Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Senyour

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    975
  • Katılım

  • Son Ziyaret

  • Lider Olduğu Günler

    1

Senyour tarafından postalanan herşey

  1. Senyour

    Ankara Öğrenci olmak...

    1)yeni başlayanlar için ankara aştidir. 2)soğuğun içine işlediği anda başını kaldırıp etrafta denizi aramaz isen kolay alışırsın.ankara da deniz yoktur. deniz kenarında bir kentte bir şekilde bulunmuşsan,denizi seviyorsan, ankara yı kısa vadede sevemeyeceksin, hiç kasma. yine de çeneni kapa 3)ankara iyi güzel de denizi yok abi bea kabilinden düşüncelerini kendine sakla,bu muhabbetleri defalarca kez duymuş olan ankaralılar pek sevencen davranmazlar,sıcak yaklaşmazlar. baygınlık verirsiniz. yapmayın etmeyin gözünüzü seveyim. 4)ankara yı istanbul ile, izmir ile kıyaslamaya kalkmayın, bu da sevilmez,hele izmir karşılaştırması tiksinti yaratır. yok kordon vardı yok çiğdem vardı bilmemne..gölbaşı nda denize dökerler adamı allahama.. 5)ankara da kış soğuk geçer. rüzgarı keser, ayazı süründürür. kalın giyinin,bere ve eldiven edinin; öğlen dışarı çıkıyorsanız ve geç saatlerde dışarda bulunmanız gerekecekse havaya aldanmayın.coğrafya dersinde karasal iklim için neler söyler dinizonları hatırlayın. ya da en iyisi bir gece iliklerinize kadar üşüyün, sonra gece-gündüz sıcaklığı arasındaki büyük farklı anlayın. 6)çinçin mahallesi denilen yere gece gitmeyin. gündüz de gitmeyin. illa gidecemben gezerim görürüm hoplarım zıplarım diyorsanız, en fiyakalı, en pahalı giysilerinizi giyin, telefonunuzu boynunuza asın öle gidin. 7)ankara da deniz yoktur. alışın 8)elektronik malzeme, korsan cd falan arıyorsanız Kızılay da vakit kaybetmeyin,teknosa arayıp kazık yemeyin, maltepe pazarı nı öğrenin(yıktılar artık yok). ben öğrenciyim abi sözünü motto bilin, her alışverişte işe yarar. 8)öğrenciyseniz, kendi evinizde kalacaksanız, bir şekilde itfaiye meydanı na gidin, dibine kadar araştırın, az parayla süper ev nasıl döşenir görün. ya da beni çağırın göstereyim. 9)atakule de bir halt yok, boşuna meraklanmayın, çankaya ya sırf atakule için tırmanmayın.ha eğer ben illa bozkır manzarası görecem edecem diyip de gidecekseniz, hemen aşağıdaki botanik parkına da uğrayın. 10)ankara da deniz yoktur. deniz aramayın. 11)metro ya girin, kaybolun, ama alışveriş yapmayın. 12)odtü, bilkent, hacettepe yahut başkent üniversitesi öğrencisi otobüs ve servisi tercih edin. eskişehir yolunun her sabah yaşadığı tıkanıkta tuzunuz bulunmasın. sizin yüzünüzden sınava geç kalmayayım. lütfen. 13)banliyo trenleri güvenlidir, çekinmeyin kullanın. 14)sincanlı ezik büzük gençlerle muhatap olmayın. 15)kaybolursanız kimseye asla ve kat a yol sormayın.sorduğunuz her yüz kişiden kırkı gitmemeniz gereken yönü, otuzu bambaşka bir tarafı gösterir, kalan otuz da bilmiyorum abi ben buraların yabancısıyım der.karanfil sokak ta sağlık bakanlığı nerede diye sorarsınız, adamı kocatepe camii ne çıkarırlar, yapmadıkları şey değildir.harita edinin. 16)odtü lü değilseniz, odtü kampüsüne girmeniz, ısrarcı iseniz, risk alın ve güvenpark tan kalkan odtü minibüslerinden birine binin, kampüse girişte kimlik soran görevli minibüse girdiğinde, kendinizden emin bir şekilde adamın gözlerine sen benimkim olduğumu biliyor musun bakışı atın. işe yarayabilir. (sonrası gelen düzenleme: ne yaparsanız yapın, gerekirse ormana dalın girin ama kimlik diye topkek ambalajı, kupa sekizlisi göstermeyin) 17)ankara da deniz yok. yok ulan işte, yok! 18)ulus pek sevilen bir yer değildir. eski meclis binasının burada bulunmasıulus u güzel kılmaz. zamanla göreceksiniz ki, ulus u hiçbir şey güzel kılmaz, kılamaz;olabilemez. ulus tan ve arka sokaklarından uzak durun. 19)en popüler buluşma mekanları olan kızılay gima yı ve dost kitabevini ni öğrenin. 20) tunalı hilmi caddesi demeyin. ankaralılar -muhtemelen hilmi nin güzel bir isim olmadığını düşünüyor olduklarından direkman tunalı derler. siz de tunalı diyin. 21)ankaragücü taraftarı çirkef ve kalabalık, gençlerbirliği taraftarı az sayıda ve enteldir. kalabalık bir ankaragücü taraftar grubu görürseniz sakının. laf atarlarsa karşılık vermeyin.tek kişi bile olsa, iki dakika içersinde sürüyle adam toplayıp peşinizden koşturabilir. büyükşehir belediyespor un taraftarı yoktur, olduğunu iddia eden olursa gülün geçin. nanik yapın. 22)"boş yere ağlama, kalbini bağlama, ankara kızlarına" şarkısını öğrenin, sık sık söyleyin. 23)ankara da en güzel mevsim sonbahardır. tadını çıkarın. 24)trafikte taş düşemez ama milletvekili çıkabilir. kırmızı ışıkta sizi bekletebilir. hazırlıklı olun. 25)gazi üniversitesi nin iibf dışındaki bir fakültesine gidecekseniz temkinli olun, eli tespihli takım elbiseli tiplerle saçınız, sakalınız, küpeniz üzerine bir konuşma yapmaya hazır olun. adamlarla papaz olmayın. 26)gece ondan on birden sonra sokaklarda kimseciklerin kalmaması normaldir,kimyasal bomba neyin atılmamış, insanlar sığınağa kaçarcasına bir anda ortalıktan kaybolmamışlardır, olağan bir durumdur bu. sakin olun, panik yapmayın. 27)cadde ortasında düğün dernek görürsen şaşırma, bilmediğin ankara havalarındada oynama 28)nerde olursanız olun aşağıya doğru indiğinizde kızılaya çıkarsınız. Pek çok yere yürüyerek gidebilirsiniz, kaybolmak gibi bir şansınız yoktur, bunu unutmayın. "aha nerdeyim lan ben?"dediğinizde ulustasınızdır, panik yapmaya gerek yok, bentderesine doğru gitmediğinizden emin olduktan sonra, hızla metroya ulaşabilirsiniz, üzelerin biraz aşağısındadır. büyük tiyatroyu sorup, entel görünümüne girmeyin, itfaiyeciler çarsını sorun, kimse sizi kandırmasın. samanpazarı da olabilir. ulus dışında ankarada hiçbir yerde absürd bir durumla karşılaşmazsınız. 29)etrafınızda, gözünüzü nereye çevirdiyseniz bir robocpa çarptıysa kızılaydasınız demektir., eylem yapılacak anlamındadır bu. korkmayın. yine, bir avuç eylemci için 4 otobüs robocop, çevik kuvvet inmiştir. bu kadar polisi nereye göndersin kardeşim bu devlet?! mantığıyla öyle bakınır dururlar o polisler. 30)ssk işhanı ve sakarya alkol mekanlarıdır. en berrbat birahenlerden tutun meyhane ve club ortamlarının hepsi vardır oralarda. 31)ankarada güz bambaşkadır. özellikle, kalabalığı seviyorsanız, yüksel caddesinde, tenhalığı seviyorsanız, bahçeli 7. cadde hariç her caddesinde ve tandoğanın ara sokaklarında turlarsanız, bir aylığına bu şehri sevebilirsiniz belki. 32)onun dışında bürokrasi hemen her zman kendisini hissettirir de bir tek sakarya caddesine uğramaz gibi gelir bana. 33)ankara melankoliktir, ekim güzeldir. 34)ankaraya geldik laila ya gidelim diye gazlara geldiyseniz 1 şişe viski için 300 milyon, bir bira için 20 milyon gibi fiyatlara hazırlıklı olun. 35)armada ile migros alışveriş merkezi eşittir ama migros alışveriş merkezi biraz daha eşittir. 36)bilkente yolunuz düşerse marakesh e uğrayın. 37)metroya binerken her zaman ve her zaman, mutlaka inenlere yol verin. inen ve binenlerin toplu çemkirmelerine maruz kalmayın. 38)metro ve ankaray karıştırmayın.ikisi de kızılay da kesişir; ankaray aşti ye gider, metro ise akköprü* ve batıkent tarafına. 39)kar-buz çok olur lütfen dikkatli adımlarla yürüyün. 40)ankaradaki yürüyen merdiven adabında acelesi olmayan vatandaş sağda dursun diyebir kural yoktur. yürüyen merdivene binecekseniz durun zira merdiven zatensizin için yürümektedir. 41)kavaklıdere, ayrancı mevkilerine belediye otobüslerine bindiğinizde fark edeceksiniz ki otobüsün yaş ortalaması 65-70 civarlarındadır.korkmayın takım elbiselerle otobüsebinmenize gerek yok herkes öyle biniyor diye. 42)genelkurmay önünde ayakkabınızı bağlamak üzere durmayın. makinalı tüfek doğrultuyorlar. 43)hocam"a alışın, bu lafı duyunca kendinizi hoca gibi hissetmeyin. bir ankara klasiğidir, özellikle üniversite kampüslerinde güvenlik görevlileri öğrencilere, taksi şoförleri güvenliğe, büfeciler büfecilere, kısaca herkes herkese hocam der. ayrıca taksi şoförü üniversiteli olduğunuzu anladığı anda hocam diye hitap eder size. hoca değilsiniz, ankaralısınız. 44)eğer yere tükürür veya otobüste yellenirseniz kimse birşey demez, ama ters yöne girerseniz ya da yanlışlıkla metronun inme >platformundan binerseniz (ki ankaray dan metro ya geçecekseniz tüm oklar inme platformunu gösteriyor)küfür yersiniz. garip prensipleri olan bir şehirdir. 45)dost deyince konur sokak taki dost kitabevi değil, karanfil deki anlaşılmalı.aman ha, arkadaşınızı fıtık edersiniz sonra yanlış yerde bekleyip. 46)aoç belediye başkanının insafına bırakıldı ya da bırakılması kuvvetle muhtemel.bozulmadan son bir kez gidip görün. kokoreç yiyin. şençam köftesinden tırtıklayın.dondurma tüketin. çiçekçileri gezin. 47)radyo odtü çok hoş bir kanaldır. frekansı 103.1 dir. haftaiçi sabahları modern sabahlar olur güzeldir. 48)harikalar diyarı, zart zurt gölü ankaranın tarihi yerleri değildir. aldanmayın. 49)odtüden bahçeliye giderkenki yolun ortasındaki gökkuşağı adlı yapının ne ayak olduğunu sormayın boşuna. bilene rastlamadım. 50)izmirliler, istanbullular diğer bütün vatandaşlar gibi kardeşimizdir ama gelip de"buranın denizi yok, akşamları dolmuş olmuyor, istanbulun gözünü seveyim,ne modern şehirmiş meğer "bik bik bik" diye trip atanlar sevilmezler pek. yoksa istanbul, izmir şahane şehirlerdir itirazımız yok. 51)kızılaydaki yapı kredi binasındaki leyleklerin niye birinin yan yan farklı frekanslarda çırparak uçtuğu üzerine kafa yormayın. biz yorduk yararını görmedik.
  2. Türkiye Cumhuriyeti Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin, PKK tarafından kaçırılan ve sonra bazı girişimlerle serbest bırakılan askerlerin kurtulduklarına sevinemediğini söylemiş, ölselerdi de rehin düşmeselerdi demeye getirmiştir. Şahin Bakan’ın son derece münasebetsiz sözleri karşısında dili tutulan Genç Siviller olarak bilgi edinme hakkımızı kullanıyor, Adalet Bakanlığı’na aşağıdaki sorularımızı yöneltiyoruz."Adalet Bakanı Sayın Mehmet Ali Şahin'in kayıp askerlerle ilgili açıklamasını okudum. Uzun ve mutlu bir yaşam sürmek isteyen sağlıklı bir yurttaş olarak Sayın Adalet Bakanı'nın patolojik bir sorun olan nekrofilya (ölüsevici) eğilimleri olup olmadığı bilgisini tarafıma iletmenizi bilgilerinize arz ederim." "Adalet Bakanı Sayın Mehmet Ali Şahin'in kayıp askerlerle ilgili açıklamasını okudum. Sayın Bakanın ŞAHİN soyadını alma sebebini ve kaç nesildir soyadının şahin olduğu bilgisini bakanlığınızdan talep ediyorum." "Adalet Bakanı Sayın Mehmet Ali Şahin'in kayıp askerlerle ilgili açıklamasını okudum. Daha önceki bakan Cemil Çiçek'in de benzer açıklamaları olmaktaydı. Ödediğim vergilerle çalışmalarını sürdüren bu bakanlığın makam koltuğuna oturanlarda şoven eğilimler görülmesine neden olan bir manyetik alan ya da büyü olup olmadığı bilgisini sizden rica ediyorum" "Adalet Bakanı Sayın Mehmet Ali Şahin'in kayıp askerlerle ilgili açıklamasını okudum. Türk askeri etten kemikten değil midir? Türkler esir alınamaz, ancak ölü ele geçirilebilirler mi demek istemektedir.” "Adalet Bakanı Sayın Mehmet Ali Şahin'in kayıp askerlerle ilgili açıklamasını okudum. Kendisi böyle bir durumda kalsa intihar mı ederdi, eğer bunu beceremezse kurtulduktan sonra intihar etmeyi tekrar düşünür müydü?” "Adalet Bakanı Sayın Mehmet Ali Şahin'in kayıp askerlerle ilgili açıklamasını okudum. Kendisi sevinememiş ama, 8 askerin aileleri "ne yazık ki" oğullarına kavuşmanın sevincini yaşıyorlar. Bu durumda, ailelere de vatana ihanetten soruşturma açmayı düşünüyor musunuz?” "Adalet Bakanı Sayın Mehmet Ali Şahin'in kayıp askerlerle ilgili açıklamasını okudum. PKK ile çarpışan askerlerimize esir düştükleri taktirde harakiriyi nasıl yapacakları konusunda eğitim veriliyor mu? Eğer etrafları çevrilmiş durumda iken mermileri de bitmiş ise ne şekilde intihar edebilirler. Bunun için yanlarında kama, zehir, ip gibi intihar araçları mevcut mudur?” “Adalet Bakanı Sayın Mehmet Ali Şahin'in kayıp askerlerle ilgili açıklamasını okudum. Bu açıklamayla annelerin gözyaşlarına bakmayan bir bakan olduğunu gösterdi. Sayın bakan etrafına buz gibi bakarken ‘adalet’ e nasıl bakar? İstifa etmezse en azından eskisi gibi spordan sorumlu ‘devlete bakan’ olmak ister mi? gerekli bilgiyi tarafınızdan rica ediyorum.” “Adalet Bakanı Sayın Mehmet Ali Şahin'in kayıp askerlerle ilgili açıklamasını okudum. Evlatlarına kavuşan insanların gözünün içine baka baka ölümü bu kadar fütursuzca savunabilen bir adalet bakanının dağıtacağı adaletten KORUNABİLMEK için hangi makama baş vurmamız gerekmektedir?” Adalet Bakanı Sayın Mehmet Ali Şahin'in kayıp askerlerle ilgili açıklamasını okudum. Acaba adalet sistemimizin PKK’dan daha acımasız olacağını düşündüğü için mi keşke ölselerdi demeye getirdi. Bilgilerinize arz ederim.” "Adalet Bakanı Sayın Mehmet Ali Şahin'in kayıp askerlerle ilgili açıklamasını okudum. Sayın bakan, kaçırılan askerler eve dönüş yasasından faydalanabilecek midir?" www.gencsiviller.com dan alıntıdır........
  3. Senyour

    Yalnızlığa alışmalı...

    Bavulları hep toplu durmalı insanın... Bir gün telefonların hiç çalmayabileceği hesaplanmalı... Tül perde arkasından misafir yolu gözlemekten vaz­geçmeli... İhanetlere, terkedilmelere, bir başına bırakılmalara hazırlıklı olmalı... Yalnızlığa alışmalı... * * * Çünkü "omuz omuza" günlerin vakti geçti. Dayanışma... günümüz borsasının değer kaybeden hisse senet­lerinden biri artık... Bireyin keşif çağı, geride kı­rık dökük yalnızlıklar bıraktı. Terörün bile bireyselleştiği çağdayız. Zaman, birlikten kuvvet doğurma zamanı değil; zaman, tek başına dimdik ayakta kalabilmeyi becerme zamanıdır. * * * İşte o yüzden alışmalı yalnız­lığa... Sokaklar dolusu ıssızlıkla başbaşa yaşamayı göze almalı insan... Güvendiği dağlardaki karlara bakıp ders çıkarmalı... Hüzünlü bir şarkıyla paylaşı­lan gecelerde başım dayayacak bir omuz arama huylarından vazgeçmeli... Sofrada tek tabağa, tabakta az yemeğe alışmalı... Romanlardan yalnızlığı yücelten paragraflar asmalı evin en görünür duvarlarına... "Yalnızlık paylaşılmaz/ Paylaşmılsa yalnızlık olmaz" dizeleriyle başlamalı güne... Telesekretere "şu anda size cevap verebilecek kim­se yok" denmeli, "... belki de hiçbir zaman olmaya­cak..." Cevapsızlığa, sessizliğe ısınmalı... * * * Oysa sessizlik haksızlığa alkıştır. Haklılığın onuru yaşatır insanı... Susmanın utancı öldürür. O yüzden en sessiz gecelerde ''doğruydu, yaptım"la teselli bulmalı insan... Feryada komşuların yetişmemesine, soğuk duvar diplerinde sessizce ağlaşmaya alışmalı... Kendiyle he­saplaşmaya çalışmalı... Gece yastıkla ağlaşmaya, sabah aynayla gülüşmeye, kendiyle hüzünlenip, kendiyle keyiflenmeye hazır ol­malı... Hep başını alıp gidebilecek kadar cesur, ama hep kalıp savaşacakmış kadar gözüpek olabilmeli... Sessizliği, sese dönüştürebilmeli... * * * Ve sırt çantasını her daim hazır tutmalı insan... Yollarla barışmalı... Yalnızlığa alışmalı... Can Dündar...
  4. Senyour

    ALT KİMLİĞİM – ÜST KİMLİĞİM

    İnsanları sevmiyorum. Her hareketlerini kuşkuyla izliyorum. Bencil olduklarını biliyorum, kendi yararları için, benim zararımı istediklerine eminim. Bu duygu içinde yaşadığımı, ikinci defa birisine ifade ediyorum. İnsanlar (Çevremdekiler) bu düşüncemden habersizler. Onlara belli etmemek için ne gerekirse yapıyorum ve yapmaya devam edeceğim. Yüzümde sabit bir tebessüm maskesi ile dolaşmam gerektiği konusunda saplantım oluştu. Gördüğüm her kişiye tebessümle baktığım için, bazı bayanların refakatlerindeki erkeklerden dayak yediğim bile oldu. “Benim yanımdaki kadına, nasıl tebessüm edersin lann” Benimle dost olanlar bile, gizli düşmanlığımın farkında değiller, bu bir savaş ve niyetlerimi belirtme zamanı gelmedi. Siz, doktorsunuz, neydi o adamcağızın adı? Hah, hatırladım “Herodot”, yok o değildii, tamam “Hipokrat” yemininiz var ya, konuştuklarımızı açıklamazsınız, değil mi? Aslında, size niye geldiğimi bile tam bilmiyorum. Birine söylemesem çatlayacaktım, sebep bu olmalı. Psikolojik danışmanlık, bu tür ihtiyaçlar için bulunmaz nimet. Hıristiyan olsaydım size gelmezdim. Birkaç defa kiliseye gittim ve günah çıkardım. Papaz efendi, sessizce dinledi ve “siz, patolojik bir vakasınız” dedi. Nedenini sorduğumda bir açıklamadan ziyade, baştan savma bir tezle cevap verdi.”siz, içinizdekileri açık yüreklilikle paylaşanlardansınız”. Oysa, düşüncelerimi dinleyecek birine ihtiyacım vardı ve oradaydım. Bana bir İncil ve haç şeklinde bir ikon vererek, “ bol,bol İncil oku ve bu Haç’ı elinden bırakma, amen” dedi. Kilisenin bitişiğinde kuru temizlemecilik yapan bir ahbabım vardı, kiliseye gelmemin nedenini merak etmiş, “papaz efendi ile felsefe yapıyoruz” diyerek geçiştirdim. Onun merakının başkalarına da bulaşacağını bildiğimden, günah çıkarma seanslarından vaz geçtim. Şu alt kimlik, üst kimlik meselesi var ya, kafamı karıştırıyor.Benim dedelerim, Kafkasya’dan göçmüşler. Savaştan mı kaçmışlar, gavur zagonunda yaşamamak için mi? Canlarını kurtarmak için göçmüşlerdir. Babamın dedesi, bir Rum bayanla mercimeği fırına vermiş, adı, Aspasya imiş nenemim. Müslüman olmuş, Hatice ismini almış. Benim dedem, yani babamın babası dört kez evlenmiş, hepsinden amcalarım, halalarım doğmuş. Dedemin eşlerini, çocukluğumda gördüm ve konuştum onlarla, paskalya’da çörek yapan, mum yakan iki ninem vardı ve en çok, değişik renklerle boyalı haşlanmış yumurtalarını severdim paskalyanın. Kürt olan ninem,” ah bir tandırım olsa, nan yapaydım sana” dediğinde, beni sevdiğini anlardım. Müslüman ve dinin gereğini yapmakta titizlenen bir aileydik. Ataerkil bir düzende ve çok büyük bir evde, üç nesil bir arada yaşadık. Benim ve kardeşlerimin annesi bir Arnavut, benim eşim gürcü, kardeşlerimden biri, bir flaman bayanla evlendi. Çocuklarımız büyüdü, bazıları evlendi, İngiliz gelinimiz, Rus damadımız bile var. Benim alt kimliğim ne doktor? Sorduklarında “Türküm “ deyip geçiyorum, biliyorum yanlış, ama” karışık” diyemem ya. Anadolu bir köprü, geçenler, kalabalıkta değmişlerdir bir birlerine. Hem kime ne? Babamın, Kürt dayıları var, onların aşiretleri bizim akrabamız. Kosovada kıyım olduğunda, az ağlamadı annem. Uydudan, Acara Tv sini seyreden eşim, gürcü folkloruna bile göz yaşartıyor. Dünyada ne olsa bizim ailenin bir yerleri acıyor. Dinler, diller, ırklar karışmış işte, “Dünyalıyız” mı demeliyim. Bana kalsa “Türküm” demeliyim, ne dersin doktor? Biliyorum, “ne dersen de, bana ne” diyorsun içinden. İşte, sorunun cevabı bu doktor, senin dediğin gibi “Sen ne isen osun”. Gerçi bu cevap biraz duvar yazısı gibi oldu, ama doğrusu bu. Gençliğin geleceği yok, işsizlik kol geziyor. İki fakülte bitiren çocuklar, çöpçülüğe razılar, o bile yok. Ülkemizin ekonomisi düzeliyormuş, haberimiz olmadı ki. Emekliyim, babadan kalmalar olmasa geçinemem. Bu ekonomide kim düzelmiş anlamadım. Hani, tarihte yazıyordu ya; Romalılar, halkı uyutmak için, gladyatör dövüşleri, araba yarışları düzenlermişler ya, bizimkilerde, suni gündemle devran sürüyorlar sanıyorum. Başörtüsü, alt kimlik, üst kimlik. Birde laikçilik modası çıktı, *********** yarışı ve vatandaşın üzerinden, bilek güreşi bu. Herkes, orduya güveniyor, herkes diğerine karşı orduyu yanında istiyor. Bu parçalanma doktor, bu dağılma doktor. Bütünleşmek, birleşmek gerekirken, bu ayrışmanın devletçe körüklenmesi delilik geliyor doktor. Uyudun mu? Uyumaya devam et. Vizit ücretini vermeden kaçtığımda uyanırsın Doktor.
  5. Senyour

    İçimizden Birileri: 'Beyaz Türkler'

    Sosyologlar, toplumdaki farklı eğitim-kültür ve sosyo-ekonomik tabakaları çeşitli model ve kavramlar yardımıyla açıklamaktadırlar. Türk toplumunun analizinde kullanılan "Beyaz, Siyah ve Gri Türkler" metaforu, sosyolog Nilüfer Göle ve Orhan Türkdoğan tarafından sıkça kullanılır. "Siyah Türkler" ifadesiyle, eğitim seviyesi en fazla liseye karşılık gelen, kültür seviyesi düşük, ekonomik gücü olmayan, inanç ve geleneklerine bağlı, ortalama Anadolu çoğunluğuyla, köylü, hizmetli ve işçiler tarif edilir. "Beyaz Türkler" kavramıyla, eğitim-kültür seviyesi yüksek, genellikle yurt dışında eğitim görmüş, ekonomik gücü fazla, inanç ve gelenekleriyle büyük ölçüde bağını koparmış, tarihî mirasını önemsemeyen ve toplumda ağırlıklı olarak yönetici, sanayici, iş adamı gibi gücü elinde tutan tabakalar anlatılır. Bu kavram çoğu durumda elit azınlığa karşılık gelir. "Gri Türkler" tabiriyle ise, "Siyah Türkler"i temsil eden tabakadan çıkarak, ya ekonomik olarak güçlenmiş veya eğitim seviyesi yükselmiş ve bu şekilde toplumda yönetici-eğitici-işveren tabakalarında yer edinmiş; ama inanç, tarih ve geleneklerinden kopmamış, dolayısıyla beyazlaşamamış kesim kastedilir. Türk toplumuna yukarıdaki perspektiften bakan sosyolog Nilüfer Göle, "Beyaz Türkler" kavramıyla, kendilerini Türkiye'nin "ilericileri" olarak gören bürokrasiyi ve entelektüelleri kastetmektedir. Beyaz Türklerin genç kuşakları ise, çoğu kolejlerde, hatta daha sonra yurtdışında okumuş, 1980 sonrası ortamda büyüyerek "köşe dönme" kültürünü benimsemiş, iyi mesleklere, Batılı hayat standartlarına kavuşmuştur. Metropollerde, özellikle İstanbul'da, yüksek plazalar, büyük şirketler ve lüks siteler onların dünyasını oluşturur. Yani onlar, Türkiye'deki ortalama hayat standardının bir hayli üstünde, âdeta küçük Asya'da New York'u, Londra'yı veya Paris'i yaşıyorlar. Beyaz Türklerin hayatındaki en büyük değerini aslında tek bir kelimeyle özetlemek mümkün: Tüketim... Hayatları daha fazla ve daha kaliteli tüketim üzerine kurulu; iyi kazanç sağlayan işlerde çalışmak ve böylece daha iyi evlere, arabalara, giysilere kavuşmak... Gezmenin, eğlenmenin ve belki de gösterişin doruklarına çıkmak... Hep daha fazla tüketmek ve bu tüketimi de, bol "marka"lı bir hayat tarzı içinde, eşe-dosta duyurmak, böylece kendilerince hayatı, sürekli bir tüketme, tad alma ve eğlenmeden ibaret görmek… Bu renkli hayat Beyaz Türkler tarafından yaşanırken, medya yoluyla da "Öteki Türkiye"ye daha da cazip hâle getirilerek, süslenip seyrettiriliyor. Bu Öteki Türkiye'nin "televole kültürü" içinde yanıp tutuşan kısmı da, Beyaz Türkler gibi olmak, onlar gibi tüketebilmek için can atıyor. Acaba bu renkli hayat, Beyaz Türkleri mutlu edebiliyor mu? Anlamsızlık ve mutsuzluk krizi Kuşkusuz her ferdin mutluluğa yüklediği mânâ birbirinden farklıdır. Ancak Beyaz Türklerin çoğunda garip bir anlamsızlık ve mutsuzluk sendromu olduğunu gösteren ve "içeriden gelen" sesler var. Bu sendrom medyada şu ifadelerle tarif edilmektedir: "Sanıldığından daha çoklar. Gitgide çoğalıyorlar. Etraftalar. Hayatı panzehirsiz kaldıramıyorlar. Sipram, Prozac, Xanax, Lustral ve benzerleri olmadan devam edemiyorlar. Anti-depresansız çekilmeyen bir hayat bu; panzehiri alınmazsa öldüren... Yirmilerin sonunda, otuzların başındalar. Hepsi "başarılı" çocuklar. İyi okullarda okumuş, iyi işlere girmiş insanlar. Hayatlarında ters giden pek bir şey yok; ama yine de mutlu değiller... İlâçsız üstesinden gelinemeyen, hattâ sebebi bile pek anlaşılamayan bir mutsuzluk dalgası var etrafta; marka giysiler üzerlerini örtüyor." Bir başka deyişle, Beyaz Türklerin pek çoğunun psikolojisi, reklamlarda veya magazin basınında gösterildiği gibi iç açıcı değil. Acaba neden? Aslında mesele, sadece Beyaz Türklerle değil, onların coşkuyla benimsediği bütün bir "modernite" ve "modernizm" felsefesiyle ilgili. Var olma gayelerini daha fazla paraya, kariyere, statüye, cinselliğe ve eğlenceye ulaşmak olarak belirleyen bu insanların çoğunda, yaygın bir mutsuzluk, bir depresyon hali var. Bu da en tipik şekliyle, magazin basınının sanatçı olarak lanse ettiği insanların hayatında görülüyor. 1999'da çevrilen ve dünyada yankı uyandıran Dövüş Kulübü (Fight Club) filmi, bu durumun çarpıcı örneklerinden biriydi. Filmde, iyi bir ev ve iş sahibi olan genç bir adamın, bunlarla bir türlü mutlu olamayışı ve sonunda kendi benliğinden ikinci bir karakter çıkararak bir tür "çete" kurması anlatılıyordu. Filmin "filozof" aktörü Tyler Durden (Brad Pitt), çete elemanlarına şöyle sesleniyordu: "Reklamlar bizi arabaların ve giysilerin peşine düşürdü; ihtiyacımız olmayan şeyleri satın alabilmek için nefret ettiğimiz işlerde çalışıyoruz. Biz tarihin üvey evlâtlarıyız. Hayatta ne hedefimiz var, ne yerimiz. Biz ne bir büyük savaş yaşıyoruz, ne de büyük buhran. Bizim savaşımız ruh dünyamızda; bizim büyük buhranımız, kendi hayatlarımız. Televizyonla büyütüldük ve bir gün hepimizin milyonerler, film yıldızları veya rock starları olacağına inandırıldık. Ama olmayacağız ve bu gerçeği yavaş yavaş öğreniyoruz ve feci şekilde âsâbımız bozulmuş durumda..." Beyaz Türklerin çoğu "bu âsâbı bozulmuşluk" durumunu ya yaşıyorlar veya yaşamamak için kafalarını kuma biraz daha gömüyor, takviye olarak da anti-depresif "Prozac" alıyorlar. Daha önce denenmemiş her yeni tüketim onlara yeni bir kurtuluş vaad ediyor. Bir üst model arabayı, bir öncekinden daha "çılgın" bir eğlenceyi hedeflemenin beden boyutunda bir tatmin duygusu var elbette. Ama mânevî boyutu olmadığı için, o hedefe ulaşıldığında ise, bu tatmin hissi hemen ortadan kalkıyor. Kendisine varılınca yok olan çöl serapları gibi, modern hayatın mutluluk paketleri de açılınca mânâsını yitiriyor. İngiltere Başhahamı Jonathan Sacks, bu konuda şu yorumu yapar: "Bize yeni moda blue jeani, şu saati veya bu arabayı almakla elde edeceğimiz vaad edilen mutluluk, az sonra yeni bir ürün tarafından yok edilmekte ve ancak yeni ürünü almakla yeniden mutlu olacağımız söylenmektedir. Tüketim toplumu, arzuları uyandırma, tatmin etme ve sonra yeniden uyandırmadan oluşan sonuçsuz bir süreci izler. Bu durum nihaî huzura giden bir çabadan ziyade, bir tür bağımlılıktır." 1 İnsanı neler kurtarmaz? İlk tespit, tüketimin insanı mutlu etmeyeceğidir. Reklamlarda binlerce defa gördüğümüz, şu marka araba, mobilya, parfüm kullandığı veya bu marka gazozu içtiği için mutlu olan insan tasvirleri, tek kelimeyle aldatmacadır. Hayattaki hiçbir maddî kazanç, hiçbir statü yükselmesi "kurtuluş" olamamaktadır. Bunlar beraberinde yeni sıkıntılar, yükler ve bir de "bütün bunları kaybetme korkusu" getirmektedir modern insana... Peki acaba bu gibi maddî şeyler değilse, aşk mıdır insanı mutlu edecek şey? Günümüzde pek çok genç, özellikle de genç kız, bu inançtadır ve "gerçek aşk"ı bulup beyaz atlı prensiyle mutluluğa yürüme hevesindedir. Oysa bu heves de modern eğlence endüstrisi tarafından insanlara çizilen toz pembe bir senaryodan kaynaklanır ve gerçeğe uymaz. Dikkat ederseniz, romantik filmlerin çoğu, çiftlerin türlü bâdireleri atlatıp evlenmeleriyle sona erer. Muhteşem bir düğün sahnesinde etrafa gülücükler dağıtılır. Hayatın mânâsını o törende bulmuş gibidirler. Ancak gerçekte birkaç ay sonra aşkın büyüsü sönecek, eşler bir diğerinin olumsuz yönlerini görmeye başlayacak ve evlilik, hayatın rutin ve çekilmez bir parçası hâline gelecektir. Duruma göre belki iyi bir rutin olabilir, ama bir "kurtuluş" değildir bu. Bir zamanlar 68 kuşağını motive etmiş olan ideolojik temelli entelektüel çabalar da, paradan veya "aşk"tan biraz daha doyurucu olabilseler bile, yeterli değildir. Jonathan Sacks şu tespitlerde bulunur: "Aydınlanma sonrası sistemler -bilim, ekonomi veya siyasi ideolojiler- ilk başta ortaya koydukları kuşatıcı iddialarından geri çekilmek durumunda kalmışlardır. Bilim târife; ekonomi münasebete, siyaset ise yönetime dayanır. Bize neyi ve nasıl sorularının cevabını verebilirler, ama "neden" sorusunun cevabını veremezler." 2 Çünkü sorunun cevabı daha derinlerdedir. Sınırsızlığa özlem Beyaz Türklerin ve genel olarak modern insanın yaşadığı kriz, insanoğlunun hedef ve özlemlerini, maddî dünyayla sınırlamasından kaynaklanır. Oysa Hz. İsa'nın (as) söylediği gibi: "İnsan yalnızca ekmekle yaşamaz." Amerikalı düşünür Houston Smith'e göre: "Bu dünyanın sınırlı varoluşu, insan kalbini tam olarak tatmin edememektedir. Çünkü insanoğlunun mahiyetine, günlük tecrübelerimizin bize veremediği müteal olana özlem duyma hissi kazınmıştır." 3 İnsan, kendinden ve etrafındaki her şeyden daha büyük, daha mutlak bir ideale bağlanma ihtiyacındadır. Bu ihtiyacı reddettiğinde, kendi tabiatına karşı gelmiş olur. Modern insan ve bu arada Beyaz Türklerin çoğu, bu temel hakikati gözardı ettikleri için krizdedirler. Kimi düşünürlerin "mânâ krizi" dediği buhran hâlidir bu. Hayatın mânâsını, aslında mânâsız şeylerde aramakta ve sonuçta mânâsız hayatlar yaşamaktadırlar. Öte yandan modern insanın bencil ahlâkı da, insan tabiatına terstir. Dünyada ve ülkemizde milyonlarca insan yarı aç ve fakir yaşarken, israf ve açgözlülükle dolu bir tüketim çılgınlığı sürmek, vicdansızlıktır. Ve vicdan, ne kadar bastırılırsa bastırılsın, bu yolun yanlış olduğunu söyler insana. İnsan o vicdanı daha da bastırabilmek için uğraştıkça, insanlıktan o kadar uzaklaşır. Mutsuzluk ise kaçınılmaz bir neticedir; çünkü mutluluk insana mahsus, ruh temelli, mânevî eksenli bir ihsan, kalbe verilen bir inşirahtır. Beyaz Türklerin sahip olduğu, öteki Türklerin çoğunun da imrendiği şeylerin hiçbiri ise mutluluk veremez; bunlar, hayatı kolaylaştıran, renklendiren birer araç olabilirler; ama gâye olamazlar. Bir diğer gerçek ise, tarih boyunca kendilerini en mutlu hissetmiş olan insanların; almak yerine vermeyi, bencillik yerine fedakârlığı ve madde yerine mânâyı tercih edenler olmasıdır. Mustafa AKYOL _________________ Dipnotlar 1- Jonathan Sacks, The Dignity of Difference 2003, s.40 2- Jonathan Sacks, The Dignity of Difference 2003, s. 37-40 3- Houston Smith, Why Religion Matters, 2001, s.28
  6. Genelkurmay Askeri Savcılığı, PKK tarafından Dağlıca baskını sırasında kaçırılan 8 askerle ilgili "Milli müdafaya hıyanet" ve "Silahı terk" suçundan soruşturma başlattı. document.write('');document.write('');document.write('');document.write('');document.write('');document.write(''); Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı ise 8 askeri teslim alan 3 DTP milletvekili hakkında inceleme başlattı. Hakkari Dağlıca'da 12 askerin şehit olduğu saldırıdan sonra irtibat kesilen ve dün Kuzey Irak'ta PKK tarafından serbest bırakılan 8 askerin Ankara'daki sorgusuna başlandı. Genelkurmay Askeri Savcılığı'nın soruşturmayı, Askeri Ceza Kanunu'nun 56 ve 136'ıncı maddeleri gereğince "Milli müdafaya hıyanet, nöbette dikkatsizlik sonucu ehemmiyetli zarar ile silahı terk" suçları kapsamında sürdürdüğü öğrenildi. Gazeteport'un haberine göre "Milli müdafaya hıyanet" maddesi, 8 askerin Kuzey Irak'ta kaldıkları süre içinde PKK tarafından sorgulanmaları ve bu sorgu sırasında herhangi bir bilgi verip vermedikleri konusu ile irtibatlı bulunuyor. Bir askeri savcılık yetkilisi bu konuda şunları söylüyor: "Öncelikle bu askerlerimizin baskın öncesi nöbet sırasında bir kusurları olup olmadığı araştırılacak. Nöbette dikkatsizlik sonucu bu baskın ile mal ve can kaybının meydana geldiği saptanırsa, bu durum ACK'nın 136'ıncı maddesi çerçevesinde hapis istemiyle değerlendirilir. Daha sonra 8 askerin zorla mı yurt dışına götürüldüğü, yoksa kendi istekleri ile mi gittiklerine bakılacak. Tehdit unsuru var mı? Bu iki soruşturmada da olay yerindeki diğer tanıkların ifadeleri önem kazanacak." Ayrıca 8 askerin, Kuzey Irak'ta kaldıkları süre içinde karşı tarafa malumat kapsamında bilgi verip vermedikleri de inceleneceğini belirten askeri savcılık yetkilisi, "Orada muhtemelen bir sorguya tabi tutulmuşlardır. Eğer birliklerindeki silahları, komutanlarının adını, karakolların yeri ve mühimmat durumunu, keşif, gözetleme ve diğer sistematik konularında karşı tarafa bilgi verdilerse, bu milli müdafaya hıyanet kapsamına girer. Savaş ve seferberlik hali olmadığı için konu terörle mücadele kapsamında değerlendirilecektir. Son olarak da 8 askerin silahlarının durumu incelenecek. Silahı terk suçunun oluşup oluşmadığı bu silahların terör örgütünün eline geçmesinde kusur bulunup bulunmadığına bakılacak." Aynı yetkili 8 askerin ölüm tehdidi altında kaçırıldıkları, silahlarına, tehdit ve baskı ile el konulduğu, karşı tarafa askeri sır kapsamında bilgi vermedikleri ve nöbetleri sırasında bir kusur işlemediklerinin saptanması durumunda takipsizlik kararı çıkabileceğini de vurguladı. 8 askerin sorgularının tek tek yapılacağı, ifadeleri arasındaki paralellik veya çelişkiler sonucu, suç unsurlarının oluşup oluşmadığı netleştirilecek. Dağlıca baskınından yaralı olarak kurtulanların da tanık olarak ifadelerine başvurulması bekleniyor.
  7. Senyour

    Cem Karaca

    Onu dinlemek onun sarkılarıyla büyümek ve onu görebilmek.... Sözleri yazmaya gerke yok dinlemek daha güzel sanırım izlemekte.... Islak Islaktı gözler.... Ejju6-mZtNY Bindik Bir Alamete Gidiyoz Kıyamete (okadar cok sey anlatıyoki kucuktum bilmiyodum buyudum ögrendim) w7N5hCT29mA Resimdeki Gözyaşları (Ayrılıkta sadece sen bizi terketmedin Cem karaca seninle avuttuk kendimizi) r2MN-gkI5Y0 Herkes gibisin (Sevgili icin yapılan onca sey ve unutmak bi anda yine icimizi okumustun Cem Karaca) J4vaKDPf3WY iste geldik gidiyoruz (Dilem_Bahar arkadasımın istegi özerine sonradan ekledim ) ZZ7DQVKI3tg
  8. Senyour

    Ayrılık...

    “İnsanların birbirini tanıması için en iyi zaman, ayrılmalarına en yakın zamandır”, der Dostoyevski… Veda acısı, kabuğunu soyar insanın; yıldızını kazıyıp çırılçıplak ortaya serer. Birlikteliğin örttüğü tüm kusurları ayrılık sergiler. Bir ayrılık arifesinde helalleşilir ve o an hakiki tabiatlarıyla yüzleşilir. “Ölene kadar” diye söz verilmiştir, ama “ölüm yolunda” başka tercihler belirmiştir. Kararsız prensesin vicdani azap çekerken 7 cücelerin somurtkanı “aklini başına” al diye fısıldar kulağına; haytası ise “kalbinin sesini” dinle diye çekiştirir eteğinden. Hep hayran bakan gözlere, hatalar takılmaya başlar. “Ama”yla biter alelade iltifat cümleleri: “Sen iyi bir insansın, ama arkadaşların kötü”, “Seni seviyorum, ama bu ilişkide mutlu değilim”, “Ben başka türlü bir beraberlik düşlemiştim” vs.vs. Sonra gelsin uykusuz geceler… Bir türlü karar verememeler… Ruhen gidip gelmeler… “Hele biraz daha zaman geçsin” diye nikah ertelemeler… Birlikteymiş gibi yaparken, sevecek başka yüzler, yüzecek başka denizler kollamalar. “Aslında bütün bunlar bizim iyiliğimiz için’e kendini kandırmalar. Sonrası hep aynı: Bekleyenin “Hani sonbaharda buluşacaktık. Hazan geldi geçti, sen gelmez oldun” sızlanmaları… Bekleyenin “Geliyorum az kaldı” oyalamaları… Bittiğini bile işi uzatmalar; söyleyemedikçe hepten batağa saplanmalar… Terke makul bir gerekçe ararken hepten çarşafa dolanmalar… Veda konuşmasında süslü iltifat cümlelerinin arasına, o cümleleri hiçleştiren mayınlar serpiştirmeler… Üzgün görünmeler… Bağış dilenmeler…”…ama kaçınılmazdı” demeler… “Sözünden caydın” yakınmalarını “Sen de eski sen değilsin. Değişmişsin” diye göğüslemeler… …asil kendinin değiştiğini bilmezden gelmeler… Ve son sahne: Terk edenin o mahcup “Gönlüm başkasında” itirafına karşılık terk edilenin kirik calimi: “uğurlar olsun! Ben yoluma devam ediyorum”. İhanetler hep böyledir: ilki, bir yenisine gebedir; ikincisi daha az acı verir. Ondan sonra dur durak yoktur: Güvenilmez aşık, sevdikçe kıran, gezdikçe ardında bir kırık kalpler mezarlığı bırakan bir dervişe döner. Artik acılara hapsolmuştur: Buluşmak istedikçe ayrılacak, birleşmeye çalıştıkça parçalanacak, sonunda terk ettiklerinin “ah’ı tutup terk edildiğinde mukadder yalnızlığına kapanacaktır.
  9. İslam Tarihini hic bilmiyorsunuz
  10. rica ederim seni mutlu etmek cok buyuk bir ayrıcalık iiki dogdun tekrar... güzel arkdasım
  11. Senyour

    Face Book Çılgınlığı

    Şaka yapmıstım zaten Conileri cok severim ben onlar bi tanedir zaten (iki tane olsa zaten dunya yok olmustu )
  12. Senyour

    Face Book Çılgınlığı

    Dinsizin Hakkından İmansız geliyor bu dediklerinden bunu anladım... yinede halk eziliyo yok ediliyor iki sekildede...Peki ne yapılabilinir? suclu halkmı onlar secmiyormu Diktatörleri.... ya da ....?
  13. Senyour

    Face Book Çılgınlığı

    O konuda tecrubem var unv de takım vardı oynuyodum ama cok acıyor yaw ben alimim bi daha
  14. Senyour

    Face Book Çılgınlığı

    Yooo kimse davet etmedi hicbir zaman sadece senin gözünün üstünde kasın var diyip iceri daldılar ... Ha bu var conin hakkınıda vermek lazım birbirimize düstük sonra kurtarıcı aradık e tabi akıllı coni de benim kurtarıcı die sonra ikimizide kullanarak ev sahibi bile oldu
  15. Senyour

    Face Book Çılgınlığı

    öyle ama neden davetsiz geliyo evlerimize insan bi izin ister kaba coni ne olcak
  16. Senyour

    Face Book Çılgınlığı

    heheheheh dimi biraz dahamı desem ''Coni go home '' diim
  17. Senyour

    Face Book Çılgınlığı

    Simdi Kahrolsun Amerika Emperyalizmi desem odamı arsivleniyor
  18. Doğum günün Kutlu olsun güzel insan
  19. Senyour

    Öjenizm

    Bir toplumun ırkî “niteliği”ni sun’î yollarla iyileştirme düşüncesi eskidir. Tarihçiler daha Eflatun’da bunu tespit eder.1 Fakat öjenizm kavramı 1880’lerde şekillendi. Darwin’in kuzeni Francis Galton (1822-1911) kendince “en güçlü ırklar”ın sistematik olarak daha da geliştirilmesi taraftarıydı. Ona göre insan nitelikleri ırsî idi; toplumun seviyesini yükseltmek için, hayvan yetiştiricileri gibi, seçici üretimle “iyi” fertlerin artmasını teşvik etmek, “kötü” fertlerin çoğalmasını yavaşlatmak (hattâ durdurmak) gerekiyordu. Fakat Galton’un esas projesi sosyal ve siyasiydi. 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında öjenizm mesafe katetti; ABD ve Avrupa’da dernekler kuruldu. ABD’de “zayıflar”ın kısırlaştırıldığı görüldü; Naziler sözde “Âri ırkını” korumak için çok uç noktalara gitti. Bugün öjenizm sinmiş gözükse de, geçmişte tesirli olduğu ülkelerden hâlâ ırkçı sesler duyuluyor, ve genetikteki gelişmeler de yeni bir öjenizme kapı açıyor. A. Galton ve öjenizmin doğuşu Meteorographica (1863) adlı eseriyle hava-durumu haritalarının temelini atan, parmak-izi kontrolüyle kimlik belirleme cihazı geliştiren Galton büyük alâka duyduğu öjenizmi2 şöyle tarif ediyordu: “Öjenizm (Eugenics), sağlıklı ve sağlıksız fertlerin karışık hâlde olduğu bir canlı soyunu iyileştirme bilimidir. İnsan sözkonusu olduğunda, öjenizm, en iyi ırklara, daha az iyi olanlar üzerinde hâkim olma şansı veren bütün tesirlerle meşgul olur.” Galton, insan fert ve gruplarının gelişmesinde ırkın ortamdan daha önemli olduğunu düşünüyordu. Öjenizm de, köklü aile, asil soy ve üstün ırka mensup ferdi tarif eden Yunanca bir kelimeden geliyordu. Öjenist olmak, yüksek niteliklere sahip, ideal kabul edilen bir modele gitgide daha uygun insanları dünyaya getirmek için mümkün bütün araçları kullanmak demekti. Galton, evliliği ve ailenin büyüklüğünü ebeveynin ırsî durumuna göre düzenlemeyi savunuyor, daimî bir “entelektüel aristokrasi” oluşturmak için kâbiliyetli kişilerin seçilmesini, erken evlendirilip çoğaltılmasını, kâbiliyetsizlerin de uzaklaştırılmasını istiyordu. Irkların hiyerarşik olduğuna inandığından, “doğuştan yüksek kâbiliyetli ırklar”ı geliştirmek arzusundaydı. Ona göre “zenciler”, fıtrî kâbiliyetler sıralamasında beyazların iki basamak altındaydı. Irsî Deha kitabında, zencilerde çok sık görülen “aptallığın”, kendisini türünden utanır hâle getirdiğini söylüyordu. “Saf-kan” Britanyalıların devamlılığını sağlamak yeterli değildi; Birleşik Krallık’ta iyi sanayici, iyi asker, iyi bilim ve devlet adamlarının sayısı da artırılmalıydı. “En az kâbiliyetli” grupların “en kâbiliyetli” gruplara sayıca üstün gelme riski büyüktü. Seçkinler “aşağı” insanlardan daha az doğurgan olduğu için, Galton Kilise’yi tenkit ediyordu. Çünkü Kilise, mensuplarına bekâr kalma mecburiyeti getirmekle “en kâbiliyetli” olanların çoğalmasını frenlemişti.1 Bunlar doğru değildi; çünkü bir halkın diğerine “üstünlüğü”nün objektif ve mutlak ölçüsü yoktu. Fakat bu tehlikeli projenin sembolü Hitler olacaktı. Naziler, “üstün”lerin çoğalmasını teşvik etmekle (pozitif öjenik) kalmayacak, “aşağı ırklar”a da (Yahudiler, Çingeneler) sistematik soykırım uygulayacaktı (negatif öjenik). Bu korkutucu öjenizm hususi bir durum gibi görülse de, Batı’da hâlen canlı bir geleneği ve doktrinerleri mevcut. Bunun insanlara neden câzip geldiğini, ahlâken ve siyaseten sakıncalı tedbirlerin (“aşağı” fert ve grupların temyizi; “iyi” ve “kötü” göçmenler arasında ayrımcılık; zayıfların, zihin özürlülerin ve asosyallerin kısırlaştırılması, vs) nasıl kolayca alınabildiğini anlamak gerekiyor. Açık ve sinsi öjenizm Açık öjenizm ırkçılığın militanlaşmış hâllerindendir, negatif ve yokedicidir: Nazi gaz odaları ve İsrail savaş uçakları bunun örneğidir. Fakat sinsi öjenizm de vardır. Farklı menşelerden insanların yaşadığı toplumlarda, genetik araştırmalar, çok fazla bilginin toplandığı safhalarda negatif öjenizmde kullanılabilir. Hem açık, hem sinsi şekilde uygulanabilen, “en iyiler”le sistematik şekilde ilgilenmeyi ve nüfuslarını çoğaltmayı esas alan pozitif öjenizmde, hedef kitlenin çocuk sahibi olmasını teşvik etmek ve çocuklarını yetiştirmelerinde yardımcı olmak ilk bakışta mâkul ve meşru gözükebilir. En güzel, en güçlü, en sağlıklı, en zeki fertlerin sayısını artırmaya çalışmakta ne mahzur olabilir ki?!.. Fakat pozitif ve negatif öjenizm arasında ince bir perde vardır. “İyi fertler”in, “iyi ırklar”ın ve “iyi genler”in seçilmesi plânlandığında, bunun kaçınılmaz simetriği “kötü fertler”, “kötü ırklar” ve “kötü genler” olmakta, “aşağı” damgası yemiş olanların çoğalması frenlenmektedir; Paris, Londra gibi şehirlerin banliyölerinde doğum yapan yabancı menşeli (açık ifadeyle “beyaz Avrupalı” olmayan) kadınların büyük kısmında doktorların sezaryeni uygulaması, üç ve üstünde doğum yapan “saf Avrupalı” kadınların ise, resmî makamlarca ödüllendirilmesi gibi (Strasbourg örneği). Galton ve ırsiyet araştırmaları Galton ırsiyetle yakından ilgileniyor, kabiliyetlerin genetik olarak sonraki nesillere aktarıldığına ve doğuştan gelenin sonradan kazanılana üstün olduğuna dair eserler yayımlıyor, “En kabiliyetli fertler çok kabiliyetli fertlerin yakın akrabasıdır.” hipotezini istatistiklerle ispata çalışıyordu. Prensip basitti: elit çevreden şahsiyetleri (hâkimler, devlet adamları, subaylar, bilim adamları, sanatçılar, Kilise nüfuzluları) inceliyor, bunların ortalama seviyenin üstünde, “sıra dışı” olan ebeveynlerinin nispeten yüksek sayıda olduğunu gösteriyordu. Mukayeselerde akrabalık münasebetlerini dikkate alıyordu: baba, erkek kardeş, oğul, dede, amca, yeğen, torun, büyük dede, dedenin erkek kardeşi, vs. Bu bağlantılar aslında değişken ve dar aralıklıydı. Galton ise bunları önemli buluyor, kabiliyetlerin bir kanuna göre dağıldığından şüphe etmiyor, bu istatistikleri tamamen biyolojik ırsiyet tezi lehinde yorumlarken, kültürel ırsiyeti görmezden geliyordu. Erasmus ve Charles Darwin’in soyundan olan Galton ingiliz elitine mensuptu ve “dehanın ırsiyeti”ni kabul etmek onun açısından çok uygundu. Militan bir öjenist olan R.A. Fisher de, başarılı ve “kabiliyetli” vatandaşların kolayca çoğalması için, devletin zenginlere daha çok aile yardımı yapmasını, hayatını sürdüremeyecek zayıf kişileri kanunla kısırlaştırmasını istiyordu. Fisher, Tabiî Seleksiyonun Genetik Teorisi (1930) adlı eserini Charles Darwin’in büyük oğlu ve Öjenik Eğitim Derneği’nin 1911-1928 arasındaki başkanı Leonard Darwin’e (1894-1943) ithaf etmişti.1 Öjenistler fizikî ve kültürel ortamı genellikle hesaba katmıyor, davranışlarda genlerin rolünü ön plâna çıkarıyor, suç oranları ve sosyal bozukluklarla ilgili problemlerin sıkı bir ırsiyet kontrolüyle çözüleceğine inanıyordu. Bugün yanlışlığı ortaya konmuş olan bu düşünce insan iradesini ve bunun üzerinde belli tesiri olan çevreyi dikkate almıyordu. Elastik bir kavram: “ırk” Irk kavramını farklı mânâlarda kullanan Galton önce beyaz, siyah, sarı ve diğer ırkları “kâbiliyetli” ve “az kâbiliyetli” olarak ayırıyordu. Nobel Tıp Ödüllü Fransız Charles Richet de, “Üstün insan ırklarının aşağı ırklarla karışmasına izin vermemeliyiz. Bir zenciyi bir beyazla nasıl eşit kabul edebiliriz, anlamıyorum! Yeryüzünde ırklar arasında gerçek aristokrasiyi oluşturacağız; Afrika ve Asya’nın içimize soktuğu çirkin etnik unsurlarla karışmamış beyazların, yani saf ırkın aristokrasisini.” diyecekti. Galton’a göre ikinci mânâda “ırk”, bazı hususiyetleri ırsen devam ettiren homojen bir topluluktu. “İyi bir ırk”ın hususiyetleri zekâ, enerji, fizikî kuvvet ve sağlıklı olmaktı. Galton “ırk” kelimesini bazen de “kast”ın eş anlamlısı olarak, bir ülkede sosyal bir gruba, bir toplum tabakasına (ırsî sosyal sınıf) karşılık kullanıyordu. “Irk” neticede din gibi algılanır olmuştu. Beyaz ırktan milletlere bile farklı değer biçilen bir öjenizme (kuzeyliler ve Akdenizliler) veya aynı ülkede çeşitli vatandaş kategorileri oluşturmayı hedefleyen bir sınıf öjenizmine kapı açılıyordu. Tıp Nobel’i alan Macfarlane Burnet 1990’ların başında, genetik, modern tıp ve sistematik bir sosyal hareket yoluyla, üstün kastları çoğaltacak, aşağı kastları izole edecek bir seleksiyon teklif edecekti. Geri-plânda Darwin’in tabiî seleksiyon teorisi Galton, kuzeni Charles Darwin’in Türlerin Menşei’ndeki (1859) fikirlerinden hareketle, “tabiî seleksiyon”a katkıda bulunmanın temel insanlık görevi olduğunu yazıyordu. Yani, tabiatın kör ve yavaş şekilde yaptığını, insanlar şuurlu ve hızlı şekilde yapmalıydı: kabiliyetli olanların devamlılığını kolaylaştırmak ve kabiliyetsizlerin çoğalmasını yavaşlatmak (veya durdurmak). Bilhassa üstün kâbiliyetli sınıf tehdit altında kaldığında, bu bir mecburiyetti. Zayıfları, acımasızca muamele edilebilecek “devlet düşmanları” olarak gören Galton, öjenizmin insanlık için dinî bir kural hâline geleceğine, dinî geleneğin ortadan kalkmasından sonra, din adamlarının yerini bir çeşit bilim rahipleri sınıfının alacağına inanıyordu. Bazı siyasiler bu görüşlere kulak verdi. Indiana’da (ABD) 1899-1912 arasında zihnen geri 236 erkek kısırlaştırıldı. Aynı eyalet 1907’de, ırsî özürlülerin kısırlaştırılmasına dair kanun çıkardı. Onu 29 eyalet takip etti. Kısırlaştırılanların sayısı 1935’te 21 bin 539’i bulmuştu. Bu arada, Nobel Tıp Ödüllü Fransız Alexis Carrel İnsan, Bu Meçhul’de (1935), “ırsî bir biyolojik aristokrasi” kurmak gerektiğini söylüyor, uygar milletlerin “faydasız ve zararlı varlıklar”ı koruyarak gösterdiği saflığa üzülüyor, az tehlikeli suçluların kamçılanmasını salık veriyor, ötanaziyi “insanî ve ekonomik” buluyordu. Öjenizmin esası seleksiyondu. Galton acaba Darwin’den etkilenmiş miydi? Darwin, bilerek veya bilmeyerek doktrinal öjenizme kapı açan fikirler geliştirmişti. Türlerin Menşei’nde öjenizmin temelleri vardı. Darwin de Galton’dan “nitelikler”in irsiyeti ve seleksiyonun sosyal neticelerine dair fikirler almıştı; kuzeninin İrsî Deha (1869) kitabına atfen Otobiyografi’sinde şunu yazıyordu: “Eğitim ve çevrenin bir ferdin ruh ve zihninde sadece zayıf bir tesir yaptığına, niteliklerimizin büyük kısmının doğuştan geldiğine inanıyorum.” Dolayısıyla, hayvan yetiştiricilerce uygulanan sun’î seleksiyon üzerine kurduğu “tabiî seleksiyon yoluyla evrim” teorisi insana tatbik edilebilirdi. Bu yüzden Darwin soruyordu: İnsanlığın gelişiminde seleksiyonun tesiri var mıdır? “Zayıf” ve “geri” fertleri korumak toplumların bozulmasında rol oynamış mıdır? Cevabı “Evet!” olarak veriyor, vahşi/uygar insan ayrımı yaparak, vahşilerde beden ve akılca zayıf fertlerin hızla elendiğini, hayatta kalanların güçlü durumlarıyla farkedildiğini belirtiyordu: “Biz, uygar insanlar, eliminasyonu durdurmak için elimizden geleni yapıyoruz; ahmaklar, sakatlar ve hastalar için hastahaneler inşa ediyoruz; sefillere yardım için kanun çıkarıyoruz. Neticede uygar toplumların geri fertleri sürekli çoğalıyor... İnsan dışında kimse, zayıf hayvanların çoğalmasına izin verecek kadar cahil ve beceriksiz olamaz.” Darwin, seleksiyonun bazen toplumların lehinde işlediğini belirtiyordu: “ABD’deki harikulâde ilerlemeleri tabiî seleksiyona veren hipotezde büyük gerçeklik var... Fakat toplumların kaygısız, ihmalkâr, unutkan, hasarlı ve bozulmuş fertleri, daha tedbirli ve daha akıllı olanlara göre daha sür’atli çoğalma temayülü gösteriyor. O hâlde, geri fertlerin çoğalmasının kötü sonuçlarına sızlanmadan katlanmalıyız.” Sosyal darwinizm keskin rekabetten yana, öjenizm teknokratik ve otoriterdir Sosyal darwinizm ile öjenizm arasında önemli bir farklılık sözkonusudur. Birincinin taraftarları rekabetin iyi olduğunu, mücadele sayesinde en iyilerin hayatta kalacağını düşünürler. Burada rakibini yoketme mantığı hâkimdir, ve tabiî seyrinde devam eden seçici süreçlerin engellenmemesi yeterlidir. Öjenizm ise teknokratik ve polisiye karakterdedir; burada hedef, milletin ihtiyaç duyduğu iyi fertleri ve iyi genleri “bilimsel olarak” üretebilecek otoriter bir sistem yerleştirmektir. D. MacKenzie, öjenizmin İngiltere’de bilim adamları, üniversite mensupları, doktorlar ve orta sınıflar üzerinde özel bir câzibesi olduğunu belirtiyor. Buna göre, Almanlar ve Amerikalılardan farklı olarak, İngilizler “ırkçı öjenizm” değil “sınıf öjenizmi” uygulamış; Yahudilerden, Siyahîlerden ve diğer göçmenlerden korunmak için biyomedikal çözümler(!) araştırmışlardır.3 Meselâ E. W. MacBride 1936’da Nature dergisinde işsizleri kısırlaştırmayı teklif etmişti. Kimlerin işsiz olduğu belliydi. Tamamen çığrından çıkmış bu felsefeye göre, sosyal ve politik problemlere bilhassa genetik müdahale gerekiyordu. Bunun için önce seleksiyon yapılmalı, genetik kimlik kartları hazırlanmalı, evlilik ve sağlık durumlarıyla ilgili kontroller sıklaştırılmalı, “deli”, “asosyal” ve “ahmak” erkeklerin testis kanalları kesilmeliydi. B. Bugünkü öjenizmin tehlikesi: genleri ayıklamak Galton’dan, hattâ Carrel’den beri durum değişti. Nazizm’den dolayı, öjenizm ideolojik ve sosyal plânda gizlendi. Fakat biyoloji ve genetikteki gelişmeler yeni tekniklere dayanan bir öjenizmi mümkün kıldı. Meselâ, amnion sıvısından örnek almanın öncülerinden Dr. C.B. Jacobson, kırk yaşında kanserden ölecek bir çocuğa kimsenin sahip olmak istemeyeceğini, anne karnındaki bebekte, kırk-elli yaşına doğru kanser oluşabileceğine dair işaretlerin tespit edildiği her durumda kürtaj yapılmasını savunuyordu. Fakat, biyolojik açıdan bu teşhisten emin olmak zordur; ayrıca gene bağlı kanser ihtimali doğum sonrası çevre faktörleri tarafından da desteklenmelidir. Yani “riskler”i kesin olarak belirlemek ve kanser yüzdesi vermek o kadar kolay değildir. Anomali ve risk neye göre, ne miktarda tarif edilecektir? Hâlen yüzlerce genetik hastalık biliniyor. ABD’de, on milyonlarca insan genetik hastalık taşıyıcısı. Sağlıklı insanlar arasında bile bazı genleri hasarlı olanlar var; fakat bunlar ancak belli çevre şartlarında veya diğer genlerle etkileşerek patolojiye yolaçabilir. O hâlde bunlar hangi kritere göre elenecek? Yoksa mesele baştan sıkı tutulup, yeni-doğanlara mı müdahale yapılacak? Rifkin ve Howard’a göre, ABD’de yeni-doğan bebekler, ailelerinin bilgisi ve rızası olmadan genetik testlere tâbi tutuluyor. Bu, genel bir “fişleme”yi gündeme getiriyor. İsveç’te 1941-1975 arasında 13 bin insan, asosyal veya saf gözüktükleri bahanesiyle arzuları hilâfına kısırlaştırılmış. Tarihçi Pierre Darmon, birçok öjenist Fransız doktorun, zihnen geri kişilerin tenasül uzuvlarını kestiğini belirtiyor.4 Zâten H.H. Laughlin 1914’te, üreme hücrelerinin onları taşıyan fertlere değil, topluma ait olduğunu söylüyordu. DNA molekülünün yapısını ortaya koyarak Biyoloji Nobel’i alan, meşhur ateist Francis Crick’in şu ifadesi ise oldukça düşündürücüdür: “Hiçbir yeni-doğan çocuk, genetik donanımı üzerinde yapılacak belli testleri geçmeden İNSAN kabul edilemez. (...) Bu testlerde başarılı olamazsa hayat hakkını kaybeder.” Nobel Kimya ve Barış Ödülleri sahibi Linus Pauling de, her çocuğun alnına, genotipini gösteren bir sembol kazınmasını istemişti.5 Nobel Fizik Ödüllü W. Shockley 1970’lerde, IQ’su zayıf fertlerin kısırlaştırılmasını, neslini sürdürmek isteyenlerin bir genetik testten geçmesini ve bir çeşit “çoğalma ehliyeti” almasını savunmuştu. “Genetik defolu” vatandaşların çoğalması yasaklanmalıydı.1 Davranışları genlere bağlamanın tehlikeleri Bazı materyalistler de insanın hemen bütün faaliyetlerini genlerle açıklıyordu. E.O. Wilson’a göre bazı sosyal davranışlar genetik temelliydi, genler “saldırganlık” ve “fedakârlığı” kontrol ediyordu. Nature, saldırgan davranış, zihin geriliği, asosyallik ve sapkınlık ile anormal erkek kromozomu (XYY) arasında ilgi kuruyor, Science, amniyo sıvısından yapılan teşhise bağlı kürtajlarla, XYY tipi sapıklardan kurtulacaklarını belirtiyordu. 1973’te karnındaki ceninin XYY taşıyıcısı olduğunu öğrenen bir anne kürtajı tercih ediyordu. Fakat birçok uzmana göre, genetik bir veri ile patolojik bir sosyal davranış arasında sebep-netice münasebeti olduğunu ileri sürmek, kamuoyunu yanıltmak demekti. Bir XYY taşıyıcısının suçluya dönüştüğünü gösteren delil yoktu.1 Burada, insan iradesini ve çevreyi “yok” sayan bir yaklaşım sözkonusuydu. Halbuki insanın his, düşünce ve davranışları genlerle izah edilemeyecek kadar madde-ötesi bir öz taşır. Şuur, akıl ve irade sahibi ruhu onu insan yapan yanıdır; genler ise, imtihan dünyasına uygun bir kılıf olarak yaratılmış bedene esbab açısından konmuş temel bilgi kodlarıdır, belirleyici değildir. Belki bunların bazıları, bedende ruhun hâllerine göre de çalışır ve tespit edilebilecek işaretler yansıtır, o kadar! Yoksa, potansiyel olarak bile belirleyici değildir. Gen tedavisi ise, ruhun bedenle sağlıklı münasebet kurmasına engel olan bedenî arızaların ortadan kalkmasına vesile olabilir sadece. Ayrıca, modern bilim için pek bir mânâ ifade etmese de, burada telkin, eğitim ve ruh terbiyesi de çok önemlidir ve en çarpıcı örnek, ABD’de hapse giren siyahîler içinde Müslüman olduktan sonra suç işlemeyi terkeden, topluma faydalı unsur hâline gelen çok sayıda genç insanın varlığıdır. Çünkü İslâm, kendisiyle tanıştıkları andan itibaren insanların ellerinden tutan, kâmil insan olma potansiyellerini kuvveden fiile taşımayı vâdeden, ona teslim olanlara karşı da daima sözünde duran bir sistemdir. Burada, en başta kişinin vicdanı, ailesi ve çevresi denetleyici, dengede tutucu ve hayra teşvik edici bir temel (aynı zamanda çatı) vazifesi görür. Neticede insanın davranışlarını genlere bağlamak bir yana, Harvard’dan David Altshuler, Huntington gibi genetik bir bozukluk dışında, şu veya bu genin kesin olarak bir hastalığa yolaçacağını söylemenin bile mümkün olmadığını, genin kader mânâsına gelmediğini belirtiyor.6 Öjenizm açısından genetikteki gelişmeler Bugün, genetik hastalıkları tespit için yapılan testler geçmişteki kadar katı gözükmese ve uzmanlar öjenizm kelimesini kullanmasa da, bu yanıltıcı bir durum. Amerikan Öjenizm Derneği 1972’de sosyal biyolojiyi inceleme derneği (Society for the study of social biology) hâlini aldı. Bugün öjenizmin kalesi durumundaki sosyal biyolojinin yeni yorumu başlangıçta Nobel Tıp Ödüllü Joshua Lederberg’le temsil ediliyordu. Bu akım, insan kopyalama taraftarıydı ve bunu “üstün fert” üretme yolu olarak görüyordu. Bunun için 1990’larda, Nobel almış insanların spermlerinin toplanması ve korunması girişimini başlattılar. Bu fikir o kadar muhaldi ki, sperm vermeyi kabul eden Nobel Ödüllü tek kişi W. Shockley idi; yani düşük IQ’ya sahip fertlerin kısırlaştırılmasını isteyen adam. Nobel Tıp Ödüllü George Wald ile temsil edilen diğer taraf ise bunları mahzurlu buluyor, insanın genetik mirası (genotip) ile oynanmasına karşı çıkıyordu. Batı’da bugün kritik eşiklerden biri şudur: Bazı şirketler işe alacakları elemanların genetik kimlik kartlarına bakmakta, o an için mevcut olmasa da, genetik hastalık riski taşıyanları almamaktadırlar. Çünkü bu, şirket için iş gücü, zaman ve para kaybı demektir. Birçok sigorta şirketi de, büyük hastahane ve ilâç masrafları getireceği için bu kişileri sigorta etmemektedir. Kapitalizmin kurallarının geçerli olduğu, çözümün zorlaştığı, insanın biyolojik bir makine gibi görüldüğü bu dünyada devlet veya sivil yardım kuruluşları bu duruma müdahale edecek midir, bu da şüphelidir. Biyoteknoloji ise engel tanımıyor: in vitro döllenme, sperm bankası, bebek cinsiyet seçimi vs. Genleriyle oynanmış süs balıkları 2003’te yeni renkleriyle satışa sunuldu. Yakın gelecekte genetik mühendislik şahsî denemelere açık hâle gelecek. Orkide ve gül yetiştiricileri genlerle oynayarak yeni renk ve özelliklerde çiçekler yetiştirecek (mavi gül elde edildi; çiçekçilerde satılıyor). Aynı durum, kedi, köpek, güvercin, papağan, kertenkele ve yılan gibi hayvanlar için de geçerli olacak; insan eliyle ortaya ucube yaratıklar çıkacak. Biyoteknoloji, teknik olarak yapabileceği herşeyi gerçekten yapması gerektiğini düşünen şaşkın ve tatminsiz kitlelerin elinde tehlikeli bir oyuncak hâline gelecek. Anaokulundan itibaren, çocuklar büyütecekleri bitkilerin tohumlarını, hayvanların yumurtalarını seçecek, bunları çoğaltacak. Peki bu gidiş durdurulabilir mi? Durdurmak imkânsız hâle gelirse, sınırlama getirilebilir mi? Sınırlamalar nasıl belirlenecek ve korunacak? Dyson, “Tıptaki ilerlemelerle, ölüm tedavi edilir hâle gelecek. Yaşlanmış ölümsüzler(!) gezegen üzerinde çoğalacak.” diyor.7 Yakın zamanda farelerde başarılı olan testlerden, insanlara gıdalarla birlikte verilecek belli bir aminoasitle bazı genlerin moleküler seviyedeki ifadesinin değişebileceği, çeşitli zihnî ve bedenî hastalıklara açık kişilerin ilâç olarak alacağı bu maddelerle erişkinlikte bile genetik tesirlerin durdurulabileceği anlaşıldı.8 Genetikte bir başka gelişmeyle, ergenlik çağının gecikmesi veya erken başlaması problemi de çözülebilecek. Ergenlik çağına girişteki anahtar-protein kisspeptin bloklandığında ergenliğin başlaması gecikiyor, vaktinden önce enjekte edildiğinde ise cinsî erişkinlik başlıyor. Fizyolojik sebeblerle ergenliği geciken veya başlamayanlarda, bu proteinle ergenliğin normal zamanlaması mümkün gözüküyor. Diğer yandan ABD’de sosyolojik faktörlerin de ergenlikte bir yeri olduğuna inanılıyor. Aile mefhumunun ciddi ölçüde yıprandığı, ebeveyn-evlât bağlarının zayıfladığı, karma eğitimin okullarda kız ve erkek öğrencileri karıştırdığı ABD’de ergenlik döneminin başlama yaşı düşüyor, erken gelişen çocukların daha çok içki-sigara içtiği, uyuşturucu kullandığı, depresyona girdiği ve ahlâken bozulduğu belirtiliyor.9 Dolayısıyla ilköğretim öğrencilerinde ergenliğin geciktirilmesinin çocuklara zihnî ve psikolojik olarak olgunlaşma zamanı sağlayacağı ümit ediliyor. Batı’daki bu gelişmelerin, çoğalması istenmeyen topluluklar üzerinde öjenist mülâhazalarla gizlice kullanılması da mümkün. Fakat bir müddet sonra farkedilmemesi imkânsız. Genler açısından “ırk” kavramı Harvard’dan Richard Lewontin (1972) genler yoluyla ırkları tespit ihtimalini “çok düşük” olarak görmüştü. Lewontin farklı topluluklarda kan protein varyasyonlarını analiz etmiş ve insanlararası çeşitliliğin en az % 90’ının ırklar içinde, sadece % 10’unun ırklar arasında olduğunu belirlemişti. Bu, 1997’de İtalyan Guido Barbujani tarafından teyit edildi. 2003’te genetikçi Anthony Edwards ABD’de 3636 kişiden aldığı örneklerde yaptığı DNA analizleriyle beyaz, siyahî, Doğu Asyalı ve Hispanik şeklinde kabaca dört grup ortaya çıktığını belirledi.10 Fakat buradan ileri gidemedi. Yani ne bir ırkın, genomuna bakarak zekâ ve kabiliyetçe daha üstün veya geri olduğunu söylemek, ne de beyazların ve diğer ırkların içinde alt-grupları ayırmak mümkündü. Netice itibariyle, insan toplulukları farklı coğrafyalara göç edip, burada uzun süre izole hâlde kalıp, kelimenin bilinen mânâsıyla farklı ırklara dönüşmüş, bu arada dilleri de farklılaşmış olabilir. Farklı çevre ve beslenme şartları sadece bebeklerde değil, yetişkinlerde de genlerin ifadesi üzerinde rol oynamış olabilir. Bu, Hz. Adem ve Hz. Havva’nın (as), dolayısıyla çocuklarının zihin, duygu ve genetik potansiyellerinin yeni coğrafya, iklim ve beslenme şartlarına uyum sağlayabilecek şekilde yaratıldığını gösteriyor. Mümkün olsa da filmi biraz geriye sarsak, insanların yeryüzüne dağılmalarından ve belli bölgelere yerleşip nispeten homojen topluluk veya ırklara dönüşmelerinden önceki zamanlara ve coğrafyalara gitsek, göreceğiz ki, bütün insanlık ortak ataları olan Hz. Adem ve Hz. Havva’nın (as) çocuklarıdır. Evet, zamanla ırk, renk ve dillerin çeşitlenmesi, Ademoğullarının şubelere ayrılması Allah’ın âyetlerindendir; üstün veya aşağı olma sebebi değil, insanın insanı merak etme, tanıma ve yaratılışta kardeş bilme sebebidir. Hz. Peygamber (sas): “Hepiniz Adem’densiniz, Adem de topraktandır.” sözüyle ne büyük bir ikazda bulunmaktadır. Dünyanın buna kulak verecek sağduyusu, niyeti ve mecali kalmış mıdır; biz ümit ve hüsn-ü zan ile buna inanmak istiyoruz. Prof. Dr. Ömer Said GÖNÜLLÜ Kaynaklar 1. Thuillier, P., 1988 - Science et société. Fayard, Paris. 2. Singer, C., 1996 - A history of scientific ideas. Barnes & Noble Books, New York. 3. MacKenzie, D., 1976 - Eugenics in Britain. Social studies of science, vol. 6, September 1976, pp. 499-532. 4. Darmon, P., 1988 - La tentation eugénique. L’Histoire, no 108, Février. 5. Rifkin, J. & Howard, T., 1977 - Who should pay God? Dell. 6. Altshuler, D., 2005 – Genes are not destiny. Discover, vol 26, no 10, October. 7. Dyson, F., 2006 - Make me a hipporoo. NewScientist, 11 February 2006. 8. Motluk, A.. 2005 - How the food you eat could change your genes for life. NewScientist, no 2526, 19 November. 9. Motluk, A., 2006 - The teen gene. NewScientist, no 2561, 22 July 2006. 10. Kingsland, J., 2005 - Colour-coded cures. NewScientist, No 2503, 11 June 2005.
  20. Mekke'de doğan İslâm Güneşi'nin neşrettiği nurlar, birkaç asır geçtikten sonra doğuda Maveraünnehir ve Çin önlerini, batıda da Avrupa'yı aydınlatacak seviyeye ulaşmıştı. Hızla ilerleyen İslâm fatihleri (M.711) de İspanya'ya çıkarma yapmışlar ve yaklaşık 715 yılında da İspanya'nın bütün büyük şehirlerini ele geçirmişlerdi. Ardından Fransa içlerine doğru akınlarını sürdürmüşler, diğer taraftan da Sicilya'dan hareketle Roma önlerine kadar gelmişlerdi. İç dinamiklerini henüz kaybetmeyen Müslümanlar, ilk 25 sene içinde Kuzey Afrika'yı fethetmişler, Endülüs'e karşı kıyıdan bakmaya başlamışlardı. Endülüs'ün fethedilmesi için teknik imkanların elde edilmesi beklenecekti. Miladi 711'de Tarık b. Ziyad, gemilerle ilk defa karşı kıyıya geçmiş; müthiş bir İ'lâ-yı Kelimetullah aşkıyla dolu 7 bin askeriyle 90 binlik Rodrik ordusunu yenmesini bilmişti.Bu aşk devam ettiği sürece ilerleme devam etmiş, söndüğü yerde de geri çekilmek üzere duraklamışlardı. İşte İslâm medeniyetinin Avrupa'yı aydınlatışı, iki asra yakın İslâm hakimiyetinde kalmış olan ve bugün de birçok İslâmî eserin mevcud olduğu İtalya'nın Sicilya adası, diğeri de sekiz asır İslâm hakimiyetinde kalan İspanya (Endülüs) vasıtasıyla olmuştur. Müslümanlar İspanya, Portekiz, İtalya, Kıbrıs ve Fransa'nın bir bölümünü içine alan, Avrupa'nın büyük bir kısmını ele geçirdiklerinde buralarda çok Önemli ilmî ve kültürel değişiklikler meydana gelmiştir. İslâm medeniyetinin Avrupa'yı aydınlatması Rönesans'a kadar devam etmiş, Rönesans'ın ve aydınlanmanın sebebi İslâm kültür ve medeniyeti olmuştur. Zira o devirde Kurtuba, Sevilla, Palermo ve Granada gibi İslâm hakimiyetindeki şehirlerde ilim ve kültür meşaleleri parlarken, Paris, Roma gibi diğer Avrupa şehirleri karanlık dünyalarında ve cehalet denizinde yüzüyorlardı. Endülüs, II. Abdurrahman, el-Hakem ve Mansur'un idaresinde iken (912-1002) bir milyondan fazla insanın yaşadığı Kurtuba, Bağdat ve İstanbul ayarında medeni bir şehirdi. Şehirde 200.000 ev, 60 saray, 600 cami, 700 hamam, 17 üniversite ve 70 halk kütüphanesi vardı . Endülüs şehirlerinde "Sokaklar taş döşeliydi, bugünkü gibi kaldırımlar vardı ve geceleyin de aydınlatılırdı. Aralıksız uzanıp giden binaların önünden, sokak lambalarının ışığında on kilometre yürümek mümkündü. Arap mühendisler. Guadalguivir nehri üzerinde onyedi kemerden meydana gelen bir köprü yapmıştı. I. Abdurrahman'ın ilk işi su yolu yaparak Kurtuba'da, evlere ve bahçelere bol su getirtmek olmuştu". Halife el-Hakem, memurlarını İskenderiye, Bağdat, Dımaşk gibi şehirlere göndererek kitapçı dükkanlarını gezdirir, satın alınacak kitapları aldırır, istinsah ettirilecek olanları istinsah ettirirdi. Böylece başşehirde en büyük ve en zengin bir kütüphane kurulmuş bulunuyordu. Buradaki yazma eserlerin sayısının 400.000'i bulduğu ifade edilmektedir. Bu kütüphanenin sadece kitap adlarına göre yapılmış olan kataloğu 44 cilt tutmaktaydı . "Endülüs fatihlerinin dil, edebiyat, din ve diğer içtimaî müesseselerinin tesir ve cazibesi o derece büyük oldu ki fiilen İslâm dinine girmiş olmamakla beraber şehirlerde yaşayan Hristiyan ahalinin çoğu Müslümanvâri bir hayat yaşıyordu". Avrupalı krallar da memur ve müşavirlerini Müslümanlar arasından seçiyor, Suriye ve Bağdat'tan gelen ulemaya büyük değer veriyorlardı. Bilhassa II. Roger ve II. Frederick, Müslümanlara benzer bir hayat sürüyor, Müslümanlar gibi giyiniyor ve onların hayal tarzını taklit ediyorlardı . Endülüs'teki İslâm medeniyeti Avrupa'dan çok çok ilerde olduğu gibi Doğu İslâm dünyasından da geri değildi. "III. Abdurrahman tarafından başşehirde tesis edilen Kurtuba (Kordova) Üniversitesi, o devir dünya üniversiteleri arasında en yüksek mevkilerden birine ulaşmış bulunuyordu. Bu üniversite hem Kahire'deki el-Ezher ve hem de Bağdat'taki Nizamiye medreselerinden daha önce kurulmuş olup sadece İspanya'dan değil, Avrupa, Afrika ve Asya'nın diğer bölgelerinden de kendine "Müslüman olsun, Hristiyan olsun" öğrenci çekebilmekteydi . Endülüs'de belli başlı şehirlerde üniversite diyebileceğimiz öğretim müesseseleri bulunuyordu ki bunların en önemlileri arasında Kordova, Sevilla, Malaga, Granada ve Tuleytula'da kurulu olanlar vardır. Avrupalılar bu üniversitelere öğrenci göndermişler ve bu öğrenciler Arapçayı öğrenerek İslâm medeniyetinin mahsulü olan eserleri Latinceye tercüme etmişlerdir. Müsteşrik Dozy: "Hemen herkes o devirde Endülüs'de okuma-yazma biliyordu" demektedir. Bütün bunlar Müslüman İspanya'da olurken aynı asırda Hristiyan Avrupa'da çoğunluğu kilise mensubu pek az kimse ancak bazı bilgi kırıntılarını elde edebilmiş bir durumdaydı . Endülüs İslâm dünyasında gelişen ilim dallarına geçmeden önce, ilmin temelinde önemli rol oynayan kağıdın Müslümanlar tarafından kullanılması ve Avrupa'ya geçişi üzerinde duracağız. Kağıdın Avrupaya Geçişi: İlmin gelişmesinde ve yayılmasında kağıdın ehemmiyeti büyüktür. Kağıdın bulunması ve ucuza mâl edilmesi ilmî faaliyetleri hızlandırmıştır. Kağıdın Avrupa'ya geçişi de Endülüs Müslümanları tarafından olmuştur. Kağıdın Çin'de kullanılmaya başlaması M.S. 105 yılına rastlar. İslâm dünyasında ise ilk kağıt fabrikası 794'de Harun Reşid'in Veziri Yahya b. Halil el-Bermekî tarafından Bağdat'ta kurulmuştur. Fakat kağıt imalatı sadece Bağdat'a hasredilmedi, Suriye ve Kuzey Afrika'dan Endülüs'e kadar batıya doğru her tarafa yayıldı. Herkes kağıt kullanmaya başladı ve bu Müslümanların kolayca kitap sahibi olmalarım sağladı. Kağıdın kullanılması Mekke'de 797, Mısır'da 800, İspanya'da 950, İstanbul'da 1100, Sicilya'da 1102, İtalya'da 1154, Almanya'da 1128, İngiltere'de 1309 yıllarında olmuştur. Müslümanlar kağıt yapımını Sicilya ve İspanya'ya götürmüş, buradan da Fransa ve İtalya'ya geçmiştir. XII. asırda Fransa'dan Kompostela'ya gelen Hristiyanlar, kağıdı büyük hayret ve merak içinde aldılar ve memleketlerine götürdüler. Kağıdın kullanılışı, nihayet Endülüs ve Sicilya'dan sonra Avrupa'ya geçmekle beraber, kağıt fabrikaları İtalya ve Almanya'da XIV. asra kadar kurulamadı . Hitti, yazılı metinlerin teksiri ile ilgili şöyle bir ifadeye yer verir: "İspanya'daki Müslüman devlet başkanı Abdurrahman'ın katiplerinden biri resmî haberleşmeler için yazılan mektupları, evinde yazar ve bunları bir çeşit tab' tekniği, belki de blok (kalıp) baskısı usulü ile çoğaltılması için özel bir daire veya büroya gönderirdi ki buradan gelen kopyalar eyaletlerdeki devlet memurlarına gönderilirdi" . ENDÜLÜS'DE GELİŞEN BAZI İLİM DALLARI a) Tarih: Endülüs, Ebu Bekir b. Ömer, Ebu Mervan Hayyan b. Halef, Abdülvahid el-Marrakuşî, İbnü'l-Faradî, İbn Başkuval, İbnü'l-Abbar , İbn Yahya, Said b. Ahmed el-Endelusî gibi meşhur tarihçiler yetiştirmiştir . b )Coğrafya: Abdullah b. Abdülaziz el-Bekrî çok tanınmış coğrafyacı olup el-Mesalik ve'l-Memalik "Yollar ve Hükümdar Ülkeleri" adlı eseri ülkelerarası yol gösterici bir kitap olarak kaleme alınmış ve kısmen günümüze gelebilmiştir. En önemli coğrafyacılardan bir diğeri ise el-İdrisî'dir . Ortaçağ'ın dünyaca tanınmış iki coğrafyacısından biri olan Ebu Abdullah Muhammed el-İdrisî, Kurtuba'da okudu, Sicilya Kralı II. Roger'in isteği üzerine Palermo'da "Kitabü'l-Rucari" (Roger'in Kitabı)'nı yazdı. Müellif bu eserde, dünyayı yedi iklim bölgesine; her iklim bölgesini de on bölüme ayırıyordu. Bu yedi bölümden her biri de etraflı bir harita ile resimlenmişti. Bu haritalar Ortaçağ haritacılığının zirvesi oldu. Doğruluk ve genişlik bakımından eşsizdiler. İdrisî, Müslüman coğrafyacıların çoğu gibi, dünyanın yuvarlak olduğunu kabul ediyordu. "1081 yılında Valensiyalı, es- Sahdî yeryüzünün ilk gök küresini yaptı". Ayrıca İbn Cübeyr, el-Mazinî ve İbn Batuta gibi seyyahlar da Endülüs'te yetişmiş veya uzun müddet orada bulunmuş kişilerdir. c) Astronomi: "İspanya'daki Müslümanların ortaya koyduğu esaslar sayesinde batı Hristiyan dünyası, astronomi ve astroloji konusunda doğudan ilham almıştır. Böylece Müslümanların astronomiye dair yazdıkları eserler, başta İspanya'da olmak üzere Arapça'dan Latinceye tercüme edilmişlerdir." İspanyalı Müslüman astronomi alimleri arasında göze çarpanlar olarak Kordovalı el-Mecritî, Toledolu ez-Zerkalî ve Sevillî İbn Eflah'ı gösterebiliriz . Kurtubalı Ebu İshak el-Bitrucî de Batlamyus astronomisine karşı olan görüşleriyle tanınmaktadır. El-Bitrucî, yıldızların birbirine göre durumlarını anlatan "Kitabü'l Hey'e" adlı eseriyle Copernic'e yol göstermiştir. "Mesleme b. Ahmed, el-Harizmî'nin astronomik tablolarını İspanya'ya göre değiştirdi. Toledo'lu İbrahim ez-Zerkalî astronomik aletleri tekamül ettirerek milletlerarası bir ün kazandı. Copernic onun usturlab hakkındaki eserlerinden bahseder. Astronomik müşahedeleri zamanın en iyi müşahedeleriydi... Gezegenlerin hareketlerini gösteren ve "Toledo Tablosu" diye anılan tablosu uzun zaman bütün Avrupa'da kullanıldı" . d) Matematik: Cebir ve analitik geometri gibi "trigonometri" İlmi de geniş çapta Müslümanlar tarafından kurulup geliştirilmiştir. Yine sıfır rakamının Avrupa'ya geçişi de Müslümanlar vasıtasıyla Endülüs üzerinden olmuştur. e) Tıb: Müslümanların tıb ilmine katkıları oldukça fazladır. "Tarihte ilk dispanserleri, ilk eczaneleri açanlar Müslümanlardır. İlk eczacılık okulunun kurucuları ve eczacılık hakkındaki eserlerin yazarları yine Müslümanlar olmuştur. Avrupa'da evveliyatı meçhul kalmasına rağmen, ilk tıp mektebinin Salerno'da kurulmuş olduğu kabul edilmektedir... İlk tıp mekteplerinden bir diğeri de muhtemelen Salerno'dakinin bir şubesi olan Montpellier mektebi idi... (Avrupa'da) "Nöbetçi doktorlu ilk hastane ise 1599 yılında Strasburg'da kurulmuştur. Hastanede, talebelerle klinik öğretimi yapan Müslümanlara ait diğer bir usul, Avrupalılar tarafından ancak 1500 yılından sonra kopya edilebilmiştir" . Endülüs'de yetişen İslâm tıb alimlerinin en meşhurlarından biri Ebu Mervan İbn Zühr'dür... Batı dünyasında Avenzoar diye tanınır. Tıb sahasında yazdığı altı kitaptan üçü günümüze gelebilmiştir. Bunlardan en değerlisi tedavi ve perhizle ilgili olan, dostu İbn Rüşd'ün isteği üzerine yazdığı "el-Teysir fi't-Müdâvât ve't-Tedbir" adlı eseridir. İbn Zühr'ün hususiyeti klinik tasvirlerinin üstünlüğündedir. Eseri Avrupa tıbbini çok etkilemiştir. İbn Zühr, er-Razî'den sonra İslâm aleminde yetişmiş en büyük klinik mütehassısıdır . Diğer bir hekim ise III. Abdurrahman'ın saray hekimi olan Ebu'l-Kasım ez-Zehravî'dir. En büyük Müslüman cerrahı olan ez-Zehravî'nin "et-Tasrif limen Aceze ani't-Tealif' adlı tıp ansiklopedisi üç cerrahi kitabından ibaretti ki, Latinceye tercüme edilerek İspanya ve Avrupa'daki tıb okullarında cerrahi el kitabı olarak müessiriyetini devam ettirmiştir. Eserde bazı cerrahi alet ve edevatının resimleri de verilmektedir. İbn Sina'nın el-Kanun adlı eserinin (1500 yılına kadar) 16 baskısı yapılmış, 1650 yılından sonra bile okunmaya devam edilerek tarih boyunca en çok okunan tıb kitabı hüviyetine sahip olmuştur. "Avrupa'nın ilk kaynak eserlerinde bulunan birçok atıflar, İslâm tesirinin Yunan tesirinden çok daha fazla olduğunu artık kati olarak ortaya koymuştur. Hülasa XV. ve XVI. asırlardaki Avrupa tıbbı, hâlâ İslâm tıbbının biraz genişletilmiş şeklinden başka bir-şey değildi. f) Botanik: İspanya'da yetişen botanikçilerden biri Ebu Cafer el-Gafikî'dir. Onun ilaç yapılan şifalı bitkilerle ilgili "el-Edviyetü'l-Müfrede" adlı eseri vardır. Yine Yahya b. Muhammed b. Avvam'ın ziraat konusundaki "el-Filaha" adlı eseri 585 bitki türünden bahsetmekte, aşı yapma tekniği, toprağın yapı özellikleri, gübreleme usulleri, ağaç ve üzüm köklerine arız olan çeşitli hastalıkların belirti ve görünüşleri ile bunların tedavi yollarını açıklar. Ahmed b. el-Baytar aynı zamanda bir botanikcidir. Onun "el-Muğnî fi'l-Edviyeti'l-Müfrede" adlı eseri, tıbbî tedavi ile ilgili maddeleri anlatır. "El-Cami fi'l-Edviyeti'l-Müfrede adlı eseri ise, şifa veren ve kendilerinden ilaç yapılan hayvan, ot ve minerallerden bahseder. 1400 konu işlenen eserin kısmen Latinceye tercümesi olan Simplicia 1758 yılında Kremona'da basılmıştır . g) Felsefe: Müsbet ilimlerle beraber, Endülüs vasıtasıyla batıya İslâm dünyasının felsefi tesirleri de olmuştur. Bu sayede Avrupa, eski Grek bilgi ve irfanını yeniden tanıma fırsatı bulmuştur. İspanya'da yetişmiş filozoflardan birkaçı olarak İbn Bacce, İbn Tufeyl, İbn Meymun ve İbn Rüşd'ü sayabiliriz. Ayrıca İslâm tasavvufunda büyük bir yeri olan İbn Arabî (Ö.1240) de Endülüslüdür. Ayrıca, Endülüs İslâm medeniyeti, batıyı; edebiyat, sanat, mimari, musiki, el sanatları.. gibi diğer hususlarda da etkilemiştir. Zira "Donkişot" adlı eserin aslı, Arapça'da yazılmış eski bir hikaye kitabından başka birşey değildir... İşte İslâm'ın Avrupa'yı aydınlığa çıkardığının bir Avrupalı tarafından itirafı: "İnsan, Müslümanların tecrübe, tefekkür ve yazdıklarının azametine vâkıf olunca anlamaktadır ki, eğer Müslümanların yardımı olmasaydı. Avrupa ilim ve felsefesi, vaktinde terakki edemeyecekti. Müslümanlar Yunan tefekkürünün sadece nakledicisi değil aynı zamanda hakiki sahibi oldular. Okuttukları bu ilimleri hem unutulmaktan kurtardılar, hem de onların sahalarını geliştirdiler. Haçlı seferleri sırasında, takriben 1100 yılında Avrupalılar, düşmanları olan Müslümanların ilim ve felsefesi ile ciddi bir şekilde alâkalanmaya başladıkları zaman bu ilimler altın devrini yaşıyordu. Avrupalılar bizzat kendileri ilerlemelerini kaydetmeden önce ne yapabildilerse hepsini Müslümanlardan öğrenmek mecburiyetinde kaldılar". ''Biz Avrupalıların kör gözü, İslâm kültürüne olan borcumuzu görmeye manidir. Geçmişten gelen mirasımıza İslâm'ın yaptığı tesirin kıymet ve kadrini bazen küçümsüyor, bazen de tamamen görmezlikten geliyoruz... Onu saklamak ve inkar etmek, sahte bir gurur alametidir". Endülüs yeniden Hristiyanların eline geçince herşey yakıldı, yıkıldı. Cami kütüphane, hamam... gibi İslâm medeniyetinin işareti olan herşey ya tahrip edildi ya da Hristiyan binalarına dönüştürüldü. Halbuki Müslümanların, hakimiyetleri altında tuttukları 8 asır boyunca Endülüs'de Hristiyanlık ne kökünden kazındı, ne de baskı altında tutuldu. Hristiyanlar. Müslümanlara her türlü işkenceyi reva gördüler. Avrupa'yı aydınlatan ve Rönesans'ın temellerini hazırlayan Endülüs'de, 8 asır gibi uzun bir müddet ayakta kalan İslâm medeniyeti, 10 yıldan daha kısa bir zaman zarfında yok edildi. Endülüs, o parlak devrine bir daha ulaşamadı. Kurtuba, Saragossa, Sevilla (İşbiliye) gibi şehirler kültür ve bilim merkezi olmaları sebebiyle İslâm hakimiyeti devrinde bütün dünyaca tanınan şehirlerdi. Bugün ise, Müslümanların bıraktığı sanat ve kültür eserleri sayesinde birer turistik ve tarihî şehirler olmaktan öte geçememektedirler. Şu da bir gerçek ki, İspanya'nın. Müslümanların elinden çıkışı, Avrupa'nın ilim ve teknolojide Müslümanları geçmesinden ve askerî üstünlüklerinden olmamıştır. Bu parlak medeniyeti kuran fatihlerin torunları, geçmişlerine layık olamadılar. İçten içe karbonlaşmışlardı. Eski fatih güç ve dinamizm kaybolmuştu. Müslümanlar içten kokuşunca. Rabbimiz de, sünnetullahı gereği diğerlerini Müslümanlar üzerine musallat etti. Böylece Müslümanların parçalanış ve dağınıklığını gören Avrupa. Hristiyan birliğini, kurarak Endülüs Medeniyetini ortadan kaldırdı. Salih Akçadereli Dipnotlar 1. Bkz. Will Duranı, İslâm Medeniydi, s. 203. 2. W. Durant, İslâm Medeniyeti. s. 204. 3. Prof. Dr. Philip K. Hitti. Siyasî ve Kültürel İslâm Tarihi. Terc. Salih Tuğ. 111/840. İst. 1989. 4. Philip K. Hitti. a.g.e. 111/812 5. Prof. Dr. W. Montgomary Watt. İslâm Avrupa'da Tere. Doç. Dr. Hulusi Yavuz, s. 56. İst. 1989. 6. Philip K. Hitti, a.g.e. 111/389. 7. Philip K. Hitti, a.g.e. 111/841. 8. Will Durant, a.g.e. s. 88. W. Montgomary Watt. a.g.e. s. 51-52. Philip K. Hitti, a.g.e., 111/896. 9. Philip K. Hitti, a.g.e. 111/896. 10. Philip K, Hitti, a.g.e. 111/897-902. 11. Philip K. Hitti, a.g.e. 111/902-903. 12. Will Durant, a.g.e. s. 246. 13. Philip K. Mitti, a.g.e. III/905-906. 14. Will Durant, a.g.e. s. 246: Philip K. Hini, a.g.e. 111/ 906. 15. Will Durant, a.g.e. s. 209-210. 16. W. Montgomary Watt, a.g.e.. s. 120-121. 17. Will Durant, a.g.e. s. 248: Philip K. Hitti. a.a.e.. 111/ 914-918. 18. Will Durant, a.g.e. s. 209-210; Philip K. Hitti, a.g.e, III/914-918. 19. W. Monlgomary Watt, a.g.e s. 121-122. 20. Philip K. Hitti, a.g.e., 111/912-914. 21. W. Monlgomary Watt, a.g.e.. s. 85. 22. W. Montgomary Watt, a.g.e., s. 13.
  21. Senyour

    PKK’nın stratejisi

    Siyasi bir kazanıma dönüştürülemeyen ateşkes döneminin ardından gelen PKK saldırıları Türkiye’de büyük bir milliyetçi söylemle karşılandı. Medyanın başını çektiği bilinçsiz bir seferberlik havası estirilmek istendi. Önerilen şey, PKK’nın değil, asıl Barzani’nin, yani doğrudan Kuzey Irak’ın ortadan kaldırılmak üzere bombalanması... Bu talepte gizli bir yenilgi duygusu var. Çünkü Türkiye 25 yıldır PKK’yı altedememenin ve bir zamanlar varlığını bile kabul etmediği Kürtlerin şimdi karşılarında bir tür ‘devlet’ olarak var olmalarının psikolojik sıkıntısını yaşıyor. Siyaset psikolojinin kabuğu haline gelince de ortada ne sağduyu ne de akılcı bir dış politika imkanı kalıyor... Oysa karşımızda değiştirelemeyecek bazı gerçekler var ve bunların en önemlilerinden biri de PKK’nın doğru değerlendirilmesiyle ilgili. Bugüne kadar PKK eylemlerinin durmuş olması, Türkiye’de garip bir biçimde terör sorununun kendiliğinden bittiği gibi bir izlenim yarattı. PKK’nın güçsüz olduğu için eylem yapamadığı düşünüldü. Oysa PKK bu eylemleri yapma yeteneğini hep hazır tutmakta, ancak muhtemelen Kürt kesiminin desteğini kaybedeceği korkusuyla kullanamamaktaydı. Çünkü herkesin gözlemlediği gibi, son yıllar içinde Kürtlerde bir çoğullaşma ve bireyselleşme açılımı yaşanmakta ve bu değişim şiddetin siyasi araç olarak kullanılmasına karşı olan güçlü bir duruş üretmekte. Nitekim aynı süre içinde AKP’nin bölgede giderek güçlenmesinin altında yatan temel neden de bu. Dolayısıyla PKK’nın temel kaygılarından biri Türkiye’deki toplumsal tabanı kaybetmemek olmuştur. Ancak bu örgütün farklı kaygıları da var: Bunlardan biri uluslar arası alanda meşru bulunacak bir muhatap haline gelmek, diğeri ise Kuzey Irak’ta Barzani ile birlikte, ama ondan farklılaşan bir siyasi aktör olabilmek. Bu perspektif PKK’yı şiddet imkanını sürekli bir tehdit olarak koruyan ama ancak gerektiğinde kullanan bir örgüte dönüştürmüştü. O halde şu anda değişmiş gözüken tavrın açıklaması ne olabilir? Bunu anlamak için daha uzun vadede bölgeye bakmak ve PKK’nın orada bir yerinin olmayabileceğini öngörmek gerek. Diğer bir deyişle PKK bugün istenmeyen bir geleceği engellemeye çalışıyor. O istenmeyen gelecekte PKK’nın silah bırakması ve en iyi ihtimalle klasik siyasete kabul edilmesi var. Oysa bu örgüt iç hiyerarşisi, merkeziyetçiliği ve totaliter yaklaşımıyla ayakta kalıyor, kendisini yeniden üretebiliyor. Kısacası PKK hem silahı bırakmamak, hem de siyasi aktör olmak istiyor. Bunu sağlamanın ise tek bir yolu var: Diğer aktörlerin de giderek artan oranda silaha sarılması ve böylece PKK’nın dünya kamu oyu nezdinde ‘normalleşmesi’. Dahası böyle bir gelişme PKK’nın iki stratejik hedefini daha gerçekleştirmesine büyük katkı sağlayacaktır. Birincisi, savaşın doğal hale gelmesi ile birlikte hem Türkiye’deki Kürt kesiminin PKK’ya olan bakışı daha yumuşayacak, alınan destek artacak, hem de muhtemelen örgüte yeni katılımların zemini oluşacaktır. İkincisi, bir savaş hali ile birlikte PKK ile Barzani arasındaki ilişki düzelecek, Barzani’nin PKK’yı siyaseten ve bir savaş cihazı olarak kullanma isteği PKK’yı arzu ettiği aktörleşmeye taşıyabilecektir. Dolayısıyla PKK’nın bu saldırıları şimdi niçin yaptığını anlamak o kadar zor gözükmüyor. Asıl anlaşılması güç olan, PKK’nın stratejisini anlamayan ve muhatap almaktan kaçındığı bir örgütü nihayette muhatap haline getirecek olan bir adımın Türkiye tarafından atılmak istenmesidir. Kuzey Irak müdahalesi bir tuzak... Ama bu tuzakta PKK’nın rolü aslında çok az. Asıl tuzağı kuran, Türkiye’de siyaseti olanaksız hale getiren ve onun yerini hamaset ve hoyratlıkla doldurmaya çalışan egemen hezeyan halidir. Düşünmeyi unutan bir ülkenin doğru hareket etmesi ancak mucizelerle mümkündür... ETYEN MAHÇUPYAN www.gazetem.net ten alıntıdır....
  22. HALDEN HALE GEÇECEKSİNİZ... Allah Teâlâ İnşikâk suresinde şöyle buyurmaktadır: 16-Şafağa, 17-Geceye ve onda basan karanlığa, 18-Dolunay olmuş aya yemin ederim ki, 19-Siz, halden hale geçeksiniz. 20-Böyleyken onlar acaba neden îmân etmezler? 21-Onlar kendilerine Kur'ân okununca secde de etmiyorlar? Yüce Allah, insanın halden hale geçmesine binâ'en niçin, şafağa, geceye, gecenin kapladıklarına ve dolunay olduğu zaman aya yemin etmiştir? Modern ışık bilimi araştırmaları ışığın, herhangi bir cisimle karşılaştığı zaman şu halleri alacağını ortaya koymuştur: Birincisi: Cisim, prizma gibi belirli bir şekle sahip ve şeffaf olduğu zaman ışık bu cisimden, belli bir açıyla asıl doğrultusundan kırıldıktan sonra geçer. Bilinmektedir ki; güneş ışığı gibi, beyaz ışık tek bir ışık değildir; aksine birbirine girmiş çeşitli renkteki ışıklardan meydana gelmektedir. Prizma gibi şeffaf bir cisme yansıdığı zaman kırılma olayı ışığı, en aşağısı kırmızı, en yükseği ise kahverengi olan asıl renklerine ayrıştırır. Bu, buluttaki su damlalarıyla karşılaştığı zaman güneş ışığı için meydana gelen hâdisedir. Işık, kemer şeklinde, bilinen renklerine ayrışır ve gökkuşağı diye isimlendirilir. İkincisi: Cisim şeffaf olmadığı, kesîf/ışık geçirmez olduğu zaman. Bu durumda cisim, siyahsa, bütün renkleriyle ışığı emer; beyazsa, yine bütün renkleriyle ışığı yansıtır veya bir kısmını yansıtır, diğer bir kısmını da emer ve (o zaman) ışığın bize yansıyan tarafı görünür. Yani ışığın üç çeşit görünümü vardır: Kırılması ve kırılma ile birlikte yayılması, emilmesi ve yansıması. Âyetler, bu üç olaya açık bir şekilde işaret etmektedirler. Bu sıralamaya göre açıklama şöyledir: 1. Işığın kırılması ve yayılması: "Yemin ederim şafağa." Kırmızı renkli şafak, batışın hemen arkasından güneş ışınlarının, şeffaf hava tabakasına doğru yayılması sûretiyle kırılmasından doğan bir ışık hâdisesidir. Bu itibarla güneş ışığı, çeşitli renklerine ayrılır. Kırmızı ışık, en az kırılan ışıktır. Bunun için o, kırmızı ışık, yerden uzaklaşarak daha çok kırılan ve bu nedenle de, kırmızı ışığı, yani şafağı görürken kendilerini göremediğimiz diğer ışıklardan yere en fazla yakın olandır. İşte bu şafaktır. O halde âyet, ışığın kırılmasına ve yayılmasına işaret etmektedir. 2. Işığın emilmesi: "Geceye ve onda basan karanlığa” Gece, tabii olarak siyahtır. Çünkü, güneş ışınlarının kaybolması nedeniyle bütün renkler onda yok olur. Siyah renk, (diğer) renklerin emilmesine açık bir işarettir. 3. Işığın yansıması: "Dolunay olduğu zaman aya yemin ederim." Bilinmektedir ki güneş, kendi içinde fiilen oluşan -korkunç derecedeki- atom patlamalarıyla ışığı bizatihi meydana getiren bir ışık kaynağıdır. Aya gelince o ışığı meydana getiremez; ancak ışığı güneşten alır ve yeryüzüne yansıtır; özellikle de o "dolunay olduğu zaman". Âyet, ışığın yansıması olayına açıkça işaret etmektedir. Böylece ışığın, kırılması ve yayılması olayına şafağın, emilmesi hâdisesine siyah yanı karanlık gecenin, yansıması hususuna da ayın işaret ettiği ortaya çıkmış bulunmaktadır. Bu, hakîm ve övgüye lâyık olan Allah tarafından konmuş son derece mükemmel ve çok ince bir düzendir… “Halden hale geçmeniz” Yüce Allah, 'insanın halden hale geçmesine binâ'en şafağa, geceye, gecenin topladıklarına ve dolunay olduğu zaman aya niçin yemin etmiştir?' Şimdi kasem ile kasem edilen arasında, cazip olan başka bir ilişkiyi açıklayacağım. Bu irtibatın sırrı, kasemin parçalarından her bir parçasının birtakım tabaka, konum ve merhalelere ayrılmasıdır. "Halden hale geçme" konusunda müfessirler şöyle demişlerdir: Bu ya insanın, bir halden başka bir hale veya sırasıyla nutfeden alaka, et parçası, cenin, yeni doğan, emen ve sütten kesilen bebek, küçük çocuk, gençlik, ihtiyarlık ve sonra da ölüm ve âhirete intikali gibi merhaleden merhaleye geçmesidir ki bu halleri ve merhaleleri, zamansal tabakalar olarak kabul etmek mümkündür. Çünkü, bilinen tabakalar, mekan açısından çeşitli ve birbirine yakın kısımlardan meydana gelir ve mekan farkıyla bazısı bazısından ayrılır. Bu, sarısı, beyazı, ince zar ve sert kabuktan meydana gelen yumurtanın katmanları gibidir ki o, renk, hacim ve terkip bakımından farklılık arzeder. Bunlar arasında, her bir tabakayı diğerinden ayıran mekansal ayırıcılar vardır. Şöyle ki, bu tabakalardan her biri, diğer tabakanın işgal ettiği yerden farklı bir yer tutar. YUMURTA İnsanın veya ondan başkasının başına gelen durumlara gelince bunlar, bazısı bazısından farklılık arzeden zamansal tabakalardır. Şöyle ki: et parçası cenînden, cenîn yeni doğandan, emen bebek sütten kesilenden, küçük çocuk genç olandan... hep farklıdır. İşte onlar arasındaki ayırıcılar zamansal ayırıcılardır. Burada, et parçası ve cenin evreleri için ayrı ayrı özel bir zaman dilimi/aralığı vardır. Böylece her bir merhale, diğer merhalenin işgal ettiği zamandan başka bir zamanı işgal etmektedir. Herhangi bir beldenin hâkimlerinin "hâkimler tabakası" diye isimlendirilmesi alışılmış bir husustur. Meselâ denir ki, Mısır'dan idareciler, hâkimler zümresi geçmiştir. Bunlar, firavunlar, hükümdarlar, batâlise(1), Bizans ve daha sonra da Müslüman idareciler tabakasıdır. İşte bunlar zamansal tabakalardır. Çünkü onları sadece bir zaman dilimi bir araya getirip birleştiremez. Her bir tabaka, diğer tabakanın zamanı dışında bir zamanı işgal eder. Böylece cismin veya şehrin merhalelerini ve durumlarını tabakalar şeklinde algılamamız mümkündür. Ayet Resûlullah’a hitaptır. Bu, "leterkebunne” kelimesindeki be harfinin fetha olarak yani, leterkebenne şeklinde okunmasıyla olmaktadır. Yani, “ey Muhammed! Sen, se-mâdan semâya geçeceksin.” Bu, Cibrîl'ın Resûlullah'ı birinci semâdan yedinci semâya kadar çıkardığı isrâ' ve miraç gecesinde meydana gelmiştir. Bu yorum İbn Kesîr'in tefsirine göredir.(2) Bilinmektedir ki, yedi semâ, bazısı bazısının üzerinde olarak tabakalar halinde bulunmaktadır. Bunu Yüce Allah'ın, "O, yedi göğü, birbiri üzerinde tabaka, tabaka yarattı"(3) sözü te'yîd etmektedir. Yani tabakalara sahip/tabakaları olan demektir. Tabakalılık hali âyetlerde zımnen mevcuttur: Şimdi, tabaka halinde olma durumunun, bütün "şafağa, geceye ve gecenin topladığı (barındırdığı/kapladığı) şeylere, dolunay olduğu zaman aya yemin ederim" âyetlerinde, birbirlerine bağlı olacak şekilde nasıl bulunduğunu îzah edeceğim. Nitekim Allah, "halden hale geçeceksiniz" âyetiyle onların aralarında irtibat kurmuştur. Bu kapsamlı irtibat, bütün âyetlere, harikulâde bir genel mana yüklemektedir. İnşallah aşağıda bu manayı açıklayacağım: ŞAFAKTAKİ TABAKALAR Daha önce kırmızı şafağın, beyaz ışığın (ki bu güneş ışığıdır), kırmızı, portakal renkli, sarı, yeşil gibi renklerin tabakalarından meydana geldiğini açıklamıştım. Bunlar, yağmurlu günlerde meydana gelen gökkuşağında, bazısı bazısının üzerinde olduğu halde görülen tabakalardır. O zaman şafak, güneş ışığının tabakalarına açık bir işarettir. Geceye ve Gecenin topladığı şeylerdeki tabakalar... Bu, "gece ve gecenin içine aldığı/kapladığı/topladığı" demektir. Yani gece, her şeyi içine alıyor, örtüyor ve şu aşağıdaki şeyleri kapsıyor veya onlar gece vaktinde ortaya çıkıyor: 1–Yıldızlar: Onlar yörüngelerinde, düzgün bir şekilde, bazısı bazısının üzerinde oldukları halde seyreder. İşte bunlar tabakalardır. 2–Yeryüzü ve yeryüzünde bulunanlar: Yeryüzü, farklı maddelerden meydana gelmiştir. Bu maddelerin temel taşı atomdur. Atom, merkezinde bulunan artı yüklü çekirdekten, protondan meydana gelir. Çevresinde, bazısı bazısının üzerinde olan yörüngeler, yani tabakalar halinde elektronlar döner. O zaman bunlar, tabakalar olmaktadır. Meselâ klor atomu, ortada bir çekirdek proton, çekirdeğin etrafında üç tabaka yörünge üzerinde dağılmış halde dönen on yedi elektrondan meydana gelir. Bunlardan ilk tabaka yörünge iki, ikinci tabaka sekiz, üçüncü tabaka ise yedi elektrona sahiptir. * * * Yerin bütün maddeleri, bu atomun benzerlerinden meydana gelmektedir. Yani yeryüzünde bulunan bütün maddelerin temel yapısı tabakalardan oluşmaktadır. Diğer taraftan yer (arz), bilinen jeolojik tabakalardan meydana gelmektedir. Bunlar, yerin içindeki mağma ve onun, yani arzın, taş, su, petrol ve hava tabalarından oluşan kabuğudur. Yeryüzündeki canlı varlıklara gelince onlar da, temeli, çeşitli atomlardan meydana gelen hücreler olan organik maddelerden teşekkül etmişlerdir. Nitekim hücrenin kendisi, bazısı bazısının üzerinde bulunan tabakalardan oluşmuştur. Bu, daha önce izah edilen yumurtada görünmektedir. Yumurta, hacmi büyük bir hücre olup üç ana tabakadan meydana gelmiştir ki bunlar da, orta çekirdek, sarı kısım, çekirdeğin etrafındaki protoplazma beyaz kısım ve beyaz kısmın üzerinde bulunan ince zardır... Canlı hücreden onun, yine canlı olan kâinatta oluşturduğu varlıklara geçtiğimizde, onların da bir takım tabakalara yani sınıflara/gruplara ayrıldığını görürüz. Bunların en önemlileri, bitki ve hayvan sınıflarıdır. Bitkiler, çeşitli grup ve sınıflara ayrılmaktadır. Böylece canlılar da tabakalardan meydana gelmiş olmaktadır. Onların en üst seviyesinde, farklı açılardan çeşitli sınıflara ayrılan insan bulunmaktadır: Beyaz, siyah, kızıl ve sarı insanlar olduğu gibi, zengin, fakir ve orta halli olan insanlar da vardır… * * * Öğrenciler, kabiliyetli, zeki, orta halli ve zeka seviyesi düşük olmak üzere çeşitli gruplara ayrılmaktadırlar. Nitekim onlar, düzen bakımından da tertipli ve dağınık olarak sınıflara ayrılmaktadır... 3–Dolunay olduğu zaman aydaki tabakalar Ay, ayın başında, dünyaya ince bir hilal şeklinde görünmeye başlar ve günden güne büyüyerek ayın ortasında tam bir dolunay haline gelir. Bu merhalelerinde ayın birbiri üzerindeki şekillerini çizsek aşağıdaki şekilde görüldüğü gibi onun açıkça tabakalar meydana getirdiğini görürüz. Daha önce, ayın bu şekildeki görünümlerinin, zamansal tabakaların bir çeşidi olarak kabul edilmesinin mümkün olduğunu açıklamıştım. Bu durum bizi, gözlerimizi kâinattaki zamansal tabakalara çeviren "dolunay olduğu zaman aya yemin olsun" âyetini düşünmeye sevketmektedir. Onlar da fazla miktarda olup önemlidirler. AYIN TABAKALARINA BENZEYEN EVRELERİ Önceden beyan edilen insan ömrünün merhaleleri, zaman tabakalarındandır. Diğer canlıların gelişme aşamaları da bu zamansal tabakalardandır. Aynı şekilde çeşitli tabakalardan meydana gelen zaman da bütünüyle bunlardandır. Saatin, arka arkaya devam eden altmış değişik zaman diliminden yani, tabakadan meydana gelen altmış dakikadan; günün, yirmi dört zaman tabakasından, yani yirmi dört saatten; haftanın, yedi zaman tabakasından, yani yedi günden; yılın, on iki zaman tabakasından, yani on iki aydan meydana geldiğini kabul etmek mümkündür… KÂİNATTA TABAKALARIN OLMASI Bu tabakaların varlığı kâinatta temel bir olgudur. Kur'ân, pek çok âyetinde gözleri bu tabakalara çevirmiştir. Bunları burada tafsilatlı bir şekilde anlatma imkânı yoktur. Ancak şu kadar var ki incelemekte olduğumuz, "şafağa, geceye ve gecenin topladığı barındırdığı / kapladığı şeylere, dolunay olduğu zaman aya yemin ederim ki siz, mutlaka tabakadan tabakaya bineceksiniz! halden hale geçeceksiniz" âyetleri, gayet açık ve net bir şekilde dikkatleri, varlıkların/kâinâtın tabakalar halinde bulunduğuna çevirmektedir. ÂYETLERİN GENEL ANLAMI Şimdi şu soruya dönüyoruz: Neden Allah, insanların halden hale geçeceklerine dair şafağa, geceye ve aya yemin etmiştir? Sanki Yüce Allah burada şöyle buyurmaktadır: Ey insan! Işık gibi latîf ve bitkiler, hayvanlar ve inorganik maddeler gibi kesîf cisimlerden meydana gelen bütün mahlûkâtın, çeşitli tabakalardan oluştuğunu ve değişik merhalelerden geçtiğini görmüyor musun? Aynı şekilde sen de ey insan, bir halde kalmayacak, aksine hem dünyada ve hem de âhirette merhaleden merhaleye geçeceksin. Nitekim insanlar, bu dünyada tabakalar halinde olduğu gibi âhirette de tabakalar halindeolacaklardır: Mutlular/iyiler, cennetin tabakalarında yaşarlar; mutsuzlar/kötüler ise cehennemin tabakalarında ikamet ederler. Bu nedenle senin, âhirette tabakaların en yükseğine ulaşmaya gayret etmen gerekir. Bu ise Allah'a îmân etmek ve O'na boyun eğmekle olur: "Böyleyken onlar acaba neden îmân etmezler? Kur'an okunduğu zaman secde de etmiyorlar?" TABAKALAR HALİNDE OLMAK–GELECEKTEKİ HÂDİSELER Âyetlerdeki "mutlaka halden hale geçeceksiniz" şeklinde yemin formu, halden hâle geçmenin gelecekte vukû bulacağını ifade etmektedir. Bu bizi şu soruyu sormaya sevketmektedir: Kur'ân'ın nazil olduğu asırdan sonra bu yemini gerçekleştirecek bir şey olmuş mudur? Onun nüzulünden sonra, insanları halden hale geçirecek tabakalar nelerdir? İşin doğrusu şudur: Asrımız, insanı, bu dünyada inişli çıkışlı tabakalara binmeye mecbur eden merhalelerle doludur. İşte söz konusu âyet–i kerîmeler, bu tür dünyevî hâdiselere işaret etmektedirler. Âyetler, tam anlamıyla geleceğe aittirler. Modern ilmin yardımıyla insanın halden hale geçmesini sağlayacak tabakalara gelince bunlar şunlardır: 1.Birçok katı, yani tabakaları olan binalarda oturmak: İnsan, çok katlı büyük binalar inşa etme imkanı bulmuştur. Meselâ gökdelenler bunlardandır. İnsan, modern asansörler yardımıyla oldukça kolay ve süratli bir şekilde kattan kata çıkıp inmektedir. 2.Uzay araştırmacılarının, uzaya çıkış ve inişlerinde hava katmanlarını, tabakalarını kullanması. Çünkü yer küreyi kuşatan hava tabakası, bileşik ve yoğunluk bakımından farklı olan katlardan meydana gelir. 3.İnsanların, iniş ve çıkışesnasında okyanus sularının katmanlarından geçmeleri, hatta deniz altıların yardımıyla onların tabanlarına kadar inmeleri. 4.Kömür ocakları, petrol kuyuları vb. şeylere iniş ve çıkışta insanların yerin tabakalarından geçmesi. KUR’ÂN–I KERÎM’İN İCÂZI Kur'ân–ı Kerîm'in, son asırlarda keşfedilen ışık ilmine, insanın, maddî olarak çeşitli alanlarda merhaleden merhaleye geçmesine ve daha sonra teknolojinin ilerlemesiyle gelişmiş bir seviyeye ulaşmasına açıkça işaret etmesi, Allah'ın, İslâm'dan önce hiçbir ferdi herhangi bir kitap telif etmemiş olan ümmî, okuma–yazma bilmeyen bir ümmete mensup bulunan ümmî bir insanın ağzıyla nurlarını fışkırttığı bu kitabının icâzını te'yîd etmektedir: "Biz onlara, ufuklarda ve kendi canlarında ayetlerimizi göstereceğiz ki o Kur’ân'ın gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şâhit olması, her şeyi görmesi sana yetmez mi?" DİPNOTLAR: 1–"Batâlise": İskender'in vefatından sonra beraberindeki Makedonyalı meliklerden oluşan ve Mısır'da hüküm süren sülâlenin ortak adıdır. Bkz., Şemseddîn Sâmî, Kâmûsu'l–'Alâm, İstanbul, 1306, II, 1318 (Batâlise/Batlamyûs mad.). (Mütercim). 2– Bkz., İbn Kesîr, IV, 523. 3– Mülk (67), 3. âdil abdullah el-kalkîlî ter; doç.dr. bahattin dartma
  23. Aho aho aho
  24. Ben Sosyalistim sadece Laiklik,Demokrasi vb... kavramları kendi cıkarlarınıza göre yorumlamalarınız benim canımı sıkıyor ben ne şeriatticiyim ne de Kemalist... benim elestirdigim budur.... (İslam dinine cok sempati duyorum sonradan inanan ve kalben anne babanın ögrettigi dısında, kendi dogrumu bulduguma inaniyorum ama bu benim sosyalist olmama engel diil sanırım...) budur vaziyetim Marks'ıda okurum İbni Rüşd'ü de....
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.