Senyour tarafından postalanan herşey
-
....::SeRbEsT kÜrSü::....
Hey İnsanlar Sizin her türlünüzü Seviyorum Dindar Dindar olmayan Dine inanmayan Her ne inancaınız olursa olsun Sevilmeyi hakediyorsunuz İnsansıznız çünkü Ten renginiz umrumda diil Kim oldugunuz da Dedim ya İnsansınız eywallah... Sayenizde kendimi buldum Sayenizde Sevdigimi (Allah'ı)buldum... Hepinizden bisey ögrendim Büyüttünüz hepiniz beni Kendim büyümedim Dedim ya Sizi seviyorum sevilmeyi hakediyorsunuz Dedim ya İnsansınız yetiyor bana....
-
Evlatların Değeri...
Bakın aynısını bende sizin icin diyebilirim.... Bakın sizin şahsınız icin demiyorum ama islamı eleştirirken dozunu kacırıyorlar Aşağlanmaya kadar gidiyor bakın Benim icin ve müslümanım diyenlerin Kutsalına hakaret edilirse bir kere diyalog yolu tıkanır ve herkes kendi icine kapanmaya başlar... hakaret etmek cok farklı eleştirmek cok farklı bunun dozunu ayarlamak lazım.... Bakın müslümanlardan neden bukadar korkuluyor anlamadım bence paronayakca bırakın dinlerini yaşasınlar bakın türkiyede Müslümanlar haric Farklı dinlere mensup olanlar enazından müslümanlardan daha özgürce ibadetlerini yapabiliyorlar(tabi ne kadar özgürler o da tartışılır...) kendi dinlerini ögrenmek icin enazından yaasdışı kurumlara gitmiyorlar.... Sadece Konuşurken ya da tartışırken kimsenin kutsalına hakaret etmemeye dikkat etmeli mesela ben ''Atatürkü hic sevmiyorum desem katilin tekiydi desem''burda direk bana bölücü diyebilirler ve hicbir sekilde Atatürkü seven arkdaşlarla diyalog kuramam... tartışmalar alıp başını gider ve daha da önemlisi kalpler kırılmaya başlar ki ozaman yok olmak kacınılmaz olur....
-
Müslüman ülkeleri askerî yönetimler geriletti
Siyaset furuattır, bizde Hıristiyanlığın kutsal devleti yoktur. Saldırılar karşısında güç ön plana çıkıp aklı geriye itti Kur’an-ı Kerim, cihad ve terörü ayrı kavramlar olarak ele alıp net çizgilerle ayırıyor. Muhammed İmara, 1931 Mısır doğumlu bir İslam âlimi. İslam’da yönetim üzerine doktorası bulunan Prof. Dr. İmara, Arapçılık meselesi üzerine de kafa yormuş. İslam’da siyasi, idari yapı ve genel politik-siyasi hususlar üzerine fikirler ortaya koyan İmara, İslam coğrafyasında iyi tanınıyor. 200’e yakın eseri bulunan Prof. Dr. İmara’nın Adalet Öğretisinde İnsan Olma Hakkı, Küreselleşme ve Kimlik Problemi, Müslümanların Hıristiyanlaştırılması, İslam ve İnsan Hakları gibi bazı kitapları da Türkçeye kazandırılmış. Türkiye’de soyadı zaman zaman Umara olarak yanlış yazılan İslam filozofu ayrıca, Arapça olarak Türkiye ve Mısır’da basılıp Mısır, Cezayir, Fas ve Ürdün’e dağıtılan Hira dergisinde de yazılar yazıyor. Geçtiğimiz günlerde Türkiye’yi ziyaret eden İmara ile İslam coğrafyasının meselelerini, İslam ve terör kelimelerinin arasına kalın bir çizgi çekmek için yapılması gerekenleri ve Fethullah Gülen Hocaefendi’nin İslami hizmet anlayışını konuştuk. -14 yüzyıllık İslam dünyası, bunun 10 yüzyılında dünyaya hâkim olmuş. Bu sizin de görüşünüz aynı zamanda. Bugün ne oldu da İslam dünyası bu noktaya geriledi? Doğru, İslam medeniyeti, dediğiniz şekilde 10 asır birinci derecede İslam dünyasını temsil etti. Medeniyet dediğiniz olgu kompleks bir olgu. Bir anda ortaya çıkmaz. Aşama aşama ortaya çıkar. Gerileme dediğimiz şey de aynı şekilde kompleks bir olaydır; yine aşama aşama gerçekleşir. Tabii bu geri kalmanın pek çok sebebi var. Ama öncelikle dışarıdan gelen saldırılar, ki bunlar bizleri zayıflattı belli bir zaman sonra. Mesela Haçlı Seferleri, ilk başladığında 200 yıl aralıksız devam etti. Daha sonra Moğol istilası Haçlı Seferleri ile beraber gelmeye başladı İslam dünyasının üzerine. Tabii sürekli saldırıya maruz kalma ya da o tehlike içinde yaşama, ister istemez yönetimi askerlere vermenize neden oluyor. Dolayısıyla varlığınızı koruyabilmeniz için gücü temsil eden insanlara veriyorsunuz yönetiminizi. İdare pazılara verilince yani kafaya, beyne, akla verilmeyince o zaman tabii gerileme meydana geliyor kaçınılmaz olarak. Benzer durumu bu çağda da yaşadık. Mesela İsrail kurulunca, İsrail tehdidi ortaya çıkınca değişik Arap ülkelerinde askerî devrimler yaşandığını gördük. Bu tabii bir refleks olarak, ümmet böyle bir tehlike ile karşılaştığında yönetimi akla ve mantığa değil de gücü ve pazıları temsil eden kaynaklara veriyor. Yani askerî idarenin yönetimlere vaziyet etmesi toplumun da askerleşmesine, her şeyin o boyayla boyanmasına sebep oluyor. Bu da içtihadın, üretimin, yeni şeyler ortaya koymanın durması anlamına geliyor. Dolayısıyla o fikrî hareket durunca, nasa yani metinlerin zahirine takılıp kalıyorsunuz. Çünkü onlardan bir şey üretecek kafa, akıl kalmıyor. KALKINMA İÇİN DAYANIŞMA VE İRADE ESAS -Peki bu durumdan kurtuluş için nasıl bir yol izlenebilir İslam coğrafyasında? Öncelikle bu İslam dünyası ya da Arap dünyası dediğimiz ülkeler arasında bir yardımlaşma, dayanışmanın olması gerekiyor ki tekrar o bünye eski afiyetine kavuşabilsin. İslam coğrafyasının kendi potansiyellerini harekete geçirmesi gerekiyor bunun için de. Yani ekonomik açıdan, işte petrol, tabii kaynakların bolluğu vs. bunların işletilmesi için öncelikle ev efradının kendi aralarında bir araya gelip bu konu üzerinde anlaşmaları gerekir. İslam dünyası on asır boyunca bir numara olarak insanlığın tarihinde yerini aldı. Ama Batı’ya baktığımız zaman onun liderliği 2 asrı geçmiyor. Dolayısıyla tekrar kalkınmak için öncelikle bir iradeye muhtaç. Değişimi meydana getirecek iradenin oluşabilmesi de öncelikle fikrî bir uyanışla mümkün. Onun için de anlayışların birbirine yakın olması, o anlamda fikrî bir olgunluk, ilim yuvaları, düşünce merkezlerinin bu noktada ciddi çalışmalar yeniden ayağa kalkma iradesini ihya etmeleri gerekiyor. -O zaman şunu soralım. Siz İslam coğrafyasında çok tanınan birisiniz. Bu coğrafyayı da yakından izliyorsunuz. Amerika’nın Irak’ı işgalinden sonra İslam coğrafyasında fikrî ve sosyal açıdan, düşünce açısından bir sorgulama yaşandı mı? Ya da yaşanıyor mu? Evet yani sömürgecilik anlayışı zaten önce İslam dünyasının bölünmesi, parçalanması, daha sonra iç ihtilafları değerlendirerek toplumları birbirine düşürme politikasını içeriyor. Bunun için de milliyetçilik duygularını kullanıyor ve farklı kavmiyetleri birbirine düşürüyor. İslam dünyasındaki o bölgesel ihtilafları kullanıyor. O damardan giriyor. Sonuçta, ortaya çıkan ve Batı ideolojisine inanan birtakım yeni akımlar İslami akımlarla ya da millî düşüncelerle çatışıyor. Fakat son zamanlarda güçlenen bir akım da var. Bütün farklılıklar, farklı milliyetler, farklı anlayışlar İslam’ın birleştiriciliğinde bir araya gelebilirler. Böyle bir akım var son zamanlarda. YENİ OYUNLAR VE TERÖRLE KİRLETİLEN CİHAD… -Irak’ın Amerika tarafından işgali bu konuda bir kıvılcım çaktı mı yani? Amerika’nın Afganistan’a, Irak’a girmesi ya da Filistin meselesi, İslam dünyasındaki o direniş, yani karşı koyma ruhunu ortaya çıkardı. Bir de şu anda yeni plan, mezhepçilik meselesi var. Biliyorsunuz İslam’da gerek ameli gerekse akidevi anlamda farklı mezhepler var. Bu konuda birileri tarafından kâğıt üzerinde yeni oyunlar planlanıyor. Fakat bizim beklediğimiz güçlü akım, ses, yani ‘herkes İslam çatısı altında yaşayabilir’ düşüncesi şu anda güçsüz; ancak daha da güçlenecek gibi görünüyor. -Dünyada İslam ve terörizm yan yana anılıyor. Bu noktada nerede hata yaptı İslam coğrafyası? İslam’ın imajını kötü gösterme öteden beri var olan bir şey. Kavramlarda kargaşa var tabii. Bazı kavramlar var. Mesela cihat kavramı, işte savaş kavramı gibi. Cihat ile terör âdeta özdeşleştirilmeye çalışılıyor. Hâlbuki biz temel kaynaklara baktığımız zaman, yani cihatla ilgili ayet ve hadislerin büyük çoğunluğu cihadı barışçıl yollarla tavsiye ediyor. Cihad hep o manada, o ifadelerde kullanılmış. Mesela, nefisle mücadele cihattır, belaya sabır bir cihat, eğitim-öğretim cihattır, anne babaya iyilik cihattır, yetimin hakkını gözetmek cihattır, hatta hayvanların hukukuna saygı göstermek ve onlara sevgiyle yaklaşmak dahi cihat kapsamında değerlendirilir. Gördüğünüz gibi algılananın aksine çok geniş ve şümullü bir anlamı var İslam’da cihadın… Savaş ise dini, vatanı, namusu müdafaa etmek için yapılır. Savaşta da muhatap sadece elinde silah olanlardır. Bunu da ancak devletler yapar. Masum insanların canına kastetmek, ister savaşta ister savaş dışında olsun terördür. Ama irhab (terör) kelimesi Kur’an’da geçiyor ve cihat kapsamı içinde değil. Bu, tamamen masum insanları öldürmektir. O da terör ki onun da zaten İslam’la alakası yok. Ama maalesef bazı çevrelerde bilinçli bir şekilde cihat kavramı ile bu terör kavramlarını birbirine karıştırıp İslam’ın imajını kötü gösterme eğilimi var. Batı’nın karıştırdığı noktalardan bir tanesi İslami cihat. Bu, onlardaki kutsal savaş kavramından kaynaklanıyor. Bunları birbirine karıştırıyorlar. Bu noktada ben Batı dünyasından akademisyenlerin tanıklıklarını kitabımda bayağı geniş bir şekilde kullandım. Bu önemli. -Başka ne tür çalışmalar yapılabilir İslam dünyasında bu konuda? İslam’ın gerçek yüzünü ortaya koyan fikirlerin, düşüncelerin, eserlerin Batı dillerine çevrilmesi gerekir. -Ülke yönetimleri konusunda çalışmalarınız var. Bir taraftan da siyasal İslam bitti tartışmaları yapılıyor. Siyasal İslam talebi doğru muydu, yanlış mıydı size göre? Bu kavram da bazen doğru bazen yanlış olarak kullanılıyor. Çünkü İslam’ı siyasete hasredersek o zaman yanlış yapmış oluruz. Çünkü siyaset meselesi, İslam’da füruattan bir meseledir. Yani İslam dediğimiz şeyin usulü akidedir, ibadetlerdir. Bir taraftan işte hukuktur, muamelattır, ahlaktır. Usul dediğimiz şeyler bunlardır. Ama İslam’da siyaset var mıdır, manasında kullanırsak, o zaman bu vardır, doğru olur. Fakat Hıristiyanlıkta durum farklıdır. Hıristiyanlığın toplumsal ve sosyal anlamda bir yönlendirmesi yoktur. Orada dinin dünya ile alakası yoktur. Onun için orda dinle siyaset ayrı; ama İslam’ın belli bir dünya görüşü, bir medeniyet anlayışı olunca.. -Çünkü İslam dünya hayatına da nizam getiriyor. Tabii dünya hayatını ve sosyal hayatı düzene sokma… Devlet demek medeniyet demek, sivil yapı demek, toplum demek, onu yeniden şekillendirmek demek. Ve meşruiyetini de İslami değerlerden alıyor. Ama şunu da muhakkak belirtmek isterim ki İslam’da dinle devlet bütünleşmesi yoktur. Yoksa Hıristiyanlıktaki gibi devlet mukaddes olur. Din ile devlet, kilise devleti olur. Dinle devlet ayrıdır da diyemeyiz. O zaman da Batı laikliği gibi olur. Dinle devleti keskin hatlarla ayırırsak o da olmaz. Devlet sivil bir yapılanma, sivil bir oluşumdur. Gelişir, değişir müesseseler ama yani İslami değerler o yapının içine sindirilmiştir. -Yani devletin şahs-ı manevisi o değerlerden beslenir… Yani şûra dinde vardır. Ama şûranın yapılış şekli sivil bir şeydir. Asırdan asıra değişiklik gösterir. Onun temelindeki prensip dindir. Ama o çağlara göre nasıl şekillendirilir, yapılanmalar nasıl olur? Orada da adalet sistemini biz insanlar tesis ederiz. SİVİLLERE HİÇBİR ŞEKİLDE SALDIRILAMAZ -Ortadoğu’da, İslami coğrafyada İslami muhalefetin oluşum sürecine baktığımızda hepsi sosyal olgulardan yola çıktı. Ancak bu eğitimci ve sosyal karakterli hareketler bir süre sonra Ortadoğu’da terörle anılır oldu. Yani muhalefetlerini göstermek için terörü kullanmak zorunda kaldılar gibi bir imaj oluştu. Burada bu yöntemler mi yanlış yoksa mevcut idarecilerin despot tarzları mı buna sebebiyet verdi? Tabii sivil inisiyatif olarak başlayan hareketler şu anda da öyle devam ediyor. Yani siyasete dönseler de yine söylemleri barışçıl. Mesela İhvan-ı Müslimin nasıl başladı ise öyle devam ediyor, yani barış yanlısı bir hareket olarak. Ama mesela İslami Cihad gibi şiddet grupları, ondan sonra diğer bir kısım örgütler tabii hapishanelerde filan kalınca ve işkencelere falan maruz bırakılınca tepkisel bir hareket olarak şiddete başvurmaya başladılar. Masumlara yönelik şiddet terördür. Yabancı güçlerin ülke topraklarına olan saldırılarına karşı yapılan eylemlere gelince; bunlar uluslararası kanunlar çerçevesinde de meşru direniş olarak görülür. Ancak burada dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta var; yabancı işgalcilere karşı gösterilen direniş sırasında masum, suçsuz, sivil insanları ki bunlar ister Müslüman ister gayrimüslim olsun, korkutmak, ürkütmek, öldürmek terördür. Irak’ta mesela sivil, masum insanları öldürmek, kim öldürürse öldürsün terördür. Ama yabancı işgalcilere karşı yapılan müdafaa ve mücadele haklıdır ve meşrudur. -Buradan başka bir noktaya geçelim. Bildiğiniz gibi Bediüzzaman Said Nursi adında bir âlim ve onun Risale-i Nur Külliyatı var. Siz ne düşünüyorsunuz Said Nursi hakkında? Pek çok kitabını okudum. Yaşadığı tarihî şartları da biliyorum. Yani o geçtiği fikrî evreleri de biliyorum. Çok derin saygı ve sevgi duyduğum büyük ve değerli bir âlim. Mısır’da bir gazetede onunla alakalı on beş makale de yazdım. İnşallah geliştirip kitap hâlinde yayımlayacağız. Türkiye’de de tercüme edildi sanıyorum o yazılar. -Bir tarafta bahsettiğimiz terör eylemleri oluyor dünyada. Bir tarafta da fikrî eserler ortaya koyarak dünyaya yayılan bir İslami akım var. Bana göre de şu anda cihat barışçıl yollarla işte fikir, kültür, eğitim ve sivil inisiyatif yoluyla yapılan cihattır. Bütün Arap ve İslam dünyasında izlenmesi gereken yol budur. Fikrî yollardan yapılan cihadın istikbalini çok büyük görüyorum. Güç kullanılacaksa sadece işgalcilere karşı kullanılabilir. -Bu noktada Fethullah Gülen Hocaefendi ile de tanışıklığınız oldu mu? Kitapları vesilesi ile tanışıyoruz. Arapçaya çevrilen çok sayıda kitabı var. Ben de bazılarına takdim yazdım. Kendisiyle şahsen görüşme imkânımız olmadı. Ama belli periyotlarla mektuplaşıyoruz. GÜLEN HOCAEFENDİNİN İNSAN SEVGİSİ -Ne yazışıyorsunuz mektuplarda? Birbirimizle kalbin ve ruhun diliyle konuşuyoruz. -Peki İslam coğrafyasına hâkim birisi olarak eğitim hizmetleriyle alakalı ne düşünüyorsunuz? İslam dediğimiz sadece ordu ya da devlet değildir. İslam’ın esası kültürdür, medeniyettir, eğitimdir, insana değer vermektir. Bunlar birbirini tamamlayan farklı unsurlardır. Dolayısıyla ilim talep etmek, insan eğitmek, bu vesileyle okullar, üniversiteler, eğitim kompleksleri oluşturmak İslam’ın ruhuna en uygun hizmet metodudur. Farklı milletler ve toplumlar arası kültür bağlarının oluşturulması, diyaloğun geliştirilmesi vs. bunlar çağımızın en büyük hizmet unsurlarıdır. -Fethullah Gülen Hocaefendi’nin izlediği yol konusunda fikriniz nedir? Din bir çekirdektir. Damla gibi düşer, daireler meydana getirir. Medeniyet din, kültür, bütün bu daireler, esas o çekirdekten ortaya çıkar. Yani İslam mesela vahiy dediğimiz şey bir ağaç gibi. Kökleri derin, işte dal ve yaprakları her tarafa yayılmış. Dolayısıyla İslam’ı bu kucaklayıcılığı içinde anlarsak esas gerçek İslam ortaya çıkar. Yani bunun tezahürleri de burada görülüyor. Allah’ın iki kitabı var. Biri okunan Kur’an kitabı. Diğeri de müşahede ettiğimiz, sünnetullah dediğimiz kainat kitabı. Bu ikisi arasındaki uyumu yakalayan bakış açısı gerçek İslami bakış açısıdır. Hocaefendi’de de bu var. O, insana Allah’ın verdiği değeri bilerek yaklaşıyor. Kimden ve nereden gelirse gelsin şiddete ve zorbalığa asla müsamaha göstermiyor. O yeryüzüne Allah’ın halifesi olarak gönderilen insanoğlunun hak ettiği ve Allah’ın kendisinden beklediği kıvama ve kaliteye ulaştırılması için tamamen sivil, bağımsız ve barışçıl bir çaba gösteriyor. AYRICALIKLI BİR HİZMET MODELİ -Arap dünyasında da Türkiye’deki gibi bir modele ihtiyaç var mı peki? Türkiye’deki bu hizmet modelinin bir ayrıcalığı var tabii. Bu model ayrılıkların, fakirliğin, eğitimsizliğin, iç politik çekişmelerin, kargaşa ve işgallerin arasında sıkışıp kalmış İslam dünyası için çok özel bir örnektir. Çünkü bu tarz hizmet etme derdini onların içine koymuş. Yani insanlar siyasete ve dünyevi beklentilere girmeden, şiddetin her türlüsüne karşı çıkarak tamamen insanı merkeze alan bir anlayışla bu şekilde hizmet etmişler, ediyorlar. Dolayısıyla bu hareketin, bu modelin mutlaka araştırılması, incelenmesi ve bundan istifade edilmesi gerekir. -İslam dünyasının bugün içinde bulunduğu en ciddi problemi nedir? İki temel problemimiz var. Bir, geçmişten miras aldığımız geri kalmışlık. Bir de Batı’nın dayatmacılığı. Bu Batı dayatmacılığı da bu geri kalmışlığı destekliyor, koruyor. Batı şu anda İslam dünyasının tıpkı Osmanlı’da olduğu gibi hastalıklarını canlı tutuyor, onları koruyor ki ölsün ve kendisi de mirasına konsun. Dolayısıyla bu geri kalmışlığımızı kendi içimizde çözmemiz gerekiyor. Bunu da en iyi fikrî gelişmeyle yapabiliriz. Yani Batı’nın karşısına, önce kendi evimizi toparlayarak çıkmamız lazım. -Yakından takip ettiğiniz için soralım, İslam coğrafyasında şu anda en revaçtaki fikrî tartışmalar nelerdir? Batılılaşma, laiklik meselesi, din-devlet ayrışması, coğrafi ayrılık, şu ülke bu ülke, yenilenme meselesi. Buna karşılık İslam Konferansı Teşkilatı, Arap Birliği, Afrika Birliği ve benzeri bu yapılanmaların daha etkin hâle gelmesi. Ve bu şekilde Müslüman evinin derlenip toparlanması. Eğitim konusu, bilimsel ilerleme, onu yakalama vs. -Türkiye bir süreçten geçiyor. Yüzde 50’ye yakın oy alan bir siyasi parti kapatılma ile karşı karşıya. Özellikle Ortadoğu’daki devletler ve hükûmetler açısından Türkiye’nin yaşamış olduğu bu demokrasi süreci Ortadoğu ülkelerini nasıl etkiliyor? Demokrasi çok uzun bir yolculuk. Burada uzun yolculuğun olumlu olumsuz bütün detayları yaşanıyor. Kafile yoluna devam ediyor, fakat yolda bazı engeller var. Bugün pek çok ülkede benzer sıkıntıları görüyoruz. Ama Türkiye İslam dünyasının en büyük demokrasi tecrübesine sahip ülkesi olarak bu yolculuğunu başarıyla tamamlayacaktır. HİRA DERGİSİ, ÖNEMLİ BİR KÖPRÜ -Türklerin Arapça olarak yayınladığı Hira dergisinde de yazıyorsunuz. Türkiye’nin Arap dünyasıyla ilişkileri bakımından Hira dergisi nasıl bir fonksiyon icra ediyor? Şu anda Hira dergisi Arap aklı ile Türk aklını birbirine yakınlaştırdı. Bu iki dünyanın birbirinden koparılması, modern sömürgeciliğin politikalarından bir tanesi idi zaten. Ama Hira uzun süre ayrı kalmış bu iki dünya arasında bir köprü oluşturdu. Akıl ve gönül köprüsü bu. Bir araya getiriyor bizi, bir platform gibi. Bu anlamda bu ve buna benzer kültür etkinliklerinin artarak devam etmesi gerekiyor.
-
Evlatların Değeri...
Farkındaysan sizin yaptıgınızı yaptım yani islamı müslümanları hepsinin kütü olgunu zannederek küçük düşürüyorsunuz bakın bende sizin yaptıgınızı yaptım zekiymissin enazından sen anlamıssın birazcıkta olsa ....******
-
Evlatların Değeri...
Ey laikçiler ya yasakları kaldırın ya da ********!....
-
Evlatların Değeri...
carpıtmakta birebirziniz siz islamı eleştirdiginizde ki keşke eleştirseydiniz sadece ********** calısıyorsunuz ben baska dinden insanları diil dinin Allahın olmadıgına inananları eleştiriyorum... bakın eskimolarında inandıgı bi Allah modeli vardır yani onlarda inanclı ama sizin gibi diil ve ben sizin gibileri ksatediyorum ki anlayan anlıyor....
-
Evlatların Değeri...
Pardon ama bu yanlış bilgiyi nereden edindiniz? Tahmin edeyim: "İslam öyle diyor!" cevap: Kuranı islamı tam anlamıyla bilmedigine kalıbımı basarım en basit örnek Allahla başlar kuran İnsan la biter bak nasıl diyor görürsün... .............. Söyledikleriniz her insan için ve hatta belki de çoğunluk için gerçekliği yoktur... Dediğim gibi, din böyle olan insanları dizginlemek, zabtaltına alabilmek için, yönetebilmek ve uslu durmalarını sağlamak için gerçekten gereklidir... Mesela ben Üni.de kavga yapacağım zaman hakikaten işe yarardı... Mgv'ciler bize bulaştıkları ve döveceklerini anladığım zaman bir keresinde: "Tanrı güçsüzleri savunmanı, onlara yardım etmeni emretmiyor mu? Ben yanlış düşünüyorsam bunu güzel yolla anlatmanı emretmiyor mu?" demiştim ve hakikaten işe yaramıştı... Eğer orada "Tanrı emretmiyor mu?" demesem, adamlar beni çok sağlam bir şekilde döveceklerdi ve emin olun ki sonunda ne olurdum bilmiyorum... Ama dediğim gibi, o adamlar bu şekilde dizginlenebiliyorlar ve bunlar için din gerçekten gerekli... cevap: o olayda din sadece onları diil senide dayaktan kurtarmış yani bak hesabına gelince dini kullanabiliyosun seninde munafıklardan farkın yok... ... Erdemsiz insanlar için Din şarttır arkadaşım... Yoksa o adamlar herşeyi yaparlar... cevap: Erdemli zannedenler icinde din şarttır bak din sayesinde kurtulmuşsun... ... Şu düşüncelerinize bakarak söylüyorum ki, lütfen sizde bir Dindar olarak kalınız... cevap: emin olun dindar olarak kalacam ha katil olsaydım ruhunuz bile duymazdı hani iki ünv. okuyan 3 bin işçiye iş veren birinin katil olcagını aklınızdan bile geciremezdiniz.. .... Belkide herkese hakettiği şekilde davranıyorlardır, bilemiyorum... Cevap: hadi ya bu kendini erdemli zannedenlerin hepsi muneccim mi nerden bilebiliyorlar yoksa kıyafetlerine paralarına göremi... ...... Onlar psikolojik rahatsızlıkları olduğu için öyle söylüyorlar... Size Tanrı emretmese, sizde öyle göreceksiniz... Oysa bana Tanrı emretmediği halde insanları büyük bir Değer olarak yargılıyorum ve kıyamıyorum... Cevap: Hic kattillerin hayatını okudun mu hani tahmin bile edemicegin bilim adamı bile cıkabiliyo ha bide Tanrı hicbir zaman insanları öldürün emretmez... Hatta Hz.muhammed döneminde Savaşı onun emiri gelmeden yapmadılar medineye göçettiler taki artık canlarına da kastedilmeye başladıktan sonra vahi geldi.. .. Alakası yok... Sağlıklı yetiştirilmiş hiç kimse İnsan olduğunu unutmaz... Ama Tanrıya koşullanmış bir kimse Tanrı düşüncesinin aslında olmadığını anlarsa, işte o hayvanlaşabilir... cevap : Sizin gibi tanrının olmadıgını 31+ yaşınızda ögrendiginiz zaman yani..... peki ya benim gibi tanrının var oldugunu anladıktan sonra... ben ne olabilecem ...... Materyalistlerin yaptıklarını yaptığınızı hiç sanmıyorum... Materyalizm Dinler gibi normlar koymaz... "Kendi menfaatini düşün, karşındakini kullan" diye bir tavsiyeleri yoktur... Materyalistlerin yaptıklarının daha fazlasını, inananlardan da yapanlar çıkmaktadır... Cevap: dedim ya materyalizim hayvanlaşmamızı istiyor en güzel sömürü bicimlerinden biri yani... ama ''menfatini icin o adamı kullanma'' da demez ama İslam der... materyalistlerin yaptıklarının daha fazlasını inananlar yapıyor dedin belki dogru ama eksik cunku onların sahiden emin olduklarını ispatlayamassın zayıf olanı kullanabilirsin....ki zaten onuda dinsizler yaptırıyor ya.... ...... Bence de bu söylediklerinizle o ümmette kalmaya devam ediniz. Zira en azından daha olumsuz şeylerle karşılaşma ihtimalimiz azalır... cevap: Yani insan oldugumu niye unutayım ki insan olmak var olmaktır insan olmak allahın varlıgını görebilmektir
-
Evlatların Değeri...
insan insan oldugunu unuttugunda Hayvanlaşır sadece kendi nefsini düşünmeye başlar yani sadece doymak icin tatmin olmak icin yaşamaya başlar kimseyi düşünmemeye başlar işte İslam tamda bu durumda devreye girer insan oldugunu hatırlatır bütün evrenin onun icin yaratıldıgını kutsal bi varlık oldugunu idrak ettirir... Erdemli insanlara gelince ben hibir zaman görmedim Erdemli insanların inanclara ******** aşağlayarak dalga gecerek bahsettigine.... Bakın Katillerin hayatını okuyun neler anlatıyorlar cogu diyo ki ben öldürdüklerimi sıradan bi et parçası görüyorum yani ha bi hayvanı öldürmüşüm ha bi insanı farketmiyor diyor adam benim icin... Eger insan oldugunu unutturursan ona, hayvanlaşır.... bana gelince ben sadece kendimden bir örnek verdim Materyalizmin dayattıgını bütün materyalistler gibi bende yaptım Hangi materyalist kendi menfati varsa karşısındakini düşünür ya da hangisi menfati icin karşısındakini kullanmaz....Materyalizim demiyomu güclü herzaman zayıfı yener die..... Burda yine islam devreye giriyor ve ne mutlu banaki Başkasının Günahına Ağlayanın Ümmetindenim....
-
Evlatların Değeri...
Eğer inanclı insanları dışlarsanız kendinizden soyutlarsanız onlarda gider kacak binaların dibinde can verir... evet sorumluları her kim ve kimlerse cezalandırılmalı... bunu dine bağlamak saçmanın ta kendisi... yüzlerce katil ataist vardır söbyancısından tutun hırsızına kadar ama bu bütün ataistlerin öyle oldugunu ispatlarmı ? ve bu forumdaki kendine ataist diyenlerin %95 desit kendini büyük gören ufak bisi bulupta dini lekelemeye calısan tipler ne yapsanızda dünyanın en sevilen insanı Hz.Muhammed ne yapsanızda bu din hep baki kalacak.... kendimden biliyorum bende ataistim cabaladın dinin yalan olması icin oysa kendimi kandırıyodum kıskanıyordum bende ***** ataistler gibi hz.muhammedi sırf şevhetimi hayvalni duygularımın cezası yok diye kendimi kandırıyodum korkuyodum cunku hesap vermekten... Allahın verdiği iradeyi sırf onu yok saymak icin kullanıyordum insanları kandırıyodum kendi menfatim icin kullanıyordum yarı yolda bırakıyordum ve sonra böyle diyodum Tanrı olsaydı bu tur seyler olmazdı die oysa ben yapıyordum yaptıgımın dogru zannetmek icin Allahı inkar edioyordum.... simdiki kendini daha zeki gören ataist diyip deistin ta kendisi olan arkadaslar gibi.....
-
'İslam insanlığın son kurtuluş şansı'
umarım forumdaki bazı arkdaşlarda bu söyleşiyi ii okurda bazı kavramlara farklı anlamlar yüklemezler.... paylaşımın için tskler....
-
Bir şiirdir Kuran..
ha bide unutmadan hani rehbere gerek yoktu neden kendin rehber olmaya calısıyorsun bu yaptıgın ne ozaman yaptıgın tek sey var oda iki yüzlülük islamı elestirirken rehbere ne gerek bunlar haşa hz.muhammedin uydurmaları gibi tutarsız yazılarınızdan sonra simdi sizmi rehber olmayı sectiniz.....
-
Bir şiirdir Kuran..
bunu ona bırak o okusun ve arastırsın kendisi karar versin hani hep insan insan diyorsunuz ya aklı var fikri var akıl verme kendisi bulsun oky?.....
-
Elimden Tutar mısın?
insan olmak....insan olduğumuzu hatırlamak...dediğin gibi şürkür ve umut...
-
Hangi ağaç burcusun
SALKIMSÖĞÜT : ( MELANKOLİ ) Güzel ve çok melankoliktir. Etkileyicidir. Güzel ve zevkli şeylere meraklıdır. Seyahat etmeyi sever. Hayalperesttir. Kaprisli ama dürüsttür. Başkalarının duygularına önem verir. Çabuk etki altında kalır ama beraber yasanması zor biridir. Talepkardır. Sezgileri de kuvvetlidir. Aşıkken acı çeker ama demir atabileceği birini bulabilir. doğrudur....
-
Elimden Tutar mısın?
Tarihî şehrin erkekleri, ellerine aldıkları gazete, karton ve seccadelerle aynı yöne akıyordu. Ezan okunmuş ve herkes camideki yerini almıştı. Erken gelenler şanslıydı. Geç kalanlara ise, hafiften çiseleyen yağmur, sanki sitem ediyordu. Caminin kalabalık olması ve dışarıya taşan cemaatin çokluğu cami idaresini de harekete geçirmişti. Emir Dede kendini çoktan fahrî görevli ilân etmişti. Gelenleri bir trafik polisi gibi yönlendiriyor ve boş yerlerin doldurulmasını sağlıyordu: “Saflar düz olsun beyler!”, “Şurasını düzelt birader.”, “Evlât bir adım ileri gitsen…” Önden başlayarak arkaya doğru safları düzelttirerek geliyordu Emir Dede. Kapının yanına yaklaştığında safların uyumsuzluğu hemen dikkatini çekmişti. Bir genç, iri vücuduyla iki safı birden işgal etmişti. Emir Dede uzaktan tok, fakat bir o kadar da yumuşak seslendi: - Delikanlı, biraz geri gelsen, düzeltsen şu safı! Delikanlı, yağmurdan korunmak için, başını kısa aralıklarla caminin gölgeliğine doğru uzatmakla meşguldü. Bu sebeple Emir Dede’yi duymamıştı. “Ben bu yağmurda insanlara yardımcı olayım… Bu da beni takmasın!” diye geçirdi içinden Emir Dede. Canı sıkıldı. Bu sefer sesini biraz yükselterek: - Delikanlı! Duymadın herhalde beni. Şu safı düzeltsen, diyorum. Bozulmasa saf! Delikanlı aynı yöne bakmaya devam ediyordu, sanki Emir Dede’yi duymamakta ısrar ediyordu. Emir Dede şaşırmıştı. Bir müddet ne yapacağını kestiremedi. Sonra gencin yanına iyice yaklaştı. Yüzüne doğru eğildi. Hissettiklerini haykırmak istiyordu. Ama konuşamadı. Cümleler düğüm olup boğazına dizildi sanki. Kolları yoktu gencin. Başı mahcubiyetten eğildiğinde ise, daha da şaşırdı. Delikanlının ayakları da yoktu. Annenin yokluğu Hayallerinin farkına bile varamayacak yaştaydı Ali. Bir yolculuğun son durağında, şoförün uyumasıyla gerçeğin soğuk yüzüyle karşı karşıya gelmişti. Artık Ali’nin elleri ve ayakları olmayacaktı. Elleriyle çiçeklere dokunamayacak, çayırların o tatlı yeşilliğinde doyasıya koşamayacaktı. Bütün bunlara dayanabilirdi. Evet, dayanabilirdi; ama ya annesi? O da elinden uçmuştu. Nazını çekecekti belki. Onun yanında teselli öpücükleri konduracaktı yaşaran gözlerine. Ama onu da kazadan kalan demir yığınları arasında bırakmıştı. Yıllar geçse de içinde duyduğu sevgi açlığı bir türlü bitmeyecek ve yalnızlığın o çıldırtıcı gecelerinde annesi hayallerini asla terk etmeyecekti. Ortada kalmanın dayanılmaz acısıyla ikinci yüzleşme Dört yıl sonra hayatın mânâsına dair bazı gerçekleri yeni yeni anlamaya başlamıştı Ali. Babasının ekonomik sıkıntısına, kendinin bakımı da eklenince hayat iyice çekilmez olmuştu. Duygusallığı bütün kırılganlığıyla yaşıyordu. O gün babası eve, bir kadınla gelmişti. “Cici annen” deyip, oldukça şaşırtmıştı onu. Sadece onu mu? “Cici anne”ye de Ali ile alâkalı hiçbir bilgi verilmemişti. Günler geçtikçe cici anneden sık duymaya başladığı “Allah belânızı versin!” sözü ve yediği dayaklar Ali’nin yüreğine dokunacaktı. Olmuyordu işte. Olmuyordu. Balkonda kendine hazırlanan yeni yer de onu iyice bunaltmış ve incitmişti. Sessizliğini Bütün Sesleri İşiten’e anlatmaktan başka da bir çaresi yoktu. Zaman geçmek bilmiyordu sanki. Her gün tartışma, kavga… Sebebi belliydi: Ali. Ne yapacak bir şeyi, ne de gidecek bir yeri vardı. Babasıyla ara sıra göz göze gelse de, bunlar kelimelere hiç dökülmüyordu. Yıllar yıllara eklendi böylece. Ali’nin yaşı on dört olmuştu. “Evlât, seninle biraz konuşmak istiyorum!” dedi bir gün babası. Onu ilk defa muhatap almıştı; ilk defa dinleyecekti. Belki de ilk defa yüreğinin acısını gözyaşlarıyla karıştırıp anlatacaktı. “Oğlum, artık sana bakamıyorum. Bunu biliyorsun. Ve bu beni kahrediyor. Devletimiz senin gibi çocuklara bakımda bizi yalnız bırakmıyor. Bunun senin ve benim için daha hayırlı olacağını düşünüyorum. Sana arzu ettiğim gibi bakamamanın ızdırabını artık taşıyamıyorum. İmkânsızlığımızı görüyorsun. Seni bakımevine göndereceğim. Ne olur beni anla oğlum!” Hiçbir şey söylemedi Ali. Daha doğrusu söyleyemedi. Sadece yaralanmış yüreğiyle, “Tamam” diyebildi. İlk yolculuk Babasını çok severdi Ali. Hayattaki tek dayanağı oydu. Cici annesi geldikten sonra babasına hiç yakın olamamıştı. “Baba” deyip kucaklaşamamıştı onunla. Birlikte zaman geçirememişlerdi. Bu ayrılık onu bir daha görememek mânâsına geliyordu. Ve ayrılık vakti… Karadeniz’in o en uzak ilçesinde kendine yer bulunmuştu. Babası onu bu uzun yolculukta bir muavinin huysuzluğuna emanet edecekti. “Ben elsiz ayaksız bu çocuğu yolda nasıl idare edeceğim?” diye itiraz etse de, aldığı paranın cazibesiyle sesini birden kesmişti muavin. Ve yola koyuldular… İhtiyacın ve acizliğin en uç tarafından yol alıyorlardı. Mesafeleri aştıkça sanki yola yol ekleniyordu. Yüreği de içi de yanıyordu susuzluktan. İçse ihtiyaç hâsıl olacak ve muavinin gözlerine bakacaktı. Bu da çok zoruna gidiyordu. Yemeden, içmeden yaptığı yolculuğu bittiğinde takati de kalmamıştı artık. Şoförün muavinle göz göze gelip “İndir şunu!” demesi ise, onu iyice bitirmişti. Şu koca gök kubbe altında yaşayacak bir yer bulabilecek miydi acaba? Sığınacak ve nazlanacak bir yer. “Arkadaşım seni kim alacak?” dedi muavin hiddetlenerek. Cebindeki telefonu almasını ve son aranan yeri aramasını söyledi ona. Muavin: “Tamam… Biraz sonra alacaklar seni!” dedi ve yanından uzaklaştı. Tekerlekli sandalyenin kolunu bile çevirmekten aciz bir yalnızlıkla beklemeye başladı Ali. Aklından o kadar çok şey geçiyordu ki! O kadar çok şeye isyan etmek geliyordu ki içinden! Ama anne karnındaki bir bebeği, toprağın altındaki canlıları unutmayan Allah, hiç kendisini unutur muydu? Yine O’na sığınıyor ve ömrünün geri kalan kısmını iradesiyle karşılamak istiyordu. Hayata tutunmaya dair bir ümit Bu ilçeye geldiğinde içinde bir coşku olmuştu sanki. Bir ümit ve bir kıpırdanış. Mânâ veremediği bir yürek hoplaması belki de. O genç… Kendine ‘el’ ve ‘ayak’ olacak o genç... Bakımını üstlenecek o genç. Fikret. Yüzünde bir nur vardı. Yüreği yansımıştı o temiz yüzüne. Gönlünü gönlüne katarak “Hoş geldin!” dedi. Öyle içten öyle samimi söyledi ki! Günün büyük bölümünü Fikret’le birlikte geçirecekti Ali. Dert ortağı, can yoldaşı olacaktı kendisine. Daha da önemlisi, unuttuğu Bir’ini hatırlatacaktı ona. Hastalığını anlamışçasına o güne kadar çok az bildiği Bir’inden bahsetti Ali’ye. O’nun varlığından sahneler sundu. Kapattığı kapılar bir bir açılıyordu sanki. Sorular sordukça cevaplar alıyor ve kalbi yerinden çıkacak gibi oluyordu. Yaşadıklarını, hâlini bir bohçaya sarmış ve haykırmıştı: “Yalnız olmadığımı anladım.” O’nun gücünü hissetmişti güçsüz bedeninde. Kendini O’na teslim etti. Gerçek hürriyetin O’na teslimiyette olduğunu anladı. Anladı ve bırakmadı. “Ben ne yapabilirim?” ve “Ben de yapabilirim!” diye düşünmeye başladı. Başladı ve alnını ilk defa O’nun huzurunda secdeye koydu. Paylaşacak mutlaka bir şeyleri olmalıydı. Mutluluğun ve huzurun kaynağının burada olduğunu anladı. Geç kalmamalıydı. Yüreği uzun zamandan beri ilk defa hopluyordu. İlk defa heyecanlanıyordu. İlk defa “Biraz sonra ne olacak acaba?” diye meraklanıyordu. Bu müthiş bir duyguydu. Hiç yaşamadığı bir şeydi bu. Ümitle sarıldı buraya. Sonra kendi gibi arkadaşlarla tanıştı. Dertlerini ve hikâyelerini dinledi. Kendinden zor durumda olanları gördü. Sadece gözleriyle yaşayanı, konuşamayanları ve düşünemeyenleri gördü. Hâline şükretti. O günden sonra, geceleri ümitle uzanıyordu yatağına. Yarından sürprizler bekleyerek dünyanın en tatlı uykusuna daldı. İçinde mânâ veremediği heyecan öylesine ilerliyordu ki, engel olamıyordu ona. Geçen günler öyle kapılar açıyordu ki, Ali sanki hayata yeniden başlamıştı. Yeniden karar vermişti. Ve ulaşmak istediği yerlere oradan başlayarak gidecekti. Arkadaşlarının yanına gidiyor ve onlarla sürekli dertleşiyordu. Hattâ yemeklerini yapan Seher Teyze bir ara yanına gelip, “Ali evlâdım, bu enerjiyi nereden buluyorsun?” diye merakını izhar etmişti. “Seher Teyze, ben gözlerimin görmesine, rahatlıkla yiyebilmeme şükrediyorum. Şükredecek bir şey bulmak tutunacak bir şey bulmaktır, hayattan kopmamaktır. Sığınacak bir yeri olmaktır.” demiş ve şaşırtmıştı onu. Günlerini arkadaşlarını hayata bağlamaya çalışmakla geçiriyordu. Tükenmişliği önlerinden çekip onlara heyecan dolu bir dünyanın varlığını göstermeye çalışıyordu. Hele bir keresinde yemekhanede konuşması yok muydu? Ne kadar da tesir etmişti dinleyenlere: “Arkadaşlar, buraya gelmeden önce hayatın benim için artık bir mânâsı yoktu. Bir gâye olmayınca, bir mânâ da olmuyor zâten. Gerçek sakatlık ne gözün kör olması, ne elin tutmaması, ne de ayakların olmamasıdır. Gerçek sakatlık insanın hayallerinin ve vereceklerinin bitmesidir. Size bir sır daha vereyim mi? Dünyanın en mutlu insanı, evet en mutlu insanı kimdir biliyor musunuz? Başkasını mutlu edendir. Başkası için yaşayandır. Başkasını kendine tercih edendir. Elindekini paylaşandır. Elmanın iyisini arkadaşına verendir. Paylaşandır.” Bu konuşmadan sonra yemekhanede coşkulu bir alkış koptu. Bakımevinin müdüründen öğretmenlerine kadar herkesin gözleri ışıl ışıldı. Günler artık mânâ dolu geçiyordu. Resim ve el işi öğretmenleri uzun süredir iş yapamamaktan şikâyetçiydi. Ümitleri tükenmiş; düşkünlere teselli verecek cümleleri de bitmişti sanki. Onlar da bir çıkış yolu arıyor, bir şeyler yapmak istiyorlardı. Ali ilâç gibi gelmişti onlara. Kendi aralarından birinin bu heyecanı, onlara da ümit vermişti. ‘Engelliler Haftası’na denk gelen resim, elişi ve ahşap sergilerinden sonra, ilçe halkına bir sürprizleri vardı. İlçenin protokolünden halkına kadar salonu dolduran insanlara bir konuşma yapacaktı Ali. Günlerdir hazırlandığı konuşma için çok heyecanlanıyordu. Sunucu kendisini anons ettiğinde heyecandan kalbi duracak gibiydi. Aynı ilçede yaşadığı insanlara duygularını ifade edebilecekti. Bu onun için müthiş bir şeydi. Büyük bir nezaketle mikrofona yaklaştı. Dinleyicilere engellilerin problemleriyle ilgili bilgiler verdi. Arkadaşlarının hayat hikâyelerinden kısa kesitler sundu. Duygulu anlar yaşandı konuşma boyunca. Ama Ali henüz son cümlelerini söylememişti. “Son olarak” diye başladıktan sonra katılanlara şu cümlelerle veda etti:“Efendim, biz yaşamak istiyoruz. Bizlere acı*********** bakmanızı istemiyoruz. Yardım istediğimizde para vermeyin ne olur! Elimizden tutun, karşıdan karşıya geçirin! Bizler bir işe yaramak istiyoruz. Bir şey kaldırılırken, onu tutanlardan biri olmak istiyoruz. Ne olur bunu bize çok görmeyin. Engelimiz bedenimizdedir; zihnimiz ve kalbimiz o kadar açık ki...” Bir adım atmanın ötesinde, bir adım attırmanın mânevî zevkini duymak Ali artık birlikte kaldığı arkadaşlarının can yoldaşı, dert ortağı olmuştu. Hayata tutunmanın adı olmuştu onlar için. Kısa filmlerden, gazetelere yazı yazmaya, oradan dergi çıkarmaya ve hayat hikâyelerini kitaplaştırmaya kadar birçok projeye birlikte imza atmışlardı. Ve “Zaman geçmesin!” dedikleri bir yola girmişlerdi. … Ne kadar da çabuk geçmişti zaman. Hayallere ulaşmak hayal iken, ne kadar da çok şey yaşamış ve yaşatmıştı. Rabbi’ne gözleri yaşlı, başı önünde şükrediyordu. Kendine son uyarıyı yapan Emir Dede’ye edeple dönüp; “Ayaklarım da yok ellerim de; ama üzülmüyorum amca. İnanın o kadar çok ümidim var ki!” dedi ve oturduğu yerden Cuma namazının ilk sünneti için tekbir aldı. * Gerçek bir hayat hikâyesinden alınmıştır. Bekir Yalanız
-
Seküler Düşüncenin Çıkmazları
Modern düşünce 1 kendinden öncesine atf-ı nazar etmeyerek, tek doğru bilginin rasyonalizm ve pozitivizm odaklı kendi bilgisi olduğunu iddia eder. Buna göre, fizik ve metafizik birbirinden ayrılmalıdır; insanın ölçebileceği ve üzerinde düşünebileceği alan sadece fiziktir. Metafizik kiliseye bırakılmıştır. (Burada istidrâdî olarak o zamanki kilisenin, akla şeytan oyuncağı olarak baktığını ve hakikati aramanın, kilisenin hakikatin kendisi olduğu düşüncesine ters düştüğü fikrini belirtmekte fayda vardır.) Mekanik kâinat görüşüne göre, kâinattaki hâdiseler sebep-netice münasebeti içinde cereyan ettiğinden anlaşılabilir ve böylece fizikî varlığın işleyiş bilgisine ulaşılmış olur. Bacon’un ‘bilimsel yöntemi’ne göre, hakikate ulaşmak ancak deneyle mümkündür; bunun hâricinde bir yol insanoğlunu hakikate götürmez. Bu düşünce sistemine göre bilgiye giden mutlaklaştırılmış tek bir yol vardır: aklı kullanıp deney ve gözlem yaparak fizikî dünyada sebep-netice münasebetlerini bulmak. Modernizmin temeli olan yukarıdaki düşünce, varlığın metafizik boyutunu bir kenara bırakmış ve tabiatı tahrip etmenin meşrulaşmasına kapı aralamıştır. Bu yolda insana fayda sağlayan her şey aşırı yüceltilmiş ve mubah sayılmıştır. Aklın iki işleyişi Bilime göre her şey bir sebebe bağlıdır. Bu sebep veya sebepler zinciri anlaşılmadan varlığın bilgisine ulaşılamaz. Varlığın metafizikî boyutunu kabul etmeyen modern bilim, varlıkta hikmet aramaz, sadece fayda eksenli sebep ve neticeyi arar. Modern düşünceye göre her fert kendi nefsine mâliktir ve hayatına aklıyla kendince bir mânâ yükler. Oysa hakikatte akıl iki şekilde işler. Akıl, nefsin bir oyuncağı veya kalbin bir fakültesidir. Dolayısıyla ya nefsiyle düşünen veya kalbiyle akleden insan vardır. Birinci durumda, herkesin kendi heva ve hevesine göre akletmesi sebebiyle, içtimaî hayatta bir kaos ortamının oluşacağı muhakkaktır. Fakat modern felsefe yanlış bakış açısı ile bu fikri bütün âlem için geneller ve kâinatı bir kaos ortamı olarak tasavvur eder. Bu kaos ortamında ise, mücadele vardır ve kuvvetli olan ayakta kalır. Bu yüzden, Frederic Nietzsche ‘iyi’nin gücü elde etmek olduğunu iddia etmiş ve halkı soylular (kuvvetliler) ve sıradan insanlar olmak üzere ikiye ayırmıştı. Bu anlayışa göre maddî olarak aciz olanlar kendilerini tatmin etmek için, maddî gerçeklerden sıyrılıp kendilerine başka istinad noktası ararlar. Dolayısıyla mânevî arayış, fizikî dünyaya karşı kuvvet yetirememe hâlinden (acziyetten) kaynaklanır. Hakikatte ise, acziyet dini tanımamanın tetiklediği bir durum mudur, yoksa mânevî arayış veya dine yönelmenin bir sebebi midir? İnsanın acziyeti Hayat sahiplerinin en mükemmeli olan insan kendine mâlik değildir aslında. Bir örnekle açıklayacak olursak, bir miktar para askerin kendisine aitse, onda her türlü tasarruf hakkına sahiptir. Fakat devlet tarafından kullanılmak üzere ona verilmişse, asker onu ancak belli bir daire içinde kullanabilir. Yani o paranın mutlak mâliki değildir. Aynen bunun gibi insan da kendine, bedenine mutlak mâlik değildir. Zîrâ bedenini her zaman istediği gibi kullanamaz. Bazen hasta olur, kolunu kaldırmak ister; ama kaldıramaz. Hattâ ölmek istemediği hâlde ölmesi bile, onun bedenine mutlak mâlik olmadığını gösterir. İnsan, iptal-i akıl ve hisse uğramamışsa başkalarının elemleri ile müteellim olduğundan dünya kendisine umûmî bir matemhane gibi gözükür. Ayrıca, her nefse bir mâlikiyet veren modern insanın gözünde de âlem vahşetin hâkim olduğu bir yerdir. Zîrâ, Sartre’ın da dediği gibi, “İnsanoğlu ne yapacağını bilmez hâlde dünyaya bırakılmış, kendi başına kalmıştır.” Bu bakışa göre, her yerde zâlimlerin velveleleri, mazlumların vaveylaları duyulmaktadır. Dinden kat-ı nazar eden modern görüşün bu çarpıklığı insanın kalbine, ruhuna elemler yüklemiş, ona acziyet hediye etmiştir. Acziyetten kasıt, insanın fizikî dünyada öğrendiklerine karşılık enfüste bir istinad noktası bulamaması ve ruhen aciz duruma düşmesi hâlidir. ‘Âlemde daima mücadele hâkimdir.’ tasavvuru da tamamen yanlış bir bakış açısına dayanır. “Güneş ve kamerin nebatat ve hayvanatın imdadına; hayvanatın (ve bitkilerin), insanların imdadına yetiştirilmeleri; gıda maddelerinin, meyvelerin; besin zerrelerinin beden hücrelerinin beslenmesine vesile olmaları”2 âlemdeki yardımlaşmanın ne kadar zahir olduğunu gösteren işaretlerden sadece biridir. Öyle ki kâinattaki herhangi bir sebebin eksikliği çok büyük zararlara netice verebilmektedir. Örneğin azot çevriminde nitrat bakterilerinin olmamasını düşünelim. Bu durumda bitkiler azotu kullanamayacak, metabolizmaları sarsılacak, fotosentez duracak, havada oksijen azalıp aşırı karbondioksit birikecek ve yeryüzü insanlar için yaşanmaz bir hâl alacaktır. Bunun gibi, kâinattaki küçük büyük bütün dengeler, yardımlaşmanın hüküm sürdüğünü gösterir. Sebeplerin yeri ve mâhiyeti Bunun yanı sıra, bütün hâdiseleri neticelere bağlamak, kâinatta mutlak fâil olarak esbabı görmek, modern felsefenin müteal olandan mahrum olmasının bir neticesidir. Bediüzzaman Hazretleri esbabın tesirini, “Esbab-ı maddiye yalnız terkip eder, toplar. Kendilerinde olmayanı hiçten yoktan yapamadıkları, bütün ehl-i aklın yanında musaddaktır.”3 şeklinde özetler. Herhangi bir neticeye bakıldığında onda derin bir şuur, aşkın bir ilim ve kudret gibi sıfatlar görülür. Bu sıfatlara sahip olmayan sebepler o neticenin de asıl fâili olamaz. Bununla birlikte, her sebep mümkinattandır, varlığı ile yokluğu müsavidir. Dolayısıyla her sebep başka bir sebebe, o da bir başka sebebe dayanır. Tıpkı iki ayaklı sandalyelerin ayakta durabilmesi için birbirlerine dayanması gerektiği gibi. Fakat neticede bu silsilenin de ayakta durabilmesi için kendilerinden (mümkinat nevinden) olmayan bir Vacibü’l-Vücud’a bir Musebbebü’l-Esbab’a ihtiyaç vardır.4 Esbabın en gelişmiş olanı durumundaki insan en ufak bir şeyi yoktan var edemiyorsa, diğer hiçbir esbab hakiki fâil olamaz. Netice itibariyle, modern bilime göre düşünen insan, salt akılla ve tecrübî metotla fizikî dünyanın bilgisini elde etmeye çalışırken, en küçük daireden en büyük daireye her şeyi sebeplere bağlar. Bir hücreden başlayıp kâinata çıkan bilim adamı keşfettiği mükemmel dengeleri esbaba isnad ettiği için, herhangi bir sebebin de bu mükemmel dengeyi alt üst edebileceğini düşünür. Zîrâ yıkmak, yapmaktan çok daha kolaydır. Böylece modern bilim adamı sırtına çok büyük bir yük yükler. İlim yolunda keşfettiği ve sebeplere dayandırdığı her şey bir müddet sonra ona korku vermeye başlar. İlmi artık ona acziyet vermiştir. Bu acziyet içerisinde bir istinad noktası arar. Bu bazen kendi nefsi (enesi), bazen teknoloji, bazen de tabiat olur. Görüldüğü gibi, metafiziği fizikten ayırıp her şeyi sebeplere bağlayan mekanik dünya görüşünün; her nefse bir mâlikiyet veren, âlemde kaos tasavvur eden ve mücadeleyi kazanmanın yegane yolunu da kuvvet olarak gören modern anlayışın iddia ettiğinin aksine, dine yönelme acziyetten değil, acziyet dini tanımamaktan kaynaklanır. Dipnotlar 1. Ali Bulaç, Din ve Modernizm, İstanbul, Yeni Akademi Yayınları, 2006, s.15. 2. Bediüzzaman Said Nursi, Nurun İlk Kapısı, İstanbul: Sözler Yayıncılık, 2004. 3. Bediüzzaman Said Nursi, Asâ-yı Musa, İstanbul, Yeni Asya Yayıncılık, 2005, s.273. 4. Fethullah Gülen, İnancın Gölgesinde, İzmir, Nil Yayınları, 2006, s.14. Kaynaklar - Nursi, Bediüzzaman Said. Asâ-yı Musa, İstanbul,Yeni Asya Yayıncılık, 2005. - Nursi, Bediüzzaman Said. Nurun İlk Kapısı, İstanbul, Sözler Yayıncılık, 2004. - Gülen, Fethullah. Günler Baharı Soluklarken, İstanbul, Nil Yayınları, 2004. - Bulaç, Ali. Din ve Modernizm, İstanbul, Yeni Akademi Yayınları, 2006. - Bulaç, Ali. Bilgi Neyi Bilmektir, İstanbul, Yeni Akademi Yayınları, 2005. - Bulaç, Ali. İslâm Düşüncesinde Din-Felsefe Vahiy-Akıl İlişkisi, İstanbul: Yeni Akademi Yayınları, 2006. - Bulaç, Ali. Tarihe Kutsala Hayata Dönüş, İstanbul: Yeni Akademi Yayınları, 2006. - Ünal, Ali. “Modern Sosyolojik Yaklaşım ve Müslümanlar”. Mustafa Torun
-
TÜRBAN SORUNU - KONUSU - ANA BAŞLIK
Enel Hak! eywallah ne güzel bir söz bu....
-
AKP'ye KAPATMA YOK!
dimi simdi yargı da satılmıs oldu... eywallah hic sasırmamıstım emindim kapatılmayacagına ve umarım milletimiz icin daha hayırlı olur insallah olacakta evet durmak yok yola devam.... ne olur saygıyla yaklaşınn
-
Allah gerçekten merhametli mi? Adil mi?
eywallah
-
Laiklik kaç para eder?
ozaman puf ladıgınız Osmanlı Laikliğin kalesiydi
-
Allah gerçekten merhametli mi? Adil mi?
ne demek istedigimi cok ii anladın ama hesabınıza gelmiyor demek.... istedigim buydu şöyleki: human ing ne demek :insan insani beşeri insanlık insanoğlu gibi cok anlamı var kuran da da böyledir ve mecaz vardır kuranda insan tek demez melsela insaoğlu da diyebilir siz sadece bir tek kişiye demistir dersiniz kendinizi tatmin etmek icin,kendi hezabınıza gelen yorumu yapıyorsunuz....
-
Allah gerçekten merhametli mi? Adil mi?
bi kaç arkadaşa tavsiye türkce düşünerek ne arapca ne ing. ne de bi başka dil öğrenilebilinir... yaptıgınız sadece kelime oyunları.... ing hocam vardı unv'de türk diildi. dedigi bi söz vardı şöyle ki ''türkçe düşünerek ing öğrenemessiniz ''... dikkat ediyorum da Kuran dan bahsederken arapçadan bi haber arkdaslar türkcede cok anlama gelen bi harfi sadece hesabına gelen anlamında yorumluyor.... basit bir örnek Türkey ne demek hindi demek ozaman bende derim bu ingilizler bize hindi cumhuriyeti diyorlar... bazı arkadasların yaptıgı tamda bu.... arapçayı tam öğrenin gelin tartışalım farsçayı tam öğrenin gelin tartışalım....
-
Ergenekon: Biraz da gülelim!
Ergenekon'un temel gerçeği Bir buçuk yıl kadar önce Ümraniye'de bir depo basıldı. İhbar Trabzon'dan gelmişti. Belki de Hrant Dink cinayeti sonrasında kendisiyle yüzleşen, darbeciliği bir erkek çocuk oyunu sanan çevrelerin içinde sıkışmış olan birinin vicdan aklamasıydı bu... Ama emniyet kuvvetleri bu ihbarı ciddiye aldılar. O depoda TSK çıkışlı Makine Kimya Endüstrisi imalatı el bombaları yanında kilolarca patlayıcı madde ve bilumum silah bulundu. Ayrıca tanınmış bazı insanların ve bu arada önemli siyasetçilerin evlerini ve günlük güzergâhlarını gösteren, suikast planlamasına imkân tanıyan çizimler de bulundu. Deponun 'sahibi' ise askeriye kaynaklı biriydi ve yakın temasta olduğu kişiler Susurluk'tan Trabzon'a uzanan bildik bir ağa işaret ediyordu. Dosyayı önünde bulan savcı, olayı ciddiye alarak hakim önüne çıkardı. Hakim de olayın ciddi olduğunu düşünüyordu herhalde ki, söz konusu insan ağının kilit noktalarındaki şahıslar hakkında dinleme izni verdi. Eğer bu dinlemeler olmasaydı muhtemelen Ergenekon iddianamesi de olmayacaktı... Çünkü aradan geçen bir buçuk yıl içinde Türkiye'deki neredeyse bütün terör olaylarının perde arkasını aydınlatan konuşmalar tespit edildi. İddianamenin bunca zaman almasının nedeni belki de buydu... Her geçen gün metne girmesi gereken yeni bilgilere ulaşılmaktaydı ve eğer yargı mekanizmasının mantıklı bir süreye dayanma gereği olmasaydı, muhtemelen savcının öğrenme merakı bizi her gün genişleyen ama bir türlü nihayete varamayan bir iddianame ile karşı karşıya bırakacaktı. AKP üzerinden Batı'yı dövme Dinleme işleminin en çarpıcı sonucu Danıştay cinayeti ile ilişkiliydi. Katil bu eylemi başörtüsünü yasaklayan yargı mensuplarına karşı yaptığını söylemekle kalmamış, bir gün şeriatın muzaffer olacağını da her fırsatta haykırmıştı. Nitekim yargı da bu yönde karar vermiş, medyanın birçok kuruluşunun içini rahatlatmıştı... Ne var ki artık savcı bu katilin kimlerle işbirliği yaptığını somut olarak bilmekteydi. Dahası söz konusu cinayetle Ümraniye arasında örgütsel bir bağ olduğunu, daha önce Cumhuriyet Gazetesi'ne atılmış olan bombanın ise doğrudan Ümraniye deposundan geldiğini öğrenmiş durumdaydı. Anlaşılan Ergenekon çetesinin bir 'merkezî' diğeri 'taşra' diye adlandırabileceğimiz iki eylem biçimi vardı. Merkezde terör ağının çekirdeğine yakın insanların güvenlik ihtiyacı fazla, maliyeti yüksek ama vurucu darbe niteliği üst düzeyde olan eylemleri planladıklarını öngörmek mümkündü. Ümraniye deposu bu işler için hazır beklemekteydi. Bir de taşrada sıradan, basit ve meselenin esası açısından ***** kimselerin kullanıldığı, güvenlik gereği alt düzeyde ve maliyeti düşük 'işler' yapılmaktaydı. Bu bağlamda bazı gayrimüslimlerin öldürülmesi ve doğranması öngörülmüş olmalıydı... Çünkü bu tür eylemler Hıristiyan dünyasının tepkisini çekeceği için, içeride de Batı karşıtı bir milliyetçiliğin yükseltilmesine yarayabilirdi. Diğer taraftan Batı bu ülkeye AB üzerinden gelmekte ve hükümette olan AKP de buna fazlasıyla teşne gözükmekteydi. Oysa AKP'nin şeriatçılıkla suçlanmasını sağlayacak bazı adımlar atıldığı takdirde, Batı'ya kalıcı bir darbe indirmek mümkündü. AKP hükümetinin düştüğü, daha iyisi bu partinin kapatıldığı; AB sürecinin kesintiye uğradığı, daha iyisi bizzat AB tarafından durdurulduğu bir ortamda 'bağımsız' Türkiye'nin gerçekleşeceği hayali etrafında bir ağ oluşturulmuştu. Darbenin fiziksel olarak gerçekleşmesi ikincildi, çünkü zaten darbenin gerçekleştirmek isteyeceği duruma kendiliğinden erişilebilecekti. Ancak bu sonucu elde etmek için toplumun, medyanın ve laik elitin desteğini almak gerekiyordu. Her şeyin 'hukuk' çerçevesi içinde yapıldığı, toplumsal desteği arkasına almış bir diktatörlüğün keyfi neyle mukayese edilebilir? Toplumun apolitikleştiği, siyasi aktörlerin buharlaştığı bir ortamda devletin sahipsiz kalmayacağı ise açıktı... Ergenekon çetesinin üyeleri herhalde hangi pozisyona geleceklerini tam olarak bilemiyorlardı ama nüfuzlarının çok artacağından emindiler. Belki de giderek genişleyen ve önemli adları içeren bu ağın parçası olmanın verdiği psikolojik güvenle böylesine inanılmayacak bir zeka seviyesi ortaya koydular. Buradaki 'inanılmayacak' sözcüğü bu zeka seviyesinin inanılmaz düşüklüğü ile ilgili. Çünkü Danıştay saldırısını gerçekleştiren ve suçu 'İslamcılara' atmaya niyetlenen birinin Ergenekon içindeki bir amiri ile tam 35 kez telefonla görüşmesi ve bu görüşmelerin dinlenmeye yakalanması başka türlü açıklanamaz. Mesele bu olayda cinayeti işleyen kişinin değil, telefonla konuştuğu şahsın düzeyidir. Amirin bu denli müdanaasız davranabildiği bir terör işleminde, alt kademenin yapabileceği hataların neredeyse mizahi nitelikte olacağını hayal etmek hiç de zor değil... Bu durumun ima ettiği ilk gerçek, Türkiye'de 'işlerin' hep bu düzeyde yapıldığı ve hemen her zaman yapanın yanında kâr kaldığıdır. Geçmişte Susurluk'tan Şemdinli'ye, Ulucanlar'dan Gazi olaylarına bir dizi büyük pislik süreci ya Jandarma ve Emniyet'in 'ilgili' makamları ya da askerî veya sivil yargının 'sorumlu' mahkemeleri tarafından aklanmış, üstü kapatılmış ve medyanın gizli koruması altında unutulmaya terk edilmişti. Dolayısıyla Ergenekon çetesinin üyelerinde de muhtemelen gerçeküstü bir özgüven bulunmaktaydı. Haklarında herhangi bir adli takibat yapılamayacağından, yapılsa bile akim kalacağından, prestij ve nüfuzlarından hiçbir kayıp yaşamayacaklarından ve nihayette bu devleti kendilerinin yöneteceğinden son derece emin oldukları anlaşılıyor. Gayrimeşru olanın böylesine sıradanlaşarak bazılarının imtiyazına dönüştüğü bir ülkede, müdanaasızlık da doğal davranış haline gelebiliyor. Müdanaasızlıkla vasatiliğin birleştiği noktada ise düpedüz akılsızlığın hükmü icra ediliyor... Akıl düzeyi düşüklüğüne minnet duymak gerek Ergenekon iddianamesinin ardındaki temel gerçeklik budur... Düşünün ki savcı Zekeriya Öz ve çalışma arkadaşlarının ardında gerçekte hiçbir destekleyici güç yoktu. Toplum zaten laik cemaatin korkutulması ve bilinçli olarak manipüle edilmesi sonucu bölünmüştü. Akıllılıkla akılsızlık arasındaki fark neredeyse laiklikle dindarlık arasındaki farklılıkla örtüşmekteydi. Kendilerinin 'solcu' olduğunu sanan bazı marjinal kesimlerin AKP'ye yaramasın diye 'nötr' kaldıkları bir ahmaklık sürecinin içindeydik. 'Bir kısım' medya ise bilinçli ve kötü niyetli bir karalamanın parçası olmuştu. Savcıyı ve iddianameyi her fırsatta küçümsemeye, aşağılamaya çalışan; her şeyin 'palavra' olduğunu ima eden ahlaksızca yayınlardan çekinilmedi. Anamuhalefet partisinin lideri ise kendisini Ergenekon'un avukatı ilan etmiş, böylece iddianameyi gayrimeşru kılmaya çalışmıştı. Bütün bu tablo karşısında savcının arkasında hükümetin durduğunu sanıyorsanız daha da aldanırsınız... Bundan 5 yıl önce MİT tarafından hükümete verilmiş olan Ergenekon'la ilgili raporu bile AKP yönetimi savcıdan esirgedi. Zekeriya Öz söz konusu raporun varlığını MİT'ten öğrendikten sonra ve henüz birkaç hafta önce belgeyi Başbakanlık'tan istedi ve aldı... Böylece Türkiye'deki komplo meraklılarının sormaktan çok hoşlandıkları o soruya geliyoruz: Acaba bu 'kendi halindeki', kimseden destek almayan savcı, söz konusu cesareti ve iradeyi nereden buldu? Türkiye gibi sicili olan bir ülkede, Ergenekon çetesinin üzerine gitmek öyle kolay mı? Gerçekten de değil... Ama bu kez savcı belki de hiç hesapta olmayan bir 'uygunluk hali' ile karşılaştı. Önünde her şeyin apaçık olduğu, delillerin dolup taştığı sayfalarca bilgi vardı. Çünkü Ergenekon çetesi mensuplarının gerçeküstü özgüvenleri ve düşük düzeydeki zihinsel melekeleri savcıya istemediği kadar kanıt üretmişti. Eğer Ümraniye baskını sonrasında bu çetenin ileri gelenlerinde bir miktar akıl ve öngörü olabilseydi, belki de savcı tereddütte kalacak, daha yuvarlak ifadeler kullanacak ve nihayette yargılama hiçbir yere varmayacaktı. Ama bulgular tatmin edici olduğu ölçüde, savcı ve arkadaşlarının da özgüveni arttı. Gayrimeşru olanın temelsiz özgüveni, meşru olanın elinde bir hukuki imkana dönüştü... Öte yandan bu iddianamenin oluşma sürecine katkıda bulunan ikinci bir faktöre de değinmeden geçmemek lazım. 'Bir kısım' medyanın ve Baykal'ın azımsama, çarptırma ve kafa karıştırmaya yönelik hamleleri bu olayı toplumsal tartışmanın göbeğine çekti. Belki de ilk kez kamu önünde 'halka açık' bir yargı sürecini olanaklı kıldı. Bugün bazılarının 'artık konuşmayın, yargıya müdahale oluyor' demesi kendilerini gülünç duruma düşürmekle özdeş... Eğer bu kesim de daha akıllı olabilseydi belki savcının etrafındaki psikolojik destek de daha az olacak ve süreç kapalı kapılar ardına itilebilecekti. Sonuçta Türkiye yüzyıllık bir yozlaşma geleneğinin son kurumsal yapısını çökertmenin eşiğinde ise, bunu her şeyden önce bu yapıyı sürdürmek isteyenlerin akıl düzeyinin düşüklüğüne borçlu olduğumuzu unutmayalım ve yüzleşmemizi daha geniş bir zeminde arayalım. Ne de olsa tarih, toplumların önüne her zaman bu düzeyde darbeciler ve böylesine kıt zekalı destekleyiciler çıkarmaz... ETYEN MAHÇUPYAN
-
MİRAÇ KANDİLİ
Mirac kandilimiz mübarek olsun...birlik ve bütünlügümüzü pekiştirmesi dilegiyle....
-
İnananlar neye inandığını biliyor mu?
hayır iste ben arastırdım bakın ailemden 8 yıl ayrı yasadım ABD ye gittim Avrupanın bir cok ülkesine gittim ve yerinde arastırmalar yaptım ailem hicbir zaman bana hibir baskı yapmadı kendim arastırdım abd de ve avrupada yaklaşık 20 ye yakın katolik arkdasım oldum ateiste tabi hatta rusyadan bile hep onlarla tartıstım konustum arastırdım sırf inancımı bulabilmek icin bakın yasım 23 15 yasından beri ailemden ayrı yasadım...