Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Senyour

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    975
  • Katılım

  • Son Ziyaret

  • Lider Olduğu Günler

    1

Senyour tarafından postalanan herşey

  1. Resim Tahmin Yarışması doğru tahmin ettim ilk denememde! Kazandığım puan 100 Puan!
  2. Resim Tahmin Yarışması doğru tahmin ettim ilk denememde! Kazandığım puan 100 Puan!
  3. Resim Tahmin Yarışması doğru tahmin ettim ilk denememde! Kazandığım puan 50 Puan!
  4. Senyour

    Çıkmazdaki Batı

    “Biz seküler bir toplumuz artık. Dinin, dinî değerlerin toplum hayatında bir tesirinin veya belirleyiciliğinin olması söz konusu değil.” anlayışına Batı’da ve Batılılaşmaya çalışan ülkelerde sıkça rastlanır. Batılıların yanıldıkları mühim bir nokta var: Onlar, tarihlerinde yaşanan sosyo-kültürel hâdiselerden elde ettikleri tecrübeleri genelleştirerek bütün dünyaya teşmil ediyorlar. Dünyada yaşanan dinî tecrübeleri, sadece kilisenin din anlayışıyla ve tarihiyle sınırlandırmak gibi bir kolaycılığa kaçıyorlar. Kilisenin akılla kavgasından rasyonalizm, kadınla mücadelesinden feminizm, bilimle mücadelesinden natüralizm gibi akımlar ve kartezyen düşünceler gelişti. En azından bu akımların oluşumunda belirleyici rol oynadı. İnsan-kâinat-Yaratıcı münasebeti kendi bütünlüğünden koparılarak, yalnız insan aklını referans alan din-bilim algısı merkeze oturtuldu. Ardından kâinatın ve hayatın mânâsına dâir hikmet kayboluverdi. İşte ferdî ve içtimaî problemlerin temelinde, yaratılış ve kâinata dâir bu kör paradigma yatmaktadır denebilir. Din algıları tamamen kilisenin tarihî sürecinde şekillenmiş olan Batı dünyası, bunu genelleştirerek her dinin aynı süreçleri yaşamasını bekliyor. Meselâ son yüzyıldır, aklı, kadını ve bilimi de İslâmiyet’le kavga ettirerek, Müslüman toplumlarda da rasyonalizm, feminizm, natüralizm gelişsin, aydınlama süreci yaşansın gibi bir mantıkla karşı karşıyayız. Günümüzde Müslümanların ve İslâm’ın; şiddet, kadının ezilmesi, düşüncenin yasaklanması gibi konular çerçevesinde ele alınmasının arkasında da bu zihniyet yatmaktadır. Ancak İslâmiyet akılla, bilimle, insanla kavgalı olmadığından bu süreçlerin aynen Batı’daki gibi gelişmesi ve yaşanması mümkün değildir. Fakat Batı’da din veya dinî-ahlâkî değerler dendiğinde, hemen önyargılı ve âni reflekslerle red tavrı sergileniyor. Dinin/dinî değerlerin sosyal hayattan koparılıp, içtimaî münasebetlerin merkezine sadece hırslar ve nefsanî tercihler oturtulunca, problemler de tek tek ortaya çıkmaya başladı. Toplumu ayakta tutan din kaynaklı ahlâkî değerlerle, insanların birbirlerinin hakkına, hukukuna riayet ederek yaşamak için ihdas ettikleri anayasa hükümleri birbirine karıştırılmaktadır. Aslında kanunlar hukukî bir çerçeve belirliyor, inanca bağlı hassasiyetler ve ahlâkî değerler bu çerçevenin içini dolduruyor. Bir asrı aşkın bir süreden beri seküler değerlerle toplumların devamlılığı sağlanacağından bahsediliyor. Ancak; bu değerlerle, gittikçe çoğalan, daha da azgınlaşan sosyal problemlerin çözülemediği de bir gerçek. Ümitsizlik, idealsizlik, vurdumduymazlık hangi değerlerle çözülecek? Ya cinsî istismar, ailenin çözülmesi, fuhuş, ahlâksızlık? Şiddet, gasp, hırsızlık, uyuşturucu ve alkol problemini seküler değerler mi çözecek? İnsanın nefsî problemlerini, tatminsizliğini, ölüm endişesinin yol açtığı açmazları ve saplantılı psikolojik problemlerini çözecek değerler neler? En temel problem, dinin kanunlarla veya modernitenin sunduğu içi boş birtakım etik değerlerle karşı karşıya getirilmesidir. Bu süreç, kilisenin devlet otoritesiyle çatışmasıyla gelişmişse, bu İslâmiyet’te de böyledir mânâsına gelmez. İslâmiyet, getirdiği ahlâkî prensiplerle insanın temel problemlerini çözebileceğini, vicdan mekanizmasını rayına oturtarak, insan-ı kâmil hedefiyle ferdin maddî-mânevî mutlu olabileceğini vaat ediyor. Her fırsatta sâlih amel işlemeyi emrediyor. Müslüman kişi aynı zamanda kanunlardaki temel hak ve hürriyetlere en fazla riayet eden kişidir. Çünkü bir Müslüman, insana zarar vermek bir tarafa, bilerek karıncayı bile incitmez. Taşıdığı “kul hakkı düşüncesi” başka insanların hakkının kendine geçmesine rıza gösterme gibi bir kabule engel olur. Allah’tan kendisi, ailesi ve bütün inananlar için hep iyilik, güzellik ister. Kendi hatalarıyla birlikte başka insanların günahları için de af dilenir. Dolayısıyla İslâmiyet’in getirdiği prensiplerin anayasayla çatışması bir tarafa, tam aksine, ona bağlılığı destekleyen ve mükemmelleştiren mühim bir faktör olduğu görülür. Tarihte Osmanlı ve Endülüs gibi medeniyetlerin oluşmasında, bu prensiplerin bütünüyle hayata geçmesi ve ideal bir adalet anlayışı rol oynamıştır. Ama Avrupa medyasında böyle bir Müslüman profilinden maalesef eser görülmüyor. Aksine, kendi dinlerine reva gördükleri yaklaşımın kat kat fazlası ve acımasızı İslâmiyet’e karşı yapılıyor. Bilhassa İslâm sözkonusu olduğunda, kötü örneklerin misâl teşkil ettiği bir toplumda başka şey de beklenemez. Ancak Müslümanlar her şeye rağmen dinden ne anladıklarını, İslâmiyet’in duygu ve düşüncede insana bahşettiklerini ve ahlâklı olmanın faziletlerini bu toplumlara göstermek durumundadırlar. Avrupa medyası Müslümanlara at gözlüğüyle bakadursun, şiddetin dininin ve milliyetinin olmadığı gerçeğini araştırmalar doğruluyor. Alman İçişleri Bakanları Konferansı’na sunulan yeni bir raporda, gençler arasında yaralama, gasp ve şiddet hâdiselerinin son yıllarda hızla arttığı belirtiliyor. Niedersachsen Eyaleti İçişleri Bakanı Uwe Schünemann: “Gençler arasında artan şiddet, toplumun bütününü ilgilendiren bir fenomendir. Eskiden tabiî bir çekingenlik vardı. Okul avlusunda çıkan bir kavgada yere yıkılan birine tekmeyle vurulmazdı. Bugün her şey değişti.” diyor. Elbette değişti; fakat seküler değerlerle bu ve benzeri problemler nasıl çözülecek? Bunlar bir tarafa, Batı Avrupa Türklerinin her gün yaşadığı problemlerden olan kültürel ve etnik ayrımcılığa ne diyeceğiz? Seküler değerler bu problemin çözümüne yönelik ne sunuyor? Bilhassa seküler değerlerin savunucusu medya tarafından kasıtlı olarak sürekli pekiştirilmeye çalışılan İslâmofobi ve rencide edici yayınlar, başta Türkler olmak üzere hem Müslümanlar, hem de kendi insanları üzerinde olumsuz tesir bırakıyor. Bu bir paradoks değil mi? Batı’nın insan hakları konusunda dâima övünegeldiği hususiyetlere ters düşmüyor mu? Halbuki yaygınlaştırılmaya çalışılan peşin hükümler ve oluşturulmaya çalışılan korku ortamı birlikte yaşamayı zorlaştırıyor. Yani paranoya hâli gittikçe çoğalıyor. Batı’nın model olması meselesinin de bu yönleriyle Türkiye’deki entelektüeller tarafından gözden geçirilmesinde fayda var. Batı bizim için, hangi konuda ne kadar model olabilir? İslâmiyet’in ve Müslümanların mukaddesleri üzerine çöken karanlık kâbus bir müddet daha devam edeceğe benziyor. Basının ve siyasetçilerin bir kısmı ağız birliği yapmışçasına, İslâmiyet ve Müslümanlara düşmanca yaklaşarak onları sürekli ötekileştiriyor. Müslümanlar ise şaşkın. Bu düşmanca, dışlayıcı ve rencide edici yaklaşımlara mânâ vermeye çalışıyorlar. Bazı mâlûm odaklar, Müslümanları rencide eden provokatif düşünce ve faaliyetlerini siyasî arenada, medyada ve kamuoyu önünde çekinmeden dışa vuruyorlar. Hattâ mühtedî görünümlü bazı şahıslar -hâşâ- Kur’ân’ın uydurma bir kitap olduğunu yazacak kadar ileriye gidebiliyor. Kaderin cilvesi olsa gerek ki, o Yüce Beyan hem dıştaki, hem de içte gibi görünen bu şahısların ruh hâletlerini deşifre ediyor, Müslümanlara bu durumlarda dahi seküler değerlerin çok ötesinde ne yapmaları gerektiğini apaçık dile getiriyor. Tarih boyunca derece farklılıkları olsa da, bu tür sakil yaklaşımların pek değişmediğini Kur’ân-ı Kerîm’den anlıyoruz. Kur’ân meâlen şöyle diyor: “Siz öylesine (safî, kalbleri dupduru ve herkesin iyiliğini isteyen) kimselersiniz ki, o (düşmanlarınızı) bile seviyorsunuz, ama onlar sizi sevmezler; siz, (âyetleri arasında hiçbir ayırım yapmadan) Kitabın bütününe ve Allah’ın gönderdiği bütün Kitaplara inanıyorsunuz. Onlar ise, ancak sizinle karşılaştıkları zaman ‘İnandık!’ deyip geçerler; fakat birbirleriyle baş başa kaldıklarında size olan kin ve düşmanlıklarından dolayı parmaklarını ısırır, dişlerini gıcırdatırlar. (…) Size küçük bir iyilik, bir ferahlık, bir nimet ulaşsa, bu onları tasaya sevk eder; bir belâya giriftar olsanız, bu defa sevinçten bayılırlar. Her şeye rağmen sabreder ve (haktan, adaletten sapmadan) takva çizgisinde hareket ederseniz, onların hile ve tuzaklarının size hiçbir zararı dokunmayacaktır…” (Âl-i İmrân, 3/119-120). Avrupa’da her gün Müslümanlar itici ve provokatif davranışlara muhatap oluyor. Kur’ân-ı Kerîm, yukarıdaki âyetler yeni nazil olmuşçasına bu durumu tespit ediyor ve kendilerine reva görülen haksız davranışlar karşısında Müslümanların sabırla, hak ve adaletten sapmadan takva dairesi içerisinde hareket etmeleri gerektiğini vurguluyor. Bu çerçevede Fethullah Gülen Hocaefendi, Asr Sûresi’nin, tarihî tekerrürler devr-i dâimi içinde önemli bazı hususları ifade ettiğini belirtip, meâlini: “Yemin ederim zamana, insanlar hüsranda; ancak iman edip makbul ve güzel işler yapanlar; bir de birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesna.” (103/1–3) şeklinde verdikten sonra şu değerlendirmede bulunuyor: “Tasviri yapılan bu yiğitleri, Efendimiz’in (sas) şu hadîste anlattığı gariplerle irtibatlandırmak mümkündür: ‘Gariplere müjdeler olsun! Onlar halkın kendisini fesada saldığı ve bozgunculuk yaptığı; dolayısıyla, kargaşa ve fitnenin dört bir yanda kol gezdiği bir dönemde (salâh erleri olarak dövene elsiz, sövene dilsiz ve gönülleri kırıldığı zaman bile) hep ıslah için koşturur dururlar.’ Evet, kalbinde salâha kavuşmuş ve sâlih amel işleyen, aynı zamanda salâhı da şiâr edinmiş, onu başkalarına da aşılayan bu ıslahçılar, bozguncuların yaptığı ifsada karşılık her zaman ıslah eri gibi davranırlar.” (Fasıldan Fasıla 5, Perspektif) Muhammed MERTEK
  5. Turgut Uyar, "ben aslında her şeyi sonradan öğrendim herkes herkesi sonradan öğrenirmiş bunu da sonradan öğrendim" diyor. Bu böyledir, her şeyi, herkesi sonradan öğreniriz. Asıl cehalet, bilginin gücüne tapınmaktır. Güce güvenmektir. Güçlüye yamanmaktır. Ne denli 'bilgili' ve 'güçlü' olursak olalım, gerçekte, bizi, yaşadığımız dünyayı, kainatı ve varlığı kuşatan Mutlak Alim'in huzurunda alabildiğine cahil ve çaresiziz. Bu esası yitirdiğimizde, bilgisizliğe ve vicdansızlığa düşeriz. Asıl güç, güçsüzlüktedir, haklılıktadır. Adalet, merhamet ve Hakikat'e sadakatten daha büyük bir güç yoktur. Zira, bu, Asıl Güç Sahibi'ne dayanmak, kendi sorumluluk ve yükümlülüklerimizi yerine getirdikten sonra, işimizi O'na havale etmektir. Bu bağlamda büyük bilge Rabiatü'l-Adeviyye'nin, Hasan-ı Basri'ye söylediği sözü anmanın vaktidir : 'İnsanın benlik iddiasından daha büyük günah mı olur?' Bu sırdandır ki, modern Türk Şiirinin yıldızlarından Turgut Uyar, 'Divan'ındaki tevhit'te şöyle der : "özenle soyduğum şu elma söyle şimdi kimindir/özenle ne yapıyorsam bilirsin artık senindir suya giden bir adam mesela omzunu eğri tutsa/güneş, su ve adamın omzundaki eğrilik senindir ayağa kalkarsın, adına uygunsun ve haklısın/kararan dünya bildiğin gibi sık sık senindir kararan dünya yeni bir güle bir ateş parçasıdır/bir ateş parçasından arta kalan soylu karanlık senindir bir deneyli geçmişi aldın geldin yeniyi güzel boyadın/ben bilirim sen de bil ilk aydınlık senindir benim sevdiğim su senin suyunun öz kardeşidir/senin suyunun bıraktığı güçler artık senindir çünkü bir silah gibi tutarsın tuttuğun her şeyi/her yeri bir uyarma diye tutan ıslık senindir senindir ey sonsuzveren ne varsa hayat gibi/tutma soluğunu, genişle, öz ve kabuk senindir ey en güzel görüntüsü çiçeklere dökülen bir çavlanın/aşkım, sonsuzum, bu dünyada ne var ne yok senindir" Kibriya, Allah'a özgüdür. Konevi, Kırk Hadis şerhinde, kibrin, örneğin büyük günahlardan olan zinadan daha şiddetli bir cezayı hak ettiğini söyler. Zira kibir, Kebir ve Ekber Olan'a karşı büyüklenmek, İlahi olan bir vasfı sahiplenmektir. Kibriya sadece O'na özgüdür ve kibirlenen insan, örtük olarak Tanrılık iddia etmektedir. Kibrin, bu anlamda mesela alkollü içki kullanmak veya evlilik dışı ilişki kurmaktan daha çürütücü olduğu söylenebilir. Konevi'nin ifadelerini ödünç alarak söylersek, Kibr, Allah'ın zorunlu vasfı, insanın ise çürüten ve helak eden niteliğidir.Büyük düşünür Wıttgensteın'ın dediği gibi, 'şeylerin nasıl olduğu değildir gizemli olan, olduğudur.' Hayatın özündeki gizemi, ancak, ruhsal bilincimiz parçalandığında fark etmeye başlarız. Bu ise, rutin dışına çıkmamızla mümkün hale gelebilir. Rutin dışına çıkmak, egomuzu şişiren ve kışkırtan dalkavukluklardan, minik 'başarılarımızdan ötürü bizi pohpohlayan dost çehreli düşmanlardan uzak durmakla, büyüklüğünün gereğinin tevazu olduğunu bilmekle ve yaşamakla, O'nun sonsuz ve Mutlak Kudreti karşısında acz ve çaresizliğimizin sonsuzluğunu kavramakla mümkündür. Biz, irademizle rutin dışına çıkmayı başaramaz isek, Allah bir tedip sillesiyle, bir musibet, Bizim 'kültürümüz', altmışlı yıllardan itibaren aşırı biçimde politize olduğundan, her şeyi ve herkesi politik kalıplarla algılamaya başladık. Sosyolojik anlamını da içerir biçimde kullandığımızda, 'çıkar' eksenli ilişkiler kuran birey ve toplulukların düçar olduğu bu hal, yaşamın özündeki şiirsel mantığı adım adım kaybettirir. İlişkilerini çıkara dayalı olarak kurmaya çalışanlar, zekasını kurnazlıkta kullanan zavallılardır. Onların kelimeleri ve eylemleri geçersiz ve etkisizdir. Sonuç vermez, insanlığa bir hayrı olmaz. Ülkemizde bu ahlaki çürümenin giderek derinleştiğini ve yaygınlaştığını görebiliyoruz. Bediüzzaman, 'bir gemide dokuz cani bir masum bulunsa o gemi kanun-ı adaletle batırılamaz' demişti. Bu kozmik adalet ilkesini bugün ilişkilerimizde tahayyül bile edemiyoruz. Bir insanda dokuz masum bir cani sıfat bulunsa, o insan tümüyle kötü görülmemeli...Bu ahlaki tutumun kıyısından dahi geçemiyoruz. Birbirine karşı gardını güçlendiren toplumsal bloklar, insana yakışan bir konuşmayı, bir dili ortadan kaldırıyor. Seçkinler dahi ötekileştirici, duygusal ve iletişimi tıkayan, karşılıklı konuşmayı engelleyen bir dile doğru savruluyorlar. Bu, zaten yalnızlaşan, parçalanan, aşırı biçimde bireyselleşen modern insanın yalnızlığını daha da artırıyor. Zarifoğlu, daha soyut düzeyde söylüyordu ama, bunu da kuşatıyordu : "ah şu yalnızlık/kemik gibi/ne yanına dönsen batar" derken... İbn Arabi'nin bir anısını hatırlıyorum. Gezgin'e aldığım bu olay, Kurtuba'da geçer. Bilge, halvete girer. İtikafta birkaç hafta geçirmekte iken, dostu Abdullah, yalnız kaldığı odaya ansızın girer. Şeyh, birden sıçrar, kendine gelir ve dostunu görünce şaşırır. Abdullah, özür diler ve nolduğunu sorar. İbn Arabi şöyle cevap verir : 'Sen gelesiye Sevgili'mle baş başa idim, sen gelince yalnızlığa düştüm.' Demek ki, asıl yalnızlık, O'nunla ilginin kesilmesidir. İnsana kemik gibi batan da budur. O'nun rızasını tahsil edemeyen sözler, eylemler ve ilişkiler boştur, anlamsızdır ve insanın yalnızlaşmasıdır. Turgut Uyar, bu yüzden bir şiirinde, 'ikimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım' der. Göğe bakmak, modern zamanlarda insanın yitirdiği bir haldir. Gök, insanı, dünyayı ve aşağı alemi çevreleyen üst alemdir. İnsanın gökle temasını yitirmesi, egosuna gömülmesi, egosantrik hayalciliğin pençesinde kıvranması durumunda çevresine nasıl kükürtlü bir duman yaydığını, gündelik yaşamımızda her an gözlememiz mümkündür. Oysa insan, 'yalnız gibi'dir, 'ağaçlar gibi'dir, yeter ki göğe baksın : Göğe bakınca, arzdaki küçük hesaplar, kurnazlıklar, insana yakışmayan kibir, haset, kıskançlık ve öfkeler, yalanlar, hileler, dolaplar, sadece kendini düşünmeler, ayak oyunları ve akıl tutulmalarının nasıl birer parazit olduğunu da görecektir. Gök bize, her şeyin içyüzünü gösterir. İnsanın göğü de kalbidir. Kalbe ait olmayan kötücül duyguların ve ruha uymayan küçük hesapların, ayak oyunlarının insanı ve yaşadığı dünyayı nasıl kirlettiğini sadece kalp söyleyebilir. 'Bunda kalp sahibi olanlar için öğüt vardır' emri bunu ima eder. Çünkü kalp, sınırsızdır, inhisar kabul etmez ve hakikati kuşatabilir. Çünkü kalbin Sahibi yere göğe sığmamış, inanmış kulun gönlüne sığmıştır. Kalbi ise besmeleyle açmalı ve istiğfarla yıkamalı : "çünkü besmeleyle başladı/çünkü desturla tuttuk ne tuttuksa/çünkü imanla çok şeylere çağrıldık gözümüz/dağlarda kaldı eşya geride kaldı/dünya arkada bırakıldı/bir diş gibi ayrıldık çenemizden/dil çağı kapandı göz bağı koptu/bir tövbe sancağı açıldı bir zevk süreci değil çünkü bütün o zamanlar toptan kullanılmış oldu/içinde zalimlerin asılma sahneleri içinde kan akıtanların kanlarının seli/içinde mahzun edenlerin gözyaşı nehirleri/çünkü tövbe edildi izin verildi besmeleyle başlandı/sevgilinin elinde dertler hoş/bilene/çamur çamur olarak tekme tekme olarak/ongündür ve kırık gündür daha/aç acına ayakta aç durmak olarak kaydedildi/sevgilinin elinden bağış ve kefaret olarak/bilindi/kabul edildi/razı olundu ağlanmadı/ (...) ağıt güzel vakitlerindedir/estağfirullaaaaaallah ve işte böyle uzatarak kalbim aç/etim yanık/dünya diz çöktüğüm yer kadardır, dizimin yanınıda bir diz/dizimin yanında bir diz sağdan bir iki üç/dört beş altı yedi soldan bir iki üç/dört beş altı yedi bir sana bir sana... avucunu aç avucunu kapa/dilini tut aklını kravatın gibi çöz at/şimdi bir damla gözyaşı bir iri yakut" sadık yalsızuçanlar
  6. %10'u kendileri ya biz yeteriz diolar ne gerek var %47lere biz size yeteriz diolar... (abatmadım dimi %10 kadar varlar dimi,,atanmamışlar(zorla koltuklarına yapışanlar yani)anayasa mahkemesi yargıtay ve saz arkadasları) onlar bu rakamı toplumun tamamını olusturuyor sanıyorlar haklılarda zamanında köylere kasabalar yol yapmayan halklın Angaraya gelmesini bilmesini engelleyen zihniyet buda normal
  7. .... yolcuyduk aynı ormanda kaybolmuş aynı çıtırtıyla ürperen bir serçe hep aynı yerde karşılaşırdık tesadüf bu birer tomurcuktuk hayatın kollarında birer çiğ damlasıydık bahar sabahında, gül yaprağında.. dedim ya, hiç yoktan susturuldu şarkımız yüreğim kanıyor, ciğerim kanıyor olmasaydı sonumuz böyle göğsüm daralıyor yüreğim kanıyor olmasaydı sonumuz böyle oldu be ahmet abi bak rahat brakmıyolar bizi bizi hala vatan hayini sanıyorlar sen gibi varsın öyle olsun varsın vatan hayini desilsin bizlere ağlicaz abi dedigin gibi ağladıkca bozkırlarımız yeserecek görcek göreckesin ağladıkca geceyi tutacağız görecek göreceksin....
  8. yaw hakkaten iiki doğdun wallah bilmiyodum foruma cok oldu gelmeyeli afedersin degerli arkdasım
  9. Dil zekâyı yansıtan en belirgin araçtır... Çünkü biz sözü duyduğumuzda, aynı içeriğin başka nasıl ifade edilebileceği hakkında anında bir fikir sahibi olur, mukayese eder ve zekice olanı hemen fark ederiz. Dil, en basmakalıp olguların bile derinlik kazanmasına hizmet edebilir... Bu durumu özellikle klişelerde ve şablon cümlelerde çok daha iyi algılarız. Bazı klişe sözler giderek bir tür aptallığın nişanesi haline gelirken, bazıları da farklı bir duyarlılığı, inceliği ve zekâyı yansıtırlar. Örneğin Beşiktaşlı olmasanız bile Çarşı grubunun ürettiği tezahüratların etkisinde kalmanız doğaldır. Bu seyirci grubunun dünyanın her yerindeki olaylarla ve özellikle haksızlıklarla ilgilenmesi, bunları bir futbol maçının orta yerine taşıması ve oynanan oyunun belirli unsurlarıyla bütünleştirmesi az buz zekâ işi değildir... Öte yandan aynı seyirci grubunun bu duruşu, onların diğer konularda da daha 'geniş' bir bakış açısına sahip oldukları izlenimini verir. Oysa zekâ yoksunu klişelere sıkışıp kalmış olan birçok siyasi akım, tam da bu dil fakirliğinden ötürü düşük bir kavrayış düzeyini ima etmekten kurtulamaz. Ancak asıl önemlisi herhangi bir klişenin söylenmesi değil, o sözün nasıl algılandığının sözün sahipleri tarafından anlaşılamaması ve klişenin tekrarlanıp durmasıdır. Çünkü bu noktadan sonra yapılan olumsuz değerlendirme, sözü tekrarlayanları aşarak bizzat ideolojinin kendisine atfedilir ve bir süre sonra da bu yargı o ideolojiye yapışıp kalır. Açıkça söylemek gerekirse Kemalizm'in bugün böyle bir sorunu var... Kullanılan iki tür şablon cümleden bir bölümü Mustafa Kemal'e ait olduğu varsayılan sözlerden oluşuyor. Ancak bunların çok önemli bir kısmının Mustafa Kemal'e sonradan yakıştırılan laflar olduğunu biliyoruz. İyi ki de öyle! Çünkü söz konusu klişelerin hemen hepsi son derece sıradan, basmakalıp, söylenmesi hiçbir zekâ veya derinlik gerektirmeyen sözler. Ne var ki Kemalistler kendi Kemalizmlerini kanıtlamakla o denli ilgililer ve ideolojik tutumu öylesine psikolojik hale getirmiş durumdalar ki, gerçekte bu klişeleri atfettikleri Mustafa Kemal'e hakaret etmekte olduklarının bile farkına varamıyorlar. Slogan üretmek neden önemli? emalistlerin kullandığı ikinci slogan kategorisi ise Kemalizm'le bağlantılı olanlar. Bunlar arasında 'Türkiye laiktir laik kalacak' sözünün özel bir yeri var. Açıktır ki söz konusu klişenin iki muhatabı bulunuyor. Biri 'Türkiye laik değildir' diyenler, diğeri ise 'Türkiye laik kalmayacak' diyenler... Kemalistlerin varsayımına göre Türkiye'de laik bir düzene karşı olan, 'irtica' heveslisi, 'şeriat' getirmek isteyen geniş bir kitle mevcut. Sloganın ikinci kısmı bu insanlara gözdağı vermeyi hedefliyor. 'Gericilerin' ne denli çoğalsalar da laik rejimi değiştiremeyeceklerine dair bir cumhuriyetçi teminat verilmiş oluyor. Ne var ki bu epeyce sorunlu bir slogan, çünkü Türkiye'ye ilişkin hiçbir bilimsel gözlem böyle bir laiklik karşıtlığının olduğunu, hele bunların büyük sayılar teşkil ettiğini söylemiyor. Aksine yapılan sosyolojik çalışmalar, muhafazakârların laikliğin olmamasından şikâyetçi olduklarını, dindarlara önyargısız bakan bir devlet arzuladıklarını ortaya koyuyor. Bu durumda Kemalistlerin 'Türkiye laik kalacak' sözü, sanki 'Türkiye'de devlet inanç konusunda önyargılı kalacak ve muhafazakârlara karşı olan bir inanç tanımı yapacak' anlamını taşıyor. Bunun siyaseten neyi ifade ettiği ise açık: Kemalizm'in gerçekte çoğulculuğu da çoğunlukçuluğu da hazmetmeye niyetli olmadığı söylenmiş oluyor. Diğer bir deyişle bırakalım demokrat bir zihniyeti, liberal demokrasinin en basit koşuluna bile hazır olmayan bir cumhuriyet ideolojisi ile karşı karşıya kalıyoruz. Kemalistlerin bu noktada tek güvenceleri ellerindeki cumhuriyet ideolojisinin ideal olanı, yani 'doğruyu' temsil ettiğine olan inançları. Buna göre cumhuriyet rejiminin vazettiği laiklik anlayışı zaten 'olması gereken' laikliktir. Öyle ki eğer muhafazakârlar farklı bir laiklik hayal etmekte iseler, bunun 'yanlış' bir laiklik olacağı açıktır... Böylece meşhur sloganın ilk kısmına dönüyoruz: 'Türkiye laiktir'... Ne var ki bu önermenin sorunları daha da fazla. Çünkü Türkiye ancak otoriter zihniyeti temel aldığınızda 'laik' bir ülke. Yani devletin laikliği tanımladığı, bunu topluma empoze ettiği, vatandaşlığı söz konusu laiklik temelinde inşa ettiği ve kamusal alanı da bu vatandaşa göre oluşturduğu bir düzen... Oysa modern Batı dünyasına göre böyle bir laiklik ancak 19. yüzyılda ve sadece bazı ülkelerde görülmüş arkaik bir olgu. Diğer bir deyişle modern demokratik mekanizmanın tüm dünyada egemen olmasından önce yaşanmış bir geçiş dönemi. Nitekim demokrasinin yerleşmesi ve toplumlarca sindirilmesiyle birlikte laikliğin de daha liberal veya demokrat bir zihniyet içinde yeniden şekillendiğini görüyoruz. Böylece herkesin kendi inancında özgür olmakla birlikte başkalarının inancına saygılı olabildiği, devlet tasarruflarının ise inanca ilişkin tercihlerden bağımsız hale geldiği bir rejim oluşabilmekte. Dolayısıyla 'Türkiye laiktir' şablonu aslında 'Türkiye otoriter bir rejimdir' demekten öte bir anlam taşımıyor... Şimdi slogana bir bütün olarak geri dönersek, 'Türkiye laiktir, laik kalacak' sözünün kendi içinde tutarlı olduğunu, ancak Türkiye'nin modern anlamda laik olmadığı gibi, demokrasiyi de benimsemeyen bir ülke olduğunun itirafı anlamına geldiğini söylemek durumundayız. Kritik soru ise Kemalistlerin bunu nasıl anlamadıkları ve tüm dünyanın yaptığı bu değerlendirmeye karşın nasıl aynı noktada ısrar ettikleridir. Muhakkak ki bu sorunun yanıtı bizzat ideolojinin içinde aranmalıdır ama yaratıcılığın bu denli törpülenmesinin algılamaya ilişkin tıkanmalara neden olabileceği de akla gelebilir. Mesele slogan üretmek olduğunda zekâ dediğimiz haslet, göründüğünden çok daha önemli... Çünkü ilgi alanlarının hızla çeşitlenmesine, özellikle genç nesillerin kendilerini giderek daha küresel bir dünya içinde tanımlamalarına koşut olarak, siyaset de daha kısa cümlelerin ve zekânın işlevsel olduğu bir alana dönüşüyor. Bu durumda geleceğin siyasetini üretmeye çalışanların daha da zeki olmaları gerekebiliyor. Diğer taraftan siyasi dilin zekâ açısından aksaması çok daha dikkat çekmekte, toplumu mobilize edeceği umulan sözlerin bir süre sonra bir tür kalitesizliğe işaret etmesi kaçınılmaz olabilmekte. Söz konusu durum Kemalistlerin postmodern ardılı olan ulusalcılar için de epeyce geçerli gözüküyor... Ulusalcıların en popüler sloganlarından biri 'şehitler ölmez vatan bölünmez' sözü. Verilmek istenen mesaj ise vatanı uğruna ölen insanların hiçbir zaman ölmüş sayılmayacağı ve böyle insanları olan vatanların da bölünmeyeceği... Gene kendi içinde gayet tutarlı bir önerme ile karşı karşıyayız. Ancak meseleyi kendi mantıksal sınırına doğru çektiğinizde ortada garip bir durum var: Vatanın bölünmemesi için onun uğruna ölenlerin artması gerekiyorsa, bu sürecin sonunda vatan için ölecek kimsenin kalmadığı bir durumla karşılaşmaz mıyız? Vatan, uğruna ölenlerden ziyade, uğruna insanları ve kültürleri yaşatanların sayesinde ayakta kalmaz mı? Anlaşılacağı üzere burada iki farklı 'vatan' kavramı var: Ulusalcıların vatanı, sahiplenilen ve başkalarıyla paylaşılmayan monolitik bir kimliğin ifadesi. Diğeri ise çoğulculuğun ve çeşitliliğin birlikteliğini öne çıkaran bir vatan... Ulusalcılar için çoğulculuk 'bölünmenin' ta kendisi. Dolayısıyla da verilen şehitler bu çoğulculuğa karşı mücadele edenlerden oluşuyor. Ne var ki toplumlar doğal olarak çeşitlilik içerirler ve 'vatan' denen her coğrafya parçası heterojen kimlik ve kültürleri kuşatır. Bunun anlamı ulusalcıların 'vatan bölünmez' derken aslında vatanı diğer kimliklerden temizlemeyi kastettikleri ve bunun gerçekleşememesi durumunda da -eğer mantıksal tutarlığı korumak istiyorlarsa- vatanı bölmeye hazır olduklarıdır. Belki de söz konusu sloganın apaçık ironik içeriği sayesinde, ulusalcıların bu saldırgan ideolojik tutumunun bir nebze renklendiği düşünülmüştür. Çünkü 'şehit' kelimesi zaten kaybedilmiş olan birini ifade ettiğine göre, 'şehitler ölmez' sözü gerçekçi olmayan bir dünya tahayyülüne sahip olunduğuna işaret eder. Yaşanan gerçekliği kabul etmeyen, 'esas' gerçekliği bunun dışında tanımlayan; bu nedenle de siyasetin ve tarihin aktörü olarak hakiki yaşayan insanları değil, kimliksel imgeleri öne çıkaran bir bakış... Bu yaklaşım 20. yüzyılın ortalarında siyasete egemen olmakla kalmayıp, milyonlarca insanın da ölümünü getirmişti. Dolayısıyla kaçınılmaz soru şudur: Ulusalcıların şimdi kendi ideolojik zaaflarını böylesine açıklıkla itiraf etmekten gocunmamaları acaba sadece ideolojik tutumla açıklanabilir mi? Söz konusu vatansa, gerisi teferruat mı? u itirafı daha da belirgin olarak görmek için bir sonraki slogana gidelim: 'Söz konusu olan vatansa gerisi teferruattır'... Burada muhakkak ki asıl tanımlanması gereken vatanın ne olduğu. Ancak bir önceki slogan sayesinde bu 'vatanın' kültürel ve kimliksel açıdan yeknesak bir toprak parçası olduğunu biliyoruz. Ulusalcılara göre 'vatan', üzerinde yaşayan bütün insanlardan, onların talep ve tercihlerinden, duygu ve düşüncelerinden bağımsız bir 'özne'. Böylece bizatihi vatanın kimliği, insanlardan bağımsızlaşıyor ve bu kavramın yaşayanlarla bağı kesiliyor. Bu durumda 'vatan' denen olgu, soyut bir millet anlayışının tarihsel açıdan somutlaşmasını gerektiriyor. Ne var ki böyle bir millet tanımlansa bile, zaman içinde çok çeşitli coğrafyalara yayılmış olduğunun ve bugünkü vatanın ancak konjonktürel bir tarihsel ana tekabül ettiğinin kabul edilmesi gerekmekte. O zaman bugünkü vatanın böylesine ısrarlı bir tutum içinde homojenleştirilme arzusunun anlamı ne? Açıktır ki karşımızda bir 'kendinden emin olmama' hali var... Millet olduğunu kendine kanıtlamak uğruna toplumsal çeşitliliği yok etmek isteyen, bir coğrafya parçasını yeknesak hale getirdiği ölçüde ona 'vatan' diyebilen ölümcül bir siyasetle karşı karşıyayız. Nitekim 'Söz konusu olan vatansa gerisi teferruattır' sloganındaki 'teferruat' her şeyden önce insanın kendisidir... Ardından insanın yarattığı, ürettiği ve paylaştığı bütün değerler ve güzelliklerdir... Kısaca söylemek gerekirse ulusalcılık insansız bir dünya hayalidir ve tam da bu nedenle siyaseten gayrimeşrudur. Bir kez daha soralım: Kendi sloganlarının, kullandıkları klişelerin böyle algılandığını ve yorumlandığını kavramak çok mu zordur? Sizce ulusalcılar bir itirafı ima eden bu tutumu bilinçli olarak mı sürdürmektedirler, yoksa farkında bile değiller mi? İdeolojilerin doğrudan bir analiz yeteneği veya zekâ düzeyi ima ettiği iddia edilemez. Her ideolojik tutumun içinde her türden ve yetenekte insan bulmak mümkün olmalıdır. Ama acaba öyle mi? Acaba sahip olduğumuz ideoloji, düşünme biçimimizi de belirliyor ve onu basitleştiriyor mu? Acaba sırf aynı sözleri tekrarlıyor olmamızdan dolayı, sözün bir hikmete sahip olduğunu sanıyor ve bizzat zekâmızın nasıl da klişeleştiğini fark etmiyor muyuz? Bu sorular muhakkak ki sadece Kemalistler ve ulusalcılar değil, herkes için geçerli. Çünkü giderek zekâyı öne çıkaran yeni bir nesil geliyor... Ve onların sınavını geçmek hiç de kolay olmayacak. Geleceğin Türkiye'sinde toplumsal zekâ ile başa çıkmak kolay olmayacak. Ve en önce tarihin sahnesinden uzaklaşacaklar, bu değişimi fark edemeyenler olacak... ETYEN MAHÇUPYAN
  10. Senyour

    ŞEY

    Sonsuzluğun bir vaktinde henüz anılan bir şey değildim. Benim öyküm böyle başladı. O zamanlar henüz üzüm yaratılmamıştı ama ben sarhoştum. O zamanlar diyorum ya zaman bir andı. Anın sonsuzca bölünebilir olduğunu bilmiyordum o zamanlar. Rasathanede izlediğim yıldızın sıra dışı hareketlerinden ötürü geceyi orada geçirdiğim bir gece beni yalnız bırakmayan bir dostum söyledi. Ona haberci diyorum. Yıldız gibi. Bu bir haberdi benim için. An madem sonsuz bölünebiliyor demişti dostum, o halde iki insanın, birbirine doğru yürüyen iki insanın birleşmesi imkansızdır. Onu dinlerken gözlerimde tepedeki ufuk çizgisi belirdi. Bir kadın ve erkek birbirine doğru yürüyordu. Bu yürüyüş sonsuzca sürüyordu. Sonra birbirimize gelirken şey gibi bir belirsizliğe düştüğümüzü gördüm. Aramızdaki o muazzam boşluk bir anda her şeyi yuttu. Şimdi buradan bakınca görüyorum uçuk kaçık bir delikanlı yanında sarışın, kıvırcık saçlı, kızıl tenli bir kadın havaalanında duty freede şarap bakıyorlar. Oraya girince nedense beni anıyorlar. Nedense diyorum ya bu da gereksiz bir şey...Çünkü biliyorum her şarap anıldığında, her şarap şişeşi görüldüğünde, her üzüm hasadı yapıldığında tuhaf bir biçimde ruhum ordaymış gibi beni anıyorlar. Ben o şarabın etkisiyle sarhoş olmadım. O şarabı hiç ağzıma sürmedim. Onun tadını bilmem ben. Kırmızı, beyaz, pembe, kızıl, eski, yeni, ne zaman, nasıl yapılırsa yapılsın, nasıl içilirse içilsin hiçbir şarapta benim bir izim bir gölgem yok. Ama herkes beni anıyor şarap denince. Şarabı ben sarhoş edici bir içki olarak hiç görmedim. Ama sarhoşluğum hep arttı. Öyle ki bir an geldi, ne kendimi ne gayrı bilemedim. Kendimi tümüyle aradan kaldırdığım an artık hiçbir şeyin anlamı kalmadı. Şeylerin kendi başına bir anlam ifade etmediğini anladığım andı o ama bunu anlayacak, anlamanın keyfini çıkaracak beynim de kalmadı. Algımı tümüyle yitirmiştim. Bir sınır vardı önce. Bir gün iç ve dış evreni gördüm, birlikte, aynı anda. Bu yaşlı kürenin nice bilgisiyle kuşandım, donandım. Oysa gerçek bir cahildim ben, sarhoşluktan daha üstün bir şey sanıyordum bilgiyi. Bir şey var sanıyordum bilgide. Bilgiyi öte yanda sanıyordum. Bu sanılarıma gömülmüş, notlarımla baş başayken Sultan çıkageldi bir akşam rasathaneye. Azid, aşura günü ölmüş, Selahaddin, soyundan gelen kim varsa çoluk çocuk demeyip öldürmüş, kökünü kazımıştı. Kazımak dedim de, içim kazınıyordu, bir şeyler yemek üzere kalktım ki kapı çaldı, açtım. Sultandı. Sultan-ı muazzamın veziriydi ama ben ona sultan diyordum.. İslamın rüknü. Muzafferlerin babasıydı. Ona sadece sultanım, derdim. Başka bir ünvana sığmıyordu. O da bana cemalim diye seslenirdi. Onunla bir dönem medresede birlikteydik. Sonra babası çekip aldı ve sarayda özel hocaların gözetimine girdi. Babasının ölümüyle birlikte tahtın sahibi oluncaya değin görüşmedik. Tahta çıkışının üçüncü günü beni çağırdı. Gittim. Sarayda onlarca bilgin, şair ve düşünürle karşılaştım. Kalabalıktan fena halde sıkıldığım, dizelerimi süsleyen şarabı soluğumda aradıkları için fazla kalamadım. Sultan heyecanla düşlediklerini anlatıp duruyordu. Bilimsel çalışmalara hazineden yüklü bir tahsisat ayıracağını söyledi, yeni bir rasathane yaptıracaktı, şairler için haftanın iki günü bir panayır düzenleyecekti, kitaplık binasını yenileyecek, bunun için Şam'da yaşayan ünlü bir mimarı görevlendirecekti. Beni yanından ayırmadı. Haset dolu, öfkeli bakışlar arasında bir zaman kaldıktan sonra izin istedim ve ayrıldım. Aylarca yine görüşmedik. Benim her fırsatta inzivayı seçtiğimi bildiği için o da fazla rahatsız etmedi. O sıralar gökteki düzenekle, yıldızlarla, seyyarelerle, kamerle, şemsle, göktaşlarıyla, onların kağıtlara düşürdüğü ihtimal hesaplarıyla, süratlerini belirleme çabalarıyla, şiirle ve şarapla meşguldüm. Gökte her şey yerli yerinde ve yolundaydı ama arz için aynını söylemek imkansızdı. Hasan ve Nizam ölmüş, ben çoktan ahirete göçmüştüm. Bizden sonra, haberleri gitmiş niceleri de geçip gitmişti. Baki olan ne vardı ki biz kalalım, o saltanat sürsün, feleğin çarkları çevrilmesin, dursun. Kimin için dururdu ki çarkı feleğin? Hülagu dalgası kaleleri, evleri, çocukları, kadınları ve hayvanları yerle bir etmişti. Sonra Alamut düşmüştü, onu da gördüm. Bu önceden görüşlerim beni semaya yöneltiyordu. Yerde olup bitenler insanların sonugelmez tutku ve ihtirasları yüzünden kanlı bir bilmeceye, kirli bir oyuna dönüştüğünde gözlerimi göğe çeviriyordum. Orada gördüklerimden sonra arza baktığımda Cengiz'in dokunduğu her şeyi bir anda eriten, üzerine zehirli bir asit dökmüşçesine yok eden, pelteleştiren, yırtıcı kuşlar gibi lime lime eden cüce askerleri gibi bana küçük, aşağılık ve bayağı geliyordu. Bu oyunlardan, bu küçük kavgalardan giderek tiksinmeye başladım ve beynimde uçuşan soruların uğultusundan her fırsatta rasathaneye ve meyhaneye sığındım. Meyhane benim kabemdi, orada pirimin sunduğu o ezeli kadehin çevresinde dönüp duruyordum. Onun feyizler kaynağı mübarek ağzından dökülen her söz Mesih gibi dirilticiydi. Orada zihnimdeki en çetrefil matematik soruları bir anda anlamsızlaşıyor, yerini bir yolcunun telaşıyla bir kayanın sakinliğinden karılmış anlatılması imkansız bir hale bırakıyordu. Şeyhim bir gün ellerim dizlerimde, başım öne eğik, sessizce dururken kendisine bakmam için sanki kalbime bir sözcükle dokundu. Başımı korku ve sadakat dolu bir gönlün gücüyle ağır ağır kaldırdım, ona baktım. Bana bakışlarıyla, 'aleme ha şimdi gelmiş ol ha eskiden' dedi, 'sonunda bir yolcusun sen, postunu düreceksin bir gün. Sana da tuhaf gelmiyor mu bu gidiş, bak kimse kalmıyor, gelen gidiyor, giden kalıyor, hiç düşünmüyor musun bu nasıl bir düzendir?' Uzun süre bakmaya dayanamayıp başımı eskisinden daha çok eğdim. Kalbim duracak gibiydi. Tatlı bir sarhoşluk başlıyordu yine. İşte buydu beni buraya, bu mey evine çeken. Şeyhimin dudaklarından dökülen bu kanlı şaraptı beni kendimden geçiren. Dilim susuyor ama gönlüm bir türlü susmak bilmiyordu. Ona, 'kuşkusuz' diyordum, 'bir gün yolum düşecek izine. İşte şimdiki gibi, belki bundan daha sarhoş cismim dizine yıkılacak. Sarığım başımdan, kadehim elimden uçacak, işte o zaman saçının zincirlerine vurulacağım.' Yalancı bir tarih yazıcısı o sıralar hazine ve kitaplıklarda araştırma yapıyor ve Hülagu'nun çekirge afeti gibi geçtiği yerleri kurutan ve zehirleyen askerlerinin zaferini tebcil edercesine, Kutsal Kitab'ın, 'ölüden diri çıkarır' haberinin gerçekleştiğini yazıyordu. Yalancılar her zaman ve zeminde kendisine inanan ortaklar bulduğundan Hasan'ın babasının Yemen'den Kufe'ye, oradan Kum'a, Kum'dan da Rey kentine gelerek yerleştiğini yaymak güç olmadı. Bunu okuduğum günün gecesi defterime şu dizeleri not ettim: 'nerde şarabım a kuzum gelecek mi? Bana yakuttan dudakların bir gün değecek mi? Müslümansın, sakın şarap içme diyorsun. İçmedim, peki bu dine yetecek mi?' Bunu bir oyun olarak yapıyor ve sonsuz keyif alıyordum. Hasan ve Nizam'la birlikteyken medresede buna benzer dizeler yazar herkesi şaşırtır, beyinciklerini hırpalar, bundan zevk duyardım. Benim keyfim de buydu. Matematik, cebir ve uzayla ilgili rakamlardan yorulan zihnimi de dinlendirirdim. Beynimi ödüllendirdiğimi düşünürdüm. Nizam, adının etkisiyle mi yoksa çocukluktan itibaren kendisini hazırladığından mı hep düzenliydi ve sınırlara büyük oranda riayet ederdi. Gökcisimlerini izlerken de ihtimal hesaplarıyla uğraşırken de aklı hep yönetmenin büyüsüyle doluydu. Hasan'ın ruhu taşkındı, bir şeyi son sınırına değin götürme çabasından asla yorulmazdı. Kitaba göre yalancı bir tarihçinin bir cönkten aktardığı şiir şöyle diyordu: 'aslen Kayindensin, Kuşkek'te oturuyorsun. Ey acemi düzenbaz! O halde Kutlanda ne arıyorsun?' Hasan bu dizeleri okuduğunda hep güler, Kayin'i Merih'e, Kuşkek'i Mars'a ve Kuşkek'i Venüs'e benzeterek, 'orada her ne kadar Yusuf peygamber oturuyorsa da, ikinci sakini ben olacağım, Yusuf'a komşu olmayı yeryüzünde benden çok kim hak ediyor?' derdi. Güzelliğe meftun oluşuyla güzel bir peygamberin yuvasına göz dikişini ben dahil kimse yadırgamazdı. Yalancı yazıcı kitabında Hasan'a olmadık iftiralar yöneltti. Onun başı daima afyonluydu. Onun da benim gibi sarhoşluğu ne şaraptan ne afyondan geliyordu. Benim başımı döndüren evrenin yatışmaz yapısı, onu sermest eden varlığın varolanca tehdit edilişiydi. Bu tehdidi püskürtmek için beynini kemiren sorularla boğuşup durdu. Oniki imamın soyundan geliyordu, bir kezinde, Şaran tepesinde semayı seyrederken söyledi. Geceydi. Sırlarına ilişkin küçük bir işaret aramak için oraya gitmiştik. Beni cami veya havraya çağıranlara, 'bırakın bütün bunları' diyordum, 'onun gizlerine ermiyorsanız bu anlamsız yatıp kalkmak neden? Sonradan onu da gördüm. Bir mollayı, 'namaz yatıp kalkmak değildir, namaz Ali'ninki gibi kılınmadıkça namaz değildir' dedikleri için Sultan'a gammazladılar. 'Efendimiz, namazı tahkir ediyor bu kafir' dediler. Başını boynundan uçuran bu sözün son nefesine dek ardında durdu molla. Onu da bir gece yalnızken, yine yıldızımı izliyorken semada gördüm. Başı gövdesine bitişikti, alnından bir ışık vuruyordu. Onu ilkin bir yıldız sandım. Sonra yanıp sönmediğini gördüm. Sonra sürekli ışıdığına göre bu benim gibi, ne cenneti ne cehennemi umursayan bir yiğit diye düşündüm. Sonra yaklaşmaya başladı. Yakınlaştıkça çehresi belirginleşiyordu. Sonra bir arşın kadar yaklaştı ve bana gülümseyerek, 'gözünü semaya dikmiş, işin aslını anlamaya çalışan kederi ve ıstırabı bir yana fırlatıp atmış olan bu çılgın da kim?' diye sordu. Ona, 'feleğin bir oyuncağıyız biz' dedim. 'O halde' dedi, 'her soluğu keyif çatarak geçirmeli.' 'Bak' dedi bana, gözlerini gözlerimden bir an olsun ayırmaksızın, 'gündüz masmavi olan göğü şimdi kapkara görüyorsun. Oysa aynı gözlerle bakıyorsun ona. Çaban boşa çıkmasın istiyorsan, göğü gece gündüz aynı aydınlıkta görebilecek gözler edin.' Ve gözden yitip gitti. Onu gördüğümü kimseye söylemedim. Ertesi gün Hasan'ı aradım. Medresede yoktu. Rey'e gitmişti. Meğer Emire Zerrab'la buluşmuş, sık sık yaptığı ateşli tartışmaların birini daha tekrarlamıştı. Zerrab zeki ve düşüncelerini olağanüstü tutarlı, sağlam bir biçimde savunan, cerbezesi güçlü biriydi. Hasan, onunla giriştiği tartışmaların sonunda hep yenik düşer, düşüncelerinin çürüdüğünü görür fakat asla inancı sarsılmazdı. Mezheplerindeki farklılık ikisini ateşli kavgalarda buluşturur, Hasan, yenilginin acısıyla döner, Zerrab'ın beynine yönelttiği kuşkuların kalbine girmesine izin vermezdi. Böylesi bir tartışmadan sonra düştüğü amansız hastalık sırasında, onun mezhebinin daha doğru olduğunu fısıldamıştı kendi kendine. Hastalığın verdiği yüksek ateşle sayıklamıştı, yoksa fısıltısı yüreğinden gelen inançtan değildi. Ateşi düşünce anımsadı ve , 'eyvah' diye ünledi, 'ne yaptım ben! Bu halde ecel pençesini bedenime çalarsa, kuşkulara batmış bir halde gidecek, gerçeğe ulaşmadan göçeceğim.' Haftalarca yakaza halinde yattı, berzahta kaldı, dünya ile ahiret arasında, herhangi birinin, bir hekimin yardımı olmaksızın hastalığı savuşturdu. Ayaklanınca doğruca Necm Sarrac'a gitti. Batınilerin inançlarına ilişkin bilgiler istedi. Sarrac sayesinde Batınilerin sırlarını öğrendi. Dönüp geldi ve Mümin'den biat andını kabul etmesini diledi. Mümin, 'sen' dedi, 'benden üstünsün nasıl benden yeminini benimsememi istersin?' Hasan dinlemiyordu, 'bırak bunu şimdi' dedi, 'dinle' Mümin çaresiz kabul etti ve andını dinleyerek benimsediğine tanık oldu. Abdulmelik'in Rey'e gelişiyle birlikte Hasan, iktidar çevresine ilk adımını attı, melik onu dailik naipliğine atadı. Bu atama, Hasan'la aramızdaki mesafeyi büyüttü, çok az görüşür olduk. Tayinden sonraki ilk görüşmemizde, onu, sarayın en geniş odasında, onlarca komutana, arma, çetr ve nevbette yapılacak değişikliği anlatırken buldum. 'Kuzum' dedim, 'senin afyonun başına vurmuş. Nedir bu çetr telaşı?' 'Yapma çadırcı' dedi, gözleri parlıyordu. Hastalığın yıprattığı bedeninden umulmadık bir çeviklikle, omuzlarımdan kavrayarak sarstı, 'küçük bir kubbe. Böyle saltanat şemsiyesi mi olur?' Kubbe diye düşündüm, bakıyordum ama onu görmüyordum. Başka bir şey gördüm. Onu gördüm. Onu küçük bir kadeh biçiminde gördüm. Devleti kadim şaraptan daha üstün tutuyordu. Oysa yolu o şarabın yurduna varmazsa güdük kalacaktı, unutmuştu. 'Niye öyle bakıyorsun, niçin susuyorsun?' diye sarsınca kendime döndüm. 'Bir bardağı yeğdir' dedim, 'şaha şarabı, senin melikinin tacına, küp kapağını değişmem.' İtti beni. Saraydan çıktım. Dönüp baktım. Görkemli bir çadıra benziyordu. Çadırı tercih ederdim. Bu kubbeler göğü yere indirmek ister gibiydi. Sultan avda olmalıydı. Ortalık tenhaydı. Issızlığın içinde bir zaman kaldıktan sonra, içimdeki sessizliğe dönmek üzere kentten ayrıldım. Rasathaneye döndüğümde, hala kestane kokan masamın üzerindeki kağıt tomarına baktım. Çırayı ateşledim. İçeri geçip sekine virdini okudum. Sermaye uçup gidiyor, ölüm meleği azık istiyor diyordu zikrimdeki feta. Gidenlerden bir haber yok, kimse dönmüyor ki biraz aydınlanalım. Şeyhim medet. Binlerce istiğfardan sonra yüreğimin bağları çözülmeye başladı. O dizeleri oyun olsun diye yazıyordum kimse bilmiyordu. Sadece şeyhim anlıyordu ama o da bana bile anladığını hissettirmiyordu. Onun kalbiyle kalbim arasında, kendi kalbimle kendim arasına Senden başka kim girebilirdi! Sonra Senden başka varlık olmadığını tekrarlamaya başladım. Bugün de yine gün boyu dünyayla sevişip durmuştum. Saraylarda gezinmiştim. Sana ulaşmayan sorularla uğraşmıştım. Senin adının tedbiri altındayken ondan ****** nice saatler geçirmiştim. Keyif çatmıştım, hesabını görmeksizin harcayıp durmuştum, sen istemeden bahtımı yazmıştım gün boyu. Şimdi eşiğindeydim. Şimdi, bu an, Seni andığım, Senden başkasını her soluğumla birlikte bir kez daha sildiğim şu an, korkarak türlü günahtan, bu derin yasa gömülüp, kendimi de siliyordum. Senin adını yineliyordum. Seni anıyordum. Seni andıkça şeyler silindi. Birer birer her şey yok oldu. Şimdi sadece sendeydim. Seninleydim. Giderek kendim de silindim. Sadece sen vardın. Zaman yoktu. Onu gördüm. Onu gördüm, zamansızlığı gördüm. Seni görüyordum, sadece seni görüyordum. Şimdi senden başka hiçbir şey bilinmiyordu. Bu denklemi ilk kez gördüm. Bilinmeyene şey derdim. Şimdi her şey şeydi. Onu gördüm, Mürsiyeli bilginler onu xay diye yazdılar. Senin dışındaki her şey bilinmeyendi, bu denklemi ilk kez kurdum. Kalbime doğru her sallanışında bedenim biraz daha hafifledi, daha hızlandı, kalbimin çevresinde dönmeye başladım. Şeyler flulaştı, yok oldu, sadece kalbim kaldı. Büyüdü, genişledi, o denli büyüdü ki, orada tümüyle yitip gittim. Gün doğmuştu, yığılıp kaldığım halının üzerinde sereserpe uyurken, vitraylardan süzülen güneşle uyandım. Kapım çalıyordu yine. Saraydan haberciler gelmişti. Bugün cumaydı. Sultan yine sarayda şölen düzenlemişti. Hacibü'l-Hüccab ne mürai bir adamdı, yine sofranın en zengin köşesindeydi, çevresinde Sultan'a yakınlaşmak için akılalmaz düzenbazlıklar yapan softalar, iktidar sevdalısı hilekarlar, vezirler, arkada sofrayı gözeten, muhafızların gözaçıp kapayıncaya kadar bile gaflete düşmemeleri için devinip duran Emir Candar, Atabegler, Emir-i Silah, Camedar, Şarabdar, Abdar daha nice görevliler divane gibi dönüyorlardı. Nizam ve Hasan da oradaydı. Sultan beni görünce, Hasan'la arasındaki gerginliği üzerime boca etmek ister gibi, 'yokluğun güneşin yokluğu gibiydi, geldin divanı aydınlattın, beni bu karanlığa niçin itiyorsun?' dedi. Geceden kalma sarhoşluk henüz geçmemişti. Dilimden dünyaya ilişkin bir söz düşmek istemiyordu. Selam verdim. Hasan'la Sultan'ın arasına oturdum. Hasan'ın bütün asabı gerilmişti. Yaydan çıkmak üzre olan bir ok gibiydi. Soluklanışından ve kalbinin vuruşundan, çehresine oturmuş olan o kasvetli ifadeden korktum. Sadık Yalsızuçanlar
  11. peki Pkk ya destek veren ergenekoncular ne oluyo... onlardamı kurt oluyo
  12. Bediüzzaman, 'tevhid'in, yani Allah'ı birlemenin, birliği hissetmenin sonuçlarından söz ederken şöyle der: 'İman birliği, elbette kalplerin birliğini ister. Ve itikattaki birlik dahi, içtimai vahdeti gerektirir.' Bugün, etnik milliyetçiliğin yol açtığı çatışma alanlarının yatışmasında ve aşılmasında, 'cümle varlığın birliği ve kardeşliği' öğretisinin yeniden inşa edici soluğuna ihtiyacımız var. Bendeniz, 'vahdet' yani 'birlik'ten, 'cümle varlığın birliği ve kardeşliği'ni anlıyorum. Bunun, egemen ve yaygın 'birlik-beraberlik' söylemiyle bir ilgisi yoktur. Yaygın söylem, örtük biçimde, doğal farklılıkları yok sayar veya yasaklar. Ulus-devlet ve onun içerdiği etnik milliyetçilik, bizde daima farklılığı lanetleme, tek tipleştirme ve ötekileştirmeye yol açmıştır. Bu, zaten cihanşümul bir ilkeye dayanmaz. Özü itibarıyla asimilasyoncu, homojenleştirici, düşman üretici ve çürütücüdür. Söz etmeye çalıştığım 'cümle varlığın birliği ve kardeşliği', Şirazlı bilge Sadi'nin, 'Beni-Adem aza-yı yek-digerend', yani, 'insanlar bir bedenin uzuvları gibidir' dizesinde ilkesini bulan bir birliktir. Bu anlamda, Fakiye Teyran, Mele Ahmed-i Ceziri, Mele Ahmed-i Hani, Mevlana Halid-i Bağdadi, Abdurrahman Taği, Seyyid Sıbğatullah gibi Kürt bilgelerinin beslendiği ortak bir irfani kaynak olan İmam-ı Ali şöyle demiştir: 'Başlangıçta Allah vardı ve onunla birlikte bir şey yoktu.' Ve eklemiştir: 'Bu, hâlâ böyledir.' Bu, hakikati ehadiyyet, yani mutlak teklik düzeyinde idrak etmektir. Bu, bizi, birlik ilkesinin kalbine götürür. Ve, Kürtlerin, Arapların, Farsların ve Türklerin meta hikâyesinin merkezine taşır. Bu büyük hikâye içerisinde, zaman, mekân ve dil farklılığıyla, her kavmin ayrı bir hikâyesi oluşmuştur. Bu özgül hikâyelerin toplamı, bize, meta hikâyeyi verir. Meta hikâyenin de kökenini 'birlik' ilkesi oluşturur. Mele Ahmed-i Ceziri'de, varlığın varolanla belirme ilkesi, aşk üzerinden gerçekleşir: "Varlıkla ayanı tersine çevirir sevgi/Bir iksirdir aşk bizse gümüş bakırız / Gaybı ilham eden Allah böyle icra eder hükmünü/Ruhu'l-Kudüs 'ten gelir medet feyzimiz / Çok yüce unsurdandır varlık cevherimiz Mela/Doğrusu, süfli ve aşağı bir unsur değiliz biz." Dünya, deni kökünden gelir, 'aşağı', 'alçak' demektir. Vahiy, yüce âlemlerden, göklerden iner. İnsan, irtifa kaybettiği, düştüğü için, Kur'an'ın inişinin simetrik gezisi olan miracı, yani yücelmeyi yaşamak durumundadır. Fakiye Teyran'ın 'Çoklarını sevda eyler / malından mülkünden eyler / ateşini kayıp eyler' dediği bu aşk yolculuğu acılarla yürür. 'Kimiz biz?' diye sorar Kürt ozan Cegerxwin, Hz. Mevlânâ bir rubaisinden ona cevap verir: 'suret hemi-zıllest.' 'Görünenler gölgedir.' İslam edebiyatının Türkçe söyleyen bilge şairi Yunus Emre şöyle der: "Dost esrüğü deliliğim, âşıklar bilir neliğim / Devşürüben ikiliğim, birliğe bitmeye geldim" Birliğin mayası muhabettir... Deliliğim Dost'a, yani İlahi Hakikat'e olan aşkımdandır, mahiyetimi, ne olduğumu ancak benim gibi âşıklar, Niyazi Mısri'nin deyişiyle, 'mantıku't-tayr'ın lugat-ı mutlakından söyleyen'ler bilir. İkiliği toplamaya, derlemeye, birliği yetiştirmeye geldim. "Yetmiş iki millete birlik ile bakmayan/ Şer'ile evliyasa hakikatte asidir" Yunus Emre, tam da, 'cümle varlığın birliği ve kardeşliği'nden söz ediyor. Sadece insanı değil, yaratılmışın cümlesini hoş görmeyi kastediyor, 'vahdet'i doğruluk/bağlılık ve imanın gereği sayıyor: "Bir isen birliğe gel, ikiyi bırak elden / Bütün mana bulasın, sıdk u iman içinde" "İkiligi terketgil birlik makamın tutgil / Canlar canın bulasın, işbu dirlik içinde" Sıdk ve iman içinde anlam bulmanın yolu 'birlik'tir. Canlar canını bulmak, deyim yerindeyse 'parçanın bütüne kavuşması'dır. 'O'ndan geldik, dönüşümüz O'nadır.' Pir Sultan Abdal, bunu, 'karşıda görünen ne güzel yayla/bir dem süremedim giderim böyle/ela gözlü pirim sen himmet eyle/ben de bu yayladan şaha giderim'de dile getirir. Hakikat birdir, zuhur ve tecelli sürekli ve kesintisizdir. Ahmed-i Ceziri, Yunus Emre'nin verdiği haberi doğrulayarak şöyle der: "Her varlığın var bir ruhu, bir bedeni, tılsım yüklüdür her biri/ İsim olmuş her biri diğerine, ihtilafsız yerli yerinde/ Vahdet sırrı ezelden ebede kadar tutmuştur, / Zatıyla vahittir, tektir, ferttir, onun adedi yoktur" der. Bediüzzaman'ın, "tevhid ve vahdette İlahi Cemal ve Rabbani Kemal tezahür eder. Eğer vahdet olmazsa, o ezeli hazine gizli kalır" belirlemesi, Eşrefoğlu Rumi'nin: "vahdetin şarabından bir cür'a nuş edeyim/ ene'l-hak çağırayım feryad edeyim canım" dizeleriyle birlikte okunabilir. Ezeli hazine, Cemal ve Kemal'dir ve bu, şarap imgesiyle ifade edilen, 'hakikat-i Muhammedi'nin içilmesi, yani fark edilmesiyle gerçekleşebilir. Bediüzzaman, 'tevhid'in, yani Allah'ı birlemenin, birliği hissetmenin sonuçlarından söz ederken şöyle der: 'İman birliği, elbette kalplerin birliğini ister. Ve itikattaki birlik dahi, içtimai vahdeti gerektirir.' Bu birliğin gereklerinden olarak, 'mümine muhabbet etmek gerekir,' çünkü 'mü'min kâinata bir uhuvvet beşiği olarak bakar.': 'Bir memlekette beraber bulunmakla uhuvvetkârâne bir münasebet hissedersin. Halbuki, imanın verdiği nur ve şuur ile sana gösterdiği ve bildirdiği İlahi İsimler sayısınca vahdet alâkaları ve uhuvvet münasebetleri var. Meselâ; her ikinizin Hâlikınız bir, Mâlikiniz bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir, bir, bir... bine kadar bir, bir. Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir. Bir, bir.. yüze kadar bir, bir. Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir... ona kadar bir, bir. Bu kadar bir bir'ler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti iktiza ettiği ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak manevî zincirler bulundukları halde, şikak ve nifaka, kin ve adâvete sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mü'mine karşı hakiki adâvet etmek ve kin bağlamak, ne kadar o râbıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o muhabbet sebeplerine karşı bir istihfaf ve o kardeşlik münasebetine karşı ne derece bir zulüm ve i'tisaf olduğunu, kalbin ölmemiş ise, aklın sönmemiş ise anlarsın.' Âlemdeki birlik, dirliği, dirlik, düzenliği, düzenlik, çeşitlilik ve farklılıkların meşruiyetini ve karşıtlıklar içinde tevhidi içerir. Girişte vurguladığımız üzere, bu birlik, 'milli birlik ve beraberlik' retoriğinden tümüyle farklı bir kozmik ilkeden beslenir. Bugün, etnik milliyetçiliğe yol açan ve etnik milliyetçiliğin yol açtığı çatışma alanlarının yatışmasında ve aşılmasında, böylesi bir cihanşümul ilkenin onarıcı, yeniden inşa edici soluğuna ihtiyacımız var. Ötekini yok ederek kendini var kılan, asimilasyoncu, otoriter ve zehirleyici/çürütücü politik algı ve uygulamalardan kurtulmanın, insana yakışan, özgürlükçü, katılım kanallarının açık olduğu, onaran, sorun çözen ve daha sağlıklı bir empatinin, diyalojik bir iletişimin önünü açan bir yaklaşım için, 'cümle varlığın birliği ve kardeşliği' öğretisi, bize yol gösterebilir. Sadık Yalsızuçanlar
  13. Senyour

    Kawa Efsanesi

    Nevruz’un tarihsel kökenine inildiğinde günümüzden yaklaşık 4350 yıl gerilere dayanan bir geçmişinin olduğu görülmektedir. Bu dönemde Gutilerin tapınaklarda Zagmuk adında bir bayram yaptıkları bilinmektedir. Zagmuk da ‘Yeni gün’ anlamındadır. Zagmuk bayramı törenlerinde ateşler yakılır ve kral halkın arasına girer. Daha sonraki yüzyıllarda Zagmuk geleneğinin Zerdüştlükte de ortaya çıktığı görülür ve bu tören gelenekleri Gutilerden sonra Hurriler, Kassitler, Mitaniler, Urartular ve Medler zamanında da korunur. Bugün Nevruz efsanesi olarak bilinen ve özgürlük tutkusuyla bütünleşmiş olan Demirci Kawa efsanesi şöyledir: Bundan çok eski zamanlar öncesinde, daha yeryüzünde kimsenin olmadığı dönemlerde Zervan isimli tanrının iki oğlu olmuştur. Birinin adı Hürmüzdür ve bereket ve ışık saçan anlamına gelmektedir. Diğerininki ise ise Ehrimandır ve kötülük ve kıtlık saçan anlamındadır. Fırat ve Dicle’nin yaşam bulduğu, AhuraMazda’nın kutsadığı topraklarda Hürmüz hep iyinin ve uygarlığın temsilcisi, Ehriman da onun karşıtı olmuştur. Hürmüz, dünyada kendisini temsil etmesi için Zerdüşt’ü gönderir ve yüreğini sevgi ile doldurur. Zerdüşt ise buna karşılık oğullarını ve kızlarını Hürmüz’e hediye eder. Ehriman bu durumu kıskanır ve yüzyıllar boyunca sürecek olan iyilerle savaşına başlar. Tüm iyilere, Zerdüşt’ün soyuna ve iyiliklere Medya coğrafyasındaki yaşamı çekilmez bir duruma getirir. Ehriman bazen gökten ateşler yağdırır bazen fırtınalar koparır ve iyiliğe ve iyilere hep zulm eder. En sonunda da içindeki nefreti ve kötülük zehrini zalim Kral Dehak’ın beynine akıtır ve onu bir bela olarak Asur ve Med halkının üzerine salar. Dehak’ın bildiği tek şey kötülük etmektir. Zalim Dehak halkının kanını emerken beynindeki zehir bir ura dönüşür ve onu ölümcül bir hastalığın pençesine düşürür. Dehak acılar içinde kıvranırak yataklara düşer ve hastalığına bir türlü çare bulanamaz. Dönemin doktorları acılarının dinmesi ve yarasının kapanması ve hastalaığıjnın iyileşmesi için yaraya genç ve çocukların beyinlerinin sürülmesini önerirler. Böylece kürtlerin yaşadığı coğrafyada aylarca hatta yıllarca süren bir katliam başlar; her gün zorla anne babalarındna alınan iki gencin kafası kesilip beyinleri merhem olarak Dehak’ın yarasına sürülür. Bu katliam sürerken, sıra Med halkının çocuklarına gelir. Gençler öldükçe Fırat’ın, Dicle’nin, Mezrabotan’ın hali perişan ve içler acısıdır. Halk çaresiz ve güçsüz düşmüştür. Gençler katledilirken sıra bir gün daha önce bu şekilde 17 oğlunu kaybetmiş olan Kawa adındaki demircinin en küçük oğluna gelmiştir Kawa, 20 Martı 21 Marta bağlayan gece sabaha kadar demir ocağının başında sabahlar ve oğlunu zalim Dehak’ın katlinden kurtarmak için çareler düşünürken imdanıdna göğün yedinci katındaki iyiliğin temsilcisi Hürmüz, Ninowa'lı Kawa'nın yüreğini sevgi ve umutla doldurur ve bileğine güç, aklına ışık verir. Ona Zalim Dehak'tan kurtuluşun yolunu öğretir. 21 Mart sabahı, gün doğdoğduğunda, Kawa oğlunu kendi eliyle Dehak’a teslim etmek ister ve zulmün ve kötülüğün kalesi olan Dehak'ın sarayına girer. Oğlunu zalim Dehak’ın huzuruna çıkarırken yanında getirdiği örsünü Dehak’ın kafasına vurur. Dehak’ın ölü bedeni Demirci Kawa’nın önüne düştüğü anda kötülüğün alevi Ninowa’da söner. Kısa sürede bütün Ninowa ve bölge halkı isyan eder ve ateşler yakarak saraya yürürler. Zulme karşı isyanı başlatan Kawa, demir ocağında çalışırken giydiği yeşil, sarı, kırmızı önlüğünü isyanın bayrağı, ocağındaki ateşi ise özgürlük meşalesi yapar. Ninowa cayır cayır yanarken meşaleler elden ele dolaşır, dağ başlarında ateşler yakılır ve kurtuluş coşkusu günlerce devam eder. Zalim Dehak’tan kurtulan halklar 21 Mart’ı özgürlüğün, kurtuluşun ve halkların bayramı olarak kutlar. Demirci Kawa; başkaldırı kahramanı, Newroz ise; direniş ve başkaldırı günü olarak tarihe geçer. Kawa’ya ilişkin bir başka rivayet ise şöyledir : Kürt mitolojisindeki Kawa efsanesine göre, Kürtler günümüzden(2007) 2500-2600 yıl öncesinde Zuhak (Bazı kaynaklara göre Dehak)adında Asurlu çok ama çok zalim bir kralın altında yaşayan Kawa adında bir demirci vardı. Bu kral tam bir canavardı ve efsaneye göre her iki omuzunda da birer yılan bulunuyordu. Her gün bu iki yılanı beslemek için Kürtlerden iki kişiyi sarayına kurban olarak getirtip aşılarına bu iki çocuğu öldürtüp beyinlerini yılanlarına yemek olarak verdiriyordu. Aynı zamanda bu canavar kral ilkbaharın gelmesini engelliyordu[2]. En sonunda bu zulümden bıkan ve bir şeyler yapmak isteyen Armayel ve Garmayel adlı iki kişi kralın sarayına mutfağa aşçı olarak girmeyi başarırlar ve Kralın yılanlarını beslemek için beyinleri alınarak öldürülen çocuklardan sadece birini öldürüp diğerinin gizlice saraydan kaçmasına yardımcı olurlar[3]. Böylece ellerindeki bir insan beyni ile kestikleri bir koyunun beynini karıştırarak yılanlara vererek her gün bir çocuğun kurtulmasını sağlamış olurlar. İşte bu kaçan kişilerin Kürtlerin ataları olduğuna inanılır ve bu kaçan çocuklar Kawa adlı demirci tarafından gizlice eğitilerek bir ordu haline getirilirler. Böylece Kawa'nın liderliğindeki bu ordu bir 20 Mart günü zalim kralın sarayına yürüyüşe geçer ve Kawa kralı çekiç darbeleri ile öldürmeyi başarır. Kawa etraftaki tüm tepelerde ateşler yakar ve yanındakilerle birlikte bu zaferi kutlarlar. Böylece Kürt halkı zalim kraldan kurtulmuş olur ve ertesi gün ilkbahar gelmiş olur. Alıntı....
  14. Kemalci ve Envercilerin olmadıgı,Milliyetci faşist zihniyetin olmadıgı bi Türkiye...ve tabi halkına bidon kafalı göbekli diyenlerinde olmadıgı bi TÜRKİYE....
  15. Veli ****** (Küçük) ne dese nedense hemen bisiler yazılıyo abi kimse kimseyi zorlamiyo şamanizimse şamanizminizi devam ettirin kimse zorla musluman yapılmadı...turkler zorla müslüman yapıldı diyonuz turkler musluman olduktan sonra anadolu kapıları acılmadımı onlara hem zorla musluman yapılacaklar hemde yollarını accaklar bunu ilk okulda tarih okuyan cocuk bile güler ya...
  16. Senyour

    Şiddetin oyununu bozmak (yorum)

    Askeriyle, yargısıyla, medyasıyla, partileriyle, sokak çeteleriyle fiziksel ya da sembolik şiddetin ve tehditlerin elden bırakılmadığı bu siyasal kültürde Akdeniz Üniversitesi’nin gençleri nasıl konuşacaklar? Konuşamayacaklar; çünkü onların konuşmamaları ve savaşa girmeleri isteniyor. Çünkü bu memleketin bütün insanları savaşa sokulabildiği ölçüde en güçlü savaş ve yaptırım teknolojilerine sahip olanlar kazanacaklarını biliyorlar... İşte bu yüzden, gücün ve şiddetin bu oyununu bozmak gerekiyor. Geçen şubat ayının sonları... Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Kuzey Irak’a sınırötesi operasyonu... Aynı sıralarda Akdeniz Üniversitesi’nde ‘Toplumsal Barış ve Uzlaşma’ konulu bir panel... Cengiz Güleç bir psikiyatrist gözüyle, ben sosyolog gözüyle ‘Nasıl olacak bu barış ve uzlaşma’ sorusuna cevap(lar) aramaya çalışıyoruz. Ben ‘Kurgular, Kimlikler ve Gündelik Hayat’ başlıklı sunuşumda aşağı yukarı şunları anlatıyorum: “İktidar dilini belirleyen güçlü kurgular ve dayatılan egemen kimlik tanımlamaları gündelik hayatı esir alıyor, sömürgeleştiriyor. Hayatın içinde barış var, ancak o hayat üzerinde egemenlik kuran dil savaş mantığı içeriyor. Uysal bedenler yaratmaya çalışan iktidar dilinin bizzat kendisi çatışmacı. Çünkü kendi formatına, ‘teorisine’ uymayan insanlık hallerini kendisine uydurmak için her türlü yolu mubah görüyor; uymayan durumları ‘felaket’ olarak tanımlarken, aslında kendi teorisi bir ‘felaket’ halini alıyor. Bu ‘felaket’ karşısında, gündelik hayattaki her türlü yaratıcılığın yok edilmesine ve empoze edilen kimliklere karşı insanlar direnebilmek ve kendileri olarak kalabilmek için alternatif kimlikler --yani kurgular- inşa ediyorlar. İşte bu yeni kurgular egemen dil tarafından çatışma nedeni olarak kabul edilip, kendi çatışmacılığına --kutup arzusuna- meşru zemin yaratıyor. Kutuplaşmanın bu kısır döngüsünden çıkmak lazım. Yani, barış için tam da gündelik hayattaki potansiyele, ‘içiçeliklere’ yani insanların ‘başkalarındaki varlıklarıyla’ sahip oldukları öznelik hallerine dayanmak ve güvenmek; tekleştirici savaş diline karşı, kurguların altındaki mütevazı insanlık hallerini görünür kılmak, çoğulluğun dilini güçlendirmek gerekiyor...” O panelde bunları anlatıyorum ama bu çok önemli değil; burada anlatmak istediğim başka bir şey var... Sunuşlardan sonra sorular geliyor... Vakitten tasarruf etmek, tansiyonu yüksek bu memleket meselesinde potansiyel gerilimlere yol açmamak için sorular yazılı olarak alınıyor... Onlarca soru; bana sorulanların çoğu Kürt meselesine ilişkin... Henüz bir ay sonraki Newroz’un kayıtlara düşmediği Kürt meselesine ilişkin... Ama bir soru var ki, diğerlerinin hepsini kuşatıyor; gerilimi engellemek adına soruları ‘yazılı’ almanın yani insanları ‘konuşturmamanın’ anlamını (ya da anlamsızlığını) ortaya koyuyor: “Ben sorularımı, içerisine ses tonumu, mimiklerimi ve heyecanımı katarak sormak isterdim. Siz benim oturduğum koltukta bulunsaydınız, cümlenin sansürü karşısında ne yapardınız?” Doğru dürüst cevap veremiyorum. Çünkü ne yapardım, tam olarak bilmiyorum... Herhalde konuşmaya çalışırdım, elimden geldiği kadar... Ya da şu soru: “Şırnak’ta panzerle çocuğu eziyorlar. Bir Kürt genci olarak ne yapmam gerekiyor? Halkım asimilasyona uğruyor, kültürleri gelecekleri gasp ediliyor. Bir Kürt genci olarak ne yapmam gerekiyor?” İsmini önce yazıp, sonra --neme lazım başına bir şey gelmesin diye- karalamış bu gencin ne yapması gerekir onu da tam olarak bilmiyorum. Daha doğrusu belki bir şeyler biliyorum ama ‘onun adına’ bilemiyorum. Ben sahip olduğum akademik meşruiyete, yaşımın sağladığı korunağa dayanarak ‘konuşuyorum’ ve bir ‘barış ve uzlaşma’ dili üretmeye çalışıyorum... Ama o konuşamıyor... Ve konuştuğu zaman, tam olarak ne anlatacağını, benim ‘dilimin’ onun için ne kadar anlamlı olduğunu bilemiyorum... O salondaki gençleri, o üniversitedeki gençleri, diğer birçok üniversitedeki gençleri duymam mümkün değil... Duymuyoruz, duyamıyoruz... Panelden sonra yanıma geliyor bazıları. İçlerinde kalanları konuşmak istiyorlar. Ama biz ‘büyükbaşların’ zamanı sıkışık... İki arada bir derede kalıyorum... İçim daralıyor... Ve bugün o iç daralması dörtnala geri geliyor... O gün Akdeniz Üniversitesi’ndeki o konuşamayan gençler --konuşmamaya devam etmeleri için- saldırıya uğruyorlar... Siyah takım elbisesi ve içinde beslediği katilin nişanesi olarak alnındaki kara lekesiyle bir adam silahını boşaltıyor gençlerin üzerine... Başörtüsüyle girilemeyen üniversiteye silahıyla giren (silah, ‘siyasi sembol’ olmadığı için) siyah takım elbiseli adam yalnız değil; çünkü onunla birlikte başkaları da satırlarıyla girmekte bir engelle karşılaşmamışlar... Ankara Üniversitesi’ndeki Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nde olduğu gibi... İstanbul Üniversitesi Merkez Kampus yemekhanesinde olduğu gibi... Ankara Üniversitesi Tandoğan Kampusu’nda olduğu gibi... Konuşmak isteyen genç insanların üzerine salınmış, polis korumasında ‘organize satırlı birlikler’... Öğrenci avına katılıyorlar... Ne yapılabilir bu durumda? Bana ‘ne yapması gerektiğini’ soran genç, çoğulluğun dilini nasıl hayata geçirecek? En güçlünün bir altındakini konuşturmamaya yemin ettiği bir siyasal atmosferde, hiç konuşmasına izin verilmeyen genç nasıl ‘çoğulluğun dili’ni sahiplenecek? Adeta bir din gibi algıladıkları laikliği bir ‘yaşam tarzı’ olarak topluma empoze eden, bu yüzden aslında ‘laikliğe aykırı’ davranan odaklar bir siyasal partiyi susturmaya çalışırken çoğulluğun dili nasıl konuşacak? Bu tür bir baskıya maruz kalan bir siyasal parti, Kürtlerin kendilerini anlatmak için oy verdikleri bir parti üzerindeki baskılara ortak olurken nasıl konuşacak bu dil? Dinselleşmiş bir laiklik anlayışının mağduru olan bir hükümetin Başbakanı kendisine dertlerini anlatmaya gelmiş, Kürtçe talebini dile getirmiş bir sivil toplum kuruluşunun sözcüsünü “Ana dilde eğitim sadece azınlıklar içindir. Onlara da kurs açılır” diye terslerken; sözcü itiraz edince de “Yalan konuşuyorsun, sen dürüst değilsin” diye hakaret edip fırçalarken nasıl üretilecek bu çoğulluğun ve demokrasinin dili? Askeriyle, yargısıyla, medyasıyla, partileriyle, sokak çeteleriyle fiziksel ya da sembolik şiddetin ve tehditlerin elden bırakılmadığı bu siyasal kültürde Akdeniz Üniversitesi’nin gençleri nasıl konuşacaklar? Konuşamayacaklar; çünkü onların konuşmamaları ve savaşa girmeleri isteniyor. Çünkü bu memleketin bütün insanları savaşa sokulabildiği ölçüde en güçlü savaş ve yaptırım teknolojilerine sahip olanlar kazanacaklarını biliyorlar... İşte bu yüzden, gücün ve şiddetin bu oyununu bozmak gerekiyor... İşte bu yüzden, şimdilik tek çare gibi görünen yolu güçlendirmek gerekiyor... Yani o şiddetperverleri taklit etmemek, onların şiddetlerinin ellerinde patlamasını sağlamak yani toplumun, gündelik hayatın içinde, ‘başkalarındaki varlığımızı’, barışımızı inatla aramak gerekiyor... [/size]FERHAT KENTEL Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi 10.04.2008
  17. Hukuku ögrenmek hicbukadar kolay olmamıstı ama kimin bu hukuk kime hizmet edior o garip yoksa kendini sahiden bu halktan östün görenlerin mi uyanın halk hakkaten geliyor bi yerekadar bastıracaksını belkide hep... ama unutmayın uykularınızı hep kacıracak bu halk hep tedirgin yasayacaksınız hep korkarak ya elimizden alırlarsa die... Korkmak yok yılmakta yok istedikleri kadar istedikleri oyunu oynasınlar ama bu halk artık kabul etmicek tehlikenin farkındamısınız halk mülkünü geri almaya geldi....
  18. Çağımızın büyük bilgesi Bediüzzaman, 'O yâr ise her şey yardır, her yer yarar' demişti. Cem Karaca, ömrünün son yıllarını, gürül gürül çağlayan sesiyle, 'Allah yâr yâr! Allah yâr yâr!' diyerek geçirdi. Türk usulü rock'ın, folk'tan beslenen protest ve gür sesli prensi, sert müziğin; toplumsal muhalefetin aktığı bir damar olarak türkünün modern zamanlar Dadaloğlu'su, bizim irfani geleneğimizin kılcal uçlarına doğru sızarak oradan olağanüstü bir ilahi devşirdi. 'İş başa döner' diyen doğru söylemiştir. Türkiye'nin makus talihini büyük oranda yenerek, ormanda bir patika açan 'küçük dev adam'ın, 141-142'nin paslı zincirlerini kırarak bize yeniden kazandırdığı bir değerdi Karaca. Bir yandan 'yeşil pop' adıyla marazlı bir sound'un arabesk kuyularında gezinenlere, bir yandan 'Batı'ya ait bir müziği ısrarla kendi topraklarının sesi sanarak dayatmaya çalışan ve giderek, Sivas'lının deyişiyle 'mezalim'e dönüşen 'resmi müzik'çilere, bir yandan ise, sosyalizmden yola çıkıp ortodoksi Kemalizme ve ulusalcılığa varan sığ ve kadük bir müzikal geleneğe bu işin nasıl yapılması gerektiğini gösterdi. Aynı zamanda birer musiki cenneti olan geleneksel dergâhlarımızdan artakalan birkaç sınırlı yerde icra edilmeye çalışılan, resmi kurumlarda ise, Kadim Yunan'dan tevarüs edilmiş 'koro' geleneği içerisine hapsedilen, tekdüze ve donuk bir icra geleneğinin çeperlerini çatlattı. Bize ait olana şiddetle iştiyak duydu Ermeni asıllı Toto Karaca ve Azeri asıllı tiyatrocu Mehmet Karaca'nın bu seçkin oğlu, müzikal sesleri açısından da, toplumsal ve ahlaki idealleri bakımından da bir Osmanlı evladıydı. Robert Koleji'nde, bir kızı etkilemek üzere başladığı şarkıcılık macerası, ölümüne değin zenginleşerek sürdü. İlhami Gençer'in desteklediği bu yüksek avazlı adam, başlangıçta popüler rock'n roll söylüyordu. Apaşlar deneyimi ve 'Altın Mikrofon', 'Resimdeki Gözyaşları'yla taçlanınca Karaca'nın o gür sesi daha da gürleşmeye başladı. Ve 1970'lerden itibaren Türkiye'nin müzikal yaşamına bir göktaşı gibi düşecek olan Moğollar'ın ardından, yıllar sonra söyleyeceği ilahinin kökeni olan Dervişan'ı kurdu Karaca. Dervişan, derviş sözcüğünün çoğuludur ve onların bu münbit yurdu olan Anadolu, tarih boyunca yüz binlercesine gül bahçesi olmuştur. Onlar, 'başlangıçta sadece Allah vardı, onunla birlikte bir şey yoktu' diyerek, Sonsuz ve Mutlak Hakikat'i nihai düzeyde yani mutlak teklik düzeyinde idrak eden ihlas erleridir. Onların beslediği bu aziz toprağın sesleri arasında bize ait olana şiddetle iştiyak duyan bir sesti Karaca. Bu yüzden, sadece Allah'ın yâr olduğunu, O yâr olunca da herkesin yar olacağını söyleyerek gitti. 'O'nu tanıyan ve itaat eden zindanda dahi olsa saraydadır, O'nu tanımayan ve itaat etmeyen sarayda dahi olsa zindandadır, bedbahttır' diyen Bediüzzaman'ı bir kez daha doğruladı. Bu doğrulayış, bize, 'merhaba gençler ve her zaman genç kalanlar' üzerinden de yapılmıştı. Bu bir Yunus Emre deyişidir: 'Her dem yeni doğarız, bizden kim usanası...' Bu, 'dilsizler haberidir', ondan ancak 'kulaksızlar anlar.' Dilsiz kulaksız sözü ise anlamak için can gerekir... Cem Karaca, yıllar sonra aynı topraktan yaratıldığı izlenimi veren bir gezgin müzisyen'in yol arkadaşlarına katıldı ve 'Kurtalan Ekspresi'nin vagonlarından birine atladı. O aslında lokomotifti, sesiyle, rindane tavrıyla, Melamileri hatırlatan umursamazlığıyla, şarkıları gırtlağıyla değil kalbiyle söylemesiyle, bir çekim merkeziydi.Özal ile yan yana durduğunda Lorel Hardi gibi görünüyorlardı ama bu asimetrik fotoğrafta, Türkiye'nin kendi asli ikliminin toplumsal taleplerini merkeze taşıyan milli iradeyle, bu toprakların özgür ve bereketli isyan ahlakının kusursuz uyumu yansıyordu. Çünkü bizler 'Hak dost' diyen dervişlerdik bir zamanlar. Bu büyük sırra yeniden erdiğimizde tezgâhımıza kurulan türlü oyunları bozabiliyorduk. Cem Karaca, bize bildiğimizi sandığımız o gizli gerçeği yeniden haykırdı: "Bu can emanet bu bedene/ onunda sararlar kefene" O halde, 'Allah yâr yâr! Allah yâr yâr! Allah yâr!' Hayatının son yıllarında hep 'Bir'e çağırdı Bir başka daralma berzahından geçtiğimiz bu kritik süreçte bize sonsuz bir yolun imkânlarını açması bakımından tekrar hatırlanması gereken sırdır. Türk, Kürt, Arap, Çerkez, Ermeni, Müslüman, başörtülü, başörtüsüz, laikçi, mütedeyyin, o partili bu partili... Herkesin kalbi, sonuçta bu geçici yaşamda, kendine ve ötekine acı vermeden yaşamanın özlemiyle çarpmaktadır. Madem böyledir, o halde, 'cümle varlığın birliği ve kardeşliği' demek olan varlığın birliğine dönmek, o cihanşümul ilkenin çevresinde ateşe koşan pervaneler gibi toplanmak gerekir. Çünkü, Karaca'nın dediği gibi, 'Yol bir akıl bir bak da göresin / Sen korkma sakın Rabb'in sana yakın'dır. Evet, biz ondan belki nihayetsiz uzağız, ama O bize şahdamarımızdan yakındır. Bu, uzağın yakınlığı, yakının uzaklığı paradoksundan gelen bir haberdir. Bunu bize sesi kadim zamanların nidacıları gibi gelen Cem Karaca anlatabilir. Gerçi, 'üç var yedi var kırk vardır/altıbinaltıyüzaltmışaltı inen vardır' ama, bütün bunlar Bir'den gelmektedir ve Bir'e dönmektedir. 2004'ün 8 Şubat'ında ahirete göçen Karaca, bizi yaşamının son yıllarında hep Bir'e çağırdı ve 'O'ndan başka ilah yoktur/Muhammed sevgilimdir' diye diye Cemal'e yürüyen Cemil Meriç gibi, asıl sevgilinin kim olduğunu hatırlattı. Onun yaşamını zehre çeviren o saçmasapan yasaların zincirini Özal parçalamıştı. O da, kendisine uzanan bu iyi niyetli eli, Osmanlı'nın barış dolu hatırasından uzanan bir el olarak öpüp başına koydu ve şerefini artırdı. Çünkü biliyordu ki hayat sevgiden doğmuştur, korkudan değil. Aslolan Cemal'dir, güzellik, iyilik ve gerçekliktir. Kötülük, çirkinlik, şer hep şeytanın dolap hileleridir, ayak oyunlarıdır ve tuzaklarıdır. Yüzyılın en kanlı trajedisine kurban giden bir kanaat önderinin sehpaya giderken söylediği sözü hatırlıyorum. Şöyle demişti, başına cellat ipi geçirirken, 'ben sizin dolap ve hilelerinizle baş edemedim, bu bana dert oldu. Ben de size boyun eğmedim, bu da size dert olsun' Artık bu kâbuslar geride kaldı, Türkiye, şu an içine çekilmeye çalışıldığı bu kaotik kuyuya asla düşmeyecek ve toplumsal, hukuki, siyasi ve ahlaki kazanımlarını asla berheva etmeyecektir. Merhum Karaca'nın o coşkulu sesiyle söylemenin vaktidir: 'Sürerim buluttan tarlaları / Yağmurlar ekerim göğün göğsüne / Güneşte demlerim senin çayını / Yüreğimden süzer öyle veririm / Ben feleğin şu çarkına çomak sokarım / Ben feleğin tekerine çomak sokarım / Yeter ki ıslak ıslak bakma öyle' SADIK YALSIZUÇANLAR
  19. hadi ya bu millete bukadar deger veriliyomuydu sözüm ona göbegini kasıyan insanlar dien benim oyumla dagdaki cobanın oyu birmi diyen bukadarmı bu halkı seviyomus yaw abi hakkatten anlayamadım *******
  20. Boş ver, Savunma! Bu AKP’ye tarihi bir sivil itaatsizlik çağrısıdır. Yargıtay Başsavcısı uyduruk bir iddianameyle DTP’nin ardından AKP ‘yi de kapatmaya çalışarak tek parti rejimi yolunda bir adım attı. “Hukuka saygı, savcıya hürmet” yalanlarına inanmayın. Büyük tarih içinde yaşadığımız günlerin kısa özeti budur. Bundan 10 yıl sonra bugünün tarihini yazanlar şöyle diyecekler: “Bu dava Türkiye’de yargıyı hükümsüzleştirmiş ti. Medya 28 Şubat’tan ders almayarak yine bu operasyonun içinde yer almıştı. Yargı tümüyle siyasallaşmıştı. Seçimle ve askerlerle yapılamayan siyasal hamleler, yargı eliyle yapılmaya çalışılmıştı. Ama eninde sonunda sandık halkın önüne gelmiş ve darbecilere gereken ceza verilmişti.” Şimdi AKP’nin yapması gereken günü kurtarmak değil, büyük hikâyeyi görüp, hikâyenin eninde sonunda mutlu sonla bitecek olduğunu bilerek cesaretle adımlar atmaktır. Yapılacak ilk şey meşru olmayan bu davanın bir parçası olmayı reddetmek. AKP bu davada savunma yapmasın! Zaten savunulacak bir şey de yok. Savunmayı kabullenmek yıllar sonra geri dönen saltanatı, iki dudak arası adaleti kabul etmektir. Zaten mahkeme AKP kendini savunmasa da bu uyduruk iddianamedeki iddiaları araştırmak zorundadır. Bırakın iddialarını onlar ispatlasınlar. Artık biliyorsunuz bugüne kadar ne yaptıysanız onlara yaranamadınız, Şemdinli’yi örtbas ettiniz, yaranamadınız, Kürt sorununda militarizme teslim oldunuz, yaranamadınız, 301’i değiştirmediniz, yaranamadınız. Şimdi statükonun piyonlarla yaptığı şaha şahla cevap verin. Onlar sizi mat etmeden siz onları mat edin. Korkmayın. Daha fazla ne yapabilirler, en fazla kapatabilirler. Boş verin! Gelin sivil anayasayı yapın! En fazla kapatırlar. Yani korkacak bir şey yok Kürt sorununa kalıcı ve adil bir çözüm bulmak için cesur bir adım atın! En fazla kapatırlar. 27 Nisancı paşaları emekliye sevk edin! Kapatsınlar boş verin. Siz Şemdinli’nin görülmemiş hesabını görün! Bırakın kapatıp dünyaya rezil olsunlar. Siz 301’i tümden kaldırın! Ergenekon’un üzerine gitmeye devam edin. Artık, Hrant Dink cinayetini aydınlatın. Kapatma davasında nedense siyasi yasaklılar listesine sokulmayan Cemil Çiçeklerin, Abdüllatif Şenerlerin gerçek yüzünü görün, onlarla tüm ilişkileriniz kesin! Matrix’in ana sistem odası elinizin altında, o odaya girin ve o şalteri kapatın, bizi bu karanlık sahte sistemden sonsuza kadar kurtarın. (gencsiviller.net'ten alıntıdır )
  21. fenamı bölünsün iste ******** daha ne istiyorlar bölünmesi icin en cok uğrasan onlar walla bölsünler******
  22. Senyour

    İnsanlık Sevgiye Hasret Gidiyor

    Bugün insanlık olarak insanca davranmayı unutmuş gibi bir hâlimiz var. Varlık içindeki farklılığımızı ifade etmekten çok uzak bulunuyoruz. Melekleri imrendirecek o muhteşem donanımımıza rağmen habîs ervahı bile utandıracak işler yapıyoruz. Kinle-nefretle oturup kalkıyor, gayzla köpürüyor ve birbirimize hep intikam hisleriyle bakıyoruz. Sevgi adına sinelerimiz bomboş, düşmanlık sisi-dumanı sarmış bütün duygularımızı ve yıllar var habersiziz muhabbetin o büyülü tesirinden. Düşüncelerimiz mütemadiyen kötülük duyguları üretiyor. Etrafı yakıp yıkma, her şeyi kendimize benzetme ve “öteki” dediklerimizi baskı altına alma âdeta ahvâl-i âdiyeden. Çoğumuz itibarıyla akla-mantığa rağmen hep hislerimizin güdümünde yaşıyoruz. Bizim gibi düşünmeyenleri ezme, susturma en bâriz şiarımız. Bazı problemlerin farklı çözüm yolları da olabileceğini hiç mi hiç düşünmeden bildiğimize gidiyor ve yapmalar yolunda ne yıkmalara ne yıkmalara sebebiyet veriyoruz. Birbirimizin gönlüne girerek can diliyle, gönül beyanıyla kendimizi ifade etme, geçmişte kalmış demode bir yöntem gibi... Bencilliğimizin ürettiği bir sürü muhalif düşünce ve onların temsilcileriyle karşı karşıya bulunmanın hafakanlarıyla oturup kalkıyoruz. Sürekli hiddetleniyor, nefretle köpürüyor ve gücümüz yeterse kalkıp tepelerine biniyoruz. Ezebildiklerimizi eziyor, güç yetiremediklerimizin şeref ve haysiyetiyle oynuyor, hatta varsa medya güç ve imkânlarımızla onları yerden yere vuruyor, ölümden beter şeylere maruz bırakıyoruz. Bu tür olumsuz şeyler karşısında, şimdilerde bütün dünyada duyulan ya zâlimlerin “hayhuy”u ya da mazlumların âh u efgânı. Yıllar var ki mazlumlar, mağdurlar diyarı bazı ülkeler sürekli baskı altında ve halklar inim inim. Akıllar durgunlaştırılmış, his ve heyecanlar söndürülmüş, çoğunluk kendi değerlerine karşı yabancılaştırılmış ve herkes birbirinin kurdu haline getirilmiş. Farklı düşünce ve farklı anlayışların birer ihtilaf ve iftirak sebebi sayıldığı bu kabîl toplumlarda vuran vurana, kıran kırana önü alınmaz kavgalar çıkarılıyor, insanlar birbirine düşürülüyor. Biri ötekinin gözünü çıkarıyor, canına kıyıyor; o da berikinin üzerine canlı bombalar veya bomba yüklü arabalarla yürüyor. Her yerde farklı bir vahşet yaşanıyor ki vahşilerinkine denk, hatta ondan da ileri... Kalmamış çoklarında insanî ruhtan eser.. felç olmuş gibi vicdan mekanizması: İradeler zâlimce planlar peşinde; mârifetullah rasathanesi sayılan zihinler kirli duygulara teslim; sevginin o dupduru kaynağı his dünyası, yılan-çıyan yuvası; potansiyel olarak Hakk’ı müşâhede menfezi sayılan gönül, bütün bütün ışığı söndürülmüş bir dehliz ve bütün insanî sistemler, varoluş gayelerine aykırı bir yolsuzluk gurbeti içindeler. Gerçi tarihî tekerrürler devr-i daimi içinde benzer olumsuzluklar hep yaşanageldi ama bu seferki tahribat ve mesavî, biraz da küreselleşen dünya ve gelişen ileri teknolojinin katkılarıyla çok farklı ve ürpertici oldu. Allah’ın günü televizyon ve internet ekranlarına, gazete ve mecmua sayfalarına baktıkça dehşetle ürperiyor ve çok defa yüzümüzü başka bir tarafa çeviriyoruz. Biz gözlerimizi kapasak, kulaklarımızı tıkasak da elimizde olmayarak zihnimize nüfuz eden bir kısım olumsuzluklar yine sinelerimize bir zıpkın gibi saplanıyor, kalb ve ruhumuzda onulmaz yaralar açıyor. Bazen yığın yığın mesavîyi birden duyuyor, kan ve gözyaşı içinde kıvranan insanlarla beraber kıvranıyor ve yıkılıp yerle bir olan ümranlarla beraber biz de yıkılıyoruz. Hazan esiyor gibi her yörede.. kuruyup dökülen yapraklar gibi insanlar.. Âkif ifadesiyle: “Harâb iller, serilmiş hânümanlar, başsız ümmetler / Yıkılmış köprüler, çökmüş kanallar, yolcusuz yollar / “Gazâ” nâmıyle dindaş öldüren bîçâre dindaşlar/ Ipıssız âşiyanlar, kimsesiz köyler, çökük damlar / Emek mahrûmu günler, fikr-i ferdâ bilmez akşamlar!..” İçimize akan şeyler birer çığlığa dönüşüyor ve bir şey yapamamanın ızdırabıyla inlemekle yetiniyoruz. Oysaki, herkes ve her şey, bizden kendilerine uzatılacak bir el bekliyor; bekliyor ama çok defa kayıtsızlığımız veya aczimiz karşısında en derin inkisarlarla bir kere daha yıkılıyor.. yıkılıyor hissizliğimiz, hareketsizliğimiz karşısında ve feryatları cevapsız kaldığından dolayı. Az dahi olsa bunları duyup hissedenler de var ama onlar da güçsüz ve imkânsız. Bu itibarla da, olup bitenleri gördükçe ölüp ölüp diriliyorlar; duygularını, Suzî’nin “Yağmıyor yağmurlar, bitmiyor lale / Acep bu hâlimiz böyle mi kala / Rahmet deryasından gelen bu ile / Vakitlerde esen yeller perişan!..” suzişi nağmeleriyle seslendiriyor ve oldukları yerde kalakalıyorlar. Bütün bunlar karşısında insan, inkisarla sarsılıyor ve “Demek artık yığınlar hep böyle birbirini yiyecek.. kitleler birbiriyle sürtüşüp duracak.. kimse kimseyi gönülden sevmeyecek.. insanlar birbirini düşünmeyecek.. mağdura kimse el uzatmayacak.. mazlumun başı okşanmayacak.. fertler birbirine bağırlarını açmayacak.. kimse bulunduğu yerde güvenli olmayacak.. dünyanın kaderine, kan düşünen, kan konuşan, kan döken kanlı deliler hâkim olacak.. ve çağ yeniden bir kere daha tiranlar çağına dönecek..” diyesi geliyor. Bu böyle sürüp gidemez; sürüp gitmesi, insanlığın ve insanî değerlerin ölümü demektir. Öyleyse gelin, yolların ayrımında bulunduğumuz şu günlerde bir kez daha Yunus’ların, Mevlânâ’ların ses ve soluklarında yankılanan şu evrensel ilâhî çağrılara kulak vererek gönülden “sevgi” ve “kardeşlik” diyelim.! Gelin, insan olma farklılığını, rengi ve deseniyle bir kere daha bütün cihana gösterelim.! Gelin, garazların, kinlerin, nefretlerin dünyanın çehresini kararttığı şu günlerde bütün samimiyetimizle gönülden bir kez daha sevgi ve diyalog diyelim.! Gelin, vicdanlarımızı ilâhî rahmet vüs’atine göre bir genişliğe ulaştırarak ardına kadar herkese sinelerimizin kapılarını açalım.! Gelin, kendimizi kurumaya, yok olmaya mahkum birer damla gibi görmekten sıyrılarak, çağlayanlarla bütünleşip derya olmaya yürüyelim.! Mademki hepimiz insanız, genlerimizde Âdem Nebî’nin genleri ve özümüzde de Hakikat-i Ahmediye’nin usâresi var demektir; öyleyse gelin, bütün şeytanî dürtülere baş kaldırarak yeryüzünün halifesi olduğumuzu ve göklere ulaşmaya namzet bulunduğumuzu, cihanları velveleye verecek bir sesle haykıralım ve insan olma farklılığını bir kere daha meleklere duyuralım.! Gelin, yürüdüğümüz yolları birer şehraha çevirerek el ele, gönül gönüle hep Allah’a yönelelim. Sızıntı
  23. Cumhuriyet hiç bu kadar tehlikede olmamıştı Bize okulda cumhuriyetin halkın kendi kendini yönetmesi olduğu öğretilmişti. Cumhuriyet ilan edilmişti, kaderimiz padişahın iki dudağı arasında değildi. Şimdi anlıyoruz ki Padişah gemiye binip kaçtı diyenler bize yalan söylemişler. Padişah hiç bir yere gitmemiş sadece İstanbul’dan Ankara’ya taşınmış. Canı çekiyor, DTP’yi kapatıyor. Canı sıkılıyor AKP’yi kapatıyor. Padişah hazretleri zahmet buyurmuşlar, biz zavallı kullarına bir yığın da gerekçe ortaya sürmüşler. Halbuki ne gerek vardı. Hukuk sizin iki dudağınızın arasında değil miydi zaten? Hepimiz de sizin sadık kullarınızdan başka neyiz ki? Bugüne kadar yalancı çoban cumhuriyet tehlikede diye çokça bağırdı. Çok aldatıldık. Ama bu kez gerçekten inanın, cumhuriyet 1923’teki ilanından beridir hiç bu kadar ciddi ve sahici bir tehlike altında olmamıştı. Yurttan kovaladığımızı sandığımız padişah dün Ankara’da ortaya çıkıp sultanlığını ilan etti. Şimdi zencilerin çoğunlukta olduğu bu sözde muz cumhuriyetinin beyaz padişahlarına karşı çıkma zamanıdır. Birbiriyle didişen tüm zencileri, hepimiz zenciyiz peki bizi bunca zamandır neden beyaz padişahlar yönetiyor diye isyana teşvik ettirme zamanıdır. Borsayı düşünerek siyasi hamlelerini Cuma günü yapacak kadar incelikli olan darbecilerin iktidarı ele geçirmek için Padişahın gazetelerini bombalayacak, adamlarını öldürecek ölçüde gözlerinin dönmüş olduğunu teşhir etme zamanıdır. Bugün Ergenekon çetesinin yedikule zindanına tıkılmasıyla 2009’da darbe yapma planları suya düşen Padişah hazretlerinin bir umut kadılarıyla giriştiği bu saray darbesine direnme zamanıdır. Bu hukuki darbeden medet umanlarla Egenekon çetecilerinin aynı Padişahın kulları olduklarını ifşa etme zamanıdır. DTP’yi kapatmaya çalışan Kemalist milliyetçilerle, AKP’yi kapatmaya çalışan Kemalist şeriatçıların aynı padişahın bendeleri olduğunu Erdoğan’a hatırlatmak zamanıdır. Bugün yine AKP’nin günahlarını sevaplarını bir tarafa bırakıp, yıllarca kaprisleriyle, saray entrikalarıyla bizi bunaltan zevk sefa düşkünü Padişah’a ve onun bürokrasi, medya, siyaset ve yargıdaki kapıkullarına karşı demokrasinin yanında kazan kaldırma zamanıdır. Hukukun üstünlüğü yerine Kemalist şeriatını, bağımsız yargının yerine iki dudak arasını, çok parti yerine padişahın partisini, Meclis yerine saltanat divanını isteyen gerçek cumhuriyet düşmanlarına karşı şimdi bu kez sahiden tehlikede olan cumhuriyete sahip çıkmak zamanıdır. Kemalist sultan direniyor. Laik kadılar fetvalar yayınlıyor besleme basın “çok yaşa padişahım” manşetleriyle çıkacak. Ama hala farkında değil misiniz? Koyun olmadığı için keçilere Abdurrahman Çelebi denildiği, erken kalkanın adam sayıldığı bir ülke değiliz artık. Hala anlamadınız mı? Biz o eski biz değiliz artık! Rejim değişti, cumhuriyet ilan edildi Günaydın! www.gencsiviller.net'ten alıntıdır....
  24. Senyour

    AKP'YE KAPATMA DAVASI AÇILDI

    dıgıl mıgıl puf......
  25. nasıl yani ya umarım kütü bi durum yok :S
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.