-
İçerik Sayısı
975 -
Katılım
-
Son Ziyaret
-
Lider Olduğu Günler
1
İçerik Tipi
Profil
Forumlar
Bloglar
Fotoğraf Galeresi
- Fotoğraflar
- Fotoğraf Yorumları
- Fotoğraf İncelemeleri
- Fotoğraf Albümleri
- Albüm Yorumları
- Albüm İncelemeleri
Etkinlik Takvimi
Güncel Videolar
Senyour tarafından postalanan herşey
-
Irakta Kurulacak Kürt Devleti ne denli gerekli
Senyour şurada cevap verdi: Asfalt başlık Politika Bilimi
Kendisine çok kızdığımız Barzani, satır aralarında önemli şeyler söylüyor: "Irak'ta Sünnileri 21 Arap ülkesi destekliyor, İran ve bütün Şii dünya Irak Şiilerinin arkasında. Bizi destekleyen kimse yok. Bizim Amerika ve İsrail'e yakınlaşmamızdan şikâyet edenler biraz da kendi tutumlarına baksınlar!" Barzani, büsbütün haksız mı, bölünme sürecindeki Irak'ta pozisyon almaya çalışırken, kimi işaret ediyor? Türkiye, Suriye, Irak ve İran muttasıl bir coğrafyayı paylaşıyorlar; ne Türkiye'nin iktidar elitleri sanki Londra'nın lordlarıymış gibi oryantalist bir gözle bakıp bölgenin gerçeklerine ve tarihe sırtlarını çevirebilirler, ne bölge ülkeleri ve güçleri bu hengâmeden tek başlarına tam kazanç sağlama tamahkârlığıyla bir yere varabilirler. Bana kalırsa Kürtler ve çok kızdığımız Barzani de bunun farkında. Fakat Şeyh İdris-i Bitlisi'nin kim olduğunu dahi bilmeyenler Barzani'yle hangi dil üzerinden ilişki kuracaklarını bilmiyorlar. Maalesef refleksler körelmiş durumda. Batı'dan ithal edilen paketler açıldıkça içlerinden husumet, nefret ve çatışma modelleri çıkıyor. -
Gecen sene abd ye gitmistim orda bi camiiye gittim cuma namazı icin. Ordaki imama sordum merak ediyodum bende mesep hakkındaki goruslerini,sordum yanıtı netti mesep bizde yok dedi bizde ALLAH, KURAN-İ KERİM VE PEYGAMBER SUNNETİ VAR biz onlara uyarız dedi... burda alimlere sordum onlar yanlıs demiyolar meseplerin varlıgına sadece Tanrıya ulansan farklı yollar diyolar.....
- 104 cevap
-
- Hak mezhepler
- Şiilik
-
(ve 1 diğerleri)
Yapıştırılan Etiketler:
-
14/04/1865 ABD Cumhurbaşkanı Abraham Lincoln öldürüldü. Güney ve Kuzey arasındaki iç savaşta Güneylilerin teslim olmasından beş gün sonra, Güney sempatizanı tiyatro oyuncusu John Wilkes Booth, Lincoln'ı Washington'daki Ford Tiyatrosu'nda oyun izlerken tabancayla vurdu. 14/04/1912 Titanik transatlantiği buzdağına çarptı. Kuzey Atlantik'te gece yarısından önce buzdağına çarpan gemi batmaya başladı. 14/04/1935 Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nden bir grup müzisyen Ankara'ya geldi. Konuk sanatçılar arasında besteci Dimitriy Şostakoviç, kemancı David Oyştrah, piyanist Lev Oborin de yer alıyordu. 14/04/1944 İngiltere ve ABD, Türkiye'ye nota vererek, Almanya'ya krom ihracının durdurulmasını istedi. 14/04/1956 Ankara'da oynanan Galatasaray-Vasco da Gama maçında kavga çıktı. Galatasaraylı futbolcu Coşkun rakibi Pingo'ya yumruk attı. Brezilyalı futbolcunun çene kemiği kırıldı. 14/04/1957 Güreşçi Yaşar Doğu Avrupa Şampiyonu oldu. Türk Milli Güreş Takımı Avrupa üçüncülüğü kazandı. 14/04/1957 İçişleri Bakanı Namık Gedik, Fener Ortodoks Patriğiyle görüştü. Görüşme sonrası yayımladığı bildiride Patrikhane, "Vatana sadakatle bağlıyız. Kıbrıs siyasi bir meseledir" dedi. Bildiri yetersiz bulundu. 14/04/1959 102 üniversite öğrencisi, Cumhuriyet Halk Partisi Meclis Grubu'na çektikleri telgraflarda "İstanbul'da yüksek tahsilde bulunan Kürt gençleri" imzasını kullandılar. Kürtçülük konusunda derhal yayım yasağı getirildi. 14/04/1968 Seçim kampanyasını başlatan Cumhuriyet Halk Partisi lideri İsmet İnönü, "Başlıca rakibimiz Türkiye İşçi Partisi'dir" dedi. 14/04/1971 Başbakan Yardımcısı Atilla Karaosmanoğlu, "Ortak Pazar seviyesine ulaşmamız için 2359 yıl geçmesi gerekiyor" dedi. 14/04/1978 Samsun sigarası karaborsaya düştü. 14/04/1979 3. Balkan Film Festivali İstanbul'da başladı. 14/04/1980 Bütün dünyada silah tüccarı olarak tanınan Suudi Arabistanlı Adnan Kaşıkçı Başbakan Süleyman Demirel'le görüştü. 14/04/1981 Ses sanatçısı Bülent Ersoy ameliyatla cinsiyet değiştirdi. İstanbul Emniyet Müdürlüğü şarkıcının sahneye çıkmasını yasakladı. Aynı yasak, bütün eşcinsel sanatçılara uygulandı. 14/04/1981 Sosyalist Enternasyonal toplantısına katılmak üzere yurt dışına çıkmak isteyen eski Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Bülent Ecevit'e izin verilmedi. 14/04/1983 Kürtaj Kanunu kabul edildi. 14/04/1986 ABD, Amerikan yurttaşlarına ve askeri birliklerine karşı "terörist" saldırıları desteklediği gerekçesiyle Libya'ya hava saldırısına girişti. 14/04/1987 Tek tip öğrenci derneğini hedefleyen Öğrenci Dernekleri tasarısını protesto eylemleri yapıldı. Öğrenciler Ankara'ya doğru yürüyüşe geçtiler. İki gün sonra Anavatan Partisi tasarıyı geri çekmek zorunda kaldı. 14/04/1987 Türkiye, Avrupa Ekonomik Topluluğu'na tam üyelik için başvurdu. 14/04/1997 Tutuklu bulunan Genel Başkan Murat Bozlak'la birlikte Halkın Demokrasi Partisi'nden (HADEP) 13 yönetici tahliye edildiler. 14/04/2001 Susurluk sanıklarından eski Terörle Mücadele Daire Başkanı İbrahim Şahin kayıp silahlar nedeniyle 1 yıl hapis cezası aldı.
- 2.095 cevap
-
- Tarihte Bugün
- Neler Olmuş
-
(ve 1 diğerleri)
Yapıştırılan Etiketler:
-
Hiçbirşey için "BENİMDİR" deme, sadece de ki; "YANIMDADIR" Çünkü ne altın, ne toprak, ne sevgili, ne hayat, ne ölüm, ne huzur, ne de keder... DAİMA SENİNLE KALMAZ H. Lawrence
-
Kaplumbağanın Gözyaşları Cemalettin YAZICI Denizde ruhunun fırtınalarının dindiğini hissederdi. Orada haftanın yorgunluğunu atar ve huzur bulurdu. Balık tutmaya meraklıydı. Kendisi kadar çocukları da deniz ve balığı severdi. Bundan dolayı hafta sonları herkesi bir heyecan sarardı. Günlerden cumartesiydi. Yusuf Efendi kendi kendine: “Yine hafta sonu olmuş. Günler ne de çabuk geçiyor, ömür sayfasından bir yaprak daha gitti. Acaba bugünümüz nasıl geçecek.” dedi. İçinde sebebini bilemediği bir hüzün vardı. Sabahın erken saatleriydi, malzemeleri arabaya yerleştirdi. Çocukları Enes, Merve ve eşi, ondaki hüznü fark etmiş; fakat sebebini anlayamamışlardı. Erkenden deniz kıyısına vardılar. Güneşin doğuşunu seyrettikten sonra Enes'le beraber motoru çalıştırıp denize açıldılar. Oğluna tebessümle bakarak konuştu. - Bugün nasibimiz açık gibi görünüyor. - Evet babacığım, benim de içimde güzel şeyler olacak gibi bir his var. - Neyse yavrum, önemli olan bir şeylerle uğraşmak, bu da benim hobim, hem balık tutuyorum, hem de rahatlıyorum. Denizin dalgaları, martıların sesi ayrı bir senfoni oluşturuyordu. Bu büyülü atmosfer, onu âdeta çocuklaştırmış ve yorgunluğunu alıp götürmüştü. Vaktin bir hayli ilerlemiş olduğunu güneşin yakıcılığıyla fark ettiler. Oğluna, bir an önce ağı çekmeleri gerektiğini söyledi. Baba oğul el birliğiyle ağı çekmeye başladılar. Baba: - Oğlum, bu seferki avımız çok bereketli gözüküyor! Enes, babasının gözlerine neşeyle bakarak: - Babacığım, bunu nereden anladın? - Bu sefer ağ, bir hayli ağır geldi bana. Ağı motora çektiklerinde Enes heyecanla: - Babacığım baksana ağa büyük bir şey takılmış, dedi. Ağı iyice çekip motorun içine alan baba ve oğul, davetsiz misafirin deniz kaplumbağası olduğunu gördüler. Ağa takılan balıkları ve kaplumbağayı alıp yola koyuldular. Sessiz bir yürüyüş vardı. Bu sessizlik babanın kafasında bir plân kurmakta olduğunun işaretiydi ve oğlu bunu anlamakta gecikmemişti. O konuşmadığı zaman mutlaka bir plân yapardı. Bir müddet sessizce yürüdükten sonra, babanın yüzünde hafif bir tebessüm belirdi. Oğlu heyecanla sordu: - Babacığım bir plânın mı var? - Oğlum, bu kaplumbağa bize çok para kazandıracak! - Nasıl yani babacığım? - Oğlum ben turistik eşya satan bir yer biliyorum, onlar bu tür hayvanları alıyorlar. - Peki, onları ne yapıyorlar? - Doğrusu ne yaptıklarını ben de bilmiyorum. Ertesi gün Yusuf Efendi, kaplumbağayı arabanın bagajına koyarak doğruca yıllar önce tanıştığı turistik eşya satan adamın dükkânına gitti. Kısa bir sohbetten sonra geliş maksadını anlattı. Birlikte arabaya gidip bagajı açtılar. Kaplumbağayı görünce adamın gözleri fal taşı gibi açıldı. Ona yüksek bir fiyat vereceğini söyledi. Bu arada sohbet koyulaştı. Yusuf Efendi’nin aklına bir soru geldi. Sormadan edemedi: - Bu kaplumbağayı ne yapıyorsunuz? Adam sırıtarak: - Bunun kabuğundan beşik yapıyoruz. Genelde turistler alıyor, dedi. Yusuf Efendi bir soru daha sordu: - Efendim, kaplumbağanın kabuğunu nasıl ayırıyorsunuz? Adam: - Bundan kolay ne var, kaplumbağayı sırt üstü yatırıp bolca tuzluyoruz, birkaç gün içerisinde kendiliğinden ölüyor. Böylece sağlam bir kabuk çıkıyor, dedi. Bunları konuşurken kaplumbağadan garip sesler geldiğini fark eden Yusuf Efendi gözlerine inanamadı, o da ne! Kaplumbağa başına gelecekleri anlamış gibi, sicim sicim gözyaşı döküyordu. Aslında onu merhamete getiren gözyaşları, biz insanların ağladığı mânâda bir gözyaşı değildi. Tuzlu su içen deniz kaplumbağası kendine verilen hususî boşaltım sayesinde saf suyu vücuduna alırken, gözünün altına yerleştirilmiş tuz bezleriyle, tuzu yoğunlaştırılmış hâlde dışarı akıtıyordu. Bunu ağlama zanneden Yusuf Efendi’ye bu manzara çok dokundu. Kaplumbağanın kendini koruyucu yoğun tuz salgısı, ilâhî şefkatin bir tecellisi olarak kalbinde yumuşamaya sebep olmuştu. Almış olduğu parayı geri verdi. Ben onu satmaktan vazgeçtim, dedi. Adam şaşırdı. Ne de çok para vermişti. - Eğer az olduysa biraz daha para vereceyim. - Hayır! Bu satış imkânsız. Adam, Yusuf Efendi’nin kaplumbağayı neden satmaktan vazgeçtiğini, verdiği parayı niçin iade ettiğini bir türlü anlayamamıştı. İnsanlara olduğu kadar hayvanlara da merhamet eden Yusuf Efendi, kaplumbağaya yapılacak eziyeti ve bunda kendinin de payı olacağını düşündükçe, içi parçalanıyordu. Bir an önce bu zalimce işten kurtulmalıydı. Bunun için yapması gereken şey, kaplumbağayı yakaladığı yere götürüp denize bırakmaktı. Ev halkına haber vermeyi bile düşünmeden kaplumbağayı yakaladığı yere gitti. Kaplumbağayı denize bırakırken, anlayacakmış gibi ondan özür de diledi. Öylece bir haftadan beri devam eden sıkıntısı, kaplumbağanın deniz sularına dalmasıyla birlikte yok olup gitmişti.
-
bir Galatasaraylı olarak gecmis olsun diyorum arkadaslar....
-
cok guzel senden de bu siiri beklerdim
-
Benzetebilir miyim bir yaz gününe seni? Sen daha sevimlisin, daha sakinsin ondan. Sert rüzgarlar Mayısın narin çiçeklerini. Hırpalar ;Yaz ise pek çabuk geçer...Durmadan! Bazan, kızgın olarak,parlar gözü semanın... Bir karartıyla sık sık söner altın bakışı ; Her güzel,güzelliğini kaybeder: Tabiatın- Sebep olur da bazan bu kararsız akışı! Fakat senin ebedi yazın hiç sönmeyecek, Dönmeyecek sendeki güzellik bir yalana. Ölüm sana yaklaştı diye, öğünmeyecek: Sen eşitken ebedi mısralarla zamana Yaşadıkça insanlar, görebildikçe gözler, Seni yaşatmak için yaşayacak bu sözler
-
hic yoktan iidir kazandın
-
sevabı severim onun icin elbette bas goz etcem de ama ya ben ne olcam
-
olabildigince soguk kanlıyım bu özelligimi seviyorum... arkadaslarım bana romantik der öyleyim sanırım bu özelligimide seviyorum insanlara yardım etmeyi seviyorum ( tavsiye edilir cok farklı bi haz duyar insan ) sevgiyi, aşkı seviyorum....
-
özo cok incesin tskler
-
........yapmaktan hoşlanırsınız?
Senyour şurada cevap verdi: modernjames başlık Havadan Sudan Konular
kandırdın falla onu inat guzel bazen -
Kendine Benim Için Bir Gül Ver sensizlikle flört etmeyi sen degil sensizlik bilir sesi ses/sensizligi sensizlik bilir korkma, sana aşki ögretmeyen kendinin ellerinden tut! çok agrimiş kendinin, siyah ve ayaz kendinin hep avuttugum düşler için bana bir gül ver... * bak, palandöken daglarinda karlar erimiş teknelerde kol kola bahar sulara inmiş daglar için, sular için bana bir gül ver bir gül ver söküldügüm günler için - ve önce kendinin ellerinden tut! - * kendimin ellerinden tutunca içimden nehirler gibi akmak geliyor yollara çikmak, yolculuklara bakmak geliyor geberesiye içip salaş meyhanelerde buralardan böyle ceketsiz kaçmak geliyor tutunca kendimin ellerinden pusulasiz gemilerde yatmak yaşli ve şefkatli bir azizenin koynunda sabaha dek kipirtisiz susmak geliyor sevgilim, iyi insan, tutunca ellerimden ömrümün içinden akmak geliyor... * sessizlik sensizligi ezbere bilir sensizlik her şeyi bilir...
-
........yapmaktan hoşlanırsınız?
Senyour şurada cevap verdi: modernjames başlık Havadan Sudan Konular
bakcaz artık kim yaman -
........yapmaktan hoşlanırsınız?
Senyour şurada cevap verdi: modernjames başlık Havadan Sudan Konular
alla alla bak oynamam ha -
........yapmaktan hoşlanırsınız?
Senyour şurada cevap verdi: modernjames başlık Havadan Sudan Konular
deniyebilirim ama -
........yapmaktan hoşlanırsınız?
Senyour şurada cevap verdi: modernjames başlık Havadan Sudan Konular
ben yapcam sen yemicen aşk olsun inan inanmıyorum yiyecen -
Çanakkale'nin Unutulmaz Kahramanlarından Seyyid Onbaşı
Senyour şurada bir başlık gönderdi: Türk Tarihi
"Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi? En kesif orduların yükleniyor dördü beşi, Tepeden yol bularak geçmek için Marmara'ya Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya, ….. Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor; Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor! Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker! Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer." (Mehmed Âkif Ersoy'un Çanakkale Şehitleri şiirinden) Kasım 1914... Öldürmek hırsı bir ur gibi sarmıştı düşmanın bütün hücrelerini. Büyüdükçe büyüyordu içlerindeki Müslüman Türk düşmanlığı... Tıpkı ataları gibi, Birleşik Filo da bu düşmanlıkla besliyordu ruhunu. Seddülbahir Kalesi’nin duvarlarında sabah ezanı yankılanıyordu. Dördüncü Mehmed'den beri kim bilir kaç kez yankılanmıştı bu ilâhî seda bu duvarlarda. Güneşin taze ışıkları Birleşik Filo’nun çelik namlularında yansıdı ve ölüm, giden geceden kurtulmuşçasına yürüdü seksen altı vatan evlâdının üzerine. Alınları secdedeydi. Yürekleri Hakk ile beraber... Yıllardır tükenmeyen kin, Çanakkale Boğazı'nı seçmişti hedef olarak... Harp kopmuş gelmişti işte. Bilmiyorlardı doğan güneşin Anadolu'nun umudu olduğunu... Bilmiyorlardı giden karanlık gecenin kendi ruhları olduğunu... Anadolu çoktan vermişti kararını... Gök çökmedikçe inmeyecekti hilâl yere. Vatan sahipsiz kalmayacak namus pâyimâl olmayacaktı. Birleşik Filo’nun canavarları bilmiyorlardı Ahmetlerin Mehmetlerin ellerine kınalar yakılarak gönderildiğini peygamber ocağına. Anaların bağrındaki yangını şahadetin söndürdüğünü bilmiyorlardı. Bilmiyorlardı göz koydukları toprakların kendilerine mezar olacağını. Analar kararını vermişti. Vatanın dört bir yanından Gelibolu'ya koşan şahadete susamış kahramanların ayak sesleri ve semâda yankılanan Allah Allah nidâları kanla yazılacak bir destanın ilk mısralarını işlemeye başlamıştı bile. Benzeri görülmemiş bir saldırı ve karşısında etten bir duvar... Torunlarına ithaf edecekleri bir destanı yazıyordu şimdi cihangir ruhlu yiğitler. Hepsinin yüreğinde tek bir duygu vardı: Din, vatan ve bayrak düşman postalları altında kalmasın da varsın aksın kanımız bu topraklara… Dile kolay, yüz otuz gündür süren amansız bir çarpışma. Yedi düvel şaşkın.. bilmedikleri topraklarda bir mânâ veremedikleri savaşın içerisine giren düşman askerleri moralsiz.. umutlar her geçen an biraz daha tükeniyor. İşgal güçlerinin her bir neferinin aklını karıştıran, içini kemiren, fakat bir türlü dile getirilemeyen hezeyan bulutları, dev donanma gemilerinin ufuklarını da sarmıştı. Sorular hep aynıydı. Hani bu güç karşısında hiçbir kuvvet tutunamazdı, hani dünyanın en büyük ve en kudretli filosu işini birkaç günde hallederdi? Neden bitmiyordu bu savaş? Karşı tepelerden durmaksızın üzerlerine yağan ve kendilerine adım attırmayan bu güllelerin ardı arkası neden kesilmiyordu, bu milletin kaç askeri vardı? Ve dilden dile dolaşan, rüzgârdan daha hızlı, yıldırımlardan daha keskin denilen şu beyaz üniformalı askerler de neyin nesiydi? Kimlere karşı savaşıyorlardı. Gelibolu'da akşam oluyordu. Kül rengi bulutların arkasına saklanıp yüzünü zaten pek göstermeyen güneşin gurub etmesiyle çöken karanlık, Osmanlı topçusuna dinlenme ve ertesi güne hazırlanma imkânı veriyordu. Seyrek duyulan patlama sesleri dışında Morto Koyu'na tam bir sessizlik hâkimdi şimdi. Nöbetçilerin sayısı artırılmış kalan askerlere de istirahat emri verilmişti. Fakat vatan acı çekerken uyumak ne mümkündü. Askerlerin birçoğu Kur'an okuyor, diğerleri de onları dinliyor, zafer için Sonsuz Kudret Sahibi’nden el açıp yardım diliyorlardı. Görevli olduğu Rumeli Mecidiye Bataryası'nın üç numaralı topunun çelik gövdesine sırtını dayayıp gözlerini usulca kapayan Balıkesir Havranlı Topçu Er Koca Seyyid'in kulağında az ileride okunan Kelâmullah, gözlerinin önünde ise, sabahın ilk saatlerinde düşman gemilerinden yağan güllelerle şahadet şerbeti içen arkadaşları vardı. Her biri, tek tek gözünün önünden geçerken hemşehrisi Sabri Çavuş'un Davûdî sesinden yayılan âyete dikkat kesildi, âyet bittiğinde bütün benliğiyle 'amin' dedi. Son okunan âyet bir tebessüm bırakmıştı Koca Seyyid'in yüzünde. Okunan; Nisa Sûresi'nin; "O halde, dünya hayatına değil, âhirete tâlip ve müşteri olanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşa girer de şehit olur veya gâlip gelir gâzi olursa, her iki halde de Biz ona yarın pek büyük mükâfat vereceğiz." müjdesini veren 74. âyetiydi. Pehlivan gibiydi Seyyid. Arkadaşları ona bu yüzden 'Koca Seyyid' derlerdi. Memleketini görmeyeli kaç yıl olmuştu hatırlamıyordu. Düşman nereye saldırırsa, Koca Seyyid ve arkadaşlarını buluyordu karşısında. Bu cepheye geldiğinde bayramın ikinci günüydü. Bayram sevincini yaşayamamıştı. Çünkü, bütün millet gibi o da bayram sevincinin ne zaman yaşanacağını çok iyi biliyordu. Düşmanı kovmadan zulmü durdurmadan gülmeyi ve sevinmeyi haram kılmışlardı kendilerine. Vatanın bayramı, Seyyid'in bayramı olacaktı. Derken çocukluğu geldi aklına. Hep iyi bir asker, büyük bir komutan olmak istemişti. Çünkü doğduğunda babası kulağına Seyyid diye fısıldamıştı. Seyyid, lider demekti, önder demekti. Ardından gelen serdengeçtilerle beraber düğüne gider gibi savaşa gidebilmekti onun çocukluk hayalleri. Bir de Peygamber soyundan gelenlere deniyordu Seyyid. Öyle olmayı ne kadar çok isterdi. Zira meftûndu Koca Seyyid hem Efendisine, hem de onun Ehl-i Beyt'ine. Hazreti Ali (ra) Hayber'de savaşın kızıştığı bir hengamede elinden kalkanı düştüğünde kalenin kapısını asılmış ve onu yerinden sökerek kalkan gibi kullanmıştı. Kapıyı bıraktığında da yedi kişi kaldıramamıştı. Bu yüzden Hazreti Ali'ye (ra) ayrı bir hayranlığı vardı. Bu düşüncelerle kapadı gözlerini Koca Seyyid. Kim bilir belki o gece rüyasında yedi kişinin kaldıramadığı kapıyı yerinden sökerken Hazreti Ali'yi gördü. İçine işleyen bir sesle açtı gözlerini Koca Seyyid. Şafakla beraber Saba makamında bir ezan yayılıyordu Morto Koyu'na. Namazdan sonra hummalı bir hazırlık başladı Türk karargâhında. Artık işgal donanmasının beli kırılmalı, bu vatanın mahşere kadar İslâm yurdu olarak kalacağı, onlara anladıkları dille anlatılmalıydı. Koca Seyyid'in yıllar önce hafızasına aldığı bir söz, imandan gelen hürriyetin, zillete düşmemeyi emrettiğini söylüyordu. Müslüman zillet içinde yaşayamazdı. "İnandık, iman ettik." dedikleri yüce dinin özünde vardı hürriyet. Yeni yetmelik yıllarında, köyünde katıldığı bir sohbet meclisinde öyle dememiş miydi rahle-i tedrisine diz çöktüğü hocası: "Hürriyet, Cenab-ı Allah'ın Rahmân ve Rahîm isimlerinin bir ihsanı, imanın da bir hassasıdır." O sabah, her biri "Bismillah!" denilerek haznelere yerleştirilmiş güllelerin ağır bombardımanıyla sarsıldı düşman gemileri. Birleşik Donanma'nın da vakit kaybetmeksizin başlattığı karşı saldırıyla Çanakkale Boğazı, tarihin en kanlı günlerinden birisine daha tanıklık etmeye başlamıştı. Denizler ötesinden Boğaz'a gelmiş olan dev filo, ölümüne korunan bu geçidi aşarsa, çok geçmeden Osmanlı'nın payitahtı da düşecek ve vatan topraklarının işgalinin yolu açılacaktı. Osmanlı topçusu bunun farkındaydı. Ve bu şuurla da her mermiyi Allah'ın adıyla gönderiyorlardı düşman üzerine. Savaşın yoğun olarak yaşandığı bir anda kendi mevzilerine doğru gelmekte olan bir karaltı gördü Seyyid. Kalb atışları hızlandı kendi bataryasına verilen kesin emri düşündü ve ürperdi, 'Allah'ım sen vatanımızı ve milletimizi koru' diye dua etti. Düşman gemisinden bataryalara doğru yollanan dev gülle iyice yaklaşmıştı. Son anda toparlandı ve 'Herkes siper alsın!' diye, canhıraş bir feryat kopardı. Havada ıslık çalarak gelen top mermisi Mecidiye Bataryası'nda görevli askerlerin girdiği siperlerin tam ortasına düştü. Müthiş bir patlamayla sarsıldı ayaklarının altındaki toprak. Şarapnel parçaları havada uçuyor, patlamayla oluşan mantar görünümlü toz ve alev bulutu, gözleri göremez hale getiriyordu. Seyyid yattığı siperden sendeleyerek kalktı. Adım atmaya çalışırken birden yere yığıldı. Sol ayağı yok gibiydi. Kalkmak için tekrar davrandı. Bu arada gözü yerde duran top namlularını temizlemek için kullandıkları harbi demirine takıldı. Vücudunu birkaç metre sürükleyerek demir çubuğu yerden aldı. Elindeki çubuğa dayanarak daha kolay yürüyebiliyordu. Toz bulutunun içerisinde arkadaşlarını arıyor; fakat kimseyi bulamıyordu. Her şey kesif duman ortadan kalkmaya başlayınca anlaşıldı. Arkadaşlarının hepsi şehit olmuştu. Seyyid olduğu yere yığıldı kaldı. Allah'ım bu nasıl bir acıydı. Ne yapacağını bilemiyordu. Bataryada, dev gülle düştüğü anda sığınakta telefonla konuşmakta olan Yüzbaşı Hilmi Bey ile Niğdeli Ali'den başka sağ kalan olmamıştı. Gözpınarlarında biriken hüzün tomurcukları, "Allah'tan geldik ve dönüş yine Ona’dır." lâfz-ı celilesini tekrarlaya tekrarlaya toprağa düşerken, Seyyid'in gözleri Boğaz'a kaydı. Gördüğü manzara karşısında dondu kaldı. Evet yanlış görmüyordu. Topların susmasından istifade eden büyük bir gemi Boğaz’ı geçmek üzere tam hızla yol alıyordu. Boğaz'ın serin sularını yararak ilerleyen bu gemi, İngilizlerin en büyük savaş gemilerinden ve medâr-ı iftiharlarından olan Ocean'dan başkası değildi. Eğer bu gemi düşünüleni yapabilirse, Çanakkale geçilebilir bir boğaz haline gelecek, düşmanın mâneviyatı artacaktı. Bunun bedeli çok ağır olurdu. Acilen bir şeyler yapmalıydı. Yalnızca üç kişiydiler ve ellerinde bir tek top kalmıştı. O topun da mermiyi kaldırmaya yarayan vinci parçalanmıştı. Yüzbaşı Hilmi Bey yardım getirmek için rüzgâr gibi uçtu tepelerin ardına doğru. Fakat zamanı daralmıştı. Düşman gemisi hiçbir mukavemetle karşılaşmadan ilerliyordu Marmara'ya doğru. Koca Seyyid'in zihninde şimşekler çaktı, gözleri parladı. Allah'ın kendi yolunda cihat edenlere sonsuz yardım edeceğine ve büyük ecir vereceğine imanı tamdı. İçinden gelen bir güçle gayr-i ihtiyari mermilere doğru ilerledi. Mermilerin yanına geldiğinde "Allah'ım bana güç ver!" diye içten dua ederek eğildi mermiyi kaldırmak için. Mermi tam 276 kiloydu. Yüksek sesle tekrarladığı ‘Allahu ekber’ sesleri eşliğinde ve yanındaki arkadaşı Niğdeli Ali'nin şaşkın bakışları arasında altından kavradı, kendisinden neredeyse dört misli daha ağır olan gülleyi. 'Bismillah' diyerek kaldırdığı mermiyi büyük bir dikkatle hazneye yerleştirdi ve İngilizlerin kibir âbidesine doğru ateşledi. Ardından bir mermi daha ve nihayet üçüncüsü... tam kalbinden vurmuştu hedefini. Ağır bir yara almıştı dev gemi. Allahu ekber sesleri yankılanıyordu semâdan. Seyyid dizlerin üzerinde oturup hamdetti Rabb'ine ve ardından secdeye kapandı. Ağlıyordu şimdi, yüreği dağlardan daha büyük şanlı asker. Aldığı ölümcül yaralarla batmaya başlayan zırhlı, denizde oluşturduğu türbülânsla işgal devletlerinin hayallerini de götürüyordu Boğaz'ın derinliklerine. O gün Çanakkale'de bir tarih yazıldı. Daha önce Malazgirt'te, Kosova'da, İstanbul önlerinde ve Preveze'de olduğu gibi... Zamanlar faklıydı, savaşlar farklıydı, kahramanlar farklıydı; fakat bütün bu zaferlere imza atanlar hep aynı milletin evlâtlarıydı. Mekânın cennet olsun büyük kahraman... Yahya KÜREKÇİ -
Bahardı. Irak’ın içlerine uzanan İpek Yolu’nun sağlı-sollu yeşilliğinin arasında rüzgârda sallanan gelincikler arasında içim titriyordu. Mazıdağı’na sapan kavşakta üç yüzün üzerinde arabanın dizildiği konvoya bakıp duruyordum. Bir buğday tarlasının içinde ben, elimde birkaç gelincik, saçlarımda oynaşan rüzgâr ve bine yakın insan… Bu diriliş mevsiminde, on beş yıl önce bu topraklardan kopartılan dedemin cenazesini bekliyorduk. Hayatın orta yerinde bir ölüm vesilesiyle toplanmıştık. Daha dün sabah İstanbul’daydım. Çocukluğumun kahramanı, hayatıma ve binlercesinin hayatına giren dedemin vefat haberiyle birkaç saat sonra Diyarbakır’a inmiş, bu sabah da buraya gelmiştim. Yıllardır görmediğim insanlar, tanıdığım-tanımadığım yüzlerce insanın içinde dedemin cenazesini bekliyordum. On beş yıldır buralarda olmayan, uzaklarda ölen bir insanın vefat haberiyle buralara kadar gelmiş yüzlerce insan ve üç yüz arabalık bir konvoyla birlikte… Cenazenin geçtiği yerlerde ölenin kimliğini öğrenen insanlar arabalarına atlayıp konvoya katılmıştı. Bu vesileyle, doğduğum köy ilk defa bu kadar insan görüyordu. Köyün öğretmeni haklı olarak soruyordu: Kim bu adam, nasıl bir hikâyenin sahibi, ne yaşadı ki bu kadar insanı buraya toplayabildi? O bahar sabahında, gelinciklerin içinde, o kadar insan arasında düşünüp durdum ben de. Dedemin sırrına yeniden eğildim: Bu kadar insan neden ve niçin ona, cenazesine yürümüştü? Hayır dedem bir parti başkanı, milletvekili veya bildik mânâda bir ağa değildi. O coğrafyanın şartları içinde tökezleyip düşen insanların elinden tuttuğunu, neredeyse hayatının hep böyle geçtiğini biliyorum. Evet öyle! O hep insanlara yürüdü, insanların hayatına karıştı. İyi bir şey olarak girdi hayatlara. Okul yüzü görmemiş bir adam, coğrafyanın kültürel kodlarını çözmüş bir bilge olarak yüzyıllık kavgaları bitirdi, tarafları barıştırdı, sevdiğini kaçıran delikanlıların davalarını halletti. Hemen her gün misafirleri oldu, kapısını çalan her kimse onun arkasına düşüp gitti. Birilerini memnun etmiş olarak döndü evine, acı kahvesini sevinçlerin üzerine içti. Odasında geçirdiğim gecelerin sabahı şimdilerde bana bir masalın parçası gibi geliyor. Namazdan sonra kılıfından çıkarıp rahleye koyduğu ve seslice okumaya başladığı Kur’ân âyetleri, yakındaki çeşmenin sesine karışıyordu. Çocukluğumun kahramanından bahsediyorum. Hemen her gün misafiri gelen, bir problemi çözmek üzere götürülen dedemi, Hacı Mustafa Dağlı’yı anlatıyorum. Zor bir kültürün, dahası zor bir coğrafyanın şartları içinde hayata müdahale ederek, insanın iç kırıklarını tamir ederek dağ gibi büyümüş bu adamın cenazesine bu yüzden yüzlerce insan katılmıştı. Katılmıştı çünkü, daha önceleri dedem girmişti bu insanların hayatına. Dedemin kendilerine sokuluşuyla, kendilerini dedeme açmalarıyla hayatları değişmişti. Yıllar sonra bu vesileyle döndüğüm köyde, babamın da yattığı o köy mezarında dağ gibi büyük adamlar üzerinde düşünürken bir devrin de yavaştan kapandığını hissettim. Dedeme benzer insanların artık müdahale etmediği bir hayat yaşanıyor. Kimse kimseye yürümüyor şimdilerde. Ne yürünecek isimler kaldı, ne de insanlara yürüyerek büyüyen insanlar. Kabuklarına çekildi insanlar. Kendi üzerlerine kapanarak küçülen, küçüldükçe yoksullaşan insanların hayatında da hikâyeler kalmadı. Üzerinde düşünülmüş ve iyi yaşanmış bir hayat mânâ kazanır ve gelecek nesillere misâl olabilecek hikâyeler doğurur. Mevlâna’yı düşünün. Yunus Emre’yi, bu coğrafyaya asîl bir ruh çalan ârifleri… Bir dergâhın kapısında yaşanan kırk yılları, erbainleri… Bediüzzaman’ın hikâyesine bakın. Barla’ya, Afyon’a, Denizli’ye, Eskişehir’e… Bediüzzaman’ın, sürüldüğü o kuytu yerlerde, hayata taşınan ne kadar da diriltici söz/hakikat olduğunu göreceksiniz. Kaç insanın hayatına girdiğini, girdiği hayatlarda nasıl iyileşmeye vesile olduğunu, kendisine yürüyenlerin nasıl da büyüdüğünü, bütün engellere rağmen sesinin nasıl gürleştiğini, Sözler’in söz olmaktan çıkıp bir hayata dönüştüğünü... Yüzünü Barla’ya çevirip yola koyulan kavruk yüzleri, Barla’da aydınlanmış kalblerde birikmiş sözlerin kâğıda oradan da başka gönüllere taşınmalarını hatırlayın! Lahikaların birer hikâye antolojisi olduğunu fark edeceksiniz. Bu hikâyelerden her birinin bize bir ders olduğunu ve ne kadar da çok problemi çözdüğünü… Evet, büyük isimler birer dağ gibidir. Ancak binbir zahmetle kendilerine yürüyenlere sırlarını açarlar. Bunun için bu dağlara doğru yürümek, yamaçlarına yanaşıp diz çökmek, sonra zirveyi göze alarak tırmanmaya koyulmak gerekiyor. Çetin bir iştir bu! Yorulmak kaçınılmazdır. Oysa bu çağın çocukları hıza tutkunlar. Her şeyin hızlıca olmasını isterler. Hızla koşmak, çok çabuk varmak, hemencecik sahip olmak… Sabır, bu çağın ruhundan düşmek üzere. Zamane çocukları için sadece lûgatlarda karşılığı olan bir kelimedir sabır. Bir de bu isimlere gitmek, onlara kalbleri açmak, beraberinde bir dönüşümü getiriyor. Onlara giden eskisi gibi kalmıyor. Bir milat oluyor bu isimleri tanımak. Yanlarına düştünüz mü, ışıkları altında kalıyorsunuz. Boşluklarınız, eksiklikleriniz sırıtıveriyor hemen. Onlarla dolmaya başlıyorsunuz, kendinizden boşalıp onlara dönüşüyorsunuz. Oysa bu çağ hastalıklı bir ‘ben’in istilâsı altında, daha çok ‘ben’e sarılıyor. ‘Ben’ şişirmek, bir numara olmak, en büyüğüne oynamak, herkesin omzuna basarak öne çıkmak bu çağın vazgeçilmezi. İnsanlara, ‘İçinizdeki devi uyandırın!’ diyorlar. Sanki herkesten birer dev olmaları, dev olup küçükleri yutmaları bekleniyor. İnsanlar da, o kadar büyüyünce; güçlü, çok güçlü olunca, üzerlerinde güçlerini deneyecekleri ‘küçük’ insanlar arıyorlar. Kimsenin kendinden çıkmak ve ‘ego’sunu aşmak gibi bir niyeti yok. İnsan kendi üzerine kapandı. Böylelikle kendini boğdu. Büyüyen ‘ben’iyle birlikte küçüldü. Küçüldükçe daha az hayatı oldu. Az ve küçük hayatı büyük mânâlar taşıyan sözleri kaldıramaz hâle geldi. Küçük hayatların küçük sözleri arasında kaldık. Çapları ve hayatları küçük adamların ülkesinde büyük adamlara sürgünlük düştü. Uzaklara gitmek… Çok az büyük şey kaldı şimdilerde. Bunları bulmak için daha büyük çabalar gerekiyor. Yine yollara düşmek, uzaklara yazılmak… Hayata bir ışık gibi düşen, içimizi genişleten, bizi hayatın hakiki mânâsına çağıran, hayatımıza ‘değer’ katan söz sahibi insanlara yürümeliyiz. Gidip kapılarına varmalıyız. Kalblerimizi açmalıyız onlara. Hayatımızda kendilerine yer açmalıyız. Örnek hayatlarıyla hayatımızı ‘oya’lamalıyız. Dememiz o ki, küçük adamların kıyısından ve hayatlarından firâr vaktidir. Yeniden dağlara yürümenin, bu yürüyüşte küçük sözlerden soyunarak büyük hayatlar edinmenin, yazılacak ve anlatılacak hikâyeler yaşamanın zamanıdır. Nihat DAĞLI
-
Dr. Selim AYDIN Bilme hâdisesi, esas olarak, bilen kişi (özne), bilinen şey (bilgi) ve bilgi edinme işlemi olmak üzere üç unsurdan oluşur. Bilgi, tabiatı gereği sınıflandırıldığında, nesnel (objektif veya müşahhas) ve soyut (mücerret), fizik" ve metafizik", madd" ve ruh" gibi çeşitli alt gruplara ayrılabilmektedir. Her bir bilgi çeşidinin kendine has öğrenilme yolları vardır. Bu noktadan, hangi bilgi çeşidine talipseniz onun metotlarını kullanarak o bilgiyi öğrenebilirsiniz. Meselâ, "bilimsel bilgi"yi arayan kişi, kendini objektif, fizik" bilgiyle sınırlamıştır ve illiyet (sebep-netice) mekanizmalarını çözmek zorundadır. Ayrıca edindiği bilgileri, şüphe süzgecinden geçirmelidir. Aynı şekilde din" bilgileri kazanmaya talip olan kimse, inancının temel özelliklerini taklitten ziyade tahk"ke (araştırmaya) dayalı olarak akıl ve mantığın süzgecinden geçirerek öğrenmeli ve birinci derecedeki kaynakları inceleyerek bilginin doğruluğunu kontrol etmelidir. Din" bilgi; müşahede ve tecrübeden ziyade, inanmaya, aklın ve mantığın prensipleriyle tartmaya dayalı olarak öğrenilen bilgidir, fakat bu husus, gözlem ve deney yapmaya da engel değildir. Başka bir açıdan bilgi, bilinmeyen, bilinemez ve bilinebilir olmak üzere üç alt grup altında incelenebilir. Bu sınıflamada esas alınan kriter, insanın sahip olduğu bilgi edinme ve öğrenme vasıtaları ile kazanılmak istenen bilgi çeşididir. Bir de insana ait olmayan, Allah'ın sahip olduğu bilgi vardır ki, insanoğlu bu bilgiden ancak, peygamberler ve semav" kitaplar vasıtasıyla nasiplenebilmektedir. Bu bilgilerin bir çoğunun anlamı mutlak olduğundan, bunların doğru anlaşılabilmesi de ancak belli bir eğitim ve öğretim neticesinde mümkün olmaktadır. "Bilgi çağı" dediğimiz günümüzde, farklı düşünceye sahip kişiler arasında sağlıklı bir iletişim ancak; hangi bilgi çeşidinden bahsedildiği ve o bilginin uygun usullerle nasıl kazanıldığının farkında olunmasıyla mümkün olacaktır. Bilhassa son birkaç asırdır, ideolojik gruplar, "bilimsel bilgi" ile "din" ve ahlâk" bilgi"yi karşı karşıya getirmeye çalışmışlar ve birbirlerine zıt oldukları intibaını vermişlerdir. Bu grupların, bilimin metotlarıyla bilinmeyen, ama başka metotlarla bilinebilir olan, veya asla bilinemez olan bilgi çeşitleri arasındaki farkı ve sınırları kavramaları gerekmektedir. Bilgideki çeşitlilik, gerçekte biri diğerinin tamamlayıcısı iken, çatışmacı bir bakış açısıyla birbirlerinin düşmanı gibi algılanmaktadır. Aslında, tabiattaki çeşitlilik de, "farklılıkların bütünlüğü ve birliği" prensibini bizlere öğretmektedir. Sadece bu anlayış sayesinde, farklı bilgilere sahip kesimler arasında anlaşma ve barış sağlanabilecektir. Daha açık bir şekilde ifade edecek olursak, "bilimsel bilgi" ile din" (inanç) bilgi, farklı bilgi çeşitleri olup bunlar farklı metotlarla elde edilebilirler ve bu iki bilgi, insan hayatında anlamlı bir bütün oluşturur. Burada kritik olan husus, farklı iki metotla elde edilen bu bilgilerin günlük hayatta sağlıklı bir sentezinin yapılabilmesidir. Bilinemez şeylerin neler olduğu ve sınırları, gerçekte felsefe ve epistemolojinin konusu olup, bu konularda filozoflar kendi aralarında tartışmaktadırlar. "Bilinmeyen" ve "Bilinemez" Problemi Modern bilimdeki*, bilinmeyen ve bilinemez kavramlarının mânâsı nedir? Ve bunlar arasındaki sınırı belirleyebilir miyiz? Mantık bilimiyle uğraşan Kurt Godel'in 1931 yılında, bilimin iletişim dili olan temel matematikle asla ispatlanamayacak veya çürütülemeyecek önerme ve kabullenmelerin (belirsizlik teoremi) var olduğunu göstermesi, bilim dünyasında şok etkisi yapmıştı. 1980'li yıllarda İngiliz matematikçi Turing ise, Turing makinesi olarak bilinen bir bilgisayarda, belli bir soyut problemin doğru cevabının önceden verilemeyeceğini ispatlamıştı. Acaba bu iki tespit, bize bilimde bilinemezlerin yeri ve derecesi konusunda birşeyler söylemekte midir? Matematikten yola çıkarak onun tespitlerini bütün bilimlere uygulamak ne ölçüde doğrudur? Amerika'daki Alfred P. Sloan Foundation isimli kuruluşun başkanı Ralph Gomory, bilimi üç alt parçaya bölerek daha iyi anlayabileceğimizi belirtir. Bilim dünyasında bilinenler, bilinmeyenler ve bilinemezler vardır. Okullarda ve üniversitelerde öğretilenler, bilimin bilinenler kısmını oluşturur. Bunlar aynı zamanda bilim müzelerinde ve sergilerinde gösterilen bilgiler olup, nelerin başarıldığının bir özetidir. Bilim adamları ve araştırmacılar ise bilinmeyeni araştırıp, onu bilinebilir kılmanın heyecanını duyarlar. Gomory'e göre bir gün bilimde şu an için bilinmeyen şeylerin bir kısmı, bilinebilir hâle gelebilir. Ancak bilinemez olanlar ise asla hiçbir zaman bilinemeyecektir. İşte bilimin sınırını, bilinmeyen ile bilinemez arasındaki ince çizgiler belirler. Bazılarına göre, bu sınırlar çok katı olup, önceden belirlenmiştir ve asla değişemez. Bazılarına göre ise, bilim ve dinin sınırları gibi, bu sınırlar izaf" olup, değişebilir ve genişleyebilir. Bu konuda açık ve esnek görüşlü olup, bilinmeyen ve bilinemez arasında veya bilim ile din arasında çok kesin ve katı sınırlar oluşturmamak lâzımdır. Bugün cevabı bilinmeyen ama gelecekte bilinebilir olan sorular vardır. Yeryüzü sisteminin dinamik işleyişi modellenebilir ve bu meyanda zelzelelerin tahmin edilemez yapısı anlaşılabilir mi? İnsanlığın yaptığı üretim ve tüketim faaliyetlerinin yerkürede yapabileceği cidd" değişiklikler neler olabilir ve bu nasıl önlenebilir? Başka gezegenlerde akıllı yaratıklar var mıdır? Varsa onlarla nasıl ve ne şekilde irtibat kurulabilir? İnsanda şuur gelişimi nasıl ortaya çıkmaktadır ve hür iradenin beyindeki fizik"-kimyev" hâdiselerle münasebeti nedir? Ekonomiyi, kaosa götürmeden belli bir nizam ve sistem içinde sürdürülebilir kılmanın kaideleri nelerdir? Bu soruların hangilerinin cevabının bilinemez olduğunu önceden ispatlayabilir miyiz? Joseph Traub'a göre, Godel'in teoremi, matematiğin gücünü sınırlar. Belli bilimsel soruların cevaplanamaz olduğu konusunda herhangi bir şey söylemez. Ayrıca bilimde belli soruların cevaplanamaz olmasını belirleyen bazı hususların var olduğuna inanır. Birincisi: Arkeolojide, tarihte ve dillerin ortaya çıkışında, verilerin yetersiz olması. İkincisi: Bazı hâdiselerin birlikte, eş zamanlı olarak ortaya çıkması veya bulunması sonucunda bunları ayırt edemeyişimiz, belli olayları açıklamayı zorlaştırmaktadır. Örnek olarak, hayatın ilk ortaya çıkışında bir çok hâdisenin birlikte eş zamanlı olarak ortaya çıkması ve bunlar arasında sebep sonuç münasebetinin ayrıştırılamaması verilebilir. Üçüncüsü: Kaynakların ve metotların yetersizliği. Meselâ bugün var olan çeşitli teorilerin hangisinin doğru ve geçerli olduğuna dair yapılacak deneyler için, enerji ve kaynak yetersizliği veya metot, deney hazırlamanın yetersizliği örnek olarak gösterilebilir. Bu noktadan bir şeyin bilinemez olduğunu belirtirken çok dikkatli olmalıyız. En azından gerekçelerini doğru şekilde ortaya koymadan bir şeyin bilinemez ve cevaplanamaz olduğunu iddia etmek bilimsel gelişmelerin ve ilerlemenin önünü tıkamak olabilir. Öte yandan bir çok bilim adamı ise bunun tam tersine, bilimin cevaplayamayacağı, bilinemezler âleminin varlığını reddetme eğiliminde olup, bilimin gerçekte bilinebilir olan âlemi anlama ve çözümleme gayreti olduğunu kabul eder. Bilimdeki Gerçeğin Farklı Boyutları Amerika'daki seçkin dâhilerin istihdam edildiği ve 21. yüzyıl üniversite modelinin prototipinin şekillendirildiği Santa Fe Enstitüsü'nde değişik branşlardan bilim adamları, kendi alanlarında bilinmeyen ve bilinemezler arasındaki sınırları çizebilmek için belli aralıklarla toplantılar yapmaktadırlar. Bu kişiler bilimde gerçeğin veya realitenin beş ayrı boyutu olduğunu vurgulamaktadırlar. Bunlar fizik" ve objektif âlemin gerçekliği, bu gerçekliğin matematik modellerine dayalı gerçeklik, bu modellere dayalı olarak üretilen bilimsel bilgilerin ve yorumların tasvirine dayalı olarak üretilmiş ve yorumlanmış gerçeklik, bilgisayar ortamında üretilen siber (sanal) gerçeklik, bilgisayar ortamında yapılan simulasyonlara (taklit benzetmelere) dayalı olarak üretilen gerçeklik. Bu, bize gerçek ile gerçeğin modellerinin farklı olduğunu söyler. Bazı araştırmacılar ise birisi fizik" dünya veya tabiat, diğeri de bilgisayar olmak üzere sadece iki gerçek dünyanın olduğunu kabul ederek, her iki dünyanın da ayrı ayrı modellenmesinin söz konusu olduğunu belirtirler. Bu noktadan bilimde bilinmeyen ve bilinemez arasındaki sınırı oluştururken, hangi gerçekliği veya modeli kullanacağımız önemli olmaktadır. Bu ayırımları aşağıdaki örnek üzerinde akla yakınlaştıralım. Bütün canlılar, proteinlerden yapılmıştır. Bu proteinlerin, fonksiyonel olabilmeleri için üç boyutlu yapı şeklinde katlanmaları gerekir. Bu katlanmanın muhtemel şekillerinden bir veya bir kaçı fonksiyonel iken diğerleri mânâsız katlanmalar kümesini oluşturur. Canlı sistemlerde sentezlenen bir proteinin doğru şekilde katlanması milisaniyeler içinde gerçekleşir. Bugün en süper bilgisayarları kullansak da protein katlanması olayını bilgisayar ortamında taklit edemiyoruz. Bilgisayar ortamında kullanılan teori ve algoritmalar yetersiz olduğundan, model ve gerçek arasında uyumsuzluk söz konusudur. Bunun temel sebebi ise, canlı sistemde, aminoasitlerin sırasının, doğru katlanmayı kolayca gerçekleştirebilecek şekilde seçilmiş olmalarıdır. Bilgisayar ortamında ise biz bu seçimi nasıl modelleyebileceğimiz konusunda yetersiz bilgiye sahibiz. Çünkü gerçek ile gerçeği algılama ve zihinde oluşturma olayı bire bir örtüşmemektedir. Bu konuda geçmişte Niels Bohr, felsef" tartışmalara bir açılım kazandırabilmek için "ben gerçeği anlayamam ancak onu tahmin edebilecek bir matematik" model geliştirebilirim" diyerek, yapılabilecek olanı özetlemiştir. A. Einstein ise, matematik modellere dayalı teorilerin tanımlayabileceği bir gerçeklik olduğuna inanmıştır. Bugün ise benzer" tartışma bilim dünyasında Bohr'un görüşlerini savunan Stephen Hawking ile Einstein'ın fikirlerini savunan Roger Penrose arasında devam etmektedir. Bilimin Sonu mu? Bilimin sonu geldi diyenlerin temel dayanakları, kâinatın fizik" gerçekliğine dair temel keşiflerin yapıldığı iddiasıdır. Onlara göre, bundan sonra geriye onun muhtevasını doldurmak kaldı. Meselâ atom altı parçacıklar bulundu. Canlılığı kodlayan moleküller bulundu ve bununla genler tespit edilmeye başlandı. Uzay teknolojisini mümkün kılan temel teoriler geliştirildi. Belki bundan sonra temel buluşlar yerine daha çok teknolojik ürünler geliştirilecektir. Ayrıca bilime bu kadar para ve destek olunmasına rağmen bilim tek başına insanlığın problemlerini çözemedi ve kan dökülmesine mâni olamadı. O hâlde bundan sonra paralar daha çok, insanı tanımaya ve onun refah ve huzurunu sağlayabilecek bilimlere (sosyal bilimler, din" ve ahlâk" bilimler) yatırılmalıdır. Ayrıca tek başına bilimsel bilgi her şey demek değildir. Bilimin bulgularının insan" ölçüler içinde insanlığın yararı doğrultusunda kullanılabilmesi için ahlâk" ve din" bilgi çeşitlerine de ihtiyacımız olduğu ortaya çıkmıştır. Bugün Batı'da etik dersleri, üniversitelerde mecburi dersler hâline gelmiş bulunmaktadır. Daha müşahhas, cevaplanabilir ve fayda değeri yüksek sorular üzerine araştırmaların yoğunlaştırılmasının gerekli olduğuna inanan bilim adamları da vardır. Diğer yandan ise, "hayır, bilimin sonuna gelinmedi, daha yapılacak ve bulunacak çok şey var" diyenler de var. Bu kişiler ise, bilimin kabul ettiği metotlar aracılığıyla keşfettiklerinin henüz çok az olduğunu, bilimlerin kendi aralarında ve sosyal bilimlerle çaprazlanmasıyla yeni interdisipliner araştırma alanlarının ortaya çıktığına dikkat çekmektedirler. Ayrıca, şimdiye kadar yapılan keşiflerin temelde indirgemeci bilim anlayışıyla gerçekleştiğini bundan sonra bilimde hâkim paradigmanın, sistemci düşünme olacağını ve her şeyin bir bütün hâlinde ağ tabanlı etkileşimlerinin araştırılacağını ve bunun bizim kâinat ve bilim anlayışımızda çok farklı pencereler açacağını vurgulamaktadırlar. Şimdiye kadar, parçaların bilgisi üzerine yoğunlaşan bilim dallarının bundan sonra sistemlerin ve karşılıklı münasebetlerin tabiatını anlama üzerine yoğunlaşacağı belirtilmektedir. *) Burada bahsedilen modern bilim; gözlem, deney matematik" modelleme ve açıklama yoluyla kâinattan elde edilebilen bilimsel bilgi anlamında olup, din" ilimleri ve bilgileri içine almamaktadır.
-
........yapmaktan hoşlanırsınız?
Senyour şurada cevap verdi: modernjames başlık Havadan Sudan Konular
çiköfte yaparken arkadaslarımla turku soylemekten hoslanırım -
bana zed ya da esmer derler zedo dedilermi deli olurum
-
Irakta Kurulacak Kürt Devleti ne denli gerekli
Senyour şurada cevap verdi: Asfalt başlık Politika Bilimi
ya asılında her ne kadar kabul etmesekte kuruldu... barzani bunu bilmeli;turkiyeyle ii gecinmeli her ne kadar istemesede mecbur belki bilirsiniz bu donem k.ıraka yapılan turk yatırımı 5 milyar dolar ve turk sirketleri 3bin civarında... şiilerle hasımlar sunni araplarlada oyle... bi diger konu ise demecleri evet abd simdi cıkmassa bile ıraktan cıkcak yanlız kalacak ve turkiyeye mecbur bunu ii bilmeli barzani... -
buda guzel....