Dogrucudavut tarafından postalanan herşey
-
Siyaset Üretemeyen Sosyal Demokrat Geçinen Partiler Kendi Kendilerini Bitirmeye Çalışıyorlar
İyi akşamlar Sn.Mavi, kusura bakmayın ben mecazdan anlamam. Tartışma ancak somut durumlar üzerinden olabilir. Bunları konuşmadan yapılan bir tartışma sadece yanlış anlamalar üzerinden gider, zaman ve emek kaybı olur ancak diye düşünüyorum. Ülkenin geldiği bu halde beğenmediğiniz noktalar nelerdir, bunlarda hangi partilerin ne oranda sorumluluğu vardır ? Konuşalım, tartışalım.
-
Siyaset Üretemeyen Sosyal Demokrat Geçinen Partiler Kendi Kendilerini Bitirmeye Çalışıyorlar
'' Siyaset üretemeyen'' miş ... siyaset üretmek nedir ? Siz nasıl bir şey bakmıştınız ? '' Sosyal demokrat geçinen '' miş...peki bu sosyal demokrat geçinmek nasıl oluyor ? Sosyal demokrat olmanın şartları nelerdir ve hangi partiler sosyal demokrat '' geçiniyor '' ? '' İnsan olmak '' sosyal demokrat olmak ise ki bana göre öyle, hangi partiler insanlık dışı bir siyaset üretmişler ? Nedir bu insanlık dışı siyasetler ? '' Katılımcı demokrasi eksikliği '' dense tamam diyeceğim, bu Türkiye'deki tüm partilerin sorunu ama nedir Allahaşkına, bu '' sosyal demokrat geçinen '' partilerin ürettiği '' insanlık dışı '' siyasetler ya da üretemediği insan olma siyaseti ? Lütfen açık olalım!
-
Srebrenitsa kurbanları katliamın 14. yılında anıldı
Bosna Hersek'teki Srebrenitsa'da, 11 Temmuz 1995'teki katliamın 14. yıl dönümü dolayısıyla düzenlenen anma törenine binlerce kişi katıldı. Avrupa'da 2. Dünya Savaşı'ndan sonra en büyük trajedi olarak nitelenen katliamın kurbanlarını anmak için düzenlenen törene katılmak isteyen binlerce kişi, otobüslerle bu sabahtan itibaren kente akın etti. Anma töreninin organizatörlerine göre, Saraybosna'dan törene katılmak isteyenlere 160 otobüs tahsis edildi. Organizatörler, çok sayıda kişinin de kendi araçlarıyla Srebreniça'ya geldiğini söylediler. Avrupa Parlamentosu'nun geçen ocak ayında aldığı karara göre, Srebreniça katliamı için, bu yıl ilk kez AB ülkelerinde de törenler düzenlenecek. Srebrenitsa'daki tören, kentin girişindeki Potocari anıt mezarlığında düzenleniyor. Törende, kimlikleri teşhis edilen ve katliam sırasında 14-75 yaşları arasında olan 534 kişinin kalıntıları toprağa verildi. Anıt mezarlığın açıldığı 2003'ten bu yana Potocari'ye bölgedeki 70 mezardan çıkarılan yaklaşık 3 bin 200 kişinin kalıntıları defnedildi. 11 Temmuz 1995'te Srebrenitsa'yı koruyan Hollandalı BM askerlerinin Bosnalı Sırpların kasabayı ele geçirmesine göz yummasının ardından bir hafta süren katliamda, kasabada aralarında yetişkin erkek ve erkek çocukların da bulunduğu 8 bin kadar Müslüman Boşnak öldürülmüştü. Katliamın sorumlularından biri olan Radovan Karaciç uzun yıllar bulunamamış, 13 yıl firari yaşayan eski Sırp lideri Temmuz 2008'de yakalanmıştı. Katliamın diğer sorumlusu Ratko Mladiç ise hala kaçak. Uluslararası Adalet Divanı, 2007'de katliamı soykırım olarak nitelendirmişti.
-
ŞU BEYAZ TÜRKLER
Bilgi yararlıdır, yeter ki onu kullanan kişi ezbere kullanmasın. Şimdi, Makyavelli’nin Prens romanındaki gibi, prens karakterinin mantığı ile hareket eden bir İsmet İnönü’yü, eğer, Atatürk frenliyorsa ve Atatürk’ün sertlik yanlısı İsmet İnönü’yü görevden alıp yerine yumuşak politikalardan yana Fethi Okyar’ı Başbakanlığa getirdiğini biliyorsa kişi, o zaman neden aynı prens mantığının ( arada bir ipleri gevşetmek ) Atatürk’de de varolduğunu iddia edemez. Yok fark ediyorsa bunu dile getirmekten neden çekinir ? Kemalizm, Atatürkçülük ya da Atatürkçü Düşünce, Mustafa Kemal Atatürk'ün düşünce ve uygulamalarıyla ortaya koyduğu amaçlar, ilkeler ve gerçekleştirdiği devrimlerdir. Türkiye Cumhuriyeti de, anayasasında belirtildiği gibi, özellikleri ve uygulamalarıyla Atatürkçülük doğrultusunda hareket etmişti.[1] Kemalizm; temel ilkelerini Atatürk’ün belirlediği, Türk ulusunun, akıl ve bilimin yol göstericiliğinde ileri bir toplum olarak çağdaş uygarlık düzeyine erişmesini[2], tüm insanlığın içinde bağımsız, eşit ve şerefli bir biçimde yer almasını amaçlayan bir düşünce sistemidir. Atatürkçülük olarak da adlandırılan bu sistem, Türk toplumunun gereksinim ve isteklerinden doğmuş; devlet yaşamına, düşünce yaşamına, ekonomik yaşama, toplumun temel kurumlarına ilişkin gerçekçi düşünce ve ilkeleri içeren tümden bir ulusal çağdaşlaşma, değişim ve dönüşüm modelidir. "Kemalizm" terimi 1930'larda kullanılmaya başlanmıştır. 1934'de Türkiye Cumhuriyeti İçişleri Bakanlığı, Türk kültürü ve Türkiye Cumhuriyeti'ni tanıtmaya yönelik olarak La Turquie Kemaliste (Kemalist Türkiye) dergisini yayımlamaya başlamıştır. [3] Mustafa Kemal'in kurduğu bu düşünce sistemi, Cumhuriyet Halk Partisi’nin 9 Mayıs 1935’te toplanan IV. Kurultayı'nda kabul edilen 1935 Programı’nda da "Kâmalizm" olarak geçmiştir[4]. ( Vikipedi) Bir kere o sözler rahmetli AhmetTaner Kışlalının değil, Paul Dumont’un, acele ve telaştan herhalde atlanmış. Ama Paul Dumont’un dikkati çektiği nokta da önemlidir ve doğrudur. Burada mesele nedir? Atatürkçülük veya Kemalizmi birbirinin aynı olarak gören düşünceler aynı zamanda uygulanan kemalizmin zamana göre değiştiğine dair bilgiler de sunmaktadırlar. Ahmet Taner KIŞLALI’nın wikipedia’dan alınan yorumunda Kemalizm teriminin ilk defa ortaya konulduğu zamanlardan da bahsedilmektedir. Burada bana sorulacak soru şudur? Siz, bu ideolojinin temellerinin ittihat terakkide olduğunu söyleyip de bir de; Öncelikle, Vikipediadan alınan o yorumun Ahmet Taner Kışlalı’ya ait olmadığını tekrar vurgulayalım. Ayrıca, o hocamız diye isminin verilmesinden sakınılan kişinin de AKP Mersin milletvekili, anayasa hukuku profesörü Zafer Üskül olduğunu belirtelim. Kemalizm’in zamana göre değişen bir ideoloji olduğu savı da yanlıştır. Çünkü, 1950’den sonra Atatürk ilkelerinden dolayısıyla Kemalizm’den sapıldığını, Türkiye’nin iç ve dış politikalarında belirleyici olan faktörün Nato politikaları olduğunu daha önce yazmıştık. O dönemler ABD ve Nato’nun , Türkiye’nin laik yapısı ile bir sıkıntısı yoktu. Soğuk savaş yıllarında, deforme edilmiş, ilkelerinden laiklik dışında içi boşaltılmış bir Kemalizm ya da Atatürkçülük, ABD’nin siyasetine uyumlu haldeydi. ) Yani, bazıları tarafından, ( sağ partiler ) bu politikalar Kemalizm’e yamanmıştır. 90’lardan sonra ise yani soğuk savaş sonrasında ABD’nin değişen Ortadoğu politikaları gereği bu sıkıntı hasıl olmuş ve bu yüzden ilkelerden tek hayatta kalan laiklik de tasfiye edilmek istenmektedir. Olay budur. Ayrıca, 6 ok Atatürkçülüğün veya Kemalizmin ilkeleridir ve bu ilkeleri bizzat Mustafa Kemal Atatürk, Cumhuriyet Halk Partisi'nin Mayıs 1935'deki kurultayında, ortaya koymuştur. Resimde görüldüğü gibi : O hocanızın, Nato’ya ve ABD’ye son derece bağımlı politikaların izlendiği 50’li yıllara değinmemesinin nedeni, yaptığı çarpıtmanın ortaya çıkacağı korkusu nedeni ile kendini ele vermesine neden olacak doneleri saklaması gerektiğindendir. Dediğim gibi, Üskül’ün çarpıtması ile devlet ideolojisi olup, Komünizm'e karşı olan Kemalizm’i kabul edip de, onun 50’de şutu yediğini söylemek tam bir çelişkidir. Madem şutu yemiştir, hükümeti ele geçirip Komünizm'e karşı olan hangi ideolojidir ? Tabii ki sağ partilerle halka yutturulan İçi boşaltılmış Kemalizm… Ne demiştik ; '' Bilgi yararlıdır, yeter ki onu kullanan kişi ezbere kullanmasın. '' Çarpıtma devam ediyor. Devrimlerin oturması, amacına ulaşması için gereken kurum ve araçların gelişmesi için belli bir süre gerekir demiştik. Özelinde, Kemalist devrim bir burjuva devrimidir. Feodal yapıdan, burjuvaziye geçişi hedefler. Yani, nihai amaç, burjuvası, işçisi olmayan, tüccar, ağa, şeyh, köylü, parya gibi feodal yapıya ait sınıfların varolduğu bir ülkede, burjuva sınıfının, işçi sınıfının yaratılmasıdır. Demokrasi de burjuvaziye ait bir kavramdır. Olmayan bir burjuva sınıfına dayanıp da devrim yapmak olamayacağından, Kemalist devrim yani Atatürk devrimleri, Jakoben olmak zorundaydı. Çünkü, burjuva devrimini burjuva sınıfı yapar. Böyle bir sınıf olmadığına göre, bu devrimi gerçekleştirenler de bazı aydınlar ve askerler olmuştur. Bunun adı halk için halkın yararına faaliyettir. Halkın yerine düşünmek de aydınların görevidir. Bunda tuhaf bir şey yoktur. Tüm dünyada aydınların işlevi budur. Aydınları olmayan ülkeler ve milletler gelişemez. Halka karşı olduğu iddiası da temelsizdir. Çünkü, devrimlere karşı olanlar Atatürk’ü seven ve devrimleri benimseyen halk değil, çıkarları gereği yani toprağını kaybetmek istemeyen ağa, dini etki çemberini yitirmek istemeyen şeyhler, softalar ve bunlar tarafından doldurulan halktı. Cumhuriyet tarihindeki isyan sebepleri incelendiğinde bu konu daha net anlaşılır. Çiçekleri takip edip fal bakar gibi mana çıkarmaya gerek yoktu. Eleştirinin( tenkit ) iki türü vardır malum; birincisi menfi, ikincisi müspet eleştiri. Peki, laf söylemek bunlardan hangisini kodlar ? Menfi eleştiri, yapıcı değil, yıkıcıdır. Bir şeyi yıkıcı yönde faaliyetin adı da, evet, saldırı diye adlandırılır. Biz kibarlık yaptık açıktan söylemedik ama sonra yerim kibarlığı diyip çiçeği de kondurduk. İleri görüşlülüğünüz için sizi tebrik eder, başarılarınızın devamını dilerim. O muhalif arkadaşın da fikrinin özü Nihal Atsızdır. Bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıptır. Vikipediyi bulabilen biri bunu da araştırabilirdi. Ama tabii işine gelmeyince biraz zor. Şuna neyi savunduğunu bilmemek diyelim, bu daha doğru olur. İnsanın biri ile tartışırken, bazen diğerinin tavır ve tarzından etkilenmesi söz konusu olabilir ama olay bu değildir. Evet, Makedonya isyanını 2.Abdülhamit bastırmamıştır, değil mi ? Peki tersten gitsek ve Kanun-i Esasi'yi lav edip, onu hazırlayan Mithat Paşa’yı da öldürtüp, yardımcısı Namık Kemali zindanlara attıran kimdi ? Komitacı olmayan 2. Abdülhamit değil miydi? Bu da Soros’un Açık Toplum mühendisliği projesinin maaşlı elemanlarından Gazi Ünv.öğretim üyesi Weberyen Prof. Atilla Yayla’dan alınma bir şaheser. Atilla Yayla’nın burada söylemek isteyip de kibarlıktan yada başka bir şeyden dolayı söyleyemedikleri ya da Bekir’in deyimi ile kodladıklarına gelirsek ; Halkın çoğunluğu laikliği istemiyorsa, devlet kuralları, buna göre şekillendirilmelidir. Kemalist ideolojiyi taşıyan muvazzaf askerler ve yüksek mahkeme üyeleri yumuşatılmalıdır ya da yıpratılarak pasifize edilmelidir. Eğer, bu yapılamazsa, dönüşüm kanlı olur. Kemalistler, laikliğin kaldırılması ya da deforme edilip içinin boşaltılmasına tahammüllü olmayı öğrenmelidir. Global krizde ABD’nin liberalizmde Keynes’çi yaklaşımlara yöneldiği örneği gibi, devletin piyasalara müdahalesinin gerekliliği konusu, Türkiye gibi ülkeler için emsal teşkil etmez. Çok uluslu şirketlerin Türkiye’de toprak alma, Türkiye ekonomisini ayakta tutan Kobileri satın alıp, zaten yarı sömürge olan Türkiye’nin tam bir sömürge haline getirilmesi yolundaki engeller kaldırılıp piyasa ekonomisi ve liberalizm tam anlamıyla yerleştirilmelidir. Devlet, ekonomik olarak tam bağımlı ve Millet uluslararası sermayenin kölesi durumuna getirilmelidir. Biraz geç kalmış bir uyarı olmuş bu. Daha önce uyarsaydınız, devreye sokmaz, bir şeyler yapardım sizin için
-
ZAZADAN MEKTUP
Dostum, zaten ben daha ziyade, bu arkadaşlarımız kabul etsinler diye değil de, ola ki, aklı başında birileri bunları okur da anlar umuduyla yazmaya çalışıyorum. Yazdıklarına aynen katılıyorum.
-
ZAZADAN MEKTUP
VATANDAŞLIK VE SİYASAL KATILIM Ayşe Kadıoğlu Sabancı Üniversitesi, İstanbul ''...Alman ve Fransız milliyetçilikleri arasındaki farklar ve bu farkların vatandaşlık politikalarına nasıl yansıdığı geniş bir şekilde çalışıldı.12 Yıllar önce, Berlin'deki Uluslararası Orta Doğu Çalışmaları Birliği’nin yıllık toplantısında (4-8 Ekim, 2000), açılış konuşmacısı olan Ali Mazrui bu konu ile ilgili son derece dikkat çekici bir değerlendirme yapmıştı. Mazrui, konuşmasında, Fransa'da mükemmel bir biçimde Fransızca konuşmasına ve Fransız kültürünü içselleştirmiş olmasına rağmen Müslüman bir Arap'a her zaman "öteki" olarak davranıldığını söyledi. Öte yandan, Müslüman bir Arap'ın Almanya’da mükemmel bir Almanca ile konuşabilmeye ve Alman kültürünü içselleştirebilmeye bile aday olamadığını söyleyerek, Almanya’daki dışlayıcı vatandaşlık anlayışının altını çizdi. Kısacası, yabancıların Alman toplumuyla bütünleşmeye yönelik çabaları dahi anlamlı değildi. Bu ayrım, açık bir şekilde, Fransa ve Almanya’da vatandaşlığa ilişkin politikaların temel ilkeleri arasındaki farkları özetliyor. Fransa’da genelde özümseyici ve dahil edici, Almanya’da ise dışlayıcı politikalar var. Bu nedenle Alman vatandaşlığı, 2000 yılı Vatandaşlık Kanunu'nun mecliste kabul edilmesine kadar, soy geçmişi ve kan bağına dayalı bir vatandaşlık anlayışı (jus sanguinis) ile tanımlanmıştır. Literatürde bulunan çalışmalar, iki ülkenin vatandaşlık politikalarındaki farkların temelindeki nedenleri Fransa ve Almanya'nın ulus-devlete ulaşmada izlediği farklı yolları irdeleyerek açıklarlar.13 Almanya'da, milliyetçilik duygusu, Almanya’nın 1870’deki birleşmesinden elli sene kadar önce, ondokuzuncu yüzyılın başında ortaya çıkan engin bir Romantik literatürde ifade edilerek ortaya çıktı. Bu durum devlet egemenliği altındaki topraklar ve sınırlardan bağımsız bir Almanlık anlayışına yol açtı. Bunun sonucunda, siyasal sınırlar ile tanımlanmamış olan etnik bir vatandaşlık anlayışı oluştu. Rogers Brubaker bu durumu "siyaset öncesi Alman milleti" olarak ifade eder. Onun iddiasına göre, Almanya’da "millet düşüncesinin esas ve oluşturucu unsuru etnik ya da kültürel birlik iken, siyasal birlik sadece bir türev olarak gündeme gelmiştir."14 Fransa örneğinde ise, milliyetçiliğin ortaya çıkışı ve ulus-devletin oluşumu arasında bir zaman farkı olmadığından, Fransız vatandaşlık düşüncesi sınırlarla belirlenmiş bir coğrafi bölge içerisinde gelişti. Sonuçta, modern Fransız vatandaşlık kavramı devlete üye olmayı vurgularken, Alman vatandaşlık kavramı ise Volk adı verilen, soy geçmişi ve kan bağı temelinde tanımlanan bir millete dahil olma düşüncesine koşut olarak gelişti. Böylece, Fransa'da demos devlete ilişkin özelliklere vurgu yaparken, Almanya'da ise etnik bağlar (ethnos) ile eşanlamlı hale geldi. Almanya'da soy geçmişi ve kan bağına yönelik bir vatandaşlık yasasından uzaklaşma ve dışlayıcı olmayan bir vatandaşlık anlayışını benimseme yönündeki çalışmalar Schleswig-Holstein eyalet yönetiminin katkılarıyla oldu. 1989 yılında Schleswig-Holstein eyalet meclisi, geçerli bir oturma izni taşıyan ve Danimarka, İrlanda, Hollanda, Norveç, İsveç ya da İsviçre vatandaşı olan, en az beş sene boyunca eyalette yaşamış olan yabancıların yerel ve mahalle seçimlerinde oy verebilmesini sağlayacak bir yasayı onayladı. Vatandaşlarının Almanya’da yerel ve bölge seçimlerinde hakları olabilecek olan –yukarıda belirtilen- altı devlet karşılıklılık ilkesine göre tespit edilmişti. Bu yasa, milliyet ve siyasal katılımı birbirinden ayırmaya yönelik bir hamleyi temsil ederken, Hıristiyan Demokrat Parti yasanın anayasallığını sorgulamaya başladı ve yasanın iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu. 31 Ekim 1990'da Almanya’da Anayasa Mahkemesi yasayı anayasaya aykırı bularak reddetti. Anayasa Mahkemesi’nin bu kararının gereçesinde: “devletin bütün gücü (Staatsgewalt) halktan gelir” ve “Federal Almanya Cumhuriyeti'nin temel yasası olan Anayasayı hazırlayan otoritenin taşıyıcısı olan, devletin yaratılışının ve meşruiyetinin de öznesi olan halk (das Volk), Alman halkıdır. Yabancılar buna dahil değillerdir” şeklinde ifade edilen düşünce öne çıktı.15 Anayasa mahkemesinin kararı yabancıların Almanya’da söz sahibi olmadığı varsayımına dayanıyordu. Özetle, onların “devletin sınırları dahilinde ne kadar yaşamış olurlarsa olsunlar, her zaman için vatanlarına geri dönebilirler” şeklinde bir düşünce temelinde oy hakları olmamalıydı.16 İlginçtir ki, Anayasa Mahkemesi'nin kararıyla suya düşen Schleswig-Holstein eyalet meclisinin çabaları, 1993 yılında Maastricht Anlaşması’nın yürürlüğe girmesiyle gerçekleşti. Buna göre, antlaşmayı imzalamış olan on beş devletin vatandaşları, ikamet etme yükümlülüklerini yerine getirdikleri sürece ve antlaşmaya taraf olan ülkelerde yerel ve bölgesel seçimlerde oy verebilir veya bu seçimlerde aday olabilir hale geldiler. Bu durum sadece Almanya’da değil, ortak siyasal haklar içeren Avrupa vatandaşlığı kavramı ile genel bir uygulama haline geldi. Almanya’da, eyalet meclisinin daha sonra Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilen ilk kararına dahil edilmiş olan altı ülkeden ikisi (AB’ye üye olmadıkları için Norveç ve İsviçre) dışında hepsinin vatandaşları yerel ve bölgesel düzeyde siyasal haklara sahip oldular. Bu örnek, milliyet ve siyasal katılımın ayrılması yolunda bir eyalet meclisinin attığı yasal adımın, Alman Anayasa Mahkemesi tarafından reddedildikten sonra nasıl tekrar Avrupa Topluluğu içerisinde siyasal birlik kurma amacıyla imzalanan uluslararası bir antlaşma ile geçerlilik kazandığını göstermektedir. Almanya'daki yerel ve bölgesel seçimlerde, demos’un tanımı içinde kimlerin yer alacağı hakkındaki karar nihayetinde ulus-ötesi (supra-national) bir düzeyde alınmıştır. Benhabib'in söylediği gibi: “Geriye bakıldığında, 1990'da yazılmış olan Alman Anayasa Mahkemesi'nin kararı, kaybolmakta olan millet ideolojisinin –kuğunun- ölmeden önceki son ötüşü niteliğindedir.”17 Artık Almanya’da de facto olarak, demos, ethnos ile sınırlı bir biçimde tanımlanamaz hale gelmiştir. 2000 yılında değiştirilen ve eski dışlayıcı düzenlemelerden uzaklaşmayı amaçlayan Vatandaşlık Yasası’da bu duruma uyum sağlamak için önemli bir adım olmuştur. Burada önemli olan demos’un genişletilmesi doğrultusundaki kararın Alman Anayasa Mahkemesi ya da Alman halkı tarafından verilmemiş olmasıdır. Almanya’da vatandaşlığı ethnos’un ötesinde tanımlama yönündeki kararlar, son kertede ulus-üstü bir kuruma üye olmanın getirdiği uygulamalar dahilinde alınabilmiştir. Bu konuya ilişkin tartışmalarda Almanya'nın bir göç ülkesi haline geldiği, Almanya'da ethnos temelinde tanımlanan bir milletin dışında kalan ancak, AB üyesi olan ülkelerin de vatandaşı olmayan insanların da durumları gündeme gelmeye başladı. Bu düşünce, Almanya'da vatandaş olmayanlar arasında da bazı farklar olduğunu ortaya çıkardı: Almanya’da yaşayan birinci tip “yabancılar” Alman olmayan AB vatandaşlarıdır. Bunlar, ikamet izni almaya yönelik gerekleri yerine getirdikleri sürece, Maastricht Antlaşması uyarınca yerel ve bölgesel seviyede siyasal haklara sahipler. Alman değiller ancak bazı siyasal hakları var. Almanya’da yaşayan ikinci tip “yabancılar” ise “üçüncü ülke vatandaşları”dır. Bunlar ise AB'ye üye olmayan ülkelerin vatandaşlarıdır. Almanya’da yaşayan Türkler bu duruma bir örnek teşkil etmektedirler. Yeni Vatandaşlık Yasası (2000) vatandaşlığa geçmeyi kolaylaştırmış olsa bile (kendi ülkelerinin vatandaşlığından çıktıkları müddetçe), Almanya'da vatandaş olmadıkları sürece siyasal haklar elde edemezler. Bu kişiler için “birlikte yaşayanlar” (Inlander)18 ya da “yabancı uyruklu vatandaşlar” (auslandische Mitburger)19 ifadeleri kullanılmaktadır.…''
-
ZAZADAN MEKTUP
ALMANYADA YAŞAYAN ZAZALARIN WEB SİTESİ : -http://www.zazaki.de- Zazaca üzerine Türkiye’de, özellikle siyasette bir Kürt lehçesi olarak bilinen bir statüko mevcut. İrani dillerin dilbilim dalı olan İranoloji’ye göre ise Zazaca bir Kürt lehçesi veya dili değil, başlıbaşına bir dildir. Kürtler’in siyasi ve sayısal olarak Zazalar’a göre daha üstün olması, Zazalar’ın ve Zazaca’nın varlığı konusunda epey bir dezavantaj oluşturmuştur. Zazaca hakkında siyasette ve halk arasında, özellikle Batı-Anadolu’da yaygın olan “Kürt lehçesi” diye bir tanımlama vardır. Fakat özellikle son yıllarda yavaş yavaş açığa çıkan araştırmaların ve dergilerin sayesinde bu görüş değişmektedir.
-
ZAZADAN MEKTUP
OSMANLI-KÜRT İTTİFAKI VE TÜRKMEN KATLİAMI Yavuz Sultan Selim (1512-1520)’in Osmanlı tahtına geçmesiyle Türkmen sürgün ve katliamları hat safhaya varır. 24 Ağustos 1514’deki Şah İsmail ile Yavuz Selim arasıda geçen Çaldıran Savaşı öncesi 40 Bin üzerinde kızılbaşTürkmen katledilir. Savaş meydanında öldürülen Türkmenler hariç... Prof.Dr.Faruk Sümer; Safevi Devleti’in Osmanlılardan daha Türk çok bir Türk Devleti olduğunu söyleyerek: Safevi Devletinin kurucuları; Anadolu Kızılbaş Türk oymaklarıdır. Devletin resmi dili Türkçe’dir. On iki hayvanlı Türk Takvimini kullanmaktadırlar. Askeri teşkilatlanmaları Türk sistemidir. Edebiyatı vb. yazı sitemleri Türkçe’dir.... Demektedir ki, bütün kaynaklar bu hususu doğrulamaktadır. Yine Akkoyunlu Devleti ve Karamanoğulları Beyliği, Osmanlılar’dan daha Türktür. Çeşitli Türkmen oymaklarından ve Bayındır Beyleri’nin kurucusu olduğu aşiretler konfederasyonundan meydana gelen Akkoyunlular için John E.Woods; “300 Yıllık Türk İmparatorluğu” demektedir ki, isabetli bir saptamada bulunmaktadır. Kur’anı ilk Türkçe’ye çeviren ve Saray dahil her alanda Türk Dili’ni hakim kılan Akkoyunlular gerçek anlamda bir Türk Devletidir. Osmanlılar Türkleri aşağılarken Dede Korkut ise şöyle der: “Karanlıkta yolumu yitirirsem parolam Allah’tır/Soylu kuralın taşıyıcısı, efendimiz Bayındır Han’dır/Salur Kazan’dır savaş gününün galibi” Bölgede hüküm süren Akkoyunlu ve Safevilerin Türk Dilinin yöreye hakim olmasından rahatsızlık duyan Kürt Mollası İdris Bitlisi; Osmanlılar ile işbirliği yaparak Türkmenlerden intikam alır. Yavuz Selim’e kadar Doğu Anadolu’da Türkmen hakimiyeti vardır. Yavuz ise; Şafi mezhebinden Nakşibendi tarikatından Kürt mollası Şeyh İdris-i Bitlisi’nin önerisi ve planlamasıyla Doğu ve Güney Anadolu’da Türkmenler katledilmişler, kurtulanlar ise Azerbaycan’a kaçmışlardır. Türkmenlerin hakim oldukları idari beylikler ve toprakları; Yavuz’un imzaladığı boş fermanları, İdris-i Bitlisi oldurarak Kürt Aşiret reisine ve ağalarına vermiştir. Böylelikle bugünkü doğudaki feodalizmin temelleri atılmıştır. İdrîs-i Bitlîsi (Ö.8 Kasım 1520) “Selim Şah-Nâme” adlı eserinde; başta Diyarbekir olmak üzere Kürtistan memleketinde “Kürt Beyleri ve Kürt taifesinin mülk, millet, mezhep ve irsi bağlarının” nasıl güçlendirdiğini anlatırken, şehir ve yöre adlarını tek tek vererek Kızılbaş Türkmenleri de nasıl katlettiklerini “Allah’ın ve Padişah’ın yanında olan bir Molla olarak” zevkle ve kana susamış bir vampir edasıyla anlatmaktadır. Kürtler “dirlik ve birliklerini” İdrîs-i Bitlîsi’ye borçluyken, Türkler ise, Yavuz Selim ile İdrîs-i Bitlîsi’nin yaptıklarını lanetle anmaya devam edeceklerdir. Büyük bir Türk katili olan İdrîs-i Bitlîsi’nin bütün eserlerini Türkmen Tarihi açısından “Türklük bilincine sahib bir tarihcimiz” tarafından incelenip gerçek anlamda “Anadolu Türk Tarihi”nin bir kesitini ayakları üstüne oturtulması gereklidir. Yunan mezalimini ağızlarında sakız eden bazı “Türk Milliyetçi Yazarları” Yavuz ve İdris-i Bitlisi’nin Türk katliamlarını görmezlikten gelmektedirler. Yavuz dönemimde Osmanlı yönetiminde görev alan İdris Bitlisi ve Bıyıklı Mehmet Paşa ile Kürt Aşiret Ağaları’nın durumları için; bugün Kürt gruplarından KOMKAR belgeli olarak şöyle demektedir ki çok ilginçtir: “1535'ler de böyle bir icazet vererek, beylik topraklarının bölünmesini kolaylaştırmıştır. Kanuni Sultan Süleyman fermannamesinde aynen şöyle diyor: -Bey öldüğünde, eyaleti kaldırmayıp bütün hududu ile Mülkname'yi Humayun uyarınca oğlu bir ise, O'na kalacak, eğer müteadit ise, istekleri üzerine kale ve yerleri, aralarında paylaşacaklardır. Uzlaşmazlarsa, Kürdistan beyleri nasıl münasip görürlerse öyle yapacaklar ve mülkiyet yoluyla bunlara ebediyete kadar ila ebeddevran mutaarrıf olacaklardır. Eğer Bey, varissiz, akrabasız ölmüş ise, o zaman eyaleti, hariçten ve yabancılardan hiç kimseye verilmiyecek, Kürdistan beyleri ile görüşülüp ve ittifak edilip, onlar bölgenin Beylerinden veya Beyzadelerinden her kimi uygun görürlerse, ona tevcih edilecektir. (Hükmi Şerif, Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, E. 11960 sayı-İstanbul) Kürt-Osmanlı Andlaşması'nın mimarı Mevlana İdris'tir. Bu anlaşmayı kabul eden ve gerekli bulan Yavuz Sultan Selim'dir. İkisi de 1520'de maalesef ölmüşlerdir. Sultan Selim, Mevlana İdris'e; -Git Kürdistan beylerini ve emirlerini topla, kendi aralarında bir beylerbeyi seçsinler demişti. Mevlana İdris ise, Kürt beylerini çok iyi tanıdığı için kestirmeden bir beylerbeyi Sultan'dan istemiş ve Bıyıklı Mehmet Paşa'yı tavsiye ederek bu işi noktalamış idi. Diyarbakırlı bir Kürt olan Bıyıklı Mehmed Paşa'da çok erken gitti ve bundan sonra Kürdistan Eyaleti Başkenti'ne Mekadonlu komutanlar gelmeye başladı. Kanuni Sultan Süleyman, bilerek veya bilmiyerek 1533-34'lerde, Bitlis'i Şeref Han'dan alıp, bir fermanla Ulame Tekelu'ya veriyor. Direnen Bitlis Beyi'nin üstüne, Diyarbekir Beylerbeyi ve kuvvetleri ile bütün Kürdistan beylerinin kuvvetlerini de katıyor ve Ulame'yi başkomutan olarak atıyor. Aynı Sultan, 1535'ler de Bağdat seferini yaptıktan sonra Kürtleri tanımaya başlıyor veya bunlarsız bir şey yapamıyacağını anlayarak, babasının Amasya'da imzaladığı anlaşmaya yukarda verdiğim arşiv numaralı Hükm-i Şerif-i yayınlıyor. Neticeye baktığımızda, Kürdistan hükümdarları, çoğunlukla topraklarını bölmemiş ve statülerini 1850'lere kadar getirmişlerdir.” Aynı gurubun siyasi örgütünün başı Alevi Kökenli Kemal Burkay ve Munzur Çem gibileri; bu iki Osmanlı Kürtünün, Alevileri katletmesini görmezlikten gelerek, Alevi Tarihini yok sayarak “öteki tarih” dedikleri uydurma bir “Kürt Tarihi” yaratmaya çalışıyorlar. Tunceli Ovacık’ta “üçlü Kürt ittifakı” olan: Bıyıklı Mehmet Paşa, İdris Bitlisi ve Palu Beyi Cemşid ‘in; on binlerce Kızılbaşı kesmesine; aynı bölgenin adamları Kürtlük İdeolojileri adına ses çıkarmamaktadırlar. Ahlaki olarak bu çifte standart davranışlarına ne demek gerektiğine okuyucular karar versin ! Yavuz Selim’in önce Erzincan Valiliğine atadığı, sonradan da bütün doğu ve güney doğuya bakmak kaydı ile Diyarbakır Eyaletine getirdiği Dıyarbakırlı Kürt Bıyıklı Mehmet Paşa ve danışmanı Bitlisli Molla İdris; bütün bölgeyi Türkler’den temizlerler ve YÜZ BİN Kızılbaş Türk’ü katlederler. Bölgeden kaçamayan Türkler de kendilerini Kürt olduklarını söyleyerek kalırlar, baskılar sonucu da gerçekten Kürtleşirler. Doğu sınırlarını Türklere kapatan Yavuz; korumalığını da Kürt aşiretlerine bırakır. 1517’de Yavuz Selim’in Mısır’ı alması ve 74.ncü İslâm Halifesi olması ile sünnilik resmi ideoloji haline gelir ve İslâmi Devlet kimliği oluşur. Bu tarihten sonra Araplar, Osmanlı Devleti’nin yaşamı boyunca diğer halklardan üstün ve gözde konumlarına devam ederler. Türkler arasında Yavuz adı Yezit ile özdeşleşir ve lanetle anılır olur. Türk ulusal kimliği; Bozkırdaki Türkmenlerde yaşar ve ozanları Türkçe’yi geliştirir. Osmanlı Sarayı ise giderek soysuzlaşır ve yapay “Osmanlıca” denen yazı dili hakim olur. Bu nedenle Prof.Dr. Faruk Sümer; Safaviler için Osmanlılar’dan daha fazla Türktür demektedir. Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566) dönemi Osmanlı İmparatorluğu’nun zirvede olduğu bir zamandır. Ama Türkler açısından bir şey değişmez. Yine bu dönemde zülüm, şiddet ve katliamlar devam eder. Kürt kökenli Ebussuûd Efendi (1545-1574)’in Şeyhülislâm olmasıyla ve 30 yılda verdiği fetvalarla “Osmanlı toplum yaşamını” belirler ve Kızılbaş Türkmen katliamı, “Sünni Şeriatı”na göre meşruluk kazandırır. Yedi Kızılbaş öldürene “Cennetin Anahtarı” verilir. Bugün Sünni din adamları tarafından huşu ile anılarak “evliya mertebesi”ne çıkarılan Ebussuûd Efendi, Türk katliamcısı, yobaz, lanet okunacak bir zalim ve cellattan bir kişiden başka birşey değildir. Hırvat kökenli ve nakşibendi tarikatından Kuyucu Murat Paşa 6.12 l606’da sadrazam olduktan hemen sonra Anadolu’da geniş çaplı Alevi katliamı harekatı başlatır. 155 bin Alevi Türkmeni diri diri kazdırdığı kuyulara gömdürür. Aman dileyen insanlara Kuyucu Murat Paşa’nın yanıtı; “Vurun şu pis Türk’ün başını” olmuştur. Cellatların bile öldürmeye kıyamadığı çocuğu atından inerek öldüren Kuyucu Murat Paşa üç yıl terör estirir. Köprülü Mehmet Paşa (1656-1661) Celali ayaklanmaları bastırmak ve eşkıya tedibi adı altında; Anadolu Türkmenlerini kırımdan geçirmiş sağ kalanlara da zülüm yapmıştır. Osmanlı Vak’a-Nüvisleri ( tarihçileri) Naima ve Hoca Sadettin Efendi gibileri; kitaplarında katliamları ballandıra ballandıra anlatmaktalar ve Türkler için; “nadan” yani “kaba Türk, idraksiz Türk, hilekâr Türk” ifadesini kullanmaktadır. Başka kitaplarda ise; ‘Türk iti şehre gelince farisice ürür.’ yazmaktadır. Osmanlının ünlü şairi Nef’i ise “Tanrı, Türk’e irfan çeşmesini yasaklamıştır.” Demektedir. Divan-ı Hümayun yazarlarından Hafız Ahmet Çelebi 1499 yılında yazdığı şiirinde; “Sakın Türk’ü insan sanma Bin an bile olsa Türk’le birlikte olma Türk eline şeker alsa o şeker zehir olur. Türk’ün başını kesenken sakın gam yeme Baban da olsa Türk’ü öldür.” Demektedir. Tüm bunlara karşın Türk Bayat boyundan Alevilerin ulu ozanı Fuzuli (1480-1566) bir deyişinin son beytinde şöyle diyor: “Fuzuli, gökten yere insen sana yer yok Yürü var gel, ya Arap’tan ya Acem’den” Gökten Allah tarafından dahi indirilse Türklerin dünyada yeri olmadığını; Arap ve Acemler hakim olduğunu belirtir ve Şiirlerinde Osmanlılara sitem eder ve kafa tutar. Alevi Türkmen aşıkları, ozanları diline ve töresine sahip çıkar ve şiirlerinde dilendirir, yöre yöre gezerek halkı bilinçlendirirler. Dedeler ve Babalar da Türkçe ibadet yaparak örf ve gelenekleri yaşatarak bugünlere getirirler. İdrîs-i Bitlîsi ve Bıyıklı Mehmet Paşa’dan sonra Kürtlere en büyük destek sağlayan II.Abdülhamit olmuştur. Yavuz Selim’den itibaren iç işlerinde tam bir serbestlik olan bölgeye Prof.Dr.İlber Ortaylı’nın tesbitine göre “Kürt Hükümeti” denmekteydi ve “merkezi hazineye ipotek ödemezdi ve herhangi bir biçimde düzenli askeri hizmetlerle yükümlü değillerdi.” Böylesi bir bölgeye Abdülhamit, İslamcılığın bütünleştirici “ümmet” anlayışıyla birarada tutma fikriyle yeni bir yapılanmaya gidilir. Abdülhamid’in “Aşiret Mektebi-i Humayun”(1892-1907) adıyla açtığı ve aşiretlerden getirtilen şeyh ve ağa çocuklarının eğitildiği okullardan mezun olanlar; beklentilerin yerine, devlete karşı örgülenme yapan kadroları oluşturmuşlardır. Abdülhamid’in marifetlerinden biriside “Hamidiye Alayları”dır Hamidiye Alayları, Dördüncü Ordu Komutan› Müşir Zeki Paşa’nın II. Abdülhamid’e önerisiyle 1890 yılında kurulmaya başlanır.14-15 Nisan 1891’de de “Nizamnâmesi” yayınlanarak yasal hale gelir.Ruslara yönelik olarak Şafi Kürtler’den oluşturulan Hamidiye Alayları amacına uygun faaliyette bulunmaz. Hamidiye Alayları daha çok eşkiyalık yapar. Ermeni ve Alevi köylerine baskınlar düzenleyip çapulculuk yaparlar 23 Temmuz 1908 ‘de İkinci Meşrutiyet’in ilanından hemen sonra Eylül 1908 ayında Kürt Hamidiye Alayları’nın silahlarını ellerinden almak isteyen İttihat’çılar bunu başaramazlar İttihat ve Terakki Cemiyeti içinde Türkçülük akımı giderek güçlenir ve hakim olur. Şafi Kürtlerin ağa ve aşiret reislerinin çocuklarının eğitildiği İstanbul’daki “Aşiret Mektebi”nde ve Hamidiye Alaylarında ise Kürt milliyetçiliği filizlenmiş ve örgütlenmeye başlamıştır. Bu durum Doğu Anadolu’da Alevi-Şafi çatışmasını beraberinde getirir. Sonuçta; Okul Müdürü Kolağası Kamil Bey; “bunlar aşiret değil haşerat!” der... KAYNAK: www.karacaahmet.com Alevi Kaynaklardır.
-
ZAZADAN MEKTUP
- İşçimiz Avrupalı İşçiden Yüzde 50 Fazla Çalışıyor
Buna bir itiraz etmiş miyim ki ? Ben de diğer sol partiler derken " marjinal sol " partileri kastetmiştim zaten. Bunları nerden çıkardınız anlamadım. Yazım gayet net, muğlak falan değil. Anlatabilmek için illa ki açık açık yazmak gerekiyor. Ben dedim ki CHP bölücü ve dinci olmadığı için ilkeli davrandı : Siz dediniz ki, ne ilkeli davranması,CHP, Doğu ve G.Doğuda hiç oy almadı : Ben de bunun üzerine, tamam işte, AKP dinci, DTP bölücü onlar en çok oy aldı. CHP dinci ve bölücü olmadığı için yani ilkeli davrandığı için doğal olarak oy alamadı demişim : Sadece okumak değil bir de verilen cevabı anlamak gerekir tabii. Şimdi, siz ne demişsiniz. İç Anadoluda Alevilerin yoğun olduğu yerlerde oy kaybı olmuş : Ben de demişim ki, o bölgede zaten çok oy alamıyordu. Oy vermeyenlerin Alevi olduklarını nerden biliyorsunuz ? : ( Umarım bir daha anlatmak zorunda kalmam. ) Umduğum gibi olmadı. Demek ki anlattıklarımı tekrarlamak zorunda kalacakmışım.- AB sopasıyla Türkiye’ye diz çöktürüyor!
İyi, İstanbul'da Vatikan gibi bir yapılanma olduğunda mutlu olursunuz inşallah- SİVAS MADIMAK'TA DUMAN HALA TÜTÜYOR. 16 yıl önce bugün Sıvas’ta Pir Sultan Abdal’ı anmak için toplanan insanlar diri diri yakılmıştı.
Demek ki boşuna söylememişiz :- AB sopasıyla Türkiye’ye diz çöktürüyor!
Bakın şimdi, öncelikle iki şeyi birbirine karıştırıyorsunuz. Kanadoğlu, Türkiye için laikliği tanımlıyor. Bunu tartışabiliriz. Bu ayrı bir şey. Bu konunun ilgilendirdiği insanlar, Türkiye’de azınlık olmayan yani Müslüman olan vatandaşlar. Yani, ne Rumlar ne de Ermenilerle ilgili bir durum yok. Çünkü, Ermeniler, Rumlar azınlık statüsü olan vatandaşlar. Bunlar hukuki olarak asli unsur değiller, azınlık statüsüne sahipler. Yani, müslüman asli unsur, gayrimüslim azınlık unsuru, tamam ? Azınlıkların dini hakları ise, Lozan’la teminat altında. Teminat altında olması da Yunanistan açısından kağıt üstünde kalıyor. Çünkü, Batı Trakya Türkleri için yapılan uygulamalar Lozan’a aykırı. Ha, bu durumda, Yunanistan’ın Lozan’a aykırı bu uygulamalara son vermesinin yaptırımı nedir derseniz. Bunu hükümet politikalarında arayacaksınız. Hükümetin bu konudaki politikaları neden yetersiz derseniz, Yunanistan’ın AB içindeki ağırlığı ve Erdoğan’ın AB’ye girme uğruna buna göz yumması derim. Zaten, Ruhban okulunun açılmasına da bu nedenle sıcak bakıyor. Türkiye’de gayrimüslimlere ait, ilkokul, ortaokul, lise seviyesinde bir çok okul var. Bunda bir sıkıntı yok. Ancak, Ruhban Okulu yüksek öğretim düzeyinde olduğu için farklı. Yasaklanması da 1974 senesinde '' her yüksek öğretim kurumunun devlet üniversitelerine bağlı olması gerektiği '' mealindeki kanundan dolayı olmuştu. O dönem, eğer, devlet üniversitesine bağlansaydı, bu olukda görev alacak öğretim üyelerinin devletten maaş alan kamu görevlileri olması gerekir ki bu da Lozan’a aykırı olurdu. Bu sebep gösterilerek kapatıldı. Asıl kapatılma sebebini de yazmıştım. Tengeriin de detaylı anlatmış zaten.- ZAZADAN MEKTUP
Haklar konusunda, Türkiye o ülkelerin önündedir ya da arkasındadır diye bir iddiam olmadı. Önünde olduğu noktalar da var, arkasında olduğu noktalar da. Ama konumuz bu değil. Ben o alıntıları, sizin Türkiye’nin '' Asimilasyon politikası '' olduğu iddianıza karşılık yaptım ve gösterdim ki, bu tür uygulamalar, diğer devletlerde de olmuş ve olmaktadır. Yeni bir siyasi terim olan '' demokratik ulus devleti '' anlayışı ile eski defterlerin karıştırılmasının, bu kriterle eski uygulamaların değerlendirmenin yanlış olduğunu anlatmaya çalıştım. Yani, Türkiyeye'nin '' asimiasyon politikası '' vardır derseniz bunu Avrupa ülkeleri için de söyleyebilmeniz gerekir. Ama tabii, anlamak için ya anlamak istenmeli ya da biraz zeka gerekli.- Din olmadan öncede ahlak vardi...
İnsanın okumadığı kitap hakkında bu kadar kesin konuşabilmesi bana biraz tuhaf geldi açıkçası. Bakın bakalım, ahlak üretme bilimi denen zırva için yani "ahlak bilimi " için Bayet neler söylemiş : sayfa 23 '' ...Çoğu kimseler bu açık gerçeği benimsemeye yanaşmıyor çünkü bunda bir çeşit iflas görüyorlar. ''bize bir ahlak verin '' deyip duruyorlar bilime. Ama bilmiyorlar ki, bilim isteklerine karşılık verirse, rolünden çıkmış, kendine olan saygısını yitirince de gücünü yitirmiş olur. ''Bilimsel'' geçinen bütün ahlaklar, pozitif araştırmanın ne olduğunu bilmedikleri için bilimselliğe kalkışmışlardır. Eğer, bilim kendi adına oynanan bu oyunların üstünde olmasa, bu ahlaklar zamanla yıkılıp gittikleri için bilime zarar verebilirlerdi. Kimileri de biyolojiden bir ahlak kurmasını istiyor ve diyorlar ki: '' bütün canlı varlıklar sonsuz yaşamak isterler, bu bir gerçektir. Öyle olduğuna göre, yaşama isteği ahlakın temeli olmalıdır... . . Ama bunların yaşama istekleri apaçık ortaya konsa bile bu durumu gören bilgin hangi hakla böyle bir isteğin iyi olduğunu bunu bir ahlak ilkesi yapmak gerektiğini ileri sürebilir? Böyle bir sav ne çeşit bir gözleme ya da deneye dayanacak ? Karşı koyacak yerde neden boyun eğmeli doğaya ? . . ( bu arada Epikurosçulardan bahsedip en sonunda '' bir isteğin olması onun haklı olmasını gerektirmez '' diyor ) Başkaları bu güçlükle karşılaşınca, biyolojiye başvurmuyorlar ama bu kez ''ahlak bilimi'' dedikleri hem bilimin hem de ahlakın bütün değerlerini bir araya getiren bir başka bilime başvuruyorlar ve bize : ''işte size sorunun çözümü'' diyorlar böbürlenerek! Ya!''Ahlak bilimi'' de hiç de nazlanmıyor maaşallah. Ne isterseniz veriyor hem de bol keseden: Akıl ahlakları ya da duygu ahlakları, kişisel yada ortalaşa yarar ahlakları, onur ahlakları, dayanışma ahlakları, aşk, ödev ahlakları...say sayabildiğin kadar. Bizlere sunulan bu düzenlerden her biri bir tümevarım yada tümdengelim sistemine bağlı olduğu için bunları birer '' bilimsel '' düzen olarak gösteriyorlar. Ama bunların hiçbiri, bilimin azıcık da olsa kafalarda sağladığı anlaşmayı yaratamamıştır. Sadece bu bile bu ahlak bilimlerinin büründüğü üstünlükleri kuşkuya düşürebilir. Nitekim, Levy-Bruhl unutulmaz bir eserinde bu sözde ''ahlak bilimi''nin, ''kuralcı bilim'' olmak bakımından temelden tutarsız bir varlık, doğaya aykırı doğmuş bir yaratık olduğunu göstermiştir. Bilimsel çalışmanın adını dış görünüşünü boşuna benimsiyorlar: inceleme konusu olarak, olanı değil, olması gerekeni ele aldığınız anda, bilginin hem işini hem de ruhunu küçümsüyorsunuz demektir...''- İşçimiz Avrupalı İşçiden Yüzde 50 Fazla Çalışıyor
Çelişkidesiniz. '' olmayan bir sol taban ''a yönelip ÖDP, EMEP gibi iyice marjinal olmalarını mı bekliyorsunuz ? Dincilere, teröre karşı olmasını nasıl ''milliyetçi '', '' darbeci '' diye yaftalandırabilirsiniz ? Bugün Türkiye'de rejim tartışmaları yapılıyor, üniter devlet yapısı sorgulanıyor. Siz, 86 yıllık CHP'den, diğer sol partiler gibi, Türkiye gerçeklerinden soyutlanıp, ütopik sloganlar çerçevesinde siyaset yapmasını nasıl beklersiniz, anlaşılır gibi değil.- Din olmadan öncede ahlak vardi...
Kitap fazla pahalı değil demir kardeş. İstersen ödünç de verebilirim ama yaklaşık 15 sene önce almıştım, biraz sararmış ve cildi bozulmuş.- Din olmadan öncede ahlak vardi...
Bu saçma iddiaların yanıtını da daha önce vermiştim. Araştırılmamış, düşünülmemiş, sorgulanmamış herhalde... Hayır, bunların konumuzla ilgisi nedir onu da anlamadım. Asıl köy enstitülerini kapatan zihniyet senin savunduğun Menderes zihniyetidir.- Din olmadan öncede ahlak vardi...
Burada içerik açısından değil, tartışmanın bir inatlaşma ve gurur meselesi haline gelmesi ile benzetim yapıldığının anlaşılacağını ummuştum. Yanılmışım. Ahlakı bilime dayandırmakla daha doğrusu ahlakı belirleyen bir bilim olmasının, söylediğim cümlenin içeriğinden yani meleklerin cinsiyetini tartışmaktan kurtulmak ile bir alakası olmadığını da düşünüyorum. Bilimin meleklerin olmadığını kanıtlaması gerekmez mi, artık böyle bir tartışmanın yapılmaması için ? Peki bunun ahlakla bir ilgisi olabilir mi? Böyle bir bilim olsa ve sonuçları tamamen din ahlakı ile örtüşse kabul edecek misiniz yani ? Yani, mesela, yalan söylemenin iyi bir davranış olmadığını söyleyen bir bilim olsa, insanlar artık yalan söylemeyecek mi ?Böyle bir yaptırım gücü olabilir mi bilimin ?- Kölelik
Bence, kol gücü ya da beyin gücü arasında kesin bir ayırım yok. Yani, bir işçi sadece bir robottan da ibaret değil. Bunu zaten diğer paragrafta siz de söylüyorsunuz. Mühendislerin 20 sene önce yaptıkları bir işlemi bugün paket programlar yapıyor. Yöneticilik açısından ele alıyorsanız, biliyorsunuz bunun da bir çok kademesi var. Ben de zaten 20 yıl sonrası için bir öngörümde bulunmadım. Siparişi alanlar ile paketleyenlerin işlevinin niteliksel olarak çok farklı olduğundan duygusal zeka bağlamında bahsetmiştim.- Kölelik
Doğru anlamışsınız. Ama ben beyin takımını da yani, mühendisleri, yöneticileri de işçi sınıfı içerisine sokarak düşünmüştüm. Neticede teknoloji gelişirken, onu ortaya koyacak olanlar yada tasarlayıp, işletmeye alanlar da işçi sınıfından olur. Teknolojinin gelişmesiyle de özellikle yapay zeka çalışmaları ile giderek teknolojik üretim araçlarını tasarı, işletmeye alma işlevleri de insanların elinden alınacak, bu alanlarda insan emeğine gerek kalmayacak gibi görünüyor. Üretilen ürünleri tüketen insanlara ihtiyaç duyulacağına göre, bence gelecekte büyük ölçüde duygusal zeka gerektiren hizmet sektörü, işçi sınıfı istihdamı için önem kazanacak gibi görünüyor.- AB sopasıyla Türkiye’ye diz çöktürüyor!
İsteyen sitediği gibi yorumlayamaz. Türkiye’deki gibi gayri müslüm azınlığın dini işlerine, patrik, papaz atamalarına,kiliselerine karışılmıyorsa, mütekabiliyet esasına göre, bu Yunanistan'da Müslüman Türk azınlığa müftü, imam atamalarında devlet kontrolü olmasını, cami kapatmalarının olmasını gerektirmez. Bu davranışlar Lozanı delmiştir zaten. Buna mukabil, Ruhban okulu, Yunanistan’da Müslüman azınlığa yapılanlar yüzünden misilleme olarak kapatılmamıştır. Fener Rum patrikliği, ''ekümenik'' ünvanına yeniden sahip olarak, sadece dini değil, hukuki ve siyasi statü kazanmak istiyor. Bu ne demektir ? Patriğin, yeniden tüm Ortodoksların lideri olması, İstanbul'da Vatikan benzeri bir yapılanmaya doğru gidilmesi demektir. Ruhban okulunun işlevi budur. Kanadoğlu, Lozandan mı bahsediyor ki, ne alaka ? İsteyen istediği gibi yorumlayamaz. Lozan da azınlıklar gayrimüslümler olarak belirlenmiştir. Lozana konu olan o maddeler azınlıklarla ilgilidir. Asli unsurla ilgili değil. Azınlıkların hakları bellidir ve Lozanla teminat altına alınmıştır. Ayrıca, devletin azınlık olmayan müslüman vatandaşlarına, din hizmeti verme zorunluluğu da vardır.- ZAZADAN MEKTUP
Bu başlıkta siz diğer ülkelerden örnek gösterdğinizde,biz de o örneğin Türkiye'dekine denk olmadığını, denk olanların da, durumunun Türkiyeden fazla farkı olmadığını söylediğimizde, nedense konunun bu başlığın konusu olmadığı, başka bir başlıkta tartışılması gerektiği ilkesini savunmaya başlıyorsunuz. Ama diğer başlıkta bunda sakınca görmüyorsunuz. Olayın çıkış noktası, bir başlıkta savunduğunuz ilkelerden, diğer başlıkta işinize gelmediği için vazgeçmeniz.- ZAZADAN MEKTUP
Ne alıntısı, hangi alıntıyı eksik yapmışız ? Birinci hatanız: 80'lerde, Sovyet-Afgan savaşından kaçıp Türkiye'ye sığınan Özbekler veya Sovyetlerin dağılmasından sonra Türkiye'ye gelen Ahıskalar’a, devlet, Van'a, Hatay'a, Kars'a, yerleştireyim sizi yoksa Amasya, Çorum, Edirne ya da Uşak, Aydına’a mı diye bir seçenek sunduğunu mu sanıyorsunuz ? O insanların bilmedikleri tanımadıkları bir yere, Kürtlerin Arapların arasına yerleştirilmesinin, Konya’ya sürülen Kürtlerin durumundan bir farkı var mı ? İkinci hatanız : ''Ama sonucta hic bir sey fark etmez, göc eden insanlarin dillerini, kültürlerini ve benliklerini korumalari saglanmiyorsa sonuc olarak degismez'' diyorsanız, Devletin, ırkçı bir yaklaşımı olmadığını da kabul etmiş olursunuz. Yani, Devlet, Türk ırkından olan Özbek, Türkmen, Ahıskalı insanların Kürtleşmelerine gözünü kapıyorsa, demek ki ırksal bir yaklaşımı yok demektir. Öte yandan, devletin, göc eden insanlarin dillerini, kültürlerini ve benliklerini korumalari saglama araçlarını geliştiremediğinden bahsetmiş ve bunun nedenlerini de ortaya koymuştuk.- ZAZADAN MEKTUP
O dönem peşmergeleri alalım mı almayalım mı diye tartışılmıştı. Demek ki böyle bir yaptırım yoktu ki tartışma konusu olmuştu. İnsani sebeplerden açılmıştı o kapılar. Hayır hem Özal’ı peşmergeleri aldı diye takdir edersiniz hem de şimdi mecburiyet olduğundan alındı iddiası ortaya atarsınız. O zaman Özal’ı bu konu için takdir etmenin bir anlamı kalır mı ?Bence, bir karar verin artık. - İşçimiz Avrupalı İşçiden Yüzde 50 Fazla Çalışıyor
Önemli Bilgiler
Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.