Senyour tarafından postalanan herşey
-
MHP kapatılmalı mı?
tskler arkdasım cok güzel tespitlerde bulunmussun sana katılmamak elde diil..
-
MHP kapatılmalı mı?
tskler arkdasım cok güzel yazmıssın diyecek kelime brakmamıssın
-
Metafizik Bir Paradigma: Yaratılış
Belli bir yaştan, akıl ve muhakemenin belli bir gelişmişlik düzeyinden itibaren insan kendisini yokladığında, inanıyor (veya inanmıyor) olduğunu görür. Bütün bir hayata ve Kâinat'a bu inançla (veya inanmadan) bakıyordur. Henüz ciddi şekilde sorgulamamış olduğu bu tercihinde, içinde yetiştiği aile ve muhitin rolü olmuştur şüphesiz. Fakat insan olmanın bir gereği olarak inancını sorgulamaya başladığında, ya bilgisinin muhteva ve hacmine, yaşadığı tecrübelere, Kâinat'taki keşiflerine ve düşünce serüvenine bağlı olarak zaman içinde inancı destek bulur, daha da bilinçli hâle gelir; ya da kişi inançsızlığa doğru kayar ve kendisini buna pişman etmeyecek bahaneler uydurmaya başlar. İşte bilimin sonuçları da inananların inancını artırdığı, inandıkları değerlerin hikmetini gösterdiği gibi, ikinci gruptakiler için de inanmama tavrını pekiştirmek için kullanılır; böylece meselâ günümüzde yapılmak istendiği gibi, bilim de din yerine konabilir. Aslında bilimin sonuçlarına bakarken, inanma veya inanmama gibi bir önkabulün (paradigma) kazandırdığı belli bir bakış açısıyla bakarız. Kişi önce Yaratılışı kabul eder inanırsa, kâinata ve kâinatla ilgili bilgilere de bu nazarla bakar. Çünkü gerek evrenin, gerek hayatın, gerekse insanın yaratılışı sebepler-üstü hâdiselerdir. "Sebep" kavramının çatısı altına giren bütün süreçler daha sonra yaratılmıştır. Big bang ile ilgili olarak fizikçiler "sıfır ânı ve öncesi bilimin alanına girmez" derken bu gerçeği ifade etmektedirler. "Yaratılış" Paradigmasından Evrime Bakış Bugün evrim teorisi ile ilgili tartışmalar da yukarıdaki çerçevenin dışında değildir. Önce temel bir metafizik paradigma olarak "ilk Yaratılış"ı kabul ediyoruz (bu "ilk Yaratılış" ifadesi garipsenmemeli ve "daha sonraki bütün varlık ve süreçler Yaratıcı irade dışında mı ortaya çıktı?" gibi bir soruyu akla getirmemeli. İlk Yaratılış ile daha sonraki Yaratılışlar arasında önemli bir fark var: sebepler-üstü olan ilk Yaratılış bilimin faaliyet alanına girmiyor, daha sonra varlık sahnesine çıkan bütün varlık ve süreçlerin ise sebeplerini araştırabileceğimizi, bunu yapacak akıl ve muhakemeye, dolayısıyla bu konuda hak ve hürriyete sahip kılındığımızı, Kur'an'ın ifadesi, hattâ emri olarak görüyoruz). Çünkü Darwinci evrim düşüncesi nasıl peşinen (a priori) "tesadüf" denilen metafiziksel bir paradigma ortaya koyuyor, bununla bütün herşeyi ilk baştan itibaren tesadüflere veriyor ve daha sonraki süreci de bilime konu ediyorsa, biz de peşinen, bir paradigma olarak (daha doğrusu akıl, mantık ve ihtimal hesapları açısından) tesadüfü reddediyor ve (yine akıl, mantık, muhakeme ve gözlemlerimizin, Kâinat üzerindeki tefekkürümüzün tabiî bir neticesi olarak) her an, herşeye, her yere ilim, irade ve kudreti hâkim ve hükümran olan Yaratıcı tek bir Allah'ı hem ilk Yaratılış'ta hem de o andan sonraki her yerde, her süreçte Müsebbibü'l-esbab olarak kabul ediyoruz. İnsanın, ilk Yaratılış'ı takiben, emrine verilmiş olan ve bu yüzden aklına hitap eden Kâinat'ı çözmesini, ondan istifade etmesini sağlamak üzere (yine Müsebbibü'l-esbabın irade ve takdiri altındaki) her oluşumun bir sebep-sonuç ilişkisi çerçevesinde cereyan edebileceğini, dolayısıyla ilk Yaratılış'tan sonraki her sürecin bilime konu olabileceğini kabul ediyoruz (işte bu noktada, çok uzak bir tarihten bugüne, genellikle ihmâl edegeldiğimiz bir görev olarak, Yaratılış'ı ve sonraki süreçleri de analitik yöntemlerle anlamaya çalışmak zorunda olduğumuzu bir kere daha düşünmeliyiz). Meselâ tek hücreli bir canlının kendi kendine ortaya çıkması tesadüflerle açıklanamayacak kadar kompleks bir olaydır. Fakat buna rağmen, canlının adının çağrıştırdığı basitlik (tek hücre) bu olayın tesadüflere verilmesi konusunda tesadüfçüleri cüretkâr kılmaktadır. Biz gerek ilk tek hücreli canlının, gerekse bütün bir hayat tarihi boyunca basitten komplekse doğru sayısız canlı türün arka arkaya dünya sahnesine çıkmasının tesadüflerin sonucu olmadığını, herşeyin bir ilim ve kudretle yaratıldığını kabul ediyoruz. Peki ama bu nasıl oldu? Yaratıcı nasıl yarattı? İlk tek hücrelilerden başlamak üzere hayat hiyerarşisinin farklı basamaklarını temsil eden daha kompleks canlılar zamanı geldiğinde (tıpkı bir sihirli değnek darbesi imajında olduğu gibi), bir anda, durduk yerde yoktan mı var edildiler, yoksa belli bir sebep-sonuç ilişkisi çerçevesinde, belli bir süreç içinde mi yaratıldılar? Her familya, her cins ve her tür ayrı ayrı mı yaratıldı? Yoksa tek hücreliler zamanla çok hücrelilere, onlar da daha kompleks canlılara mı dönüştü, ve çok uzun zaman ölçeğinde çok daha farklı tür, cins ve familyalar bu öncekilerden mi türediler? "Allah her canlıyı sudan yarattı. Kimi karnı üstünde sürünür, kimi iki ayağı üstünde yürür, kimi dört ayağı üstünde yürür. Allah dilediğini yaratır. Çünkü Allah her şeye kâdirdir" (24/45). Bu ayet, her canlı grubunun ayrı ayrı fakat aynı hammaddeden yaratılmış olduğuna işaret ediyor. Peki ama, 3,8 milyar yıl önceki ilk tek hücreliden insanın yaratılışına kadar canlıların belli zamanlarda bir anda yoktan veya zaman içinde su gibi belli bir maddeden yaratılması, ya da yavaş yavaş öncekilerden türemesinin Allah'a inanma veya inanmama açısından ne önemi var? O dilediği mekanizmayla yaratır ve bunların hepsi de hikmetlidir; biz hemen keşfetsek de keşfedemesek de. Tek hücreliler de işe yarıyor tabiatta ve yaratılmaları sebepler açısından çok normal. Fakat daha sonra değil de ilkönce yaratılmışlar. Ortamın daha kompleks canlılar için yaşanır olması açısından tek hücrelilerin de rol aldığı bir ön hazırlık dönemi gerekiyor sebepler açısından. Tıpkı ağaçsız, çalısız, otsuz bir bölgede orman meydana getirmek istediğimizde, doğrudan ağaç dikilememesi, bunun çok uzun vadeli ve kademeli bir çalışma gerektirmesi gibi. Önce otların yetişmesi ve buranın bir çayırlık hâline gelmesi, böylece toprağın kalitesinin artması, maki ve çalılık gibi daha yüksek yapılı bitkiler için elverişli hâle gelmesi, daha sonra da bu bölgenin hem belli bir bitki örtüsünün varlığından dolayı buharlaşma-terlemeye bağlı olarak daha fazla yağmur alması, hem de toprağın organik maddece zenginleşip hem kalınlık, hem muhteva bakımından ağaç dikmeye hazır hâle gelmesi gibi. Dolayısıyla, yoktan bir anda veya inorganik maddelerden yavaş yavaş yaratılsınlar, ya da tek hücrelilerden türesinler; çok hücrelilerin ve daha kompleks canlıların daha sonra ortaya çıkması çok normal ve mantıklı. Ve de en önemlisi, bunun tesadüflerle ne ilgisi var?!.. Tesadüfün bir mantığı ve gayesi, insanı en son ve en mükemmel bir meyve olarak meydana getirme gibi bir hedefi olabilir mi?!... Burada bütün mesele, tesadüfün yoktan bir anda bir şey yapamayacağı, fakat canlıları birbirinden türetebileceği düşüncesinin kabul ettirilmeye çalışılmasıdır. Bu baskı karşısında Yaratılışçılar bu düşünceye hiçbir zaman yanaşmadılar, çünkü son aşamada, insanın da maymundan türemiş olduğu iddiasını kabul etmek zorunda kalmaktan korktular. Peki ama Yaratıcı da yaratma sebebi olarak, birbirinden türeme gibi bir mekanizma işletmiş ve insanı bundan istisna tutmuş olamaz mıydı? İnsanı bir kenara bırakacak olursak, kuş ile at, tavşan ile balina gibi, fil ile maymun gibi çeşitli canlıların çok uzak bir geçmişte aynı ortak atada birleşmelerinin, bir Yaratıcı'ya inanıp inanmama noktasında ne gibi bir önemi olabilirdi? Bunun, Yaratıcı'nın irade ve kudretine halel getirirmiş gibi düşünülmesi iki farklı uç nokta meydana getirdi. Fakat bu doğru değildi. Evet Yaratıcı yaratıyor ve zaman içinde sebeplere bağlı bazı değişiklikler de yaratıyor. Zira, Marifetullah bizi, O'nun ilim, irade ve kudretinin sadece belli anlara münhasır ve sadece yoktan var etme şeklinde tecelli etmediği bilgisine götürüyor. Kitap ve Peygamber'in ifadelerine dayanan akideye göre, O'nun sıfatları her an, çeşitli fiillerle yansımaktadır. Burada tabiatın kendisi, tabiattaki tüm kanunlar, prensipler, olaylar ve süreçler bu yansımanın görüntüleridir. Çünkü O'nun her icraatı, sıfatlarının her yansıması sebep-sonuç perdesi üzerinde olmaktadır. Dolayısıyla O'nun Yaratma işini sadece yoktan var etme şeklinde, yani bilimsel kriterlerle izah edilemeyecek sadece sebepler-üstü bir mekanizmadan ibaret görmüyoruz (fakat nedense böyle anlaşılıyor). O'nun iradesi dışında geçen bir an bile yoktur ki. Tabiatta herşey, her an, her lâhza O'nun emri, iradesi ve takdiri altında cereyan ediyorsa, zaman içinde ortak bir atadan itibaren böyle farklı türlerin ortaya çıkmasının akide açısından bir problem teşkil etmesi düşünülemez. Fakat yukarıdaki ihtimali destekleyen, örneğin ortak bir atadan bütün yumuşakçaların, kedigillerin, sürüngenlerin, kuşların ve diğer bütün canlıların türediğine (dolayısıyla aynı familya içinde bile cinsten cinse, türden türe geçiş olabileceğine) dair hiçbir ardalanmalı fosil veri bulunmamıştır. Farklı familyaların birbirinden türediğini, tabiattaki bütün bir biyolojik çeşitliliğin ilk tek hücreliden itibaren geliştiğini -tıpkı bir film şeridi gibi- gösteren herhangi bir bilimsel veriden sözetmek mümkün değildir. Böyle bir veri bulunduğu takdirde, yukarıda da belirttiğimiz gibi bunu reddetmek için herhangi bir engel yoktur. Bitmeyen Tartışma İnsan-maymun tartışması da aslında adı yanlış konmuş bir tartışmadır. Bu bir insan-hayvan tartışması olmalıdır. İlk tek hücreliden itibaren sırayla bütün canlı türlerin bir an için birbirlerinden türediğini varsaysak bile, bir başka metafiziksel paradigma olarak, insanın özel ve kerim bir varlık mahiyetiyle maymundan türeyemeyeceğini, apayrı ve özel bir Yaratılışla yaratılmış olduğunu kabul ediyoruz. İnsan ile maymun arasında iç organlar ve fizyolojik fonksiyonlar bakımından benzerlikler bulunsa, genleri % 98'den daha fazla oranda ayniyet gösterse, aralarında tek bir kromozom farkı olsa, hattâ yakın zamanda yayınlanan bazı bilimsel araştırma sonuçlarına göre insan, orangutan, goril ve şempanzenin gen haritasının aynı yerlerinde aynı mutasyon (pseudogenes insertions) olmuş olsa bile (ki bu, bünyelerin biyokimyasal ve genetik benzerliklerinden dolayı tabiattaki benzer etkilere benzer cevaplar vermesi olarak da düşünülebilir) bu iki canlının arasındaki, bir ile sıfır, varlık ile yokluk arasında olduğu gibi rakamla ölçülemeyen sonsuz mahiyet farklılığı, bu iki varlığın aynı ortak atadan türemiş ve evrimleşmiş olabileceğini düşünmeye izin vermiyor. Aynı şekilde, temel malzemenin aynılığından dolayı, insan ile solucanın biyokimyasal ve genetik benzerliğinin yüzde yetmişbeş düzeyinde olması son aşamada bunların arasındaki büyük farklılıkları izah etmek için yeterli değildir. Sonuçta insan sadece hayat bilimleri ile açıklanabilecek bir varlık değil. Dolayısıyla, insan dışındaki tüm canlı grupları için kabul edilebilecek ortak birer atadan evrimleşme düşüncesini insan ile maymuna taşımak durumunda değiliz. Fakat aynı mantıkla, insanı da kendi içinde evrimleşebilen bir canlı olarak düşünmek için bir engel gözükmemektedir. Farklı coğrafya ve ekosistemlerden farklı insan ırkları bunun en açık örneğidir. Kilise'nin "Yaratılış" Anlayışındaki Çarpıklıklar Batı'da yüzyıllar boyunca bilimsel tartışmalarda taraf olan yaratılışçıların bir kısmının Yaratılış felsefeleri hür düşünceden ve gözlemden uzaktı, dogmatikti; gözlemlerle uyuşmayan çok basit hükümlere bina edilmişti. Esnek bir yaklaşım sergilenmiyordu. Bu siyah-beyaz mantık, bilimsel gözlem yapan kişileri ya Kitab-ı Mukaddes ya da dinsizlik seçenekleriyle karşı karşıya bırakıyordu. Kilise'ye mensup olup yaptığı gözlemlerin Kilise dogmalarıyla uyuşmadığını görünce bunu yüksek sesle ifade eden birçok kişi bu yüzden aforoz edildi, cezalandırıldı. Batı'da kilise kökenli veya değil, bilim adamları Tanrı'nın nasıl düşündüğünü anlamaya çalışırlarken, tabiatta gerçekleştirdikleri gözlemlerle, Eski Ahit'te yeralan bilgileri telif etme konusunda başarılı olamadılar. Eski Ahit'in uğradığı tahrifattan, Yaratılış ile ilgili kısımlarının ne ölçüde etkilendiğini kestirmek zor ise de, Kur'an ile yapılan karşılaştırmalar bu konuda bazı ipuçları verebilir. Fakat yine de, indiriliş sebebi farklı mukaddes bir Kitab'ın bir tabiat bilgisi kitabı olamayacağı, düşünceye kapı açan, temel espriyi veren ve sembolik bir lisan kullanan ilâhî bir mesaj olduğu gözardı edilip, bilimsel gözlemlerle bire bir karşılaştırma yoluna gidilince orta yere bazı soru işaretlerinin çıkması kaçınılmazdı. İnsan tabiatta ilke arar. Sınıflandırma yapmak, bilgileri sistematik hâle sokmak ister. Tabiattaki düzen, organizasyon ve ilkeler de, yani sebep-sonuç ilişkileri çerçevesinde gerçekleşen tüm süreçler de buna imkân verir. Yaratıcı ise koyduğu (veya her an yarattığı) genel kural ve ilkelerin mahkûmu olamaz; bunu, hemen her kuralın istisnasının oluşundan anlıyoruz. Fakat, kuralların (istisnalarıyla birlikte) genel geçer oluşu, ilim, kudret ve iradenin, kısacası tesirin kurala ve sebeplere verilmesi hatasına yolaçmış, kural ile Kural Koyucu'nun karıştırılıp, bizzat kuralın kendisine ilâhîlik atfedilmesi hatasını getirmiştir. Kitab-ı Mukaddes yorumcularının karşısında yeralan Darwin gibi araştırmacıların zaman içinde sıkça işledikleri bir hatadır bu. Canlı türlerin tabiattaki süreçlerin tabiî seyri içinde değişmediğine, değişemeyeceğine dair ilâhî bir uygulamadan bahsedilmiyor kutsal kitaplarda (bilakis Kur'an'da bir nesh olayından, yani bazı insanların bir anda veya zaman içinde domuz ve maymuna dönüştüğünden bahsediliyor. Hristiyanlığın, daha doğrusu Kilise'nin sahiplenip savunduğu bilgilerin sağlıklı olmadığını düşündürten çok sayıda tarihî örnek var. Batı'da tevhid inancını zedeleyen yaygın düşüncenin tersine, Allah tabiatı yarattıktan sonra kendi başına bırakmadı. Tabiattaki bütün hâdise ve değişiklikler ilâhî iradenin kudret ve takdiri altında, ilâhî sıfatların tecellileri olarak cereyan etmektedir. Fakat Kitab-ı Mukaddes yorumcuları tabiatta değişiklikler olduğunu kabul ederlerse, bunların sanki Allah'a rağmen meydana geldiğini kabul etmiş olacaklarmış gibi düşünmüş, ve her türlü değişiklik fikrini reddetmişlerdir. Yaratıcı bir kere harikuladeden sebepler-üstü yaratıp daha sonraki süreci belli sebeplere bağlıyor olabilir; veya, zaman içinde, yok iken bir anda yeni bir tür daha yaratabilir ve bu, mevcut türlerle hiçbir şekilde akrabalık bağı kurulmasına izin vermeyecek ölçüde yepyeni bir tür olabilir (Yaratılış'ta tabiî ki temelde aynı malzeme kullanılıyor: dört temel molekül olan adenin, timin, guanin, sitozin. Adenin ile timin, guanin ile sitozin, DNA ikili sarmalında hidrojen bağıyla ikişer ikişer bağlanan baz çiftlerini oluşturuyorlar. Bu da insan aklının sebep-sonuç ve zaman münasebetini kurması için aklî bir gerek, bir hayat ilkesi olduğundan, türler arasında biyokimyasal benzerlikler olması doğaldır. Dolayısıyla, akrabalık derken böyle bir ortak payda kastedilmiyor). Aralarında akrabalık ilişkisi olduğunu düşündürten yakın türler (meselâ kurt, köpek, tilki gibi) tek bir ortak atadan da türemiş olabilirler, ayrı ayrı da yaratılmış olabilirler. Bu ikisinin akideyle ne gibi bir ilgisi olabilir?!.. Eğer, "insan yaratılıncaya kadar sebepler-üstü bir yaratma sürüyor, fakat insanın varolduğu bir dünyada, teklif ve imtihan sırrından dolayı sebepler-üstü yaratma olmuyor" denirse, insan kendinden önceki zamanları da araştıracağına göre, yine imtihan sırrından dolayı, akıl ve iradesinin elinden alınmaması için, sürekli olarak yoktan yaratmanın verileriyle (yani asla çözemeyeceği bir anda olan harikulade olaylarla) karşılaşmaması gerekmez mi?! Belki "kurt, köpek, tilki" örneğinde olduğu gibi, ortak bir atadan türemiş olabilecekleri izlenimini veren birbirlerine çok yakın türler sebepler-üstü değil de, tabiatın çok yavaş değişim seyri içinde farklı coğrafyalara dağılmanın veya benzer coğrafyada olsalar bile, hayat ortamındaki fiziksel, kimyasal, jeolojik ve biyolojik şartların ani veya yavaş değişiminin bir sonucu olarak ortak bir atadan farklılaşmış olabilirler. Böyle de düşünebiliriz. Ve böyle düşünmeye akide açısından hiçbir engel yoktur. Fakat bu durumda da, bugüne değin, geçiş formları denilen varlıklara ait fosil bulunamamış olması gerçeği karşımıza çıkmaktadır. Türün kendi içinde geçirdiği, fakat onu o tür olmaktan çıkartmayan ve başka bir türe dönüştürmeyen değişimlerin fosiller üzerinde görülmesi ise büyük ölçüde mümkün değildir. Sadece kemikli ve kabuklu kısımların fosilleştiği kalıntılarda ayrıntıların korunması çok zor ve istisnaî bir durumdur. Farklı insan ırklarının kendilerine özgü kafatası şekli, alın çıkıntısı, burun ve elmacık kemiği, omuz genişliği, omuriliğin kavisi, kol ve bacak uzunluklarının vücuda oranı, kalça ve dizkapağı kemiği bunların fosillerine de tabiî ki yansıyacaktır. Fakat farklı insan ırkları farklı alt-tür, hattâ varyeteler şeklinde sınıflandırılmaktadır, farklı tür şeklinde değil. Ancak, insan halen yaşayan bir türdür. Dolayısıyla fosillerle yaşayan formlar arasında yapılan karşılaştırmalar sağlıklı bir kalibrasyon yapma imkânı vermektedir. Eğer insan türü ortadan kalkmış olsaydı, sadece insan fosillerine bakarak, farklı ırklara ait insan fosillerini acaba farklı ırk çatısı altında mı toplardık, yoksa farklı tür veya alt-tür çatısı altında mı? Dolayısıyla, bugün sadece fosillerine bakarak tür veya alt-tür ayırımı yaptığımız geçmişte yaşamış morfolojik bakımdan birbirlerine yakın canlı topluluklarının aralarında türden türe geçiş şeklinde bir evrim ilişkisi olduğunu söylemenin kolay olmadığı ortaya çıkıyor. Sonuçta, esas problem paradigma konusunda kendini gösteriyor: türden türe geçişi veya türden alt-türlerin doğuşunu insan hariç diğer canlı türler için kabul ettiğimiz takdirde, inandığımız değerlerin aksine bir düşünce ileri sürüyormuşuz gibi algılanmaktan çekindiğimiz için, bugüne kadar Yaratılış'a inananlar olarak tabiattaki her türlü değişimi toptan reddetme alternatifini seçtik. Fakat farklı coğrafya ve farklı hayat sahalarının canlı üzerinde bazı kalıcı tesirleri olduğunu, farklı insan ırkları misâlini vererek yukarıda belirtmiştik. Bu değişimin boyutlarının, bir türden uzun zaman zarfında farklı bir tür, farklı bir cins, hattâ farklı bir familya ortaya çıkaracak kadar kapsamlı olduğunu da kabul edebiliriz. Hiçbir gözleme dayanmayan böyle bir peşin kabul ne Kitab'a, ne de akideye terstir. Fakat bir kere daha belirtelim: bugüne değin bu kabulü destekleyen hiçbir gözlem yapılmamış, hiçbir delile rastlanmamıştır. İddiayı ispat ise müddeiye aittir. İnsanın Kendine Saygısı... Diğer yandan, müdahale kavramı Batı literatürüne aittir. Aslında O'nun iradesi dışında geçen bir an bile yoktur ki, müdahaleden sözedilsin. O her an müdahildir. "Allah'a iman" gibi metafizik bir paradigma ile sebepler-üstü Yaratılış hâdisesini ve tabiattaki sebeplere dayalı süreçleri anlamaya çalıştığımızda iki Kitab'ın birbirini tasdik ettiğini görüyoruz. Kuantum fiziği, moleküler biyoloji ve genetikteki gelişmeler, inanageldiğimiz "Âlem'in her noktasında, herşeyin, her an O'nun yaratması, iradesi ve takdiri altında cereyan ettiği" hakikatini teyit etmektedir. Dolayısıyla O'nun tabiatta hangi süreçlere genel-geçerlik verdiği, O'na olan inancımız açısından belirleyici ve önemli değildir. O neyi nasıl yaparsa güzel yapar. Hayalî bir tesadüf ipine tutunan kişinin ise önce insan olarak kendisine saygısı yoktur: Çünkü o bir yandan, bilgisayarın hardware'i bir tarafa, basit bir masanın bile kendi kendine meydana gelemeyeceğini söylemekte, diğer yandan da (yeryüzünde beyin taşıyan bütün canlıların beyinleri biraraya getirilse, yeni doğmuş bir ferdinin beyni kadar değer taşımadığı) İNSAN türünün beyninin tesadüfen ortaya çıkmış olduğunu iddia etmektedir. Kendine bu kadar saygısızlık ancak bir mizaç bozukluğu ile açıklanabilir. Kâinattaki bütün ilim, irade ve kuvvetin Kendisinden geldiği Yaratıcımız, Kur'an-ı Kerim'de beyan ediyor: "Ben onları göklerin ve yerin yaratılışına tanık etmediğim gibi, bizzat kendi yaratılışlarına da şahit kılmadım. Ben sapık ve saptıran kimseleri hiçbir zaman yanıma yaklaştırmam, yardımcı edinmem" (18/51). Burada göklerin, yerin ve insanın yaratılışının arka arkaya zikredilmesi, yukarıdaki tartışma açısından çok anlamlı olduğu gibi, sapık ve saptıranların O'nun yanına yaklaştırılmaması da, O'nun dilediği kişilere lütfettiği ilimden nasipsiz kaldıklarına işaret ediyor gibidir. Prof. Dr. Ömer Said GÖNÜLLÜ
-
Gafletle Geçen Yıllar
Gaflet; dalgınlık, dikkatsizlik, kendinde olmama; ****** de çevresinde olup bitenlerden habersiz, her zaman şaşkın ve halkla münasebetleri açısından da dikkatsiz yaşayan demektir. Uyur-gezer gibidir ******; yürür, fakat yürüdüğünün farkında değildir. Bir şeyler yapar ama, ne yaptığını tam kestiremez. Hedefsizdir, çok defa abesle iştigal eder; eder de hep yürüdüğü yollara ve içinde yaşadığı zamana yenik düşer. Doğrusu, onun davranışlarında bir gaye aramak da beyhudedir; zira o bakıp da görmeyen, işitip de anlamayan öyle bir şaşkın ve öyle bir dalgındır ki, bazen etrafında cereyan eden kızıl-kıyamet hâdiselerden bile habersiz yaşar. Yıllar var ki, bu tali’siz coğrafyanın insanları –ona da yaşama denecekse– hep böyle yaşadı; gafletle oturdu, gafletle kalktı, bir gaye-i hayali olmadı ve sürekli gününü gün etme peşinde koştu. Aslında, böylelerinin hiçbir zaman başka türlü olmaları düşünülemez; bunlar yer-içer, yan gelir kulakları üzerine yatarlar; ne maziyi görürler, ne de müstakbeli; Ömer Hayyam edasıyla: “Geçmiş gelecek masal hep/Eğlenmene bak, ömrünü berbat etme!” der, kendilerini “bel hüm edall” 1 gayyalarına salar ve hilkat seviyelerine rağmen bir hayat yaşarlar. Ne minarenin sesini duyar, ne mâbedden bir şey anlar ne de varlık ve eşyanın ifade ve beyanına kulak verirler. Kâinat kelime kelime, satır satır, paragraf paragraf bir şeyler anlatırmış; her yandan üzerlerine sağanak sağanak nimetler yağarmış; yer yer nankörlüklerinden dolayı arz u sema hâdiseleriyle ikaz edilirlermiş; her hâdise fasih beyan onlara neler ve neler anlatırmış... onlar bütün bu olup bitenlerden hiçbir şey anlamaz, hatta çok defa bu mütemâdî ikazların, bu devamlı tenbihlerin farkına bile varamazlar. Farkına varmak bir yana, bazen ilâhî tenbihlere isyan ve küfranla mukabelede bulunur; ihsan ve lütuflar karşısında da daha bir gaflete gömülür ve bohemlik soluklamaya dururlar. Gafiller, nimete nimet demez, ihsanı ihsan bilmez, ikaza kulak vermez; belâ ve musibetlere gelince, azıcık inançları varsa, onu da kadere verir ve takdiri taşa tutarlar; yoksa, tabiî sebeplere bağlar, temerrütlerine devam ederler. İş dönüp de ilâhî lütuflar söz konusu edilince, her şeyi kendilerinden bilir ve “ben, ben” diye nefes alıp vermeye başlarlar. Aksine işleri bozulup düzenleri alt üst olunca da, âh u vâh edip ellerini ovuşturur ve inlemeye dururlar. Ne var ki artık iş işten geçmiştir; geçmiş ve dünyevî perde kapanmış, yeni bir perde açılmıştır. Bu perde daha ürpertici ve daha müthiştir; evet, “Ahiret azabı çok daha çetin ve daha şiddetlidir.” 2 Ama ne acıdır ki, ******, ne burada başına gelenlerden ne de ötede kendini bekleyenlerden haberdardır; gafletle oturur, gafletle kalkar.. düşünmez bugünü-yarını.. tanımaz hakkı-hukuku, çiğner çiğneyebildiği herkesi.. bir fitne olur eser her yanda ve katar karıştırır her tarafı. Gücü yettiklerini ezerken, gafildir, düşünmez onu da ezecek bir güçlünün bulunduğunu. Kendince ters gördüklerini değişik ad ve unvanlara bağlayarak haklarken de kendi âkıbetini hiç mi hiç hesaba katmaz. O, fevkalâde şımarık ve küstahtır. Zulüm ile âbâd olacağını sanır ama, kendini acı bir son beklemektedir; bu acı son en hafifinden hüsran ve nedamettir… Şüphesiz onun bu türlü tavır ve davranışlarına karşı iman ve mefkûre insanlarına da düşen bir kısım sorumluluklar vardır: Bir mü’min, “Nasıl olsa Allah’a inanıyorum” diyerek yan gelip yatamaz. Horlanıp hakir görülmeyi tabiî karşılayamaz. Haklarının elinden alınması karşısında sessiz kalamaz. Vazifesidir Allah’a dayanıp peygamberâne bir azim içinde bulunması, bir hikmet eri gibi iradesinin hakkını vermesi, iman serasına sığınıp Hak rızasına müteveccih olması, “Ben de varım!” deyip bütün imkân ve kabiliyetlerini düşünce dünyasının ihyası adına harekete geçirmesi, her zaman ciddî bir sorumluluk şuuruyla hizmete âmâde bulunması, kalbî, ruhî, aklî, mantıkî bütün güç kaynaklarını ferdî ve millî dirilişi istikametinde kullanması... evet, bu icmâlî hususların hemen hepsi bir mü’min için çok önemlidir. Bu itibarla da diyebiliriz ki, dine-diyanete saygılı, ülke ve ülküsüne kilitlenmiş yüksek karakter ve derin mefkûre insanları yetiştireceğimiz güne kadar, ehl-i gaflet ve dalâletin baskı ve dayatmalarına karşı koymak mümkün olmayacaktır. Birkaç asırdan beri devam edegeldiği gibi bundan sonra da insanımız sürekli iğfal edilecek.. tiranlar zayıfları ezmeden geri durmayacak.. insanî değerlere saygısızlık devam edecek.. Allah’ın adı unutturulmaya çalışılacak.. Resûl-i Zîşân’a açık-kapalı hakaretler yağdırılacak.. ırz ve namus mülâhazaları hafife alınacak.. fuhuş revaç bulacak ve bohemlik şahlandırılarak saf yığınlar cismaniyetin azat kabul etmez köleleri hâline getirilecektir. Evet, hep imanlı ve ümitli olmalıyız ama, bir o kadar da azimli ve kararlı duruş içinde bulunmayı ihmal etmemeliyiz. Yıllarca ve yıllarca içte ve dışta ruh ve mânâ köklerimize düşman olanlara karşı gösterilen acz ü zaaf, millî değerlerimizi tezyif eden bir toplumu ve bazı kesimleri daha da cesaretlendirdi; masum ve mağdurların ezilmesini biraz daha kolaylaştırdı. Bir büyüğün ifade ettiği gibi, aç kurtlara karşı tahabbüb gösterildi ve onların iştihaları kabartıldı. Sonra da onlar dönüp dişlerinin kirasını istemeye durdular. Ezdiler bizi ve omuzlarımıza basıp bir yerlere yükseldiler, ancak hiçbir zaman insanca davranmadılar. Aksine, her defasında kendi bâtıl düşüncelerini dayattı ve herkesi kendilerine benzemeye zorladılar. Ne var ki, bütün bunlara rağmen, birkaç asırlık bu acı serencâme bundan sonra da hep böyle devam edecek demek değildir; dünya var olduğu günden bu yana, ışık her zaman karanlığı kovaladı durdu.. geceleri sürekli gündüzler takip etti.. zaman dairevî cereyanıyla dün ağlattıklarını ertesi gün güldürdü.. ve kapkara günler bağırlarında ne nevbaharlar ne nevbaharlar yetiştirdi. Millî ses muvakkaten kesilse de hiçbir zaman tamamen susmaz/susturulamaz. Ağzına fermuar vurulsa da, o mutlaka değişik enstrümanlarla kendini yine ifade eder ve maksadını çevresine behemehal duyurur. Gafiller uyansın-uyanmasın, o, mutlaka bir gün minarelerden yükselen sesler gibi ta yatak odalarımıza kadar gelip ulaşacak ve bize kendimiz olmamızı fısıldayacaktır. Bugüne dek yüz defa kefeni gömlek yaptığımız gibi, son bir kere daha silkinip kalkmamız ve kendi ayaklarımız üzerinde durmamız neden mümkün olmasın ki!? Şimdi müsaade ederseniz konuyu bir eski nazımla noktalamak istiyorum: Ey mâyesi nurlarla yoğrulmuş millet! Hele dişini sık, az daha sabret! Aman sönmesin sinendeki himmet! Son durağın “devlet-i ebed müddet”... Hiç durma yürü ki yollarda gözler! Durmuş şehit baban yolunu gözler, Geril, koş, seni bekliyor pürüzler, Şahlan ki sevinsin kederli yüzler... ______________ Dipnotlar 1. “Hâsılı onlar hayvanlar gibi, hatta onlardan da şaşkındırlar. İşte asıl ****** olanlar onlardır.” (A’râf sûresi, 7/179) âyetine işaret edilmektedir. 2. Ra’d sûresi, 13/34. Sızıntı
-
TÜRBAN SORUNU - KONUSU - ANA BAŞLIK
Başörtülü birincinin dramı, Leman'ın kapağında O yaşta bi kız böyle asaglanabilinirmi allah'm zilleten sana sıgınırım....
-
Kürt Sorunu ve Türkiye'nin geleceği hakkında
Toplumsal meselelerin tartışılmasına bataklık metaforu sıkça kullanılır. Önemli olanın sivrisineklerin öldürülmesi değil bataklığın kurutulması olduğu söylenir. Ancak toplum çoğu zaman gerçek meselelerin köküne gidecek, onunla yüzleşecek kadar olgun olmadığı için, siyaset de kısa vadede yüzeysel tedbirlerin peşinden gider. Hele sivrisinekler çoğalıp canınızı acıtmaya başladığında, bataklığı tamamen unutup meselenin görünen yüzüne yoğunlaşırsınız. Türkiye de son dönemde bunu yapıyor... Kürt meselesinin tarihsel, sosyal ve kültürel boyutları tamamen ihmal edilmiş durumda. Dolayısıyla Kürt kesiminin taleplerinin siyasallaşması, bir tür asayiş meselesi olarak algılanıyor ve sonuçta Kürt kimliği PKK üzerinden yeniden tanımlanarak mahkum ediliyor. Bu son derece rahatlatıcı bir bakış. Çünkü PKK ve onun yol açtığı sorunlar ne denli büyürse, Kürtlerin gerçek karmaşıklığı ve vatandaşlık anlayışının değişmesini ima eden talepleri de arka plana itilebiliyor. Ne var ki bu yaklaşım bataklığın daha da genişlemesi ve derinleşmesinden başka sonuç getirmiyor. Bu tespiti yapan birçok insan olsa da Türkiye’nin bir nevi intiharı andıran tutumu onyıllardan beri değişmiyor. Sanki kaçınılmaz olan felaket karşısında o denli aciziz ki, her nesil başına bir şey gelmeden ve sorunun kontrolünü elden kaçırmadan sırasını savmanın peşinde. Türkiye’nin niçin bu denli aciz kaldığı, gerçekliği görmezden gelmeyi neden bir devlet politikası haline getirdiği ise artık tartışılmayı hak ediyor. Görünen o ki PKK’nın uyguladığı şiddet devletin baskı politikası ve toplumu otoriter bir çerçeve içinde tutması için bir meşruiyet zemini oluşturmakta. Aynı şekilde devletin tavrı da PKK siyasetinin zeminini yaratmakta. Dolayısıyla her iki tarafın da otoriter zihniyette olduğu ve birbirini pekiştirerek sorunu kangren hale getiren bir kısır döngü ürettiklerini söyleyebiliriz. Öte yandan bu kısır döngünün her iki tarafta da cemaat içinde otoriter bir siyasi rejimi pekiştirdiği, buna koşut rant ve nüfuz alanları yarattığı açık... Oysa Türkiye’de şiddete karşı olan Kürt hareketleri ve siyasi partileri oldu ve halen de var. Ama Türkiye onları duymak bile istemiyor. Çünkü bu hareketlerin söylemi siyasi talepler açısından PKK’ya kıyasla daha radikal. Federasyondan, konfederasyondan söz ediliyor. Türkiye bu sözleri duymamak uğruna, siyaseti söz üzerinden tanımlayan bir anlayışı da reddetmiş ve şiddeti siyasetin doğal dili olarak benimsemiş oluyor. PKK’nın cinayetlerini kınamak, şehit cenazelerinde iman tazelemek; farklı Kürt taleplerinin barışçı bir ortamda kamusal alana çıkmasına tahammül etmeye kıyasla daha kolay geliyor. Oysa bu tartışma başlayabilse, kaderlerini Türkiye içinde çizmek isteyen Kürtleri de duymak mümkün olacak. Mesele Türkiye demokrasisinin yeterli olgunlukta olmamasında. Ancak bunun da altında Türk kimliğinin demokrasiye adapte olmakta zorlanması yatıyor. Cumhuriyet’in toplumsal dinamiklerin dışından ve tepeden üreterek topluma sunduğu bu kimlik, vatandaşlığı da rehin aldığı ölçüde toplumsal farklılıkların sesinin barışçı bir ortamda duyulmasını engellemekte. Böylece şiddet sarmalı etrafındaki kısır döngüye bir yenisi eklenmiş oluyor: Türkiye Kürt meselesini PKK şiddetini merkeze alan bir bakışa sıkıştırdıkça, şiddet karşıtı Kürt talepleri de siyasal açıdan daha radikal hale geliyorlar. Söz konusu radikalleşmeyle nasıl başa çıkacağını bilemeyen, vatandaşlığı dinamik bir kavram olarak hayal edemeyen devlet ise, bu talepleri yok sayıp yüzünü şiddete dönmeyi tercih ediyor. Ne var ki bu taleplerin seslendirilememesi bile bir şiddet ortamını ima ediyor ve böylece PKK’yı haklı çıkartıyor. Sonuçta Türkiye kendi eliyle her gün bataklığı beslerken, sivrisineklerden şikayetçi olmak gibi epeyce garip bir durumda kalıyor... Etyen Mahçupyan (www.gazetem.net'ten alıntıdır....)
-
hayatı en iyi ne anlatır?
Belkide acı olmadan huzur mutluluk ve en güzeli şefkat olmuyor... anneme saygılar cok güzel yazmıs yine
-
BEBEK GELİYO :)
rica ederim kessin basketci olcak o saglıklı olsunda gerisi teferuat
-
BEBEK GELİYO :)
Allah Anneli Babalı Büyütsün buda benim hediyem olsun
-
İçindeki nakaratı yaz...
Sakin göllerin kuğusuyduk , salınarak suyun yanağında Yarılan ekmeğin buğusuyduk Gözüm yaşarıyor yüreğim kanıyor Olmasaydı sonumuz böyle Biri saksımızı çiğneyip gitti , biri duvarları yıktı Camları kırdı , fırtına gelip aramıza serildi Biri milyon kere çoğaltıp hüzünleri , her şeyi kötüledi Bizi yaraladı , biri şarabımızı döktü , soğanımızı çaldı Biri hiç yoktan vurdu kafeste kuşumuzu ciğerim yanıyor Yüreğim kanıyor olmasaydı sonumuz böyle Gözüm yaşarıyor yüreğim kanıyor Olmasaydı sonumuz böyle Dağlarda çoban ateşiydik , dolanarak mavzer yatağında Ceylanın pınara inişiydik Göğsüm daralıyor , yüreğim kanıyor Olmasaydı sonumuz böyle Birer yolcuyduk aynı ormanda kaybolmuş Aynı çıtırtıyla ürperen birer serçe. hep aynı yerde Karşılaşırdık tesadüf bu , birer tomurcuktuk hayatın Kollarında , birer çiğ damlasıydık bahar sabahında gül Yaprağında , dedimya hiç yoktan susturuldu şarkımız Yüreğim kanıyor , yüreğim kanıyor Bitmeseydi bizim öğkümüz böyle Gözüm yaşarıyor yüreğim kanıyor Olmasaydı sonumuz böyle
-
CANIM ÖĞRETMENİM'E..
Engüzel insanlara ögretmenlerime...
-
Ruhsuzlaşma
Prof. Dr. Suat YILDIRIM Makineleşme safhasının götürdüğü üretimi yüceltme, bundan daha beter bir tohum saklamaktadır ki, o da ruhsuzlaşmadır. İnsanın, yeryüzündeki gerçek durumunu göz önüne alacak olursak, devrimizin zavallılığını görmemezlik edemeyiz. Gittikçe artan maddi konfor seli, ruhi değerlerin aleyhine çalışmaktadır. Dermansızlaşmış, tükenmiş ruhun idare edemediği azmanlaşmış beden, insiyaklarının sınır tanımayan davranışlarına terk edilmiştir. Çıkarcılığı hakikatin, aşırı cinsi hani ve unutma arzusunu düşünmenin karşısına çıkaran modern telakki sayesinde, ruhsuzlaşma gittikçe cemiyette hâkim olmaktadır. Cemiyette faaliyetlerin esasını para teşkil ediyor. İtibarda olma, paranın derecesine göre oluyor. Hangi iddiada bulunulursa bulunulsun, hemen her türlü ideoloji mensubunun bütün arzusu, daha çok paraya sahip olup, daha konforlu yaşamaktır. Burjuva sayılmayı hiç kimse kendisine kondurmak istemediği halde, işçiler de dâhil olarak, herkesin hedefi burjuva olmaktır. Paranın esiri olmamayı isteyen din buyruklarını, akıl prensiplerini kulaklar duymaz olmuştur. “Mallar malını buldum bu malım yağma olsun. Bahar balını buldum, kovanım yağma olsun” diyen numune insanlara, hakikat erlerine rastlamak ise hayal olmuştur. Çıkarcılık ve konfor düşkünlüğü, ahlakın bütün kesin doğrularını yıkmakta ve kitleleri, ahlaklı yaşayarak başarılı olunamayacağına inandırmaktadır. Paraya ve üretime tapınmanın temelinde, ruhu ve günah duygusunu unutma yatar. İslamiyet, günah duygusu telkin eder, yoksa insanın günah kompleksine saplanmasını istemez, hatta bir takım tedbirlerle onu günah kompleksinden kurtarır. ‘Bir hastalık olan günah kompleksinden çok farklı olan günah duygusu, suçluluk haliyle karışmasına engel olur” (Sezai Karakoç) Günah duygusu, müreffeh insanların hayatından hemen hemen kaybolmuş, fakirlere ve beceriksizlere bırakılmıştır. Bazıları çevrelerine karşı vaziyeti kurtarabileceklerini umarak, dine saygılı olduklarını söyler ve dine karşı çıkmayabilirler. Dini olduğu gibi kabul etmeyenler, fiili maddecilikleri ile dinin buyruklarını bağdaştırdıklarını zannedebilirler. Fakat bunların, dini bir tezahür olduğunu düşünmek, aldanmak olur, Böylesi durumların, dini prensiplerin yaşanmasıyla pek ilgisi yoktur. Maddecilik, bayağı ve zavallı bir refah getirmektedir: Herkes çalıştığı halde, herkes fakir ve muhtaç kalmaktadır. Hızlı yaşama çılgınlığı içinde, tefekkür alanları, kendine gelme ve kendini bulma anları kaybolmaktadır. Gerçekten, sarhoşluk ve uyuşturucu maddelerin kullanılması, büyük artış göstermektedir. Hem kendini, hem dünyayı unutmak ve henüz fırsat geçmeden hayattan faydalanmak hırsı, mesuliyetsiz ve günü birlik yaşayışa itmektedir. Pornografi’nin yayılması da, bunun neticesidir. Modern insanlar, gitgide kollektif bir çılgınlık istikbaline doğru gidiyorlar. Ruhsuzlaşma ve günah duygusunun yitirilmesi, insanları, her gün biraz daha, kendi benliklerini terk etmeye götürüyor. Parayı ve üretimi yüceltme: kültürü ve hasbi düşünceyi hakir gören insanı, sürekli bir çılgınlık durumunda sergiliyor. Bu hazin durum, benliğin hürriyete kavuşması değil, çare bulunamayan bir ümitsizliğin ifadesinden ibarettir. Günahın manası gibi, kültür zevki de, faydalı şeyler öğrenme meyli karşısında tutunamamaktadır. Kültür sefaleti, bir realite olmuştur. Kolaycılığa alışılıyor, düşünmeyi isteyen kültür yerine ucuz, fakat oyalayıcı zevkler tercih ediliyor. Thomas Mann’a göre, işin aslı şuradadır: “Gençler, en yüksek ve en derin manasıyla, kültürün ne olduğunu bilmiyorlar. Kendi başlarına bir çalışma yapmanın ne demek olduğunu bilmiyorlar. Onlar, ferdi sorumluluğun ne olduğunun da farkında değildirler. Rahatlarını, toplu yaşayışta buluyorlar. Toplu hayat, ferdi hayata kıyaslanırsa kolaycılık, hem de çok kötü ihmallere götüren bir kolaycılıktır. Bu neslin bütün arzusu; kendi öz benliğinden süresiz izin almak tek sevdiği şey ise çılgınlıktır” işe yaramaz eski şeyleri öğretmektense, hayatta faydalı olan bilgileri vermek arzusunda, aşırılığa düşülmüştür. Bu yüzden, bugün medeniyet denilince, geniş kitleler, modern şehirler geniş ve aydınlık apartman daireleri, asansör, elektrikli ev eşyaları, gazeteler vs. modern vesileleri düşünür. Böyle bir medeniyet anlayışı, ruhun hayattan iyice çekilmiş olduğunun delilidir. Bu durumu müşahede eden Tagor, batılılara diyor ki: “Siz, dünyaya bir ruhla geldiğinize inanıyor ve fakat onu korumak için hiç bir gayret göstermiyorsunuz, hatta bazen yol esnasında onu yitiriyorsunuz”. Bir cimrinin, zenginliği hayat gayesi yapısı gibi, dünyaya ve konfora saldırıyor, en değerli tarafımızı bu uğurda feda ediyoruz. İnsanın bütünlüğünün zedelenmesi: Modern insanın dramının bir yönü de, insanın bütünlüğünü yitirmesidir. İnsan son derece karmaşık, bölünmesi kabil olmayan bir varlıktır. İnsanı aynı zamanda hem bütün, hem parça, hem de kendi dışındaki dünya ile alakaları halinde anlamayı mümkün kılacak bir metot yoktur. Her ilim, hususi usuller kullanarak insan yapısının bazı yönlerini tecrit eder. Fakat bütün ilimlerin tecritlerinin toplamı, müşahhas insanın yanında çok cılız kalır. Zira anatomi, fizyoloji, kimya, psikoloji, pedagoji, tarih, sosyoloji, ekonomi ve bunların bütün branşları, mevzularını olanca genişliği içinde kuşatamamaktadırlar. Bu demektir ki, uzmanların anladığı insan, müşahhas insan, hakiki insan değildir. Ayrıca, devrin insanının ister istemez sürüklendiği uzmanlaşma mecburiyeti de, insanın bütünlüğünü yitirmektedir. Uzman demek, kültürlü olabilmek için, bilinmesi gereken sayısız mevzulardan, sadece birini bilip, öbür konularda cahil olan adam demektir. Uzmanlık, toplu bir bakışı ve değerlendirmeyi, son derece güç hale getirmektedir. Sentez özelliğini yitirmesi, aklın, belki de en önemli sakatlığı olmuştur. Üniversite ve yüksek okulların çıkarıp durduğu bu “bilgin-cahillerin” çoğunun, her şeye belli bir tekniğin konusu olarak bakma meyli taşımaları, işi daha da kötüleştirmektedir. İnsanın bütünlüğünün bozulmasının daha gizli tezahürlerinden biri de ortalığı kaplayan görünmez kişiliklerin oynadıkları rolde karşımıza çıkar. Bu görünmez kişilikler, kötüye çalışıp büyük zararlar verebilirler, Fakat hesaba çekmek gerektiğinde, ortada sorumlu bulmak mümkün değildir. Görünmez kişilik çalıştırdığı fertlerin rağmına, kötü neticeler verebilmektedir. Bunu çok güzel dile getiren Steinbeck, Gazap Çözümleri’nde bir şahsa şu sözleri söyletir: “Üzgünüz, ama bunu yapan biz değiliz bankadır. Bir banka, bir insan değildir. Olabilir ki bir bankadaki bütün adamlar bankanın yaptığından nefret etsinler, bununla beraber banka yine de onu yapar. Dediğim gibi, banka, bir adamdan daha çok bir şeydir. Bir devdir o. Onu insanlar meydana getirmişlerdir ama onu idare eden insanlar değildirler”. Bu sorumsuzluk, bu sorumluyu bulamamak. İnsanlarda menfi tepkiler uyandırmaktadır. Çünkü bu görünmez kişi hem de meşru sınırlar içinde bir takım haksızlıklar irtikâp ederken, zarar çekenler tek tek bizler, müşahhas insanlar olmaktayız.
-
SORGULAMA
Acıma hissi, acındırma zilleti. Acınacak haliyle başkalarına acıma.. incinme ve başkalarını incitme.. gücenme ve gücendirme.. öfkenin dozunu indireyim derken acıma ruh haletine düşme. Aslında acınacak biri var: Ben.. insan olamayışıma, ihsan sırrına eremeyişime, mürüvvetsizliğime, dostlardan ne gelirse gelsin göz yumamayışıma acıyorum... Hani dostlarla ahd ü peyman vardı, bozunca yenilenirdi. Feragat, fedakârlık destanlarını ne çok dinlerdin. Kötü gün, dost günüdür derdin. Dertle, dertlilerle beraber ağlama, gömülü olanlar içindir. Tevazu bir fazilettir, taşıyan için şereftir. Bencillik şeytanîdir. Gönlünü alçaltmayanın, duyguları alçalmaya namzettir. Bencillik insanı şımartır.. laubalileştirir. Tevazu, kemal işareti ve mevhibe-ilahidir. Güzel haslet ilahi bir donanımdır. Başkalarına acımak geldi içimden. Aslını araştırınca, nefretin, sevgi kıtlığının değişik bir buuda dönüşmesini gördüm. Km ve nefret yerine, belki acıma daha ehven... Ama elden gelmiyor ki iyisi, güzeli... Rabbim “Takva dairesinde olanlara yol gösteririm.”buyuruyor. Lakin... Beraber başladığım dostlara acıdım. Dostların ümidinin kırılmasına ben sebep olmamalıyım. Dostlar burada da bana acıdı; cephede firardan beni yine onlar kurtardı. Usul bilmemek ne zor Ya Rab!. Uç-beş dikene takılıp gülbahçesini görmemek... Dost olarak Rab yetmez mi? Herşeyi O’ndan istemem gerekmiyor muydu? Herşey bir imtihan; dost da düşman da... İltifat da tahkir de... Kahr u lütfu bir bilmeyi, ben tadamayacak mıyım? Yoksa bende insanlığa istidat yok mu? Cismaniyetime takılışıma, ruhsuzluğuma, akrila formül arayışıma acı Ya Rab! İradeleri felç eden uyuşukluktan kurtar Ya Rab!.. Hizmet edenlere, hizmet kervanına yük ve angarya olmak da var. Ya atılımlar çağında geriye çekilmeye ne demeli, cephe firarı.,. Çağla hesaplaşma, geri düşüncelerle, benim gibi usul bilmez zavallılarla nasıl olacak? Aman Ya Rabbi acı bana.. benim gibilere. Başımızda bir sevda var gibiydi, aman rüzgarlara kaptırtma.! Beni bitiren benim boşluklarım. Laubali, sergerdan, hain nefis, bencil gönül!. Ne zaman şirin, sıcacık, munis, hesapsız, dobra dobra olacaksın? Ne zaman azimli, kararlı, dengeli, inançlı, ümitli, kara sevdalı, vefalı olacaksın? Hasbilik nerede? Nice defa programlandın, nice defa virüs yedi programını!. Yoksa istidadını gulyabaniler, kobralar mı yuttu? Bu iş maceraya gelmez.. Donkişotluk götürmez.. amel ister, hasbilik ister... Gaye rıza-i İlahî olmalı. Herşeyi O’ndan bilmeli. O’na kilitlenmeli, Onca yaşamalı.. Hizmet etme gayesi, hizmet etme payesine dönüşmüş.! Arslan payı istiyor her zaman ham ruh! Alicenap olma varken, kötülüğü kötülükle savma ahmaklığı da neden? Nefsine set çekme yerine, nefsini hakem yapma ne çirkin.. öfkesini yutup, gururunu ayak altı edeceği yerde; sitem, yüze vurma, dostları dilgir etme.. ne zavallılık.., Her an teftişte olduğunu unutma, ihsan şuuru yoksunu! Allah sağlam iş yapanları ister; devamlı olan amel makbüldür. Onlar Allah’ın sevdiği insanlardır. Avukatlık dostlara, savcılık nefse değil miydi? Yetmez mi? Misafir kaldığın hizmet kervanına. Hz. Halid üç gün içinde: “Halid misafirliğini atsın” talimatını almadı mı? Boşluklarını doldur! Samimiyette, ihlasla, müsamaha ile, insaf la, nice güzelliklerle doldur! Sen doldurmazsan şeytan doldurur. Çağ ile nasıl hesaplaşır sen gibisi? Hangi planla? Hangi beyin hamülesi ile? Sen mi bahar çiçekleriyle O Kudsi’nin mezarı başında Fatiha okuyacaksın! Nerede o inkılapçı ruh sende? Azmin yeter mi? Kararlı mısın? Kendine güveniyor musun? Vefalı olabilecek misin? Yeter görme, suçluluk psikozu, felç olmuş iradene ne demeli? Gerçekleri görmeye tahammülün var mı? Reh-i sevdaya girmiş cününu anlayabilir misin? Meşveret için gerekli performansa sahip misin? Kitap nedir bilir misin? Rehberlerin ölçüleriyle ne denli mücehhezsin? Hakk için kılıç çekebilecek ve çekilmiş kılıcı yine Hakk için kınına koyabilecek misin?
-
Bediüzzaman ve Nur Cemaati
bediüzzaman said nursi hz. den sözler Tevhid tevhid, en ehemmiyetli ve en halavetli ve en yüksel bir vazife-i kudsiye ve bir fariza-i fıtriye ve bir ibadet-i imaniyedir. İnsan bir yolcudur. Sen burada misafirsin. Ve buradan da diğer bir yere gideceksin. Misafir olan kimse, beraberce getiremediği birşeye kalbini bağlamaz. Bu menzilden ayrıldığın gibi, bu şehirden de çıkacaksın. Ve keza, bu fani dünyadan da çıkacaksın. Öyle ise aziz olarak çıkmaya çalış. İnsan ve vazifesi Kendini başıboş zannetme. Zira şu misafirhane-i dünyada nazar-ı hikmetle baksan; hiçbir şeyi gayesiz, nizamsız göremezsin. Nasıl sen nizamsız, gayesiz olabilirsin. İnsan ebed için yaratılmıştır. Onun hakiki lezzetleri, ancak marifetullah, muhabbetullah, ilim gibi umur-u edebiyedir. Dünya hayatı Hayatın lezzetini, zevkini isterseniz hayatınızı imanla hayatlandırınız ve feraizle ziynetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz. Gençlik Sizdeki gençlik katiyen gidecek. Eğer siz daire-i meşruada kalmazsanız, o gençlik zayi olup başınıza hem dünyada, hem kabirde, hem ahirette kendi lezzetinden çok ziyade belalar ve elemler getirecek. Eğer terbiye-i İslamiye ile o gençlik nimetine karşı bir şükür olarak iffet ve namusluluk ve taatte sarf etseniz, o gençlik manen baki kalacak ve edebi bir gençlik kazanmasına vesile olacak. Dünyada gençliğe muhabbet, yani ibadette gençlik kuvvetini sarf etmenin neticesi: dar-ı saadette edebi bir gençliktir. Yalnızca Allah'a dayanıp güvenmek Ey insan! Eğer yalnız Ona abd olsan, bütün mahlukat üstünde bir mevki kazanırsın. Eğer ubudiyetten istinkaf etsen, aciz mahlukata zelil bir abd olursun. Her kim kendisini Allah'a malederse, bütün eşya onun lehinde olur. Ve kim Allah'a mal olmasa, bütün eşya onun aleyhinde olur. Allah'a mal olmak ise, bütün eşyayı terk ve her şeyin Ondan olduğunu ve Ona rücu edeceğini bilmekle olur. Allah'a hakiki abd olan, başkalarına abd olamaz. Madem her yer misafirhanedir. Eğer misafirhane sahibinin rahmeti yar ise, herkes yardır, her yer yarar. Eğer yar değilse, her yer kalbe bardır ve herkes düşmandır. İmanın kazandırdıkları Ey insan! Senin nokta-i istinadır ancak ve ancak Allah'a olan imandır. Ruhuna, vicdanına nokta-i istimdad ise ancak ahirete olan imandır. Binaenaleyh bu her iki noktadan haberi olmayan bir insanın kalbi, ruhu tavahhuş eder; vicdanı daima muazzeb olur. İmana gel ki, elemden emin olasın. Kadere teslim ol ki selamette kalasın. İnsan eğer kesrete dalıp kainat içinde boğulup dünyanın muhabbetiyle sersem olarak fanilerin tebessümlerine aldansa, onların kucaklarına atılsa, elbette nihayetsiz bir hasarete düşer. Hem fena, hem fani, hem ademe düşer. Hem manen kendini idam eder. Eğer insan-ı Kuran'dan kalb kulağıyla iman derslerini işitip başını kaldırsa, vahdete müteveccih olsa, ubudiyetin miraciyle arş-ı kemalata çıkabilir. Baki bir insan olur. Dine hizmet Dine hizmet ederken müspet hareket etmek ve menfi hareketlerden kaçınmaktır. Bizim vazifemiz müspet hareket etmektir, menfi hareket değildir. Rıza-i İlahiye karışmamaktır. Bizler aşayişi muhafazası netice veren müspet iman hizmeti içinde her yıl bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz. Kardeşlerim! Hastalığım pek şiddetli, belki yakında öleceğim veyahut bütün bütün konuşmaktan, bazen men olunduğum gibi men edileceğim. Onun için benim nur ahiret kardeşlerim, ehven-ü şer deyip bazı biçare yanlışçıların hatalarına hüçum etmesinler. Daima müspet hareket etsinler. Menfice hareket vazifemiz değil. Çünkü dahilde hareket menfice olamaz. Nefis Ey nefsim! Deme 'zaman değişmiş, asır başkalaşmış, herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder. Derd-i maişetle şarhoştur.' Çünkü ölüm değişmiyor. Firak, bekaya kalbolup başkalaşmıyor. Acz-i beşeri, fakr-ı insani değişmiyor, ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sürat peyda ediyor. Şeytanın mühim bir sinsi planı, insana kusurunu itiraf ettirmektir, ta ki bağışlanma ve Allah'a sığınma yolunu kapasın. Hem nefsi insaniyetinin enaniyetini tahrik edip, ta ki nefis kendini avukat gibi müdafaa etsin, adeta kusur ve günahlarından takdis etsin.. Nefsini suçlayan kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, bağışlanma diler. Bağışlanma dileyen Allah'a sığınır. Allah'a sığınan şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar. İtiraf etse affa müstehak olur. Güzel ahlak İşte tahmin ederim ki, nasihlerin nasihatları şu zamanda tesirsiz kaldığının bir sebebi şudur ki: Ahlaksız insanlara derler: "Hased etme! Hırs gösterme! Adavet etme! İnad etme! Dünyayı sevme!" Yani, fıtratını değiştir gibi zahiren onlarca malayutak bir teklifte bulunurlar. Eğer deseler ki: "Bunların yüzlerini hayırlı şeylere çeviriniz, mecralarını değiştiriniz." Hem nasihat tesir eder, hem daire-i ihtiyarlarında bir emr-i teklif olur." İnsanın fıtratındaki şiddetli merak ve hararetli muhabbet ve dehşetli hırs ve inadlı taleb ve hakeza şedid hissiyatlar, umûr-u uhreviyeyi kazanmak için verilmiştir. O hissiyatı, şiddetli bir surette fani umûr-u dünyeviyeye tevcih etmek, fani ve kırılacak şişelere, baki elmas fiatlarını vermek demektir. Hem gizli düşmanlarım, hem nefsim; şeytanın telkiniyle zaif bir damarımı arıyorlar ki, beni onunla yakalayıp Nurlara tam ihlas ile hizmetime zarar gelsin. En zaif damar ve dehşetli mani', hastalık damarıdır. Hastalığa ehemmiyet verdikçe, hiss-i nefs-i cisim galebe eder; zarurettir, mecburiyet var der, ruh ve kalbi susturur; doktoru müstebid bir hakim gibi yapar ve tavsiyelerine ve gösterdiği ilaçlara itaate mecbur ediyor. Bu ise fedakarane, ihlasla hizmete zarar verir. Hem gizli düşmanlarım da bu zaif damarımdan istifadeye çalışmışlar ve çalışıyorlar. Nasılki korku ve tama' ve şan ü şeref cihetinde çalışıyorlar. Çünki insanın en zaif damarı olan korku cihetinde bir halt edemediler, i'damlarına beş para vermediğimizi anladılar. Hastalığın hikmetleri Ey hastalıktan şekva eden biçare adam! Hastalık bazılara ehemmiyetli bir definedir, gayet kıymetdar bir hediye-i İlahiyedir. Her hasta, kendi hastalığını o neviden tasavvur edebilir. Madem ecel vakti muayyen değil; Cenab-ı Hak, insanı yeis-i mutlak ve gaflet-i mutlaktan kurtarmak için, havf u reca ortasında ve hem dünya ve hem ahireti muhafaza etmek noktasında tutmak için, hikmetiyle eceli gizlemiş. Madem her vakit ecel gelebilir; eğer insanı gaflet içinde yakalasa, ebedi hayatına çok zarar verebilir. Hastalık gafleti dağıtır, ahireti düşündürür, ölümü tahattur ettirir, öylece hazırlanır. Bazı öyle bir kazancı olur ki; yirmi senede kazanamadığı bir mertebeyi yirmi günde kazanıyor. Ezcümle, arkadaşlarımızdan -Allah rahmet etsin- iki genç vardı. Biri İlama'lı Sabri, diğeri İslamköy'lü Vezirzade Mustafa. Bu iki zat, talebelerim içinde kalemsiz oldukları halde, samimiyette ve iman hizmetinde en ileri safta olduklarını hayretle görüyordum. Hikmetini bilmedim. Vefatlarından sonra anladım ki; her ikisinde de ehemmiyetli bir hastalık vardı. O hastalık irşadıyla, sair ****** ve feraizi terkeden gençlere bedel, en mühim bir takva ve en kıymetdar bir hizmette ve ahirete nafi' bir vaziyette bulundular. İnşaallah iki senelik hastalık zahmeti, milyonlar sene hayat-ı ebediyenin saadetine medar oldu. Ben onların sıhhatı için bazı ettiğim duayı, şimdi anlıyorum dünya itibariyle beddua olmuş. İnşaallah o duam, sıhhat-ı uhreviye için kabul olunmuştur. İşte bu iki zat, benim itikadımca, on senelik bir takva ile elde edilecek bir kazanç kadar bir kar buldular. Eğer ikisi, bir kısım gençler gibi sıhhat ve gençliğine güvenip, gaflet ve sefahete atılsaydılar; ölüm de onları tarassud edip tam günahlarının pislikleri içinde yakalasaydı; o nurlar definesi yerine, kabirlerini akrepler ve yılanlar yuvası yapacaklardı. Diriliş "Evvel yaratılışı düşünür. Der ki: Nutfeden alakaya, alakadan bir çiğnem ete, bir çiğnem etten ta insanın yaratılışına kadar olan oluşumumuzu görüyorsunuz. Nasıl oluyor ki, yaratılışı inkar ediyorsunuz?.. O, onun misli, belki daha kolayıdır. Hem Cenab-ı Hak, insana karşı ettiği ihsanat-ı azimeyi kelimesiyle işaret edip der: "Size böyle nimet eden bir zat, sizi başıboş bırakmaz ki, kabre girip kalkmamak üzere yatasınız." Hem işareten der: Ölmüş ağaçların dirilip yeşillenmesini görüyorsunuz. Odun gibi kemiklerin hayat bulmasını kıyas edemeyip inkar ediyorsunuz. Hem gökyüzünü ve yeri yaratan, gökyüzü ve yerin meyvesi olan insanın hayat ve ölümünden aciz kalır mı? Koca ağacı idare eden, o ağacın meyvesine ehemmiyet vermeyip başkasına mal eder mi? Bütün ağacın neticesini terketmekle, bütün kısımlarıyla hikmetle yoğrulmuş yaratılış şeceresini faydasız ve boş yapar mı zannedersiniz? Der: kıyamet günü sizi diriltecek zat öyle bir zattır ki, bütün kainat O'nun emrine hazır askeri hükmündedir. Allah'ın ol emrine feyekûne karşı tam bir teslimiyet ile boyun eğer. Bir baharı yaratmak, bir çiçek kadar ona kolay gelir. Bütün hayvanatı icad etmek, bir sinek icadı kadar kudretine kolay gelir bir zattır..." Ölüm Ölüm değişmiyor. Firak, bekaya kalbolup başkalaşmıyor. Acz-i beşeri, fakr-ı insani değişmiyor, ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sürat peyda ediyor." Samimiyet Bu zamanda avam-ı mü'mininin tam itimad etmesi ve iman hakikatlarını tereddüdsüz ders alması için, öyle muallimler lazım ki; değil dünya menfaatlarını, belki ahiret menfaatlarını dahi ehl-i imanın menfaat-i uhreviyesine feda ederek o ders-i imanide her cihetle şahsi faidelerini düşünmeyip yalnız ve yalnız hakikatlara, rıza-i İlahi ve aşk-ı hakikat ve hizmet-i imaniyedeki şevk-i hak ve hakkaniyet için çalışsın. Ta her muhtaç, delilsiz kanaat edebilsin, bizi kandırıyor demesin ve hakikat pek çok kuvvetli olduğunu ve hiçbir cihetle sarsılmadığını ve hiçbir şeye alet olmadığını bilsin, ta imanı kuvvetlensin ve o ders ayn-ı hakikattır desin, vesvese ve şüpheleri zail olsun. İhlas Ey biçareler! Mezaristana göçtüğünüz zaman, "Eyvah! Malımız harab olup, sa'yimiz heba oldu; şu güzel ve geniş dünyadan gidip, dar bir toprağa girdik." demeyiniz, feryad edip me'yus olmayınız... Çünki sizin herşey'iniz muhafaza ediliyor. Her ameliniz yazılmıştır. Her hizmetiniz kaydedilmiştir. Hizmetinizin mükafatını verecek ve her hayır elinde ve her hayrı yapabilecek bir Zat-ı Zülcelal, sizi celb edip, yer altında muvakkaten durdurur. Sonra huzuruna aldırır. Ne mutlu sizlere ki; hizmetinizi ve vazifenizi bitirdiniz. Zahmetiniz bitti, rahata ve rahmete gidiyorsunuz. Hizmet, meşakkat bitti; ücret almağa gidiyorsunuz. Evet geçen baharın defter-i a'malinin sahifeleri ve hidematının sandukçaları olan tohumları, çekirdekleri muhafaza eden ve ikinci baharda gayet şaşaalı, belki yüz derece aslından daha bereketli bir tarzda muhafaza eden, neşreden Kadir-i Zülcelal, elbette sizin de netaic-i hayatınızı öyle muhafaza ediyor ve hizmetinize pek kesretli bir surette mükafat verecektir. Ahireti unutanlar Ey sersem nefsim! Acaba şu vazife-i ubudiyet neticesiz midir, ücreti az mıdır ki, sana usanç veriyor? Halbuki bir adam sana birkaç para verse veyahut seni korkutsa, akşama kadar seni çalıştırır ve fütursuz çalışırsın. Acaba bu misafirhane-i dünyada aciz ve fakir kalbine kut ve gına ve elbette bir menzilin olan kabrinde gıda ve ziya ve herhalde mahkemen olan Mahşer'de sened ve berat ve ister istemez üstünden geçilecek Sırat Köprüsü'nde nur ve burak olacak bir namaz, neticesiz midir veyahut ücreti az mıdır? Bir adam sana yüz liralık bir hediye va'detse, yüz gün seni çalıştırır. Hulf-ul va'd edebilir o adama itimad edersin, fütursuz işlersin. Acaba hulf-ul va'd hakkında muhal olan bir zat, Cennet gibi bir ücreti ve saadet-i ebediye gibi bir hediyeyi sana va'd etse, pek az bir zamanda, pek güzel bir vazifede seni istihdam etse; sen hizmet etmezsen veya isteksiz, suhre gibi veya usançla, yarım yamalak hizmetinle onu va'dinde ittiham ve hediyesini istihfaf etsen, pek şiddetli bir te'dibe ve dehşetli bir tazibe müstehak olacağını düşünmüyor musun? Dünyada hapsin korkusundan en ağır işlerde fütursuz hizmet ettiğin halde; Cehennem gibi bir haps-i ebedinin havfı, en hafif ve latif bir hizmet için sana gayret vermiyor mu?
-
KENDİNİ YIKMAK İSTEYENLERE SPONSORLUK YAPAN DEVLET... Temel amacı Cumhuriyet devletini yıkmak isteyen bu tarikata devlet nasıl sponsor olurunur...
Evet en sonunda Nurcularıda Kürtçü yapıldı... super.... Başkasının günahına ağlayan adam(Said-i Nursi) boşuna ağlamamıs.....
-
Duman
Bebek....
-
Günün Sözü
Ey Akıl Başımı terk et.Zira Aşk geldi.... Gazali.....
-
Duman
Gecmiş olsun...
-
KURBAN BAYRAMLARINA SON VERELIM!
- TÜRBAN SORUNU - KONUSU - ANA BAŞLIK
sizi anlattım aslında beni turkiyedeki herkesi not: zorla ancak bukadar Turkce ögretildi bana idare edin bi tane daha Not:psikoloji tukce bi kelime oldugunu sizden duydum beni aydınlattın lütfen dogrumudur..!- TÜRBAN SORUNU - KONUSU - ANA BAŞLIK
Bencede herkes haklı diyorsun ama yine elestiriyosun ya zorla basını ac diyen anneler babalar ya illla namaz kılmayacaksın diyen anneler neden ortuc tutuyorsun diyen babalar ya bangır bangır bagıran bu ülkede dinini yasayanlar yobazdır diyenler ya diyorum iste dusun kendini(herhangi bir kimse) elestir... inanclı diilim diyen iki yüzlüler İlhan Selçuk mesela...- İnanmak Üstünlüktür...!
'Geveşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer inanmışsanız, üstün gelecek olan sizsiniz.' (Al-i İmran, 139) Hayatta gerçekleştirmek istediğiniz hayalleriniz ve idealleriniz var mı? Bu idealleri ve hayalleri gerçekleştirmek için bir ayrıcalık mı istiyorsunuz? Ya da başarılı gördüğünüz insanları, hususî yetenekler hediye edilmiş olarak mı düşünüyorsunuz? Hayır! Bu bir yanılgıdır. Çoğu insan bu hataya düşmektedir. Bu tip yeteneklere sahip olan kişilerin diğerlerinden farkı, ne olduğumuz ve ne olacağımız hakkında sağlam bir inanca sahip olmaları, yükselmeye, gelişmeye ve daha iyi olmaya yöneltecek aşk ve şevklerinin bulunması, kaynakları organize edecek bir strateji kullanmaları, neyin en doğru neyin en önemli olduğu hakkında karar vermede yol gösterecek evrensel değerlere bağlanmaları, doğru, bildiklerini gerçekleştirecek fizikî ve ruhî enerjiye sahip olmaları, insanlarla birlikte olabilme ve mükemmel bir diyalog (iletişim) kurabilmeleridir. Niçin iki insan aynı olay karşısında farklı davranır? Her insan, hayatta mücadele etmek zorunda kaldığı çeşitli olaylarla karşılaşır. Hastalıklar, kazalar, adaletsizlikler, baskı ve zulümler pek çok insanın sabrını, inancını, değerlerini, dayanma gücünü zorlama noktasına getirir. Bazıları bu hâdiseleri daha iyi insan olabilmek için bir fırsat gibi görür. Onların hayat anlayışında "güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır" prensibi vardır. Diğerleri ise benzer olayları hayatlarını mahvedecek, kahredici olaylar olarak görürler. Bundan dolayı da inandıkları sonuçlarla karşılaşırlar. Başarılı olan insanların problemleri, başarısız olanlarınkinden daha az değildir. Aradaki fark, onları algılama şekli ve onlara karşı gösterilen tepkilerdir. Hattâ aynı insan, benzer olayları bazen farklı algılar ve farklı tepki gösterebilir. Mevcut kaynak ve imkânlarla bazen fevkalâde başarılı işler yapabilirken bazen de yanlış ve olumsuz sonuçlar ortaya konabilir. İşte bu iki hâl, insanın içinde bulunduğu durumla ilgilidir. İçinde bulunduğumuz durumu oluşturan iki ana faktör vardır. Birincisi inancımız, ikincisi fizyolojimiz ve onu kullanma şeklimizdir. İnancımız ve fizyolojimiz sibernetik çevrim içinde birlikte çalışır. Birini etkileyen bir şey otomatik olarak diğerini de etkiler. Kolorado'da yaşayan W. Mitchell, motosikleti ile kaza yapar, motorun benzin deposu patlar ve çıkan yangında alevler içinde kalır. Gözlerini hastahanede açtığında kendisini yanık acıları içinde, zor nefes alır, hareketsiz, yatalak bir durumda bulur. Vücudunun dörtte üçü üçüncü derecede yanık olmasına rağmen kendisini bırakmaz, yaşamak ve işine tekrar kavuşabilmek için olağanüstü bir çaba harcar. Ancak kaderinde, uçak kazası geçirip belden aşağısı bir daha iyileşmeyecek şekilde felç olmak vardır. Günü gelir, kaderinde olan gerçekleşir ve belden aşağısı felç olur. Ama o inancını, gücünü ve canlılığını yine kaybetmez. Amerika'da önde gelen pek çok kişiyle iyi münasebetler kurar, zengin bir işadamı olur, Amerikan Kongresine girmek için adaylığını koyar, Kolorado vali yardımcılığı için seçim mücadelesi verir. Her şeye rağmen başarılı ve mutlu bir insan olarak yaşar. Çünkü o, başına gelenleri maksatlı olaylar olarak yorumlar ve bu yoruma uygun düşünceler üretir. Bu yorumlama ve düşünce şekli onu elemden, ümitsizlikten, karamsarlıktan kurtarır; daha da önemlisi o, bu olayları hayatını yönlendiren inanç ve değerlerini gözden geçirip onları geliştirmek için bir fırsat olarak görür. Bir olayı böyle veya başka bir şekilde algılamak, sonucu niçin değiştirir? Veya algılama şeklimiz önemli midir? Evet, bu gerçekten önemlidir. Çünkü biz bir şeyi yapabileceğimize inandığımız zaman sinir sistemimize o sonuçları üretecek yetenekleri geliştirme mesajı gönderilir. Bu mesajlar o sonucu üretmek için beynimizi uyarır ve onu mümkün kılacak kapıları açar. Kısaca, siz neye inanıyorsanız, olayları ve kendinizi nasıl görüyorsanız, beyin o sonuçları üretecek şekilde çalışır. İnanç, din ya da ideolojilerin anlatımında çok kullanılan bir kavram olmakla birlikte; genel olarak o hayata anlam kazandıran ve yön veren bir itikat, hüküm ya da prensip anlamında kullanılır. İnanç, bir başka ifadeyle, nesneleri ve olayları aklın nasıl hissedeceğini ve nasıl düşüneceğini yönlendirme biçimidir. İnanç, kararlılık ve belirginlik hissidir. Bir şeyin ne kadar belirgin (aşikâr) olduğunu hissedersek ona olan inancımız o kadar fazla olur. Bir kere de şüphe edersek, inancımız zayıflar, hattâ ölür. İnanç beyaz boya, şüphe ise siyah boya gibidir. Bir kutu beyaz boyayı, azıcık siyah boya griye çevirir. İşte şüphe de böyledir. Bir şeyin başarılamayacağı hususunda az bir şüphe, inancı yiyip tüketir. Meselâ, bir avukat kendi mesleğini, dürüstlüğünden sürekli fedakârlıkta bulunmayı gerektiren bir iş gibi düşünüyorsa, onda o mesleğe karşı nefret hissi uyanır ve o artık bu hisse inanır. Buna inandıktan sonra da işinde başarılı olamaz. Ama bu avukat, ben, insanların hukukî problemlerine çözüm olacak hususları elimde tutuyorum, bu insanların bana ihtiyacı var, diye de düşünebilir. Böylece rolü hakkındaki inancını, kendini kısıtlayan bir şekilden, onu güçlendiren bir şekle değiştirebilir. Mesleği hakkındaki bu inanç değişikliği, ona farklı bir kişilik kazandırır, özgüvenini artırır, ayakları üzerinde dimdik durabilen kendisinden emin bir kişiliğe kavuşturur. Bu da onun başarısını önceki durumuna göre kat kat artırır. İnançla ilgili önemli bir husus da şudur: Olumlu düşünce ve hisler, hayatımızdaki başarıların sonuçları değil, başarıların sebebidir. 'Başarılı olduğumuz zaman olumlu his ve düşüncelere sahip oluruz' şeklindeki bir düşünce her zaman doğru değildir. Başarı, olumlu düşünce ve inancı pekiştirir. Büyük yarışmalarda, olimpiyatlarda kırılan rekorlar (başarılar) sonuçtur. Bunların sebebi de olumlu düşüncedir. Olimpiyat sporcuları önce içlerindeki "inançsızlık engelini" kırarlar. Daha önce aşılan rekorların aşılamayacağı inancını yokederler. Eğer bu inanç yokedilmez, daha iyisini başarırım inancı olmazsa yeni rekorların kırıldığını asla göremeyiz. Eğer biz sınır koymazsak imkân dahilinde olan her şey başarılabilir. Olabilecek bir şeye, imkânsız hükmünü biz koyuyoruz. Oysa imkansızlık, basit bir ifadeyle, olumlu inancın yokluğu olarak tarif edilebilir. J. S. Mill, inançlı bir kişinin gücünün sadece ilgisi olan doksan dokuz kişinin gücüne eşit olduğunu söyler. Sınırsız Güç kitabının yazarı Anthony Robbins, "Dinler, tarih boyunca milyonlarca insana daha önce gerçekleştiremeyeceklerini düşündükleri şeyleri başaracak gücü kazandırmıştır. İnançlar, içimizin derinliklerindeki kaynaklara ulaşmamıza yardımcı olurlar ve bu kaynakları istediğimiz sonuçları destekleyecek şekilde yönlendirirler. Gerçekte insan davranışlarını yönlendiren kuvvetler arasında, inançtan daha güçlüsü yoktur. Özünde insanlık tarihi, insan inancının tarihidir" diyerek inancın hayatımızdaki rolünü vurgulamaktadır. Yine o, "inançlar beynin komutanları gibidir" ifadesiyle de inancın önemini belirtmektedir. Doktorlar da hastalıkları ortadan kaldırmada inancın gücünü kullanabilirler. Yapılan deneylerde, ilâç olmadığı hâlde hastaya ilâçmış gibi verilen ve 'plesebo' denilen boş hapların hastalar üzerinde çoğu kez kesin iyileştirme tesiri yaptığı görülmüştür. Bir araştırmada ülserli hastalar deney amacıyla iki gruba ayrılır ve iki gruba da aynı ilâç verilir. Ancak birinci gruba, hastalığı kesinlikle iyileştirecek yeni bir ilâç verildiği; ikinci gruba ise, kendilerine etkileri denenmek üzere hakkında çok şey bilinmeyen yeni bir ilâç verildiği söylenir. İlk grupta hastaların % 70'inde önemli bir iyileşme görülürken, ikinci grupta iyileşme oranı sadece % 25 olmuştur. O hâlde başaracağımıza inanırsak, bu mesaj bizi başarıya; başaramayacağımıza inanırsak o da başarısızlığa yönlendirir. Her iki inanç da büyük bir güce sahiptir. Sahip olduğumuz inanç, bizi başarı-başarısızlık, mükemmellik-eksiklik, iyilik-kötülük, mutluluk-mutsuzluk gibi birbirine zıt dünyalardan birisine götürür. Bu durumda, üzerinde düşünmemiz gereken mesele, 'hangi inançlara sahip olmak bizim için daha iyidir ve bunlar nasıl geliştirilir?' sorusudur. İnanç kaynaklarından birisi çevredir. Sosyal çevremizde davranışları tutarlı, işinde başarılı insanlar varsa, onları örnek ve model alır; farkına varmadan onlar gibi olabiliriz. Tabiî bunun tersi de olabilir, o zaman potansiyelimizi kullanmayı engelleyen inanca sahip oluruz. İnancı geliştirmenin ikinci yolu bilgidir. Okuyarak, deneyerek, görerek, yaşayarak elde edilen bilgi, çevrenin kısıtlayıcı zincirlerini kırabilir. Bir meslek veya bir konuda önemli başarılar elde etmiş kişilerin hayatlarını okuyarak o meslek veya konuyla ilgili düşüncelerimizi geliştirir, onların başardıklarını ben de başarırım inancını kazanabiliriz. Büyük devlet adamlarının, İslâm âlimlerinin, kendinden çok başkaları için yaşayanların, doğruluğu, dürüstlüğü ve yardımseverliği ile tanınmış Hak dostlarının hayatlarının okunması da aynı niteliklere sahip olma inancımızı pekiştirmesi açısından son derece önemlidir. İnancı besleyen bir diğer kaynak elde ettiğimiz başarılardır. Başardıklarımızı gözönüne alarak hedefimizdekileri başarma inancımız artar. Bunun için de başardıklarımızın, yaptıklarımızın ve mutluluklarımızın farkında olmamız gerekir. Sonuç olarak insan, hayallerini ve ideallerini gerçekleştirebilecek kabiliyet ve potansiyelde yaratılmıştır. Bunun ilk şartı, onu başarabileceğine kesin olarak inanmaktır. İnançsız ve ümitsiz insanların elde edebileceği hiçbir olumlu sonuç yoktur. Prof.Dr. Harun AVCI- TÜRBAN SORUNU - KONUSU - ANA BAŞLIK
Herkes evinin önünü temizlemeli.. Burda iki karsı fikirde birbirlerinin acıklarını, yanlıslarını yüzlerce sayfalar halinde yazabilir... Benim dikkat ettigim Turkiyede hani piskolojide vardır ya ''savunma piskolojisi'':sucunu kabul etmedigi bi yana karsıdakini suclar...- İçindeki nakaratı yaz...
Yoruldum,sıkıldım peşinden koşa koşa ben Anlamam güzelim sen anlat külahıma yasakmış günahmış Konuşsam doya doya zorlama güzelim karışmam aranıza Aranızdan cıkmadı bir adam Yolunuza ermedi hiç kafam Kaçamadım o da benim hatam Geçmiş olsun şimdi herşey yalan Daraldım usandım Elinden kaça kaça Ben anlamam güzelim Uzak dur yakınıma Zararmış ziyanmış Konuşsun doya doya Elde mi güzelim Alıştım acısına.........- ABDULKADİR-İ GEYLANİ HZ. (KS) SOHBETLERİ
ALLAH şahidim ben cok ii anladım umarım anlayanlar daha cok olur - TÜRBAN SORUNU - KONUSU - ANA BAŞLIK
Önemli Bilgiler
Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.