Yayamaz Kayımca tarafından postalanan herşey
-
Sevgili Kerem Gökkaya Forumumuza Hoşgeldiniz
Yayamaz Kayımca şurada cevap verdi: Admin başlık Ben Geldim - Buradan Başlayabilirsiniz - Birbirimizi TanıyalımEvett hoşgeldiniz güzel paylaşımlar adına..........
-
Sevgili macitk Forumumuza Hoşgeldiniz
Yayamaz Kayımca şurada cevap verdi: Admin başlık Ben Geldim - Buradan Başlayabilirsiniz - Birbirimizi TanıyalımEvett hoşgeldiniz güzel paylaşımlar adına..........
-
Sevgili emreculha Forumumuza Hoşgeldiniz
Yayamaz Kayımca şurada cevap verdi: Admin başlık Ben Geldim - Buradan Başlayabilirsiniz - Birbirimizi TanıyalımEvett hoşgeldiniz güzel paylaşımlar adına..........
-
Sevgili ahmet2238 Forumumuza Hoşgeldiniz
Yayamaz Kayımca şurada cevap verdi: Admin başlık Ben Geldim - Buradan Başlayabilirsiniz - Birbirimizi TanıyalımEvett hoşgeldiniz güzel paylaşımlar adına..........
-
Sevgili mr-kaman Forumumuza Hoşgeldiniz
Yayamaz Kayımca şurada cevap verdi: Admin başlık Ben Geldim - Buradan Başlayabilirsiniz - Birbirimizi TanıyalımEvett hoşgeldiniz güzel paylaşımlar adına............
-
Yeni bir gezegen daha keşfedildi.........
Güneş sisteminin son üyesi aynı zamanda en küçük gezegen. Güneş Sisteminin dışında şu ana kadar bilinen en küçük gezegen keşfedildi. "Ciel et Espace" dergisinin internet sitesindeki haberde, yer kütlenin 3 katından biraz küçük olan gezegenin, arka plandaki bir yıldızdan gelen ışık sayesinde tespit edildiği belirtildi. Habere göre gezegen geçen yaz tespit edildi, ancak ABD'nin İndiana eyaletindeki Notre Dame Üniversitesinden David Bennett liderliğindeki uluslararası bilim adamlarından oluşan ekibin gezegenin özelliklerini saptaması uzun zaman aldı. "MOA-2007-BLG-192-Lb" adı verilen gezegenin, Güneş Sistemi dışında bulunan Dünya'ya en çok benzeyen gezegen olduğu belirtildi. "MOA-2007-BLG-192-Lb"den önce bilinen en küçük gezegen, yer kütlenin 5 katı büyüklüğündeydi. Gezegenin, ''kahverengi cüce'' olarak adlandırılan soğumuş yıldızlardan olduğu sanılan Güneş'ten 20 kat küçük bir yıldızın çevresinde döndüğü ve gezegenin ısısının eksi 250 derece olduğu tahmin ediliyor. Bilim adamları, bu gezegenin Güneş Sistemi'nden yaklaşık 3 bin 500 ışık yılı uzakta olduğunu sanıyorlar. Özgür Medya
-
Doğanın sırları onun geninde var!
Bilim insanları doğadaki en garip hayvan olarak niteledikleri Platypus'un gen haritasını çıkardı. Amaç geçmişte yaşanan evrimi aydınlatmak Bilim adamları, ördek gibi gagası, memeli gibi kürkü ve yılan gibi zehri bulunan doğanın en ilginç hayvanı "platypus"un gen haritasını çıkardı. Araştırmacılar, Nature dergisinde yayımlanan "platypus"un gen analizinin, aralarında insanların da bulunduğu memelilerin milyonlarca yıl önce nasıl evrim geçirdiğinin açıklanmasına yardımcı olmasını umuyor. Platypus, kürkü olduğu ve yavrularını emzirdiği için memeli sınıfına giriyor. Kuyruğunu kunduz gibi sallayabilen bu hayvan, kuş gagası ve sürüngen zehrine sahip olma gibi özellikler de taşıyor. Genellikle su altında yaşayan bu hayvanlar, zehirlerini arka ayaklarında taşıyor. ABD Ulusal İnsan Genome Araştırma Enstitüsünden Francis S. Collins, ilk bakışta bu hayvanın, "bir evrim kazası" olarak görülebileceğini, ancak bu hayvan ne kadar garip görünse de gen haritasının, memelilerin biyolojik süreçlerinin nasıl evrime uğradığının anlaşılması açısından çok değerli olduğunu vurguladı. Bilim adamları bu araştırmanın, bu hayvanın çoklu özelliklerinin, farklı sınıflarda hayvanlarınkiyle kesişen karışık genleriyle DNA’sına yansıdığını gösterdiğini de belirtti. Bilim adamları, tüm memelilerin sürüngenlerden geliştiğine ve platypus haline gelenlerle insan olanların 165 milyon yıl öncesine kadar aynı evrim yolunu paylaştığına inanıyor. Diğer hayvanlardan farklı olarak platypuslar, yılanların ve kertenkelelerin karakteristik özelliklerini korumuş. Bu özellikler arasında bu hayvanların erkeklerinde, çiftleşme anında rakibini kaçırtmak için arka ayaklarındaki acı veren zehri kullanması bulunuyor. "Glennie" adında dişi platypustan toplanan DNA’nın kullanıldığı bu araştırmaya, ABD, Avustralya, Japonya ve diğer ülkelerden 100’den fazla bilim adamı katkıda bulundu. Bilim adamları, platypusun genlerini insanın ve diğer memelilerinkiyle karşılaştırarak, memelilerin evrimiyle ilgili bilgilerdeki boşlukları doldurmayı umuyor. Avustralya’ya özgü bir hayvan olan platypusların sayıları bilinmiyor. Postları için yıllarca avlanan bu hayvanlar, 1900’lü yılların başından bu yana koruma altında bulunuyor
-
İnternette yeni bir dönem başlıyor .....
GRID adı verilen yeni nesil internetin kullanımına başlanması ile herkesin bilgisayarı süper olacak Dünyanın en büyük parçacık fiziği laboratuarlarından olan İsviçre'nin kenti Cern'de kainatın şifresini çözmeye yönelik deney için geri sayım devam ederken, bilim dünyasındaki heyecan da giderek artıyor. Cern'in oluşturduğu bilgi miktarı devasa boyutları nedeniyle günümüz internet altyapısı üzerinden aktarılmasını imkansız hale getiriyor. Bu nedenle Cern uzmanları aynı www konusunda olduğu gibi internet kullanımında da yeni bir sayfa açmış durumda. Bu sayfanın adı kısaca GRID (Şebeke). Bu modelde dünya üzerinde milyonlarca bilgisayar birbirine bağlanarak süper bir bilgisayar oluşturuluyor. İsteyen herkes bu süper bilgisayarın gücünü kullanabiliyor. Kullanımı halen bilim ve kamu çevreleriyle sınırlı olan GRID'in yakın zamanda internet kullanım alışkanlıklarımızı temelden değiştireceği tahmin ediliyor. Çünkü bu sistemde artık evinizdeki internetin yada bilgisayarınızın gücü önemini yitirecek. Artık ortak süper bilgisayar ile internet kat kat daha hızlı hale gelecek. Cern'de işlerin yolunda gidebilmesi için özellikle bilişim alanına önemli yatırımlar yapılıyor. LHC Projesi kapsamında nisan ayından itibaren etkin hale geçecek olan ve aralarında Atlas dedektörünün de bulunduğu toplam 4 dedektörün çalışabilmesi için çok güçlü bilişim altyapısına gerek duyuluyor. Ayrıca bu 4 dedektörün açığa çıkaracağı bilgi selini kontrol ve değerlendirmek için ise ayrıca özel yazılımlarla destekli bilişim altyapısına ihtiyaç var. Bu nedenle Cern'de dünyanın en hızlı 100 bin bilgisayarının birbirine paralel bağlanmasıyla oluşturulan süper bir bilgisayar gücü bulunuyor. Ancak bilgisayar gücü ve hızı yapılacak işin doğası gereği başlı başına yeterli olmuyor. Cern Bilişim Bölümü Başkanı Wolfgang von Rüden'in verdiği bilgilere göre Cern'in yıllık ürettiği bilgi miktarı 15 petabyte'ı (15 milyon gigabyte = 7.5 milyar A4 sayfası yazı) aşmış durumda. Yeni Atlas dedektörünün devreye girmesi ve temmuz ayında proton çarpışmasının (Büyük Patlama deneyi) gerçekleşmesi halinde bu rakamın 20-25 petabyte'a çıkması gündeme gelecek. Büyük Hadron Hızlandırıcısı (LHC) Proje Koordinatörü Dr. Markus Nordberg'e göre LHC Projesi'nde çalışan bilimi nsanlarının durumu aynı Kristof Kolomb'a benziyor. Lee, 'www'yi buldu, şefi çağın icadı internet için 'muğlak' dedi! Lee, 'www'yi buldu, şefi çağın icadı internet için 'muğlak' dedi! CERN, faaliyet alanı nedeniyle teknolojinin sınırlarını zorluyor. Cern'li uzmanlar bilgisayarlar üzerinde bulunan büyük miktarda bilgiyi dünyanın farklı bölgelerindeki diğer bilgisayarlarla paylaşılır hale getirmek için yeni bir sisteme ihtiyaç duyduklarını fark etti. O dönemde Cern'de çalışan İngiliz mühendis Tim Berners Lee bugün World Wide Web (www.) olarak tanıdığımız sistemi geliştirdi ve interneti büyük bir bilgi deposu haline getirmeye yönelik ilk adımı attı. Ancak Lee'nin Mart 1989'da Cern'de sunumunu yaptığı projesi dönemin proje yöneticileri tarafından pek etkileyici bulunmadı. Öyle ki Lee'nin www raporunu okuyan şefi Mike Sendall bilgileri inceledikten sonra ön sayfanın üst kısmına, "Muğlak ama heyecan verici" ifadesini not olarak düştü. CERN'de keşfedilen ve tüm dünyada kullanılmaya başlanan www adresleme sistemi internetin en önemli standartlarından biri haline geldi. Özgür medya
-
Veysel Güney için açılan iki mezarda boş çıktı!
Sol:kimsesizler mezarlığında Dosya No:981/1-1468 TCK’nun 450/9 maddesinin ihlal suçundan Adana Sıkıyönetim Komutanlığı 2 no’lu Askeri Mahkemesinin 1981/71 esas 1981/80 kararı ile ölüm cezasına çarptırılan ve bu cezası Yargıtay’ca onanarak 21.04.1981 tarihinde kesinleşen, Milli Güvenlik Konseyince ölüm cezasının yerine getirilmesine karar verilerek bu konudaki kanun 9.6.1981 tarihinde resmi gazetede yayınlanan Veysel Güney’in ölüm cezasının infazı için 10.06.1981 tarihinde saat 03,00’de Gaziantep E tipi cezaevinde bu işin infazı için ayrılan özel bölümde tüzüğün 66.maddesinde belirtilen kişiler olarak, hükmü veren mahkeme heyetinden Hak.Yb.Ayhan Ulusoy,İnfaz işleri ile görevli Gaziantep C.Savcı Yardımcısı M.Göktürk, Cezaevi Müdürü M.Ekrem Berdan,Hükümet tabibi Fahri Zincircioğlu,Din Görevlisi İbrahim kaya,zabıt Katibi Şemsi meni, hazır bulundular. Mahkeme hükmü, kesinleşme şerhi, Milli güvenlik Konseyinin cezayı onayan kararı incelendi. Cezanın infazı ile ilgili hazırlıkların tamamlanmış olduğu görüldü. Ölüm cezasına hükümlü Veysel Güney getirildi ve cezaevinin uygun bir odasına alındı… Sanığın son arzusu olarak yazmış olduğu mektup kapsamı itibariyle suç unsuru ihtiva ettiğinden, bu nedenle de yakınlarına verilmesi sakıncalı görüldüğünden, dosyasına konulmak üzere hâkim yb. Ayhan Ulusoy’a teslim edildi. C.Savcı Yrd : Mete Göktürk Hakim Yb. : Ayhan Ulusoy Z.Katibesi : Şemsi Meni Hükümet tabibi: Fahri Zincircioğlu Din Görevlisi : İbrahim Kale İnfaz zaptı var,mahkeme kararları var son mektup var.Ama Veysel Güney’ e ait kemikler bile ortada yok. Orta da bir yaşam var ….Yaşanmışlık var.Hapishane var.Tutukluluk var.Ama Veysel Güney ‘yok’ Ekteki belge bir dostum tarafından ulaştırılmıştı.Bu Sayfa Antep mezarlıklar müdürlüğünün o dönem ki sayfası.Veysel Güney'in olduğu savıyla kimsesizler mezarlığında açılan mezarın karşısına 'Orduevi' yazılmış.Kimsesizler mezarlığına gömülen Veysel Güney'i halen daha binlerce insan arıyor. Geçen yıl yaz aylarına doğru gazetelere televizyon kanallarına bile konu olmuştu Mersin 78 liler derneği ve ailesinin girişimiyle İdam edildikten sonra mezarı ve akıbeti hakkında ailesine ve arkadaşlarına bilgi verilmeyen Veysel Güney’in idam zaptı mezarlık tutanakları ve son mektubu ortaya çıktı.Kimsesizler mezarlığında o günkü sıkı yönetim komutanlığının idamdan önce mezarlıkta ayırttığı yerin Veysel Güney’in mezarı ola bileceği düşünüldü.Ancak yapılan DNA. Sonuçları olumsuz çıktı.Alınan kemik örneklerine uygulanan testlerle ailesinden alınan örnekler bir birini tutmadı. Bugün itibariyle o mezarın Veysel Güney’e ait olduğu tespit edilemedi.O mezarın kime ait olduğu da.Bu şekilde bu ülkenin mezarlarında kaç mezar olduğu da bilinmiyor. Hani buralar da sol tartışmaları yapılıyorya.Solun bittiği yer Veysel Güney’in ve binlerce sosyalist’in ‘kimsesiz’ tarihsiz ve sahipsizliğidir.Solcu olmaktan mutlu olanlar öncelikle ‘Veysel Güney’ e karşı sessiz kalarak bu sessizliği yırtmayarak ettikleri ayıbı temizlemeliler. Hani muhafazakar demokrat AKP hükümeti cumhurbaşkanlığı hususunda ver yansın ediyorsa.Bu ülkede demokrasi 12 eylülden bu yana Antep te kimsesiz ve tarihsiz yatmaktadır. .Demokrasinin yokluğu salt türbanla ilgili bir husus değildir.Önce bununla hesaplaşmak zorundalar. Ve sosyal demokratlar,icabında ve duruma göre demokratlar basının cepte ağır topları.Veysel Güney’in sessizliği ve kayıp kemikleri biraz herkesin ‘omurgasızlığıdır.Tanıksız,delilsiz savunmasız bir şekilde yargılanıp asılan yıllarca cenazesi ailesine ve arkadaşlarına verilmeyen Veysel Güney’in kemikleri de kaybedilerek hiç yaşamamış gibi davranılıyor.Sol birazda yürek işidir.Veysel Güney’ son mektubunu ‘Sizin’Veysel diye bitirmişti.Hani bizim olan elbette Veysel’in kemikleri değil yani derdimizi o değil.Bu ülkede hukuksuzluk tur.Veysel’e sahip çıkmak sola sahip çıkmaktır.Ama daha ötesi insanlığa sahip çıkmaktır.Derdimiz elbette biraz da insanlık kavgası ve ‘Bizim’ Veysel’imiz sahipsiz Türküsüz duasız ve nerde yattığı bile belli değil.Yani ‘siz’ ve insan olma hadisesi ortadaki sahipsizlik… Veysel Güney'in ailesine mektubu 25 yıl sonra verilmiştir.... BİRGUN
-
Veysel Güney için açılan iki mezarda boş çıktı!
DEVRİMCİ HAREKET: Veysel Güney bir "ölü" değil bir devrim şehididir ve kimsenin şov aracı değildir İdam sehpasına yiğitçe yürüyen devrimci!.. "25 yıl boyunca Veysel Güney'in mezarının dahi ailesinden ve çevresinden yoksun bırakılması 12 Eylül darbe rejimi ve devamı iktidarların ayıbıdır. 78'liler Girişimi Veysel Güney'in mezarını bulmakla hem Türkiye'yi bir ayıptan daha kurtarmış, hem de kaybedilen, yok sayılan toprağın altındaki arkadaşlarına karşı yıllar ve yıllarca ihmal edilmiş bir görevi yerine getirmiştir. Kaybedilen, yok sayılan yüzlerce arkadaşımızın mezarlarını bulmaya, acılı ailelerini yıllar sonra hiç olmazsa çocuklarının mezarlarına kavuşturma çalışmalarımız sürecektir. Çünkü biz biliyoruz ki ölüsüne sahip çıkamayan dirisine sahip çıkamaz." (abç) Yukarıdaki ifade, Veysel Güney'in mezarının bulunması sonrasında "Celalettin CAN 78'liler Girişimi Türkiye Sözcüsü" imzasıyla yapılan açıklamadan alınmıştır. Bilindiği gibi "78'liler" bir süredir devrim şehitleri üzerinden bir çalışma başlatmış; ancak bu çalışmada devrim şehitlerinin kimlikleri ve uğrunda bedel ödedikleri değerler yok sayılarak, sorun bir çeşit "hukuksal yanlışı düzeltme", "bir ayıbı giderme", vb. çerçevede görüldüğü; daha da önemlisi söz konusu şehitlerin bugün kavgalarını sürdüren yoldaşlarının örgütsel varlığı yok sayıldığı için; çeşitli devrimci yapılar tarafından "78'liler" bu konuda uyarılmıştır. Ne var ki Veysel Güney'in mezarının bulunması sonrasında yapılan ve yukarıda bir bölümünü aktardığımız açıklama; bırakalım uyarının dikkate alınmasını, "78'liler"in, hadlerini aşan bir üslup ve saygısızlık hali içinde olacaklarını gösteriyor. Aslında "78'lilik" bizler için bilinmeyen bir nitelik veya çaba değildi. Nitekim, 12 Eylül 2005’te uyarmıştık: "İnsanın bugün nerede durduğu, geçmişi nasıl algıladığının da aynasıdır. 12 Mart sonrasında hızla kenara düşüp, sistem içi kanallarda kendine yer açan, kavga döneminde itibar etmediği kazanımlar peşinde koşup, küçük hesapların küçük insanı durumuna düşen; ama, Mahir'ler sorulduğunda 'arkadaşı' olduğunu söyleyen, unutmadıklarını arada bir anımsatma ihtiyacı duyan '68'liler'i bilmeyen yoktur. Örneğin bugün Çakıcı'nın avukatlığını yapacak denli düşkünleşen (değer ve ölçek yitimine uğrayan) Bozkurt Nuhoğlu'na sorulsa yine Deniz Gezmiş'in arkadaşı olduğunu, unutmadığını, vs. söyler. Benzer bir durum, 78'liler için de geçerlidir. Biz bu örgütlenmeden/çabadan bir şey çıkmaz demiyoruz; ama, 68'liliğin vardığı yere varma riski taşıdığını görüyor, biliyor ve uyarıyoruz. " (12 Eylül 2005, Devrimci Hareket) Bugün artık devrimcileri, kavga ve değerlerini yok sayma, bir devrim şehidini toprak altındaki bir kemik yığını olarak görme eğilimi, sadece Türkiye'de veya "78'liler"de değil dünya ölçeğinde yaygındır. Anımsanacak olursa Che Guevara da bu türden bir çabaya alet edilmişti. Mevcut çarpılmanın, değerlerde erozyonun, küçülme ve çürümenin boyutunu görmek için gelin yukarıdaki alıntıyı tekrar okuyalım: "78'liler", Veysel Güney'in mezarının bilinmemesini önce "12 Eylül darbe rejimi ve devamı iktidarların ayıbı" olarak görüyor, sonra da mezarı bularak "Türkiye'yi bir ayıptan daha kurtarmış" oluyor. Birincisi, Veysel Güney'e yapılan ayıp değil, faşizmin niteliğinin sonucu bir düşmanlıktır. İkincisi, bırakalım devrimciliği, demokratlık bile "ayıp gidermeyi" değil, hesap sormayı gerektirir. Açıklamada, "kaybedilen, yok sayılan toprağın altındaki arkadaşlarına karşı yıllar ve yıllarca ihmal edilmiş bir görevi yerine getirmiştir" deniyor ve "Çünkü biz biliyoruz ki ölüsüne sahip çıkamayan dirisine sahip çıkamaz" diye ekleniyor. Kendini Veysel'in yoldaşı, dava arkadaşı veya en azından aynı değerlerin insanı olarak sayan hangi insan ona böyle ölü muamelesi yapar ki? Ortada bir ihmal varsa; bu ihmal, Veysel'in kavgasını Veyselce sürdürmeyenlere ve silahını yerde bırakanlara aittir. Gerisi gevezeliktir. Doğrudur mezara ailesi sevinmiştir. Buna saygı duyuyoruz. Ama kimse bunun arkasına sığınarak, yıllardır içinde bulunduğu "mücadele etme ve hesap sorma ihmalini" yok sayamaz. 78'liler yaşamlarının hangi kesitinde Veysel veya bir başka devrim şehidi için neler yapmıştır; bunu dost da düşman da bilmektedir. Devrimci kimliğin tükenmesi noktasında ortaya çıkan ve kurucularının ihtiyacı olan bir yapının öznesi olarak Celalettin Can ve arkadaşları, yavuz hırsızlık yapmayı bırakıp devrimcilerle aralarındaki çıta farkını görmeli ve "sivil toplumculuk oyunu" oynayacaklarsa; bunu, hadlerini bilerek yapmalıdır. Ülkemizde devrimin başarısı; sendikayı, derneği, kitle partisini; odayı, baroyu, vb. gerekli kılmaktadır. Ne var ki her kurum, kuruluş amacını ve dolayısıyla hareket sahasını bilerek işlev yüklenmelidir. Bu bağlamda "78'liler" de kendilerine vazife olmayan işlere kalkışmamalı; ölüye sahip çıkacağım derken, şehitlerimizi bir kez daha öldüren konuma düşmemelidir. Devrimin moral değerleriyle bağını koparmamış her insan bilir ki, devrim şehitlerinin sıradan ölülerden farkı; devrimcilerin attığı her adımda, ürettiği her değerde yaşatılmaktır. Bu nedenle onlar, ölümsüzler olarak bilinir. Bu kültüre, devrimci yaşama ve onun normlarına yabancılaşanlar; devrim şehitlerini ölü, devrim gazilerini sakat olarak görürler. "Hiçbir değer için ölmeye değmez" fikri, bu yaklaşımın türevlerindendir. Veysel Güney bir Devrimci Yolcuydu; onu anmak, ona sahip çıkmak; bugünün mücadele ihtiyaçlarını Devrimci Yolcu bir duruşla karşılamayı gerektiriyor. VEYSEL GÜNEY'İ DEVRİMCİ YOLUMUZDA YAŞATIYORUZ. 1 Temmuz 2006 DEVRİMCİ HAREKET Veysel Güney kimdir? 1957 yılında Malatya'nın Hekimhan ilçesine bağlı Davulkulu Köyü'nde doğdu. Çocukluk yılları mezrada hayvancılık ve tarımla uğraşan ailesiyle birlikte geçti. Okul dışı zamanlarında çobanlık yapıyordu. Veysel Güney, ilkokulu bitirdikten sonra Hasan Çelebi nahiyesine gitti. İzmir Erkek Sanat Enstitüsü'nden sonra da liseyi Malatya'da tamamladı. 1975'te İsdemir Karabük Montaj Şantiyesi'nde elektrikçi olarak çalışmaya başlayan Veysel Güney, bu arada İskenderun Meslek Yüksek Okulu Makine Bölümü'nü de bitirdi. Devrimci-Yol davasında yargılanan Veysel Güney, 11 Haziran 1981'de 24 yaşındayken idam edildi. Ne gözaltına alındığında ne de cezaevinde görüş izni alamayan Güney ailesi, oğullarını son kez idama götürülürken askeri aracın içinde çok kısa bir süre için görebildi. (KÖ) (bianet.org) *** Veysel GÜNEY (1957 - 11 Haziran 1981) 1957 yılında Malatya'nın Hekimhan ilçesine bağlı Davulkulu Köyü'nde doğdu. Çocukluk yılları mezrada hayvancılık ve tarımla uğraşan ailesiyle birlikte geçti. Okul dışı zamanlarında çobanlık yapıyordu. Veysel Güney, ilkokulu bitirdikden sonra Hasan Çelebi nahiyesine gitti. İzmir Erkek Sanat Enstitüsü'nden sonra da liseyi Malatya'da tamamladı. 1975'te İsdemir Karabük Montaj Şantiyesi'nde elektrikçi olarak çalışmaya başlayan Veysel Güney, bu arada İskenderun Meslek Yüksek Okulu Makine Bölümü'nü de bitirdi. Veysel Güney anlatıyor: "12 Mart sonrasındaki yıllarda THKP-C'nin bıraktığı devrimci miras üzerinde yükselen muazzam bir devinim vardı. Ben devrimci değerlerle, düşüncelerle ilk defa o zamanlar İzmir'de karşılaşıp sempati duydum." Bir arkadaşı anlatıyor: "Veysel, yanında şehit düşen Ali İhsan Özer'in etkisi ile Devrimci Yolcu oldu. çalışmalara İskeınderun Demir Çelik ve İskenderun bölge pratiği çerçevesinde katılarak kendini geliştirdi. Necdet Bozkurt'un döneminde İskenderun'da öne çıkan arkadaşlardandı. Necdet'in katledilmesinden sonra çalışmanın yükünü omuzlayan ekibin içindeydi." 12 Eylül günlerinde Veysel Güney yine Ali İhsan Özer ile birlikteydi. Artık Gaziantep'teydiler. Sonra süregiden operasyonlarda kaldıkları ev kuşatıldı. Çatıştılar. Ali İhsan Özer aldığı kurşun yaralarıyla öldüyse de Veysel Güney çatışmayı sürdürdü. Sonra o da yaralandı ve yakalandı. Ağır işkencelerden geçti. Göstermelik bir yargılamayla idama çarptırıldı. VEYSEL GÜNEYİN SON MEKTUBU ................. Değerli babacığım ve tüm dostlarım, Ben hiçbir şahsi çıkarımı gözetmeden ülkemin bağımsızlığı ve halkımın kurtuluşu için doğru bildiğim yolda inanarak mücadele ettim. Benim kalbim insan sevgisi ile doludur. Ben kimseyi öldürmedim, suçsuzum. Gösterdikleri gerekçeyi dahi mahkemesi sonuçlanmadan karar verildi. Onlara göre suçlu olabilirim. Çünkü onlar ülkeyi yabancılara peşkeş çeken ve onlarla bir avuç işbirlikçi mutlu azınlık işbirliği yapmaktadırlar. Halkıma ise zam, işkence ve ölüm reva görünmektedir. İşte ben buna insan olarak karşı geldiğim için onlara göre suçluyum. Ama boşuna. Çünkü insan kafasındaki düşünceyi yok edemedikten sonra işkence ve idamla bir yere varamayacakları açık. Babacığım, Ben ölüme seve seve gidiyorum, bir namussuzluk ve bir şerefsizlik yapmadım. Onun için hiç üzülmeniz gerekmez. Benim binlerce annem babam olduğu gibi sizinde binlerce oğlunuz var. Göndermiş olduğunuz mektupları bugün verdikleri için cevabını yazamadım.İmam ve Sultan’dan da mektup aldım.Ayrıca sultanın gönderdiği çamaşırları da aldım. Tüm dostlardan memnunum ve saygılarımı sunar mutlu yarınların halkımın olmasını dilerim. Size bir tek dörtlük şiir yazıyorum Mezarımı yol kenarına kazın Üzerine devrim şehiti yazın Başına yumruklu yıldız kazın Gidiyorum Ölümsüzlüğe Hoşça kalın… Selamlar. Sizin Veysel. Ne kadar ilginç bir ülkede yaşamaya çalisiyoruz..Hem düsüncesi yüzünden idam ediyorsun hemde öldürdügün insanın naaşını ailesine vermiyorsun Ya anlamiyorum bedenen ölmüs biri napabilirki Adamlar ölülerimizden bile korkuyorlar... Cellat uyandı yatağından bir gece "Tanrım " dedi " bu ne zor bilmece? " " öldükçe coğalıyor insanlar ben tükenmekteyim öldürdükçe" Ne güzel demiş şair...VEYSEL LER,DENİZ LER,ERDAL LAR,SİNAN LAR,MAHİR LER,HÜSEYİN LER tüm katledilenler ölmedi ölmeyecekte !!!!!!!
-
Veysel Güney için açılan iki mezarda boş çıktı!
Arkadaşı Aydın Kığılı Veysel Güney'in son günlerini anlatıyor... Veysel Güney: İdam sehpasına yiğitçe yürüyen devrimci!.. "Yaşam karşısında hep direnişçi tutumlar sergilemiş bir devrimciyi anlatma, hakkında tanıklık etme onurunu yaşıyorum, duygularını da... Gaziantep Emniyet Müdürlüğü l. Şube'de kısa süre birlikte olduk. İşkence yapılırken iniltilerini duyuyorduk. Daha çok sağ göğsündeki yarasına işkence yapıldığını sonradan duyduk. Onu bağırtabilmek işin işkenceci polislerin çok çaba harcadıklarının tanığıyım. Ama bağırmıyordu, bağırtamıyorlardı. Daha sonra onunla ilk defa Merkez Komutanlığı Gözetim Yeri'nde karşılaştık. Yanımıza geldiğinde yalınayaktı; ayakkabısı ve çorapları yoktu. Giysi yerine de hastane pijaması giydirilmiş, saçları sıfır numara traş edilmişti. Kafasındaki yara izleri kabuk bağlamıştı. Arkadaşı Remzi Arık ile birlikte kelepçeli olarak koğuşa attılar. Tanışıklığımız burada başlar. Veysel cezaevine geldiğinde yarası yeni iyileşmeye yüz tutmuştu. Ama o haline hiç aldırış etmeden daracık hücresinde spor yapar, nefesini açmaya çalışırdı. Bugün yarın asılacağını bilen bir insanın yaşama bu denli sıkı sıkıya bağlı olduğunu görmek kuşkusuz beni derinden etkilemişti. Veysel aile açısından içimizdeki en şanslılardandı; ailesiyle arasında güçlü bir sevgi bağı vardı. Ailesi de Veysel'e ve mücadelesine saygı duyuyordu. Onu en son ana değin yalnız bırakmamak için ellerinden gelen herşeyi yaptılar. Ama bu çabaların çoğu bir yerde boşa gitti. Çünkü Veysel'e ziyaret yasağı vardı. Herşey o zamanki 5. Zırhlı Tugay ve Gaziantep Sıkıyönetim Komutanı Tuğgeneral Şahabettin Balkan'ın iki dudağı arasındaydı. Veysel'e de, keyfi bişimde, infaza değin sürecek görüş yasağı verilmişti. Ayrıca havalandırmaya çıkarmama, mektup vermeme gibi yasakları da vardı. Onun ilgisini çeken en önemli nokta, idam edilen devrimci arkadaşların darağacında devrimci onurlarını koruyup korumadıklarıydı. Konuşmalarımızda çoğu kez bu merakını giderecek sorular sorardı. Biz de bilebildiğimiz kadarıyla yanıtlardık, aslında bizim de pek bir bildiğimiz yoktu. Çünkü gazete, televizyon ve benzeri şeylerden biz de yararlanmıyorduk. O, "Denizler'in 1972'de yaktığı meşaleyi daha yükseklere çıkartabilmek en onurlu görevlerden biridir" diyordu. İdama giden her devrimcinin en özlü sınavlardan birini de idam sehpası önünde vereceğine inanıyordu. Bilindiği gibi, Veysel, Devrimci Yol siyasi haraketinden yargılanıp idama mahkum edilen ilk insandı. Örgüte sıkı sıkıya bağlıydı. Hareketi adına böylesi onurlu bir görevi ilk kez kucaklayan insan olmanın gerektirdiği sorumluluğun ayırımındaydı. Kendi ölümünün aynı zamanda tüm dünya emekçilerinin ve tüm ezilen halkların haklı davası uğrunda adanmış bir bedel oldıığunu ve bu uğurda gerçekleşen bir ölümün en az diğeri kadar anlamlı ve onurlu olduğunu da biliyordu. Aslında daha şubeye yaralı olarak getirildiğinde idam kaleminin kırıldığını biliyordu. İşkenceciler sorgu sırasında "İdam edileceksin, kurtuluşun yok!" diye sayısız kere bağırmışlardı. Konuşmalarımızda 'Bana son sözlerimi söyleyecek kadar bir zaman süresi tanırlar mı? Bu son görevimi bir devrimciye yaraşır biçimde yerine getirmekten başka hiçbir isteğim yok" derdi. Veysel tam anlamıyla göstermelik bir mahkeme yapıldığını söylüyordu. İdamını çabuklaştırmak için dosyasının Gaziantep Devrimci Yol davasından ayrılarak hızlandırılmış bir yargılama yapıldığını duydum. Birinci gün yargılamayla ilgili konuların tümü halledilmiş, ertesi gün de Heyet idam kararını açıklamış. Aslında bu yargılamanın ne derece hukuki normlara uygun yapıldığı irdelenmelidir. Çünkü bu yargılamada hiçbir şekilde örtbas edilmeyecek çarpıklıklar var. Avukatın olup olmadığı, hangi koşullarda yargılandığı hala muammâ. İdam kararı yüzüne karşı okunduğunda Veysel'in slogan attığını duydum, gazeteler de yazmış. Veysel asılmadan önce zaman zaman düşünürdüm; haklı bir dava için ölüme giden birini uğurlayabilme fırsatım olsaydı ona ne söylerdim, o an neler hissederdim? Sanırım onu en sıcak, en işten, en yaraşır haliyle son kez devrimci bir inanşla kucaklar "Arkandan geleceklere kılavuz, senden öncekilerden, DENİZLER'den devraldığın meşaleyi taşıyan olduğunu unutma" derdim. Ben infaz gecesi bitişikteki hücrede kalıyordum. O son geceyi, yaşadıklarımızı, duyumsadıklarımızı öyle bir- iki satıra sığdırabileceğimi sanmıyorum. Nazım'ın deyişiyle o gece cezaevinde gerşekten 'Hava kurşun gibi ağır'dı. Onu alıp götürdüklerinde, gitmeden önceki uyarısına uyarak sessiz kaldık. Kendisine doğrudan söylenmedi ama, o gün idarecilerin içine girdikleri telaşlı hava, onda infaz anının artık gelip çattığına dair bir izlenim yaratmış olabilir. Ayrıca bu kanısını pekiştirecek başka gelişmeler de oldu. Günlerden 10 Haziran 1981'di. Öğleden sonra cezaevinde görevli içkici bir başşavuşla aralarında berberin de bulunduğu bir grup asker Veysel'in hücresine geldiler. Koridora girdiklerinde kapı gardiyanı bizimki de dahil bütün kapıları kapattı. Nedenini sorduğumuzda da başçavuşun orada bulunmasını gerekçe gösterdi. Veysel'in kapısı açıldığında onun sesini duyduk, "Hayrola! Bu ne izzet-i ikram!" dedi. Başçavuş da "Veysel Saçların sakalların uzamış seni traş edeceğiz" dedi. Adamın sesi çatallaşmıştı. Sanıyorum o an Veysel durumu sezinledi. Ve o gece idam edileceğini anladı. Hücreler bitişik olduğundan konuşmaların bir kısmını duydum. Veysel, "Hazırlıklar akşama mı? Salıncak bu akşam mı kurulacak?" diye sordu. Başçavuş da sessizleşti, suskunluğu konuşuyordu. Konuşmaların bir kısmına tanık olduktan sonra karma karışık bir ruh haliyle ne yapacağımı bilemeden kaldım. Hemen Veysel'le konuşmak istiyordum ama, ne konuşacaktım? Ne diyeceğimi nelerden bahsedeceğimi bilmiyordum. Söyleyeceğim her söz o ana uygun düşmeyebilirdi belki de. Susmanın ne kadar etkili bir kalkan olduğuna ilk defa orada tanık oldum. Zaman ağır ağır ilerliyordu. Götüreleceği an yaklaşıyordu. Son birkaş saatiydi. İçimde dayanılmaz bir istekle onun yüzünü son kez görmek, dost gözlerine bakmak, sıcaklığını duyumsamak istiyordum. Gardiyanın bilgisi olmadan hücreden çıkmak yasaktı. Buna rağmen hücredeki arkadaşların omuzlarına binerek hücremizin mazgal deliğinden koridora çıktım. Ve önüne gidip hücresine baktım. Oturmuş, sırtını duvara yaslamış ayaklarını karnına doğru çekmiş kitap okuyordu. Daha önceleri hiç vermedikleri birikmiş mektuplarını da o gün getirip vermişlerdi. Hemen yanı başında zarfından çıkmış birkaç mektup gözüküyordu. Diğerleri henüz zarfından çıkmamış gibiydi. Hücre mazgalının yan kısmında sigara ve çakmağını koyduğu bir yer vardı. Uzanıp sigarasından bir tane almak istedim. Tam elimi mazgaldan içeri soktuğumda, birden Veysel'le göz göze geldik. Bu bende tanımsız bir ürperti yarattı. Açıkçası o an için korktum. Bu duyguyu tanımlayabilmek çok zor. Yaşamla ölüm arasındaki o ince çizgiyi tüm çıplaklığıyla duyumsamamdan kaynaklanan bir duygu olabilir bu. Veysel için durum değişikti. Durgun bir deniz gibi berraktı gözleri. Orada az sonra ölüme götürüleceğine dair herhangi bir ürkeklik görebilmek mümkün değildi. Çok dingindi, belki beni etkileyen biraz da buydu. Düşünüyorum da, öldürüleceğini biliyor, cezaevinde yaşanan o anlamlı sessizliğin ayırdında, her şeye rağmen soğukkanlılığı sürüyor, kitap okuyordu. Bana öylesine soğukkanlı bakıyordu ki, etkilenmemem mümkün değildi. Sigara yakmamı istedi. Ardından "Sana birşey söyleyeceğim Aydın, beni bugün salıncağa bindirecekler" dedi. Korumaya çalıştığım, o hiçbir şey hissettirmeme çabam birdenbire anlamsızlaştı. Sanki boşluğa düştüm; duygularım kontrolden çıktı. Hemen müdahale etti: "Ne oluyor, metin ol. Varsay ki, şu an benim yerimde sen varsın. Onlara karşı böyle mi tavır koyacaksın?" Kendime hakim olamıyordum. Gözlerimden yaşlar akmaya başladı. Evet ağladım. Bu daha çok böyle yiğit bir devrimciyi kaybetmekten duyduğum hüzündü. Yanından ayrılmadan önce, beni bir kez daha uyardı: "Beni bu gece salıncağa bindireceklerini arkadaşlara söylemeyi unutma." Bana birşey vermek ister gibi araştırır gözlerle hücresine bakıyordu. Verebileceği bir şey yoktu. "Hiç olmazsa bir şeyler yaz ver" dedim. Bir parşömen kağıdın dörtte birine şunları yazdı ve imzaladı: "Sevgili Aydın'a... Mezarımı yol üstünde kazsınlar. Üzerine demir yumruklu bir yıldız yapsınlar..." Aklımda kalanlar bunlar, daha birkaç satır olması gerekir. Askeri Cezaevi'nden sivil cezaevine geçerken, yanımda götüremediğim için bu kağıdı saklamaları ve gerekli yere ulaştırmaları için arkadaşlarıma vermiştim. Ama Veysel'den anı olarak kalan hemen her şeyin, sıklaşan arama ve kötüleşen koşullar nedeniyle yok edildiğini duydum. Aslında ona ait olan her şeyi koruyabilmeliydik. Ben o yazıyı saklayabilmeli, "Bak, bu Veysel'in yazısı... Benim için yazdı. O son andan kalan en değerli belge bu... Bu imza da onun imzası" diyebilmeliydim. Gösterdiğim eksiklik yüzünden Veysel'den, herkesten özür diliyorum. Gece saat onbire kadar sessizlik devam etti. Birden Veysel'in sesini duyduk. "Arkadaşlar! Nedir bu sessizlik her zaman böyle miydik? Bizim suskunlaşmamız, moralimizin bozuk olması başkalarını sevindirir. Haydi ortalığı biraz şenlendirelim!" Ne diyebileceğimizi bilemiyorduk. "Yok mu türkü söyleyecek kimse?" diye yeniden seslendi. Yine ses yok! Türkü söylersek, ya da ne bileyim gülersek, şakalaşırsak o anın önemine gölge düşürmüş olabileceğimizi ister istemez düşündük. Bir arkadaş, "O zaman sen söyle, biz dinleyelim"dedi. Ölümünden iki saat kadar önce Veysel türkü söylemeye başladı. Önce Benim meskenim dağlardır'ı söyledi, sesi güzeldi. Çok coşkulu söylemişti. O titrek ve davudi sesi hala kulaklarımda çınlıyor. Ardından da, Aşık Mahzuni'den alınma 'Bu yıl benim yeşil bağım kurudu'yu söylemeye başladı. Fakat bu türküyü çok hüzünlü bulmuş olmalı ki, yarıda kesti. Türkünün içinde 'şimdi bir köşede yatar ağlarım' gibi bir dize vardı. Yarım bıraktı, “Bu türkü bu gece gitmez" dedi ve yine Mahsuni'den alınma 'Çingene' isimli türküyü söylemeye başladı. Hücreler kısmında kalan, Veysel'in 'Çingene' lakabını taktığı Kuddusi Tokaç isimli arkadaşa takılma, şaka yapma niyetine bu türküyü söylemişti. Bugün daha iyi anlıyorum ki, o gece Veysel hem kendisini hem de bizi ölümüne hazırlıyordu. Ölüme türkü söyleyerek de gidilebileceğini, böylesi ölümün güzel olduğunu, endişeye karamsarlığa kapılmamak gerektiğini göstermeye çalışıyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse, o işin kendine ait bölümünde başarılı olabildi. Her bakımdan ölüme hazırdı. Bizim durumumuz çok farklıydı. Zaman ağır ağır ilerledikçe bir anlamda ne yapacağımızı bilemez bir şaşkınlık içine düştük. Askerler, subaylar içeri doluştu. Hücrelerimizin mazgal kapaklarını kapattırdılar. Artık hiçbir şey göremiyorduk. Sadece kulağımıza gelen o karmakarışık sesler vardı. Askerlere emir verildi: "Mahkumun kapısını aç!" Kapının açıldığını duyduk. Ama içeri giremiyorlardı. Veysel'in gür sesi bir kez daha doldu kulaklarımıza: "Gelmeyin üzerime! Ben nasıl gelmem gerektiğini bilirim. " Başından beri kendisine haykırabileceği kadar bir sürenin tanınıp tanınmayacağı konusunda endişeleri vardı. Niyetlerini anlamıştı. Ağzını kapatmak istiyorlardı. Onları durdurmak için bu şekilde bağırmıştı. Hemen ardından da sanki bir miting alanında onbirlere seslenircesine bizlere ileteceği son sözlerine başladı. "Dirilip döneceğiz er meydanlarına/ Zaman köhne düzenin cellatlarını affetmeyecek / Gerek kalmaz savaş ilanlarına /Erlerimiz fazla laf etmeyecek. " Ardından 'Kahrolsun Faşizm' sloganını atmak istedi. Ama ağzını kapattılar. Koğuşlardaki arkadaşların anlattıklarına göre elleri arkadan bağlıymış. Onu alıp Gaziantep E Tipi Cezaevi'ne götürdüler. Daha sonra bir gardiyan bana o anı şöyle anlattı: ".. Veysel infaz bahçesine getirildiğinde başı dimdikti. Üzerinde infaz kıyafeti yoktu. Sivil giysiler vardı. Kendisinden son isteği sorulduğunda, "Benim sizlerden bir isteğim olamaz!" dedi. Darağacına yürü denmesine fırsat bırakmadan, başını önüne eğmeden, en küçük bir tereddüt göstermeden yürüdü. Sehpaya çıktı. Cellat boynuna ipi geçirmeye hazırlandığında "Sehpaya kimse dokunmasın" diye uyardı. Ardından öyle bir bağırdı ki, yer-gök inledi. Ne dediğini anlayamadık bile. Slogan bitince cellata 'ipi boynuma geçir' dercesine baktı. Boğazına ilmek geçirildi. Cellat Veysel'in isteğine uyarak sehpadan uzaklaştı. Kanımız donmuş gibi, pür dikkat onu izliyorduk. Üzerine bastığı sehpaya ayağıyla vurdu, kendi infazını kendi gerçekleştirdi." Diyebilirim ki, cezaevindeki tüm gardiyanlar "Görüşü ne olursa olsun, yiğit adamdı" diyerek ona saygı duyuyorlardı. Aslında dönemin cezaevi müdürü infazı yaptırabileceği insanı bulmak konusunda epeyi zorlanıyor. Sonunda E Tipi mutfakçısı Aşçı Ali böyle birini bulmak için görevlendirilmiş. Sonunda yerlilerin dilinde ‘Aşiret' diye bilinen insanlardan birini bulmuş. Antepliler 'Çingene Aşiret' diyorlar. Bu arada 10 Haziran günü 13 haberlerinde idamın MGK'ca onaylandığını duyan ailesi Hekimhan'dan bir araba tutup Gaziantep'e geliyorlar. Cezaevinin önünde annesi, babası, kardeşi ve birkaç yakını bir grup oluşturuyor. Yöneticilerden çıkacak 'son bir kez görüşebilme' iznini bekliyorlar. İnfazdan kısa bir süre önce sadece annesi, babası ve kardeşine görüşme izni veriliyor. Diğerleri yasak denilerek görüştürülmüyor. Duyduğum kadarıyla son görüşmede annesi ve babası görüş boyunca ağladıkları için pek konuşamıyorlar. Veysel, "Üzülmenize gerek yok. Bu kaçınılmaz bir durum. Sonucu herkesin metanetle karşılaması gerekir. Hep aranızda olacağımı biliyorum. Benim dışımda dört kardeşim daha var, sizlere beni aratmazlar" diyor. En son kardeşiyle konuşuyor. Kısa konuşmada ona yaşamını, yaptıklarını, haklı olduğunu, ölüme tökezlemeden, kararlılıkla gideceğini anlatıyor. Ve Che'nin 'ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin... diye başlayan o ünlü sözlerini söyleyerek bitiriyor. Kardeşi, ağabeyinin konuşmalarından etkilenip slogan atmaya başlıyor. "Kanın yerde kalmayacak" diye bağırıyor. Hemen görüşmeyi bitiriyorlar. Veysel'in ağzını bantlıyorlar. Kardeşini de döverek götürüyorlar ve slogan attığı gerekşesiyle iki ay gözaltında tutuyorlar. Ailesi infazdan hemen sonra onu almak için yetkililere başvuruyor. Epey uğraştıktan sonra, verilmeyeceğini anlayınca, "O zaman cenazenin gömülmesine katılalım, duamızı edelim, ona karşı son görevimizi yapalım" diyorlar. Bu istek de reddediliyor. Hatta oldukça umursamaz, küçümser ve alaycı tavırlarla 'Biz oğlunuzu mezara gömmeyeceğiz. Onun mezara ihtiyacı yok. Ölüsünü nehre atacağız. Canımız isterse belki bir köpeğin önüne atarız" diyorlar. Aile Veysel'e ulaşamayacağını anlayınca, bu kez polislerce apar topar götürülen diğer oğullarının peşine düşüyor. Böylece Veysel bilinmeyen bir yere götürülüyor. Aradan yıllar geçmesine karşın, Veysel'in ailesi hala oğullarının mezarının nerede olduğunu bilmiyor, Veysel'in bir mezarı varsa bile, bu devlet sırrı gibi saklanıyor. Ama bir mezarı olsaydı, bugüne değin nerede olduğu bir biçimde bilinirdi. En kuvvetli ihtimal onun bir mezarı olmadığı noktasında yoğunlaşıyor. İnanıyorum ki, bu sadece Veysel'in ailesinin sorunu değil. Çözülmesi gereken bir düğüm olarak ortada. Mezarı yoksa, Veysel nerede? Ailesine çektirilen bunca eziyetin anlamı nedir? Doğal olarak, bir anne-baba geleneklerinin gereğini yerine getirmek için oğullarının mezarını görmek ziyaret etmek belki mezarını yaptırmak ister. Cuma Alkan adlı bir arkadaş Veysel'in götürülmesinden sonra atak davranıp hücreye giriyor. Yerde bir adet battaniye, çorabının teki, ayakkabı astarları, yarım bardak deterjan ve ayakkabısının tekini görüyor. Tuvalette sifonun içinde bir roman buluyor, içinde de Veysel'in yazdığı bir mektup. Okumadan götürüp dava arkadaşları R.K. ve A.E. ye veriyor. Mektubun içeriğindeyse, duyduğuma göre idama nasıl gideceğini, tavrının nasıl olacağını anlatan şeyler varmış. Bizler de idamı protesto için yemek almadık. 'Kahrolsun faşizm', 'İdamlar bizi yıldıramaz', 'Veysel'in hesabı sorulacaktır' sloganlarını haykırdık. Bunun üzerine dava açıldı. Aylar süren yargılama sonucu 7 kişiye 1 yıl 4'er ay hapis cezası ve ayrıca 5 ay 10'ar gün Mersin'de gözetim cezası verildi. Veysel'i tanımak, yanımızdan alınıp ölüme götürülmesi, onunla geçen hücre günleri, yaşamımın gerçekten en köklü dönüşümlerinden birini, hatta ilk adımını oluşturdu. O yiğit devrimcinin son anlarına tanık olmak, bende iyi ve güzele doğru evrilişin akışını hızlandırdı. O, 'Benim meskenim dağlardır' türküsünü çok seviyordu. Eğer herşey istediğimce olsaydı, şu an Veysel'le bir dağın doruğunda omuz omuza oturup karşıları seyrederken, bu türküyü mırıldanmak isterdim. Belki de Veysel'in bulunmayan bedeni bir dağın kuytuluklarıyla özlemine uygun olarak sarmaş dolaş yatıyordur. Kimbilir..." Aydın Kışılı 1956 Adana doğumlu. TKP-ML davasında yargılandı. Gaziantep E Tipi Cezaevi'nde Veysel Güney ile birlikteydi ve idam gecesini yaşadı (devrimcihareket.net)
-
Veysel Güney için açılan iki mezarda boş çıktı!
Delilsiz Asılanlar - Rahmi Yıldırım Veysel’i delilsiz asmışlar. Veysel Güney’in delilsiz idam edildiğini, hazırlık soruşturmasını yürüten 12 Eylül dönemi savcılarından Mete Göktürk söylüyor. Mete Göktürk, sonradan “Türkiye’de yargı bağımsız değildir” dediği için yargılanıp beraat eden savcı. Emekli olunca anılarını topladığı kitabın kapağında “Adaleti Gördünüz mü?” diye soruyor. Arada, Veysel’in delilsiz asıldığını da anlatıyor. Veysel Güney, 1980 yılının son günlerinde Gaziantep’te Dev-Yol’a karşı gerçekleştirilen operasyonda yakalanır. Hayri Argav’ın yazdığına göre, operasyon kapsamında basılan evden Dev-Yol militanı Ali İhsan Özer ile operasyon timinden Üsteğmen Şahin Akkaya’nın cenazeleri çıkar. Şahin Akkaya, çevresinde sosyal demokrat olarak bilinen bir asker; Ali İhsan Özer ise Eczacılık Fakültesi’nde askeri öğrenciyken, sosyalist fikirleri nedeniyle okuldan ve ordudan çıkarılmış. Yaşam çizgileri Gaziantep’teki evde kesişir. Evin giriş tarafındaki odada kalan Ali İhsan Özer kurşun yağmuru altında ölür, Üsteğmen Şahin Akkaya da vurularak can verir. Arka odadaki Veysel Güney ise pencereden apartman boşluğuna atlar. Bir komşunun ihbar etmesi üzerine namlular apartman boşluğuna ölüm kusar. Veysel sırtından yaralı olarak yakalanır; öldürülmek üzere kentin dışına götürülür; operasyon timindeki bir kişinin karşı çıkması üzerine öldürülmez, işkenceyle sorgulanır. Genel operasyon kapsamında yakalanmasına karşın toplu davadan ayrılarak tek başına yargılanır ve iki ay süren yargılamada idama mahkum edilir. 10 Haziran 1981 günü Veysel, darağacında sehpayı kendisi tekmeler. (O Şafağın Atlıları, Belge Yayınları, İstanbul 1997) Savcı Mete Göktürk de anlatıyor ki, “İdam sehpasına çıkarken Che Guevara'nın ünlü 'Ölüm hoş geldi, safa geldi' dizelerini bağıra bağıra okuyordu. O ölüme giderken yanında avukatı dahil hiç kimse yoktu. Ona yabancı olmayan tek şey kendi sesiydi. Ayağının altındaki sandalyeyi, slogan atarak kendisi itti.” (Aktaran Milliyet, 26 Haziran 2006) Argav’ın Veysel’in arkadaşlarından naklettiğine göre, Üsteğmen Şahin Akkaya muhtemelen operasyon timinin rastgele ateşi sırasında kazaen vurulmuştur. Operasyon sonrasında soruşturmayı yürüten Savcı Mete Göktürk de diyor ki, “Güvenlik güçleri tarafından eve yapılan operasyonda, biraz aceleci davranılması nedeniyle çatışma çıkmıştı. Bir militan ölmüş, bir teğmen şehit düşmüştü. Çatışmanın yaşandığı apartmanın havalandırma boşluğundan kaçmaya çalışırken yakalanan ve görevlilerce feci şekilde dövülerek ağır şekilde yaralanan Veysel Güney'in hastanede ilk ifadesini ben aldım. Hazırlık soruşturmasını ben yaptım. Çatışmada, Güney'in silah kullandığına ilişkin bir kanıt elde edememiştik. Benim ilk tespitlerimle mahkeme kararında varılan sonuç örtüşmüyordu. O günlerde yaşanan ortamın olağandışılığı da göz önüne alındığında, yargılamanın tarafsız ve adil yapılmamış olacağına ilişkin kuşku duyuyordum.” Yani sonuçta, yargılamanın tarafsız ve adil olup olmadığı bir yana, Veysel’i delilsiz astılar. Delilsiz asmakla kalmayıp, cenazesini ailesine vermediler, gömdükleri yeri bile söylemediler. Ailesi 25 yıl boyunca mezarlıklarda Veysel’i aradı; şimdi, Gaziantep kimsesizler mezarlığında idam edilen bir kişiye ait isimsiz mezarda Veysel’in yatıyor olabileceği umuduyla acısını tazeliyor, savcılık incelemesinin ve DNA testinin sonucunu bekliyor. (Radikal, 28 Haziran 2006) Veysel’i delilsiz asmak, en hafif deyişle faşist gaddarlığın ta kendisiydi. Delil bulup asmak da aynı kapıya çıkardı. Çünkü, işlenen suç ne olursa olsun, idam, suça verilen ceza değil, devlet eliyle tasarlanarak işlenen cinayettir. Erdal Eren’i de delilsiz astılar Devir “our boys” devriydi; “Asmayıp da besleyelim mi?” gaddarlığıyla taammüden nice cinayetler işlendi, idama giden yolda nice zalimlikler sergilendi. Erdal Eren de delilsiz asılanlardandı. Erdal Eren hakkındaki idam kararı, Askeri Yargıtay 3’üncü Dairesi tarafından, 12 Eylül darbesinden önce iki kez esastan bozuldu. Ne ki, darbeden sonra Askeri Yargıtay Daireler Kurulu idam kararını onadı ve Erdal Eren de delilsiz asıldı. Üstelik yaşı tutmuyordu. Darbeden önce idam kararını esastan bozan Askeri Yargıtay 3’üncü Dairesi’nin üyelerinden Ahmet Turan da yıllar sonra, tıpkı Mete Göktürk gibi, delilsiz idamdan söz etmişti: “Erdal Eren’le ilgili idam kararında adli hata olduğu inancındayım. Dosyada eri Erdal Eren’in öldürdüğüne ilişkin yeterli delil yoktu. Biz Üçüncü Daire olarak idam kararını bu gerekçeyle bozduk. Yeterli delilin olmamasına rağmen, Başsavcılık itirazı, günün şartları gibi konulara girmek istemiyorum, çünkü politiktir.” (Aktaran Argav, age) Rüşvetçi hâkimin kararıyla astılar “Asmayıp da besleyelim mi?” gaddarlığıyla niceleri kıstırıldıkları evlerde sağ yakalamak yerine delilsiz katledildi, niceleri göstermelik yargılamalarla delilsiz asıldı. Teğmen Ömer Yazgan ve arkadaşları ise rüşvetin gölgesinde asıldılar. Kendisini zorunlu hissettiği bir tercihte bulunarak üniformasını bizzat çıkartıp sosyalist harekete katılan Teğmen Ömer Yazgan ve üç arkadaşı, 1981 yılı Ocak ayında Sakarya’nın Akyazı İlçesi’ndeki çatışmada yakalandıktan sonra anayasal düzeni zorla değiştirmeye teşebbüs suçlamasıyla idam cezasına çarptırıldılar. Suçun ve cezanın şahsiliği ilkesine karşın, Gölcük Donanma ve Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi, olay yerinde kimin hangi fiili işlediğini tefrik etmeye gerek duymadan topyekûn idama kalem kırdı. Kararı veren yargıçlardan Askeri Hâkim Yüzbaşı Eyüp Menteş, başka bir davada idam cezası vermemek için sanık yakınlarından rüşvet almak suçundan hüküm giydi. Yargıcın hüküm giymesi, Ömer Yazgan ve arkadaşlarının davasının da yeniden görülmesini gerektiriyordu. Buna ilişkin başvuru yıldırım telgrafla 28 Ocak 1983 günü Askeri Yargıtay’a iletildi. Yıldırım telgraf, Milli Savunma Bakanlığı koridorlarında kayıplara karıştı. Aynı gün akşam toplanan Milli Güvenlik Konseyi, idamın infazını kararlaştırdı. Ömer Yazgan, Erdoğan Yazgan, Ramazan Yukarıgöz ve Mehmet Kambur, rüşvetin gölgesi düşen darağacında sehpayı kendileri tekmelediler. 28 Ocak, Ömer’in doğum günüydü aynı zamanda. Onca delile karşın asmadılar Rüşvetin gölgesinde astılar, delilsiz astılar, İbrahim Çiftçi’yi ise onca delile karşın asmadılar. İbrahim Çiftçi, kontrgerillanın peşine düşen Savcı Doğan Öz’ü 1978 yılında öldürmekten yakalandı, soruşturma savcılarına verdiği ifadede suçunu itiraf etti. Çiftçi’nin avukatı yargılama boyunca müvekkilinin “normal” vatandaş olmadığını dile getirdi ve Milli Savunma Bakanlığı’ndaki dosyaların celbini istedi. Yedi yıl süren yargılamada Ankara Sıkıyönetim 1 No’lu Askeri Mahkemesi, dört kez oybirliği ile ölüm cezasına hükmetti. Askeri Yargıtay her seferinde “eksik soruşturma”dan kararları bozdu. Dördüncü idam kararı Askeri Yargıtay Daireler Kurulu tarafından bu kez “esas”tan bozulunca, mahkeme, “Sanık İbrahim Çiftçi’nin... Doğan Öz’ü taammüden öldürdüğü mahkememizce sabit görülmüş, ancak Askeri Yargıtay Daireler Kurulu kararları mahkememizi bağlayıcı nitelikte bulunduğundan, sanık İbrahim Çiftçi hakkındaki 7/8 lik oyçokluğuna dayanan bozma ilamına uyularak sırf bu hukuki zorunluluk nedeniyle sanık İbrahim Çiftçi’nin beraatine...” karar vermek zorunda kaldı. Suçu sabit görülmesine karşın asılmayan İbrahim Çiftçi cezaevinden çıkar çıkmaz öğretmen yardımlaşma sandığı İLKSAN’a müdür tayin edildi, sonra patron oldu, bir süre TBMM’nin kömür ihtiyacını karşıladı. Çiftçi, 1997 yılında Devlet Bahçeli’nin karşısında MHP genel başkan adayı idi. Neden astılar? “Önceden en inceden inceye tasarlanan cinayet idamdır. Hiçbir caninin eylemi, ne kadar ince hesapla hazırlanmış olursa olsun, bununla kıyaslanamaz. Çünkü, kıyaslanabilmesi için kurbanına kendisini öldüreceği günü önceden haber vermiş ve o andan itibaren kurbanını aylarca kendi merhametine terk etmiş bir caniye ölüm cezasının uygulanması gerekirdi. Böylesi bir canavara özel yaşamda rastlanmaz.” (Albert Camus) Özel yaşamda rastlanmayacak “canavar” kamusal alanda çok sık görüldü. “Asmayıp da besleyelim mi?” canavarlığıyla nice cinayetler işlendi, nice gaddarlıklar sergilendi. Kimilerinin idam hükmü mahkeme kararı olmadan sorgu merkezlerinde infaz edildi. Sorgu merkezlerinden sağ çıkanlardan kimilerini delilsiz astılar, rüşvetçi hâkimin kararıyla astılar, asmaya götürürken bile işkence ettiler; savcının katilini ise onca delile karşın asmadılar. Doğru olan, asmayıp, işlenen suç ne olursa olsun beslemekti. İkinci Dünya Savaşı’nın baş suçlularından Rudolf Hess, cezaevinde intihar edene kadar 42 yıl Alman devletince beslendi, “Niye asmayıp besliyoruz?” diye sorulmadı. Ama İkinci Dünya Savaşı’ndan 40 yıl sonra bile Türkiye’de delilli-delilsiz astılar. Çünkü, devir “our boys” devriydi. ABD yöneticileri 12 Eylül darbecisi generallere ‘our boys’ diyorlardı. Amerikan Merkezi Haberalma Örgütü CIA’nın Türkiye İstasyon Şefi Paul Henze, darbeyi dönemin ABD Başkanı Carter’a "]“Our boys did it!” [/color](Bizim çocuklar başardı!) diyerek haber vermişti. Türkiye’deki sermaye düzenini koruma görevinde nöbet sırası ‘bizim çocuklar’ daydı. Ekmeğini yedikleri halkın değil, sermayenin ve ABD’nin ‘çocukları’ idiler. “Sosyal uyanışın ekonomik gelişmeyi aşmasını” önlemek, aştıysa bastırmakla görevliydiler. ‘Our boys’un başarması gerekiyordu. Netekim başardılar! Darbe öncesinde ulusal gelirin dağılımı yüzde 31 tarım, yüzde 33 ücret ve maaşlar, yüzde 36 kâr-faiz-rant şeklindeydi. ‘Our boys’ devrinde kâr-faiz-rant geliri yüzde 70’e yükseldi, ücret ve maaşların payı yüzde 14’e geriledi. Kâr-faiz-rant sahiplerinin sözcüsü Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu Başkanı Halit Narin, ‘our boys’a şükranını, “20 yıldır işçiler güldü biz ağladık, şimdi gülme sırası bizde” sözleriyle dile getirdi. Gülen, rahatlayan sadece Türkiye’nin sermayedarları olmadı, emperyalist sermayedarlar da rahatladı. ABD Başkanı Carter da, sonraki bir tarihte Türkiye’yi ziyaretinde darbecilere şükranını, “12 Eylül harekâtından önce Türkiye’nin durumu savunma açısından tehlike arz ediyordu. Afganistan’ın işgal edilmesi ve İran’daki monarşinin devrilmesinden sonra Türkiye’deki bu istikrar harekâtı içimizi ferahlatmıştır.” sözleriyle dile getirdi. (Cumhuriyet, 21 Temmuz 1985) Amaç, sermaye devletine karşı boynu kıldan ince, ekmek, özgürlük ve bağımsızlık talep etmeyen bir halk yaratmaktı. Başarmanın biricik yöntemi, toplumu terörize etmekti. Parlamentoyu, sendikaları, dernekleri kapatarak, 650 bin kişiyi işkenceden geçirerek, 171 kişiyi işkenceli sorgularda öldürerek, 7 bin kişi hakkında idam cezası isteyerek, 50 kişiyi delilli-delilsiz asarak, 30 bin kamu görevlisini işten atarak, 14 bin kişiyi vatandaşlıktan atarak, film ve kitapları yakarak, medyayı sermayenin tam denetimine ve mülkiyetine sokarak başardılar; yerli-yabancı sermayenin şükranını sonuna kadar hak ettiler. Türkiye, militarist faşizmin ve ‘our boys’un giydirdiği Türk-İslam sentezinin deli gömleğiyle uygarlık yarışında geriledikçe geriledi. 1963 yılında İspanya Franco faşizminin pençesindeyken, kişi başına düşen ulusal gelir 300 dolar idi; aynı yıl Türkiye’de de kişi başına ulusal gelir 300 dolar idi. Franco 1975 yılında ölünce İspanya sırtındaki deli gömleğini çıkarıp attı; Türkiye sırtındaki deli gömleğinin patlayan dikişlerini 1980 yılında tamir etti. Bugün İspanya’da kişi başına ulusal gelir 20 bin dolar, Türkiye’de 4 bin dolar. İspanya’da darbeyi ima edenin bile anında rütbeleri sökülüyor; Türkiye’de delilsiz asan darbeci el üstünde tutuluyor, ölürse devlet töreniyle gömülüyor, en azgın militaristler ise yeni bir darbe için gün sayıyor. Dünyada darbecilerinden hesap sormayan tek ülke kaldı. Burası Türkiye! (sansursuz.com, 29 Haziran ’06)
-
Veysel Güney için açılan iki mezarda boş çıktı!
Son sözleri ve mezarı 25 yıldır gizlenen yiğit devrimcinin anısına… Adaleti arayan savcı, Güney’in idamını yazdı… "Türkiye'de yargı bağımsız değildir" dediği için yargılanıp beraat eden savcı Mete Göktürk, emekliliğinde yazdığı kitabında, 12 Eylül döneminde idam edilen Veysel Güney'in yargılanma sürecini anlatıyor. Veysel Güney: İdam sehpasına yiğitçe yürüyen devrimci!.. "Türkiye'de yargı bağımsız değildir" dediği için yargılanan ve beraat eden savcı Mete Göktürk, emekliliğinin ardından yazdığı "Adaleti Gördünüz mü?" isimli kitabında, 12 Eylül döneminde idam edilen ve cenazesi ailesine verilmeyen Veysel Güney'in çarpıcı yargılama sürecini de anlattı. Göktürk, "Güvenlik güçleriyle silahlı çatışmaya girerek bir teğmenin ölümüne neden olduğu" iddiasıyla 25 yıl önce, birkaç ay içinde yargılanıp idam edilen ve mezarının nerede olduğu hâlâ bilinmeyen "Devrimci Yol davası" sanığı Veysel Güney'le ilgili olarak, "Güney'in silah kullandığına ilişkin bir kanıt elde edememiştik. Benim ilk tespitlerimle Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi'nin kararında varılan sonuç örtüşmüyordu" diye yazdı. İlk ifadesini o aldı Yakalanmasının ardından Güney'in ilk ifadesini alan kişi olan Göktürk, olayı şöyle anlattı: "1980 yılı sonuydu. Gaziantep'in Kolejtepe mevkiinde bir apartmanın en üst katında yasadışı örgüte mensup iki kişinin barındığı haber alındı. Güvenlik güçleri tarafından eve yapılan operasyonda, biraz aceleci davranılması nedeniyle çatışma çıkmıştı. Bir militan ölmüş, bir teğmen şehit düşmüştü. Çatışmanın yaşandığı apartmanın havalandırma boşluğundan kaçmaya çalışırken yakalanan ve görevlilerce feci şekilde dövülerek ağır şekilde yaralanan Veysel Güney'in hastanede ilk ifadesini ben aldım. Hazırlık soruşturmasını ben yaptım. Çatışmada, Güney'in silah kullandığına ilişkin bir kanıt elde edememiştik. Benim ilk tespitlerimle mahkeme kararında varılan sonuç örtüşmüyordu. O günlerde yaşanan ortamın olağandışılığı da göz önüne alındığında, yargılamanın tarafsız ve adil yapılmamış olacağına ilişkin kuşku duyuyordum." Göktürk, 24 yaşındaki Güney'in idam edildiği 10 Haziran 1981 gecesini ise şöyle anlattı: "Saat 02.00'de Veysel'in annesi babası ve erkek kardeşi geldi. Güvenlik açısından sakıncalı bulunduğu için, cemsenin içerisinde oturan Veysel'le birer dakika görüşmelerine izin verildi. Kucaklaşmalarına dahi izin verilmedi. Anne ve babası ağlıyordu. Kardeşinin, 'Sen inandığın bir dava uğruna ölüyorsun. Bunun için onur duymalısın. Korkmadan git ölüme' dediğini duydum. Kardeş Güney'in anında eli kelepçelendi ve sorgulanmak üzere götürüldü. Annesi ağlıyordu, 'Kulunuz köleniz olayım, bu oğlumu bari bana bağışlayın' diye yalvarıyor, kendini askerin ayaklarına atıyordu. Bu çırpınışlar ne Veysel'i, ne de kardeşini kurtaramadı." Veysel'in son isteği, sigara içmek ve babasına mektup yazmaktı. Yazdı, ancak mektup, örgüt propagandası içerdiği gerekçesiyle babasına verilmeden mahkeme dosyasına kondu. Yarım kalmış sigara paketi ve çakmağını babasına vermemizi de istedi. İdam sehpasına çıkarken Che Guevara'nın ünlü 'Ölüm hoş geldi, safa geldi' dizelerini bağıra bağıra okuyordu. O ölüme giderken yanında avukatı dahil hiç kimse yoktu. Ona yabancı olmayan tek şey kendi sesiydi. Ayağının altındaki sandalyeyi, slogan atarak kendisi itti." 'Korkmuyor musun oğlum?' Kardeşi Ayhan, idam edileceği güne kadar yakınlarına gösterilmediği belirtilen Veysel Güney'in infazdan hemen önce askeri cemsede ailesiyle vedalaşmasını, Radikal'e (12 Haziran) şöyle anlatmıştı: "Kısa süre görüştük. Çok cesurdu. Ağlamaktan konuşamıyorduk. Annem 'Oğlum korkmuyor musun?' dedi. O da, 'O kadar işkence gördüm ki, artık ölüm bile korkutmuyor ana' dedi. İnandığı dünya için savaştığını anlattı. Slogan attık. Bizi gözaltına aldılar. Tutulduğumuz yerden biraz uzakta idam edilecekti. Orada bir ışık vardı. O sönünce anladık ki idam edildi. Vücudunda kurşun duruyordu." Ailesi mezarının yerini arıyor Güney'in nereye gömüldüğü bugüne dek ailesine bildirilmedi. 78'liler Derneği üyeleri, Gaziantep Adliyesi'nin önünde basın açıklaması yaptı. Bilgi Edinme Yasası uyarınca Veysel Güney'in gömüldüğü yerin ailesine bildirilmesi için valiliğe, savcılığa, Mezarlıklar Müdürlüğü'ne, İçişleri ve Adalet Bakanlıklarına başvurdular. 78'liler Derneği Mersin Şubesi Başkanı Ethem Dinçer, "Bir insanın mezarından bile korkuluyor. Bir ailenin en önemli hakkı elinden alınıyor. Bu insanlık suçu. Biz bu mezarı buluncaya kadar mücadele edeceğiz" dedi. Kitabın adı nereden geliyor Göktürk, "Ne yazık ki adalet çoğu zaman güç karşısında yenik düşüyor. İnsanların sürekli aradıkları, ancak kolayca ulaşamadıkları adaletin nerede olduğunu ben de merak ettiğim için, kitabıma herkesin birbirine sorduğu 'Adaleti Gördünüz mü?' ismini verdim" diyor. (Milliyet, 26 Haziran ‘06) *** Veysel'in mezarı nerede? Veysel Güney, 12 Eylül'den sonra Devrimci Yol davasından ilk idam edilen kişi. 11 Haziran 1981'de, 24 yaşında asılan Güney'in mezarının yeri ailesine bile söylenmedi. Ailesi, 25 yıldır oğullarını arıyor TİMUR SOYKAN İSTANBUL - Veysel Güney, 25 yıl önce, bir cezaevi aracının içinde idama götürülüyordu. Cezaevinde kaldığı sürece ailesiyle görüştürülmemişti. Araç durdu. Oğullarını son kez görmek için mücadele veren ailesine nihayet izin çıkmıştı. Bu, ailesinin onu son görüşüydü. Aile, vasiyetinde bir mezar isteyen oğullarının gömüldüğü yeri bile öğrenemedi. Ailesi ve arkadaşları, ölümünün 25. yılında Güney'in idamdan sonra gizlice gömüldüğü yerin açıklanmasını istiyor. Hem çalıştı, hem okudu Güney, 1957 yılında Malatya'nın Hekimhan ilçesine bağlı Davulkulu Köyü'nde doğdu. Dokuz çocuklu kalabalık bir çiftçi ailesiydiler. Veysel, ilkokulu köyde okudu. İzmir Erkek Sanat Enstitüsü'nde öğrenciyken devrimcilere katıldı. 18 yaşındayken İsdemir Karabük Montaj Şantiyesi'nde elektrikçi olarak çalışmaya başladı. Bir yandan da okuyordu. İskenderun Meslek Yüksekokulu Makine Bölümü'nü bitirdi. Türkiye'de siyaset rüzgârının çok farklı estiği dönemlerdi. Veysel Güney'in inandığı başka bir dünya vardı, bunun için mücadele ediyordu. 12 Eylül askeri darbesinin ardından arkadaşı Ali İhsan Özer'le Gaziantep'te bir evde saklandılar. Bir gün evin çevresi askerlerce kuşatıldı. 'Teslim ol' dediler, onlar çatıştı. Özer ve bir üsteğmen çatışmada öldü. Veysel üç kurşunla yaralandı. Kendini savunamadı bile Gaziantep Emniyet Müdürlüğü'nde bazı arkadaşları ona yapılan işkencenin seslerini duyuyordu. "İdam edileceksin. Kurtuluşun yok" diyorlardı. Gözaltından çıkarılıp cezaevine getirildiğinde saçları kazınmış, ayakları çıplaktı. Üzerinde sadece hastane kıyafeti vardı. Askeri Cezaevi'nde bir hücreye atıldı. Yaraları daha yeni iyileşiyordu. Yargılanmasının hızlanması için dosyası Gaziantep Devrimci-Yol davasından ayrıldı. O dönem herkes, bunun idam anlamına geldiğini biliyordu. Hızla yargılandı. Çoğu zaman kendini savunma hakkı bile yoktu. Gazeteler, idam kararı yüzüne okunduğunda slogan attığını yazmıştı. Artık küçük koğuşunda idamı bekliyordu, 24 yaşındaydı. Mektupları verilmiyordu, havalandırmaya çıkması ve ziyaretçi kabul etmesi yasaktı. Ailesi onu yalnız bırakmamak, bir kez olsun görebilmek için aylarca uğraştı, mücadele etti. Ama izin verilmedi. 'Işık sönünce anladık ki...' Veysel'i, Gaziantep E Tipi Cezaevi'ne götürüp infaz edeceklerdi. TV'den idam cezasının onaylandığını duyan ailesi cezaevinin kapısında oğullarıyla görüşmek için çabalıyordu. Son ana kadar izin verilmemişti. 11 Haziran 1981 günü saat 02.00'de cezaevinin demir kapısı açıldı. Güney ailesine, cezaevi aracının içinde oğullarıyla kısa bir süre görüşebilecekleri söylendi. Annesi, babası, eniştesi ve kardeşi Ayhan Güney, araca bindi. Veysel'in elleri kelepçeliydi. Ayhan Güney, o anı şöyle anlatıyor: "Kısa süre görüştük. Çok cesurdu. Ağlamaktan konuşamıyorduk. Annem, 'Oğlum korkmuyor musun?" dedi. O da, 'O kadar işkence gördüm ki artık ölüm bile korkutmuyor ana' dedi. İnandığı dünya için savaştığını anlattı. Slogan attık. Bizi gözaltına aldılar. Tutulduğumuz yerden biraz uzakta idam edilecekti. Orada bir ışık vardı. O sönünce anladık ki idam edildi. Vücudunda kurşun duruyordu." Veysel Güney, 1980 öncesinin en kitlesel örgütü olan Devrimci Yol'dan ilk idam edilendi. Ailesine küçük bir kutunun içinde hücresinden çıkan birkaç eşyasını verdiler: 'Yarısı içilmiş bir karton sigara, bir çakmak ve annesinin gönderdiği gömlek.' Arkadaşları vazgeçmedi Aile, cenazenin verilmesi için başvurduğunda ret yanıtı aldı. İdamından önce de, 'Size cenazesi bile verilmeyecek' demişlerdi. Sıkıyönetim mahkemesine, ilgili komutanlıklara, milletvekillerine, bürokratlara defalarca başvurdular. Tek istedikleri oğullarının bir mezarının olmasıydı. Başvuralar sonuçsuz kaldı. Acıları büyüyen aile sonunda vazgeçti. Ailesi ve arkadaşları, ölümünün 25. yıldönümünde Veysel Güney'i arıyor. 78'liler Derneği üyeleri, bugün saat 13.00'te Gaziantep Adliyesi'nin önünde buluşarak bir basın açıklaması yapacak. Bilgi Edinme Yasası uyarınca Veysel Güney'in gömüldüğü yerin söylenmesi için valiliğe, savcılığa ve mezarlıklar müdürlüğüne başvurucak. 78'liler Derneği Mersin Şubesi Başkanı Ethem Dinçer, "Bir insanın mezarından bile korkuluyor. Bir ailenin en önemli hakkı elinden alınıyor. Bu insanlık suçu. Biz bu mezarı buluncaya kadar mücadele edeceğiz" diye konuştu. Kardeşi Ayhan Güney de şunları söyledi: "Acımız 25 yıl hiç azalmadı. Ağabeyimin bir mezarı bile olamadı. Annem, babam hastalandı. Onların hastalıklarından dolayı, dayanamamalarından korktuğumuz için zamanla vazgeçmiştik. Ama ben ağabeyimin bir mezarının olmasını istiyorum. Yerini bilmek istiyorum." (Radikal, 12/06/2006)
-
Veysel Güney için açılan iki mezarda boş çıktı!
1981 yılında idam edilen ve cenazesi ailesine teslim edilmeyen Veysel Güney'in mezarına ulaşabilmek için 13 Mayıs 2008'de Gaziantep Mezarlığı'nda yan yana bulunan iki ayrı mezarda inceleme yapıldı. Daha önce bir mezarlık görevlisinin yer göstermesiyle açılan ve yapılan DNA testleri sonucu Veysel Güney'e ait olmadığı iddia edilen mezar yeri kamuoyunda uzun süre tartışmalara yol açmıştı. Veysel Güney'e ait olduğu iddiasıyla DNA testi için Ankara Adli Tıp Kurumuna gönderilen örnekler Gaziantep'e olumsuz sonuçlarıyla birlikte döndüğü gün, Gaziantep- Kahramanmaraş yol ayrımında Adli Tıp Kurumu mühürü taşıyan ve 20 yıllık olduğu iddia edilen bir başka iskelet bulunmuştu. Bu durum 'derin güçlerin' mezarın bulunamaması için çalıştığının göstergesi sayılmıştı. Gaziantep Mezarlığı'nda o dönemde görevli olarak çalışan bir başka kişinin mezar yerini bildiğini 78'lilere ve ailenin avukatına bildirmesi üzerine yeni mezar yerinin açılması için yasal başvuru yapıldı. 13 Mayıs Salı günü açılan mezarların her ikisinin de boş olması, söz konusu mezar yerlerinin parsellenerek aile mezarlığı haline getirilmiş olması, aile mezarları yapılırken kemiklerin toplanmış olabileceği kuşkusunu gündeme getirdi. Mezarın açılışı sırasında Adli Tıp doktorunun basın mensuplarına, ailenin avukatına ve Mersin 78'liler Derneği yöneticilerine karşı saldırgan tutumu dikkat çekti. 78'liler ile doktor arasında yaşanan tartışmalar diğer görevliler tarafından engellendi. Mezarların boş çıkması sonucu Veysel Güney'in mezarını bulma umudu ertelenirken, görevli hâkime 'elimizde belgeler var, 105341 numaralı mezarda yatan kişinin Veysel Güney olduğu belli, bulun ve verin cenazemizi' diyen 78'liler, hakimden 'ben ne yapabilirim, o zaman asker kraldı' yanıtını aldılar.
-
MHP'den, 'Hatırla Sevgili'ye ilginç dava!
MHP'ye en sert tepki Hatırla Sevgili yayından kaldırılsın diyen MHP'ye en ser tepki alevilerden geldi. Hatırla Sevgili dizisinde Maraş katliamına ilişkin sahneler nedeniyle "dizinin yayından kaldırılması" amacıyla dava açan MHP Kahramanmaraş Merkez İlçe Başkanı Ömer Özkan’a Aleviler’den tepki geldi. MARAŞ'TA YAŞANAN KATLİAMDIR Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Başkanı Fevzi Gümüş, yaptığı yazılı açıklamada, Türk Dil Kurumu’nun 1982 yılında yayımladığı Türkçe Sözlük’ün 465. sayfasında katliam sözcüğü, “kırım, kılıçtan geçirme, toptan öldürme” şeklinde açıklandığını hatırlattı. Hatırla Sevgili adlı dizinin 2 ve 9 Mayıs’ta yayınlanan bölümlerinde Kahramanmaraş’ta yaşanan vahşetin “katliam” olarak tanımlanmasına tepki gösteren MHP Kahramanmaraş Merkez İlçe Başkanı Ömer Özkan’a öncelikle “sözlüğe bakmasını” öneren Gümüş, “Maraş’ta yaşanan vahşetin adı katliamdır, yani toplu öldürmedir. Onlarca masum insan silahla, satırla, bıçakla öldürülmüş, evler yakılmış, katliamdan sonra binlerce insan yerinden yurdundan edilmiştir” dedi. TAHAMMÜLSÜZLÜK Maraş’ta öldürülenlerin tümünün Alevi ve solcu olduğunu ifade eden Gümüş, katledilenlerin evlerine de kırmızı boyayla çarpı işaretleri konulduğunu hatırlattı. Gümüş’ün açıklaması şöyle: “Hatırla Sevgili adlı dizi, yakın tarihimize bir ayna tutmuştur ve aynada bu ülkeyi karanlığa boğanların kanlı elleri, kanlı yüzleri görünmüştür. O aynada, faşizmin yarattığı vahşet görünmüştür. ‘Dizide geçen bir takım sahne ve diyalogların toplumsal gruplaşmaların yoğun olarak yaşandığı şu günlerde ülkemiz ve milletimiz için büyük bir tehdit olarak algılandığını düşünmekteyiz’ diyen MHP’li Ömer Özkan, bu ülkenin birlik ve beraberliğine darbe vuranları ırkçı zihniyetinde ve partisinin karanlık mazisinde bulacaktır. Ömer Özkan’ın dizinin yayından kaldırılması için Cumhuriyet Savcılığı’na suç duyurusunda bulunması, ırkçı ve faşist zihniyetin ne kadar büyük bir tahammülsüzlük içinde olduğunun da kanıtıdır. GERÇEK ÇIRILÇIPLAK ORTADADIR Özkan’a sormak isteriz. Dizi yayından kaldırılsa Kahramanmaraş katliamının, katliam olduğu gerçeğini gizlemeye gücünüz mü yetecek? Aynı zihniyetin Çorum’da, Malatya’da, Sivas’ta ortaya koyduğu kanlı senaryoyu unutturabilecek misiniz? Gerçek artık çırılçıplak ortadadır. İnkar değil, özür bekliyoruz.” Daha neyin inkarına gidiyorlar bunlar??Ellerindeki insanların kanları rahasızmı etmeye başladı acaba?Bu satten sonra dilenecek özürde bence geçerli olmıyacak gereksis bir ifadeden öteye gitmez!!
-
Tuzla'da Yine Ölüm
Tuzla Tersanelerindeki Ölüm Olayları... Tuzla tersanelerindeki son gelişmelerle ilgili olarak Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’ndan aşağıdaki basın bildiriminde bulunulmuştur. “Tuzla Tersaneler Bölgesinde, 2002 yılından beri iş yoğunluğuna paralel bir şekilde kazaların da artış göstermesi üzerine Bakanlığımız denetim ve incelemeleri sıklaştırmıştır. İş sağlığı ve güvenliği ile işin yürütümü yönünden yapılan teftişler neticesinde tespit edilen kusur ve ihmaller konusunda gerekli uygulamalar yapılarak, raporları kamuoyuyla paylaşılmıştır. 01.09.2006 – 31.01.2007 tarihleri arasında iş sağlığı ve güvenliği yönünden Bölgedeki 51 tersanede yapılan incelemeler neticesinde toplam 16.173 işçiye ulaşılarak, 99 maddede 1061 noksanlık ve mevzuata aykırılık tespit edilmiştir. Yine 13.09.2007 – 24.09.2007 tarihleri arasındaki 43 tersane teftişinde 5.320’i asıl işveren işçisi, 8.811’i alt işveren işçisi olmak üzere toplam 14 bin 131 işçiye ulaşılmıştır. Teftiş kapsamında 2 işyerinde iş sağlığı ve güvenliği mevzuatına aykırı bir hususa rastlanılmazken, 41 işyerinde toplam 588 noksanlık ve mevzuata aykırılık tespit edilerek 196 bin 54 YTL idari para cezası uygulamasında bulunulmuştur. 09.11.2007-14.11.2007 tarihlerinde de işin yürütümü yönünden ön çalışmada bulunulmuştur. 10 müfettiş, 44 asıl işverenliği inceleyerek buralarda 3886 işçinin, 563 bağlı alt işverenlikte ise 18042 işçinin tespitini yapmıştır. Ön çalışmanın hemen ardından, yine işin yürütümü yönünden 15.11.2007-15.02.2008 tarihlerini kapsayan teftişlerde de 21 asıl işverenlik, 183 alt işverenlik hakkında işlemlerde bulunulmuştur. Asıl işverenlik bünyesinde toplam 2503 işçiye, alt işverenlikte ise 6690 işçiye ulaşılırken, 74 işyeri hakkında toplam 1.964.977.00 YTL idari para cezası uygulanmıştır. Bazı kusurları nedeniyle 163 işyeri müfettişler tarafından takibe alınmıştır. Ayrıca, denetim süreci içinde; 25 işyeri ile ilgili olarak SGK’na, 14 işyeri ile ilgili vergi dairelerine bildirimlerde bulunulmuştur. 28 işyerinin eksik prim gün sayıları tamamlatılırken, 70 özürlü işçi, 30 eski hükümlü işçi olmak üzere toplam 100 işçinin işe başlatılması sağlanmıştır. Yabancı uyruklu işçi çalıştırdıkları için de 3 işyerine ve çalışan 3 yabancı uyrukluya toplam 15.572.00 YTL idari para cezası uygulanmıştır. İşçi giriş-çıkış bildirimlerinde bulunmayan 38 işyerindeki 8965 ihlalle ilgili olarak da Cumhuriyet Savcılıklarına suç duyurusunda bulunulmuştur. 20.02.2008’de başlayıp halen devam eden teftiş kapsamında da 3 tersane hakkında kısmi durdurma kararı verilmiştir. Gerekçe olarak da çalışanların ani ölüm ve yaralanmalarına sebebiyet verecek hususların bulunması gösterilmiştir. Tüm bunlara rağmen, Tuzla tersaneler bölgesinde ölümle sonuçlanan iş kazaları yaşanmaya devam etmiştir. Bazı ölümlerin, Cumhuriyet Savcılıklarına bile duyurulmadan ailelerin rızasıyla kapatılıyor oluşu, konunun diğer bir yanını oluşturmaktadır. Bu durum, resmi ölüm rakamları ile kamuoyuna yansıyanlar arasında çelişkiye neden olduğu gibi, olayların sebepleri konusunda da spekülasyonlara yol açabilmektedir. Son dönemde Bakanlık müfettişlerinin gündeminde bulunan 25 ölümlü iş kazasının çok çeşitli nedenlere dayandığı belirlenmiştir. Patlama (2), yangın (1), ezilme-sıkışma (5), elektrik çarpması (6), düşme (5), intihar (2), kalp durması (1) bu nedenlerden bazılarıdır. Söz konusu ölümlü iş kazalarında tespit edilen kusur durumlarında dikkat çeken bazı hususlar ise şöyledir: • 3 olayda % 100 kaçınılmazlık tespit edildi • 7 olayda işverenin kusuru % 50 ve üzerinde • 1 olayda 3. şahıslar büyük oranda kusurlu (%60) • 4 olayda alt işverenin kusuru % 50 ve üzerinde • 11 olayda alt işverenlerin değişen oranlarda kusuru tespit edildi • 13 olayda işçiler % 10 ile 40 arasında değişen oranlarda kusurlu • 13 olayda işveren-işçi yada alt işveren-işçi ikilileri değişik oranlarda kusurlu bulundu • 1 olayda hiçbir kimse kusurlu bulunmadı (Kalp durması) • 1 olayda sadece alt işveren kusurlu bulundu (% 100) • 1 olayda; işveren (10), alt işveren (10) ve diğer işverenler (80) kusurlu Bu olaylar ilgili olarak, kazaya sebebiyet veren noksanlıkların giderilmesi için işverenlere tebligatı yapıldı. Ayrıca, kusur nispeti belli olan raporlar SSK’ya rücu davası açılmak üzere gönderildi. 25 Şubat 2008(raporu)
-
Tuzla'da Yine Ölüm
Medya ve Tuzla ........... Bir Mayıs’ın hemen akabinde Başbakan Tayyip Erdoğan diğer erkan ile beraber Tuzla Tersaneler Bölgesi’ne ‘denizden geldi’. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’ndan askeri bir ihaleyi alan özel tersane Dearsan ve RMK’da kaynak törenleri yapıldı. ‘Milli Gemi’ projesi kutlandı. Milli savunma sanayi ve milli gemi inşa sanayi işbirliği yüceltildi. Bir tatil günü olan Cumartesi günü, zaten girişi çıkışı yüzde 100 kontrol altında olan tersane alanında, işçilerin ‘spontane olarak’ Başbakanı bağırlarına bastıklarına, alkışlarla karşıladıklarına dair üç gazetede haber çıktı. Bu üç gazete, aynı anda Başbakanla Tuzla’daki iş güvenliği ve işçi sağlığı meselesini konuşmak için tersane önünde ısrarla bekleyen Limter İş sendikacılarının gözaltına alındığına ya hiç değinmediler, ya da geçerken dokundurdular. Milli gemiler, yüzen milli karakolları üretecek ve donatacak cesametteki milli sermayemizin, niye milli işçilerimizin ölümlerine çare geliştirecek teknolojiyi geliştirmedikleri / ithal etmediklerine de değinildi elbet. Değinmek gerek. Aynı zamanda askeri ihaleyi alan Dearsan Tersanesi’nde 2006’dan beri üç işçinin hayatını kaybettiğine de. Tüm bu süreçte, Tuzla Tersaneler Bölgesi’nde çalışmalar yürüten, sahayı içinden tanımaya çalışan bizler, esasında hiçbir kurumun, iş kazalarının nedenleri ve iş kazalarına maruz kalan Tuzla’daki işçilerin profiline dair temelli bilgi üretmediklerini görüyoruz ve şaşırıyoruz: Deniz Ticaret Odası, GİSBİR, bilimum tersane sahipleri hangi bilgilere dayanarak, kazaların nedeninin tespitinin ‘işçi eğitimsizliği’ şeklinde yapabiliyorlar? GİSBİR’in Tuzla Tersaneler Bölgesi kurulduğundan itibaren kazaların hangi saatte, hangi koşullarda oluştuğunu, hangi işçinin (kaç yaşında, kaç senedir Tuzla’da çalışıyor, daha önce nerede çalışmış) bu kazalara maruz kaldığını içeren bir kaza veritabanı var mı? Üç milyar dolar ihracat rakamına ulaşmış bir sektörün tek işveren örgütünün kaynaklarının bu tip ‘işe yarar’ ve uzun vadede iş kazalarını önleyecek bilgilerin üretimini –istek ve anlayış olduğu zaman- finanse edebilecek güçte olduğunu düşünmek yanlış mı? ‘Bu sektörde senede 4 ila 5 ölüm doğaldır, trafik kazaları ne zaman biterse, gemi inşa sanayinde de kazalar o zaman bitecektir’ yargısına temel teşkil eden bilgileri GİSBİR Başkanı Murat Bayrak hangi ulusal veya uluslarası sektör literatüründen edinmiş? Gene GİSBİR’in websitesine koyduğu, Deniz Ticaret Odası Başkanı Metin Kalkavan ve Meclis Kürsüsü’nde açıklama yapan, bir tersaneci aileden gelen Durmuşali Torlak’ın (ne yazık ki Uluslararası Çalışma Örgütü’ne yanlış bir biçimde atfederek) verdiği ‘Türkiye gemi inşa sanayiindeki iş kazaları açısından 10 bin’de 3 ile Japonya ile aynı düzeyde’ bilgisinin kaynağı nedir? Uluslarası karşılaştırmalı iş kazaları konusunda kabul görmüş senelik data setini Uluslarası Çalışma Örgütü yayınlar. Bu örgüt gemi inşa sanayine özel veri yayınlamaz. Yayınladığı verileri 100bin oranı ile verir, 10bin oranı ile vermez. GİSBİR’in websitesine, konuyla ilgilenenlerin ‘bu seri ölümler Tuzla’ya mı has, dünyada neler olup bitiyor?’ dediği hassas bir dönemde koyduğu, basına Milletvekili Durmuşali Torlak ve DTO Başkanı Metin Kalkavan vesilesi ile yaydığı ve yakın zamanda websitesinden nedense kaldırdığı bu, kaynak gösterilmemiş istatistiklerdeki veriler, İLO’nun genel verileriyle müthiş bir çelişki içindedir. 10bin’de 3 rakamına ulaşmak için bitmemiş 2008 senesinin ilk iki ayında senelik rakam olan 33bin işçi çalışıyor gösterilerek, mutlak işçi sayısı uygunsuz bir şekilde şişirilmiştir. Türkiye’deki gemi inşa sanayinde, ‘gelişmiş Japonya’ kadar işçinin öldüğü, ‘bu meselenin abartılmaması gerektiği’ tezine zemin teşkil edemeyecek kadar kaynaksız ve zayıf bir istatistiki zemine oturmaktadır. Neredeyse hepsi Tuzla Tersaneler Bölgesi’nde olmak üzere 2006 senesinde 10, 2007 senesinde 13, bu sene bugüne dek 9 işçi hayatını iş kazlarında kaybetmiş. Aynı süre içinde sektörün üretim hacmi 550bin dwt’lerden 1milyon dwt’ye çıkmış, kimbilir bu sene kaç dwt’ye çıkacak? Aynı dönemde harıl harıl Yalova’da, Gelibolu’nda, Yumurtalık’da, Samsun’da yeni tersane yatırımları yapılıyor. Bu tersane yatırımlarını yapanlar, kolayca tahmin edilebileceği gibi zaten Tuzla’da yatırımı olan eski tersaneci aileler. Bu iki veriyi yanyana koymak gerekmiyor mu? Bu tarzda esnekleştirilmiş şekilde, koştura, koştura, işçileri 24 saatlere kadar varan çalışma süreleriyle çalıştırarak, devletin tam desteği, sektörün uluslararası alanda patlamasının ivmesiyle, iş güvenliğine yatırım kelimesini telaffuz bile etmeden sektör büyüyünce, ne oluyor? Kim büyüyor, kim ölüyor? Tuzla’da göstermelik tedbirler, ‘ideolojik’ eğitim söylemi ve gemi inşa sanayi patlıyor. Bize öfkeli bir acıyla klavyeye vurmaktan başka edecek bir adet rica kalıyor: Lütfen artık ‘eğitim şart, baret takmayan işçiler, ölümlerin nedeni taşeronlar, ölüm tersaneleri’ gibi karikatürleri bir kenara bırakalım! Tersanelerde asıl işi 1000, 1500’e bölünmüş küçük ve ortaboylu taşeron şirketin gerçekleştirdiği, bu firmalarda 24 saate varan çalışma sürelerinin istisna olmadığı, bu sistemin ta 1980’lerin başında tersane sahipleri tarafından bilfiil desteklenerek hayata geçirildiği, bir ‘esnek çalıştırma modeli’ olarak kurumsallaştırıldığı, şimdiye kadar bir örgütlü baskı olmadığı için makina parkına yapılan yatırımlar büyürken, aynı oranda ve sektördeki büyümeye paralel iş güvenliği yatırımlarının yapılmamış olduğu, çözüm muhattabının ve sorumlusunun gemi inşa sanayicileri ve bu konuda devletin yalnızca aracı olduğunu ve bu taleplerin örgütlü ve yerinde, yerelinde, işçiler tarafından talep edilmediği sürece bir değişiklik olmayacağı. Bir adet ‘yaygınlaştırma ricası’ sadece. (AO/EZÖ) * Aslı Odman, İstanbul Bilgi Üniversitesi Araştırma Görevlisi / Tuzla Tersaneler Bölgesi İzleme ve İnceleme Komisyonu Üyesi
-
Tuzla'da Yine Ölüm
Tuzla’da Göstermelik Tedbirler ve Söylemler "Patladı"...İşçileri 24 saat çalıştırarak, devletin tam desteği, sektörün uluslararası alanda patlamasının ivmesiyle, iş güvenliğine yatırım kelimesini telaffuz bile etmeden sektör büyüyünce, ne oluyor? Kim büyüyor, kim ölüyor? Yazmak, klavyeye vurmak dışında elimizde ne kalıyor ki? Kızmak, klavyeye vurmak dışında elimizde ne kalıyor ki? Yazmak, kızmak, anlatmak dışında elimizde ne kalıyor ki? Patladı gitti... Limter-İş Sendikası’ndan arkadaşlarla, Ethem ve Petra Özgüven’in hazırladığı "Tuzla" belgeselini İşçi Filmleri Festivali’nin Kartal gösteriminde seyretmek üzere hazırlanırken, sohbet ederken, iş kazalarına dair daha da farklılaştırılmış analizler, kişisel düşmanlar oluşturmayan çözümler hakkında konuşurken, konu hakkındaki son açıklamaları tartışırken, patlama haberi geldi. Selah Tersanesi’nde patlama. Bir işçi ölmüş. Belki daha fazla işçi ölmüş, bilmiyoruz. Analizler, tahliller, eleştiriler gerçekliğin sillesiyle darmadağın oldu gitti. Patladı gitti. Selah Tersanesi Tuzla Raporu için 2007 Ağustos’nda elektrik çarpması sonucu bu tersanede ölen Günay Akarsu’nun ablası ve kayınbiraderi ile Nevra Akdemir ile beraber uzun bir mülakat yapmıştık. Ailesi, elektrik ustası olan 27 yaşındaki Günay’ın kalp krizinden değil de, elektrik çarpmasından öldüğüne, bunun elektrik donanımındaki yapısal bir sorundan kaynaklandığına, Günay’a elekrik çarptığı durumda bile hayatını kurtaracak yalıtımlı ayakkabı ve eldiven sağlanmadığına inanıyor, hukuki mücadeleye hazırlanıyordu. Aklıma şimşek hızıyla o uzun mülakat gecesi geldi. Özer'in bilgisi neye dayanıyor? Kaza haberi gelmeden yarım saat önce bugünkü Radikal’de Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na bağlı İş Sağlığı ve Güvenliği Müdürü Kasım Özer’in Meclis Tuzla Komisyonu’na yaptığı açıklamalarını okumuştum. Özer, "Tersanelerde sanki facialar varmış gibi gösteriliyor... Bu iş başka nedenlerle gündeme getiriliyor, tersanelerdeki kazaların artması, işin kötü olduğundan değil, işçi sayısının son iki yılda artmasından kaynaklanıyor... Eğitimsiz işçiler yüksekten düşüp ölüyorlar" diyordu. Özer’in "fikrine" göre, köylüler tarlayı bırakıp, yirmi metreye çıktıklarında düşüveriyor, ölüveriyorlardı. Özer’in, halihazırda Tuzla Tersaneler Bölgesi’ndeki 39’u Gemi İnşa Sanayicileri Birliği’ne (GİSBİR) üye olan 48 tersane içerisinde bin ila bin 500 farklı, irili ufaklı taşeron şirkette çalışan 30-35 bin işçi hakkında nasıl bir bilgisi var? Nasıl ve ne zaman bir çalışma yapmış? Nereden biliyormuş, halihazirda Tuzla’da çalışan işçilerin çoğunun daha önce köylü olduğunu? İşçi Sağlığı İş Güvenliğinden sorumlu bir devlet kurumu müdüründen, kimin "köylü" olup kimin olmadığına dair fikir beyanı değil, temelli bilgiler beklememiz gerekmiyor mu? Tuzla Komisyonu olarak Desan Tersanesi’nde Mart ayında gerçekleştirdiğimiz bağımsız inceleme çerçevesinde ve bu tersanede çalışan taşeron işçilerin yaklaşık yüzde 17’sini kapsayan anketlerin sonucunda, tersanede çalışmadan önce tarım ile uğraşan, yani meslekten köylü olan bir adet bile işçiye rastlamamıştık. Buna karşın daha önce başka sanayilerde çalışana da (Otosan, Metalurji, Türk Henkel), 2001 kriziyle iflas edip Doğu’nun şehirlerinden göç eden eski esnafa da, eskiden hizmetler sektöründe çalışana da rastlamıştık. Bu ‘eğitimsiz’, ‘köylü’, daha doğrusu ‘eğitimsiz=köylü işçiler’ kavramı ‘doğruyu yamultma’ anlamında ‘ideolojik’ değildir de nedir? Günay Akarsu elektrikçi ustasıydı, Ruhiye’nin eşi İbrahim Levent 16 yıllık kaynak ustasıydı, o da patlamada öldü. En son Tuzla Tersaneler Bölgesi’nin en güçlüsü olan Sedef Tersanesi’nde ölen Ali İhsan Çam da deneyimli bir işçiydi. Nereden çıkıyor bu "eğitimsiz işçiler" lafı? Nereden kaynaklanıyor bu çarpıtma? Türkiye’de bir gemi inşa sanayiinin oluşmaya başladığı 1980’lerden sonra ve nitelik değiştirerek kendini tahkim ettiği 1990’lerden sonra, ticari sermayelerini sanayi sermayesine kaydıran eski armatör, yeni tersaneciler, İstanbul’a çok yakın ve fazla uzak Tuzla’da karlılık ve rekabet edebilirligi önceleyen istihdam rejimini oturtmak konusunda nispeten rahattılar. Ekonomi’nin darbe sonrası yeni dönemine doğan bu sektör, beşikten ‘esnek’ kurgulandı. ‘Normalde’ teknik uzmanlaşmayla temellendirilen ve yasaca ancak durumda cevaz verilen taşeronluk (alt işverenlik) sistemi, bir istihdam rejimi olarak köklü armatör-yeni tersaneciler tarafından Tuzla’da kurumsallaştırıldı. Esas işi yapan, esnek, krizde bırakılıp, sektör büyüdüğünde tekrar içerilecek, gemiyi yapan, işçiyi binbir parçaya bölen istihdam rejimi, ‘taşeronlar diyarı’ Tuzla oluştu. Bir seneden az bir zamanda 25’e yakın işçinin üstüste ölmesi, kamuoyu ilgisinin Tuzla’ya çekilmesi ile bu önceliklerin (karlılık ve rekabet edebilirlik) insan hayatına olan sonuçları tek mekanda, tek havzada, tek bölgede, tek sektörde görünür ve sorgulanır hale geldi. Kârlılık ve rekabet edebilirlik önceliğinin yanında, bu iş temposu yoğunlaştırılmış ağır ve tehlikeli işler dalında işçi sağlığı ve iş güvenliğine yatırım yapmak, çalışma sürelerini insani sınırlara çekmek, çalışma yoğunluğunu azaltmak, bütün bunları yapabilmek için de karların bir kısmından vazgeçmek gibi önceliklerin konuşulabilir bile olunmasına tahammül yok ne bu esnek istihdam rejimine ‘kazanılmış hak’ diye bakan işverenlerin genelinin, ne de işçi sınıfı deyince ya sadakaya, ya da gaza sarılan yeni tüccar devlet rejiminin aktörlerinin. Bazen safiyane, bazen hesaplı kitaplıca kızıyorlar gemi inşa sanayiinin karar vericileri: ‘Bir tek Tuzla’da mı kaza oluyor? Neden bir tek Tuzla öne çıkarılıyor? Neden Tuzla günah keçisi oldu?’ Tuzla neden görünür oldu? Haklılar. Makina Mühendisleri Odası’nın üç gün önce açıkladığı ve SSK verilerinin derlemesinden oluşan İş Sağlığı ve Güvenliği Raporu’nda 2006 yılında kayıtlara geçen ölümlü işkazalarının yüzde 25’i inşaat sektöründe, yüzde 10’u nakliyat sektöründe, yüzde 31’i ise ‘bilinmeyen’ kategorisindedir. Tuzla geçen Eylül ayından itibaren, seri ölümlerin bizatihi çarpıcılığı ve -eksiği fazlasıyla- Limter-İş Sendikası’nın, TMMOB, İstanbul Tabip Odası ve İşçi Sağlığı Enstitüsü’nün, sendikalar dayanışmasının, basın, öğrenciler, bazı milletvekillerinin ve akademisyenlerin çabalarıyla bu ‘bilinmeyen kategorisinden’ çıkmıştır. Görünür olmuştur. Bilinir olmuştur. Gemi inşa sektörün tek bir havzada yoğunlaşması, bu havzanın İstanbul’a yakınlığı, Kartal’dan-Tuzla’ya kadar olan hatta harıl harıl ilerlemekte olan kentsel dönüşüm projelerinin yarattığı pazarlıklar ve bugün parlamentoda temsil edilen DTP, ÖDP ve DSP dışında tüm partilerin milletvekillerinden veya yerel yöneticilerinden birinin tersane sahibi olmasının yarattığı uyanıklık bu görünülürlüğü artırmıştır. Evvelki gün Gaziosmanpaşa’daki TOKİ inşaatlarında da bir işçinin ölmesi bugünkü patlama kadar yankı getirmemiştir, evet. Bu da başlı başına bir ayrımcılıktır, evet. Fakat bu Tuzla görünülürlüğü, esnek çalıştırma, verimlilik artıran istihdam rejimi ve nemaları eşit dağılmayan ekonomik büyümenin insan hayatına, emeği ile geçinen tüm kesimlere olan etkilerini geniş kesimlerin gündemine sokmayı başardığı oranda, mekansal olarak dağınık ve daha güvencesiz şartların hükmettiği inşaat işçilerinin de dertleri konuşuluyor olmaktadır. Amaç ‘Türkiye ekonomisinin yıldızlarından gemi inşa sanayine kara çalmak, yurtdışındaki imajını zedelemek, uluslararası rakiplerinin ekmeğine yağ sürmek, vatana millete zarar vermek’ değil, sermaye esnekliğin nemalarından faydalanırken, emeği ile geçinenlerin hesaplarına ölüm, sakatlanma, meslek hastalığı, uzatılmış çalışma saatleri, düşük ücretler düştüğünü gündeme getirebilmektir. Türkiye diye bir bütün varsa eğer, yetmiş milyon vatandaşının hayatına, üstdüzey siyasal ikilemler, partiler arası dalaşmalardan daha fazla dokunan gündemleri masaya getirme çabasıdır. Önümüze atılan gündemlerin gevelenmesi refleksini terk çabası, bu vazifelendirmeyi red arzusudur. ‘Tuzla'nın, ölümlü iş kazalarının bir diğer ismi olmaya başladığı Eylül 2007’den beri ne yapıldı? Bir şey yapmakla vazifelendirilmiş devlet kurumları ve işyeri güvenliğinden mesul işveren karar-vericiler ne yaptılar? Görebildiğim tek olumlu örnekten bahsedelim: Tuzla Tersaneler Bölgesi’nde bir buçuk sene önce tersaneciliğe başlamış olan Desan Tersanesi yöneticileri, meslek örgütlerinin temsilcilerden oluşan bağımsız Tuzla Komisyonu’na kapılarını açtı. Bu komisyon, ancak orta vadede etkisini gösterecek iş güvenliği yatırımlarının, bu tekil işyeri bazında nasıl işlediğini ve işlemediği yönleri bir kaç günlük bir çalışmayla ve yüzlerce fotografla belgeledi. Bu tersanede çalışan taşeron işçileri tanımak, çalışma koşullarını anlamak için anketler yapıldı. Bu teknik ve işçilere dair sonuçlar, yönetici ve mühendis kadroya sunuldu. Bir ikinci sunum Mayıs ortasında alt kademe yöneticiler ve taşeron firma sahiplerine, bir üçüncü sunum ise taşeron işçilere verilecek. Desan Tersanesi iş güvenliğine yatırım konusundaki eksikliklerine dair iç toplantılar ve bu konuda iş bitim süresi belirlenmiş görevlendirmeler yaptı. Bu tutumuyla, meseleyi ‘baret, kemer takmayan, eğitimsiz işçi’ ekseninden çıkardı, kalıcı ve yapısal iş güvenliği yatırımlarına ve taşeron işçisini tanımaya yöneldi. Ne yazık ki bunun dışında Tuzla’daki seri ölümlere orta vadede bir son verebilecek bir adım atıldığını görmüyorum. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, basının Tuzla Tersanelerindeki ölümleri öne çıkardığı –bazı bazı bunu adli ve medyatik bir vaka haline getirip ‘Ölüm Tersaneleri’ başlıkları atmaya başladığı- dönemde, ‘medyatik’ bir atılım yaptı. Şubat sonunda üç tersaneye ‘kısmi durdurma önerisi’ getirdi. Bu ‘öneri’ basına ‘Çalışma Bakanlığı üç tersaneyi kapattı!’ diye yansıdı. Bakanlık bu haberleri tekzip etmedi. Kamuoyunun tepkisi bir nebze azaltıldı. Bu üç büyük tersane, kendilerine verilen süre içinde yüzeysel bir iki eksiği rahatça düzeltip, hiç bir şekilde üretimi durdurmadan yollarına devam ettiler. En çok ölümün olduğu çok daha kötü şartlarda işçi çalıştıran tamir tersanelerinin bahsi geçmedi. Kapatmanın neye çare olacağı düşünülüyordu, bu noktasal ‘önlem’ –eğer varolsaydı bile- hangi yapısal çözüm önerilerine bağlanacaktı, buna değinilmedi. Çalışma Bakanlığı’nın bu kararı, bu kararı basına yansıtma tarzı ve bu karara zemin teşkil eden ‘eksikler listesi’, bu süreci içinden takip eden bizlere ‘Bakanlık tribünlere oynuyor’ dedirtti. Gelelim gene Şubat ayında GİSBİR, Çalışma Bakanlığı ve Dok-Gemi-İş Sendikası tarafından imzalanan ‘Eğitim Protokolü’’ne: Tuzla’daki işçileri eğitecek eğitmenleri eğitecek bu programdan, Tuzla’daki mühendisler müstehzi bir şekilde bahsediyorlar. ‘Ankara’dan eğitimenler geliyor, Tuzla’yı bilmeden mevzuat anlatıyorlar’ diyorlar. Kazanın kaynağını ortadan kaldıracak iş güvenliği yatırımları konusunda gündem yaratmadan, bu yatırımları her işyerine göre kuruşlandırmadan, hayata geçirme sürelerini ve sorumlularını belirlemeden, sabahtan akşama ‘işçileri eğitecek eğitmenleri baret, kemer, işyerinde tehlike arzeden hususlar’ konusunda eğitim verseniz ne işe yarar? Şu ana kadar yalnıza bir adet üye tersanenin açık olduğu yapısal yatırımları yapma konusunda GİSBİR bir ortak hamle yapmadan, devletin kısıtlı iş müfettişi gücünü, niteliği ve hedef kitlesi soru işaretleri yaratan eğitimlere yönlendirmek bir ‘yanlış gündem’ dayatması değil de nedir? En son adım ilk defa dün toplanan Meclis Tuzla Araştırma Komisyonu’nun biraraya getirilmesi oldu. Bu komisyon oluşmadan önce Tuzla’daki insan hakları ihlalleri konusunu inceleyen bir altkomisyon geçen hafta içinde ön raporunu basına sundu. Tutarlı bir rapordan çok, tarafların açıklamalarını derleyen bir tutanak niteliği taşıyan bu belgenin ayrıntılı incelemesini daha sonra yapmak üzere, bu komisyonun çözüm önerilerinin evrenini tasvir edelim, bunların Tuzla’daki mevcut insan hakları ihlallerini (insanlık dışı uzun çalışma saatleri, ortaya çıkamayan meslek hastalıkları, metal tozu ile raspalama, en yeni göçle gelen işçilerin bekar odalarına fahiş fiyatlar ödemeleri, iş güvenliği yatırımlarının yapılmaması nedeniyle önlenebilir ve öngörülebilir kazalarda ardarada işçilerin ölmesi vb.) ne kadar kapsadığını siz söyleyin: ‘Tuzla Tersaneler Bölgesi’ndeki daralmayı aşmak için yeni tersane alanları tahsisi’, ‘işçilerin eğitilmesi’ ve İş Kanunu’nun altişveren ilişkilerini düzenleyen, Tuzla’daki taşeronluk pratiğini açıkça kanundışı olduğu tespitimizi dayandırdığımız ikinci maddenin İstihdam Paketi çerçevesinde değiştirilmesi...
-
Tuzla'da Yine Ölüm
Meclis Tuzla Komisyonu'na işçilerden protesto... TBMM Tuzla Tersanelerini Araştırma Komisyonu, dün TURKTER Tersanesi ziyareti sırasında TİB-DER üyesi işçiler tarafından protesto edildi. TİB-DER Başkanı, meslek örgütlerinin, tabiplerin ve hukukçuların, işçilerin iradesini hiçe sayan komisyonu tanımadıklarını bildirdi. HABER MERKEZİ Tersane İşçileri Birliği Derneği (TİB-DER), dün sabah TURKTER Tersanesi'nin gemi indirme törenine katılan TBMM Tuzla Araştırma Komisyonu üyelerini protesto etti. Milletvekillerinin TURKTER Tersanesi içinde gerçekleştirdikleri gezi sırasında protesto eylemini gerçekleştiren TİB-DER üyeleri, komisyonun varlığını tanımadıklarını, tersanelerde; içinde meslek odalarının, tabiplerin, hukukçuların ve tersane işçilerinin temsil edildiği bir komisyon kurulması taleplerini dile getirdi. TİB-DER üyesi işçiler eylemde “Patronlar sarayda işçiler mezarda”, “Çalışma Bakanı istifa”, “Katil GİSBİR hesap verecek”, “Artık ölmek istemiyoruz”, “Tersane işçisi köle değildir”, “Komisyonlarda işçi temsili istiyoruz” yazılı dövizler taşıdı. "İşçilerin iradesini hiçe sayan komisyonu tanımıyoruz" Eylemde konuşan TİB-DER Başkanı Zeynel Nihadioğlu “Komisyonu tanımıyoruz. Çünkü bu komisyon işçilerin sorunlarının çözümünden uzak olan bir komisyondur. Çünkü bu komisyon aylardır çalışıyor ama tersanelerde, Tuzla cehenneminde değişen hiçbir şey yok. İşçilerin iradesini hiçe sayan, meslek odalarının tabiplerin, hukukçuların iradesini hiçe sayan bir komisyonu tanımıyoruz” diye konuştu. Ölümler sürüyor, demeçler aynı Komisyon üyesi milletvekilleri TURKTER Tersanesi ziyareti sonrasında görüşlerini açıkladı. Komisyon başkanı AKP Milletvekili Domaç, “Tersanelerde işçilerin düzgün ve iyi koşullarda çalıştırılması gerekir” diye konuşurken, CHP İstanbul Milletvekili Bayram Meral, “Tersanelerde Anadolu'dan gelen eğitimsiz işçiler çalıştırılıyor. Bu işçilerin eğitilmesi gerek” görüşünü bildirdi. CHP Milletvekili Ali Rıza Öztürk ise, iş güvenliğinin sağlanması, işçinin de alınan önlemlere uyması gerektiğini söyledi. Öztürk, sendikaların tersanelerde özgürce örgütlenebilme yolunun açılması gerektiğini kaydetti.
-
Tuzla'da Yine Ölüm
Tuzla'da patlama: İhmal ve şaibe bir arada.... Tuzla Organize Deri Sanayi Bölgesi'nde bulunan ASC Sabun Fabrikası'nda meydana gelen patlamada bir işçi hayatını kaybetti. Haciz nedeniyle kapalı olduğu iddia edilen fabrikanın, yeniden açılmak üzere bakımı sırasında meydana gelen ihmal, "izinsiz kullanım" iddiasıyla örtbas edilmeye çalışılıyor. soL (İstanbul) AKP hükümeti, iş sağlığı ve güvenliği konusunu "istihdam paketi" içerisinde değerlendirme kararı alırken, iş kazası adı altında ihmaller can almaya devam ediyor. Tuzla Organize Deri Sanayi Bölgesi’nde bulunan Asc Sabun Fabrikası’nda oksijen tüpünün patlaması sonucu yangın çıktı. Patlamada Mehmet Alkan (26) isimli işçi olay yerinde yaşamını yitirdi. Ağır yaralanan Hasan Alkan (32) ile Engin Ertaş (25) ise olay yerine gelen ambulanslar ile Dr. Lütfi Kırdar Kartal Eğitim Araştırma Hastanesi’ne kaldırıldı. Patlamanın yaşandığı fabrikanın önüne gelen işçi yakınları olaya tepki gösterdi. Jandarmanın olayla ilgili soruşturması sürüyor. İhmalin örtbas edilmesi ihtimali kuvvetleniyor Olayın hemen ardından, ASC Sabun Fabrikası’nın TMSF’ye devredildiği için kapalı olduğu ve hurdacıların, fabrikanın deposunu izinsiz kullandığı iddiaları yayıldı. Şirket merkezinden konuyla ilgili herhangi bir açıklama yapılmazken, fabrika yakınlarında bulunanlardan, faaliyetleri durdurulan ve üzerinde haciz bulunan fabrikanın, yeniden faaliyete geçmesi için bakım çalışması yapıldığı ve patlamanın bu çalışma sırasında meydana geldiği öğrenildi.
-
SİBİRYA KAPLANLARI TEHDİT ALTINDA !
Küresel ısınma ve iklim değişikliğinin yeryüzündeki hayvan türleri üzerindeki tehdidi giderek artıyor. Çevrebilimciler şimdi de Sibirya kaplanlarının nesillerinin tükenmesi tehlikesiyle karşı karşıya olduğu konusunda uyarıyor. Sebep ise yine insan... Rusya'nın doğusunda yaklaşık 500 Sibirya kaplanı yaşıyor ama sayıları her geçen gün azalıyor.Alınan koruma önlemleriyse yeterli değil. Bir Sibirya kaplanı yaşamak için 800 kilometrekarelik ormanlık alana ihtiyaç duyuyor. Ama doğal ortamları hızla yok oluyor.Bir kaplan barınağı sahibi ise getirilen anne ve babasını kaybetmiş yavru kaplan sayısının arttığını söylüyor. Giderek ısınan ve onbinlerce yıllık buzulun eridiği Sibirya'nın ormanlarının derinliklerine doğru ilerliyoruz.Yetkililer her yıl ortalama 40 kaplanın öldürüldüğünü söylüyor. Geniş bölgeyi kaçak avlanmaya karşı sadece 70-80 kişi koruyor. Ama koruma, kaçak avlanmayı durdurmaya yetmiyor.Stanislav Fadeev, "Kaçak avlanmayı durdurmaya çalışıyoruz ama mevcut yasalar ve imkanlarla olmuyor. Şüpheli birisini yakalarsak aracını aramamız için görgü tanığımızın olması gerekiyor. Bu koca ormanda nasıl görgü tanığı bulabilirsiniz ki, mümkün değil..." dedi.Daha önce ise başarılı operasyonları yapılmış.Rus polisinin gizli kamera kullanarak yaptığı bu operasyonla kaplan ve leopar postlarını satan bir şebeke çökertilmiş.Ancak yetkilere göre kaçak avlananlar çoğu kez bu işten sıyrılabiliyor. Matthew Chance / CNN
-
TUFANBEYLİ TERMİK SANTRALİ ne dur diyelim!
Kayarcık köyü Adana ilinin Tufanbeyli ilçesine bağlı Kayarcık köyü, yaklaşık 7. ve 8. yüzyıllarında Toros dağlarının arasında küçük bir platoya kurulmuştur. Bazı söylemlerin olmasına rağmen kimler tarafından kurulduğuna dair kesin bir bilgi yoktur. Göksu çayı köyün batısından geçer. Köyün sulanabilir arazileride bu çayın kenarındadır. Halkın geçim kaynağı (Buna yaşayabilme kaynağı demek daha doğru olur!), tarım ve hayvancılığa dayalıdır. Küçükbaş hayvancılık zamanla gelişmişse de otlakların azalması ve ormanların yok edilmesine paralel olarak önemini yitirmiştir. Kayarcık köyü, kuruluşundan 1200-1300 yıl sonra, yine kendi çabaları ile, elektrik, telefon, kanalizasyon ve su problemini çözmüştür ve yolu asfalttır!.. Köyde sağlık ocağı binası olmasına rağmen köyde doktor yoktur ve sağlık hizmetleri şimdilik bir hemşire ile yürütülmektedir. Köy ilkokulunun özelliği Cumhuriyetten önce kurulmuş olmasıdır. Köy halkının okuma yazma oranı oldukça yüksektir. 1979 yılında, yine aynı köyden olan ve o dönemde Tufanbeyli ilçesinin ilköğtetim müdürü olan Veli Çakar’ın öncülüğünde ve katkıları ile ortaokul açılmıştır. Kayarcık ortaokulu, komşu köylerden gelen öğrencilerle birlikte 240 öğrenci ve 4 öğretmenle sözümona eğitim hizmetlerini sürdürmeye çalışmaktadır ve bunun adına da eğitim denmektedir. Çobanlara dahi bu kadar sayıda koyun teslim edilmezken, eğitimde öğretmen başına düşen çocuk sayısına bakın! Köyün 8km. uzağında 250 nüfuslu, 20 haneli eski adıyla Kızılcapınar, yeni adıyla Ortaoluk diye bilinen ve ilkokulu olan bir de mahallesi vardır. Çevresinde kürt köyleri de vardır. Burada yaşayan kürt köylüleri ile şimdiye kadar aralarındanda hiç bir sorun çikmamıştır. Köy halkının, özellikle 80`li yılların gençliğinin büyük çoğunluğu, Kayarcık köyüne sadece bu köy bizim köyümüzdür diyerek ya da hasret gidermek için gidip gelirler. Çünki; yaşamlarını, iş bulabildikleri büyük şehirlerde sürdürmektedirler. Geleceğinden umutsuz, hic bir devlet güvencesi ve desteği olmayan köy halkının büyük çoğunluğu, genellikle yaz aylarında, başta Adana ve Kayseri olmak üzere büyük şehirlerde; inşaatlarda, fabrikalarda veya toprak ağalarının tarlalarında, sigortasız, iş güvenliğinden ve çalışanların haklarından dahi yararlanamayan, kısacası insan haklarından yoksun mevsimlik işçi olarak çalışırlar. Adana`ya bağlı olmasına rağmen, kar yağan ve kışları soğuk olan bu köy, kış aylarında kalabalık olur. Nedeni ise, yaz aylarında şehirlerde işgüçlerini en ucuz bir biçimde satan, sömürülen köylü halkının çoğunluğu kış aylarında işsizlik nedeni ile evlerine dönmek zorunda kalırlar. Ne yazık ki, kahvehane sayısı en fazla olan köylerden birisidir bu köy. Köy insanları, zamanlarının büyük çoğunluğunu kahvehanelerde geçirirler. Bir ülkede kahvehanelerin çokluğu, o ülkenin işsizlik rakamları ile orantılıdır. Bu da yine bir devlet ayıbıdır. Kazanabildikleri üç beş kuruşu bir sonraki yaza yetebilecek şekilde titizlikle harcarlar. Yetmezse de tefecilere başvururlar. Köyümün insanları çok çalışkandır. Her zaman çalışmışlardır ve çalışırlar. Ama hiç birinin de birileri gibi trilyonları yoktur ve çocuklarını da Amerika`da okutamazlar. Sözler vardır, çok sade ve yalın. Herkesin söyleyebileceği kadar basittir ama herkesin yapamayacağı, beceremeyeceği kadar çok zor olanı ise sözlerin şiir haline getirilmesidir. Bunu da herkes yapamıyor tabi. Ama Ahmet Kutsi Tecer yapmış; Orda bir köy var uzakta, O köy bizim köyümüzdür, Gezmesek de tozmasak da, O köy bizim köyümüzdür... diye bir şiir yazmiş. Bu sözleri hemen hemen herkes bilir ve dile getirebilir fakat şiir haline getiremez. Şaiirin ve yazarın önemi ve değeri de burada ortaya çıkar. Evet; o köy bizim köyümüzdür. Unutulmuşluğuna, ezilmişliğine ve bütün olumsuzluklar ve ağır yaşam koşullarına rağmen o köy bizim köyümüzdür! Gitmesek de gelmesek de, o köy bizim köyümüzdür... /Kayarcık.net Köy muhtarı: Celalettin Yılmazcan. Muhtarın telefon numaraları: 0(322)789 20 31, cep telefonu: 0(532)592 02 89. Köyün nüfusu: 2000 yılında 1140`tır. Adana`ya uzaklığı: 205 km, Tufanbeyli`ye uzaklığı: 18 km.dir.
-
Haz alarak okudugum karma şiirler...........
VATAN HAİNİ "Nazım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ. Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz dedi Hikmet. Nazım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ." Bir Ankara gazetesinde çıktı bunlar, üç sütun üstüne, kapkara haykıran puntolarla, bir Ankara gazetesinde, fotoğrafı yanında Amiral Vilyamson'un 66 santimetre karede gülüyor, ağzı kulaklarında, Amerikan amirali Amerika, bütçemize 120 milyon lira hibe etti, 120 milyon lira. "Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz dedi Hikmet. Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ." Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, ben yurt hainiyim, ben vatan hainiyim. Vatan çiftliklerinizse, kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan, vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan, vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın, fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan, vatan tırnaklarıysa ağalarınızın, vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa, ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan, vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması, topuysa, vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan... ben vatan hainiyim. Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla: Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ... NAZIM HİKMET RAN
-
Haz alarak okudugum karma şiirler...........
HAPİSHANE ŞARKISI Burda çiçekler açmıyor, Kuşlar süzülüp uçmuyor, Yıldızlar ışık saçmıyor, Geçmiyor günler, geçmiyor. Avluda volta vururum; Kah düşünür, otururum, Türlü hayaller görürüm; Geçmiyor günler, geçmiyor. Gönülde eski sevdalar, Gözümde dereler, bağlar, Aynada hayalim ağlar, Geçmiyor günler, geçmiyor. Dışarda mevsim baharmış, Gezip dolaşanlar varmıs, Günler su gibi akarmış... Geçmiyor günler, geçmiyor. Yanımda yatan yabancı, Her sözü zehir gibi acı, Bütün dertlerin en gücü; Geçmiyor günler, geçmiyor. Sabahattin ALİ
-
Haz alarak okudugum karma şiirler...........
ALDIRMA GÖNÜL ALDIRMA Başın öne eğilmesin Aldırma gönül aldırma Ağladığın duyulmasın Aldırma gönül, aldırma Dışarda deli dalgalar Gelip duvarları yalar Seni bu sesler oyalar Aldırma gönül, aldırma Görmesen bile denizi Yukarıya çevir gözü Deniz dibidir gökyüzü Aldırma gönül, aldırma Dertlerin kalkınca şaha Bir sitem yolla Allah´a Görecek günler var daha Aldırma gönül, aldırma Kurşun ata ata biter Yollar gide gide biter Ceza yata yata biter Aldırma gönül, aldırma Sabahattin ALİ