Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Yayamaz Kayımca

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    2.576
  • Katılım

  • Son Ziyaret

  • Lider Olduğu Günler

    5

Yayamaz Kayımca tarafından postalanan herşey

  1. BEBEKLERİN ULUSU YOK İlk kez yurdumdan uzakta yaşadım bu duyguyu Bebeklerin ulusu yok Başlarını tutuşları aynı Bakarken gözlerinde aynı merak Ağlarken aynı seslerinin tonu Bebekler çiçeği insanlığımızın Güllerin en hası,en goncası Sarışın bir ışık parçası kimi Kimi kapkara üzüm tanesi Babalar,çıkarmayın onları akıldan Analar,koruyun bebeklerinizi Susturun,susturun söyletmeyin, Savaştan,yıkımdan söz ederse biri. Bırakalım sevdayla büyüsünler Serpilip gelişsinler fidan gibi Senin,benim,hiç kimsenin değil Bütün bir yer yüzünündür onlar Bütün insanlığın gözbebeği İlk kez yurdumdan uzakta yaşadım bu duyguyu Bebeklerin ulusu yok Bebekler çiçeği insanlığımızın Ve geleceğimizin biricik umudu. Ataol BEHRAMOĞLULU
  2. Komisyon "1 Mayıs Vahşetini" İncelemeye Gerek Görmedi Meclis İnsan Hakları Komisyonu'nun AKP'li üyeleri, 1 Mayıs olaylarını incelemek üzere bir alt komisyon "Olaylar yaşam hakkı ihlaline dönüştü. İnsanların bilinçli şekilde su sıkılarak, coplanarak kapalı yerlere sürüklenmesi, sonra da buralara gaz bombaları atılması adam öldürmeye teşebbüstür. Kalp hastası olan, astım olan var, çok ciddi bir olay. Bütün dünyanın izlediği bu vahşetin incelenmemesi hem Türkiye'nin hem de komisyonun imajını bozacaktır." 1 Mayıs'la ilgili alt komisyon kurulması önergesinin reddedilişini Meclis İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu'ndan Cumhuriyet Halk Partili (CHP) Ahmet Ersin bianet'e böyle değerlendirdi. Güvenlik güçlerinin İstanbul'da 1 Mayıs göstericilerine yönelik şiddetli müdahalesini incelemek üzere komisyon kurulması önergesi, İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu'nda Adalet ve Kalkınma Partili (AKP) üyelerin oylarıyla reddedildi. Milliyetçi Hareket Partili ve Demokratik Sol Partili üyelerse oylamaya katılmadı. Ersin: İçişleri Bakanı Vali'yi, Emniyet Müdürü de polisleri tehdit etti Komisyonun önergenin görüşüldüğü dünkü (15 Mayıs) oturumu sırasında, önerge sahiplerinden Ersin, gündeme getirdiği iddialarla dikkat çekti. Ersin, İçişleri Bakanı Beşir Atalay'ın 1 Mayıs'tan önce İstanbul Valisi Muammer Güler'i arayarak "Eğer sendikalar Taksim'e çıkarlarsa ben giderim, ama sizi de odacınıza kadar süpür, öyle giderim" dediği yönünde iddialar bulunduğunu hatırlattı. CHP'li vekil, İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah'ın da emrindeki polislere, "1 Mayıs günü Taksim Meydanı'nın 500 metre yakınında ayakta üç eylemci görürsem sizi ben coplarım" dediğini öne sürdü. AKP'li üyeler 1 Mayıs olaylarında insan hakları ihlali görmemiş Ersin, bu iddiaları ve komisyondaki tartışmaları bianet'e şöyle aktardı: "Bahsi geçen iddiaları güvenilir bir kaynaktan, birinci derecede bir emniyet müdüründen duydum. Biz CHP'liler olarak 2 Mayıs'ta komisyonun acilen toplanarak 1 Mayıs'taki vahşet görüntülerini araştırmasını istedik. Toplantı dün gerçekleşti. Ancak AKP'li üyeler olaylarda bir insan hakları ihlali izlenimi almadıklarını ortaya koydu. Konunun partimizin Başbakan hakkında verdiği gensoru önergesi nedeniyle Meclis Genel Kurulu'nda görüşüldüğünü, daha fazla araştırmaya gerek olmadığını ifade ettiler. Biz de onlara 'Gensoru bir siyasi girişimdir, AKP'li milletvekilleri tarafından reddedilmiştir. Oysa komisyon hükümete değil Meclis Başkanlığı'na bağlı, olayları insan hakları yönünden inceleyecek' dedik. Sonuçta, alt komisyon kurulması önergemizi reddettiler." Ersin, kararın tek taraflı biçimde, sadece Valilik ve Emniyet Müdürlüğü'nden gelen raporlara dayanarak alındığını, olayların mağdurlarına ve sendikalara görüşlerinin sorulmadığını da söyledi. (KM/GG)/BiA
  3. Kara Perşembe - 1 Mayıs 2008 Bugün tarihi bir gün yaşadık. Hayır hiç küçümsemeyin. Elbette yarın, olmadı öbür gün tartışmaları bitecek. Etkisi azalacak 1 Mayıs'ın. Ama kapalı gözlerin açılması için "son" fırsat olarak tarihi bir fırsat yaşadık. AKP tarafından icra edilen 2008 1 Mayıs'ı ülkemizin demokrasisine armağan edildi. Dünyanın hiç bir yerinde; "Ben barışçı bir gösteri düzenleyeceğim." diyene böyle bir yanıt verilmez. Ne yanıt... 3 kişi yan yana gelenin üzerine biber gazları, polis copları. Darbe günleri ile karşılaştırılıyor. Darbede bile 3 kişi yan yana gelene bu muamele yapılmamıştır. Ama bunlardan önemlisi "kapalı" gözleri açması olacaktır bu 1 Mayıs'ın önemi. Sabah televizyonda Yeni Şafak yazarı Kürşat Bumin'i dinledim. Bumin, kendi gazetesi de dahil, hem İslamcı basının hem de AKP'nin 1 Mayıs tavrını çok net bir biçimde eleştirdi. Bu 1 Mayıs, kendisini "demokrat" olarak, "aydın" olarak konumlandıran insanların AKP'ye bakışını netleştirmeli. Her şeyi ile birlikte. Çok söyledik. "AKP'nin özgürlük dediğine aldırmayın, demokrasi dediğine aldırmayın. AKP'nin özgürlük anlayışı kendine gelince özgürlük. Başkasına gelince linçten ibaret." diyen dilimizde tüy bitti. İşte AKP en net biçimde gösterdi "linç demokrasisini" bizlere. Öyle lokal, münferit olaylar falan da değil bu. Günler öncesinden açıklamalar yaptılar. "Ayaklar baş olamaz." dediler. "Taksim'e çıkana orantılı güç uygulayacağız." dediler. Kimse şaşırmasın. Açık açık; "Ya benim istediğim gibi kutlarsınız. Ya da linç ederim." dendi işte. Hala çıkıp AKP'ye demokrat diyenleri artık iyi niyetli bulmak mümkün değil. Bugün gazete yönetip kendisini "demokrat" olarak niteleyen yazarlar. AKP'ye verdiğiniz desteği ne zaman sorgulayacaksınız? İşçiler linç edildi. Sıranın size gelmesini mi bekleyeceksiniz? AKP'ye "kötünün iyisi" diye bakan veya "derin devleti çökertti" diye alkış tutanlar; görmüyor musunuz ki ortada "derin devlet" diye bir sorun değil, "başkasının derin devleti" sorunu var. AKP'nin derin devletle problemi, onun varlığı değil, kendisinin olması, yola gelmesi biçiminde. Görmüyor musunuz ki; AKP'ye tepesi atınca istediğine istediğini yapabilecek zihniyette. Üstelik derin devletten daha beter. Derin devlet en azından "gizleme" ihtiyacı hisseder. Bunlar ona bile gerek duymuyor. "Taksim'e çıkmayacaksın. Benim dediğim gibi olacak. Yoksa ne kural tanırım, ne gelenek. Halk zor duruma düşmüş, şu olmuş, bu olmuş beni ilgilendirmez. Herkes benim söylediğimi yapacak." Bundan öte derin mi var, devlet mi? DİSK'e sormak gerekiyor. E-muhtıra diye tabir edilen Genelkurmay açıklamasına ilk karşı çıkan kurumlardandı. Elbette kendisine yakışanı yaptı. Elbette tutarlı bir demokrata yakışanı yaptı. Ama şimdi düşününce, insan sormadan da edemiyor: "Bize ne?" Darbe değil, demokrasi olsun istiyoruz ama; şu koşulların darbeden ne farkı var? Darbe koşullarında olsa işçiler, memurlar, sendika yöneticileri daha kötü bir muameleye mi mâruz kalacaktı? Veya "Benim için türbanlı da, Che tişörtü giyen de aynıdır." diyen Ufuk Uras'a sormak gerek. "AKP gücü elinde bulundurdukça, Che tişörtü giymeyi bırak, 1 Mayıs kutlayabilecek misin Sayın Uras?" Evet. Darbeyi savunmayalım. Evet. Muhtıralara destek vermeyelim. Elbette demokrasi dışı yollar aramayalım. Ama AKP'yi de savunmayalım. Veya onun rejimini "demokrasi" olarak nitelemeye kalkmayalım. 1 Mayıs 2008 günü bu ülkede demokrasinin D'sini bulanın ellerinden öper, tebrik ederim. Ama umuyorum; 1 Mayıs'ta demokrasinin D'sini arayanlar, bir-iki yıl sonra darbenin D'sini arar hale gelmezler. Onun için darbecilere, darbe özlemcilerine, darbe şakşakçılarına, demokrasi düşmanlarına getirdiğimiz eleştiriyi ve bakış açısını, AKP'den esirgemeyelim. Ceyhun Günal
  4. "Romanya'nın Timişoara ilinde yaşayan 26 yaşındaki genç, 6 aylıkken kendisini vaftiz eden Ortodoks kilisesine tazminat davası açtı…" Bu Romanya'dan. Bu haber AB'ce kapıları kendisine açılan bir ülkeden.[1] "Korku filmlerindeki gibi efektlerle süslenen VCD, Kuran-ı Kerim okuyan bir babanın, aynı evde kağıt oynayıp, müzik dinleyerek eğlenen oğlu Hasan'ı namaz kılması için uyardığı görüntülerle başlıyor. Hasan babasının sözüne aldırmayıp, müzik dinliyor." Film daha birçok korku sahnesi ile devam ediyor. Finalde namaz vakti uyanması için bir meleğin çağrı yaptığı Hasan, kalkmayınca, zincirle ateşin içine çekilerek cezalandırılıyor. Korku içinde ağlayan ve yaşadıkları gözünün önünden film şeridi gibi geçen Hasan, bunları izlerken "Rabbim beni geri döndür" diyerek uyanıyor, namazını kılıp, affedilmesi için dua ediyor." Çocukken kendi adına verilen kararı dinleri öğrenince reddeden genç, dinsel kurgu ve kabullerin önceden gerçekleştirilmesine karşın, olgunlaşınca yeni seçimler yapma hakkına sahip. Bu sahip olma öyle kolay kolay gerçekleşmiyor. Romanya'da kamuoyuna yansıyınca ancak başarabiliyor. Ancak başarıyor sonunda. Türkiye'de bu kadar açık mücadele verilebilir mi tartışmalı. Alevilerin kendilerini ifade etmeleri örnekleri ile ortada. Konusu günlerdir tartışmalı olan film Gaziantep Konya ve Balçova'da yakın dönemlerde öğrencilere izlettiriliyor. Başka nerede izlettirildi bilmiyoruz da. Konuya duyarlı sendikacılar ve çeşitli partilerden insanlar "Din, korkutarak okutulmaz" biçiminde karşı çıkabildikleri yerlerden yansıyanlar bunlar. Filmi izleyen çocuklar ise o anın şoku ile gelecekte bu filmin onları nasıl şekillendireceğinden habersiz; "Biz filmi seyrettik, çok korktuk, tırstık"[2] diyorlar. Küçükken herkesi etkilemeye başlayan korkular vardır ve insan büyüdükçe bu korkuların başa bela olduğunu şimdi o çocukluk yıllarını atlatanlar iyi bilirler. Her ne kadar o korkuların kökeni ve korkunun ruhsal etkisinden kurtulunsa da, o korkulu zamanların insandan götürdüğü şeyler vardır. O korku bir geçiş aşaması ve doğruyu öğreninceye kadar öyle sanılması ile çözülecek gibi de değildir. Çünkü bir kez sinmiştir üzerimize. Bir kez o korkuya yenilmiş ve iliklerimize işlemiştir. Ruhsal olarak yenilmişizdir bir kez. Yaşam hakkımız bu anlamda elimizden alınmıştır. Korku Tüneli Öğretmenler Öğretmenlerin formasyonları ortada bu olayda. Tamamen öğretmenlik etiği dışında davranmışlar. Üniversitelerde öğrendiklerini değil de, anne ve babalarının geleneksel yöntemlerini daha korkunç bir kabusa çevirerek çocukların önüne koymuşlar. Çocukların bilinç seviyeleri yükseldikçe o öğretmenleri affedeceklerini sanmıyorum. Ancak daha önemli başka bir boyut çıkıyor karşımıza Balçova'da yaşananlarda. Olayı öğrenen velilerin tutumunun ne olduğuna ilişkin sorulara, "O sınıf okulun en haylaz sınıfıymış. Din dersi öğretmeni sınıf öğretmeni de olduğu için; 'Bu çocukları idare ediyor, ne yapalım.' diye yorumlamışlar. Bazı veliler çocuklarının yaramazlıklarıyla böyle başa çıkıldığını belirtip umursamaz bir tavır ortaya koyuyorlar. Balçova İlçe Milli Eğitim Müdürü Hasan Ali Çelik izlettirilme olayına pedagojik yaklaşarak, "İzlediğim kadarıyla o yaş grubu çocukların ruhsal yönden yara alacağına inanıyorum. Bunun eğitim kurumlarında yeri yok." Çelik, velilerin umursamazlığına, "Çocuklar yaramaz, idare ediyor." şeklindeki yaklaşımına karşılık da, "Bin kere de haylaz olsak kimsenin benim ruh sağlığımı bozmaya hakkı yok. Çocuk korkutularak doğruya getirilmez".[3] diyor. 7-9 yaş grubu çocuklarda Allah arayışı 10-12 yaş grubuna göre daha etkin görünmektedir. 7 yaşından itibaren çocuklar, Allah'ı kendisinin ve yakınlarının yaratıcısı çok yüce bir varlık olarak tasavvur ederken hala onun gökte olduğunu düşünürler. Ancak 11 yaşından itibaren çocuklar soyut bir yaklaşımla Allah'ın her zaman her yerde olduğuna inanırlar. Bu bilişsel gelişime koşut olarak, çocuğun getirdiği açıklamalarda, hiç şüphe yok ki anne ve baba modelinin rolü çok büyüktür. Anne ve baba, dini inanç, düşünce ve uygulamalarıyla öncelikle sağlıklı bir model oluşturmalıdır.[4] Anne ve babaların bu filmin izlettirilmesi karşısında çocuklara korku ve psikolojik şiddet ile eğitilmelerine açtıkları kapı ne yazık ki yüzyıllarca öncesine ait bir düşünce. Herkes bilir ki çocuklar kolay inanır. Tereddütsüzdürler. Çocukların daha dinin ve tanrının ne anlama geldiğini bilmediği bu yaşlarda din ile kuşatılması tamamen bir çocuk hakları ve genel olarak da insan hakları sorununa girmektedir. Çocuğun kişiliğini öreceği kozasına din adına ne ile nasıl girildiği yeterince ortaya çıkmaktadır bu olaylarda. İç ve dış dünyasının toplumsal uyum içinde olması için çocuğun din haylazlığını ve düşünme biçiminin öncelikle durdurulması gerekiyor. Dini anlayışlara göre; "İnanç kozası örülmeyen çocuk isyankarlığa yönelir. Kendini merkeze alarak çevresi ile çatışma meyilleri gösterir. Çatışma onu, her şeyi reddetme eğilimine sokabilir. Bu ise çocuk çizgisinde kırılmalara ve sapmalara yol açar… Din kozası çocuğun iç mimarisinin en belirleyici odağıdır. İç mimarisi tamamlanmamış bir çocukta Allah inancının tekevvünü (oluşması) imkansızdır. İç mimarisi teşekkül etmemiş bir çocuk; hayatın gayesini, dış dünyayı ele geçirmek ve dış dünyaya hükmetmek biçiminde idrak etmekten (anlamaktan) kurtulamaz. Paylaşımcı değil, rekabetçi bir hayat düşüncesini benimseme eğilimi içine girer… Mutlu bir çocukluğun yaşanmasının en belirleyici, en tesirli alanı inanç kozasıdır." [5] Buradan yola çıktığımız da yaşamın başlangıcının da, sürecinin de inançsal beklenti ve tasavvur üzerine yapılması gerektiği yönündedir. Yani bu dünyada cennet de cehennem de işlemeye başlatılmalıdır. Bu üstelik çocukluktan başlatılmalıdır. İşte muhafazakarlığı ve inançlılığı bu nedenle çocuklar üzerinde yoğunlaştırmak ve süreklileştirmek istiyor iktidarlar. Din, bu nedenle afyondur, çözümdür. Din/inanç, inancını açıklayan bir kimsenin yaşam anlayışının temel unsurlarından biri olduğunu ve bu din/inanç özgürlüğüne bütünüyle saygı gösterilmesi ve güvence altına alınması gerektiğini dikkate alarak; din veya inanç konularında dünyanın bazı bölgelerinde hala hoşgörüsüzlük gösterilmesinden ve ayrımcılık bulunmasından kaygı duyarak; "Din veya İnanca Dayanan Her Türlü Hoşgörüsüzlüğün ve Ayrımcılığın Tasfiye" edilmesine dair bildiri ilan edilmiştir: [6] Bu uluslar arası sözleşmelere taraf olma yanında, sorunun sürekli olarak mahkemelere taşınıyor olmasına karşın, 'zorunlu din dersi' sorunuyla ilgili AİHM kararı varken, soruna, taraflara sorulmaksızın çözüm aranması, demokratik katılımcılıktan da sorunu çözmekten de uzak bir tutum olduğu ortada. Amaç sorunları çözmek olsaydı, Hükümetler bu tür bildiri ve kararları IMF'in ekonomik paketleri gibi görür ve tez elden çözüm geliştirirlerdi. Türkiye'nin bu yöndeki sorunlarının bu haliyle çözülmeyeceği ve Alevi çocukları başta olmak üzere tüm çocukları işkenceden geçirmeye ve onurlarını kırmaya devam edeceği ortada. Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi, bilindiği üzere 1982 Anayasası'nın 24. maddesiyle zorunlu hale getirilen ve başta Aleviler olmak üzere toplumun önemli bir kesiminin muhalefet ettiği bir sorun. Ahlaksız Dayatma Beklenti ve evrensel uygulamaların varlığına karşın, "halen İslam dinine ait namaz, dua gibi ritüellerin öğretildiği Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi, içeriğine uygun olarak yeniden düzenlenecek ve zorunlu ders olarak okutulacak. Derste, bütün dinsel inanış ve öğretiler, dinler tarihi, din felsefe ve sosyolojisi ve ahlak öğretileri genel anlamda öğretilecek."[7] diye bastırıyor Hükümet. Bu dersin zorunlu olmamasını, hatta kaldırılmasını isteyen –henüz ayrı bir inanç olarak görülmesi bile söz konusu edilmeyen, ancak öyle olan- Aleviler olmasına karşın, onlar yine dışlanmakta ve İslam zorla öğretilmeye devam ettirilmekte. Din dersinin verilmesinin devletin görevi olmadığı ortada. Devlet yasal olarak uluslar arası sözleşmelere göre denetleme ve destek görevine sahip. Ancak Türkiye'de öyle mi. Dini/inançsal özgürlük devletin gözetimi ve güvencesi altında değil, uygulama alanında. İslami hezeyanı ve uygulamaları bu kadar ayyuka çıkan bir hükümet bu konuda güven verebilir mi. Verirse de, örnek olarak yukarıdaki okul uygulamaları oranında verir. Bu uygulamaların açtığı bir başka kapıda AKP'nin hükümet veya iktidar olma hevesi değil, AKP'nin devlet olma çabasıdır. Bu nedenle geri adım atmayacağı ortadadır. Bu nedenle gittikçe derinleşen bir sorun din dersleri sorunu. Yatılı okuyan çocuklar ile kimsesiz çocukların bulunduğu Çocuk Esirgeme Kurumu'na bağlı yurtlar ise çoktan düzen değiştirmiş durumda. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesince (AİHM) verilmiş bir karar varken, farklı kesimler sorunun çözümüne ilişkin beklenti ve önerileri ortadayken, çoğunluğun bu dersin kaldırılmasını beklemesin karşın, soruna taraflarına sorulmaksızın çözüm aranması, demokratik katılımcılıktan da sorunu çözmekten de oldukça uzak bir yaklaşımdır. Konuya yukarıdaki insan hakları perspektifinden bakılırsa mevcut derslerin çok sayıda insan hakkını ihlal ettiği açık. Ancak Türkiye'de inanç eğitimi o kadar kaba ve insanı yok sayıcı ki, sorunun hangi açılardan öne çıkarılması gerekeceği karışıyor. Pedagojik mi, sosyolojik mi, hak ihlali açısından mı bakacağız. Ne yapacağız. Çocukların kafalarına anlamaya başladığı andan başlayarak İslam'i cihad ve korku yüklenmeye başlanırken, sözleşme ihmalleri konusunda uyarı ve çaba sorunu nereye kadar çözebilir. Türkiye'de sorunun çözümü için ne taraflar dikkate alınmakta ne de AİHM kararların da öne çıktığı gibi, "çoğulcu, objektif bir eğitim sisteminin geliştirilmesi" söz konusudur. Devlet imzaladığı sözleşmelere uymamakta, Milli Eğitim Bakanlığı ve Diyanet İşleri Başkanlığı başta olmak üzere Aleviliğin kökünü kazımak ve onursuzlaştırmak için elinden geleni yapmaktadır. Alevi köylerine cami yaptırmalar, imam atamak, çocuklara zorla namaz kıldırmak, oruç tutturmak bu Hükümet'in hızlandırılmış yeni dönem programıdır. Buna dur diyebilmek için insan hakları örgütleri ve UNESCO'nun Türkiye'ye yönelik program yapması ve öncelikli olarak Aleviler ve Yezidiler olmak üzere kültürel ve inançsal hak ihlallerini izlemek üzere büro kurmasına acil ihtiyaç var. Hasan Harmancı
  5. Anayasa Mahkemesi Rapörtörü Doç. Dr. Osman Can, türbanı serbest bırakan düzenlemenin iptalini isteyen davanın düşürülmesi yönünde görüş verdi. “Değişiklikler şeklen uygun” diyen Can, Anayasa Mahkemesi’nin “esasa” ilişkin karar alamayacağını öne sürdü. Anayasa Mahkemesi Raportörü Doç. Dr. Osman Can, türbanı üniversitelerde serbest bırakan Anayasa değişikliğinin iptali istemiyle açılan davanın reddi yönünde görüş bildirdi. Nihai kararı ise Anayasa Mahkemesi üyeleri verecek. Hatırlanacağı üzere CHP ve DSP, üniversitelerde başörtüsüne serbestlik getiren 5735 sayılı “Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın Bazı Maddelerinde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un birinci ve ikinci maddelerinin iptali veya yok hükmünde olduklarına karar verilmesi ve dava sonuçlanıncaya kadar yürürlüklerinin durdurulması” istemiyle 27 Şubat tarihinde Anayasa Mahkemesi’nde dava açmıştı. Davaya konu olan iki madde, Anayasa’nın 10. ve 42. maddelerinde değişiklik yapılarak türbanın üniversitelerde serbest bırakılmasını öngörüyordu. AKP'nin Anayasa değişikliğini gündeme getirdiği süreçte "Ülkemizi ve üniversitemizi gericiliğe teslim etmiyoruz" başlıklı bir imza kampanyası düzenleyerek üniversitelerde türbanın serbest bırakılmasına karşı çıkan ve 7 bin 532 akademisyenin imzasını alan Üniversite Konseyleri Derneği de Anayasa Mahkemesi'ne bir dilekçe vermişti. “Yalnızca şekil yönünden” Can’ın hazırladığı raporda, 1982 Anayasası’nın “Anayasa Mahkemesi’ne Anayasa değişikliklerini esas yönünden denetim yetkisi vermediği; yalnızca şekil yönünden denetim yetkisi verdiği” ifade edildi. Can, değişikliklerin şekil yönünden Anayasa’ya uygun olduklarını savundu. Can’ın hazırladığı rapor, “Bu çerçevede esas denetimi yapılamayacağından, CHP ve DSP’nin Anayasa değişikliğinin iptal edilmesi talebinin yetkisizlik nedeniyle reddedilmesi” görüşünü içerdi. Can, görüşünü desteklemek için 1982 Anayasası’ndan önce Anayasa Mahkemesi’nin şekil görünümü altında esas denetimi yapan 1970 ve 1975 tarihli kararlarını hatırlattı. Can, bu kararların ardından kabul edilen 1982 Anayasası’nda yer alan 148. maddenin, Anayasa değişiklerinin denetimini şekille sınırlı tutma şartını getirdiğini ve bundan sonra esas denetiminin yapılamadığını vurguladı. Can ayrıca, Anayasa değişikliklerinin yargısal denetimi konusunda Avrupa’daki Anayasa Mahkemeleri’nin karar ve içtihatlarından örnekler verilirken, anayasa değişiklikleri üzerinde yargısal denetimin örneklerinin sınırlı olduğunu vurguladı. Karar tarihini Kılıç belirleyecek Basın sızan bilgiye göre Raportör Can, hazırladığı raporu dün Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’a teslim etti. Haşim Kılıç da raporun birer örneğini üyelere dağıttı. Raporda davanın iptali ve türbanın üniversitelerde serbest bırakılması yönünde görüş bildirildi. Son söz Anayasa Mahkemesi’nin Raporun üyelerce incelenmesinin ardından, Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın belirleyeceği bir günde, anayasa değişikliğinin “iptali veya yok hükmünde kabul edilmesi ve yürürlüğünün durdurulması” istemi karara bağlanacak. Davayı, 11 kişiden oluşan Anayasa Mahkemesi Heyeti karara bağlayacak. Asıl üyelerden herhangi birinin bulunmaması veya emekliye ayrılması halinde 4 yedek üyeden en kıdemlileri heyete katılacak. Karar için en az 6’ya 5 salt çoğunluğun sağlanması gerekiyor. AKP'den raportöre alkış, CHP Mahkeme kararını bekliyor Raportörün kararının açıklanmasından sonra AKP milletvekili Sadullah Ergün, görüşü olumlu bulduklarını söyledi. CHP adına konuşan Onur Öymen ise daha önceki süreçleri göz ardı ederek esas olanın Anayasa Mahkemesi'nin kararı olduğunu, kendilerinin bu kararı beklediklerini söyleyerek raportörün görüşü ile ilgili yorum yapmaktan kaçındı. Raportör görüşünden ibaret değil Osman Can'ın aynı zamanda AKP'ye açılan kapatma davasının da raportörü olması, dün akşam iletilen kararın sadece türban düzenlemesine ilişkin bir "görüş" olarak değerlendirilmesini güçleştiriyor. Can'ın kapatma davasında da AKP lehine görüş bildirme olasılığının yüksek olduğuna dikkat çekiliyor. Ayrıca türban düzenlemesinde raportör kararıyla içine girilen bu sürecin, özellikle de Anayasa Mahkemesi'nin türban konusunda alacağı kararın AKP kapatma davasını da etkileyeceği belirtiliyor.
  6. 5 üye bugün doğum gününü kutluyor! talena(21), ulugul(23), davids(20), uncannyplayer(30), Muallim-i Âli(21) ......nice nice yıllar desem
  7. Büyüklerinde hata yaptıgını bildigimizden ve sessiz kalmadıgımızdan BARIŞ küçükte olsa sözünü SAVAŞA geçirecek sesini duyuracaktır!!!
  8. Pişttt posta güvercini nasılsın sınavlar nasıl gidiyo bak gece sana ugramadan geçmiyim dedim...ama sen şimdi çay kahfe yapmasınıda bilmiyorsun demi hadi ozaman ben hemen kalkıyım gideyim (esas neden annem uyanacak diye korkuyorum )
  9. Aman geçmiş olsun küçük velet hastalanmış sevgili DORA....efet ne yazık ki tüm anneler minikleri hastalandıgında neyapsamdan önce lütfen o hastalanmasın ,ona birşey olmasın bana olsun düşüceleri ile doluyo....İyleşmiş çok sefindim...oyy bide erkek bak ya ısır sen onun poposunu benim için(çocuk aynen ne oluyos ya ne ısırıyon veya manene ya git o onu ısır olucaktır )Aman sen iyi olki sevdilerinde iyi olsun.......
  10. Duydum burada genelde bol pasta kek v.s bulunuyoymuş bende dur bakiyim bende bir gideyim dedim ehh misafirim ya tabaklar boş gelmes sanırım hem mantıyı sevdigini bilseydim annişim bugün yapmış 1 saat önce mikro dalgaya attı bana ısttı ayırırdım yane hem ben bak elimde boş gelmedim al senin bu..........
  11. Hem denis kızı hem denizi özlüyoo gel ben denize çok yakın mesafedeyim ben nası olsa gidemiyorum sen benim içinde gidersin ama bende çay kahfe çilekli pasta istiyom mananee sen onlardan bana ayır tamamı deniz kızı....
  12. Valla ona bakarsanız benim beyin rahatsızlıgım yogunlaştıgında yatıgım odada tv i pc i ceb elektironik tüm şeyler yasak..aslında genelde çocuk odalarında bile(yatıkları)pc i tv i bulunmaması ve ceb tel larınında baş hizasından uzak olması gerekio...ama her gün her konuda yeni birşeyler çıkıyo insanlarda şaşıydı neye inanacagını...
  13. Yokss ben almıyım ben kendi kendime giderim ameliyata sağolasın ya köfteymiş,böyekmiş ne diyim boşfer bende ne demek yayamas gelirim tabi yazmanı bekleydim Senin dedikleyinide yapmıcam belli oldu sen benim hep hasta olmamı forma gelmememi istiyorsun belli oldu sadece yüzümü asmadım aglıyorumda:(:(neyse sen iyi ol ..........
  14. Tamam DENİZ KIZI söz dinlicem sizleyi zaten salı günü dikişler alınacak umarım aksilik çıkmasda haziran 28 e kadar rahat ederim.....Teşekkür edeyimmmmmmmm
  15. Sana barış, Sana temiz, yaşanası bir dünya… Sana insanca bir yasam.. Sana sevgi.. Sana güzellik.. Sana dostlukla uzanan eller.. Sana sevgi dolu bir yürek… Sana sağ duyu.. Sana başkalarına duyarlılık.. Sana saygıyı.. Sana insan olabilmeyi… Sana insanı sevmeyi, yalansız ve dupduru Sana şiiri, Sana okumayı, Sana sanatı.. Sana bilmediğini araştırmayı.. Sana öğrenmeyi.. ve öğretmeyi sabırla Sana gülmeyi Ve ağlayabilmeyi gönlünce.. Sana mutluluğu.. İncitse de yüreğini, acıyı.. Sana özgürlüğün buram buram dolaştığı, Dağları.. ovaları.. vadileri Sana yemyeşil bir Dünya’yı Ağaçları, ormanları Filizi ve tomurcuğa kesmiş her fidanı Sana renk renk çiçekleri Ve meyvenin dalında ki tadını.. Sana memleketimin en ücrasında ki sesi duyabilmeyi Sana onurlu olabilmeyi.. Sana başın dimdik karşı durmayı Sana sormayı.. Sorgulamayı Sana otlaşmadan Beyninle yaşamayı, Yüreğinle solumayı.. Sana düşünmeyi Ve söyleyebilmeyi düşünceni … Özgürlüğünce Sana özveriyi … Hoşgörüyü Haklılığı Hemen yanı başındaki haksızlığı Sana sokakta oynarken, Terörist diye vurulan 12 yaşında ki çocuğa ağlamayı, Ve vuranların terfisine kızmayı, Sormayı hesabını.. korkmadan, açık açık.. Sana öldürdüklerinin kafasını kesip, Önünde hatıra fotoğrafı çektirenleri lanetlemeyi Sana halk içinde, halkı halka gammazlatanları teşhir etmeyi Devletin derininden korunmayı, Ama asla boyun eğmemeyi.. Sana kardeşi kardeşe kırdırana Asla uşaklık etmemeyi.. Sana savaş taciri beyinlerle savaşmayı, Barış sevdasıyla, Barış için …. Barış adına Sana korkuyu, ama korkmamayı sefilden.. Sana sarılmayı yüreğinde ki insan sevgisine.. Sana rengine, diline, dinine bakmadan Yaşayan her varlığı sevmeyi.. Ağaçları.. Kuşları.. Böcekleri.. Yılanları Ve hatta, kara taşları.. Sana Güneşi.. Ay’ı.. Yağmur sonrası yedi renge kesmiş Gökkuşağını.. Sana masmavi gökyüzünü ve kara bulutları.. Denizleri … Gölleri Ve nehirlerimi, sabırla isyana durmuş.. Sana güne teslim sinsi geceyi, Ve yine koynunda sakladığı yıldızları Dost olduğu kadar, düşmanda kesilebileceğini Karanlığa bulaşmadan, Aydınlığa inanmayı.. Sana yalandan korkmayı hatta akrepten de öte Dokunmasa da sana, yılanın başını ezmeyi.. Sana, İki sokak ötende Yakılırken insanlar gecenin bir vaktinde Uyumamayı … Sana bir annenin yüreğinde ki ince feryadı duymayı Sana köyleri yakıp yıkanları Ormanları ateşe verenleri İçinde ki en nazlı ceylanlarıyla.. Sana gencecik bedenleri Halkın (! !) Meclisi önünde Kurşuna dizenlere hesap sormayı Sana, ‘’ insanca Yaşam’’, ‘’ Yaşasın Halkların Kardeşliği ‘’, diye Haykırdıkları için İpe dizilen Üç Fidanı.. Sana halkı, halkları ve insan için Bedenlerini ateşe veren dörtleri.. Sana kendinden başka dilden konuşan herkesi Terörist belleyenlere Beynini ve yüreğini satmamayı … Sana tarihte, bu gün ve gelecekte Katledilen her bebeğe, her can’a ağlamayı Ve duymayı o acıyı.. Soluksuz kalmış her canlıya nefes olabilmeyi.. Sana Maraş’ı.. sana Sivas’ı..Sana Dersim’i.. Sana Amed ve Lice’yi.. sana Botan ve Konya’yı.. Sana Milas’ı.. Sana taksim Meydanını.. Sana Kızılay Meydanı ve Tunalı’yı.. Ve Mardin’i.. ve Ruha’yı.. ve Semsur’u … Sana yüreğimi sevdasıyla islediğim Silvan’ı.. Sana Halepçe'yi... Sana Felluçe'yi... ve Maxmur'u Açlıktan ölen bebeklerine ağlayan Afrika’yı.. Sana meydanlarda vurulan düşünen beyinleri, Ve gazetecileri Ve yazan her bir kalemi İnandıkları ve bunu söyledikleri için, Tecritlerde ki on binlerce genç bedeni, Beyni ve yüreği … Sana insan için … Halkım için … Halklarımız için Barışa kesmiş, Barışa sevdalı Mücadelemi.. Sana bir boydan bir boya, Türk’üyle, Kürd’üyle, Laz’ıyla, Alevisi, Sünni’si, Hıristiyan’ıyla …………. Ve aklına gelebilecek her rengiyle Bir yaşamı bölüşenleri barındıran ANADOLU’YU … Ve hatta DÜNYA’YI … Sana insan gibi, insan için düşünüp, Onurlu yaşamayı.. Sana sevgi dolu bir yürek Sana kendi nesline, Ve her canlının yaşam hakkına saygıyı … ……… ‘’ İNSAN GİBİ İNSAN OLMAYI BE YAVRUM! ! ‘’ ……. Ve sana; ‘’ YAŞAMI UĞRUNA ÖLECEK KADAR SEVMEYİ’’! ! ! ! ! Sana bunları, ………………… Bırakamamış, Sana bunları, …………………Verememiş, Sana bunları, …………………Öğretememişsem, Alıntı...
  16. Barış türküsü......... kalkın kardeşşle ışıklar görünmeye başladı eski duvarlar değil bu duvarlar bir ak kuş gelip kondu kara çatıya dünyayı böylesine sardı mı kollar ne etsin kelepçe neylesin zincir kaç kez gösterdi tarih aldatmayacak bizi bu denizli kuşlu dünyada bir tek acı mıdır payımıza düşen dökülsün yollara beş kıtada ekmek de özgürlük de barışın gülleridir yumuk elli bebekler pencerede bekliyor dünyayı çepeçevre kuşatan barış kervanları çelik canavarlar gibi tanklardeğil caddelere yakışan özgürlük ekmek türküleridir limanklar barışla çalkalanmış çöller dağlar stepler denizler barış fırtınasında resimler gördük özgürlüğe yakışmayan kitaplar dergiler gazeteler dolusu.... Alıntı...
  17. Özgürlük........... Özgürlük dedin mi, uçsuz bucaksız olmalı Deniz gibi, gök gibi mavi olmalı rengi, Çekip gidecek kadar çocuk, Pişman olup dönecek kadar cesur olmalı yüreği insanın, Laf söyletmemeli geçmişine geleceğine, Bugünü zaten sorma gitsin yaşamalı ne varsa, Yürekli olmalı son demine kadar.... Özgürlük dedin mi, gözü kara olmalı insanın, Taş gibi sert, su gibi duru olmalı bir yerden sonra, Canına kıyacak kadar basına buyruk, Hesap soracak kadar bağlı olmalı sıkı sıkıya Ağlayarak gözlerini yıkamalı insan küçük duraklarda, Bir kalp sızısı yaşamalı, olmadık bir yerinde hayatının, Bir umudu olmalı, yaşama sevinci gibi Elinde tuttuğu, tutamadığı ne varsa yaşatmalı gönlünde.... Kadere boyun eğmek yok bu devirde, Kadere boyun eğdirmek yerine.. Şansa tepeden bakmalı insan, Hadi canım sende gülümsemesiyle... Buldun mu yaşayacaksın ne varsa hayatında, Kaybetmeyi göze alacaksın ki sevebilesin Ateşlere atacaksın yüreğini sorgusuzca, Dönüp arkanı gideceksin yorulduğun yerde.. Tüketmeyeceksin, tükenmeyeceksin de... Beklemeyecek, hep vereceksin kendinden de öte... Özgürlük dedin mi, sıkı sıkı tutacaksın hayatı bir yerinden, Bir yanın tutsak, bir yanın haylaz olacak.. Adına toz kondurmayacaksın yanındakinin, Savunmasız aşklara yer yok hayatında... Koş koşabildiğin kadar o halde, Duraklama akşamlarda yaşanmaz hayal kırıklıkları, Gözü kara yüreklerde büyür büyüdükçe sevda, Tüm düşleri gerçek yapabiliyorsan, yaşıyorsun hayatta... Benim düşlerimle, senin gerçeklerin neden yan yana... Var bir bildiği hayatının, Anlam katıyor her nefeste yüreğin gözyaşlarına, Soluklanacak yer arıyorsun yüreğimde, Hem kaçar adım senden, hem yanında anlasana Bu çelişki neden diye sorma, Var bir bildiği hayatının, Artık sorgulama...... Alıntı..
  18. DENİZ GEZMİŞ,İN ÇOK SEVDİĞİ ŞİİR.............. ''Delikanlım, iyi bak yıldızlara. Onları belki bir daha göremezsin. Belki bir daha yıldızların ışığında kollarını ufuklar gibi açıp geremezsin Delikanlım, sen ki,ya bi köşe başında Kaşından kan sızarak gebereceksin Ya da bir devrimci gibi darağacında can vereceksin............ Alıntı..
  19. Yasaktı Yazdıklarım belki de yazmamalıyım artık suçluydum çünkü ben; yasaktı yazdıklarım ben yazdım yine de ve hep sana yazıldım. tüm yazdıklarım yasaktı benim tüm yasaklarım sanaydı beyazlığın yalnızca banaydı, ve hep bana yasaktı oysa ben sana hep yasaklar vadettim suç bendeydi; sen suçsuzdun ve yasaklar sadece suçlular içindi. beyaz yasak mıdır her zaman? oysa türküler de beyazdı... belki de yazmamalıyım artık çünkü yasaktı yazdıklarım ve yasaklar beyazdı türküler gibi / tenin gibi. beni hep bu yasaklar öldürdü kaç kere öldüm hatırlamıyorum, ama... ben hep yasakları sevdim. ... ve ben... yine... ÖLECEĞİM... Alıntı..
  20. Beni eziyorlar ANNE beni eziyorlar anne...! gündüzleri puşili,geceleri tüfekli diyorlar bana anne! KÜRDÜM diye dalga geçiyorlar benle. hakkımı kimse vermiyor anne, neden ölüyorsun diye sormuyorlar bana. kimse beni,bizi,bizleri düşünmüyor anne... yani,yani ne yapmalıyım anne? haklar,haklar,haklar... işte bunu verecek insanlar olmalı..denizler gibi anne! hani derler ya adı deniz olmalı... bence kendi olmalı,o varken yüreklerde. denizler olmalı,insanlar olmalı, insanlar olmalı asılmayan, dinlenen haklar olmalı,barış olmalı anne! Alıntı..
  21. Gözyaşlarımda Umutlar Büyür Ağlamak hayatın tüm hesabını ödeseydi Gözyaşlarıma acımaz, Oturup bir köşede, Kanım kuruyuncaya kadar, Ruhumu bedenimden boşaltırcasına, Tüm varlığımla, Damarlarımda acıya isyan eden Kanı ağlardım. Kuruyacak zulmün, Kanla beslenen çirkef kaynakları. Bir sonu vardır elbet; Acının, hüznün Ve kurgulanmış anlamsız ütopyaların, Bukalemun sinsiliğinde yalanların, Yeryüzünün tüm mazlumlarının, Feryatlarına tercüman olan, İçin için dökülen gözyaşlarımın. Hissederek her anımda, Bin yılların öfkesini bilincimde, Güç katıyorum, Dirençle bilenmiş azmime; Ve tüm gücümle vuruyorum, 21. yüzyılın zifiri karanlıklarına, İbrahimi bir kıyamın, Şirkin beynine inen öldürücü darbesini. Yüce bir buluşmaya hazırlanıyorum, Özüme kavuşuyorum, Şu yalancı ve yabancı dünyada. Kurtulup esaret zincirlerinden, Azade olurum hapsedildiğim Bu dünya zindanından. Şahidi olurum Allah'ın vaadine. Bir inkılab yaşar dünya; Her yer bahar tazeliğinde, Herkes İbrahim paklığında, Her yürek karanfil bahçesi güzelliğinde. Umut dağıtır cesur eller, Kırılmış onurlara, Derbeder insanlığa. Zalimlerin çirkin yüzlerine, Hakkı haykıran yiğitlerin günüdür o gün. İnançla bilenmiş kavgaların İlk tutuştuğu andır. Harcı sevgi ve emek olan Yeni bir dünya kurulur. Alıntı..
  22. kendi dirsegini yalamanin imkansiz oldugunu ? ordegin vakvaklamasinin yanki yaratmadigini ve bunu kimsenin aciklayamadigini? dunyadaki fotokopi makinelerinde meydana gelen arizalarin %23 unun, makinenin ustune oturup kendi popolarinin fotokopisini cekmek isteyen insanlar sayesinde meydana geldigini? yasamin boyunca uyku sirasinda yaklasik 70 bocek ve 10 orumcek yiyecegini?( Mmmmh!! idrarin zifiri karanlikta parladigini? eger cok siddetli hapsirirsan, kaburgalarindan birini kirabilecegini? hapsirmayi engellemeye calisirsan,basindaki veya boynundaki damarlardan birinin yirtilabilecegini ve olebilecegini? hapsirdigin sirada gozlerini acik tutmaya calisirsan, yerlerinden firlayabileceklerini? domuzlarin vucut yapilarindan dolayi hicbir zaman baslarini yukari kaldirip gokyuzune bakamadiklarini? dunya nufusunun %50 sinin hic telefonla konusmadigini? farelerin ve atlarin kusamadiklarini? 1 saat sureyle kulaklikla birsey dinlemenin kulaktaki bakteri sayisini %700 arttirdigini? cakmagin kibritten once bulundugunu? parmak izleri gibi dil izlerinin de her insan icin benzersiz oldugunu? bu yaziyi okuyan insanlarin %75 inden fazlasinin, dirseklerini yalamaya calisacaklarini gercekten olmuyor di mi
  23. Seni, anlatabilmek seni. İyi çocuklara, kahramanlara. Seni anlatabilmek seni, Namussuza, halden bilmeze, ***** yalana. Ard- arda kaç zemheri, Kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu. Dışarda gürül- gürül akan bir dünya... Bir ben uyumadım, Kaç leylim bahar, Hasretinden prangalar eskittim. Saçlarına kan gülleri takayım, Bir o yana Bir bu yana... Seni bağırabilsem seni, Dipsiz kuyulara, Akan yıldıza, Bir kibrit çöpüne varana, Okyanusun en ıssız dalgasına Düşmüş bir kibrit çöpüne. Yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin, Yitirmiş öpücükleri, Payı yok, apansız inen akşamlardan, Bir kadeh, bir cıgara, dalıp gidene, Seni anlatabilsem seni... Yokluğun, Cehennemin öbür adıdır Üşüyorum, kapama gözlerini.. Ahmet Arif..
  24. BAŞBAKAN NİHAT ERİM’İN GÜNLÜKLERİNDE KIZILDERE ‘İngilizleri ölü bulmuşlar, ötekilerden sağ kalanları öldürmüşler…’ Dün sabah MİT müsteşarı ve İçişleri bakanı telefon ettiler. İngilizleri kaçıranlar Niksar’ın Kızıldere köyünde muhtarın evinde imişler. Jandarma köyü çevirmiş, İngilizlerin diri kurtarılması için pazarlık yapılıyormuş. Ben de talimat verdim, “Diri kurtarmak için her gayret gösterilsin” diye. İçişleri bakanı Ünye’de anarşistlerle işbirliği yapan Avukat Sadi Şener’i yanına alıp olay yerine gidiyor. Avukat “Ben onları teslim olmaya razı ederim” demiş. Öğleye kadar teslim olmamışlar. Ateş etmişler. Öğleden sonra Tağmaç telefon etti. Jandarma Genel Komutanı, “Geceye bırakmak tehlikelidir” diyormuş. Tünel kazıp kaçabilirler. İçlerinde askeri üniformalılar da var. Gece evden çıkıp askeri şaşırtılabilir, aralarına karışabilirler” diyormuş. “Onlar olay yerinde durumun gereğini daha iyi takdir ederler” dedim. Akşam saat 18’de Tağmaç telefon etti. Hepsi ölü olarak ele geçmiş. Saat 16.30’da nasihatin etkisi olmadığını ve devamlı bomba ve silah attıklarını görünce, jandarma da ateş açmış. Eve sokulup girmişler, İngilizleri ölü bulmuşlar, ötekilerden sağ kalanları öldürmüşler. Gece A. İ. Göğüş telefon etti. Sıkıyönetim resmi tebliğ dışında haber ve resim yayınını yasak etmiş. Tağmaç’ı buldum. “Resim yasağı doğru değil. Gerçeğin gizlendiği sanılır” dedim. Soruşturdu, yanlışlık olmuş. Resim yayınlanacak. Bu sabah Bakanlar Kurulu’nu topladım. İçişleri bakanı dönmüştü. İzahat verdirdim. Öğleden sonra da Millet Meclisi’nde izahat verdi. Grup sözcüleri de konuştu. Güvenlik kuvvetlerini tebrik ettiler. Günlükler, Nihat Erim, 1925-1979, II. Cilt, Yapı Kredi Yayınları, 2005. OLAYLARIN ARDINDAKİ GERÇEK Bilinen Son Türkİye’de kızıl anarşinin önderleri giriştikleri akılsız denemelerin sonuncusunda cumhuriyet kanunlarının ve güvenlik kuvvetlerinin bir kere daha avucu içine düşmüşlerdir. Türk Devletine kast teşebbüslerinin, hürriyet rejimine karşı çıkmanın, hele Atatürk Cumhuriyetini dinamitleme niyetlerinin karşılaşacağı son duvar, bundan böyle de cumhuriyet kanunlarının ve cumhuriyet kuvvetlerinin güçlü ve sert kayalıkları olacaktır. Bundan kuşku duyulmamalıdır. Devletin gücü karşısında eğilmeyecek, başı ezilmeyecek tehlike mevcut değildir. Böyle olmasa idi bu varlığın adına devlet denmezdi. Cumhuriyet Türkiyesi bu anlamda güçlü bir devlettir. Sol macera heveslileri, başka hevesliler gibi bunu pek âlâ bilmektedirler. Sonucu önceden belli bazı olaylar vardır. Kızıl anarşinin Türkiye’de uğradığı âkıbet, sonucu önceden belli olaylara bir örnektir. Buna rağmen bir heves olarak sürdürülmek istenmesinin nedeni, içinde rol alanların, kendi iradelerinin ötesinde milletlerarası bir akımın tutsağı durumuna girmiş olmalarıdır. Yoksa Türk halkının yapısını, cumhuriyet ordusunu ve gerçek Atatürkçü nesilleri biraz tanıma olanakları bulunsa, içine düştükleri kızgın çemberin dışına kendilerini bir an önce atarlardı. Üç İngilizi kaçırmak suretiyle sebebiyet verdikleri son olayın Türkiye’de yarattığı nefreti iyi değerlendirmek gerekir. Halkın gösterdiği tepki meydandadır. Güya halkı kurtarmak gibi akılsız davranışlara girişenler halkın elinde perişan olmuşlardır. Parlamentosundan, üniversitelerinden yükselen seslere kulak veriniz. Hepsi, Türkiye’nin kızıl anarşiyi reddeden tek sesini veriyorlar. Türkiye bir bütün halinde anarşinin ve insanlık dışı eylemin karşısına dikiliyor. Cumhuriyet gazetesi, 31 Mart 1972
  25. Önce Mahir’i vurdular’ Tokat’ın Niksar ilçesine bağlı Kızıldere köyü, 30 Mart 1972…Saat 05.30 sıralarında Kızıldere muhtarının evine doğru iki asker yaklaşmakta. Mahir Çayan ve dokuz arkadaşının ölümüyle sonuçlanacak, tarihe “Kızıldere Katliamı” olarak geçecek olan gün başlıyordu. Muhtarın evinde, muhtarın ailesinin yanı sıra; Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi (THKP-C) kurucularından Mahir Çayan, Dev-Genç Genel Başkanı Ertuğrul Kürkçü, Dev-Genç Merkez Yürütme Kurulu üyesi Hüdai Arıkan, Fatsalı şoför Nihat Yılmaz, Fatsalı öğretmen Ertan Saruhan ve Ünyeli çiftçi Ahmet Atasoy, Dev-Genç Genel Sekreteri Sinan Kazım Özüdoğru, Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğrenci Derneği Yönetim Kurulu üyesi Sabahattin Kurt, “Hava Kuvvetleri Proleter Devrimci Örgütü”nün kurucusu olarak aranan üsteğmen Saffet Alp, Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) kurucularından Cihan Alptekin ve Ömer Ayna ile kaçırılan üç İngiliz teknisyen bulunmakta… Evdekiler, evin ve köyün sarılmasıyla birlikte evde sıkışıp kalmışlardı. Dama çıkarak, kiremitler kırılıp, çatıda delik açıldı. Evi kuşatanlar arasında bulunan MİT Kontrterör Dairesi eski başkanı Mehmet Eymür’ün “Analiz” isimli kitabında yazdığına göre: “İçişleri Bakanı, MİT Müsteşarı, Tokat Valisi, Jandarma Genel Komutan Yardımcısı, MİT Ankara Bölge Daire Başkanı” da operasyonu yerinden yönetmekte… [1] ‘Teslim olmayacağız!’ Muhtarın dışarı çıkması ve bir daha geri dönmemesinin ardından “Teslim ol” çağrıları yapılmaya başlandı. Bu çağrıdan sonra olanları, katliamdan sağ kurtulan Ertuğrul Kürkçü’nün savcılık ifadesinden okuyalım: “Muhtar Emrullah Arslan, evden uzaklaşırken karısını, gelinini ve kızını yanına alıp gitmiş. Bu sırada dışardan ‘Alçaklar, çocukların arkasına saklanıyorlar’ diye bir ses duyunca evde kimse olup olmadığını araştırmak aklımıza geldi. Mutfak kısmında ikisi torunu ve biri de erkek çocuğu olan üç küçük çocuk gördük. Kapıyı açıp, üç çocuğu bıraktık. Çatıdan dışarı baktığımızda tamamen sarıldığımızı gördük. Bir süre sonra da, bizden kayıtsız şartsız teslim olmamızı megafonla ihtar ettiler. Buna cevaben ‘İngilizlerin elimizde olduğunu, teslim olmayacağımızı, şartlarımız kabul edilmedikçe çarpışacağımızı ve İngilizlerin de bu arada öleceğini’ bağırarak söyledik. (…) Saat 10.00 sıralarında marş söylemeye başladık. Bu marş şöyleydi: Gün doğdu, hep uyandık Siperlere dayandık Bağımsızlık uğruna Alkanlara boyandık İşçi, köylü, gençlik, asker Devrim için ölürüz Sinan, Hüseyin, İbrahim Devrim için öldüler. Ayrıca Karayılan türküsünü de hep birlikte söyledik.” [2] Yüzlerce asker ve siviller tarafından kuşatılan Kızıldere köyüne helikopterler inip kalkmakta. Ankara’ya gidip gelen helikopterler, saldırının yaklaştığının habercisidir. Çatışma öncesini Mehmet Eymür’ün kaleminden okuyalım: “Çayan ve arkadaşları marşlar söylemeye ve zaman zaman askerlere laf atmaya başladılar. Bizi sivil pantolonlarımızdan tanımışlar. ‘Sam Amcanın adamları’, ‘Faşist MİT’çiler’ gibi sözlerle bizleri kızdırmaya çalışıyorlardı. Aramızda 150-200 metre kadar mesafe vardı. Biz de onlara cevap veriyorduk. Erlere ise dokunaklı laflarla tesir etmeye çalışıyor, faşist subayların emriyle hareket etmemelerini telkin ediyorlardı. Bekleme devresi başlamıştı.” [3] Önce Mahir’i vuruyorlar… Evi kuşatanların İngilizleri görmek istemeleri üzerine İngilizler pencereden gösterip, konuşturuldu. Saat 13.00 olduğunda evdekiler radyodan kuşatıldıkları haberini dinlediler. Saat 14.00 sıralarında megafonla evdekilere yeni bir çağrı yapıldı: “İçinizden biri dışarı çıksın, yani çatı katından baksın, konuşacağız”… Söz yeniden Ertuğrul Kürkçü de… Kürkçü, 1979’da Niğde Cezaevi’nde Uğur Mumcu’ya, Mahir Çayan’ın öldürdüğü anı şöyle anlatır: “İlk ben çıktığım için sabah, daha sonra da Mahir ‘Sen çık şunlarla konuş’ dedi. Ben çıktım, arkadan da Mahir, Cihan, Saffet çıktılar yukarıya… Evin çatısı var, topraktan, kiremit çatı, oradan merdivenle çıkılıyor, tek katlı bir ev. (…) Birlikler mevzilerine girmeye başladılar, makineli tüfek yuvalarının arkasına girmeye başladılar ve bizimle konuşmak isteyen adamlar geri geri gitmeye başladılar. ‘Ne oluyor?’ deyip, biz bir ölçüde geri çekildiğimiz zaman dört bir yanımızdan makinalı tüfeklerle eve ateş açıldı. Önceden iki üç arkadaş kendini aşağıya attı. Ben onların arkasından, en arkada Mahir kalmıştı. Baş aşağı düştüm. Merdivenlerden yuvarlandım. Toparlanıp, doğrulmaya çalışırken yukarıdan kanlar boşalıyordu. Tam deliğin ağzına Mahir’in kolu sarkmış, kafası da kısmen sarkmış ve kanlar akıyordu, ben fırladım… Bir iki el bombası attım dışarıya. Makinalı tüfek ateşi sürekli devam ediyordu. Fakat bir şey göremiyorsun, zaten. Ayrıca tesir sahası dışına çıkmışlardı. Birşey kestirmek mümkün değil. Ve Mahir’i indiremedim.” [4] Mahir’in vurulmasının ardından İngilizler, aşağıdakiler tarafından öldürülür. Açılan ateş sonucu Ömer Ayna sol gözünü kaybeder. Ağır yaralıdır. Cihan Alptekin ise karnından yaralanmıştır. Evin içindekiler sahanlıkta toplanırlar ve “U” şeklinde savunma pozisyonuna geçerler. Roketatarların yanı sıra havan atışı da başlar. Evin girişini tutanların bulunduğu yerde büyük bir patlama olur. El bombalarının pimini çekip, kapıdan girecekleri bekleyenlerin üzerine düşen bombayla birlikte peş peşe patlar el bombaları… Evdekilerin büyük bir bölümü ölmüştür. Ertuğrul Kürkçü, savunmakta olduğu samanlıktan içeri girerek samanların arasına saklanır. Bir süre sonra ateş kesilir. Eve gelenler içeri ateş ederek girerler. Yaralı olan Saffet Alp, öldürülür. Muhtar Emrullah Arslan, evde 13 kişinin olduğunu söylemiştir. On devrimci ve üç İngiliz ile birlikte sayı tutmaktadır. Hava kararmaktadır. Ölenlerin cansız bedenlerini alarak, köyü terk ederler… Ertesi gün, Ertuğrul Kürkçü’nün babası Enver Kürkçü yanında bir tabutla birlikte Kızıldere’ye gelir.. Enver Kürkçü’nün başı tanımayacak durumda olan Nihat Yılmaz’ın cansız bedeninin “oğluna ait olmadığını” iddia etmesi üzerine tekrar eve gidilir ve yapılan arama sonucunda Ertuğrul Kürkçü yakalanır… Kızıldere’de sabahın ilk ışıklarıyla başlayan “operasyon”, akşam karanlığı basarken sona erer. Mahir Çayan, Sinan Kazım Özüdoğru, Hüdai Arıkan, Ertan Saruhan, Saffet Alp, Sabahattin Kurt, Nihat Yılmaz, Ahmet Atasoy, Cihan Alptekin, Ömer Ayna ile Charles Turner, Gordon Banner ve John Law ölmüştür. Güvenlik kuvvetlerinden ise bir er yaralıdır. Denizleri kurtarmak için… Mahir Çayan ve on arkadaşını Kızıldere’ye kadar getiren neden Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Arslan’ın idamlarını engellemektir. On’ları Kızıldere’ye getiren olayların nasıl geliştiğini Sosyalizm ve Toplumsal Olaylar Ansiklopedisi’nden birlikte okuyalım: “İstanbul’da Ulaş Bardakçı’nın öldürülmesi ve Ziya Yılmaz’ın ağır yaralı olarak yakalanması, Orhan Savaşçı ve arkadaşlarının tutuklanması, ardından Koray Doğan’ın öldürülmesi ve Oğuzhan Müftüoğlu’nun da tutuklanması üzerine, tasarlanan birkaç umutsuzca çıkışın ve Ankara’da ya da başka bir büyük kentte barınma olanağının olmadığının görülmesi üzerine asıl örgütlenmeden geriye kalan iki kişi Mahir Çayan ve Ertuğrul Kürkçü, THKO üyeleri Cihan Alptekin ve Ömer Ayna ile birlikte, THKP-C’nin Doğu Karadeniz’deki kitle çalışmalarından edindiği ilişkiler alanına geçmek üzere yollarda yapılan sıkı aramalardan kurtulabilmek için makarna yüklü bir kamyonun yükleri arasına gizlenerek Fatsa’nın Yapraklı köyünde Ahmet Atasoy’un bir akrabasının evine yerleştirildiler. (…) 26 Mart 1972 sabaha karşı devlet güçleri, kalabalık komando birliği, özel görevliler ve polis birlikleri ile Ankara’da elde ettikleri bilgileri değerlendirerek Ünye’deki bağlantı noktalarını ele geçirmek ve ardından aranmakta olan THKP-C ve THKO üyelerini yakalamak üzere Fatsa’yı abluka altına aldılar. Daha sonra 1979’da Fatsa Belediye Başkanı olan terzi Fikri Sönmez ve çırağını gözaltına alan devlet güçlerinin kendi yerlerini öğrenmek üzere onları işkence altında sorgulamakta olduğunu öğrenen grup iki seçenekle karşı karşıya kaldı; ya İngiliz görevlileri de yanlarına alarak Ünye’den ayrılacak ve arkadaşları Sinan Kazım Özüdoğru, Sabahattin Kurt, Saffet Alp ve Ömer Ayna’nın bulunduğu Kızıldere köyüne ulaşacaklardı ya da etkili herhangi bir eylemde bulunma olasılığı bulunmayan bu köye kendi başlarına gitmenin yolunu bulacaklardı. Aralarında yaptıkları tartışmada birinci seçeneğin uygulanması kararlaştırıldı. (…) Yapılan keşifte İngilizlerin arabasının yerinde durduğu belirlendi ve eylem gerçekleştirildi. Üç İngiliz görevli alındı. Geride kalanlar bağlanarak hareket edemez hale getirildi ve Mahir Çayan, Cihan Alptekin, Ertuğrul Kürkçü, Hüdai Arıkan, Ertan Saruhan, Ahmet Atasoy ve Nihat Yılmaz, Kızıldere köyüne doğru İngilizlerin aracıyla yola çıktılar. Kızıldere köyüne tırmanan toprak yolun başında Ertan Saruhan ve Nihat Yılmaz’dan ayrılan grup, rehinelerle birlikte arkadaşlarıyla birleşmeye giderlerken Ertan Saruhan ve Nihat Yılmaz da aracı uygun bulacakları uzak bir yerde terkederek Ankara ya da İstanbul’a gitmekle görevlendirildiler.” [5] NATO’ya bağlı Ünye Radar Üssü’nden kaçırılan İngilizlere karşılık Denizlerin idamlarının durdurulmasını istediler. İstekleri üç maddeden ibaretti: 1. İnfazlar derhal duracak. 2. Hiçbir yurtsever ve devrimci asılmayacak. 3. En çok 48 saat içerisinde bu konuda Türkiye radyolarından infazların durdurulduğu hakkında yayın yapılması şarttır. 29 Mart 1972 günü On’ları Niksar’a getiren kişinin yakalanması üzerine, İstanbul’a dönmeyi güvenli bulmayıp, Kızıldere’ye dönen Nihat Yılmaz ve Ertan Saruhan ile diğer devrimcilerin bulunduğu ev tespit edildi. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamını engellemek için yapılan eylem başarısız olmuş, on devrimci Kızıldere’de öldürülmüştü. Yargısız infazın itirafı Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan, Hüseyin İnan 6 Mayıs 1972’de Ankara’da idam edildi. Kızıldere katliamından geriye bazı soru işaretleri kaldı. “Yetkililer” olayın çatışma olduğunu iddia ettiler, etmekteler. Ancak yıllar sonra yayınlanan dönemin başbakanı Nihat Erim’in günlüklerine yazdığı: “Akşam saat 18’de Tağmaç telefon etti. Hepsi ölü olarak ele geçmiş. Saat 16.30’da nasihatin etkisi olmadığını ve devamlı bomba ve silah attıklarını görünce, jandarma da ateş açmış. Eve sokulup girmişler, İngilizleri ölü bulmuşlar, ötekilerden sağ kalanları öldürmüşler.” ifadesi eğer dizgi yanlışı yoksa ve eğer Erim’in kalemi sürçmemişse – ki günlüklerin hiçbir yerinde kuşkulu bir cümle yok – bu bir itiraftır. [6] Kaldı ki, dönemin İçişleri Bakanı Ferit Kubat’ın Meclis’te yaptığı konuşmadaki sözleri de bu ifadeyi doğrulamaktadır: “Çetin bir mücadele sonunda çelik yelekli ekip, hepsini ölü olarak ele geçirmiştir. Son bir anarşist ‘teslim oldum’ demiş ve o anlık gafletten istifade silahını ateşleme fırsatını bulmuşsa da kurşun, çelik yelekte kalmış, çelik yeleği geçmemiş ve mukabil ateşte de öldürülmüştür.” [7] Geçen yıl, Kızıldere Katliamı’nın 35. yılında 78’liler Girişimi ile Saffet Alp’in kız kardeşi Fikret Karacan, Saffet Alp’in “yargısız infazla öldürüldüğü” iddia ederek, İçişleri Bakanlığı’na “yargısız infazda rol alanların kimliklerinin açıklanması” talebiyle başvurdular. Kızıldere katliamının 36. yılında “failler” hâlâ meçhul… [1] Bir MİT Mensubunun Anıları, Mehmet Eymür, Milliyet Yayınları, 1991. [2] Çıkmaz Sokak, Uğur Mumcu, Tekin Yayınevi, 1979. [3] Bir MİT Mensubunun Anıları, Mehmet Eymür, Milliyet Yayınları, 1991. [4] Çıkmaz Sokak, Uğur Mumcu, Tekin Yayınevi, 1979. [5] Sosyalizm ve Toplumsal Olaylar Ansiklopedisi. İletişim Yayınları, 1988. [6] Günlükler, Nihat Erim, 1925-1979, II. Cilt, Yapı Kredi Yayınları, 2005. [7] Bir MİT Mensubunun Anıları, Mehmet Eymür, Milliyet Yayınları, 1991.
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.