Zıplanacak içerik

Yayamaz Kayımca

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

Yayamaz Kayımca tarafından postalanan herşey

  1. Merabaaa sevgili Rua...ben bilindik ya işte arada hastalanıyorum,ve o dönemlerde bana pc ,tv, kitap okumak yani birşeye 3 satten fazla odaklanmam yasak...bende dr dan habersis pc ye gelemiyorum ama sanıyoyum bunu yaşamımın son anına dek yapacagım da kitap okumayı yegliyorum basen 3 satti geçen okumalar yapıyorum sonu gene bana patlıyo gene hastalanıyorum ... işte böyle kısır bir döngüdür gidiyo neyse sıcacık karşılaman için sağolasın.....gerçekten burada bazı arkadaşlarla oyundada olsa bu sayfalardada olsa birkaç kelimeyi paylaşmak bana çok iyi geliyo..belkide içtenliklerini yakaladıgımdandır!!!!!!!neyseeeeeeeeeeeeeee sen çaymı istemiştin sevgili Godzi gelmeden ben senin çayınıda vereyim bişeyler atıştır yoksa o gelirse sana bişey kalmıcak al bakalım çayını....................afiyet olsun....
  2. Sen uyurken gideceğim Haberin olmayacak Uykularının dışında bir yere Düşlerin seni nereye götürürse Ben orada olabilirim Bir martının kanadına koyup gönder Sen uyurken Son defa gözlerinden öpeceğim Sen bilmeyeceksin Ben seni uyurken seveceğim Küçük zamanlar gerek bana Kalbimi soğutmama Seni de otuz günlük bir Eylül’de sevmiştim Sakın unutma Bir çocuğun avuçlarına sıkıştır özlemini Ya da yüzündeki masum gülümseyişe Ben anlarım Sen uyurken gideceğim Sesimi duymayacaksın Parmaklarımın ucunda yürüyeceğim Son kez saçlarını okşayacağım Öyle sessiz seveceğim ki seni Uyanmayacaksın…
  3. Yokluğun soğuk bir savaş gönlümde… Seni beklemekten vazgeçiyorum… Uzayan tutsaklığımda,dalgalanan esaret bayrağının altında, dökülen kanda boğuluyor gülüşlerim… Üzerine çığ düşmüş beklentilerimin hareketsizliğinde, umutlarımı birbirine çatıp duruyorum… Kalemimde ölü şairlerden hırsızlama harflerle, tekil cümleler kuruyorum acılarla uyumlu… Saçlarımda kelepçesi hükümlü rüzgar… Savruluyorum… Yine dalgın gemiler geçiyor ıslak gözlerimden… Gün yüzünü dönerken geceye,düştüğüm tepelerine yeniden tırmanıyorum, kendi mazoşist duygularımla…
  4. Herkes uyurken düşlerine,ben sevilmediğimin altını çiziyorum, parantezi bol satır aralarında… Çizdikçe çoğalıyor yalnızlığım… Yine dalgın gemiler geçiyor ıslak gözlerimden… Senin için bir dalgınlık daha tutuyorum aklımdan… Nikotine kesmiş verem kokulu odamda; (d)alıyorum bir fincan kahveyle sensizliği, kırk yıl kalasın diye hatırımda… Hüzünlü yaz(g)ılar baskı kurarken sürgün yanlarıma, tenimde unuttuğun yangınlarda ısınıyor sözlerimin sahte sahipleri… Oysa sana (k)aralamıştım tüm bildiklerimi… Kararlı yürüyüşlerde ıslıkla çalınan marşlara eşlik etmiştim, aldırmadan tel örgülerin yırtıcılığına… Yeni bir ülke kurar gibi anlatmıştım umutlarımı… Şimdi kararlı adımlarıma yılgınlık dayatan sevdanın sus işaretiyim… Kimse bilmez kederden kanayan,ağır yalnızlığımı… Acıların ağır abisi demiştin bana… Kim hesaplayabilir ki gönül kırıklarımın hacmini… Kıldan ince hasretimin keskinliği ve atomdan ağır sevdamın yok edici yakıcılığında, bir ben biliyorum gecelerin bitimsiz uzunluğunu…
  5. Yazmakla tamamlayamıyorum kendimi… Bana bile kendini anlatamamış ben’i anlatıyorum sana… Olur da anlam bulurum diye yüreğinde… Anla(ya)mıyorsun… Bu yüzden seni beklemekten vazgeçiyorum… Sus-konuş vardiyalarında,sinsi ağrılar çörekleniyor göğsümün sol cenahına… Ve duman çöküyor bu yüz duman… İçimde ayaklanan en militan duygularımı kelepçelesem; Bu aşk terörden kurtulur mu? Bu büyük yıkımdan ağrısız günler çıkarmı?…Çıkmazındayım işte!… Bu yüzden seni beklemekten vazgeçiyorum… Artık çek işvebaz bakışlarını gözlerimden… Sesini sesimin üstüne koyma…
  6. Beni seven,ösleyen herkezin olsun(çok bööö bir ifade oldu )şaka bir yana isteyen herkezin olsun bu çiçekler..................
  7. Bukadar güsel bir çekim nefis gerçekten.....Teşekkürler sevgili Dipnot...........................
  8. Ben geldimmmmmmmmmmmmmmmmmmm bukadar öslerseniz ahnada bende böyle pat diye gelirim ben herkesi ösledimmm..........
  9. Yayamaz Kayımca şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Güncel Konular
    Yolsuzluk Olayları "Sıra Bizde"ci Dinciler ve "Sol"cular "Öyleyse kapitalizm demokrasiyle nasıl uzlaşabilir? Sermayenin mutlak kudretini dolaylı yoldan yürüterek. Bunun iki ekonomik yolu vardır: 1) Doğrudan rüşvet; 2) hükümet ile hisse senetleri borsası arasında ittifak. (Bu bizim tezlerimizde ifade edilmiştir – burjuva sistemde mali-sermaye 'herhangi bir hükümete ve herhangi bir memura dilediği gibi rüşvet vererek satın alabilir!') Bir kez meta üretimi, burjuvazi ve para gücü egemen olunca, hangi hükümet, hangi demokrasi olursa olsun, (doğrudan ya da hisse senetleri borsası yoluyla) rüşvete 'ulaşabilir'." (Lenin) Her şeyin bir geçmişi, bir tarihi vardır. Hiç bir şey yoktan var olmaz, varken yok olmaz. Yolsuzluk olayları da bu "her şey"den birisidir. Bugün Deniz Feneri, "Dişli" olayı, Dengir Mir Fırat'ın "hayali ihracatı" ve "nüfuz kullanımı", AKP'li belediyelerin irili ufaklı sayısız rüşvet ve suiistimal olayları AKP'yi kuşatırken, AKP de "tencere dibin kara, seninkisi benden kara" düzeni içinde ve Tayyip Er-doğan'ın sözüyle "komünist yöntemle", yani "çamur at izi kalsın"[1*] yöntemiyle CHP'ye yönelik karşı saldırısı gündemin ilk sırasına yükseldi. Böylece "yolsuzluk olayları", bir kez daha alenen ve kamuoyunun gözleri önünde tartışılan bir konu haline gelirken, halkın genel bilgisi ve kanısı içinde "şimdi sıra bizde" mantığının dincisinden "sol"cusuna, her türden ve cinsten "kamu görevlisi"ne egemen olduğu ve bunun da kimseyi fazlaca şaşırtmadığı (bir kez daha) açığa çıkmıştır. Yakın tarihe bakıldığında, bir siyasal iktidarın sonuna gelindiğinde "yolsuzluk dos-yaları"nın ayyuka çıktığı görülür. Her "yolsuzluk dosyası"nın, bir başkasının "yolsuzluğun hesabını soracağız" sloganıyla açıldığı ve ardından "şimdi sıra bizde" mantığı içinde "hesap soracak" olanların ilk başta yolsuzluk yapmaya başladıkları da tarih kadar eskidir. 1980 sonrası Türkiye'sinde "rüşvet", Turgut Özal'ın ünlü "benim memurum işini bilir" sözleriyle meşruluk kazanmıştır. Böylece Özal'ın "orta direği" kamu görevlileri (legalist ve neo-liberal solun söylemiyle "kamu emekçileri") kütlesi, bir bütün olarak "yasal rüşvet yiyiciler" tabakasını oluşturur hale gelmişlerdir. Aynı şekilde Özal'ın "transformasyon" adını verdiği, devşirmecilik yöntemiyle, oligarşi için yeni beyinleri "sol"dan sağlama operasyonu, asıl olarak rüşvete dayandırılmıştır. Kültürel etkinliklerin "sponsorluğu"; "temiz vakıflar"dan alınan "proje fonları"; "solcu" öğretim üyelerine "vakıf üniversite-leri"nde yüksek maaşlı kürsüler tahsis edilmesi; ücretli seminer, panel ve sempozyum düzenlemeleri ve "sosyal-demokrat" belediyelerin "kültür şenlikleri", bu yeniçeri devşirme yönteminin araçları olmuştur. Eski "solcular", tüm değerleri, kendilerine sağlanan bu ve benzeri olanaklar karşılığında satışa çıkarmışlardır. Bu satışın teorisyenliğini yapanlardan Murat Belge'nin deyişi ile, "soyut bir gelecek için, somut bugünden vazgeçilemez" felsefesi, hemen hemen tüm sol unsurları etkilemiştir. Dinciler, yani şeriatçı kesim ise, "sol"un satın alınmışlığından çok daha önce, onlarca yıl öncesinden satın alınmışlardır. Menderes döneminde tarikatlara (nakşibentler, nurcular vb.) sağlanan "kolaylıklar", her türlü "vergiden muaf" cami avlularında toplanan yardımlar, birbiri ardına açılan kuran kurslarından sağlanan gelirler, "dinci" kesimin satın alınmasında kullanılan araçlar olmuştur. Tüm zamanlarda emperyalizmin ve oligarşinin "komünizme karşı mücadele"de en "temel" ve en "kararlı" müttefiki olarak ortaya çıkan şeriatçılar, I. ve II. MC hükümetleriyle "resmen" iktidar olmanın nimetlerinden yararlanırken, 12 Eylül döneminde Faysal Finans, El Baraka Türk, Rabıta vb. Suudi sermayesiyle desteklenmişlerdir. Amerikan emperyalizminin "yeşil kuşak" stratejisinin bir parçası olarak şeriatçıların Avrupa'daki, özellikle de Almanya'daki yasadışı faaliyetlerinin görmezlikten gelinerek, buralardaki Türkiyeli "dini bütün" işçilerden toplanılan bağışlar şeriatçı kesimlerin sürekli finans kaynağı haline getirilmiştir. Onlarca yılda devrimci mücadelenin yarattığı ve bir çırpıda "para"ya tedavül edilen değerler, "dinciler"in yüzyıllardır süregiden "allah korkusu olduğu için yemez"ler önyargısıyla karşı karşıya gelmiştir. Tarihi bir kez daha anımsayalım: Bugün artık bilinmeyen ve unutulmuş olan 1989 yerel seçimlerinden, 12 Eylül askeri darbesinin dokuzuncu yılında, Erdal İnönü'lü SHP birinci parti olarak çıkarken, oyların %32,8'ini almış, Ankara, İstanbul ve İzmir başta olmak üzere 652 belediye başkanlığını kazanmıştır. Aynı seçimde Özal'ın ANAP'ı %23,7, Demirel'in DYP'si %23,4 oy almışlardır.[2*] 12 Eylül askeri darbesiyle yok edildiği, silindiği, bir daha ayağa kalkamaz hale getirildiği düşünülen "sol", nasıl olmuşsa olmuş, oyların %39,3'ünü almayı başarmıştır. "Karaoğlan" Ecevit'in 1977 genel seçimlerindeki %41,3 oy oranıyla elde ettiği "büyük za-fer"den sonra, "sol" tarihinin en yüksek oy oranına ulaşmıştır. Olanlar da bundan sonra olmuştur. O güne kadar Turgut Özal tarafından tek tek satın alınan "solcu aydınlar", 1989 yerel seçim zaferiyle birlikte topyekün satınalınabilir hale gelmişlerdir. Artık "hakça bölü-şüm"den söz eden "sol" zihniyet, "şimdiye kadar onlar yedi, şimdi sıra bizde"ye dönüştürülmüştür. İlk büyük yolsuzluk olayı da 1993 yılındaki "İSKİ skandalı"yla[3*] ortaya çıkmıştır. Seçimlerde oy karşılığı ayakkabıdan tencereye kadar bir yığın rüşvetin dağıtıldığı bir ülkede, ister istemez "her şeyin mubah" olması, rüşvetin adının "bahşiş"e dönüştürülmesi doğaldır. Bu doğallık içinde, "sol", "yiyiciler sınıfı"na adını yazdırırken, "benim memurum işini bilir"in ürünü olan rüşveti olağan maaş gibi gören "kamu emekçileri" ile aralarındaki "kan uyuşmazlığı" da sona ermiştir. Artık sadece "solcu aydınlar" değil, 12 Eylül öncesinde devrimci mücadeleye şu ya da burasından karışmış olan tüm "solcular" sıraya girmiştir. Dünün "militan solcuları", şimdi belediye zabıtaları, pazarcı tezgahları ihalesi "mafyası", belediyeye ait "çay ocakları" işletmecisi olurlarken, "yönetici militanlar", eğitim ve sınıfsal köken üstünlüklerini de kullanarak belediyelerin imar komisyonlarında "işgüder" haline gelmişlerdir.DİSK'in "yasaklı" olduğu dönemde Türk-İş'i "tek işçi sınıfı sendikası" olarak sola kabul ettirten "militan sol teorisyenler" ise, Türk-İş sendikalarında "eğitim uzmanı", "danışman" statüleriyle kendilerini sürekli maaşa bağlatmışlardır.[4*] 1991 genel seçimlerinde Demirel'in DYP' sinin birinci parti olarak çıkması ve SHP'yle koalisyon hükümeti oluşturmasıyla, "sol" da yerellikten genelliğe sıçrama yapmıştır. 1993 yılındaki "İSKİ skandalı" dönüm noktası olmuştur. "Sol"cuların "şimdi sıra bizde" diyerek kamu olanaklarını kişisel çıkarlar için kullandıklarının herkes tarafından açıkça bilinir ve görünür hale gelmesiyle, "sol"un "makus talihi" de başlamıştır. O günden bugüne, hiç bir zaman "sol partiler" %39,3'lük oy oranına yaklaşamamışlardır. Ve "sol"un karşısına, "allah korkusu"yla "yiyici" olmadığı düşünülen "dinci" kesim çıkmıştır. Solun boşalttığı yerler ve yitirdiği tüm değerler "dinci" kesimlerin kazanımları ve "yükselen değerleri" haline gelmiştir. Böylece 1994 yerel seçimlerinde İstanbul belediyesi Tayyip Erdoğan'ın eline geçmiş ve "ılımlı islamcı" yetiştirme ve besleme çiftliği haline gelmiştir. Halk denilen "garibanlar" ise, "yiyorlar, ama hizmet de veriyorlar" diyerek "sağ par-tiler"in rüşvetçiliğini ve yolsuzluğunu meşrulaştırırken, "sol"un "yiyiciliği"ni lanetlerken, "dinci" kesimlerin rüşvet ve yolsuzluklarını "allah yolunda harcanan paralar" olarak meşrulaştırmıştır. "Dinciler"in tarikatlara dayanan gizli ve yeminli örgütlülükleri, "kol kırılır, yen içinde kalır" örneğine benzer biçimde rüşvet ve yolsuzlukların bireysel çıkarlar için yapılmasının üstünü örtmüştür. "İnananlar" ise, yerel ve merkezi iktidar "olanaklarının" kişisel zenginleşme aracı olarak kullanılmasını, "zekatı verildiği sürece", dine uygun ve helal olarak kabul etmiştir. "Sol"un rüşvetten verecek "zekatı" olmadığı için, "haram lokma"yı kursağından geçirdiğinden lanetlenmesi kaçınılmazdır. Bugün AKP'lilere ilişkin rüşvet ve yolsuzluk olaylarından sadece Deniz Feneri olayı, şeriatçı kesimleri ve "inananları" derinden sarsmıştır. ANAP'tan ya da DYP'den transfer edilmiş şu ya da bu AKP'linin (Dengir Mir Fırat ya da Dişli) rüşvet ve yolsuzluk olaylarına karışması, tarikat çevrelerini hiç bir biçimde etkilememektedir. Onların düşüncesine göre, bu kişiler zaten "ötekiler"dendir, çıkarları gereği AKP'li olmuşlardır. Ama Deniz Feneri, onların öz işleridir, Amerikan emperyalizminin "yeşil kuşak" stratejisinden çok daha önceleri kurdukları "saadet zinci-ri"dir. Böylece şeriatçı kesimler Deniz Feneri'yle birlikte, "aslan sosyal demokratlar"ın "İSKİ skandalı"yla içine düştükleri kırılma noktasına gelmişlerdir. Tek farkla ki, şeriatçı kesimler "takiyeci" olduklarından, "gavurdan –dinsizden– bir kıl koparmak kârdır"a inandıklarından ve özellikle de sahte belge düzenlemede uzmanlaştıklarından, "aslan sosyal demokratlar" kadar büyük bir yıkım sürecine girmekten kaçınabilme olanağına sahiptirler. Dünya Bankası tarafından planlanan ve finanse edilen "okul yardımları"nı kolayca kendi "inayetleri" gibi sunabilen "dinciler", aynı rahatlık ve pişkinlik içinde devlet bütçesinden sağlanan kaynaklarla "yoksullara kömür dağıttıklarını" herkese kabul ettirebilmişlerdir. Onların dilinde AKP'li belediyelere ya da bakanlıklara verilen rüşvet, "iftar çadırları"nın kurulmasına hizmet eden "ze-katlar"dır. Avrupa'da apartmanların bodrum katlarında oluşturulmuş olan camilerden toplanan milyarlarca lira, "inananların inananlara", "islamiyetin güçlendirilmesi" için verdiği "fitre ve zekat"tan başka bir şey değildir. Ama AKP'nin %47 oyu, sadece şeriatçıların oylarından ibaret değildir. "Medya"nın "merkez sağ seçmen" diye tanımladığı kesimler büyük bir çoğunluğu oluşturmaktadır. Bu nedenle Deniz Feneri kadar Dişli olayı, Dengir Mir Fırat'ın "uyuşturucu baronluğu" bu kesimleri etkilemektedir. Tayyip Erdoğan'ın "hitabet sanatı" olarak tanımladığı "öfke"lenmesine yol açan da bu durumdur. Tüm pişkinliklerine, tüm takiyeciliklerine ve sahte belge düzenleme yeteneklerine rağmen, "dinciler" de sistemin "adam satın alma"cılığının çarklarına kapılmışlardır. Şüphesiz, özel mülkiyete dayanan, bireysel çıkarların esas olduğu kapitalizm koşullarında rüşvet ve yolsuzluk, yani kamu olanaklarının ve kamu gücünün bireysel zenginlik için kullanılması, kapitalist sistemin doğal bir olgusudur. Ama "ideoloji" sahipleri, bu sistemin parçası haline geldikleri andan itibaren, tüm inandırıcılıklarını ve inanırlıklarını er ya da geç yitirirler. 1989 sonrasında "sol"un başına gelenler, bugün "din-ciler"in başlarının üzerinde dolaşmaktadır. Rüşvet ve yolsuzluktan arındırılmış bir sistem kurulmadığı sürece de, rüşvet ve yolsuzluklar bitmeyecektir. Alıntı..
  10. Engin Ceber, İstanbul, Sarıyer'de Bağımsızlık Demokrasi Sosyalizm İçin Yürüyüş dergisinin tanıtımını yaparken gözaltına alınmış ve tutuklanmıştı. Önce karakolda, daha sonra da tutuklu bulunduğu Metris hapishanesinde, gördüğü işkenceler sonucu beyin kanaması geçirdi. Şişli Eftal Hastanesi yoğun bakımına kaldırıldı. Orada her an beyin ölümünün gerçekleşmesi bekleniyor. Tepkileri yayınlıyoruz: ENGİN CEBER İŞKENCEYLE KATLEDİLDİ; KATİLİ AKP İKTİDARIDIR! "İşkenceye sıfır tolerans"ın olduğu ülkemizin, 5 yıldızlı otel diye gösterilen hapishanelerinden işkenceyle katledilenlerin tabutları çıkmaya devam ediyor. Engin CEBER bundan birkaç hafta önce Bağımsızlık, Demokrasi, Sosyalizm İçin YÜRÜYÜŞ Dergisinin dağıtımını yaparken dört arkadaşıyla birlikte sokak ortasında AKP polisleri tarafından işkence yapılarak, yerlerde sürüklenerek gözaltına alınmıştı. Gözaltı boyunca karakolda ağır işkenceye maruz kalmış, Özgür KARAKAYA ve Aysu BAYKAL işkence sonucu hastaneye kaldırılmışlardı. İşkence karakolla sınırlı kalmamış tutuklanarak götürüldükleri Metris Hapishanesinde de devam etmiştir. Ve günlerce devam eden işkenceler sonucu Engin CEBER beyin kanaması geçirip, kaldırıldığı hastanede hayatını kaybetti. Bundan 1 yıl öncede, yine YÜRÜYÜŞ Dergisinin dağıtımını yaparken 17 yaşında ki Ferhat GERÇEK polis tarafından sırtından vurularak felç bırakmış, olayla ilgili açılan davada ise vurana değil vurulana ağır cezalar istenmişti. Ferhat GERÇEK'e 15 yıl ceza istenirken O'nu felç bırakan polise 9 yıl ceza istenmişti. Yine ülkemizin değişik illerinde Yürüyüş Dergisinin dağıtımını yaparken birçok dergi dağıtımcısının önü polis tarafından kesildi, işkencelerle keyfice gözaltına alındılar. Bütün bu tahammülsüzlükler gerçekler anlatılmasın, AKP'nin işbirlikçi yüzü ortaya çıkarılmasın diye. Bütün bunlar AKP daha rahat sömürsün, daha rahat vatan toraklarını satsın, daha rahat efendilerine uşaklık etsin diye yapılıyor. İşte bunlar için AKP polisi gerçekleri anlatanları kurşunluyor, felç bırakıyor, gözaltına alıp işkence yapıyor, katlediyor. Çivili sopalarla Buca'da, Ümraniye'de, Ulucanlar'da işkenceyle, 19 Aralıklarda yakarak gazlarla katletmeye alışkın olanların pervasızlıklarının arkasında Susurluklarda açığa çıkan devlet gerçeği vardır. Ve bu gerçekleri anlattıkları için Engin CEBER' ler katledilmiştir. Ama tüm katliamlara, baskılara karşın gerçeklerin anlatılmasının önüne geçemeyeceklerini bir kez de bizler buradan dile getirelim. Her şeye rağmen Enginlerin, Ferhatların Yürüyüşü sürecektir.... ENGİN CEBER ÖLÜMSÜZDÜR! İNSANLIK ONURU İŞKENCEYİ YENECEK!
  11. Newroz gösterileri sırasında görüntülenen işkence olayında, Hakkari Savcılığı, 14 yaşındaki çocuğa "herhangi bir cebir veya şiddet uygulanmadığını" öne sürdü. Newroz gösterileri sırasında, sokak ortasında polis iskencesine maruz kalan Cüneyt Ertuş'a, İçişleri Bakanı'ndan sonra bir darbe de Hakkari Cumhuriyet Savcılığı'ndan geldi. Ertuş'un, gösteriler sırasında sivil polisler tarafından kolunun kırılmaya çalışıldığı görüntüleri basına yansıyınca, büyük tepki uyandırmıştı. İçişleri Bakanı Beşir Atalay, konuyla ilgisi soru önergesini TBMM'de yanıtlarken, 'işkence yapılmadı' demiş, "alınan doktor raporlarında, vücudunda yeni bir tıbbi lezyona, darp ve cebir izine rastlanılmadığı belirtilmiştir" iddiasında bulunmuştu. 14 yaşındaki Ertuş ve ailesini daha da yaralayan bu açıklama sonrası, Hakkari Cumhuriyet Savcılığı da işkenceci polisleri savunan bir karar aldı. Polisler için takipsizlik kararı veren Savcı, Ertuş'a yapılan işkence haberleri için "PKK propagandası" derken, Ertuş ailesini de olayı ranta dönüştürmekle suçladı. Savcı verdiği kararda, Ertuş'a karşı herhangi bir cebir veya şiddet uygulanmadığını da öne sürdü. Hakkari Cumhuriyet Savcılığı tarafından verilen kararda, Ertuş'la ilgili adli tıp raporunda herhangi bir darp-cebir izine rastlanmadığının söylendiğini iddia etmesi dikkat çekti. Bu iddia, adli tıp kurumunun verdiği son raporla çelişiyor. Gözaltına alınması ve cezaevine sevk işlemleri sırasında Ertuş'a 'darp-cebir ve şikayet yok' raporu verilirken, basında çıkan görüntüler ve avukatların itirazı sonucu, 31 Mart'ta yeniden yapılan adli tıp muayenesinde, Ertuş'a işkence yapıldığı belgelenmişti. Polisle birlikte adli rapor verildi Savcılık, verdiği kararda, Ertuş'un da kendisine işkence yapılmadığını beyan ettiğini söyledi. Ertuş, Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) İzmir Şubesi uzman hekimlerine, raporun verilmesi esnasında yanında bulunan polislerden korktuğu için böyle söylediğini açıkladı. TİHV, hazırladığı raporda, "Ertuş'un sağ kolunu kullanmakta zorluk çektiği ve yaşadığı işkencenin etkilerinden kurtulabilmesi için iki yıl psikolojik tedavi görmesi gerektiğini" kaydetti. Polis değil, aile ile basın suçlu Hakkari Cumhuriyet Savcılığı, verdiği kararda, işkence görüntülerini haber yapan gazetecileri PKK propagandası yapmakla ve Ertuş ailesini de işkenceyi ranta dönüştürmekle suçladı. Açıkça görüntülenen işkence olayına rağmen, kararda, "tüm bu iddiaların yapılan yasa dışı eylem ve söylemleri gölgede bırakarak, terör örgütü lehine propaganda amacı taşıdığı, olayın provoke edildiği, çeşitli görsel ve işitsel basın ve yayın kuruluşlarına kimliği belirsiz kişilerce servis yapılarak, infial uyandırma amacı güttüğü ve bu konuda da kısmen başarılı olunduğu, bunun sonucu olarak da bir çok güvenlik görevlisinin hedef gösterildiği, çeşitli basın ve yayın kuruluşlarına yayınlanan mesajlarla hedef alındığı, mağdurun ailesinin de bu olayı kullanarak kendisini mağdur gösterdiği ve bu olayın bir ranta dönüştürüldüğü" iddiaları şaşkınlık yarattı.
  12. SOKAKTA ÇALIŞAN ÇOCUKLAR DEPRESYONA DAHA YAKIN Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Sosyal Hizmetler Daire Başkanlığı bünyesinde çalışmalarını yürüten Psikolog Diyar Oğuzsoy, yaptığı araştırmada sokakta çalışan çocukların yaşadığı stresin depresyona yol açtığını belirledi... İnsanların psikolojik dengesini çok ciddi şekilde sarsan çatışma ortamı çocukları etkiliyor, yaşamlarında onarılması güç yaralar açıyor. Zorunlu göç sonucu Diyarbakır’a yerleşen ve iş piyasası dışında kalan aileler ‘çocuğu aileye maddi katkı sağlaması gereken bir birey’ olarak düşündükleri için çok sayıda çocuk sokakta çalışmaya sevk ediliyor. Psikolog Diyar Oğuzsoy’un Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi sınırları içinde 12-17 yaş arasındaki çocuklar üzerinde yaptığı araştırma, zorunlu göçün sonucu yaşanan stresli yaşamın çocuklarda depresyona yol açtığını belirledi. Oğuzsoy, sokakta çalışan 82 çocuk ile çalışmayan ve kontrol grubu olarak seçtiği 82 çocuk olmak üzere 164 çocuk ile anket yaptı. Araştırma kapsamındaki çocukların depresyon düzeylerini ortaya koyan Oğuzsoy, sokakta çalışan çocukların depresyon düzeylerinin, sokakta çalışmayan çocuklara göre daha yüksek olduğunu belirledi. GÖÇLE GELENLERİN ÇOCUKLARI DAHA ÇOK Oğuzsoy, sokakta çalışan çocukların yüzde 28’inin minimal, yüzde 22’sinin hafif, yüzde 50’sinin de orta derecede depresyon şiddeti gördüğünü söyledi. Sokakta çalışan çocuklardan hafif düzeyde depresif belirtiler görülenlerin oranının yüzde 50 olmasına dikkat çeken Oğuzsoy, sokakta çalışan çocukların göçle ilişkisi olduğunu vurguladı. Oğuzsoy, sokakta çalışanların yüzde 62.2’sinin göçle gelenlerin çocukları, yüzde 37.8’inin ise yerli olduğunu, buna karşın sokakta çalışmayanların yüzde 25.6’sının göçle gelen ailelerin çocukları, çalışmayanların yüzde 74.4’ünün ise yerli olduğunu belirtti. İSTİSMAR DEPRASYONA NEDEN OLUYOR “Sokakta çalışma zorunluluğu, çocuğu ailenin sıcak ve güvenli ortamından uzaklaştırmaktadır” diyen Oğuzsoy, sokak koşullarının kendine özgü sorunlarının bulunması ve bunlarla baş etme güçlükleri, çocuklarda depresyonu ortaya çıkaran nedenler olduğunu söyledi. “Sokakta çalışmak çocuğu birçok engelle baş başa bırakmaktadır” derken, “Kendi ve evinin geçimini sağlamak, çocukta yaşının üstünde sorumluluk alma zorunluluğunu da ortaya çıkarmaktadır. Bununla birlikte sokakta çalışan çocukların ailesi tarafından ihmal edilmeleri ve sokakta çalışmaya bağlı olarak istismara açık olmalarının bu çocukların yaşadıkları depresyonla ilişkili olabileceği kabul edilebilir” diye konuştu. GÖÇ SADECE YER DEĞİŞTİRME DEĞİLDİR Orta düzeyde depresif belirtileri bulunan 39 çocuğun göçle geldiğini buna karşın aynı durumda olan yerli çocuk sayısının ise 2 olduğunu ifade eden Oğuzsoy, “Bu göç durumu ile depresyon şiddeti arasındaki bağıntıyı açıkça ortaya koymaktadır” dedi. Göç olgusunun demografik bir süreç ya da iki mekân arasında yer değiştirme hareketi olarak görmenin yetersiz olduğuna dikkat çeken Oğuzsoy, göçün birey ve toplum üzerinde ciddi etkileri olan sosyolojik bir durum olduğunu söyledi. EKONOMİK DURUM BELİRLEYİCİ Sokakta çalışan çocukların depresif durumlarının onların sosyo-ekonomik yapıları ile doğrudan orantılı olduğunun da ortaya çıktığını ifade eden Oğuzsoy, sokakta çalışanların yüzde 62.2’sinin 300 YTL ve altında geliri olduğu, 301-600 YTL geliri olanların oranının ise yüzde 30.5 olduğunu söyledi. Sokakta çalışıp da ailesinin geliri 600 YTL ve altında olanların oranı yüzde 92.7 olarak belirlendi.
  13. İŞKENCEYE CAYDIRICI ÖNERİ TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı Zafer Üskül, son dönemde karakollarda ve cezaevlerinde yaşanan olayları çok yakından izlediklerini belirterek, bu konuda komisyonun bazı kararlar alabileceğini söyledi. Komisyon, Engin Çeber"in ölümü, Zafer Üskül"ün Mersin Özürlü Bakım ve Rehabilitasyon Merkezi Müdürlüğünde yaptığı inceleme sonucunda hazırladığı inceleme raporu ile gizli dinleme yoluyla özel haberleşmenin ihlali iddialarının araştırılmasına ilişkin hazırlanan alt komisyon raporunun da aralarında bulunduğu bazı konuları görüşmek üzere Üskül"ün başkanlığında toplandı. Üskül, ""Adalet Bakanının, Engin Çeber"in ölümüyle ilgili özür dilemesini nasıl değerlendiriyorsunuz?"" sorusuna, ""Son derece yerinde buldum"" yanıtını verdi. ""Tazminat cezalarının işkence yapanlara rücu edilmesi şeklindeki açıklamasının"" anımsatılması üzerine, Üskül, şöyle konuştu: ""Anayasanın 129. maddesinin 4. fıkrasına bir hüküm eklendi. Kamu görevlilerinin kusurlarından ötürü devletin tazminat ödemesi gerektiğinde, bu tazminatın ilgili kamu görevlisine rücu edilmesi zaten gerekli. Bu hükmün işletilmesi gerekiyor. Bunun işkence ve kötü muamele konusunda da caydırıcı bir etki yaratacağını düşünüyorum. Ama onunla sınırlı değil. Nerede bir kamu görevlisi hata yapmış ve tazminat ödenmesine neden olmuşsa, o tazminatın o kişiye rücu edilmesi doğru olur diye düşünüyorum."" Zafer Üskül, ""Bunun için yeni bir yasal düzenlemeye ihtiyaç var mı?"" sorusunu, ""Onu inceleriz. Ama Anayasanın hükmü, amir bir hüküm, hemen uygulanabilir"" şeklinde yanıtladı. MECLİS ARAŞTIRACAK Meclis’de Çeber"in ölümünü araştırmak üzere bir alt komisyon kurulması kararlaştırıldı. Çalışmalarına önümüzdeki hafta başlaması beklenen Komisyonun İstanbul Emniyet Müdürlüğü ile Metris Cezaevi"nde incelemeler yapacağı bildirildi. Alt Komisyonun hazırlayacağı rapor, İnsan Hakları Komisyonu"nda görüşülecek ve bu arada kamuoyuna da açıklanacak. *** Polis işkencesinde hatıra fotoğrafı Engİn Çeber"in İşkence ile katledilmesi sonrası, beraber tutuklanan ve bu gelişmeden sonra tahliye edilen Aysu Baykal ve Cihan Gün yaşadıkları işkence zincirini basına anlattı. Karakoldan, nezarethaneye, hastaneden Metris Cezaevi"ne kadar işkencelerden geçirildiklerini anlattan Gün, polislerin Metris"teki jandarmalara ""Bunlar terörist; askerleri öldürenler bunlar"" diyerek kendilerini hedef gösterdiğini söyledi. Parmak izlerinin alınması için Sariyer İlçe Emniyet Müdürlüğü"ne götürüldüklerini anlattan Baykal, Engin Çeber"in Özgür Karakaya ile kelepçeliyken kendisinin ise Cihan Gün ile bitişik bir biçimde kelepçelediğini o arada bir sivil polisin ortalarına geçip poz verdiğini, diğerinin ise cep telefonu ile hatıra fotoğrafı çektirerek "bunu Facebook"a koyarız" dediğini anlattı. BURASI EBU GARİB Mİ? İstanbul Barosu"nda Engin Çeber dosyasını açıklayan Halkın Hukuk Burosu avukatları, işkencenin belgelendiğini, sorumluların cezalandırılmasını istedi. Açıklamada, Çeber ile aynı gün tutuklanan ve işkenceye mağruz kalan arkadaşlarından Aysu Baykal ve Cihan Gün, 28 Eylül-7 Ekim sürecinde polis, jandarma ve cezaevinde gördükleri işkenceleri anlattı. Gün, ""Metris cezaevi"ne bizi getiren polisler jandarmalara "Bakın size ne getirdik askerleri öldürenler bular işte" diyerek jandarmaları üstümüze saldılar. Sayıma geldiklerinde kafamıza sandalyelerle vurdular. Sonradan demir çbuklarla bizi darp ettiler" şeklinde konuştu.
  14. Yayamaz Kayımca şurada cevap verdi: arman başlık Anı Defteri - Defterleri
    Evet fazlası ile hassas,nazik,saygılı ve duyarlı sevgili Birce tüm bu özeliklerin ile kal..................................... Çok alışılagelmiş bir ifade ama bana resimlendirilme tarzı çok şirin geldi........
  15. Yine sensiz bir gün sona eriyor, etrafıma bakıyorum, yoksun, yalnızım. Gerçekten bitti mi herşey, gerçekten bittimi o büyük sevdan? Geri gelmez mi o günler? Yaşadığımız o güzel günler geri gelmez mi? Gönlüm vurgun yemiş, yüreğim dayanamıyor artık, kalbim firarda, yoruldum artık, yoruldum bittim. Bu kadar mıydı, sadece bu kadar mı sürecekti bu büyük sevdamız? Oysa ne güzel hayallerimiz vardı, ne mutlu günler görecektik birlikte. Hani söz vermiştik birbirimize, ayrılmayacaktık, beraber zorluklara göğüs gelecektik... Bilemezdim bir gün gerçekten herşeyi bitireceğini, beklemedi bunu yüreğim. Ne yapsam, ne etsem boş, herşey boş, herşey küçük bir rüya gibi. Günler birbirini kovalıyor ve hiçbir şey değişmiyor, yine sensizim, yine yapayalnızım. Seni çok sevmiştim ben gözbebeğim, bu sevdamı hiçbir şey yıkamazdı, sen benim daima biricik sevdiğim olacaktın, benim olacaktın. Peki şimdi ne oldu, neden gittin? Neden kalbimi de yanında götürüp gittin, neden beni düşünmeden çekip gittin? Anılar yine geçiyor gözlerimin önünden, acı cekiyorum, özlem acısı, hasret acısı. AŞK ACISI! Artık günlerime güneş doğmuyor, yüzüm gülmeyi unuttu, hayatımdan bir can gitti. Ne olur sevdiğim kaçma benden, daha fazla acı yaşattırma, daha fazla dayanamam. Sen benim uğruna ölmek istediğimdin, canıma can katandın. Ne olur sevdiğim dinle bu feryatlarımı, ne olur sevdiğim artık tut elimi, bırakma beni! Hangi kalp seni benim ki kadar sevdi ki, hangi yürek sana canını feda etti ki? O kadar anlamsız ki günler artık, içim ebedi kışı yaşıyor, üşüyor sensiz. Aklımda hep sen varsın hep sen, gözlerim her yerde seni görüyor. O güzel gözlerine doyamadan, o masum bakışlarına doyamadan herşey bitti mi? Bitmemeli, bu büyük sevda bu kadar çabuk, bu kadar kolay bitmemeli. Gel tut elimi sevdiğim, kıyma bana daha fazla, sensiz olmuyor. Gözlerimde yaş kalmadı akıtacak, bedenimde güç kalmadı yaşayabilecek. Herşeyim dediğim sen, beni bıraktın, boşluklara terk ettin, herşeyimi aldın benden. Unutma bu yürek sensiz yapamıyor, bu kalp sensiz atmıyor, bu gönül sensiz yaşayamıyor! Gel tut elimi, canıma can kat tekrar, yüzümü yine gülücüklerle donalt, bitir bu sensizliği, son ver bu karanlık dünyama.
  16. Ölüm aslında hem her an karşımıza çıkan ya da başımıza gelebilen bir hadiseyken ona hiç alışamadığımız da bir gerçek. Alışmamak belki de daha iyi. Çünkü alışmak beraberinde kanıksamayı da getirir ki bu çok tehlikelidir bence. Ölümlere duyarsızlaşmaktan korkmalıyız ama onu da büyük bir olgunlukla karşılamalıyız düşüncesindeyim. Türkiye olarak ölümlere en duyarsız ülkeyiz kanımca. Artık bayram tatili demek yeni canların gitmesi demek. Bir uçak düştüğünde ölen insan sayısı kadar canı tatillerde trafikte veriyoruz. Ve işin kötüsü bu haber artık ekonomi haberlerinden bile sonra verilir hale geldi. 3 çocuğuyla sele kapılıp hayatını kaybeden işadamımızın ve o ailenin tek hayatta kalan 13 yaşındaki ferdi de şehit haberlerin arasına karıştı, belki - bunu üzülerek söylüyorum- çok önemli de bulunmadı basında ve halk arasında. Duygu dejenerasyonu diye bir kavram var mı bilmiyorum ama yaşadığımız şey şu an tam olarak bu. 1 milyarın üzerinde nüfusu olduğu halde bebek mamasından zehirlenen bebekler Çin ve tüm dünya medyasında yer bulmuş, günlerce konuşulmuşken İzmir'de yeni doğan 13 bebeğin vefatı yine ikinci planda kaldı. Birer ikişer aldığımız şehit haberleri de aynı durumda. Her anahaberde bir şehit cenazesi görüyoruz ve maalesef normal birşey duymuşuz gibi tepkisiz sıradaki habere geçiyoruz. Aslında teker teker incelendiğinde ne dramlar içerdiğini görebileceğiz bu olayların. Belki de artık doyduk ölüm haberlerine. Sıradanlaştı bizim için. Ancak onları yaşayan aileler, sevdiklerinden ayrılanlar için ne diyeceğiz. Kuru bir başın sağ olsun herhalde. Bu taziye cümlesini de sevmiyorum. "Başın sağ olsun?" Ne demek ki bu? Yani "giden gitti ama bak en azından sen sağlamsın, yaşıyorsun, bunun için sevin" manasına gelmiyor mu? Bu cümleyi kurduğunuz insan için acaba bunu söylemeniz çok mu önemli? Bence hiç değil. Aktütün karakolu yapılan kalleş saldırı sonucu şehit olan 17 şehidimizin haberi ulaştıktan bir gün sonra otobüsle Sivas'a gidiyordum. Sabah olmuş ve artık şehre gelmemize az kalmıştı. Otobüsün televizyonundan haberler ve tabii ki şehitlerimizle ilgili haberler veriliyordu. Şehitlerimizin isimleri okunurken bir kaç koltuk önümde kucağında bir yaşlarında bir çocuk olan genç bir kadın çığlık atmaya ve ağlamaya başladı. Ne olduğunu sabah mahmurluğuyla ilk başta anlamasak da çok geçmeden öğrendik. Aslında bir otobüs dolusu insanla aynı anda öğrendi bu genç kadın ağabeyinin Aktütün şehitlerinden olduğunu. Sivas da bir şehit vermişti ve bu genç kadının ağabeyiydi. Gözyaşları arasında bir kaç söz döküldü ağzından. - "Abim, abim Bahattin benim abim..." Ailesi onu çağırırken babasının hastalandığını acil gelmesini söylemişler. Acı haberi gidince öğrenecekti ama haberler daha hızlı davrandı. Tüm gün hatta tüm hafta etkisinde kaldığım böyle acı olaylar hiç yaşamamamız, evlere böyle üzüntülerin girmemesini diliyorum. Alıntı...................
  17. Yayamaz Kayımca şurada bir başlık gönderdi: Öykü Forumu
    Efsane Wimbledon tenis oyuncusu Arthur Ashe AIDS'den ölmekteydi. Dünyanın her kösesindeki hayranlarından mektuplar yagmaktaydı. Bunlardan bir tanesi şöyle soruyordu: "Neden Tanrı böylesine kötü bir hastalık için seni seçti?" Arthur Ashe buna şu cevabı verdi: "Tüm dünyada 50 milyon çocuk tenis oynamaya başlar, 5 milyonu tenis oynamayı ögrenir, 500,000'i profesyonel tenisi ögrenir, 50,000'i yarışmalara girer, 5,000'i büyük turnuvalara erişir, 50'si Wimbledon'a kadar gelir, 4'ü yarı finale, 2'si finale kalır. Elimde sampiyonluk kupasını tutarken Tanrı'ya "Neden ben?" diye hiç sormadım. Ve bugün sancı çekerken, Tanrı'ya "Niye ben?" mi demeliyim?" Mutluluk insanı tatlı yapar. Zorluklar güçlü yapar, Hüzün ise insan yapar, Yenilgi mütevazi yapar, Başarı insanı ışıldatır ama yalnız Tanrı yolumuza devam etmemizi saglar. Tanrı'ya asla "Niye ben?" diye sormayın... Ne olacaksa olacak. O'nun kendine has usulleri vardır. Her sey insanın kendi iyiliği için olur. İnancınızı koruyun.
  18. Kendimi bilmediğim bir sona hazırlıyorum. Tüm uğraşlar çabalar bunun için. Korkuyorum neyden korktuğumu bilemeden, ürküyorum. Hasret çekiyorum neye hasretim bilemeden, özlüyorum. Ve yaşıyorum ne için yaşadığımı bilemeden!! Öylesine bir hayat işte benimki.. tek başına tüm umutlardan mutluluklardan uzak. Sürekli bir şeylerden kaçıyor hissetmediğim duygular adına çaba veriyorum. Herkesi her şeyi geride bırakarak arkamı dönüp uzaklaşmak istiyorum yalnız çaresiz… yıldım artık kendime mücadelemden. Pes ettim!! Sensiz geçen yıllarım vardı ya hani, hiçbir şey acıtamamıştı beni bu denli. Yine yalnız yine umutsuz ve yine çaresizdim ben. Eksiktin ama kimdin ki sen. Umursamıyordum bile. Kim olduğunu bilmediğim halde kaçıyordum senden. Yasamadan anlamak öyle zormuş ki meğer.. ve sen karşıma çıktın yeniden. İlk günlerde mutluydum bende. Mutluyum diyordum her önüme gelene onca yıldan sonra bende mutluyum. Herkese her şeye tüm yaşanmışlara rağmen mutluydum. Yavaş yavaş anladım senin için hiçbir şey ifade etmediğimi.. ve başlamalıydı artık mücadelem. Ne kadar zor olsa da senden vazgeçmeliydim. Gecelerce günlerce ağladım ama başaramadım senden bir adım dahi uzaklaşamadım. Ve hep bir gün senin baskasına aşık olacağından korkarak yaşadım. Hep bu sondan kaçındım. Ve gördüm işte. Sen başkasına aşıktın. Ben sana sen ona.. hayat değil mi işte? bu aşamadan sonra bitmeliydin benim için uzaklaşmalıydım senden çıkmalıydın hayatımdan. Gözlerine baktıkça daha çok acıyordu içim. Senden nefret ediyorum diye haykırmak istiyordum gözlerine bakarak.. sonra da saatlerce omzunda hıçkıra hıçkıra ağlamak. Sürekli düşündüm beni sana çeken ne diye. Hiç bir şey bulamadım belki de bu yüzden bu kadar çok seviyordum seni. Ve gözyaşlarımla süslediğim bu yazım senin içindi. Artık başardım sen bittin benim için. BİTTİN!! ELVEDA yaşam sebebim… Alıntı...........
  19. Okumaya başaldıgımda diger yazılarıda okudugumdan kendimi duygusal olarak hazırlamıştım sanki.......sonuna dogru annesinin yıkılması ,üzülmesi beni lanet olmasın v.s ifadeleri yüksek sesle ifade etmeme neden oldu...ama son ifadeler sulu gözlü oldugumu ortaya koydu........yüreginize,emeginize saglık
  20. Sevgili Gloria...................................güsel yürek..............
  21. Sonunu bildigim hayat oyunlarına tutanak yazdım yine…. Payıma düsen ihanetleri aklamak,yazgımı teselli etmek düstü yine bana.. Ben gittim,ben çizdim isminin üstünü…. Yalnızlık duragının istasyon şefi,kalbime, Ben verdim emiri,ben istedim sonu görmeyi… Bitecek bir şeydi biliyorduk,,,,, Korkuyorduk biçilmiş sonları giyinmeyi, Umursamıyorduk,mutluyduk…. Güçlüydük,sözüm ona cesurduk her ikimizde… Ne çok sözler veriyorduk,gidecegimizi hesaba katmadan günün birinde… Yalanlar söylüyorduk,pembe yalanlar…. Düşler kuruyorduk,gelecek adına… Kucagımıza alacaktık kızımızı dört yıl sonra …. Sen öyle çok kaptırmıştın ki kendini…. İnanıyordun anlattıgın masallara,benim gibi… Bir gün gideceksin dedim, Asla,gidecek biri varsa o ben degil sen olacaksın dedin, digerleri gibi… Her güzel şey bitmeye mahkumdu aslında, Kavuşamayacaktık,yazdıgımız mutlu masalda…. Gerçek günün birinde dikilince karşımıza, Sert bir yumrukla,dagildik… Anladık ki, Bitmeye Mahkum bir aşkın can damarının kesilme vakti… Sen suçu bana yıkmaya,kendini haklı çıkarmaya çalıştıkça… Anladım ki, Hayatımda ki tüm hikayelerin sonu aynı bitiyor.. Biten bir aşkın can damarını kestim ben… Sense, susarak ugurladın beni senden…
  22. Selam hala bana komacan bir masa yemek hazırlıcak olan sevgili melek............................arkadaşlıgınla kal damamı
  23. Önce geçmiş olsun Deniz kızı...suratınla alaka ne?diş agrısı mı yoksa?umayım degildir berbat bişey ya bu saate agır bişey yeme bak ne yaptım .......afiyet olsun....
  24. Heppp iyi olmaya çalış tamamı............................... Yaşanmıyor işte;insan hapşırdığında dahi yanında”çok yaşa”diyen biri olmadımı yaşanmıyor…
  25. Sevginle kal................................... ÖĞRENEN KİŞİ Önce kumun üzerine kurdum, sonra kayanın. Hiçbir şeyin üzerine kurmadım artık çökünce kaya. Sonra yeniden kurdum sık sık kum ve kayanın üzerine. Öğrenmiştim ama. Kendilerine güvenip de mektubu verdiklerim çöpe attılar onu. Ama hiç önemsemediklerim bulup geri getirdiler bana. Öğrendim böylece. Yapılmadı buyurduklarım. Gelince gördüm ki yanlışmış. Yapılmıştı doğru olan. Bir şey öğrendim bundan da. Eski yaralar acır soğuklarda. Ben sık sık şöyle derim ama: Yalnız mezarın hiçbir şeyi olmayacak bana öğretecek. BERTOLT BRECHT

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.