır esvap diye adlandırılır. Yörede giyilen giysilerin hemen hemen tümü cepken-şalvar biçimindedir. Cepkenler biçim olarak birbirinden farklılık göstermesine karşın, şalvarlar biçim olarak birbirinin aynıdır. Sadece kumaş ve işleme olarak birbirinden farklılık gösterir. Yörede giyilen giysiler ile göçmen olarak yöreye yerleşen muhacirlerin getirdiği giysiler, biçim olarak, hatta motif olarak oldukça benzerlik göstermektedir. Rumeli giysilerinin yapımında atlas kumaş daha çok kullanılmıştır. Atlas, yüzü ipek, tersi parlak yüzlü, düz bir kumaş türüdür. Üzerine işleme yapılmaya çok uygundur. Bursa ipeklileri içinde kırmızı ve yeşil renkli atlaslar çok değerlidir. Osmanlı sarayında kışın giyilen giysi ve kürklerde atlas çok kullanıldığından kış mevsimine sarayda “Atlas Mevsimi” denmiştir. Yörede 12 çeşit yöresel kadın giysisi bulunmaktadır. Bunlar Sarka-pesent, Canfes, altıparmak, cezi, hint kumaşı, sevai, kıron, elmasiye, bindallı, tamaşa, dizbağlı, meydani olarak adlandırılmaktadır Tüm giysiler birbirini andırmaktadır ve bunların en değerlisi, en çok seçileni sarka-pesent’tir. Sarka-Pesent : Biçim olarak birbirinden fazla bir farklılık göstermemelerine karşın motif işlemelerine göre değişik çeşitleri vardır. Genelde sarka altına giyilen işlemeli şalvara pesent denir. Bu şalvara çakar, don, kasnak da denmektedir. Sivrihisar yöresinde sarka altına Sefavıl (sevai) şalvar giyilir. Giysiler arasında en ağır işli olan cepken modelidir. Uzun kollu ve önü açıktır. Yörenin değişik alanlarında motif, renk (kırmızı, mor, lacivert, vişne çürüğü, siyah) ve işleniş açısından farlılık gösterir. Sözgelimi merkezde giyilen sarkalarla, Sivrihisar yada İnönü bölgesinde giyilenler farklıdır. Bir de İzmir Sarkası denen örneği vardır. Pesent, eskiden adı kasnak olan bir şalvar modelidir. Sarkadan bir iki ton açık bordo ipekten yapılır. Kırmızı ve pembe renkleri de vardır. Pesentin tümü sim, pul ve boncuklarla işlenmiştir. Tüm desen aynı motifin yan yana sıralanmasından oluşmuştur. Motifin ortasına yeşil ipek aplike edilmiş, etrafına sim tırtıllarla çiçek ve yaprak desenleri işlenmiştir. Bunun çevresinde ise blonga iğnesi tekniği ile işlenmiş yaprak ve dal motifleri vardır. Motifin büyük dallı yapraklı ve çiçekli kısımları mavi, beyaz, sarı, yeşil, pembe kordonlarla birbirine tutturularak dantel gibi hazırlanan bordür geçirilmiştir. Kumaş önce astarla duble edilmiş, nakış ondan sonra işlenmiştir. Daha sonra pesentin içi beyaz mermer şahi ile astarlanmıştır. 8-10 metre kumaştan yapılır. Eskişehir’de geleneksel erkek giysileri potur, dokuma gömlek ve cepken ‘ dir. Seyitgazi İlçesi Kırka yöresindeki giyim kuşam diğer yörelere göre biraz farklılık göstermektedir.Dizbağlı olarak adlandırılan bu yöresel kıyafet günümüzde de düğünlerde kullanılmaktadır. DİZBAĞLI Yöre : Eskişehir – Seyitgazi Kırka Giysinin üst kısmı iki parçadan oluşuyor. İç kısma giyilene enteri ya da kapaklı deniliyor. Enterinin üstüne sarka giyiliyor. Her iki giyside kadifeden yapılmıştır. Bu giyside üste giyilen sarka ile giysinin alt kısmını oluşturan şalvar simle yapılmış nakışlarla bezenmiştir. Yörenin geleneksel erkek giyimi zeybek giysisidir. Zeybek giysisi eskiden yörede yaz, kış giyilen bir günlük giysiymiş. Siyah ve mavi renkte olanları varmış. Bunlar dimiden yapılırmış. Alta, dizlere kadar örülmüş yün çoraplar giyerlermiş. Bu giyimle ilgili bir gelenek de donun paçalarına,ilgi duydukları kızların ördükleri oyaların çekilmesiymiş. Zeybek giysisi eskiden günlük bir giysiyken, bugün bir tören giysisi durumundadır. Zeybek oyunu oynanırken giyiliyor. GELİNLİK (Kıron yada ağır esvap) Yöre : Eskişehir Yıl : Takiben 100 Yıllık Kaynak kişi bilinmiyor bağış yoluyla okula verilmiş Özellikleri: Krem rengi atlas üzerine sim sırma ile Maraş işi tekniği uygulanarak işlenmiş. Gelinlik 4 parçadan oluşmaktadır. Ceket, etek, yaka ve kemer. Gelinliğin tüm yüzeyi nakışlarla bezenmiştir. Desen Özellikleri: Bitkisel bezemeler kullanılmıştır. MANTO Yöre : Eskişehir Kırka Yıl: 35 İplik Özelliği: Yün Özellikleri: Cicim tekniği ile kilim desenleri ile dokunmuştur. Mantonun tamamı desenlidir. Sivrihisar’da Sarka don,uzun entari, maher, futa,bindallı gibi tamamen Sivrihisar işi kıyafetler bulunmaktadır.Bu kıyafetler özellikle düğünlerde, özel günlerde giyilmektedir.
-
Halk Oyunları Eskişehir yöresi halk dansları yerleşim evreleri, yöre halkının yapısı ve coğrafi konumun gereği değişik karakterler gösterir. Tür olarak karşılaştırıldığında erkek ve kadın dansları ayrı nitelikler taşımaktadır. Erkek dansları “Kaşıklı Zeybek” türü özelliği gösteren danslardır. Kadın dansları ise “Kaşıklı Karşılama” türü danslardır. Kadın danslarında zeybek adıyla oynanan danslar türün özelliklerini taşımazlar. Sözgelimi danslarda çok az daire yapılır. Dansçılar genellikle karşı karşıya oynarlar. Genel olarak Eskişehir yöresi halk danslarında zeybek ve kaşık danslarından etkilenmeler söz konusudur. Başka bir deyişle yöre dansları doğudan batıya, güneyden kuzeye geçiş özelliği gösterirler. Anadolu insanının dansları üzerinde, İslamiyet’in etkisiyle kadın ve erkek birlikteliğinin kısıtlayıcı etkisi pek görülmemesine karşın, Eskişehir yöresinde bu etkilenme açıklıkla görülebilir. Eskişehir yöresinde bu güne kadar derlenmiş bütün danslarda kadınların ve erkeklerin ayrı ayrı oynadığı görülmektedir. Müzikteki benzerliğe karşıt olarak dans uygulamalarında hiçbir benzerlik yoktur.Genel olarak kadın danslarında farklılık gözlense de birbirlerinden etkilenmeler söz konusudur. Bu etkilenmede coğrafi konumun özellikleri de yadsınamaz. Sözgelimi <Yoğurdum Var > oyunu bugün Afyon, Kütahya ve Bilecik’te ayrı ayrı varyantlarla oynandığı gibi, Bilecik ve yöresinde erkekler tarafından da oynanabilmektedir. Erkek danslarında ise genel tür özelliklerinin zeybek olmasının yanı sıra kadın danslarındaki gibi farklı dönem özelliklerinin saptanması söz konusu değildir. Olsa olsa coğrafi konum gereği Kütahya ve Bilecik yöresi etkilenmelerinden söz edilebilir. Bunun nedeni kadın danslarının, kapalı toplum içerisinde kadının yapısı gereği etkilenmeye ve değişmeye açık olmayışıdır. Erkek danslarında ise bu etkilenme ve değişme daha hızlı ve belirgin olabilmektedir. Kadın Dansları: Eskişehir yöresi kadın dansları “Karşılıklı karşılama” türü danslardır. Yöre danslarının tümü türkülüdür. Türkü söyleyen kadınlar, danslara zilli ya da zilsiz def ile katılırlar. Bu danslar bu gün köylerde ve şehrin eski yerleşim mahallelerinde biçim farklılıkları gösterse de oynanmaktadır. Bu danslardan “Kırka kadın zeybeği ” adlı oyun ise şöyledir. (3.2.2.)’lik ritimle oynanır. Karşılıklı dairede ve kendi çevresinde dönerek oynanır. Dansta omuz vuruşlar da kullanılır. Yörede dans “Yörük yürüyüşü” diye de tanımlanmaktadır. Sol ayak üzerinde yinelenen köşe dönüşleri dansın özgün yanıdır. Gürsel YAKTIL tarafından derlenen dansın türkü sözleri şöyle: Zeybek derler adına Şeker uymaz tadına Uyma dedim uymuşsun O dürzünün ardına Haydin di zeybek havası Benim ile yarin arası Kavuşuruz bayram haftası Arpa buğdaş çec olur Güzeller güleç olur Meyil verme güzele Ayrılması güç olur Haydin di zeybek havası Benim ile yarin arası Kavuşuruz bayram haftası Yörede oynanan diğer kadın oyunları ise şunlardır: Goc’öküz ‘Goc’öküzün Dizindedir Dermanı Zeybek Entarisi Kırmızı Düz Oyun ‘ Çeşmeler Yaptırdım Yoğurdum var yeşil meşil Ters Oyun Sel Önüne Söğüt Diktim Bir Sıra İndim Dereleri Yarelem Kahveyi Kavururlar Kara Kuş Gara Guşum Havada (Galtınma) Erkek Dansları: Eskişehir yöresi erkek dansları “Kaşıklı zeybek” türü danslardır. Zeybeklerden ve kaşıklı danslardan açık etkilenmeler görülür. Sırt ve diz vurmalar yöre danslarının en belirgin özellikleridir. Kaşık vuruşları aksak ve kuvvetlidir. Öyle ki yörede iyi oynayanlara “Kaşıkkıran” adı verilir. Kaşıkları kırarcasına vurmak hatta kırmak iyi oynamanın ön koşulu haline gelmiştir. Eski yerleşimin oluştuğu bölgelerde (İnönü)danslar daha ağır, buna karşın Seyitgazi ve Kırka’da danslar daha hareketlidir. Türkülü olanların yanı sıra türküsüz olarak oynananlar da vardır. Türkülü olanlar genellikle bağlama eşliğinde, türküsüz olanlar ise açık havada davul-zurna ya da davul-klarnet ile oynanır. Danslar yiğitlik ve kahramanlığı simgeler. Bu danslardan halkalı şeker ise şöyle oynanmaktadır: 2.2’lik ritm özelliği vardır. Yöreye has kıvrak ve hareketli bir danstır. İleri-geri çabuk yürümeler ve sağ ayak ucuna basarak topuk döndürmeler başlıca özelliğidir. Satılmış Kılınçtan alınan dansın türkü sözleri şöyle: Halkalı şeker şam fıstık Aman arpalar gara gılcık Eğer beni seversen Aman al gel çeyizi yola çık Halkalı şeker hasiretlik çeker Çok salınma sevdiğim cahilim aklım gider Ben bu yerde haneyim Aman yel vurur pervaneyim Gidin söylen o yare Aman derdinden divaneyim Halkalı şeker hasiretlik şeker Çok salınma sevdiğim cahilim aklım gider Galabak dereleri Aman yayılır develeri Galgı da vermiş oynarlar Aman şu gırka efeleri Halkalı şeker hasiretlik şeker Çok salınma sevdiğim cahilim aklım gider. Yöre de oynanan diğer erkek oyunları ise şunlardır: İnönü Karşılaması Yoğurdum Var Galkı da Vermiş Atatürk Zeybeği Kralın Kız Kırka Zeybeği Küstüm Kesik Çayır-İnce Çayır Halkalı Şeker Sultan Seccades HALK TİYATROSU (SEYİRLİK OYUNLAR) 1- EL KUKLASI(BEBEK OYUNU) Anadolu’da kukla geleneğinin yaygın olduğu bilinmektedir. Bir çok biçimleri olmasına karşın, Eskişehir yöresindeki “bebek kuklasına” başka bölgelerde rastlanmamıştır. Oyun Seyitgazi İlçesi Kırka Kasabasında Kamalı Efe (Ahmet Kurt)’tan derlenmiştir. Yörede bebek kuklasını en iyi yapanın Kamalı Efe olduğu söylenmektedir. Oyun, bir oynatıcı ve bir de yardımcısından oluşan iki kişiyle yapılır. Hazırlık sırasında izleyiciden gizlenmek ön koşuldur. Yardımcı önce oyun alanına izleyicilerin ortasına büyükçe bir masa getirip koyar. Düz tahtalardan yapılan bir sedye yatırılan oynatıcının üzerine büyükce ve kalınca bir örtü, yüzüne de bir tülbent örter. Oynatıcı tülbent sayesinde hem izleyicilere görünmeyecek, hem de onları rahatça görebilecektir. Oynatıcının elerinin üç orta parmağına birer kız ve erkek plastik bebek başı yerleştirerek dirseklerine kadar uzanan elbiseler giydirir.Her iki elinin serçe ve baş parmaklarına sıkıca iki kaşık bağlar. Böylelikle oynatıcı, dirseklerine kadar kollarını kaldırdığında bir erkek ve bir kız kukla elde etmiş olur. Bütün bu işlemler bittikten sonra, oynatıcı sedyeyle bir ölü gibi getirilerek oyun alanındaki masanın üzerine yatırılır. Yardımcı masanın yanına yakın bir yerde durarak oyunu başlatır. 2- GÖBEK KUKLASI: Anadolu’nun hemen her yöresinde değişik biçimlerde yapılan bu dans Anadolu Üniversitesi Halk Bilim Araştırmaları Merkezince 1981 yılında günışığına çıkarıldı. Oyun, Seyitgazi İlçesi emekli müze memuru Mehmet Mutlu’nun aracılığı ile, ilçe de bu işi yapabilen tek kişi olan Kadir Onuk’tan derlenmiştir. Üst kısmı çıplak ve elleri ensesine kenetlenmiş bir kişi, vücuduna insan başı çizer. Vücuda çizilen insan başının ağız kısmının tam göbek çukuruna, gözlerin de göğüslerin üzerine gelmesine özen gösterilir. Böylelikle göbek hareket ettirildikçe ağzı-yüzü oynayan, gülen, somurtan bir insan görüntüsü ortaya çıkar. Oyuncu, ayağına insan gövdesini andıran pantolon giyer. Kolları ağaçtan ya da pamuk doldurularak kalçadan uzatılır. Ensesine kenetlediği elleri ile yüzünü de, koltuk altlarından başlayarak kapattığı bir torba ile insan başı haline getirir. Belden itibaren öne-arkaya, sağa-sola doğru yaptığı hareketlerle de selam verme, kızgınlık ifadelerini gerçekleştirir. 3- ARAP OYUNU: Anadolu’da genellikle Türkmen boylarında ve Tahtacılarda yapılan bu oyun, Eskişehir’in Seyitgazi ilçesinden derlenmiştir. Oyunun kaynak kişisi İbrahim Çelikten başka artık bu dansı yapabilen kişinin olmadığı sanılmaktadır. Üzerine oldukça bol ve uzun bir giysi giyen oyuncu, arkasına da bir süpürge bağlar. Ellerini, ayaklarını, yüzünün tamamını siyaha boyayan oyuncu: Araballallahi kumpani Arabalallahi kumpani Araballahi . (…) Tekerlemesiyle bağıra çağıra, ağzını yüzünü buruşturup sıçraya sıçraya koşarak, ağzına aldığı suyu izleyenlere fışkırtarak çocukların, izleyenlerin üzerine yürüyüp onları korkutarak müziğe uygun hareketlerle dansını yapar.
-
ESKİŞEHİR YEMEKLERİ Toğga Çorbası: Et suyu ile pirinç kaynatılır. Yumuşayınca ayrı bir kapta un, yumurta ve yoğurt suyla ezilerek çorbaya katılır. Kaynayınca tereyağ, kımızı biber ve nane kızdırılarak dökülür. Aynı çorba göce kaynatılarak yapılırsa göce çorbası adını alır. Miyane Çorbası : 2 çorba kaşığı kadar tereyağında 1.5 kahve fincanı ölçüsünde un hafif kavrulur. 4 bardak tavuk suyu, bu una yavaş yavaş eklenir. Karıştırılarak kaynatılır. Tuzu konur. Limon sıkılarak içilir yada çorbanın üzerine çiğ domates rendesi konur. Düğü Köftesi Çorbası : Düğü, tuz ve un hamur yapılır. Fındıktan biraz ufak elde yuvarlanır. Yağda kıyılmış biberler hafif kavrulur daha sonra domates rendesi ilave edilir, biraz çevirdikten sonra 1 yumurta kırılır ve karıştırılır ve üzerine kaynar su ilave edilir. Kaynayan suya hazırlanan hamurlar salınır. 10 dk. beraber pişirilir ve servise sunulur. Tutmaç : Ayıklanıp yıkanmış olan yeşil mercimek biraz suda iyice haşlanır. Üzerine 4 bardak su veya et suyu ilave edilerek kaynatılır. Kaynamakta olan mercimeğe iki su bardağı erişte (ev makarnası) ilave edilerek pişirilir, kabarmaya bırakılır. 4 çorba kaşığı tereyağ veya margarin eritilerek yarpız içine atılıp kavrulur ve yemeğe dökülür. İki diş sarmısak katılıp üzerine yoğurt ilave edilip karıştırılarak servis yapılır. Bamya Çorbası : Bamyalar 1 peçete arasında ovulur. (Kenar kılçıklarının çıkması için) 1 tencere üzerine çıkacak kadar su konur. Bir tutam tuz atılıp yarım saat haşlanır. İplerinden sıyrılıp hazırlanır, kuşbaşından küçük doğranmış etlerde ayrı bir kapta haşlanır soğan yağda pembeleştirilir. Sulandırılmış salça ilave edilir, 1 taşım kaynatılıp et suyu dökülür kaynamaya başlayınca limon suyu dökülür. Haşlanmış bamya ve etlerde dökülür. Tuz koyup yarım saat pişirilir. Servise hazırlanır. Harşıl : Ispanak yıkanıp süzülür ve haşlanır, haşlanmış ıspanak püre haline getirilir, yoğurt ince kıyılmış taze soğan ve çerkez tuzu ilave edilerek karıştırılır, bu karışım ıspanakla karıştırıldıktan sonra haşlanmış iki adet yumurta ile süslenip servise sunulur. Kelem Dolması (lahana Dolması) : Lahanalar bir tencerede tuzlu suda erimeyecek şekilde haşlanır suyu süzülüp sıkılır. 1 cm. eninde boyuna ince şeritler halinde getirilir. Ayrı bir kapta soğan rendelenir. Kıyma, bulgur, salça, tuz, karabiber ile bir avuç su katılarak içi yoğrulup hazırlanır. İçten fındık büyüklüğünde parçalar alınıp şerit haline getirilmiş lahanalara döndürerek sarılır. Pişeceği tencerenin dibine acı biber çıtlatılıp yerleştirilir. Dolmalar dizilip kenarlarına sarmısaklar konur. 1 su bardağı su konup kısık ateşte pişirilir. Katlama Böreği : Un, yoğurt, sıvı yağ, su ve tuz karıştırılarak yumak haline getirilip dinlendirilir. Biraz un ve nişasta ile tavlanıp, yedi pazı (yufka) açılır. Açılan her pazı yağlanır. Sonra bu pazılar rulo haline getirilir ve birer parmak arayla kesilir. Kesilen hamurlar tekrar açılır ve bol yağda kızartılır. Kabarması için de göbek kısmına kaşıkla hafifçe vurulur. Piştikten sonra üzerine bir miktar toz ya da pudra şeker ilave edilerek servis yapılır. Çerkes Sofrası (Abısta) : Süt ve su büyükçe bir tencereye konularak tuz ilave edilip 90 derece kaynatılır, kaynar suyun içerisinde mısır unu ilave edilerek tahta kaşıkla kaynatılmak suretiyle pişirilir. Karışım sertçe bir hamur haline gelinceye kadar pişirildikten sonra sofraya alınır ve yuvarlak bir şekilde sofra üzerine yerleştirilir, ortası kaşıkla oyulduktan sonra içerisine tereyağı konulur, etrafına çerkes peyniri dizilir ve ayrı bir tabak içerisinde önceden hazırlanan çerkes tavuğu ile birlikte sıcak olarak servise sunulur. Yufkalı Büryan (Börek) : Piliç haşlanarak, kemiklerinden ayrılarak, iri olarak parçalanır. Diğer tarafta zeytinyağında önce bademler kızartılarak bir tabağa alınır. Soğan aynı yağda sarartılır. Haşlanmış pirinç ilave edilerek 1-2 dakika karıştırılır. Tavuk suyu 3 bardak ilave edilir. Pilav gisi pişirilir. Suyunu çekince üzerine diğer iç malzeme eklenir. (et, badem, baharat). Yoğrulan hamur baklava usulü nişasta ve un ile tek tek açılarak ve araları yağlanarak 4 yufka tepsiye kenarları taşırılarak döşenir. Ortasına hazırlanan iç konur. Diğer 4 yufka buruşturularak, üstüste yağlanarak konur. Alttan taşırılan yufkalar kenarları kıvrılarak kapatılır. Üzeri yağlanır. Sıcak fırında üzeri pembeleşinceye kadar pişirilir. Sıcak olarak servis yapılır. Arabaşı : Una su ve tuz katılarak bulamaç halinde pişirilir. Tepsiye dökülüp, dondurulur. Küçük küçük kesilir, tepsinin ortası açılır. Bir tas içinde tavuk suyuna limon ve acı biber konur. Yerken hamur, tavuk suyu ile beraber çiğnenmeden yutulur. Mercimekli Bulgur Pilavı : Soğan ince doğranır, tereyağında pembeleştirilir. 1 yemek kaşığı salça ve domates rendesi de eklenir. Et suyu konur. 1 ölçü su, 1 ölçü bulgur göz önünde bulundurularak, su kaynayınca bulguru atılır. Tuz, karabiber konur. İnmesine yakın içine haşlanmış mercimek, bir su bardağı ölçüsünde eklenir. Düğün Pilavı : 1 ölçü pirinç tuzlu sıcak su ile haşlanır, bekletilir. Öte yandan tavuk yada kuşbaşı et haşlanır, pişirilir. 1 avuç nohut haşlanır, hazırlanır, Pirinçler bol suyla yıkanır. Tencerede tereyağ eritilir, yağ kızınca pirinçler içine atılır, kavrulur. Sonuna doğru nohutlar, en son etler yağda kavrulur. Pirinçler parlayınca 1 ölçü pirince 2 ölçü su ölçüsünde et suyu konur. Tuz, karabiber, türlübahar konur. Hafif ateşte demlendirilir. Haşhaşlı Gözleme : Un, su, tuz ile kulak memesi kıvamında hamur yoğrulur. Kavrulmuş, çekilmiş haşhaş sıvı yağla inceltilir. İçine biraz tuz konur. Hamurdan elma büyüklüğünde bezeler yapılır. Oklavayla, çok ince olmayan 25-30 cm. çapında yufka açılır. Üzerine hazırlanan haşhaş sürülür. Bir kenarından başlayarak ve aralara da haşhaşlı karışım sürülerek 3-4 kat olarak katlanır. Aynı işlem enine olarak da yapılır. Böylece kare biçiminde, katı bir gözleme elde edilir. Bu gözleme, oklavayla, kare biçimi korunarak açılır. 20x20 cm. büyüklüğüne ulaşır. Toprak saçta, meşe odunuyla, yağlayarak, orta ateşte yavaş yavaş pişirilir. Mercimekli Mantı : Un, tuz, 1 yumurta ve suyla hamur yoğrulur. Yufka açılır. Kareler şeklinde kesilir. İçine haşlanmış mercimek, tuz, karabiber karışımı konur. Her kare ayrı ayrı mantı biçiminde kapatıldıktan sonra yağlanmış tepsiye dizilir. Ocağın üzerinde çevire çevire altı kızartılır. Sonra üzerine kaynayan su konup pişirilir. Sarmısaklı yoğurtla servis yapılır. Üzerine yağ gezdirilir. Ağzı Açık : Yukarıda anlatılan katmer hamuru son kez iyice açıldıktan sonra kareler şeklinde 10x10 cm. boyutunda kesilir. İçine haşlanmış mercimek, tuz, karabiber karışımı konur. Karenin iki kenarı, dikdörtgen olacak biçimde kapatılır. Alt ve üst kenarları açık kalır. Bunlar, yağlanmış tepsiye dizilir. Fırında pişirilir. Çiğbörek(Çibörek-Şırbörek) : Kırım tatarlarına özgü olan yemeklerin başında gelmektedir. Un, su, tuz karıştırılarak hazırlanan hamurun içerisine, soğan, baharat ve kıyma ile hazırlanan iç konulup kızgın yağda kızartılır. Met Helvası : İsmini, met(çubuk) ve aşık kemiği ile birlikte oynanan bir sokak oyunundan almıştır. Met Helvası, met oyunu sonucunda yenilen tarafın uzun kış gecelerinde helva çekmesiyle oluşan bir geleneğin ürünüdür. Özel karışımlı bir hamurun şekerle birlikte lifli hale dönüştürülmesi ile oluşur. Boza: Sarı mısırın suyla kaynatılarak mayalandırılması daha sonra soğutularak süzülüp şekerle karıştırılarak birkaç gün bekletilmesiyle oluşan içecektir. 1955 yılında özel karışımlı bozalarına Kara Kedi Bozacısı adıyla patent alan firmanın merkezi köprübaşı caddesindedir. Çevre illerden bile boza almak isteyenler görülür. Göbete : İlk önce un maya kullanılmadan yoğurt ve margarinle yoğrulur. Elde edilen hamur ikiye ayrılır. Hamurun yarısı açılarak siniye yerleştirilir. Daha önceden hazırlanan iç malzeme, kavrulmuş kıyma, karabiber ve haşlanmış pirinç hamurun üzerine sürülür. Hamurun öteki yarısı ise iç malzemenin üzerine serilir. Hamurun kenarları birleştirilir. Üzerine yumurta sarısı sürülür. Hamur baklava dilimleri haline geldikten sonra tepsi içerisinde fırında pişirilir. Acı-gıcı: Acı- gıcı denilen (ısırganotu) otun uzun yapraklarından yapılır. Dolma içi gibi bulgur, kavurma, tuz, baharat atılıp hazırlanan iç, yaprak sarar gibi sarılıp tencereye yerleştirilerek pişirilir. Bıt-bıtı çorbası : Çok ince bulgur yoğurt ve tuz atılarak harlı ateşte karıştırılarak pişirilir, üzerine kızarmış yağ dökülür. Pasa : Pancar yapraklarından yapılır. Pancar yaprakları yıkanıp haşlandıktan sonra kıyılır, yağda kavrulup üzerine yumurta kırılır. Haside : Nişasta, şeker, su karıştırılarak yapılır. Katılaştıktan sonra indirilir. Üzerine tuzsuz tereyağı dökülür. Ekmek çeşitleri : Ekmek benzeri yapılan hamur işleri ise şunlardır. Yufka, kalınca, bazlama, gözleme, pide, yağlı ekmek, delikli, simit, haşhaşlı-cevizli ekmek… gibi. Halkalı şeker ve akide şekeri: şeker sıcak hamur halinde iken duvardaki kancaya elle atılıp, yoğrularak beyazlatılması ve ardından renkli şeritlerle süslenip fitil halinde çekilmesi ile yapılır. Nuga helvası , cevizli yaz helvası , tahin helvası, tahin ve çövenden bir kürek yardımı ile yapılan Kürek helvası Eskişehir’in geleneksel tatlarındandır.
-
KURTULUŞ SAVAŞINDA ESKİŞEHİR Eskişehir, tarihin her döneminde, önemli bir ticari, ekonomik ve stratejik noktada olmuştur. Geniş ve verimli ovaları, Anadolu'yu batı doğu ve kuzey güney doğrultularında kesen doğal yolların Eskişehir'de buluşması, bu yolların askeri ve ticari önemi, bölgenin hep göç almasının ve savaşların sahnesi olmasının temel nedenleri arasındadır. Osmanlı İmparatorluğu'nun, Birinci Dünya Savaşından müttefikleriyle birlikte yenik çıkması, askeri vesiyasi açılardan zayıflaması ve 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesi ile bu yenilginin uluslararası platformda tescil edilmesi, büyük bir devletin sonunu ve genç, Türkiye Cumhuriyeti'nin de başlangıcını haber veriyordu. 20. yüzyılın başlarında Eskişehir, bağımsız bir mutasarrıflıktı ve çevresiyle birlikte kalabalık bir nüfusa sahipti. Bugün olduğu gibi o günlerde de tarım, Eskişehir'in yaşamında önemli bir yer tutuyordu. 1890'lı yıllarda Eskişehir'e gelen demiryolu da gelişerek, doğal ticaret yollarını takip etmiş, Eskişehir,batıdan gelip doğu ve güneye giden demiryollarının bir kesişim noktası haline gelmişti. 1892 yılında kurulan Cer Atölyesi, demiryolunun ve demiryolu araçlarının bakım ve onarımını yapan önemli bir kuruluş olma özelliğini de taşıyordu. Demiryolu Eskişehir'in ticaretini canlandırmış, burayı ticaretin yanı sıra askeri açıdan da önemli bir stratejik nokta konumuna getirmişti Mondros Müterekesi'nin maddelerinden biri de; İtilaf Devletleri'nin Osmanlı İmparatorluğu sınırları içindeki önemli noktaları güvenlik gerekçesiyle işgal edebilecekleri hükmünü taşıyordu. Bu maddeye dayanarak 13 Kasım 1918 tarihinde herhangi bir karşı direnişle karşılaşmadan İstanbul'a çıkan İngiliz kuvvetleri, İstanbul Bağdat demiryolu hattı boyunca kendilerince önemli gördükleri yerleri işgal etmeye başladılar, bu işgalden 1919 yılının Ocak ayı sonlarında Eskişehir'de nasibini aldı. 520 mevcutlu bir İngiliz birliği Eskişehir İstasyonu çevresinde karargahlarını kurdu. Mondros Müterekesi'nin maddelerinden biri de; İtilaf Devletleri'nin Osmanlı İmparatorluğu sınırları içindeki önemli noktaları güvenlik gerekçesiyle işgal edebilecekleri hükmünü taşıyordu. Bu maddeye dayanarak 13 Kasım 1918 tarihinde herhangi bir karşı direnişle karşılaşmadan İstanbul'a çıkan İngiliz kuvvetleri, İstanbul Bağdat demiryolu hattı boyunca kendilerince önemli gördükleri yerleri işgal etmeye başladılar, bu işgalden 1919 yılının Ocak ayı sonlarında Eskişehir'de nasibini aldı. 520 mevcutlu bir İngiliz birliği Eskişehir İstasyonu çevresinde karargahlarını kurdu. İngilizlerin Eskişehir istasyonu ve çevresini işgal ettikleri dönemde Eskişehir mutasarrıfı Hilmi Bey'di ve bu kişi Damat Ferit Paşa tarafından kurulan ve işgalcilere sempati duyan Hürriyet ve İtilaf Hükümeti 'nin adamıydı. İşgal Eskişehir halkı tarafından nefretle karşılandı ve gösteriler düzenlenmeye başladı. Hilmi Bey işgale karşı yapılan başkaldırı ve gösterileri "huzur bozucu ayaklanmalar" olarak niteliyordu. Eskişehir'de 17 Mayıs 1919'da Yunanlıların İzmir'i işgalini kınayan bir miting düzenlendi. Bu miting sonrasında işgalcilere karşı olan direniş, giderek daha örgütlü hale geldi ve güçlendi; direnişi başlatanlar Eskişehir'li aydınlardı. Bu tarihlerde 20. Kolordu Komutanı olan Ali Fuat Paşa ve Çerkez Ethem'in de Kuvayı Milliye örgütlenmesine ve Eskişehir'li direnişçi aydınlara destekleri oluyordu. Ayrıca Ali Fuat Paşa, süvari yarbayı Atıf Bey'i de Eskişehir Mıntıka Komutanlığı'na atamıştı. Atıf Bey, mutasarrıf Hilmi Bey'e karşı olan görüşleriyle de tanınıyordu. Atıf Bey, demiryolu dolayısıyla Eskişehir'in ne denli önemli bir stratejik noktada olduğunun farkındaydı. 4 Eylül 1919'da gerçekleştirilen Sivas Kongresi, bir başkaldırının, bir direnişin örgütlü olarak başlamasının da göstergesiydi. Bu kongreye Eskişehir'den üç delege katıldı. Bunlar; Bayraktarzade Hüseyin Bey. (Akbaşlı) Hüsrev Sami ( Kızıldoğan ) Siyahizade Halil İbrahim Bey'di. Kongrenin tutanaklarının bastırılması için gerekli maddi kaynak yo ktu ve baskı için Eskişehir delegesi Bayraktarzade Hüseyin Bey 200 Osmanlı Altını bağışta bulundu ve tutanaklar böylelikle basılabildi ve bu onur Eskişehir'in ve Eskişehir'lilerin oldu. Sivas Kongresi ve kongre sonucunda tüm Anadolu insanının tek bir vücut olarak kilitlenmesi gerek İstanbul Hükümetinin, gerekse İtilaf devletlerinin hoşnutsuzluğuna neden oldu. Bu arada Anadolu'da bulunan neredeyse tüm kuvvet komutanları, İstanbul'a karşı bayrak açmıştı. Bu arada İngilizler Kuvayı Milliye güçlerine karşı saldırılar düzenlemek üzere Eskişehir'e yığınak yapmaya başladılar. Ali Fuat Paşa 13 Eylül 1919'da Ankara'dan Sivrihisar'a intikal etti, 20 Eylül'de ise Batı Anadolu Kuvayı Milliye Komutanı sıfatıyla bir bildiri yayınlayarak , Eskişehir'de bulunan yerel yöneticilerin İstanbul Hükümeti'nin emirlerini dinlememesini istedi. Bu arada İngiliz kuvvetlerine de bir çağrıda bulunanarak, İstanbul Hükümeti'ne karşı başlatılan bu harekatta taraf olmamalarını istedi. Bu tarihlerde Kütahya'da da bir İngiliz işgal kuvveti bulunuyordu. İsmail Hakkı Bey komutasındaki bir müfreze Kütahya'ya giderek İngiliz kuvvetlerinin Eskişehir'e doğru çekilmelerini sağladı. Kütahya'da bulunan İngiliz kuvvetlerinin Eskişehir'e çekilmelerinden sonra Türk birlikleri Eskişehir — Kütahya Demiryolu üzerinde bulunan Alayunt köprüsünü yıkarak İngilizlerin tekrar Kütahya'ya gelmesini engelledi. Bu Eskişehir'de bulunan Hürriyet ve İtilaf H ükümeti yanlılarını rahatsız etti ve Mutasarrıf Hilmi Bey, İngilizlerden yardım istedi, ancak İngilizler bu çatışmaların Osmanlı împaratorluğu'nun iç sorunu olduğunu belirterek, Mutasarrıf Hilmi'ye destek vermediler. 1 Ekim 1919'da Damat Ferit hükümeti istifa etti. Yeni bir hükümet kuruldu, hükümetin başı Ali Rıza Bey'di, Kuvay-ı Milliye yeni hükümetten bir çok istekte bulundu ve bu isteklerini de kabul ettirdi. Bu arada Eskişehir'de mutasarrıflığına Hilmi Bey yerine Kuvay-ı Milliye yanlısı Çolakoğlu Sabri Bey getirildi. İbre bir anda tersine dönmüştü. Kuvay-ı Milliye karşıttan tutuklandı, kaçanlar da İngilizlere sığındıIar.Mutasarrıf Hilmi 4 Ekim 1919'da uğradığı bir saldırı sonucunda öldürüldü. 16 Mart 1920'de Meclis-i Mebusan dağıtıldı, 11 Nisan'da ise resmen kapatıldı ve Osmanlı Devleti hükümetsiz kaldı. Ankara'yı ve Ankara'daki çalışmaları güvence altına almanın bir yolu İngiliz işgal ve denetiminde olan demiryolunu tekrar ele geçirmekti, Ali Fuat Paşa 17 Mart 1920'de, 143. Alay'la yola çıkarak Ankara - Eskişehir arasındaki demiryolunu tekrar ele geçirdi ve denetimi sağladı. Direnen İngiliz asker ve subayları da tutuklandı. 20 Mart 1920'de Milli Alay'a komuta etmekte olan 20. Kolordu komutan vekili Mahmut Bey, Eskişehir'deki işgal kuvvetleine bir uyarı yaptı ve Eskişehir'i bir saat içinde terketmelerini istedi. Aynı gün, sürenin uzatılması istekleri reddedilen İngiliz kuvvetleri çok sayıda araç gereç ve mühimmat bırakarak Eskişehir'i terk ettiler. Eskişehir'in Yunanlılar Tarafından İşgal Edilmesi ve Gelişen Olaylar Uşak ve Bursa üzerinden Kütahya ve Eskişehir üstüne saldırıya geçen Yunan kuvvetleri, 20 Temmuz 1921'de Eskişehir'i işgal ettiler. Türk Batı Cephesi güçleri Çifteler'e dek geri çekildi. Durum Türk kuvvetlerinin tümüyle aleyhine dönmüştü. İşgal kuvvetlerinin Ankara yakınlarına kadar gelmesi Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde rahatsızlıklara neden olmuştu. Milli Savunma Bakanı Fevzi Paşa Ankara'nın terk edilerek meclis çalışmalarının Kayseri'ye taşınmasını istiyordu. Ancak TBMM'de kesinlikle Ankara'nın terk edilmemesini yönünde karar aldı ve 5 Ağustos 1921 tarihinde Mustafa Kemal meclis yetkileriyle donatılarak Başkomutan oldu. Yunanlılann Eskişehir'i işgalini ve yaşananları Suzan Albek kitabında şöyle aktarır: "Türk ordusu Eskişehir'i boşalttıktan sonra, Yunan elini kolunu sallayarak girdi buraya. Aylardan temmuz, Eskişehir'de zerdali vaktiydi. Yunan ordusu dağınık, perişandı. İlk günler Aşağı Mahalledeki çarşının dükkanlannı yağmaladılar. Kurşunlu ca-miinin Menzilhanesini erzak deposu, Aşhaneyi mutfak yaptılar. Semahane Yunan askerleriyle doldu. Kumandanlar Fransız mektebine, Doğaloğlu hanı ve diğer büyük binalara yerleştiler. Odunpazanndaki Turan Numune mektebi hastane oldu. İşgalden iki gün önce Ankara yönüne göçmüş zenginlerin evlerine yerleştiler. Bütün evlere beyaz bayrak asın dediler, astık. Gece dokuzdan sonra sokağa çıkmayın dediler, çıkmadık. Bahçe duvarlanna delik açtık, sokağa çıkmadan birbirimize gidip geldik." (Albek, 1991, s. 193) Bu arada Yunanlıların Eskişehir'i işgallerinden iki gün sonra 22 Temmuz 1921 'de Yunan kralı Konstantin Eskişehir'e .geldi, yanında Yunan ordusunun üst rütbeli subayları bulunmaktaydı. Eskişehir'de yapılan toplantıda kral Konstantin Yunan Orduları Başkomutanı oldu, bundan beş gün sonra Kütahya'da yapılan bir başka toplantıda ise Ankara'ya saldırı kararı alındı. Yunan Ordusu yaptığı büyük hazırlıklardan sonra, üç koldan 13 Ağustosla Türk mevzilerine karşı hücuma geçti. Bundan sonraki bölümü kronolojik olarak gün gün ele alabiliriz: 1 Ağustos 1921: Sivrihisar, 16 Ağustos t a Mihallıçık işgal edildi. 21 Ağustos 1921: Yunan Ordusu Sakarya Nehri'nin Güneyine geçti, 23 Ağustos'a dek ciddi bir direnişle karşılaşmayan işgal ordusu komutanı Papulas, Batı Cephesi mevzilerine saldınlması ve ve cephenin iki yerden yarılmasını istedi.Mangal Dağı'nı tutan Türk birlikleri. Mangal Dağı'nda bir alaylık güç bırakarak geri çekildiler. 24 Ağustos 1921: Yunanlılar Mangal Dağı'nı ele geçirdiler, ancak Türklerin burayı çok çabuk terketmelerinden de kuşku duydular. İki gün beklemeyi tercih ettiler. Bu beklemeden ya rarlanan Başkomutanlık, mevzilerin arkasına güç yığdı. 25 Ağustos 1921: Yunanlıların saldırısı püskürtüldü. Ancak Yunan kuvvetleri çok geniş bir alana yayılmıştı. 30 Ağustos 1921: Yunan birlikleri yeni bir saldırı başlattılar, beş gün boyunca süren çatışmalarda büyük kayıplar verdiler ve Çal Dağı'nı zorlukla ele geçirebildiler. 4 Eylül 1921: Yunan Komutanı Papulas Savaş bakanına yazdığı bir raporda Ankara'ya kadar ilerlemenin olanaksız olduğunu belirtti. 6 Eylül 1921: Mustafa Kemal, Fevzi Paşa (Çakmak) ve İsmet Paşa yaptıkları toplantıda Yunan kuvvetlerinin iyicegüç kaybettiği konusunda fikir birliğine vardılar. 7 Eylül 1921: Keşif saldırıları yapıldı ve iyi sonuçlar elde edildi. 10 Eylül 1921:Türk Kuvvetleri " Genel Karşı Saldın" karan aldı ve Dua Tepe ele geçirildi. Yunanlılar Beylikköprü sırtlarına dek gerilediler. 12 Eylül 1921: Kartaltepe ve Beştepe ele geçirildi 13 Eylül 1921: Yunan birlikleri tümüyle Sakarya'nın batısına geçtiler. 14 Eylül 1921: Yunanlıları izleyen Mürettep Süvari Tümeni Sivrihisar'a girdi. 17 Eylül 1921: Türk Kolorduları Yunanlıları güneyden sarmaya başladı, Papulas Eskişehir'e çekilmeyi planladı. Aynı gün öncü birlikler Mihallıççık'a girdiler. 20 Eylül 1921: Cephane yetersizliği dolayısıyla oldukça yavaş hareket edebilen Türk birlikleri, Sakarya'nın batısına geçtiler. 23 Eylül 1921: Yunan birlikleri Eskişehir'e dek geriledi, burada yeni güçler ve cephanelerle desteklendi. 1921 yılının Eylül ayı sonlarında bitebilecek olan Yunan işgali, malzeme ve cephane yetersizliği dolayısıyla bir yıl kadar uzadı. Bu arada Yunanlıların Avrupa'da siyasi destek arayışları devam ediyordu, ancak İngiltere ve Fransa gibi güçlü devletler, savaşın sonunu görmüşlerdi, dönemin Fransa Başbakanı Briand, Yunanlıların Türklerle bir an önce barış yapmalarını önerdi, İngiliz Başbakanı Lloyd George ise bir an önce Serv ruhunun terk edilmesi gerektiğini söylemeye başlamıştı. 1922 yılının bahar ayları boyunca hem Türk birlikleri, hem de Yunan birlikleri karşılıklı saldırı için hazırlıklarını yaptılar. Yunan Ordusu'nun başına Hacı Anesti getirilmişti. 22 Ağustos 1922: Mustafa Kemal tüm hazırlıkların 15 gün içinde tamamlanması buyruğunu verdi. 24 Temmuz 1922: Yunanlılar İstanbul'u işgal için bir harekata girişti, bu harekat Türk saldırısının hızlanmasını sağlamaktan başka hiç bir işe yaramadı. 26 Ağustos 1922: Büyük Taarruz başladı. 30 Ağustos 1922: Büyük Taarruz bitti. 1 Eylül 1922: Seyitgazi düşman işgalinden kurtuldu. 26 Ağustos 1922 de Türk Ordusunun başlayan taarruzu sonucu, 2 Eylül 1922 de Eskişehir düşman işgalinden kurtuldu. Ancak işgalciler geri çekilirken yakıp, yıkmış kenti harabe haline getirmişlerdi. Hakimiyeti Milliye Gazetesi'nin muhabirine göre; Yunanlılar geri çekilirken 250 kişiyi öldürmüş, kent merkezinde 2 bin hane, 22 otel ve han, 2 bin mağaza ve dükkan, 5 hamam, 4 fabrika, 2 cami, 3 mescit ve 10 mektep yakmışlardı. Köylerde ise 13 bin hane ve 2 bin davar ağılı ateşe vermişlerdi. 150 bin dönüm ormanlık alan da kül haline getirilmişti.O günkü kaynaklara göre kent ve çevresinde 150 milyon lira zarar meydana gelmişti. Görüldüğü gibi işgalin bilançosu ağır olmuş ve son elli yıldır sosyal, ekonomik ve kül türel açıdan canlanmaya başlayan kenti yok olma aşamasına getirmiştir. Savaşın yarattığı dehşeti tarihe kaydetmek üzere alanları dolaşan Anadolu'da Yeni Gün Gazetesi muhabirinin ilk izlenimleri ise şöyledir:" Eskişehir'e girdiğimiz zaman ( 2 Eylül akşamı) otomobilimiz yamadan görülmez bir hale gelmiş, tam manasıyla eski Osmanlı imparatorluğu'nu andırı yordu. Birçok harabelerden geçtikten sonra yine o harabeler arasında durduk, pek iyi bildiğim Eskişehir'i hiç tanıyamayacak bir halde buldum. Düşman kasa bayı hemen baştan aşağı yakmış. Oto mobilimiz Köprübaşı denilen mevkide durmuştu. Etrafımız yanan dükkan, mağaza ve evlerin siyah ve korkunç enkazıyla sarılı idi” TBMM Hükümeti, korkunç manzaraya rağmen idari mekanizmayı kurmakta gecikmedi. Eskişehir'in işgalinden sonra memurlarıyla birlikte Sivrihisar'a taşınmış olan Mutasarrıf İbrahim Bey, geri dönerek yönetimi ele aldı. Kurtuluştan sonra yapılan ilk icraat, Eskişehir'i istanbul ve Ankara'ya bağlayan tren raylarının ve köprülerinin onarımına başlanması oldu. Zira bu icraata öncelik verilmesinin temel nedeni, stratejik olmasının yanısıra, sosyal ve ekonomik yaşamla da yakından ilgi li olmasıdır. İki ay içinde tren hattı onarılarak işletmeye açıldı. Bunun yanında adliye örgütü, kentte eğitim ve öğretime başlanması için eğitim kurumları ve yangından zarar gören kentin su ve elektrik tesisatı yeniden yapılandırıldı. Kentin imarı ve canlandırılması süre cinde yaşanan ilginç olaylardan biri de TBMM'nin Eskişehir'e nakledilme si konusudur. 11 Ekim 1922 de ken tin ileri gelen kişilerinden oluşturulan bir heyet, TBMM Başkanı Mustafa Ke mal Paşa ile görüşerek Meclisin daimi olarak Eskişehir'de toplanmasını istediler. Ancak bu teklif uygun bulunmadı. Mustafa Kemal Paşa' nın 15 Ocak 1923'te Eskişehir'e yaptığı gezi de gerek Türkiye'nin geleceği açısından gerek Eskişehir'in imarı konusunda, bir dönüm noktası oldu. Mutasarrıflık Dairesi'nde (Hükümet Konağı) yaptığı konuşmada, Ulusal Kurtuluş Savaşında büyük acılar çeken Eskişehir halkının gösterdiği özveriyi takdirle karşıladığını açıkladı. Ayrıca, Mustafa Kemal Paşa Mutasarrıflık Daire si'nde, üst düzey memurlardan kentin imarı konusunda bil gi aldı ve ihtiyaçlarının neler olduğunu öğrendi. Mustafa Ke mal Paşa ilgililerden acilen hayvanların ıslahı ve hastalıklar dan korunması, tohumluk dağıtımı, yolların yapılması, yeni okul binalarının inşası, mevcut ormanların haritasının çıka rılması gibi konulara eğilmeleri gerektiği direktifini verdi. Mustafa Kemal Paşa'nın bu direktifleri ve Eskişehir'in kalkındırılmasına yönelik hassasiyeti Belediye Başkanı Hasan Basri Bey'i harekete geçirdi. Özetle Kurtuluş Savaşının 5 önemli meydan muharebesinin üçü Eskişehir'de geçmiştir. M.Kemal Atatürk'ün önderliğindeki T.B.M.M. mazlum halklara örnek olacak galibiyetlerin ilkini I.İnönü Savaşı ile Eskişehir topraklarında kazanmıştır. Eskişehir, Ulusal Kurtuluş Savaşının kilit nok talarından birini oluşturduğundan, savaşta maddimanevi olarak çok yıpranmıştır. Kurtuluştan sonra geriye yanmış, yıkılmış bir kent kalmış, ancak yöneti cilerin ve halkın kenti yeniden canlandırma azmi yok olmamıştır. Mustafa Kemal Atatürk, 15 Ocak 1923'te Hükümet Konağında yaptığı konuşmada vurguladığı gibi Eskişehir, zaferin kazanılmasında büyük katkı yapmıştır. Mustafa Kemal Paşa, bu nedenle kentin imarıyla yakından ilgilenmiştir. Cumhuriyet döneminde yapılan yatırımlarla kısa zamanda modern bir kent yaratılmaya çalışılmıştır.
-
ESKİŞEHİR TARİHÇESİ KURTULUŞ SAVAŞINA KADAR ESKİŞEHİR İlimiz çok eski bir yerleşme merkezidir. Bölgenin ilk yerleşme noktası şimdiki yerin 6 km kuzeyindeki Dorylaion’ dur. Tarihinin çok eski olmasından dolayı da Eskişehir adı verilmiştir. Yapılan arkeolojik çalışmalar sonucu çıkan eserlerin verdiği bilgilerden, Eskişehir ve yöresinin, M.Ö. 3000 yıllarına kadar varan, eski bir yerleşim yeri olduğu anlaşılmaktadır. Anadolu’ da M.Ö. 2000 yılında hüküm süren Hititler devrinde de Eskişehir ‘in önemi ve yeri dolayısıyla Eti ‘lik (Beylik) olduğu görülmektedir. M.Ö. 1200 yılından sonra Frigler Anadolu’ya girmiş ve Eskişehir bir Frig şehri olarak Dorylaion adı ile kurulmuştur. Friglerden sonra şehir Lidyalıların, M.Ö. 546 yılında da Perslerin hakimiyetine girmiştir. M.Ö. 334 yılında İskender’in eline geçen Eskişehir, İskender’ in ölüm tarihi olan M.Ö. 323 yılına kadar Hellenizm dönemini yaşamıştır. Greklerin, Anadolu’ ya bu devirde, kitleler halinde gelip yerleştikleri, tarihi belgelerden anlaşılmıştır. M.Ö. 190 yılında Romalıların eline geçen Eskişehir, Roma’ nın M.S. 395’ de ikiye bölünmesine kadar Roma İmparatorluğu ’nun, sonra da Bizanslıların idaresinde kalmıştır. Büyük Selçuklu İmparatorluğu zamanında doğudan gelen bir çok Türk Boyları, Bizanslıların zayıflığından da istifade ederek Doğu Anadolu’ ya yerleşmeye başladılar. Selçuklu Hükümdarı Alparslan’ ın 1071 ‘de Malazgirt Savaşını kazanmasından sonra Türklere bütün Anadolu kapıları açıldı. Süratle ilerleyen Türk orduları 1074 ‘de Eskişehir’i aldılar. Bundan sonra Eskişehir, doğudan devamlı gelen boylar için bir yerleşme noktası oldu. Eskişehir, Anadolu Selçuklularla Haçlılar arasında yapılan kanlı savaşlara sahne olmuştur. Eskişehir Anadolu Selçuklularının kuruluşundan yıkılışına kadar bir Selçuklu şehri olarak kaldığı halde, bu savaşlar nedeniyle fazla Selçuklu eseri yapılamamıştır. Anadolu Selçuklularının tarihi eserleri, o devirde uzun süre uç beyliğin merkezi olan Sivrihisar’ da görülür. Osmanlı Devletinin Kurucusu Osman Bey, 1284 yılında Anadolu Selçuklu Sultanı Mesut tarafından gönderilen fermanla aşiret reisliğinden çıkarak uç beyi olmuştur. Osman Bey, uç beyi olduktan sonra, gün geçtikce kuvvetlenmiş ve 1289 yılında hakimiyet sahasına Eskişehir ve İnönü’ yü de katmıştır. Osmanlıların ilk zamanlarında, devletin kuruluş merkezlerinden birisi olması sebebiyle Eskişehir’e yakın ilgi gösterilmişse de Duraklama ve Gerileme devirlerinde pek ilgi gösterilememiştir. Bu nedenle Eskişehir, yakın zamana kadar gelişememiştir. Şehir, ancak 1877-1878 Osmanlı - Rus harbinden sonra muhacirlerle beraber kalabalıklaşmaya başlamış ve gelişmiştir. Eskişehir’ in asıl gelişmesi demiryolunun işletmeye açılmasından sonra olmuştur. Bugün Türkiye’nin sayılı merkezlerinden olan Eskişehir, Fatih’in ilk zamanlarına kadar Ankara Beyliğine bağlı olarak kalmıştır. 1451 yılından sonra Kütahya’ nın Beylerbeylik haline gelmesi üzerine Anadolu İdari Teşkilatında değişiklik olmuş; bu arada Ankara’ ya bağlı bulunan Eskişehir, Kütahya Beylerbeyliğine bağlanmıştır. 1841 yılından sonra değişen idari taksimatta Eskişehir, merkezi Bursa olan Hüdavendigar eyaletine bağlanmış ve 1925 yılına kadar Kaymakamlıkla idare edilmiştir. CUMHURİYET DÖNEMİNDE ESKİŞEHİR Cumhuriyet Döneminde Eskişehir Cumhuriyetin ilanından sonra, Sancak ve mutasarrıflıkların il yapılmaları üzerine, Eskişehir'de 1925 yılında il olmuştur. 1926 yılında Eskişehir'in, Sivrihisar, Mihallıçcık ve Seyitgazi olmak üzere üç ilçesi bulunuyordu. 28.06.1954 tarihinde 6321 sayılı kanunla Çifteler, Mahmudiye, 27.06.1957 tarihinde 7033 sayılı kanunla Sarıcakaya ilçe haline getirildi ve Eskişehir'in ilçe adedi 6'ya çıkmış oldu. Daha sonra, 19.06.1987 tarihinde 3392 sayılı kanunla Alpu, Beylikova, İnönü; 9.05.1990 tarih ve 3544 sayılı kanunla Günyüzü, Han ve Mihalgazi ilçe haline getirilmiştir. Böylece ilçe sayısı 12'ye çıkmıştır.
-
MANAZAN MAĞARASI Karaman’ın doğusunda İbrala Suyu’nun vadisinde, iki yanı yüksek boğaza hakim bir kaya kitlesinde Manazan Mağaraları bulunmaktadır. Karaman’a 40 km. uzaklıkta, Yeşildere ile Taşkale arasındaki vadinin kuzey yamaçlarında bulunan bu mağaralar killi kireç taşı içerisine oyulmuş beş katlı ve günümüzde insanların yaşadığı meskenlerdir. Yüksek yamacın tepesinde, kayalarda yüzlerce delik görülmektedir. Bu dağ kitlesinin içerisine oyulan yerleşim ilk defa Bizans çağında başlamıştır. Bunu belgeleyen kayalar içerisindeki bir şapeldir. Ayrıca ufalanan ve yamaçlardan aşağıya dökülen taş parçaları arasında da çok sayıda fosil izlerine rastlanmaktadır. Mağara yerleşimlerinin ön cepheleri yıkıldığından bunların ayrı bir girişi yoktur. Meskenlerin bütün kısımları birbirleri ile olan bağlantıları beş kat arasındaki iniş ve çıkışlar dağ kitlesinin oyulması ile meydana getirilmiştir. Bazılarında her katın ortasında geniş ve uzun bir salon görünümünde bir sofa bulunmaktadır. Bu sofanın kenarlarında açılmış pencerelerden içeriye ışık ve hava girmektedir. Ortadaki salonun yanlarına kaya kitlelerinden oyulmuş odalar yapılmıştır. Bu odaların her birinin ayrı sofaya açılan kapıları ve bir de penceresi vardır. Bazı odaların tabanlarında yine kaya kitlesine oyulmuş mezarlar görülmektedir. Katlar arasında kaya kitlesine dik olarak oyulmuş bir kuyu bulunmaktadır. Bu kuyunun duvarlarına bir kattan diğerine çıkmak isteyenler için el ve ayaklarını koyacakları yuvalar açılmıştır. Bunların genişliği 1 m. kadar olup, bu kuyuyu kullananlar inip çıkarlarken sırtlarını duvara dayamaktadırlar. Bu mağara evlerinin yazları serin, kışları da ısıtmaya gereksinim göstermemektedir. Aynı zamanda da dışarıdan gelebilecek hücumlara karşı da korunaklıdırlar.
-
Mader-i Mevlâna (Aktekke) Camii Karaman'ın merkezi yerinde, İmaret Mahallesinde, Şifa Hamamı olarak bilinen tarihi Süleyman Bey Hamamının batısında yer almaktadır. Camii çevresinde hamamı, derviş hücreleri, güney ve batısında haziresi (mezarlığı) ve içerisindeki türbe ve mezarları ile bir külliye halindedir. Halk arasında Aktekke olarak bilinen camiye, içerisinde Mevlânâ'nın annesi Mümine Hatun'un türbesinin bulunması nedeniyle Mader-i Mevlâna Camii' de denilmektedir. Camii bugünkü haliyle kapı üzerindeki kitabeden anlaşıldığına göre H.772, M.1370 yılında Karamanoğlu Alaeddin Bey'in emri ile yapılmıştır. Caminin olduğu yerde daha önce Selçuklular zamanında bir zaviye bulunmakta iken, Emir Musa Mevlâna'nın Babası Bahaeddin Veled'in Karaman'a gelmesi ile, zaviyenin bitişiğine bir mevlevi tekkesi yaptırarak buraya yerleştirmiştir. Mevlâna'nın annesi Mümine Hatun ve ağabeyinin vefat etmesi üzerine her ikisi de bu zaviyeye defnedilmiştir. Daha sonra Halil Bey'in oğlu Karamanoğlu Alaeddin Bey, kardeşinin (Süleyman Şah'ın) kabrinin de bulunduğu bu yere bugünkü Camii yaptırmıştır. Ancak, bu cami içerisinde semahane ve türbe bulunması nedeniyle klasik cami mimarisinden farklıdır. Caminin giriş kapısına iki renkli mermerle zıvanalı kemer yapılmıştır. Bunun üst tarafına da bir Mevlevi sikkesi işlenmiştir. Mevlevi sikkesinin taş kemerinde beş satır halinde kitâbesi yer alır. Kitâbenin Türkçesi şöyledir: "Ariflerin, kutbu, aşıkların, sultanların, milletin, Hak’kın ve dinin celâli (Mevlâna'nın) Tanrı pek zahir olan sırrını mukaddes kılsın. Kişi zâde ve keremli hatuna nispet edilen bu mübarek zaviyenin ve Karamanoğlu Mahmut oğlu, Halil oğlu Sait ve Şehit Seyfettin Süleyman Bey'in Merkadinin -Allah toprağını aydınlatsın- yapılmasını yüce sultan, âlemde Tanrı’nın gölgesi, ümmetlerinin dizginini elinde tutan Arap ve Acem sultanlarının efendisi, azgınları, inatçıları kahreden, kafirleri ve müşrikleri öldüren, fetih babası Karamanoğlu Mahmut oğlu Halil oğlu Alaeddin -Allah mülkünü muhallet kılsın, bayraklarını yükseltsin, yardımcılarını muzaffer ve hoşnut yapsın- Hicretin 772.yılı ve rebiulevvelinin evvellerinde emretti." Cami tamamen kesme taştan merkezi büyük kubbeli olarak yapılmıştır. İki kısımdan oluşan cami esas cami kısmı ve son cemaat mahallidir. Son cemaat kısmını iki mermer sütun ve yan duvarlarının üzerlerine dayanan üç kubbe örter. Giriş kapısının sağında ve solunda iki mihrapçık vardır. Sağdaki mihrapçığın sağında kadınlar mahfiline çıkış kapısı yer alır. Merkezi kubbenin altında l7 pencere cami içini aydınlatır. Kubbe göbeği ve eteği, pencere üstleri bitkisel süs dekorludur. Mihrabı sitelaktitlidir. Sol taraftaki ayrılmış olan mekanda Mevlâna'nın annesi Mümine Hatun'un sandukası ile ağabeyi Muhammed Alaeddin ve diğer yakınlarına ait 20 adet sanduka bulunmaktadır. Caminin son cemaat yerinin tam karşısında kesme taştan yapılmış 7 adet derviş hücreleri ve güneyi ile batısında haziresi bulunmaktadır.