Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Senyour

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    971
  • Katılım

  • Son Ziyaret

  • Lider Olduğu Günler

    1

Senyour tarafından postalanan herşey

  1. Senyour

    Felsefi Görüşler-1

    Empirizm Doğru ve genel geçer bilginin duyumlar yoluyla oluşan deneylerle kazanılabileceğini öne süren felsefe görüşüdür. Empirist anlayışa göre insan zihninde doğuştan getirilen hiçbir bilgi yoktur. İnsan zihni, bu nedenle boş bir levha gibidir. Empirist görüş, 17. ve 18. yüzyıllarda sistemli bir düşünce olarak felsefe tarihinde yerini almıştır. Empirizmi geliştirerek sistemli bir felsefe görüşü haline getiren önemli düşünürler John Locke, Davit Hume, Condillac, Herbert Spencer'dir. JOHN LOCKE (1632-1704) İnsan zihninde bulunan bütün düşüncelerin kaynağı deneydir. Yaşam içinde gözlemler ve deneylerle kazanılan bilgiler zihni doldurur. Locke'a göre deney iki aşamada gerçekleşir. Dış Deney (Duyumlama) Duyu organları yoluyla edinilen izlenimler. İç Deney (Düşünme) Duyu verilerinin işlenerek yargılar biçiminde bilgiye dönüşmesi. DAVİD HUME (1711-1776) İnsan zihninde önce duyumlama yoluyla oluşan "izlenimler" vardır. İzlenimlerden de düşünceler oluşur. İzlenimler, duyumlarla oluştuğu için canlı ve dinamik tasarımlardır. Düşünceler ise izlenimlere dayanır. İzlenimler, severken, nefret ederken algılanan canlı duyumlardır. Düşünceler ise bu canlı duyumların canlılığını kaybetmiş kopyalarıdır. D.Hume nedensellik ilkesini kabul etmez. Ona göre doğadaki hiçbir olayda nedensellik ilişkisi yoktur. Olaylar kendi başına oluşur. Hiçbir şeyin başka bir şeyle ilişkisi olamaz. Biz, olayları ardarda gördüğümüz için onlar arasında nedensellik olduğunu, birinin neden, diğerinin ise sonuç, olduğunu belirtmekteyiz. D.Hume'un bu yorumu "nedensellik ilkesi" üzerine bir kuşkunun doğmasına yol açmıştır. Eleştirici felsefenin kurucusu olan Alman düşünürü İmmanuel Kant, D.Hume'un bu görüşünden etkilenerek "Hume, beni dogmatik uykumdan uyandırdı" demiştir. E. CONDİLLAC (1715-1780) Empirist anlayışı duyumculuğa (sensualizm) indirgemiştir. Locke'un bilgi anlayışındaki dış deneyi bilgilerin tek ve mutlak kaynağı yapmıştır. Yani bütün insan düşüncesini duyumla temellendirmiştir. (Görüşlerini mermer bir heykel örneği ile açıklamıştır.) HERBERT SPENCER (1820-1903) Deneyci anlayışı evrimcilikle birleştirmiştir. Spencer'e göre insan, tüm yaşamı boyunca yaptığı deneylerle kazandığı deneyimleri, kalıtım yoluyla kazandıklarıyla birleştirerek gelecek nesillere aktarır. Spencer, empirizmi, türlerin yapmış olduğu deneyler toplamı olarak yorumlamıştır. Entüisyonizm Bu düşünüşün en önde gelen temsilcisi Fransız düşünür Henri Bergson'dur (1859-1941). Bergson'a göre yaşam, sürekli değişim gösteren bir süreçtir. Zaman da yaşamla birlikte değişim gösterir. Yaşamın bu değişimi yaratıcı bir atılımdır. Yaratıcı atılım (Hayat hamlesi), bütün canlı varlıklardaki iç kuvvettir. Bu kuvvet, yaratıcılık özelliğiyle sürekli yeni türler ve yeni cinsler meydana getirir. Yaratıcı atılım, her canlıya sıçramalı hayat veren tanrısal güçtür. Tanrı, bitip tükenmeyen bir hayattır, sonsuz eylem ve özgürlüktür. Zekâ, sürekli yaşam değişimini kavrayamaz. Zekâ, duruk ve eylemsiz maddeyi kavrayıp bilebilir. Sezgi, kavradığı madde bilgisinden ve pozitif bilimlerin sağladığı bilgiden farklı bir bilgidir. İnsan böyle bir bilgiye, varlığın iç gelişimini, iç dinamiğini sağlayarak ulaşabilir. Bergson'un sezgici görüşü, Ortaçağ'da İslam düşünürü Gazali tarafından da benzer biçimde dile getirilmiştir. Gazali'ye göre insan, "Kalp Gözü" ile her şeyi bilebilir. Bu ise ancak içsel temizlenme ve arınmayla mümkün olabilir.Fatalizm Felsefede, bütün olan bitenleri, kaderin önceden tesbit ettiğine, bunların değişmeyeceğine inanan bir görüştür. Fatalizme göre, insanlar olaylara hükmedemezler. Başlarına gelcek olanları önceden öğrenmiş olsalar bile, bunu değiştirmek ellerinde değildir. Determinizmin (gerekirciliğin) tersine, fatalizmde insanın geleceği tamamen olaylara bağlıdır. Feminizm Toplumda kadınlara, erkeklerle aynı hakların tanınmasını sağlamaya çalışan fikir akımıdır. 18. yüzyılın başarına kadar kadınların siyasal, toplumsal hakları hemen hemen hiç yoktu. Kadınların yapı bakımından erkeklerden geri olduğuna inanılmıştı. Gerek dini mezhepler, gerekse kanunlar, kadınları birçok haklardan yoksun bırakıyordu. Ayrıca kadınlar kendi başlarına mal sahibi olamıyorlar, hiçbir işe giremiyorlardı. Mary Wollsonecraft, ilk kez İngiltere'de kadınların toplumsal hakları üzerine bir kitap yayınladı. Böylece feminizmin temelleri atılmış oluyordu. Amerika'da 1920'de kadınlara oy hakkı verildikten sonra diğer konularda da erkeklerle eşit haklar kazanıldı. İdealizm Ruh maddeyi yaratır Bu, idealist felsefenin ilk biçimidir ve evrenin ruh tarafından yaratıldığını kabul eden bütün dinlerde kendini gösterir. Evren, düşüncemizin dışında var olamaz İşte özelliklerin ancak zihnimizde var olduklarını, ve böyleyken onları şeylerin kendilerine atfetmekle yanılgıya düştüğümüzü kabul eden idealistlerin ispatlamaya çalıştığı şey budur. İdealistler için, şu masa ve sıralar vardır elbette, ama sadece düşüncemizde. Çünkü şeyleri yaratan fikirlerimizdir. Başka bir deyişle, düşüncemizin yansısıdır şeyler. Gerçekten de, madem ki zihnimiz tarafından yaratılmaktadır bizdeki madde fiksiyonu, madem ki madde kavramı zihnimiz tarafından bize verilmektedir; ve madem ki şeylerden aldığımız duyunun nedeni düşüncemizdir, öyleyse bizi çevreleyen şeylerin hiçbirinin bizim zihnimizin dışında bir varlığı yoktur. Ve de bunlar, düşüncemizin yansıları olmaktan öteye geçemezler. Demek oluyor ki, ruhumuzun yaratıcısı olan ve bize evren hakkındaki bütün fikirleri empoze eden daha üstün bir ruh vardır. Buysa, kendiliğinden de anlaşılabileceği gibi Tanrıdır. Kritisizm (Eleştiricilik) Alman düşünürü Immanuel Kant'ın öğretisi... Kant'a göre felsefe araştırması, bir değerlendirme (eleştiri) olmalıdır. Felsefe, us (Al. Vernunft)'la yapılıyor. Öyleyse usu değerlendirmek, onun ne olduğunu ve ne olmadığını iyice bilmek gerek. Felsefe nasıl bir usla yapılıyor?.. Deneyden yararlanmayan bir salt us (Os. Akli mahiz, Fr. Raison pure, Al. Reinen vernunft)'la. Öyleyse salt us nedir? Kant'ın üç büyük yapıtından ilki olan Salt Usun Eleştirisi (Kritik Der Reinen Vernunft, 1781) bu sorunun karşılığını araştırır. Salt us, duyarlığın (Al. Sinnlichkeit) verilerinden alınmamış olan (a priori) bir bilgiyi gerçekleştirdiği iddiasındadır. Buysa nesneler düzenini aşarak düşünce düzenine yükselmek demektir. Öyleyse salt usun bilme yöntemi bir aşkınlık yöntemi'dir. Salt us bu yöntemle gerçek bir bilgi edinebilir mi? Öyleyse bilgi nedir, önce onu tanımlamak gerek. Kant'a göre her bilgi, bir yargı (Al. Urteil)'dir. Ne var ki her yargı, bir bilgi (Al. Kenntnis) değildir. Örneğin "her cisim yer kaplar" yargısı bize yeni bir bilgi vermez, çünkü "cisim" kavramı esasen "yer kaplamayı" içerir; bu yargıda sadece bir çözümleme yapılıyor ve "cisim" kavramı çözümlenerek kendisinde esasen bulunan bir bilgi hiçbir gereği yokken yeniden ortaya konuyor. Oysa "bu yük ağırdır" yargısı bize yeni bir bilgi verir, çünkü "yük" kavramı kendiliğinden ağır ya da hafif olduğunu bildirmez; burada, ötekinin tersine, bir çözümleme değil bir bireştirme yapıyoruz ve "yük" kavramıyla "ağır" kavramını birleştirerek yeni bir bilgi elde ediyoruz. Demek ki bize bilgi veren yargılar, çözümsel yargılar değil, bireşimsel yargılar'dır. Salt us bu bireşimsel yargıyı aşkınlık yöntemiyle, deneyi aşarak gerçekleştirebilir mi? Kant bu soruya kesin olarak şu karşılığı veriyor: Gerçekleştiremez. Böylece metafiziği kesin olarak yıkmış oluyor: Salt us, deneyden yararlanmadan hiçbir bilgi gerçekleştiremez. Öyleyse metafizik tasarımlar, insanların romantik düşlerinden başka bir şey değildirler. (Bu vargı, Kant'ın materyalist yanını belirtir ve Engels bunun içindir ki kendisine utangaç materyalist der). Kant öncesi felsefenin tanrılaştırdığı us, böylelikle tahtından indirilmiş olmaktadır; artık, aşkınlık yöntemiyle çalışan salt usa güvenilmeyecektir. Kant araştırmakta, eşanlamda eleştirmekte devam ediyor: Salt us, bireşimel yargı olan bilgi'yi niçin gerçekleştiremez?. Çünkü us, sadece bir bireştirme işini gerçekleştirmektedir ve bu iş için gerekli gereçleri nesneler düzeninden almaktadır. Elimizle tuttuğumuz taşı yere bırakınca onun düştüğünü görüyoruz ve ancak ondan sonradır ki (a Posteriori) "bırakılan taş düşer" bilgisini edinebiliyoruz. Bu deneyi yapmadan önce (a priori) bu konuda hiçbir bilgimiz olamaz. Bize bu gereçleri veren duyarlık'tır. Duyarlık, bu gereçleri bize nasıl veriyor? Zaman ve mekân içinde veriyor. Oysa nesneler düzeninde zaman ve mekân diye bir şey yoktur. Demek ki bunlar duyarlığın dışardan almadığı, kendinden çıkardığı bir şeylerdir ve duyarlık bunları katmadan, dışardan aldığı hiçbir şeyi bize gönderemez. Bunlar, deneyden elde edilemeyeceklerine göre, usun verileri midir? Kant, bu soruya da kesinlikle şu karşılığı veriyor: Hayır, bunlar usun verileri olamaz. Çünkü küçük çocuklar zaman ve uzayı düşünmeksizin bilirler, hiçbir ussal işlemi gerçekleştiremedikleri halde sevdikleri şeylere yaklaşır ve sevmedikleri şeylerden uzaklaşırlar. Öyleyse, duyarlık, ne nesneler düzeninden ne de düşünce düzeninden aldığı bu şeyleri nasıl elde etmiştir?.. Kant, bu soruya, kendine özgü bir karşılık veriyor: Sezi (Al. Ansehauung)'yle. Kant'a göre bunlar birer biçim'dir ve ancak duyarlığın sezisiyle elde edilebilir. Zaman iç duyarlığın biçimidir, içimizden gelen her duygu zamanla birliktedir; mekân dış duyarlığın biçimidir, dışımızdan gelen her duygu mekânla birliktedir. Katılmadikları hiçbir duyumun gerçekleşemeyeceği bu biçimler, usun verileri olmadıkları halde deneyüstü (Al. Transzendentale)'dürler. Deneyden çıkarılmamışlardır ama bunlarsız da deney yapılamaz. Görüldügü gibi, Kant, artık aşkın (Al. Transzendent) kavramından deneyüstü (Al. Transzendental) kavramına geçmektedir; ona göre aşkın bilgi olamaz ama deneyüstü bilgi olabilir. Bir soru daha gerekiyor: Deneyden gelen verilere duyarlığn seziyle elde ettiği birimlerin katılması, bilimsel bir bilgiyi gerçekleştirmeye yeter mi? Yetmeyeceğini söyleyen Kant, sonunda, us'a deneyüstü bir görev bulmuştur: Bireştirme işi. Kant'a göre us bu görevi gerçekleştirmeseydi, ne duyuların verileri ve ne de duyarlığın katkıları bilimsel bilgiyi gerçekleştirebilirdi. Öyleyse us, bu bireştirme işini nasıl yapıyor? Duyarlığın katkısıyla birlikte gelen bilgi gereçlerini düzenleyici kalıplara (Tr. Ulam, Al. Kategorie) sokarak. Us, bu kalıpları ne deneyden ve ne de duyarlığın sezişinden almıştır; bu kalıplar onda temel olarak vardırlar ve kendisiyle birliktedirler. Demek ki, Kant'a göre bilgi, gene de, nesneler düzeninde değil, us'un düşünme düzeninde (Al. Verstand) gerçekleşmektedir. Kant, böylelikle kendi düşünme yöntemini de bulmuş oluyor: Deneyüstü yöntem (Al. Transzendental methode). Kendi kurduğu bu terimle, eleştirici bakışını dilegetirerek, bilgi'nin duyuların ürünü olduğunu savunan duyumculuk'la anlığın ürünü olduğunu savunan anlıkçılık'ın üstüne aşıyor ve gerçeğin, her ikisinin birleşik bir üstünde'liğinde olduğunu ileri sürüyor. Önemli olan şudur ki, Kant, deneyüstü'ne deney'le bağıntısını kesmeden çıkmaktadır. Us, bireştirme görevini gerçekleştirirken deneyle bağıntısını koparırsa —ki fiziğin üstüne yükselme anlamında metafizik budur— aşkın'ın alanına girer ve köksüz düşler kurmaya başlar. Kant'ın deneyüscülüğü, bir bağıntıcı deneyüstücülük'tür. Bu düzeyde ancak deneyden gelen veriler birleştirilir, salt usun kurguları bireştirilemez. Usun bireştirici kalıpları, deneyle hiçbir ilgileri olmayan ve deneyden çıkarılmamış önsel (a priori) kalıplardır ama ancak deneyin verilerini bireştirmekte işe yarayabilirler. Kavramlar'la nesneler asla kopmaksızın bağıntılı olmalıdır. Metafizik, bu bağıntıyı gerçekleştiremediği içindir ki metafizik bilgi olamaz. Yoksa, Kant'a göre; kesin, tümel, her zaman ve her verde geçerli bilgi elbette deneyüstü önsel bir bilgidir. Çözümsel yargıların tümü sonsaldır, deneyden sonra gerçekleşmişlerdir ve bu yüzden bilimsel ve kesin bir bilgi vermezler. Bireşimsel yargıların da önsel olanları vardır ama sonsal olanları da vardır. İşte asıl kesin ve bilimsel bilgi bu önsel bireşimsel yargı'lardadır. Örneğin matematik yargıların tümü bu niteliktedir, "iki kez ikinin dört ettiği" yargısı hiçbir deneyden çıkarılmamıştır. Çünkü deney sınırlıdır, bin deney yaparız ama bin birinci deneyde ne elde edeceğimizi bilemeyiz. Matematik yargılar, deneyden çıkmamış önsel bireşimsel yargı'lardır ama bir bakıma bu karakterde olan metafizik yargılara benzemezler, çünkü her zaman deneye uzanabilirler. İki kez ikinin dört ettiği her zaman denenebilir, Tanrı'nın varlığı hiçbir zaman denenemez. (Kant, bu düşüncelerinden ötürü, 1794'te Gillaume II. hükümetinden bir ihtar almış ve din konusunda yazı yazması yasaklanmıştır). Kant, usun önsel kalıplarını, Aristoteles'ten de yararlanarak, yargı biçimlerinden çıkarıyor. On iki yargı biçimi vardır, öyleyse bunlardan her birini meydana getiren —kendisiyle biçimlendiren— on iki kalıp olmalıdır. Bir yargı, ya "insanlar ölümlüdür" önermesinde olduğu gibi tümel (Os. Külli, Fr. Universel), ya "kimi insanlar erdemlidir" önermesinde olduğu gibi tikel (Os. Cüz'i, Fr. Particulier), ya da "Sokrates düşünürdür" önermesinde olduğu gibi özel (Os. Hususi, Fr. Singulier) olur. Bunları meydana getiren kalıplar, sırasıyla: Tümellik (Os. Külliyet, Al. Allheit), çokluk (Os. Kesret, Al. Vielheit), teklik (Os. Vahdet, Al. Einheit) kalıplarıdır ki nicelik (Os. Kemmiyet, Al. quantitaet) ana kalıbında toplanırlar. Bir yargı, ya "Herakleitos usludur" önermesinde olduğu gibi olumlu (Os. İcâbi, Fr. Affirmatif), ya "Diogenes uslu değildir" önermesinde olduğu gibi olumsuz (Os. Selbi, Fr. Négatif), ya "ruh ölmezdir" önermesinde olduğu gibi sınırlayıcı (Os. Tahdidi, Fr. Limitatif) olur. Bunları meydana getiren kalıplar, sırasıyla: Varlık (Os. Hakikat, Al. Realitaet), yokluk (Os. Selb, Al. Negation), sınırlıtık (Os. Mahdudiyet, Al. Limitation) kalıplarıdır ki nitelik (Os. Keyfiyet, Al. qualitaet) ana kalıbında toplanırlar. Bir yargı, ya "Tanrı iyilikçidir" önermesinde olduğu gibi kesin (Os. Hamli, Fr. Catégorique), ya "Tanrı iyilikçiyse kötüleri sevmez" önermesinde olduğu gibi varsayımsal (Os. Şartı, Fr. Hypothétique), ya "Tanrı ya iyilikçi, ya da kötülükçüdür" önermesinde olduğu gibi ayrık (Os. Munfasil, Fr. Disionctif) olur. Bunları meydana getiren kalıplar, sırasıyla: Tözlülülük (Os. Cevheriyet, Al. Substantialitaet), nedensellik (Os. İlliyet, Al. Causalitaet), karşılıklık (Os. Müşâreket, Al. Wecheelwirkung) kalıplarıdır ki ilişki (Os. İzâfet, Al. Relation) ana kalıbında toplanırlar. Bir yargı, ya "insanlık belki dik yurümeyle başlamıştır" önermesinde olduğu gibi belkili (Os. İhtimâli, Fr. Problématic), ya "Tanrının iyilikçi olması gerekir" önermesinde olduğu gibi zorunlu (Os. Zaruel, Fr. Apodictique), ya "dünya yuvarlaktır" önermesinde olduğu gibi savlı (Os. Tahkiki, Fr. Assertorique) olur. Bunları meydana getiren kalıplar, sırasıyla: Olanaklılık (Os. İmkân, Al. Möglichkeit), zorunluk (Os. Vücub, Al. Nothwendigkeit), gerçeklik (Os. Hâriyet, Al. Wirklichkeit) kalıplarıdır ki kiplik (Os. Darp, Al. Modalitaet) ana kalıbında toplanırlar. Görüldüğü gibi Kant, deney verilerinin ancak on iki biçimde birbirleriyle bireştirilebileceğini ileri sürmektedir. Bu on iki biçimi de dört ana biçimde (nicelik, nitelik, ilişki, kiplik) topluyor. Bunlann içinde en önemli bulduğu ilişki'dir. Çünkü her bireşim bir ilişkiyi dilegetirir. Bu ilişkilerden de zorunlu olarak nedensellik ve süreklilik yasaları çıkar. Bu yasalar da, kendilerinden çıkarıldıkları kalıplar gibi, önseldirler. Kant, bu önsel, deneyden alınmamış, usun kendi malı olan kalıpların, ilkelerin ve yasaların uygu alanını sınırlarken sadece metafizik yolunu kapamakla kalmıyor; fizik yolunu da kapayarak bilinemezci üçüncü felsefe'nin kapılarını açıyor. Kant'a göre us, deneyin verileriyle bağını koparıp metafizik yapamayacağı gibi deneyin verilerinin arkasına geçerek fizik de yapamaz. Çünkü deney bize sadece görünenler (Al. Erscheinung)'i vermektedir. Bizse bu görünürlerin ardında bir de kendilik (Al. Ding an sich) hayal ediyoruz ve yukarı sınırı aşmaya çalıştığımız gibi bu aşağı sınırı da aşmaya çalışıyoruz. Kant, bu her iki aşamayı da aynı aşma (Al. Transzendent) saymakta ve usun kalıplarının sadece şeyin görüneni (fenomen)'ne uygulayıp şeyin kendisi (numen)'ne uygulanamayacağını söylemektedir. Kant, böylelikle, usun sınırını kesinlikle çizmiş oluyor. Bu sınır şeyin kendiliği'dir ve hiçbir zaman aşılmamalıdır, çünkü bilinemez. Kant'ın oluştuğu ortam, bir matematik-fizik-usçuluk ortamıdır. Nitekim genç Kant da üniversiteyi fizik doktora teziyle bitirmiştir. Matematiğin ve fiziğin ilkeleri usun ürünü sayılmakta, gerçeğe us yoluyla varılabileceğini savunan Antikcağ Elea'lılarının düşüncesi Leibniz-Wolff öğretisinde en yüksek aşamasına ulaşmış bulunmaktadır. İngiltere'den gelen yepyeni bir ses, David Hume'un sesi, usun eleştirilmesini ve yetilerinin gereği gibi belirtilmesini öğütlemektedir. Tarihsel düşünce diyalektiği XVIII. yüzyıl sentezini us'ta gerçekleştirmiştir. Böyle bir ortamda Kant, zorunlu olarak yapması gerekeni yapmış ve şu sonuca varmıştır: "Bizler, gizlerle dolu bir evrende bir düşün düşünü görmekteyiz. Gerçekte bildiğimiz hiçbir şey yoktur. Sezişlerimizin, kavramlarımızın, deneydışı ide'lerimizin içine gömülmüşük; bir şeyler kuruyoruz. Ne var ki, bildiğimizi sandığımız şey sadece olaylardır. O olaylar ki, bilmediğimiz bir nesneyle asla bilemeyeceğimiz bir öznenin birbirlerine olan ilişki'sinden doğmuştur". Nesneyi bilmiyoruz, özne'yi de asla bilemeyeceğiz, us'a zorunlu olarak bu iki bilinemez'in ortasindaki ilişki alanı kalıyor. Oysa us, özgür olma dileğindedir; aşma çabaları bu yuzdendir. Salt Usun Eleştirisi'nde bu özgürlük dileğinin işe yaramadığı anlaşılmıştır; salt us deneyle olan bağını kopararak kuram yapamıyor, ama eylem de yapamaz mı?.. Kant'ın ikinci büyük yapıtı Uygulayıcı Usun Eleştirisi (Kritik Der Praktischen Vernunft, 1788) bu sorunun karşılığını arayacaktır. Zorunlukla olan'ın karşısında bir de özgürlükle olan var. Öteki bilim, buysa törebilim alanıdır. Us, salt olamıyor ama uygulayıcı olabilir. Ne var ki bu durumda adı değişerek irade olur. Doğru'nun duyusu nasıl nesneler düzeninden düşünce düzenine yükselip biçimlenmek zorundaysa, iyi'nin duyusu da öylece düşünce düzeninde biçimlenip nesneler düzenine inmek zorundadır. Özgürlükle olmayan iyiliğin hiçbir anlamı olamaz. Ceza korkusu, armağan umudu, beğenilme isteği, göreneğe uyma zorunluğu vb. gibi etkenlerle gerçekleştirilen iyilik, gerçek iyilik değildir. Demek ki usun uygulayıcı olarak çok önemli bir görevi var: İyiliği, özgürlükle, salt iyilik için gerçekleştirmek. Bu özgürlük, duyarlığın bütün etkilerinden kurtulmuş bir özgürlük olmalıdır. Özgürlük zorlamaz, sadece yükümlü kılar. Törebilimsel yasa, fizik yasa gibi zorunlu olamaz. O, serbest bir serim işidir. O, kendi yasasını kendisi koyar. Önceden konmuş ve verilmiş bir yasaya uymaz. Demek ki tanrısal ve dinsel bir törebilim, gerçek bir törebilim değildir. Yasa'yla özgürlük'ün çelişkisi, ancak kendi yasanı kendin koy'makla aşılabilir. Ancak bu yasayı insanlığa bir araç olarak değil, bir erek olarak belirtecek bir biçimde koy'malı. Yoksa deney alanıyla yeniden bir ilişki kurup özgürlüğünü yitirmiş olursun; çünkü insanlığı araç olarak gözeten bir yasa, usun özgür yasası değil, kişisel çıkarının yasasıdır. Bu yasa evrensel ol'malı. Yoksa bu yasa usun gerçek ürünü olan önsel bireşimsel yargı niteliğini taşımaz ve tümel geçerli'lik niteliğini elde edemez. Törebilimsel yasa, deneylerden elde edilmiş bir koşullu (Al. Hypothetisch) yasa değil, uygulayıcı usun kendi kalıplarında biçimlendirdiği bir düzenlenmiş (Al. Kategorisch) yasadır. Bir şey elde etmek için değil, iyilik için iyilik edilecek. İşte Kant'ın iyi irade (Al. Gute wille) adını verdiği özgür irade budur. (Kant, bu törebilimsel düşüncelerini, söz konusu yapıtından çok Grundlegung zur Metaphysik der Sitten ve Metaphysik der Sitten adlı yapıtlarında incelemiştir). Görüldügü gibi Kant, Salt Usun Eleştirisi'nde yadsıdığı metafiziği pratik usun eleştirisinde diriltmeye çalışmaktadır. Kant'ın bu idealist eğilimi üçüncü büyük yapıtında daha da belirecektir. Doğru ve iyi ideleri incelendikten sonra geriye usun üçüncü bir işlevi kalmıştır: Güzel idesi. Us, doğayla törebilim arasında kalan estetik alanda nasıl işliyor ve bu işleyişin de ötekiler gibi önsel ilkeleri var mıdır? Kant'ın üçüncü büyük yapıtı Yargı Gücünün Eleştirisi (Kritik der Urteilskraft, 1790) bu sorunun karşılığını arayacaktır. Kant, duyulardan gelenle (salt us) düşünceden giden (uygulayıcı us) arasındaki köprüyü yargı gücü adını verdiği (yargılayıcı us) ussal bir yetiyle kurmak istiyor. Deneylerden gelenle düşünce gerçekleşiyor, düşünceden giden de deneyde gerçekleşecek. Oysa bu gerçekleşmenin usun buyruğuna uygun olup olmadığını yargı gücü denetleyecek. (Bu tema, diyalektik materyalizmin teori, pratikle doğrulanır önermesinin Kantcı sezisidir). Doğru bir düşünceyle gerçekleştirilen bir iyi'liğe "güzel bir davranış" diyoruz. Öyleyse güzel bu iki ideyi birbirine bağlayan bir köprüdür ki bunu da yargı gücü gerçekleştirir. Kant, güzel'i yüce'den ayırıyor. Bir fırtınada denizin kudurmuş dalgalarına bakarak "ne güzel" diyebiliriz ama gerçekte duyduğumuz güzellik değil; büyüklük, güçlülük ve ürkünçlükten doğan yücelik (Al. Erhabene)'tir. Yücelik, böylesine gürel (Fr. Dynamique) olabildiği gibi yıldızlı bir gecenin ihtişamı gibi matematiksel (Fr. Mathématique) de olabilir. Böylece yüce'den ayrılan güzel; iyi'den, hoş'tan yararlı'dan da ayrılmaktadır. Güzel'in niteliği, hiçbir karşılık gözetmeksizin yargılanır oluşudur. Kantcı törebilime göre iyi de bu niteliği taşır, oysa iyi eylemsel bir irade işidir; güzelinse ne eylem ne de iradeyle ilgisi vardır. Hoş duyusal bir beğeni, güzelse yargısal bir beğenidir. Bir tabak meyve tablosu, onları yemek isteğini duyurursa hoş ve ancak bu isteği duyurmadıkça güzel'dir. Yararlı elde edilmek istenir, güzelse sadece seyredilir. Hiç bir karşılık gözetilmeden beğenilmek onun temel niteliğidir. Güzelin başka bir niteliği de tümel geçerli oluşudur, Kant böylece önsel bireşimsel yargıyı burada da yakalamış oluyor. Demek ki güzel'de de bir önsellik var, bu önsellik bizi kendisine karşı belli bir tutuma zorlar. Bu tutum, özel değil, genel bir tutumdur; sadece bizim için değil, herkes için geçerlidir. Güzellik yargısı kavramsız (Fr. Sans concept) bir yargıdır, demek ki bir bilgi işi değildir. Güzellik, ereği düşünü bir ereksellik'tir. Bir müzik parçasında bize zevk veren onun bestelenme nedeni değildir, oysa o gene de bir ereğe uygun olduğu için güzeldir. Kant, böylece, estetik yargı (Fr. jugement esthétique)'yi ereksel yargı (Fr. jugement téléologique)'dan ayırıyor. Sanatçı güzel'i yaratırken onu belli bir ereğe göre biçimlendirir, bizse o güzel'i ereğini düşünmeden kavrarız. Güzelin bizler için anlamı kendi ereğine uygunluğu değil, bizim ereğimize uygunluğu'dur. Kant, yapıtının ikinci bölümünde, ereklik (Al. Finalitaet) kavramını incelemektedir. Kant'a göre ereklik, Aristoteles'in entelekheia'sı gibi, kendi nedenine uygunluk'tur. İki türlü uygunluk (Al. Zweckmaessigkeit) var: Biri güzeli doğuran öznel uygunluk, ikincisi yararlıyı doğuran nesnel uygunluk. Bunun içindir ki bir çiçek, yağlıboya bir tabloda estetik yargının konusu olurken bir ilaç kutusunun içinde ereksel yargının konusu olabilir. Cansız doga, sürekli bir nedensellik içinde Dekartcı bir mekanizmle düzenlenmektedir. Canlı doğaysa kendi ereğiyle düzenlenir. Kömür bir neden-sonuç zincirinin ürünüdür, ama göz pek bellidir ki görmek için yapılmıştır. Bu yüzden, doğanın açıklanışında ereklik kavramından vazgeçemiyoruz. Kant, burada, usun metafizik yapamayacağını söylediği halde metafiziğin alanına yeniden ve iyice girmekte olduğunu görerek sakıntılı bir dil kullanmaktadır. Ne nedensellik ne de ereklik doğanın kendiliğini açımlayamaz, der. Cansız ve canlı, tümüyle doğa, Kant'a göre bilinemez olmakta devam etmektedir. Duyular bize bu bilginin anahtarını veremez, ama duyular-üstü'nde "anlakalır'da birtakım anahtarlar gizlidir". Görüldüğü gibi, idealizmin kapısını her şeye rağmen aralık bırakmak bilinemezciliğin zorunluğudur. Kendisinden önceki felsefe akımlarının düşünsel sentezini ustaca gerçekleştiren Immanuel Kant'ın, kendisinden sonraki felsefe akımlarını büyük ölçüde etkileyen bu üç önemli yapıtını toparlarsak şu sonucu saptarız: Doğru'yu us kurar, iyi'yi us buyurur, güzel'i us yargılar. Bilinemez kendilik'in dışındaki bilinir olaylar dünyasını teksözle us düzenler. Bu yargı, idealist bir yargıdır. Immanuel Kant'ın kendi felsefesini adlandırmak için ilerisürdüğü eleştiricilik deyimi, inakçılık ve şüphecilik deyimlerine karşıt bir anlam taeir. Öznel düşünceci bir yaklaşimla usçuluk ve görgücülük öğretileriyle savaşmak amacını gütmüştür. Nesnelerin özünün bilinemeyeceğini ilerisürerek bilme sürecini yadsımış ve bilinemezcilik'e varmıştır.
  2. Senyour

    Felsefi Görüşler-2

    Materyalizm İdealizm, nasıl ki insanlığın bilgisizliğinden doğmuş ise, materyalizm de bilgisizliğe ve belirsizliğe karşı bilimler tarafından açılmış olan savaştan doğmuştur. Materyalist felsefeye karşı mücadele yürütenlerin ve bu öğretinin yirmi yüzyıldan beri gelişme göstermediğini söyleyenlerin iddialarının tersine, materyalizm tarihi, bu felsefenin her zaman canlı ve her zaman hareket halinde bir felsefe olduğunu bize göstermektedir. Zamanla, bilimler, doğa bilinmeyenleri konusunda, idealist filozofların dogmalarını yıkan ve bunlarla çelişki halinde bulunan kesin açıklamalar getirdikçe, felsefeyle bilimler arasında bir anlaşmazlık baş gösterdi. bilimlerle felsefe arasındaki ayrılık kaçınılmaz hale geldi. Fakat, bilimlerle birlikte ortaya çıkan ve bilimlere sıkıca bağlı ve bağımlı olan materyalizm, modern materyalizm biçiminde, yani Marx ve Engels'in materyalizmi biçiminde,bilimle felsefeyi, diyalektik materyalizm halinde yeniden birleştirmek üzere, bilimlerle birlikte serpilip gelişti. MATERYALİSTLERİN DAYANDIĞI İLKELER Materyalistler şunu kabul ederler her şeyden önce: ruh ve madde, varlık ve düşünce arasında belirli bir ilişki vardır. Materyalistlere göre, ilk ve asli olan maddedir. Ruhsa ikincildir, maddeden sonra gelen ve maddeye bağımlı olandır. Şu halde, materyalizme göre, evren ve madde, ruh tarafından yaratılmış değildir. Tam tersine, ruh, evren tarafından, madde tarafından, doğa tarafından yaratılmıştır. Materyalistlerin düşüncesine göre, biz bilim yoluyla evreni inceleyebilmekteyiz. Bilim bize, deneyin de yardımıyla, bizi çevreleyen şeylerin kendilerine özgü ve bizden bağımsız birer varlık olduklarını ve insanların bu şeyleri daha şimdiden üretebilmekte, suni olarak yaratabilmekte olduğunu gösteriyor. Şu halde, şöyle diyeceğiz özet olarak: materyalistler, felsefenin temel problemi karşısında şunları söylüyorlar: 1) Ruhu yaratan maddedir: bilim açısından maddesiz bir ruh, hiçbir zaman var olamaz. 2) Madde, ruhun dışında olarak vardır ve var olmak için hiç de bir ruha muhtaç değildir. Bundan dolayı, idealistlerin söylediklerinin tersine, şeyleri yaratan düşüncemiz değildir, tam tersine, şeylerdir fikirlerimizi bize veren. 3) Dünyayı bilip tanıyabiliriz. Madde ve evren hakkında edindiğimiz bilgiler, madde ve evrene daha uygun düşmektedir gittikçe. Çünkü bilimler yardımıyla, bilmekte olduğumuz şeyleri daha şimdiden kesinlikle tespit edebilir, bilmediklerimizi de keşfedebiliriz. Nihilizm (Hiççilik) Hiççilik olarak da bilinir. 19. yüzyılda Rusya'da Çarl II. Alexander'ın hükümdarlığının ilk yıllarında ortaya çıkan, şüpheci temellere dayalı felsefe anlayışıdır. Ortaçağ'da bazı heretiklere yakıştırılan bu terim, Rus Edebiyatı'nda ilk kez Nedejin'in bir makalesinde Puşkin için kullanıldı. Katkov ise nihilizmin ahlaki ilkelerin tümünü yadsıması nedeniyle toplumu tehdit ettiğini ileri sürmüştür. Nihilist Bazarov, bu terimin yaygınlaşmasını sağlamıştır. Zamanla 1860'ların ve 1870'lerin nihilistleri, geleneklere ve toplumsal düzene başkaldıran, düzensiz, dağınık, bakımsız, inatçı kişiler olarak görülmeye başlandı. Bundan sonra da Alexander'ın öldürülmesi ve mutlakiyetçiliğe karşı yeraltı örgütlerinin başvurduğu siyasi terörler birlikte anılır. Nihilizm, temelde estetizmin bütün biçimlerini yadsıyor, yararcılığı ve bilimsel usçuluğu savunuyordu. Toplumsal bilimleri ve klasik felsefe sistemlerini bütünü ile reddediyordu. Yalın olgucu ve maddeci bir tutumla, yerleşik toplumsal düzene başkaldırıyı temsil ediyor; devlet, kilise ya da aile otoritesine karşı çıkıyordu. Yalnızca bilimsel doğruları temel alıyor, ancak bilimin bütün toplumsal sorunların üstesinden gelebileceğini ve bütün kötülüklerin cehaletten kaynaklandığını kabul ediyordu. Postmodernizm Modern kelimesi ilk olarak Latince modernus biçimiyle 5.yüzyılda Romalı ve Pagan geçmiş ile Hıristiyan dönemi ayırmak için kullanıldı. İçerikleri sürekli değişse de modernlik hep bir eskiden yeniye geçiş olarak algılandı. Bazılarına göre ise modernlik, Rönesans ile sınırlanır. Aslında bu çok dar bir tanımdır; zira Avrupa'da modern terimi, hep yeni bir dönem bilincinin, antik çağlarla kendisi arasında yeniden gözden geçirilmiş bir ilişki kurduğu dönemlerde ortaya çıkmaktaydı; hatta bu dönemlerde, hep antik çağ, belli bir takım taklitlerle yeniden oluşturulması gereken bir model olarak görülmekteydi. Modern diye kabul edilen ürünlerin ayırdedici özelliği yeni olmasıdır; bir sonraki stilin yeniliği ile onun modası geçecektir. Ama modaya uygun olanın kısa zamanda modası geçse de, modern olan, klasikle gizli bağını hep sürdürmüştür. Doğaldır ki, zamana karşı dayanan ne olursa olsun daima klasik olarak değerlendirilmiştir. Ama, açıkça modern olan belgeler, bir klasik olma gücünü, geçmiş bir dönemin otoritesinden almıyorlar; tam aksine, modern bir çalışma, bir zamanlar gerçekten modern olduğu için klasik oluyor. Modernlik anlayışımız, kendisine ait klasik olma ölçüsünü yaratıyor. Bu durumda, klasik modernlikten bahsediyoruz. Modern ve klasik arasındaki ilişki, sabit bir tarihsel referans noktasını tamamen yitirmiştir. Modernlik, geleneğin normalleştirici fonksiyonlarına karşı bir başkaldırıdır. Modernlik normatif olan her şeye karşı isyan deneyimi ile yaşar. Postmodernizm, post önekinden de anlaşılacağı üzere bir sonralık, bir aşmışlık, bir başkaldırı boyutu taşımaktadır. Hatta genel yapı itibari ile bir tanıma indirgenemeyecek bir karmaşıklığa, düzensizliğe sahipse de öncelikle modernlikle bir hesaplaşma, onu aşma, belki de ondan öncesini barındırma özelliklerine sahip bir akımdır. Tarihsel olarak bakıldığında, postmodernizm, askeri ve iktisadi Amerikan hakimiyeti akımının üstyapısal ifadesi yada en azından Avrupa-merkezciliğinin sonu olarak görülebilir. Bu iddiada doğruluk payı bulunmakla birlikte böyle bir dönemselleştirme mutlak değildir. Zira modernlik Eflatun'a kadar götürülebiliyorsa, postmodernlik de Sofistlere kadar bağlanabilir. Bu bakış açısında da modern-postmodern ayırımı daha çok felsefi veya metafizik bir ayırım olarak kalmaktadır. Postmodernizme bir bütünlük, birlik kazandırmak imkansızdır. Heterojenlik, çokseslilik, bölünmüşlük kadar, bunların beraberinde getireceği yanlış anlamaları, yanılgıları da onaylayan ve geniş bir meşruluk zemini oluşturan bir tavırdır. Katı yaklaşımların oluşturduğu ideolojik kalıplara karşı olan postmodernist akım, bilgi kuramını tekdüzelikten ve katılıktan kurtarıp daha hoşgörülü ve açık hale getirme uğraşıdır. Postmodernistler hiçbir şeyin kesin ve tam olarak bilinemeyeceğini, ilerleme fikrinin hiç bir şeklinin savunulamayacağını ve ekolojik kaygıların öneminin giderek artığını vurgulamaktadırlar. Postmodernizmin gözle görülür bir yapıya büründüğü, belki de en kesin çizgilerle ayrımının belirginleştiği alan mimarlıktır. Geleneksel mimarlığın dogmatizmine karşı çıkış olan modern mimarinin kendisi de zamanla bir dogma halini almıştı. Modern mimari, süslemeden, tarihsel göndermelerden arındırılmış, soyut formlar üzerine kurulu, işlevsellik ve teknolojinin gereği olma amaçlarına sahip bir mimarlıktır. Modern mimari, pozitivist bir bakış açısıyla tarihi, irrasyonel geçmiş ve rasyonel gelecek diye ikiye bölüyordu. Postmodernizme göre modernlik, bitmiş bir mükemmellik, netlik, kesinlik ve çelişkisizlik arayışıdır. Modernizm, mimariyi toplumu düzene sokmak için bir araç olarak görüyordu; sonuçta ise, çirkin çağdaş kentler, beton yığınları çıktı ortaya. Postmodernizm ile çoğulculuğun kapısı açıldı; tarih, gelenek içeri alındı. Bunun yanına ilkesizliğin ilke olarak benimsenmesi de eklenince, ortaya kurallarla oynayıp zenginleştirmeye dayalı bir yaratıcılık, demokratik bir perspektif genişliği çıktı. Postmodernizmde, sıradan olandan, karmaşadan, hatta gündelik hayat görünümlerinden korku duymayan bir rahatlık söz konusudur. Böylece, kahraman, kurtarıcı, topluma biçim verici önderlik hegemonyasının egemen olduğu bir imaj yerine, oportünist veya alçakgönüllü, toplumun haklı veya haksız olmasını sorgulamakla görevli olmadığının bilincinde, "ya öyle ya böyle"cilikten, "hem öyle hem böyle" mantığına geçmiş, çoğulcu bir ahlak anlayışını savunan bir bakış açısı belirginleşir. Popülist kültüre bir kirlenme olarak bakan modernist perspektife zıt olarak, post modernizm komplekslerden sıyrılmış, tarihe ve halka önem veren, "istediğini yap" tavrına sahip bir anlayıştır. Postmodernizmin en revaçta görülmeye başladığı yıllar, sanayi sonrası toplum, bilgi çağı, iletişim ideolojisi, gibi kavramların da ortaya çıkışı ile çakışıyor. Artık bilime teknoloji öncülük ediyor. Cümlelerin kodlanabilen, deşifre edilebilen, mesajlara indirgendiği, dilin basitleştirme ve saydamlaştırma çabalarıyla teknolojinin bir aracı haline geldiği bir bağlamda, bu yeni çağda dilin yeri de büyük değişikliğe uğruyor. Bilgi, bir enformasyon yığını olarak görülmeye başlanıyor. Modernlikte bilimin iki temel işlevi olduğu söylenebilirdi. İlki bilimin insanlık yada halk adına yapıldığı savının çevresinde öbekleşen anlayış. Buna göre bilim insanların eşitlikçi şekilde mutluluğunu sağlamaya yönelik bir araç olarak görüldü. İkinci ekol ise, bilimin bilim için yapıldığı, onun spekülatif evrensel bir oluşum olduğunu iddia eden yaklaşımdır. Yavaş yavaş bu iki anlayışında gerçeği pek yansıtmadığı görülmeye başladı. Bilimin kendi başına mutluluk veya eşitlik sağlamadığı ortaya çıktı önce. Eğitim alanında da aydınlanmış, vatandaşlık bilincine sahip insanlar yetiştirmek, savaşları önlemek gibi soylu amaçlar giderek gözden düştü. İdeallerin yerini giderek daha iyi bir meslek sahibi olmak yada beceri elde etme özlemi alıyor. Üniversitelerde feodal disiplin ayrımları yavaş yavaş ortadan kalkıyor. Daha genelde, cahillikten suçluluk duyanlar pek çıkmıyor artık. İlk bakışta Amerikanlaşma olarak adlandırılabilecek olan bu yaklaşım, modernliğin çıkmazı olarak da görülebilir. Modernizmin bunalımı ile birlikte, insanlık, ulus, halk, vatan, ploreterya, v.s. gibi tinsel bir değeri vücuda getiren bir özne ile kendini özleştirerek yada böyle bir varlıktan yola çıkarak düşünen ve hareket eden "aydın"ın ölümü, hiç değilse, evrensellik, tümellik, bütünsellik fikri kadar özne ideolojisinin de darbe yediği bir ortamda, bir daha gelmemek üzere aydının iktidarının sonunu getirecek gibi görünüyor. Postmodernizm, modernliğin melankolisi veya sinik eklektizmden öte, bütünlük baskısından, bir üst-söylemin otoritesi altında senteze varma baskısından kurtularak, daha da ileri gitme isteği; eşitlikçi anlatının ve sistem teorisyenlerinin konsensusa varma çabalarını, sağlam, istikrarlı düzen arayışlarını reddeden bir tavır. Her tartışmanın sonu, anlaşma veya uzlaşma değildir artık. Dogmacı ve pozitivist pragmatik baskıya karşı önerilen, paradoks ve çatışmaların içselleştirildiği bir mantık. Modernlik temelinde, devlet ile toplumun, akılcı doğal hukuk ile siyasal ekonominin, bilme ile inanmanın ayrıştırılmaları ve sınırlar koyma ve sınırları tanıma projesidir. Modernizmde ayrıştırma yanında bu ayrılıklar korunur. Örneğin, bilim, felsefe ve sanat arasında keskin çizgiler vardır. İşte postmodernizm, mevcut sınırları, duvarları ayırımları tanımayan bir yapıdır. Modernizm, toplum ile kültürün ayrışmasına yol açmıştır. modernist kültür, akılcı yaşamın ahlaki temelleriyle taban tabana bir uyumsuzluk oluşturur. Kültür, bu modern biçiminde, ekonomik ve idari zorunlulukların baskısı altında rasyonelleştirilen gündelik hayatın alışılmışlığına ve erdemlerine karşı nefret hissi uyandırmaktadır. Uzmanlığın ve işbölümünün belirginleştiği modernist akımda, kültürün her alanı, problemlerin uzmanların işi olarak ele alınabildiği kültürel mesleklere göre ayarlanabilirdi. Kültürel geleneklerin profesyonellik alanlarına bölünerek ele alınışı, kültürün her üç boyutunun da (bilim, ahlak ve sanat) esas yapılarını ön plana çıkartır. Böylece her biri bu belirli alanlarda mantıklı olma konusunda diğer insanlardan daha usta görünen uzmanların denetimi altında, bilim, ahlak ve sanat dallarında aklın yapıları ortaya çıkar. Sonuç olarak uzmanların kültürü ile daha geniş olan toplumun kültürü arasındaki mesafe giderek artar. Uzmanlaşmış yaklaşım ve düşünce yoluyla kültüre dahil edilen şeyler, hemen ve zorunlu olarak gündelik hayata mal olmazlar. Bu türden bir kültürel rasyonelleşme sonucu, gelenekselin zaten değerden düşürülmüş olduğu bir kültür dünyasının giderek daha yoksullaşması ortaya çıkar. 18.yüzyıl aydınlanma filozofları tarafından formüle edilen modernlik projesi, nesnel bilimi, evrensel ahlak ve yasayı ve kendi iç mantığı çerçevesinde sanatın özerkliğini geliştirme çabalarından oluşuyordu. Modernliğin başarısızlığı belki de, hayatının bütünlüğünü, uzmanların kesin etkisine terkedilmiş alanlarla parçalamasıydı. Modern estetiğin sorduğu soru "güzel nedir?" değil "sanatsal olan nedir?" sorusudur. İktidar siyasi bir partinin elinde bulunduğunda, gerçekçilik, deneysel öncü sanatçı veya bilim adamları üzerindeki zaferini iftira ve yasaklama yoluyla elde eder. Ancak yine de partinin istediği, seçtiği ve uygun gördüğü anlatı, imaj ve formları talep edecek bir izleyici kitlesine ihtiyaç vardır. Sanatsal denemelere karşı saldırı politik merci tarafından yürütüldüğünde tamamıyla gericidir: estetik yargı, şu yada bu yapıtın, güzelin yerleşik kurallara uygunluğu üstüne karar vermekten başka bir şey yapmaz. Yapıtın, kendini bir sanat eseri kılan özelliklerde ve amatörlerle buluşabilme olasılığından kaygılanması gerekliliğinin yerini, yapıtları ve alıcıyı bir defada ve her zaman için önceden belirleyen ve bunları empoze eden otorite alır. Pozitivizm Pozitivist felsefe görüşünün kurucusu Fransız filozof Auguste Comte'dur (1798-1857). Comte, felsefeyi metafizik yapısından kurtarmak istemiştir. 19. yüzyılda bilimlerin, özellikle pozitif doğa bilimlerinin gelişmesi felsefeyi de etkilemiştir. A.Comte, felsefeyi de pozitifleştirmek istemiştir. Pozitif felsefe görüşünde bilgi duyularımızın bize kazandırdığı olayların, görünenlerin (fenomen) bilgisidir. Bu bilgi, değişmeyen, mutlak olan bir öz bilgisi olamaz. Olayların ve bunların ardardalığı ve benzerliğinin bilgisidir. A.Comte'a göre yaşanan çağ, bilim çağıdır. İnsan düşüncesi, bu çağa üç aşamadan geçerek gelmiştir. Comte, bu gelişimi şöyle açıklar: Teolojik Düşünce Dönemi Dinsel düşünce dönemidir. Her şey kutsal fikrine göre yorumlanmıştır. Fetişizm (putçuluk), Politeizm (çok tanrıcılık), Monoteizm (tektanrıcılık) dönemleri yaşanmıştır. Metafizik Düşünme Dönemi Bu dönemde nesnel gerçekliğin özünde gizli güçler aranmıştır. Pozitif Düşünme Dönemi Bu dönem, bilim anlayışının oluştuğu dönemdir. Doğanın kendine göre yasaları vardır. Bilgi, bu yasalara göre oluşur ve bilgi ancak olayların bilgisidir. Böyle bir anlayışın oluştuğu dönemde felsefe de bilimler gibi pozitif olmak zorundadır. Pragmatizm (Uygulayıcılık) Pragmacılık, uygulamacılık ve kılgıcılık deyimleriyle de dile getiriliyor. Kapitalist üretim düzeninin ilk gelişme alanı olan İngiltere'de John Stuart Mill'in biçimlendirdiği yararcılığın, yeni ve son gelişme alanı olan Amerika'da Charles Peirce (1839-1914)'in temellerini attığı; William James (1842-1910)'in geliştirdiği uygulayıcılığı doğurması doğaldır. Böylelikle, kapitalizmin kendine özgü metafizik felsefesi kurulmuş olmaktadır. James, aynı adı taşıyan yapıtında pragmatizm sözcüğü için "gerçi bu ad hoşuma gitmiyor, ama onu böyle adlandırıyorlar, değiştirmek için artık çok geç" diyor. Yapıtını da yararcı Mill'e şu sözlerle armağan ediyor: "zihnin pragmatik açıklığını ilk olarak kendisinden öğrendiğim, yaşamış olsaydı liderimiz olacağını düşünmekten zevk duyduğum John Stuart Mill'in anısına". Pragmacılık, James'in deyişine göre, bir felsefe olmaktan çok bir metod; düşünceyi, doğurduğu eyleme göre ölçen bir yöntemdir. Charles Peirce, 1878'de Popular Science Monthly Dergisi'nde yayınladığı "Fikirlerimizi Aydınlığa Kavuşturmanın Yolu" başlıklı yazısında şöyle diyordu: "Bir düşüncenin anlamını açıklamak için onun hangi davranışı doğurduğunu bilmek gerekir. İşte o davranış, o eylem bizim için düşüncenin ta kendisidir". William James, yirmi yıl sonra, kimsenin üstünde durmadığı bu sözü bulup ortaya çıkarmış, felsefesini bu söze dayamıştır. Pragmatik metodda yeni hiçbir şey yoktur, diyor William James. "Sokrates onun ustasıydı. Aristoteles, metodik olarak onu kullanmıştı. Locke, Hume, Berkeley onun araçlarını kullanarak gerçeğe yararlı oldular. Oysa pragmacılığın bu öncüleri, onu ancak parçalar halinde kullandılar. Onlar sadece giriş yapmışlardı. Pragmacılık metodu günümüze gelinceye kadar genelleşmemişti, evrensel bir görevin bilincine varamamıştı. Ben bu göreve inanıyorum, konuşmalarımın sonunda size de bu inancı aşılayabileceğimi sanıyorum. Herhangi bir yerde bir ayrım meydana getirmeyen bir ayrım hiçbir yerde var olamaz.". Felsefenin bütün görevi, bu dünya formülü ya da şu dünya formülünün doğru olmasının hayatımızın belli anlarında üzerimizde ne gibi bir ayrım doğuracağını anlamak olmalıdır. Pragmatik metod, her şeyden önce, başka türlü son verilemeyecek olan metafizik tartışmaların yatıştırılması metodudur. Dünya tek midir, çok mu? Kadere mi bağlıdır, yoksa hür müdür? Madde midir, ruh mu? İşte birtakım kavramlar ki dünya için doğru olmaları da kabildir, olmamaları da. Bu çeşit kavramlar üstündeki tartışmaların sonu gelmez. Böyle hallerde pragmatik metod, her kavrama, kendisinden değer verilebilecek pratik sonuçlar çıkarmak suretiyle yorumlamaya çalışır. Bu kavram, öteki kavramdan daha doğru olsaydı, herhangi bir kimse için pratik bakımdan ne gibi bir ayrılık doğacaktı? Çıkarılan sonuçlarda pratik hiçbir ayrılık yoksa, her iki düşünce de, pratik bakımdan, aynı şeye karşılık olmaktadır. Şu halde tartışma yersizdir. Tartışma yerindeyse, bunun ya da ötekinin doğruluğu halinde pratik bir ayrılığı görebilmemiz gerekir. Bunun, kabacası şu demektir: Dünya madde olsa ne olacak, ruh olsa ne olacak? Biri ya da öteki olması pratik bir fayda sağlıyorsa o zaman başımızın üstünde yeri var. Nitekim William James, pragmacılık metodunu kullanarak ruhçuluğu seçmektedir. Çünkü: materyalizm umut kırıcıdır, ruhçuluksa umut, hoşlanma, yaşama isteği vericidir. Tanrı'ya inanmak insanlar için faydalı bir eylemdir. Bu eylem insanlara, James'in deyişiyle töresel bir tatil yaptırır. Ölümlü dünyadaki kötülüklerin Tanrı'da yok olacağı düşüncesi, bizleri sorumluluk kaygısından kurtarır. İyiliğin, sonunda nasıl olsa galip geleceğine güvenerek korkumuzu yenebiliriz. Dünya arabasını, yürüdüğü yolda, keyfince gitmeye bırakarak töresel bir tatil (ahlak tatili) yaparız. İyi ama, gerçek bu mudur derseniz James'in karşılığı hazırdır: Gerçek, pratik faydası olandır. Pragmacılık, böylelikle, akılcı sistemlerle görgücü sistemler arasındaki uzlaşmaz ayrılığı çözdüğü kanısındadır. Aklın verilerini de pragmatik metoda vurarak hem dinci kalabilecek, hem de olgularla ilgilenebilecektir. Her ikisinde de pratik faydası bulunduğuna göre, bunları birbirinden ayırmayı düşünmemektedir. Görgücüler Tanrı düşüncesine, istedikleri kadar "Teşekkür ederiz, kullanmıyoruz" desinler, pragmacı, pratik fayda bulduğu sürece onu kullanmakta devam edecektir. Pragmacılara göre bir düşünce, yaşayışımız için elverişli olduğu sürece doğrudur. İyidir yerine doğrudur diyebiliriz, çünkü bu iki kavram birbirinin aynıdır. Doğru sözcüğü, inanç alanında iyi olduğunu ispat eden her şeyin adıdır. Doğru olan, belirli sebepler dolayısıyla aynı zamanda iyidir. Bizim için neye inanmak daha iyi olurdu dersek, bu söz şu anlama gelir: Neye inanmak zorundayız? Bu sorunun karşılığı şudur: İnanılması bizim için daha iyi olan şeye inanmak zorundayız. Şu halde, bizim için daha iyi olanla, bizim için daha doğru olan arasında hiçbir başkalık yoktur. Pragmatik metod, doğruyla iyiyi birleştirmektedir. Bundan şu sonuç çıkıyor: Erdem, yaşayışımız için elverişli olduğu sürece, pratik fayda sağladiği hallerde doğrudur. Her şey pratik fayda ölçüsüne vurulmalıdır, her şey pratik faydaya göre değerlendirilmelidir. Bu açıdan güzeli de doğruyla ya da iyiyle birleştirerek felsefenin, bilimin, sanatın yetkilerini tek elde, fayda ölçüsüne vurarak değerlendirmelidir. Çünkü bunların pratik değer ya da değersizlik bakımından hiçbir ayrılıkları yoktur. Pragmacılar, soyut düşüncelere, deney öncesi düşüncelere de kendi metodlarını uyguluyorlar. Onlara göre dogru düşünce, pratikte doğrulanabilen bir düşüncedir. Bir düşüncenin gerçeği, ona yapışık, hareketsiz bir özellik değildir. Gerçek, düşüncenin başına gelen birşeydir. Bir düşünce, kafamızda dururken doğru olamaz. Ancak doğru bir hale gelebilir, olaylar yüzünden doğrulaşır. Onun gerçekliği, geçer hale girmesiyle olur. Sonsuz derecede faydalı ya da sonsuz derecede zararlı bir gerçeklikler dünyasında yaşamaktayız. Dogru düşünce bizler için önemlidir. Bir ormanda kaybolursanız, açlıktan ölmek üzere bulunursanız, keçi yoluna benzer birşey görünce, bu yolun sonunda insanların oturduğu bir evi düşünmeniz çok önemlidir. Burada doğru düşünce faydalıdır, çünkü konusu olan şey faydalıdır. Doğru düşüncenin pratik değeri, bu düşünceye karşılık olan nesnelerin pratik değerinden çıkmaktadır. Gerçekte bu nesneler, her zaman için faydalı olmayabilirler. Örneğin keçi yolunun sonundaki ev, boş bir evse, açlıktan ölmek üzere bulunan sizin için hiçbir faydası yoktur. Ama her nesne bir gün, bir zaman önem kazanabileceğinden, herhangi bir durumda doğrulanabilecek bir genel düşünceler stokunu elde bulundurmamız faydalıdır. Doğru sözcüğü, doğrulama sürecini harekete getiren bir düşüncenin, faydalı sözcüğü ise onun deneyde tamamlanan görevinin adıdır. Doğru düşünceler, faydalı olmadıkça, değer belirten bir ad kazanamazlar. Gerçek, düşünürken bize faydası olan şeydir, nasıl ki hak da eylem halinde bize faydalı olan şeydir. İnsanlar içiri gerekli olan, uygun olan, iş görecek bir kuram bulmaktır. İşte pragmacılık, bu kuramdır. Görüldüğü gibi, uygulayıcılık, burjuva dünyasında pek tutulduğu ve pek yayıldığı halde, bilimdışı bir kuramdır. Bilimi de açıkça yadsır. James'e göre "İnsanın dünyadaki durumu, kedinin kitaplıktaki durumu gibidir; görür ve duyar ama hiçbir şey anlayamaz". Pragmacılar, dünyanın nesnel gerçekliğine gözlerini kapamışlardır. Gerçek, kendi yararımıza göre belirlenir, özneldir. Pragmatizm, Dewey, F.S. Schiler tarafından izlenmiş; ırkçılığı ve faşizmi açıkça savunmaya kadar çeşitli biçimlere bürünmüştür.
  3. Senyour

    Felsefi Görüşler-3

    Rasyonalizm "Doğru ve genel geçer bilgi elde edilebilir. Böyle bir bilginin kaynağı akıldır, düşünmedir." tezini savunun görüşe, akılcılık (rasyonalizm) adı verilir. Bu görüşe göre, akıl yoluyla belirlenmiş zorunlu, kesin, genel geçer bilgi örneği matematik ve mantıktır. SOKRATES (M.Ö. 469-399) İlk rasyonalist düşünürdür. Sahip olduğu görüşlere ilişkin hiçbir yazılı eser bırakmamıştır. Onun görüşleri öğrencisi olan Platon'un kitaplarından öğrenilmiştir. Sokrates'e göre bilgilerimiz doğuştandır. Bunu kanıtlamak için hiç matematik bilgisi olmayan bir köleye, yönelttiği sorularla bir geometri öğretemez, ancak onda doğuştan bulunan bilgi ve düşüncelerini uyandırabilir. Onun bu yöntemine diyalektik (soru-cevap) sanatı denir. Bu yöntem üç aşamadan oluşur: Soru sorma, ironi (alay etme), mayotik (doğurtma). Sokrates bu yöntemle kavrama ulaşmayı amaçlar. Kavram ile yargılara sağlam bir temel bulacağına inanmıştır. Sokrates'in üzerinde durduğu başlıca konu ahlâk olmuştur. Erdemli olmanın (ahlâklılık) mutlu olmaya vardıracağını, bu nedenle erdemin bilgi olduğunu dile getirmiştir. PLATON (Eflatun M.Ö. 427-347) Sokrates'in öğrencisidir. Rasyonalist anlayışı daha sistematik bir yapıya dönüştürmüştür. Platon'a göre iki evren vardır: Biri duyumlanabilen varlık evreni, diğeri akıl ve düşünme yoluyla kavranabilen idealar evrenidir. Asıl gerçeklik idealar evrenidir. Duyular yoluyla kavranabilen evren, idealar evreninin bir görüntüsü, kopyasıdır. İnsan, gerçek bilgiye, idealar evrenini kavrayarak, yani düşünerek varabilir. Duyumlanan evrenin bilgisi yanıltıcıdır ve görelidir. Bu düşünceleriyle Platon, rasyonalizmi idealizmle özdeşleştirmiştir. ARİSTOTELES (M.Ö. 384-322) Platon'un idealizmini eleştirerek rasyonalizmi realist bir anlayışa dönüştürmüştür. Aristoteles, aynı zamanda mantığın kurucusudur. Ona göre mantık, doğruya vardıran bir araçtır. O, mantıklı düşünmeyi tümdengelim olarak değerlendirir. Gerçek bilgi, tümel gerçekliklerden tümdengelim yoluyla elde edilebilirler. Aklın genel gerçekliklerden yola çıkarak buradan tikel ve özel bilgiler elde etmesi, aklın temel fonksiyonudur ve türevidir. Aristotelese göre iki tür bilgi vardır: Biri deneye, yani yaşarken duyum ve algılarla kazanılan bilgiler, diğeri ise bilimsel bilgidir. Bilimsel bilgi; kavram, yargı ve akıl yürütmeye bağlıdır. Bilimsel bilgi, tek tek var olanlardan kalan bilgi olmayıp, genel ve tümel olanı kavramaya yönelik rasyonel bilgidir. Aristoteles için akıl da etkin ve edilgen akıl olarak iki yönlü özellik gösterir. Etkin akıl, ideaları kavrar, bilir ve bütün insanlar da ortaktır. Edilgen akıl ise duyu verilerini işler, tümel kavramları oluşturur. Bu akıl bulunduğu bireyin özelliğini taşır. FARABİ (870-950) Farabi, İslam Felsefesi'nin kurucusudur. Aristoteles'in felsefesini benimsemiştir. Kuran ile Aristoteles felsefesini uzlaştırmaya çalışmıştır. Bu nedenle Farabi'ye ikinci öğretmen (muallim-i sani) denmiştir. Farabi'ye göre en gerçek, en yüce varlık Tanrı'dır. Tanrı, var olmasını bir başka şeye borçlu olmayan, varlığını kendinden alan bir özelliğe sahiptir. Diğer varlıklar ise kendi başlarına var olamaz. Farabi'ye göre Tanrı, hem öz hem de varoluştur. Yaratılanlar, Tanrı'ya en yakın varlıklar olan "akıllar" halinde Tanrı'dan çıkarak, var olurlar. Bu var oluş bir sıra düzenine göre olur. Tanrı'dan çıkan "akıl"lar arasında en önemlisi hep etkin akıldır. Bu akıl, mutlak bilgi ile aynıdır. İlk bilgiler bu etkin akıldan çıkmıştır. Duyumlara ve mantıksal çıkarımlara dayalı bilgilerin doğruluğundan emin olunamaz. Doğrulukları deneyle kanıtlanmış bilgiler tümel bilgilerdir. Bu bilgiler,doğruluğu aynı zamanda akla dayalı olan gerçek bilgilerdir. DESCARTES (1596-1650) Yeniçağ'da rasyonalizmin temsilcisi, Fransız filozofudur. Matematikçidir. Matematikte "Analitik Geometri"nin kurucusudur. Descartes'e göre matematiğin metodunda analiz ve sentez vardır. Bu yol, gerçeği elde etmede kullanılacak en doğru yoldur. Descartes, insan zihninde doğuştan var olduğunu kabul ettiği gerçeklerden başlanarak ve matematiğin metodu kullanılarak apaçık bilgilere varılabileceğini iddia etmiştir. Descartes, doğrulara, gerçek bilgilere varmada "şüphe" metodunu kullanmıştır. Kullandığı şüphe, bir amaç değil bir araç şüphesidir. Descartes'e göre şüphe etmek düşünmektir. Şüphe eden kişi düşünüyor demektir. Şüphe eden kişi, şüphe eden benliğinden, yani bilincinden ve bilincinin varlığından şüphe edemez. İşte bu Descartes'e göre ilk elde edilen gerçekliktir. Daha sonra bu yöntemle Tanrı'nın ve varlıkların şüphe edilemeyecek gerçeklikler olduğunu kanıtlar. Kanıtlamalarını hep akıl yoluyla yapar. LEİBNİZ (1646-1716) Leibniz bir Alman düşünürüdür. Aynı zamanda bir mantıkçı ve matematikçidir. Ona göre insan bilgisi iki yolla elde edilir: Duyularla ve akıl yoluyla elde edilen bilgiler. Duyu bilgisi, yanıltıcı ve güvenilir olmayan bilgidir. Matematik bilgisi buna örnektir. Leibniz'e göre her şey Tanrı'dan türemiştir. Tanrı sonsuzdur. İnsan aklı Tanrı bilgisine "çelişmezlik" ilkesi ile varır. Bu tür bilgiler, ezeli ve ebedi hakikatleridir. Bunun yanında olgulara dayalı bilgiler de vardır. Bu bilgiler "yeter sebep" ilkesine dayanırlar. Bu görüşleriyle Leibniz, rasyonalizm ile empirizmi uzlaştırmaya çalışmıştır. HEGEL (1770-1831) Hegel'e göre akıl değişmez, mutlak, en güvenilir bilgi kaynağıdır. Akıl, insan düşünmesini ve bilinçsiz doğayı idare eden bir kanundur. Düşünmek, araştırılan ve bilgisi elde edilmek istenen "nesnenin özünü bilmek" etkinliğidir. Her nesnede görüntüsünün ardında bir de öz vardır. Düşünmek, nesnenin ardındaki bu özü kavramaktır. Hegel'e göre akla uygun olan gerçektir. Akıl, mutlak varlığın ve doğadaki değişmenin bilgisini apaçık olarak vermektedir. Realizm Felsefede varlığın insan bilincinden bağımsız ve nesnel olduğunu öne süren görüştür. Oldukça yeni bir terim olmakla birlikte, Eski Yunan ve Ortaçağ Felsefesi'nin belirli yönlerini de kapsayacak şekilde kullanılır. Bilgi kuramı açısından nesneyi özneye, bilineni bilene bağlı kılan idealizmin; kavram açısından da şeylerin yapısının gerçekliliğini adlarla sınırlayan adcılığın ve Ortaçağ'ın sonlarına doğru adcılığın yerini alan kavramcılığın karşıtıdır. Felsefi anlamda iki gerçeklilikten bahsedilebilir. Bunlardan biri, şeyin yapısına diğeri de şeylere ilişkindir. Birincisinde zihinden bağımsız somut, tikel ve görülmediğine bile temel özelliklerini koruyan deney nesnelerinin varlığı kabul edilir. Birinci gruba, bir şeyin özündan o şeyin pay aldığı ideanın anlaşıldığı Platoncu Gerçeklilik; bir şeyin ne olduğunun anlaşıldığı Aristotelesçi Gerçekçilik, bir şeyin mutlak, özgün ya da kendi cinsine özgü yapısının anlaşıldığı Ortaçağ Gerçekliliği ya da tümeller gerçekçiliği girer. İkinci gruba ise, dünyanın dışsallığını bir veri olarak kabul eden sağduyu gerçekliliği, nesnenin kendisinin, dışsal da olsa zihnin önünde duran ve algılamayı bekleyen tek birim olduğunu kabul eden yeni gerçeklilik ve zihnin, nesnenin kendisi yerine kopyasını kavramaya yöneldiği eleştirel gerçeklilik girer. Varoluşçuluk Varoluşçuluğu tanımlamak için, sözcüğün kendisinden işe başlamak gerekir. Bu yeni türetilmiş sözcük "varoluş" (existence) isminden, ilkin "varoluşsal" (existentiel) ve varoluşla ilgili "existential" sıfatları türetilerek ve daha sonra "culuk" son eki eklenerek ortaya çıkmıştır. Varoluşculuk, varoluşun önceliğini ya da ilkinliğini benimseyen bir kuramdır. Varoluşçuluğun sözlük anlamına bakacak olursak; insanın varoluşunu, somut gerçekliği içinde ve toplumdaki bireyselliği açısından göz önüne alan felsefi öğretidir. Varoluşçuluk felsefesinde, insanın varoluşu anlaması söz konusudur. İnsanın kendini gerçekleştirmesi, insan varoluşunun rastlantılar içinde oluşu, güvensizliği söz konusudur; güçsüzlüğü söz konusudur. Güçsüzlüğü ve hiçliği içinde insan, ölüme mahkum bir varlık olarak insanın varoluşu, hiçlik karşısında insanın varoluşu, insan varoluşunun halisliği (authentique) oluşu ve bu halis olmaya çağrı, özgürlüğü içinde insanın varoluşu, topluluk içinde kaybolmuş insanın, tek insanın kendisini bulması, kendi olması, doğruluk ve ahlaklık karşısında sahici davranışı-tutumu; bütün bu sorunlar söz konusudur varoluşçuluk felsefesinde. Ayrıca "insan, evreni aşabilir mi aşamaz mı?" "aşarsa nereye dek varır bu aşma?" gibi sorunlar söz konusudur. Yığınlaşma içinde tek-insan, birey, gittikçe kendi özelliğinden, kendi kişisel özgürlüğünden çözülme, kopma durumuna geçiyor. Tek insan kayboluyor. Kitle içinde sıradan bir insan oluyor. Tek kişinin kişisel sorumluluğu gittikçe herhangi bir parti, bir ortaklık, bir dernek, herhangi bir kolektif düzen içinde ortadan kalkıyor. Modern insan, bir devlet hastanesinin doğum kliniğinde dünyaya geliyor, oradan yuvaya, yuvadan okula, sonra da ya bir fabrika ya bir büroya geçiyor. Modern insan artık kendi yaşamını sürdürmüyor. Ölümü bile kendinin değil çoğu kez. Bu gelişme nedensiz değil. İlkin, bütün yurttaşların eşit hak istemesi, başta gelen bir nedeni bu gelişmenin. Hiçbir üstünlüğe, hiçbir olağandışıya katlanılamıyor artık. Bunların hepsi bir kalemde siliniyor. Bir başka nedeni: güçlü olma isteği, güce erişme isteği. Tek kişi güçsüz kalmıştır günümüzde. Ama herkes "dayanışarak" toplu hale gelirse, yenilmez bir güç oluyor. Bir başka neden de ekonomik bakımdan güven altında olma çabası. Ekonomik çöküntülerden, paranın inip çıkmasından, tek kişi, varoluş savaşımında yorgun düşmüştür. Yaşamını güven altına alabilmek için kitleleşme yoluna girmiştir. Böylece her alanda bir toplumsallaşma bir merkezleşme gittikçe artıyor. Giderek çoğunlukla insanlar ekonomik güvenliliklerini sağlamak uğruna, kendi kişisel özgürlüklerini bırakmaya hazır duruma geliyorlar. İşte bu gelişme ortasında varoluşçuluk felsefesi sesini yükseltiyor. Bu felsefenin getirdiği sınırsız subjektiflik, bireysellik, topluluk düşmanlığı, macera isteği, istediğini yapma özgürlüğü, bütün bunlar yığınlaşmaya karşı bu protesto açısından anlaşılmalıdır. Bütün varoluş felsefesi şu biçim altında belirir: "İnsanın kendi kendini yitirdikten sonra bütün dünyayı ele geçirmesi neye yarar?" Bundan dolayı varoluş felsefesi bir bunalım felsefesi olmuştur: bu felsefe yeni bir dizge kurmak istemiyor, tam tersine insanları karar verme durumuna getirmek istiyor; öğretmek istemiyor, yeni bir tavır alışa çağırıyor; çağı yeni bir biçimde açıklamak istemiyor, onu yargılıyor; sakinleştirmek değil, ürkütmek onun amacı; sentez de istemiyor, "ya o-ya o" karşısında bırakıyor. İşte bundan dolayı, geçen yüzyıldaki devrimin bunalım zamanında doğmuş olan bu felsefe yine son iki dünya savaşından sonraki bunalım zamanlarında böylesine güçlü bir etki yapmış, güçlü bir felsefe akımı olmuştur. Önce Almanya sonra Fransa’da bir felsefe-yazın akımı olarak biçim kazanmış bulunan varoluşçuluk, J.P.Sartre’a göre insanın bütün boyutlarını ele alan bir felsefedir. "Varoluş, özden önce gelir" ve her bir kimseye bir öz kazandırmayı sağlayacak özgürlükle özdeştir: "insan ne ise o değildir, ne olmuşsa o’dur." İnsan kendini kendi yapar, daha önce kazandığı bazı belirlenimlerin el verdiği ölçüde kendine biçim verir, kendini oluşturur. Varoluşçuluğun Fransa’daki öteki temsilcileri de şunlardır: A.Camus, Simone De Beauvoir, Merleau-Ponty ve hristiyan varoluşçu Gabriel Marcel. Varoluşçuluğun ilkeleri: 1- Varoluş Özden Önce Gelir: "Felsefe terimleri ile anlatmak istersek, diyebiliriz ki, her nesnenin bir varoluşu ve bir de özü vardır. Öz, bir nesnenin özelliklerinin değişmez bir bütünüdür; varoluşu ise evrenin içinde gerçek olarak bulunuşudur. Bir çok kimse, özün önce, varoluşun sonra geldiğine inanır; bu fikir, dinsel düşünceden ileri gelir; gerçekten, ev yaptırmak isteyen bir kimsenin, ne biçim bir ev yaptıracağını bilmesi gerekir. Burada öz varoluştan önce gelir. Bunun gibi insanın tanrının yarattığını sanan kimseler de böyle düşünerek, tanrının bu işi, haklarında daha önceden sahip olduğu fikirlere bakarak yapacağı sonucunavarırlar. Tanrıya inanmayanlar ise aynı etkiden kurtulamayarak, bir nesnenin ancak kendi fikirleri ile uygun düşmesi durumunda varolabileceğini ileri sürerler. Bütün 18. Yy, "insan doğası" denen, herkeste ortaklaşa bulunan bir özün varlığına inanmıştır. Varoluşçuluğa göre ise insan da -ve sadece insan da- varoluş özden önce gelir. "Bu kısaca şu anlama geliyor; önce insan vardır, şu ya da bu olması daha sonra gelir." (J.P.Sartre, Action, 27 Aralık 1944). Elbetteki biz, bizi insan türüne bağlayan, evrensel ya da türsel özümüzü yaratamayız; ancak, bize özgü olan, başka hiç kimse de bulunmayan bireysel özümüzü seçebiliriz. Bizim doğuştan ve özgül özümüz -"hayvan"-ve-"insan"- biz olmadan belirlenmiştir: biz insanız, işte o kadar. Bizim bireysel ya da somut özümüz sadece belli bir belirsizlik gösterir: Bizler insanız, ama hangi insan olacağız? İşte ancak bu sınırlar içinde özgüle açık bir kapı kalır. Bununla birlikte seçme olanağının yeri gene de önemlidir. Bunu anlamak için, başlangıçla eş değer olan bireylerin seçmiş oldukları mesleklerin çeşitliliğine bakmak yeter. Bundan başka, içinde olduğumuz sınıfı, boyumuzu, zekamızı biz seçemezsek de hiç olmazsa, bu ham veriler karşısında takınacağımız tavır bize bağlıdır. Bir işçi, "bütün varlığı ile sınıfı tarafından koşullanmıştır..." ama, "arkadaşlarının durumuna ve kendi durumuna bir anlam vermek; devrimci, ya da sinik olmayı seçmesine göre, işçi sınıfına zafer ve kazanç sağlayan ya da aşağılık duygusu içine düşüren bir geleceği, özgür olarak tanımak gene onun elindedir." Seçmediğim halde sakat olabilirim, ancak "sakatlığa bakış biçimimi seçmeden sakat olamam." (onu çekilmez, küçük düşürücü, gizlenmesi gerekli sayılabilir, herkese açıkça gösterebilir, kıvanç konusu, başarısızlıklarımın nedeni, v.b olarak görebilirim.) 2- Sınırsız Özgürlük: Her gün yaşantımız içinde yapmakta olduğumuz seçmeler ya da icatlar, en küçüğünden tutun da en büyüğüne kadar, saptadığımız ereklere, seçmesini kendimiz yapmış olduğumuz bir değerler hiyerarşisine bağlıdır. Bu ereklerin çeşitliliği yüzünden, beklenmedik toplu bir para, kimi tarafından gardırobunun eksiklerini tamamlamakla; kimi tarafından başına gelebilecek bir kazaya karşı yedek akçe olarak saklanmakla, kimi taraftan da eğlence yerlerinden de harcanarak kullanılır. "seçme, düşünüp taşınmaya bağlı değildir: düşünüp taşınmaya koyulduğumuz zaman, olan olmuş, iş işten geçmiştir." Ancak, ereklerimizi özgür olarak seçmiş bulunuyorsak da, hiçbir şey kaybolmuş sayılmaz: çünkü ereklerimiz seçmelerimizin tümüne de kumanda eder, bu yüzden, ereklerimizin özgür seçimi, özel kararlarımızın tümünün özgürlüğünü arkasında sürükler. Varoluşa ilk vardığımızda ereklerimizi kesin olarak saptamadığımız ölçüde özgürlüğü de kurtarmış oluruz. Varolmayı sürdürdüğümüz ölçü de, ereklerimizi de seçmeyi sürdürürüz; çünkü özgürlük, bizim varoluşumuzun özüdür. Herhangi bir özel seçme dolayısıyla, daha önce yapmış olduğumuz seçmelerden biri karşımıza çıkabilir, bunun sonucu olarak, ona uygun bir biçimde alınmış her karar, onun bir yenilenmesi olarak karşılanabilir; nitekim, bütün istemli davranışlarımızı özgür olarak görmek hakkımız vardır; çünkü, onlara karar verirken kendilerini açıklayan erekleri de karara bağlarız. 3- Sorumluluk: Sartre’a göre insanın sorumluluğu, sağ duyuya kalırsa, özgür olarak seçebildiklerinin çok daha ötesine geçer, hiçbir şey ona yabancı değildir: ne kişisel iç etkenliğimiz ne de dışımızdaki olaylar: ben her şeyden sorumluyum; "savaşı ben ilan etmişim gibi, savaştan sorumluyum." Sartre ne derse desin Polonya’nın istilasından, Fransa’nın işgalinden, Stalingrad’ın yıkılmasından kendisini sorumlu tutamayacağı ortadadır. Ama kendisine bağlı olmayan bu olaylar karşısında, pekala kendisine özgü bir tutum içine girmiştir; savaş içinde olan bir dünya da, özgür edimler ortaya atarak, bu dünya da olup biten her şeyin sorumluluğunu üstlenmiştir ya da daha çok; "doğmayı ben istemedim denir hep; ama doğumum karşısında takınmışolduğum tavırla," –utanç ya da kıvanç; iyimserlik ya da kötümserlik...- 4- İç Sıkıntısı: -Sartre, bağımsız kişiliğinde fikrin duyguyu bastırdığı bir aydındır, bu nedenle, sıkıntı ve umutsuzluğa, bunların bir Kierkegaard’ın yaşantısında ve düşüncelerindeya da bir G. Marcel’in yazılarında tuttuğu yeri vermez: İnsan tanrısal tüzüğe inanırsa, işlemiş olduğu günahlarının düşüncesi, hiçlikten gelmek ve oraya dönmek düşüncesinden daha çok bir iç üzgünlüğü verir insana. Ona göre ise, iç sıkıntısı, seçmelerimizin kapsamından doğar. "Herkes için geçerli bir kuralın varlığını benimseyen düşünürler, bu kuralı bir davranış kuralı olarak bellemekle sıkıntıya düşmekten kurtulurlar." diye düşünür: bir pişmanlık ve dindarlık yaşantısını seçen bir Hıristiyan, Descartes örneği üzerine aklını yönetme tasarısı kuran bir akılcı, insanı duyarlığa indirgeyerek tadımı (hazzı) seçen Epikurosçu, kararlarını doğru ve iyi bellediklerine göre verir ve belli bir güvenlik içinde yaşarlar. Nietzschecilik XIX. yüzyılın önemli bir Alman filozofu olan Nietzsche'nin görüşleri, sosyal psikolojide ele alınan pek çok konuyla yakından ilgilidir. Ona göre gerçek (reel), ne rasyoneldir, ne de oluşum halindedir. Gerçek, bireyler tarafından öznel olarak algılanan ve yaşanan bir olgular zinciridir. Kendisinde hakikat ya da değerler yoktur. İnsan kendi yaşama arzusundan kaçmak için din ve inançlar oluşturur. Ancak 'Tanrının Ölümü'yle birlikte insan yaratıcı ve şair olarak yaşamaya ve kendi kendisini ortaya koymaya mahkum olmuştur.
  4. Senyour doğum gününüz kutlu olsun!

  5. Senyour

    Çanakkale'den Kahramanlık Portreleri

    Ey Çanakkale'nin ve bu vatanın müdafaasında canı, kanı, teri olan şehitler, gaziler... İngilizleri, Fransızları, Hintlileri ve daha nicelerini Çanakkale'de iman dolu göğüsleriyle karşılayan kahramanlar... Çok uzak coğrafyalardan gelen bu milletlerle bir alıp veremediğin yoktu aslında. Yeni Zelanda, Avustralya, İngiltere nerede, Çanakkale neredeydi? Şâirin o yıllarda "Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ" şeklinde tasvir ettiği bu insanlar senin topraklarında ne arıyorlardı acaba? Seni kolay lokma sanıyor, devletini yıkmak istiyorlardı. Birileri General Stanford'a, Türkleri tanımadıklarını, Çanakkale hakkında hiçbir şey bilmediklerini, Boğaz'ı aşmak için 150.000 kişilik bir kuvvete ihtiyaç olduğunu söylüyordu. Söylüyordu ama buna kimseyi inandıramıyordu. Hattâ İngiliz Kitchere, bu sayıyı çok buluyor, Çanakkale'nin geçilmesi için bu sayının yarısının yeterli olacağını, kısa sürede İstanbul'a ulaşacaklarını düşünüyordu. Böylece, "kocamış Türk devleti, Gordion'un kördüğümü misâli, bıçakla kesilmiş gibi bölünüp dağılıverecekti." Büyük küçük hepsinin iştahı kabarmış, birbirlerine İstanbul'da randevular veriyor, zafer sonrası lüks yerlerde buluşmayı ümit ediyorlardı. Ganimetten pay kapmaya hazırlanan biri, daha 1909'da Bizans İmparatoru kıyafetiyle fotoğraf çektirip etrafındakilere gösteriyor, "İstanbul'a vardığınızda beni orada bulacaksınız." diyordu. Onlar böyle düşünedursun, sen hazırlanmakla meşguldün. Ezineli Yahya Çavuş'la karşılarına çıkmaya hazırlanıyordun. Losfaki, Çatalca, Vekestin, Dömeke savaşlarında dövüşmüştün. Makedonya'da, Yunanistan'da, Balkan Harbi'nde bulunmuştun. Çanakkale'de bulunmamak bir eksiklik olacaktı senin için. Hemen Seddülbahir Cephesi'nde, 26. Alay'da yerini aldın. Düşmanın karaya çıkmasına, kumsalda bir metre dahi ilerlemesine gönlün razı olmuyordu. "Bu böyle olmaz kumandanım. Düşman bu topraklara ayak basmamalıdır. Çıkartma yapacağı noktaya gidip onları durdurmayı vazife bilirim." demiştin alay kumandanına. Kumandan Binbaşı Kadri Bey, "Peki, arzu ettiğin gibi olsun; fakat yanına bir manga er al." demişti. Bu esnada, komutanla konuşmalarını dinleyen 63 er, ön cephede yer almak için atılmıştı meydana. Sen onlara nereli olduklarını sormuştun önce. Kimi "Konyalıyım.", kimi "Maraşlıyım." dedi. Oysa sen Çanakkaleli olanları arıyordun; onları seçecektin; ama Afyonlu Kara Mehmet, "Çavuşum, Müslümanlıkta hemşehrilik mi ileridir, yoksa kardeşlik mi, biz din kardeşiyiz, bizi kendinden ayırma!" sözleriyle bir hakikate tercüman olmuştu. O gün, iki takım inanmış yiğitle Kirte Körfezi'nde 3.000 kişilik düşmanı durdurmuş, "Buradan çıkartma yapmak imkânsız!" dedirtmiştin. Çanakkale'de şenlik yapacaklarını düşünüyor, "Çanakkale Boğazı'nda ve Gelibolu Yarımadası'nda toplarımızın ve birliklerimizin şenliği başlayınca Türkler, çaldığımız havaya ayak uydurarak oynamak zorunda kalacaklar. Bu, Türkler için İstanbul'u savunmak üzere ricat havası olacak." diyorlardı. Seni unutmuşa benziyorlardı. Senin, 6. Alay 2. Bölük Kumandanı Yüzbaşı Hasan Fehmi Bey olarak da anlatacakların vardı. Diyarbakırlıydın. Hücumun en şiddetli ânında iki yerinden yaralanmıştın. Askerlerin, seni emniyete almaya çalışıyorlardı. Ancak sen, "Çocuklar, benimle uğraşacak zaman değildir, düşmana yumruğu vuracak zamandır. Kuvvetli bir hücum yapın ki, bölüğümüzün muvaffakiyetini göreyim. Tâ ki gözüm açık gitmesin!" deyip hücuma teşvik için kalkmaya yeltenirken, kalbinden yediğin mermi, destanının son noktası olacaktı. Âdeta 1453'ün intikamını almak istiyorlardı. O kadar ki, "Ümitlerimiz çok çok artmıştı. Kurtarılacak Kudüs mü, yoksa Konstantinopol mu? Ne farkı var?" diyorlardı. İstanbul'u aldıklarında Kudüs'ü almış kadar sevineceklerdi. Ama cephede karşılarına çıkacak olan 6. Alay'ın 6. Bölüğü'nü ve Mülâzım-ı Evveli Ulvi Bey'i hesaba katmamışlardı. Senin bir hücumda yaralanıp yere düştüğünü, bir top mermisinin ayağını alıp götürdüğünü anlatıyorlar. O gün seni görenlerden biri, doktorlar sadece bir deriyle vücuduna tutunan ayağını kesmek istediklerinde, "Aman ayağımı kesmeyin, sonra bölüğümün başına gidemem." dediğini anlatacaktı. Böyle kahramanlıklar bir destanlarda bir de senin tarihinde vardır. Seni hasta ve güçsüz görüyor, hafife alıyorlardı. Ancak görmedikleri bir şey vardı. Senin imanından gelen, "Ölürsem şehit, kalırsam gazi!" anlayışından haberleri yoktu. Senin komutanların için, "Bir hafta sonra İstanbul caddelerinden geçişimizi esirler safında seyredecekler." diyorlardı. Seni kolay lokma sanıyorlardı. Cepheyi terk edeceğini, çoğunuzun esir olacağını düşünüyorlardı. Sonra, senin satın alınabileceğini zannettiklerinden, savaştan önce basın yoluyla her birinize 10 şiling verileceğini ve sizlere dokunulmayacağını duyuruyor, böylece cephede savaşacak Türk askerinin kalmayacağını inanıyorlardı. Oysa sen satılık değildin. Hiçbir zaman da olmamıştın. En fazlası ölümdü. Ancak sen onu da şerbet niyetine içerdin. Hele bu, kudsî bir gaye uğruna olursa... Geride kalanların da, tevekkülle "İnnalillah ve inna ileyhi raciun." derlerdi. Zafer kazanmanın birinci şartı inanmaktı. Ancak İngiliz komutan Hamilton inanmıyordu, en azından şüpheleri vardı. Günlüğüne düştüğü, "Cephede bir harp günlüğü tutmalıyım. Buna ihtiyaç var. Gâlip gelene sorulmaz, fakat yenik düşen her şeyi cevaplandırmalıdır." notu, "yenilirsem" düşüncesiyle hareket ettiğini gösteriyordu. Diğer yandan, savaşın ilerleyen günlerinde, "Türkler gerçekten cesurlar ve görüldükleri yerlerde korku salıyorlar. Masal kitaplarında değil ama süngü takılmış parıltılar içinde bir uzun insan hattı, Allah Allah sesleriyle üzerimize koşuyor." sözleriyle, iman ve inançtan müteşekkil bir sette tosladıklarını, "Diğer zamanlarda 'Allah kısmet ettiyse' kayıtsızlığı içindeler." ifadeleriyle senin farklılığını dile getiriyorlardı. Yorgundun, güçsüzdün. Ancak, vazifeni hakkıyla îfa etme konusunda mesuliyet hissiyle dopdoluydun. Ve sen Karargâh-ı Evvel Muhafız Piyade Bölüğü Kumandanı Mülâzım-ı Evvel Ruhi Bey olarak çıktın karşımıza bir de. İngiliz uçağını düşürmüştünüz. Pilotları atlayarak canlarını kurtarmıştı. Dalgalarla boğuşuyorlardı. Sizlerden -biraz önce öldürmeye çalıştığı kimselerden- yardım bekliyorlardı. Tam bu sırada komutanınız, "Bu iki adamı kurtarmaya kim gider?" diye sorunca, "Bir kumandan emir verdiğinde, süngü üzerine, top üzerine gidip ölmek vazifemdir." deyip atılmıştın ortaya. Sen merhametliydin ve düşmanından da esirgemiyordun bunu. "Düşmanım da olsalar, onları kurtarmak bana bir vicdanî vazife oldu." diyerek öne çıkmıştın. Sendeki bu vazife şuuru, düşmanlarının gözünden kaçmıyordu. "Hakikaten ben hayatımda bu derece cesur asker görmedim. Hücuma kalkıp ilerlemeye başladık mı üzerlerine yağdırdığımız mermi sağanağına aldırmadan soğukkanlılıkla ayağa kalkıyor, siperlerden fırlıyor ve başlıyorlar ateş etmeye... Bu askerler kendilerine verilen vazifeyi aynen yerine getirme hususunda pek mert hareket ediyorlar." sözleriyle hakikati teslim ediyordu Hamilton. Bu destanın bir de "Sarı İbrahim'in oğlu Mehmet" sayfası vardı. Bir hücumda yaralanmış, bu hâlinle üç gün boyunca sürünerek mevziine yaklaşmaya çalışmıştın. Ancak bir de baktın ki, bir Avustralya kolu saldırı hazırlığında. İşte o zaman hayatını hiçe sayıp bağırarak uyarmıştın arkadaşlarını ve düşmanın püskürtülmesini sağlamıştın. Yüzbaşı Emin Ali Bey seni şöyle tanıtıyordu: "Semalardan tatlı bir hitap gibi gelen bir sesle düşmanı haber veren o meçhul askeri bulmak istedik. Gönderdiğimiz keşif kolu, 47. Alay Kumandanı Şehit Tevfik Bey'in boru neferi, Antalya'nın Kağnıcılar Köyü'nden Sarı İbrahim Oğlu Mehmet'i son nefeslerini verirken getirdiler. Bu kahraman çocuk, hayatının son deminde kendi için değil, siperdeki arkadaşları için unutulmaz büyük bir fedakârlık göstermiş, bize düşmanın baskınını bildirmişti. İşte Çanakkale muharebelerine hâkim olan sır burada, bu ölmeyen büyük ruhtadır." Seni kolay lokma sanıyorlardı. Hemen yutuvereceklerdi. Ama sen kolay lokma olmadığını ziyadesiyle ispat ettin. Her birinizin yaşadığı ayrı bir destandı aslında. Hepinizin hikâyesi anlatılmaya, bilinmeye lâyıktı. Bir Çanakkale kahramanının, "İşte bey! Çanakkale baştanbaşa bir tarih, hattâ bir destandır! Temenni ederiz ki, memleketimizin mütefekkirleri, içtimaiyyunu (sosyal bilimcileri) bizdeki bu seciyeyi, bu levhaları parlatsın." sözleri her birinizin hâtıralarının ele alınmasının lüzumuna işaret etmektedir. Kaynaklar - Mehmet Niyazi, Çanakkale Mahşeri, s.246 - Vehbi Vakkasoğlu, Çanakkale'de Şahlananlar, s.29 - Talha Uğurluel, Çanakkale Savaşları ve Gezi Rehberi, s.242 - Vehbi Vakkasoğlu, Bir Destandır Çanakkale, s.144, 146 - Dr. Yusuf Gedikli, Cepheden Çanakkale, s.142 Mehmet SUCU
  6. Senyour

    Esir Mehmedler

    1914 yılı Haziran ayının sıcak günlerinden şikâyet eden insanlık, asıl yakıcı ateşin yaklaştığının farkında değildi. Sırp öğrenci Gavrilo Princip'in silâhından çıkan mermilerle Saraybosna meydanına yığılan Arşidük Ferdinand, devrilen ilk domino taşı oldu ve Birinci Dünya Harbi'nin kapıları ardına kadar açılıverdi. Daha ilk aylarda harbin temeldeki sebebi anlaşıldı: Osmanlı coğrafyasındaki petrol. Osmanlı'yı sıcak savaşa çekmek derdinde olan Almanya ise Goben ve Breslau zırhlılarının rol aldığı, bilinen taktikle Osmanlı Devleti'ni bir oldu-bittiyle karşı karşıya getirecektir. Osmanlı bayrakları çekilen ve buna uygun üniformalar giydirilen Alman mürettebatla Karadeniz'e açılan Goben (Yavuz) ve Breslau (Midilli) zırhlıları Rus liman şehirlerini bombalamış ve maksat hâsıl olmuştur(!) İlerleyen haftalarda Osmanlı Devleti, en şiddetli çarpışmaların yaşandığı cephelere ev sahipliği yapma durumuna düşecek, Galiçya'da, Kafkaslar'da, Irak'ta, Yemen'de ve Kuzey Afrika'nın uçsuz bucaksız çöllerinde savaşan taraflardan biri olacaktı. Osmanlı ordusunda, Kasım 1914 itibariyle, yaklaşık 2.500.000 asker mevcuttu. Savaş sona erdiğinde ise, ortaya çıkan kayıp ürperticiydi: şehit, hasta, yaralı, kayıp, firar ve esir sayısının toplamı 1.560.000'di. Osmanlı Devleti, 30 Ekim 1918'de, Limni Adası'nın Mondros Limanı'nda bekleyen Agamemnon zırhlısında masaya oturup "Mondros Ateşkes Anlaşması"nı imzalamak mecburiyetinde kalmıştı. Genelkurmay (ATASE), Kızılay ve Kızılhaç arşivlerine göre, İngiltere'yle savaştığımız Irak, Sina, Filistin, Çanakkale, Suriye ve Yemen cephelerinde esir düşen Mehmetçik sayısı 134.000, Rusya'yla sadece Kafkas Cephesi'nde yapılan savaşlarda esir düşenlerin sayısı ise yaklaşık 65.000'dir ve bu sayıya 60.000 civarındaki sivil esir dâhil değildir. Buna, Avrupa ülkelerinde ve sıcak savaşın yaşandığı bölgelerde esir edilen 100.000 civarındaki sivil de dâhil edildiğinde esir toplamı 360.000'e ulaşmaktadır. Dünyanın dört bir yanına savrulan bu canlar, düştükleri esaret ateşinde 1926 sonlarına kadar kavrulacak, ayakta kalıp eve dönebilen esir sayısı 135.000 civarında olacaktır! İngilizlere esir düşenlerin yaklaşık 20–22 bini, Ruslara esir düşenlerin ise 40–45 bini ya ölmüş veya kayıptır! Savaşta esir düşen toplam 205.000 askerin yanı sıra 450.000 Mehmed de cephede aldığı yara ve hastalıklarla boğuşarak vefat etmiştir. "Kayıp" olarak geçen 60.000 Mehmed ise muhtemelen şehit olmuş; ama kayda geçmemiştir. Bu rakamlar toplam mevcut içinde % 27'lik bir oran demektir ki, bu kayıp, savaşan ülkelerin hiçbirinde yoktur. Şehitler, makamların en yücesine uçtu. Gaziler, yarım yamalak bedenleriyle ve hüzünlü bir onurun esintisiyle de olsa döndü yurduna. Ya esirler?... Türkülerin kırık dökük mısralarında meçhul siluetlere dönüverdiler. Fakat, tarih unutsa da analar ve gelinler yıllarca kapılarının önünde oturup beklediler dualarla. Adviye Kadın yandaki komşuya giderken bile, babasını hiç görememiş oğluna tembihledi yıllarca: — Bak oğul, baban gelirse içeri al! Sonra hemen bana seslen! Uzun yıllar sonra, Adviye Nine son nefesini verirken ve oğlu, torunları başucunda dua ederken vasiyetini söyledi: — Oğlum, baban gelirse, yıllarca yolunu gözlediğimi deyiverirsin! Sonra... Birden bakışları odanın kapısına mıhlandı ve elleriyle üstünü başını düzeltirken son sözleri döküldü dudaklarından: — Geldin mi beyim? Hoş geldin sefalar getirdin! Kimi evlerde, her akşam sofraya fazladan bir tabak konurdu; hattâ beyin en sevdiği yemek pişirilirdi her gün bıkmadan usanmadan. Evin kadını itinayla yerleştirdiği tabağa yemeği sıcak sıcak koyup, öyle bekledi Halil Çavuş'unu! Küçücük bir ümidin ışığına sığınıp ayakta kalma mücadelesi veren Halil Çavuşlar ise; gâh çölün ortasında, gâh Sibirya buzullarında, gâh Hind ormanlarında, etraflarını çeviren dikenli tellere baktılar yıllarca. Kafese kapatılmış aslanlar gibi hırslandılar, çırpındılar ve rahmet-i İlâhîye'den ümitlerini kesmediler. Gözlerini gökyüzüne çevirip haykırdılar: — Ben daha ölmedim! Sonra ne oldu? Osmanlı coğrafyasının o saz benizli, umman yürekli yiğitleri nerelere götürüldü; başlarına neler geldi? İngilizler, esir aldıkları Osmanlı askerlerini rütbe, sınıf ve etnik özelliklerine göre doğuda Myanmar'dan batıda Mısır'a uzanan onlarca kampa yerleştirmişti. "Gittikçe daha uzaklara" anlayışıyla yapılan bu dağıtımın hedefi "Osmanlılık" inancını parçalamaktı. Sadece Hakk'ın önünde boyun eğen Mehmedler için esaret zordu; ama bir yandan direndiler, bir yandan da hayatta olduklarını duyurmaya çalıştılar. Binlerce mektup yollandı bu tel örgülerin arkasından. Fakat bunların bir kısmı sahiplerine hiç ulaşamadı ve hâlâ Kızılay arşivlerinde bekliyor. Kızılay arşivlerinde, sadece Hin­dis­tan-Myanmar'dan ayda onbinlerce mektubun geldiği görülür. Hin­distan Bellari Kampında, 5401 numarayla kayıtlı Binbaşı Nazım Efendi'nin eşi ve kızlarına ulaşan mektubundan bir kısım şöyledir: " ... Endişem ve işgâlât-ı zihniyem daima sizsiniz. Paranız var mıdır? İdareniz ne yoldadır? Mektebe ve namaza devamınızı terk etmeyiniz. Duadan geri kalmayınız. Allah (celle celâlühü) cümlemizin hâmisidir. İnşallah görüşürüz. Bana mektup yazınız..." İngiltere veya Rusya'nın kontrolündeki kamplar, başta Kızılhaç tarafından olmak üzere, sözde sürekli teftiş ediliyordu. Özellikle İngiliz esir kamplarına ait teftiş raporlarına bakıldığında, kamplar âdeta tatil köyü gibi anlatılıyordu. Fakat, kamuoyundan ne kadar gizlense de en büyük acılardan biri, Mısır'daki bu kamplarda yaşanıyordu. Bu kamplardaki 15.000 Mehmetçik bilerek "kör" ediliyordu. Bu vahşet nihayet bir Kızılhaç raporunda yer almıştı: "...Esirlerin % 20'si göz hastalığına yakalanmıştır... Kampın sağlık hizmetleri, İngiliz Dr. E.G. Garnen başkanlığında Arsen Khoren ve Leon Samuel adlı iki Ermeni doktor tarafından yürütülmektedir...." Rapordaki % 20 ifadesi, Heliopolis kampındaki 1.000 esirin ciddi seviyede göz rahatsızlığı çektiğini gösteriyordu ki, bu rakam hiçbir şekilde normal kabul edilemezdi. Bu vahşet, TBMM'nin 28 Mayıs 1921 tarihli 37. oturumunda Edirne Mebusları Faik ve Şeref Beyler tarafından Meclis gündemine getirildi. Mebuslar, "Aşırı miktarda krizol (dezenfekte etme hususiyeti olan organik bir madde) katılan bu -sözde- tathirat (temizlik)" ile 15.000 civarında Mehmedin kör edildiğini belirtip, suça dahli olanların cezalandırılması talebinin ilgili ülkeye iletilmesini istediler. Aslında, İzmir Kolordu Komutanı Ali Nadir Paşa, daha 1919 yılı Mayıs'ında gönderdiği raporda, Mısır'dan gelen esirler arasındaki 303 Mehmedin kör olarak döndüğünü yazıyordu. On binlerce Mehmedin acımasızca kör edilmesi hâdisesindeki bir iddia da, bu vahşetin bizzat Ermeni doktorlar eliyle yapıldığıdır. Mısır'daki kamplardan sağ dönen Eyüp Sabri Bey "Hatıraları"nda, bu zulmün fâili olarak "göz oyucular" şeklinde tarif ettiği, Mısır-Abbasiye Hastanesi'ndeki Ermeni doktorları gösteriyordu. Bunlar, sözde temizlik için, esirlerin gözlerine önce "Krizollü su" ile zarar vermekte, ardından da tedavi bahanesiyle bir günde onlarca Mehmedin gözünü oymaktaydı. Bu doktorların böylesine rahat hareket etmelerinde İngiliz komutanların payı büyüktür. Eyüp Sabri Bey, esirlerin, yemek almak ve def-i hacetlerini gidermek için birbirlerinin omzuna tutunarak katar oluşturduğunu üzülerek ifade eder. Ne enteresandır ki, Anadolu'daki İstiklâl Mücadelesi'nde kazanılan zaferlerin ardından göz oyma ameliyatları(!) birden kesilecek, Ermeni doktorlar, birkaç ay içinde ortadan kayboluverecektir. İngiliz kontrolündekiler başta olmak üzere kamplarda en çok "dikenli tel hastalığı"yla karşılaşılıyordu. Bu durumu, Filistin Cephesi 3. Kolordu Baştabibi iken esir düşen ve Mısır'daki Seyd-i Beşir Kampı'na götürülen Yarbay Kadri Kemâl Efendi şöyle anlatıyor: "... Bu tel örgülerle tahdit edilen esaret hayatına tahammül etmek, öyle her şahsın iktidarında değildir... Önemli sayıda askerin, sürekli tel örgülere bakmaktan akıl hastalıklarına duçar olduğu görülüyor. Askerimiz sabırlı ve mütevekkil olduğu hâlde, otuz ikisinde aklî rahatsızlıklar görülmüştür..." Kamplarda, daha ilk aylarda ilginç bir ayrım başlamıştı. Eyüp Sabri Bey; "Bir Esirin Hatıraları" kitabında şu tespitte bulunuyor: "İngilizler; Rum ve Ermeni esirleri ayrı tele kapattılar. Daha sonra Arap, Arnavut, Boşnak ve Kürtleri dahi Türkler arasından ayırarak Hristiyanlara mahsus kamplara koydular. Maksatları, İslâmlar arasına sokmak istedikleri nifak ve fesat plânını orada da tatbik etmekti." Propaganda kısa zamanda semeresini vermeye başladı. Meselâ, Ermeni esirler arasından seçilen tercümanlar Türk esirlere eziyet etmeye başlamışlardı. Mısır'daki kamplarda sık görülen dizanterinin yanı sıra, sadece Osmanlı esirleri "Pellegra" denen bir hastalığa yakalanıyorlardı. Esirlerin aç bırakılıp, bilhassa kokmuş at ve katır etlerini yemeye zorlanmalarından kaynaklanan ve uyuza benzeyen bu hastalık kırıp geçirmişti. İngiliz esir kamplarında bunlar yaşanırken Ruslara esir düşen Mehmedlerin durumu unutulmak, "soğuk ve beyaz ölüm"e rağmen yaşamaya çalışmaktı. Kızılhaç ve Kızılay, Rusya'daki kamplarda hiçbir zaman sağlıklı teftiş yapamadı. Romanya ve Galiçya'da esir düşen Mehmedler, ya yürütülerek veya Teplushki denen yük vagonlarına hayvanlar gibi istif edilerek Sibirya'daki kamplara götürüldü. Kafkasya'da esir düşenler ise Hazar Denizi'nde, yılan ve akrep kaynayan Nargin Adası'na kapatıldı. Yük vagonlarıyla yapılan nakillerde ölümler çığ gibiydi. 1915 kışında, Sibirya'nın bir bölgesine taşınan 800 Mehmed'den sadece 200'ünün kampa sağ olarak ulaşabilmesi, vahşetin boyutlarını gösteriyordu. Bazen de, kapı ve pencereleri tahtalarla kapatılmış vagonlar istasyonlarda haftalarca unutuluyor(!), açılan vagonlardan ise, yığınlarla Mehmed cesedi çıkıyordu. Moskova'nın kuzeyinden Sibirya'ya kadar olan bölgedeki kamplarda, esaretin kahrına, soğuğa ve açlığa direnenlerin en büyük desteği, Çar yanlısı politikalar neticesi bölgeye göçe zorlanan Tatar Türkleriydi. Türk esirlerin hemen her ihtiyacına koşmak için çırpınan bu insanlar, kaçmaya çalışan Mehmedlere pasaport, elbise veya güvenli ev temin ediyorlardı. Bediüzzaman burada iki buçuk yıl süren esareti sırasında, hem kamplardaki asker ve subaylara –her türlü baskıya rağmen– irşâd hizmeti yaptı, hem de Tatar Türklerinin teminat vermesiyle Volga Nehri kıyısındaki camide ikâmet etme izni aldı. İngilizler, ellerindeki esirlerin tahliyesini sürekli erteliyor; bazı asker ve subayların yerlerini değiştiriyordu. Bunda Yunan hükümetinin ısrarlı talebinin de payı vardı. Zîrâ, salıverilen Mehmedlerin İstiklâl Harbi'ne iştirak etme ihtimali hepsini tedirgin ediyordu (Nitekim korktukları başlarına gelecekti). İngiltere nihayet 1921 sonlarında kampları boşaltmaya başladı. Eve dönüşün Rusya ayağı 1926'ya sarksa da 1921'den itibaren, önce küçük gruplar halinde; ardından toplu dönüşler başladı. Dönüşün en yoğun yaşandığı 1921 sonu itibariyle 65.000 esirden 20.000'i geri dönebilmişti. Evet, kimisi döndü hanesine, viraneye dönmüş buldu. Kimisi çaldı kapıyı, ocağını sönmüş buldu. Dönenler tabii ki törenle karşılanmadılar. Ama şikâyet de etmediler, alkış değildi istedikleri. Ya dönemeyenler? Myanmar, Sibirya, Mısır ve Maadi'de aylarca tel örgülere bakıp yüreği çatlayanlar; yollarda kalanlar, kaybolanlar?.. Aradan çok uzun yıllar geçti. 1990'lı yılların başıydı. Myanmar'a inen bir uçak ve merdivenlerinde dikilen gencecik bir delikanlı. Elindeki çantasına sığdırdığı dünyalığıyla, gönlünde ummanlar gibi sevgisi ve gözlerinde, insanlığın günahlarına döktüğü gözyaşlarıyla... Adı Ahmet veya Âdem ne fark eder! Kim bilir, Belki de Myanmar esir kampının şehitliğinde yatan Karadeniz Vapuru Çarkçısı "Hussein Ahmed"in torunudur o! Artık Teplushki'lerin olmadığı buzlar ülkesi St. Petersburg'a bir başka uçak iniyor. Merdivenlerinde, önündeki şehre değil; adeta, sevdalısı olduğu Cennet bahçelerine bakan bir başka Ahmet veya Yusuf. Edirneli, solgun yüzlü, mangal yürekli, gencecik bir öğretmen. Yanı başında, en az beyi kadar inanmış bir Hatice, bir Ayşe belki de. Hani gelirken uçaktan gördükleri karlarla kaplı derin vadinin bir köşesinde donarak ölen "Ousun Keupru(lü) Moustafa Redjeb(in)" yüzünü göremediği oğlu Ramis vardı ya; işte onun torunu ve damadı onlar. Neden olmasın! Şu Ufa'ya giden Belletmen Ali'yi mi sordunuz? O, daha kuzeydoğudaki Vetluga kampından kaçmaya çalışırken şehit edilen "Kharpout(lu) Mehmed Mouhedin(in)" torunu olamaz mı?! Sudan'da, bir çöl gecesinin yarıdan sonrasında, serdiği seccadesine kapanıp: "Ey kimsesizler Kimsesi, tut elimden!" diye gözyaşı döken Halis Hoca'nın büyük dedesi üç kardeştiler. Bir kardeş Yemen'de şahadete erdi; diğeri, yani Halis Bey'in dedesi sağ bacağını Seddülbahir'de verdi. Bir de Cemal vardı; o esir düştü. Mısır'daki Maadi Kampına götürdüler onu. Esareti bitince de geri dönmedi Cemal, Hartum'a geldi. Kalan ömrünü orada geçirdi. İşte Halis Hoca'nın yeni geldiği Hartum'da El Kebir Camii'nde görüştüğü Hartumlu Dr. Yousuf Fadel'in aslında büyük amcası Cemal'in torunu olduğunu her ikisi de bilemezdi tabii. * Birinci Dünya Harbi'nde, Rus­ya'nın kuzeydoğusundaki Kosturma vilâyetinde, Volga kıyısındaki Tatar Câmii'nde dile gelen bir esâret gecesi münacatı (Garibem, bîkesem, zaîfem, nâtuvânem, el'amân gûyem, meded hâ­hem, af be cûyem, zidergâhet ya İlâhî!) Kaynaklar - ATASE; K-1827,D-9,F-1-24 - Atlas Dergisi; 101. sayı, Ağustos-2001; 104. sayı, Kasım-2001 - ATASE; K-2480,D-400,F-1-1, F-1-19. - ATASE ; I.D.H. K-4609 D-13. - Eyüp Sabri; Bir Esirin Hatıraları, Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul-1978 - Prof. Eran Dolev, The Story of Pellegra Among Turkish (Bildiri), Nisan-2000 - Kızılhaç Heyeti Mısır Kampları Raporu sh.40-85 - ATASE; İstiklal Harbi, Kutu:30, Gömlek:148, Belge no:148-1 & Sabahattin Selek, Anadolu İhtilali, İstanbul-2000 - Yücel Yanıkdağ; Ottoman Prisoners of War in Russia 1914-1922, Journal of Contemporary History, London-1999 - ATASE; K-914, D 3/7, F3 - Aksiyon Dergisi; 168. sayı, 21.02.1998 - Cahit Önder; Atatürk'ün Doğumunun 100. Yılında Yaşayan Çanakkaleli Muharipler-1981 - ATASE; K-2494, D19, F-11-1, 11-2, 11-3 - Cemaleddin Taşkıran; Ana Ben Ölmedim, İş Bankası Yayınları, İstanbul 2001. Murad MUHSİN
  7. hama ava çiye(valla anlamadım)teşekkür ederim dostum,çok iyiyim...iyi olmana sevindim:)

  8. itiraf ediyorum uzun zamandır gelmedim büyümek icin biraz daha,ögrenmek icin icimdeki beni zor oldu başardım yenmek icin.... bu arada maviyi görmekte cok güzel burda oda bi itiraf aslında
  9. İsim: Astro & Glyde - El Mariachi Dizin: Yabancı Müzik - Sinema Videoları Ekleme Tarihi: 07 Nisan 2009 - 12:42 Gönderen: Senyour Kısa Açıklama: Girilmemiş Geniş Açıklama: Magic icin Chat teki tabi Video Linki: Videoyu Görüntüle
  10. İsim: Eastchild - Arabian Legend Dizin: Yabancı Müzik - Sinema Videoları Ekleme Tarihi: 07 Nisan 2009 - 12:40 Gönderen: Senyour Kısa Açıklama: Girilmemiş Geniş Açıklama: uzun bi aradan sonra aha bu muzikle geldim Video Linki: Videoyu Görüntüle
  11. uzun bi aradan sonra aha bu muzikle geldim
  12. Senyour

    Dink'ten Bediüzzaman'a teşekkür

    05.01.2009 Hrant Dink, 16.10.2005 tarihli Yeni Asya'da yayınlanan bir söyleşisinde, Hasan Hüseyin Kemal'e, 'Allah Bediüzzaman'dan razı olsun. Zamanın ölçülerine ve bakış tarzına göre, burada ahlaklı bir duruş sergilediğini görüyoruz.' diyor ve ekliyor: 'Bediüzzaman, Doğu'da aşiretleri gezip meşrutiyeti anlatırken, halk meşrutiyetin Ermenilere tanıyacağı eşitlikten rahatsızlık duyuyor, o da, 'Kendimizi dev aynasında görmemeliyiz. Kabahat bizde. Tamamen zimmetimize alamadık, bilhakkın adalet-i şeriatı gösteremedik... Hem de dostluğun sebebi vardır. Zira komşudurlar. Komşuluk dostluğun komşusudur. Hem de onlar uyandılar, dünyaya yayıldılar, terakkiyat tohumlarını topladılar; vatanımıza ekecekler' diyor ve Ermenileri korumak gerektiğinden bahsediyor'. Ermeni meselesinde, 'adalet-i şeriat' tamlamasındaki 'adalet' kavramının anahtar olduğunu düşünüyorum. Taraf'tan Markar Esayan da Kemal'e, "Müslümanlar doğası gereği zulme karşı olan insanlardır. Zulüm, katliâm dinlerde lânetlenen şeylerdir. Kim olursa olsun buna maruz kalanları Müslümanların sahiplenmesi gerekir. Bundan dolayı milliyetçilikten arınmış, doğruyu arayan Müslümanlara güveniyorum. Ortada olan yüzlerce katliâmı Müslümanların kabul etmeyeceğini düşünüyorum. Ama içimizdeki milliyetçilikle de henüz yüzleşemedik. Türkiye'de devlet söyleminin çekim gücü o kadar yüksek ki, buna karşı koymak için son derece olgunlaşmış, hazmedilmiş demokratlığa ihtiyaç var. Kendiyle yüzleşmiş bir kişiliğe ihtiyaç var. Milliyetçiliğinizle hesaplaşamamışsanız bu eninde sonunda politikalarınıza, görüşlerinize yansır..." demişti. Tabii ölü sayarak bu meselenin çözümünü sağlamak imkansız. İttihatçıların Ergenekoncu kanadının suçlarını üstlenmek de doğru değil. Sanırım asıl sorun, zihnimizin diplerinde yatan milliyetçi/faşizan tortularla ilgili. Çocukken ben de büyüklerimden duyardım. Sinirlendiklerinde, 'Ermeni dölü!' diye küfrederlerdi. Bu, onlara belki babalarından, dedelerinden intikal eden o acı hatıralarla ilgiliydi. O hatıraları adil ve vicdanı kirlenmemiş tarihçilere havale etmeliyiz. Biz, asıl, zihnimizin dibinde yatan ırkçı-faşizan sünelerle meşgul olmalıyız. Kenan Rıfai'ye, 'efendim' diyor bir muhibbanı, 'siz Ehl-i Beyt'i çok seviyorsunuz fakat Yezid'i bir kez olsun lanetlediğinizi duymadım..' 'Evladım' diyor, 'ben içimdeki Yezit'le meşgulüm...' Herkes içindeki Yezit'le meşgul olsa, sorunun çözümü için daha iyimser olabileceğiz. Hepimiz, otoriter bir siyaset tarzının gölgesi altındayız. Sadece Ermeni meselesini değil Kürt sorununu, Alevilerin sorunlarını, diğer dinî ve etnik topluluklarla ilgili sorunları sağlıklı konuşmak için en büyük engelimiz böylesi bir baskıcı gölgenin altından geçmiş olmamızda yatıyor. Milliyetçilik ve laiklik, Türkiye'de iki ayrı çatışma alanı üretti. Kürt sorunu, modern-ulus devletin çocuğudur. Farklı dinî toplulukların yaşadığı zorluklar ve eziyetler ise laiklik uygulamalarının hasıl ettiği sorunlardır. İşin ilginç yanı sadece gayr-ı müslimlerin değil, Müslümanların da Türkiye'de benzer sorunlar yaşadığıdır. Bu hak ve özgürlükler sorunu sadece Ermeni veya Musevileri değil, herkesi ilgilendiriyor. Türkiye'de demokratik katılım kanallarındaki tıkanıklıkları, özgürlükçü, katılımcı ve çoğulcu bir anayasa ile aşmak mümkündü, lakin bu iktidar da bunu henüz başaramadı. Statüko karşısında zaman zaman geriledi, korktu. Oysa korkularla değil, ancak hak ve hakikatle, adalet ve vicdanla bu sorunlar çözülebilir. Hayat sevgiden doğdu, korkudan değil. Bu iktidara halk bu desteği, bu sorunların çözümü için vermişti. Çevrenin toplumsal taleplerini merkeze taşıma konusunda ne yazık ki AK Parti yeterince başarılı olamadı. Bu başarısızlığın bir boyutunu Ermeni meselesiyle ilgili sorunlar oluşturuyor. Ermenistan'la ilişkilerin iyileştirilmesi yönündeki çabalar yeterli değil. Ermeni sorunu da dahil, bütün sorunlarımızın özgürce konuşulabilmesi için anayasal ve yasal engellerin kaldırılması zorunlu idi, bu yönde de yeterince çaba gösterildiği söylenemez. Hem tarihimizle, tarihsel tecrübemizle övünüyoruz hem de örneğin Osmanlı'nın 'öteki'ne ilişkin hukukî zenginliğinin çok gerisinde kalıyoruz. Bu, bizim Kemalist geleneğin otoriter, ötekileştirici, milliyetçi reflekslerinden kurtulamadığımızı gösteriyor. İslamcı, milliyetçi, sosyalist bütün geleneklerde bu tortulardan izler var. Bediüzzaman'ın, Meşrutiyet dönemindeki fikirlerinden de gerilerde bugünkü İslamcılar. Milliyetçi refleksler onlarda da var. Kimileri, Ermeni çetecilerin yaptığı vahşetleri sürekli hatırlayarak, onların haksız olduğunu düşünüyor. Bu hissiyatı da bir ölçüde anlıyorum. Ama, asıl ahlakî olan, 'iyiliğe iyilik, kötülüğe iyilik'se, hele bu tarihte kalmışsa, bugüne ve yarına bakmak daha makul ise böylesi acıların insanı öfke ve nefrete değil, kötülüğü nisyana yöneltmesi gerekir. Birbirimizi ne ile suçluyoruz, dedelerimizin yaptığı zulümlerden. Niçin özür diliyor veya özür dileyenlere öfkeleniyoruz? Bizden iki üç önceki kuşağın birbirine yaptığı zulümden. Peki bugün biz ne yapıyoruz, birbirimize nasıl davranıyoruz? Aynı veya ayrı ülkelerde yaşayan örneğin Müslüman ve Ermeniler olarak bizim birbirimizle ilişkilerimiz nasıl? Halveti bilgesi Ahmet Amiş Efendi, 'Sizden birisi hakkında sorarlarsa, onun ilk aklınıza gelen iyiliğinden başlayınız' diyor. Demek ki ayrılık ve çatışma noktalarından değil, yakınlık ve birlik ilkelerinden yola çıkmalı. Teberra değil tevelladan yana olmalı. Yezid'i lanetlemektense Hüseyin'i övmeli, yüceltmeli. Olan olmuştur, hatta olacak olan da olmuştur, derler. Olan olmuşsa, biz, olacak olana bakmalı, mesela Ermenilerin mutfağımıza, müziğimize, mimarimize, edebiyatımıza, geleneksel mesleklerimize, toplumsal yaşamımıza kattığı değerleri görmeliyiz. Şimdi benim yaptığım gibi, 'biz' dememeli belki, bu topraklarda, aynı göğün altında, eşit vatandaşlık bağıyla bağlı olduğumuz bir toplumsal sözleşmenin çevresinde olmalıyız. Adalet ilkesine sarılmalıyız. Türkiye'de bu iki alanda, milliyetçilik ve laikliğin ürettiği çatışma alanlarında anayasal ve hukukî düzeyde özgürlük alanlarının daha çok genişlemesine çalışmalıyız. Bir vicdan sahibinin dediği gibi, modern teknoloji burjuva uygarlığının en fazla çürüdüğü alan olarak, 'Keşke dünya savaşı olmasaydı, en azından biz bu harbe girmeseydik, işgale uğramasaydık, savaşlarda yürek burkan can kayıpları olmasaydı, özellikle sivillere dokunulmasaydı ve tehcir kararı alınmasaydı... Ama tarihi yeniden yaşamak ve revize etmek mümkün değil. Bunların hepsi, kendi şartları içerisinde maalesef vuku bulmuş. Bugünün insanları olarak bize düşen, o acı olaylardan yeni husumetler çıkarıp geleceğe yeni gerilim ve çatışmalar taşı*********** işi daha da büyüyen bir kan dâvâsına çevirmek değil; yaşananlardan gereken ibret ve dersleri alıp, asırlardır yan yana ve iç içe yaşamış komşu kavimler olarak en mâkul ve mantıklı yolun barış ve uyumu tekrar ihya etmek olduğunu görmek olmalı.' Bediüzzaman bu duygularla, tevella düzeyinden bakarak, Kürt aşiretlerine, "Şu memleketin saadeti ve selâmeti Ermenilerle ittifak ve dost olmaya vabestedir" diye telkin ediyordu. İttihatçıların oyunlarını seziyor, "Ermeni vatandaşlarımızla bil külliye umuru dünyeviyede kardeşiz. Zira her vecihle birbirimize lazım ve melzum kabilindeyiz. Fakat ben camiye gidip itikadım üzere ibadetimi eda, o da kilisesinde ibadet eder" diyordu. Bu toplumsal barış ve esenlik önerisine şimdi sanırım daha çok gereksinim var. Toynbee'nin ifadesiyle 'durdurulmuş' olan medeniyetimizi yeniden hareketlendirmemiz gerekiyor. SadıK YalsıZuçanlaR
  13. iyiyim sen nasilsin ? ozlendim demek :)

  14. Senyour

    'Dağlarda Ateş Yandıkça...'

    'Dağlardaki ateş'i, iki anlamıyla da okuyabilirsiniz.Behçet Necatigil'in, 'Oda karanlık/Odadan dışarı çık/Şehir karanlık/Şehirden dışarı Korkma/Yürü bir hayli yürü/Gördün mü/Dağlar başladı artık. Korkun dağılır rüzgârda/Bekle biraz/Dağlarda ateşler yandıkça/Karanlıktan korkulmaz' dizelerindeki gibi, dağları ışıtan bir ateş olarak mesela... Veya, düştüğü yeri yakan acı olarak. Köroğlu'nun, Dadaloğlu'nun egemenlerden kaçtığı, bir kavgayı yürüttüğü özgür mekânlar olarak... Bugün özellikle Doğu'muzda, 'dağ', yürekleri dağlayan, ülkeye kan ve can kaybettiren bir sürecin dumanının tüttüğü yer olarak, onun imgesi olarak da okunuyor. Yirmi dokuz yıl önce dünyadan göçen Behçet Necatigil'in şiirsel dünyasına, evler'ine, sokaklar'ına girmek için Necip Fazıl'ın dizelerini izlemek gerekebilir: 'al eline bir değnek/tırman dağlara şöyle/şehir farksız olsun tek/mukavvadan bir köyle Uzasan göğe ersen/cücesin şehirde sen/bir dev olmak istersen/dağlarda şarkı söyle' Dağlarda şarkı söyleyen bir aziz olarak Fethi Gemuhluoğlu, bize, yıllar önce, modernlikle nasıl baş edebileceğimizin yollarını göstermişti. Bize bazı dostluk hikâyeleri anlatmıştı: 'Size bazı dostluk, remzî de olsa bazı dostluk hikâyeleri anlatmak isterim. Bu hikâyeler hakîkatin ta kendisidir. Dost ol kişidir ki, Yâr-ı Gâr'dır. Kucağında mübarek bir emanet vardır. Bütün delikleri elbisesinden muhtelif parçalarla tıkar, son deliğe tabanını dayamıştır. Kucağındaki mübarek emanet, uyumayan uyanıklık içinde uyur görünmektedir. Oradan Ebû Bekir'i yılan sokar. Dost son deliğe tabanını, taban gibi görünen gönlünü uzatandır, gönlü ile orayı tıkayandır. Her şey gönülde cereyan ediyor. Ve insanlar, biz zannediyoruz ki, hâl-i cimâdan doğuyorlar. İnsanlar hâl-i cimâdan doğmuyorlar. İnsanları gönül döllüyor. Gönül çocukları onun için ayrı oluyor. Ve gönül çocukları onun için "yol evladı" oluyor, "bel evladı" olmuyor. Tasavvufta yol evladı olmak, bel evladı olmaktan onun için mukaddemdir.' Bu hikâyeler, bizim meta-hikâyemizden alınmadır. Her şeyin gönülde olup bitmesi, aşktır. Aşk ise, bütün bağları yıkarak kendi bağlarını kurar. Modernleşmenin çıkmaz sokaklarında yolunu yitirenler için aşk, Bediüzzaman'ın ifadesiyle, 'ne kazandığına sevinmek, ne de kaybettiğine üzülmek'tir. Bu Gemuhluoğlu'nda şöyle dile gelir: 'Batı adamının bunalımı çok tabîidir; muallâktadır. Doğu adamı yerinmez ve sevinmez, çünkü dünyada yerinilecek ve sevinilecek bir şey yoktur. Ve bizim hüznümüz Allah'adır. Biz durup dururken, kendi kendimize, kendi nefsânî oyunlarımız için, şehevâtımız için mahzûn olmayız.' Fatih sertürbedarı olan Ahmed Amiş Efendi, Gemuhluoğlu'nun tanıştığı irfan yolunun büyük kılavuzlarındandı. Ne yerinmek ne sevinmek'ten söz ettiğinde, bir yareni, 'bu, Allah mertebesidir...' demişti. Yani cem düzeyi. Birleme, birlenme, tevhid etme yeri. Mutlak teklik makamı. Sadece O'nun rızasının gözetildiği, gayrının anlamının kalmadığı bir hal. Bu, ihlasın da temel ilkesini kurar. İhlas, 'de ki Allah tektir'le başlar. Allah, bu âlemlerde bir'dir, tecellinin olmadığı öte âlemlerde tek'tir. Allah'ın mutlak tekliğini, İmam Ali efendimizden nakledilen bir haber de ifadelendirir: 'Başlangıçta Allah vardı, O'nunla birlikte bir şey yoktu...' Böyle olunca, dağlardaki ateş, ocakları söndüren bir yangın olmaktan çıkar. Bu yangını söndürmenin biricik yolu da budur. Yaratılmışların en soylusu, en onurlusu olarak insan... Necatigil, gündelik yaşamdaki sıradan insanın hallerini anlatırken, birden örneğin Abdal Musa'nın cihanşümul öyküsünden birkaç sırrı aktarır: 'Bir sürek avında/Ölüsünü görmeye gelirler/Abdal Musa demişler/Bağrına saplı oku/Çıkardı verdi geri. Bu söz ibret sözüdür/Arifler ocağında/Yanar özge bir ateş/O ateşin dilleri,/Hele bir gel beri' Bu, Bediüzzaman'ın, 'ey insan, dediğimde nefsimi kastediyorum' cümlesindeki insandır. Allah'ın sonsuz ve mutlak olan bütün isim ve sıfatlarının açıldığı, onların tümünü içeren özel isim olarak Zat'ın, Zat adının tecelli ettiği kozmik insan... Adem-i Hakiki, Hakiki insan. İnsan-ı kamil... Yetkinleşmiş, manevi yolculuğunu tamamlamış, olgunlaşmış, Allah'ın isimlerinin kendisindeki açılımlarını görebilen, okuyabilen insan... Kainatı emanet olarak gören, varlıkları parçası olarak hisseden, adil, merhametli, şefkatli, saygılı, sevgili, zekâsını kurnazlıkta kullanmayan, iyiliğe iyilik, kötülüğe iyilikle karşılık veren insan... Abdal Musa gibi bilgeler böyledir. Hem pir, hem sultan hem abdal olanlar böyledir. Onlar, dağları yok eden, dağların sırrını döken, yıkan, yakan ateşi söndürür, bir çerağ gibi için için yanar, hem ışıtır, hem erir, hem ısıtırlar. Ülkemizin modern zamanlarda duçar olduğu belalar eğer büyük yıkımlara yol açmıyorsa, bunun en büyük sırrı, böylesi kamillerin çabalarındadır. Yıllardır düşüncelerinden ötürü yargılanmış olan Yaşar Kemal'e ödül veren makamın şimdiki konuğu Cumhurbaşkanı Gül gibi, yeni kuşak seçkinler, Gemuhluoğlu gibi 'fikir sakası' erenlerin temsil ettiği kozmik bilgelik geleneklerinin emzirdiği insanlar... Yeni Türkiye'nin, modern zamanlarda birikmiş, kronikleşmiş sorunlarını çözmek, kangrenleşmiş yaralarını iyileştirmek bakımından böylesi bir imkâna sahipler. Türkiye'de, kamusal alana dahil olan bütün sorunların doğru konuşulabilmesi için zaten bu kavgacı, ötekileştirici, iletişimi tıkayan kör gramerden ziyade, empatik ve diyalojik bir dile ihtiyacımız var. Bize, bunu, Necatigil gibi, Gemuhluoğlu gibi insanlar sunuyor. Gemuhluoğlu'nun, o ünlü 'Dostluk Üzerine'sindeki Yaşar Kemal resmini hatırlayın: 'Tabiî, insan fikre dost olunca tarihe, coğrafyaya, ormana da dost olur. Orman Fakültesi talebelerinin önünde Yaşar Kemal yürüyor, görüyorsunuz. Ve Orman Fakültesi talebeleri yürüyorlar bu stepte, bu bozkır Anadolu'da. Peygamber-i Ekber bir hadis-i nebevîlerinde fem-i saâdetlerinden buyuruyorlar ki: "Kıyamet alametleri belirse, kıyamet an meseli hâline gelse, elinizde bir ağaç fidanı varsa önce onu dikiniz ve sonra kıyamete hazırlanınız." Orman... Orman için, ormana destân düzmek için, ormana övgü için, ormanı kutsallaştırmak için, ağacı kutsallaştırmak için, ağaca orman fakültelerinin üstünde orman fakültelerinin estetiğini vermek için, orman fakültelerine cezbe vermek için, bu memleketin insanına yeni bir şevk, yeni bir koşu, yeni bir emanet, yeni bir bayrak koşusu vermek için bu hadîs-i nebevîden hareket etmek kâfidir." Gemuhluoğlu'nun bu Yaşar Kemal resmi, bir sufinin dünyasının, modern zamanlarda daralan, yoksullaşan ve sadece çatışma üreten dilini nasıl zenginleştirebileceğine ilişkin bir imkân ve umut olabilir, diye düşünüyorum. Aşırı biçimde politize olan bir 'kültür'ün içinden geçiyoruz. Bu süreçte, örneğin yıllar önce Özal'ın Türkiye'nin demokratikleşmesine, hoşgörü ve empati ortamının oluşmasına nasıl katkıda bulunmuş olduğunu, bunun Türkiye'nin nasıl hayrına olduğunu yeni yeni anlayabiliyoruz. Hatta bunu anlamakta bugün bile zorlanıyoruz. Oysa, bizler, düşünme ve tartışma dili son derece zengin bir geleneğin mirasçılarıyız. Bizim özellikle irfan geleneğimiz, kalbin, kalpteki aklın, bilginin ve naklin özgürce, son derece zengin biçimde harmanlandığı, işlediği ve gelişip serpildiği bir gelenek. Böylesi zengin bir dilden, çatışmacı, ötekileştirici, ötekini yok ederek/sayarak kendini var kılıcı, patolojik bir düşünce ve ifade dünyasına saplandık. Toplumsal ve ahlaki idealleri bakımından birbirine yakın insanlar bile, zaman zaman böylesi yoksul bir dille konuşuyor. 'İdrakimize/şuurumuza giydirilen deli gömlekleri'nden soyunmanın vakti geldi de geçiyor. Gemuhluoğlu, yıllar önce, bu uyarıyı şöyle yapıyor: 'Size, coğrafyaya da dost olamadığımız için, Anadolu Beylerbeyliğini artık çok görüyorlar. Hânedân-ı âl-i Osman'ın mülkünü, particilik yaparak 1912'den 1920'ye kadar bitirdiniz. Eskiden vâli gönderdiğiniz yerlere şimdi sefîr-i kebîr gönderiyorsunuz. Son Bağdat vâlilerinden biri, Süleyman Nâzif Bey; Vâlâ Nureddin Bey'in babası son Beyrut vâlîlerinden Nureddin Bey. Bıraktığımız Beyrut'u görüyorsunuz. Bıraktığımız Lübnan'ı görüyorsunuz. Bıraktığımız Suriye'yi görüyorsunuz. Bıraktığımız Irak'ı görüyorsunuz. Bıraktığımız Suriye meydanda ."Fitnenin evveli Şam, âhırı şam." Görüyorsunuz. Sefîr gönderiyorsunuz, utanmıyorsunuz. Çünkü kendinize de dostluğunuz yok.' SADIK YALSIZUÇANLAR
  15. 'Gücünüz yetse de azıcık bağırsanız bir yankı durmadan yalnızsınız durmadan yalnızsınız' Ne zaman masum bir yalan söylemek zorunda kalsam, Edip Cansever'in bu mısralarını hatırlıyorum. Ne zaman 'babamın öldüğü yaş'a geldiğimi hissetsem... Ne zaman istemediğim bir seyahate çıkacak olsam bu dizeler gelip konuyor yüreğime. Ne zaman Tutunamayanlar'ı okuduğum günleri hatırlasam... Ne zaman adım başı bir yoksulun mustarip çehresine çarpsam bu dizeler kanatıyor içimi. Ne zaman ellerinde cep telefonları sağa sola koşuşturan, saçları jöleli, Polo giyimli delikanlıların çalıştığı; granit döşeli, cam kaplamalı büyük ofislere girmek zorunda kalsam... Ne zaman ruhun bedenden ayrılışı gibi bir acıyla ayrıldığım sevgilimi düşünsem, bu dizeler yakıyor ciğerimi. Ne zaman güvercinlerin konmadığı lüks iftar yemeklerine gitsem... Ne zaman kendi doğasına ihanet etmekten çekinmeyen biriyle bir asansörde yalnız kalsam bu dizeler düğümleniyor boğazımda. Ne zaman kendi doğasının sınırlarına hapsolmuş birine baksam... Ne zaman ailesini Sırp cellatların ellerinde yitirmiş Ayka'yı görsem düşümde bu dizelerle uyanıyorum. Ne zaman vapur kaçıran Çeçen savaşçılarının Seben hapisanesindeki mahçup gözlerine baksam... Ne zaman Nilgün Marmara'nın mor defterine uzansam bu dizeler çarpıyor alnıma. Ne zaman İlhami Çiçek'in karakalem portresine baksam... Ne zaman lösemili çocuklar yararına büyük bir otelde yapılan kermese katılsam bu dizelerle dolaşıyorum insanlar arasında Ne zaman mendil satan altı yaşındaki kız çocuğu, kırmızıda duran arabamın camına doğru koşsa... Ne zaman Cahit Zarifoğlu'nun güncesinin ilk cümlesini okusam bu dizeler tutuyor elimden. Ne zaman Frankfurt Taunnusstrasse'deki kaldırımda boyun damarına zehir şırıngalayan Peter aklıma gelse... Ne zaman henüz doğmamış bir çocuğun acısıyla kıvranan bir genç kadın çıkmasa aklımdan bu dizeler boğuyor beni. Ne zaman beş yavrusuyla açbiilaç sokakta kalan dul bir kadın tanısam... Ne zaman ütopyasını yitiren halkıma bir gökdelenin son katından baksam bu dizeler asılıyor zihnimin tavanına. Ne zaman kalabalık içinde kendimi bir bozkırın ortasındaki tek ü tenha bir ağaç gibi hissetsem... Ne zaman kirli bir iktidar savaşının mermileri uçuşsa yanımda yöremde bu dizeleri bir kalkan gibi tutuyorum elimde. Ne zaman yalnızlığımı kötü bir beraberlikle değişsem... Ne zaman emeğinin karşılığını alamayan bir çilekeş emekçinin evine girsem bu dizeler açıyor kapıyı. Ne zaman kendi kendini aşağılayan bir kadını seyretsem... Ne zaman ki bu dizelerin kaçınılmaz olduğunu anlayacağım İşte o zaman bu dizelersiz bir hayatta olacağım. Yazan Sadık Yalsızuçanlar
  16. cirkin ordek geldi =) nerelerdesin yine

  17. Senyour

    Yeter Artık, dediğiniz an ...

    Birine deger verdim Sünniyim diye karsı cıktı ailesi aleviler die baska birine deger verdim ben kürdüm onlar türk die yeter artık hakkaten sokakta yürüsem kim bilebilir ki aleviyom sünniyim ya da türküm kürdüm falan filan sıkıldım bu ülkedeki insanlardan insan olduklarının farkında diiller kırılacak belki birileri ama umrumda diil kırıldıgım kadar düşünsünler artık ancak hayvanlarda böyle ayrım olayı var hayvan diilim ben
  18. nasılsın dostum iimisin nazımla gelmek güzel ya
  19. DOSTLUK Biz haber etmeden haberimizi alırsın, yedi yıllık yoldan kuş kanadıyla gelirsin. Gözümüzün dilinden anlar, elimizin sırrını bilirsin. Namuslu bir kitap gibi güler, alnımızın terini silersin. O gider, bu gider, şu gider, dostluk, sen yanı başımızda kalırsın NAZIM HİKMET
  20. iyi gidiyor yani...

    planlarinda bir denisme varmi yoksa halen ayni mi ?

  21. kimmis o cirkin ordek ? bayadir yoksun naber nasilsin ?

    cikmadan iyi gunler dilerim ..

  22. bu ikinci inceleme,nasıl görünmez oldu anlamadım:)neyse korkmadığın için söz dinlediğini anladım ya;)sen söz dinle,söz inceleme köşeni kapma:)bjk sözü.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.