Zıplanacak içerik

Senyour

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

Senyour tarafından postalanan herşey

  1. cidden acele etmenin anlamı yok.... ya PKK ya Ergenekon ya da bi baska ne farkeder kimin dedigi dogru cıksa bile sadece ben demistim le kalacak o kucucuk canlar geri gelecekmi...allah askına birbirimizi kırmaktan vazgecelim bari adam gibi acımızı yaşıyalım...
  2. bu dediğinizin doğru olmadıgının ispatı BENİM ben inancsız biriydim. Allaha da inanmazdım ama ailem dindardı ve hic bir zaman bana baskı yapılmadı hicbir an bile.. öyle olsaydı şayet ben daha cok icime kapanık daha bi din düşmanı olurdum....Allah onlardan razı olsun ki hicbir zaman bana baskı göstermediler....
  3. Senyour şurada bir blog başlığı gönderdi: Senyour's Blog
    Ahmed-i Hani Çeviren-Yenidenyazan Sadık Yalsızuçanlar 'AH MİNE'L-AŞK' Mem ile Zin'in öyküsü tanıdık bir macera. Leyla ile Kays'ın, Yusuf İle Züleyha'nın, Arzu İle Kamber'in, aşk ateşiyle birbirini yakan Kerem İle Aslı'nın, Romeo İle Juliette'in, Genç Werther ile Lotte'nin, Kafka İle Milena'nın öyküsü gibi tanıdık ve trajik. Mezopotamya'nın bu kadim efsanesinde karşımıza çıkan olay da, Nietzsche'nin 'her aşk trajiktir' yargısını doğrular. Mem İle Zin, şairin, 'ah mine'l-aşki ve'l halatihi/ahraka kalbi bi hararatihi'dizelerindeki gibi yakıcı bir öyküdür. Burada da Mem, Zin aracılığı ile kemale erer ve 'aşk'ın aşkınlaştırıcı işlevi bir kez daha kendisini gösterir. Botan havzasında(bugünkü Cizre) evvelbaharın başlangıcı olan Nevruz'da başlayan macera, kabirde son bulur. İki sevgili ıstırap dolu bir yaşamı, mezarda birleşerek noktalar. Mem, 'kıl gibi incecik belli, zarif sevgili'sini, Bey kabre indirdikten sonra sarar ve 'murad'ına erişir. Cefa dolu bir ömrün ödülü, tıpkı Kays ile Leyla'da olduğu gibi ötedünyada kavuşmaktır. Doğulu batılı her aşk öyküsü aynı yolu izleyerek aynı sona ulaşır. Sevgili, aşk ve tutku objesi olduğu kadar, bir 'geçiş nesnesi'dir de. Asıl Sevgili'ye yükselen yolda bir 'geçit'tir. Şark öykülerinde erkek de kadın da 'ten'iyle pek yer almaz. Daha çok bir im bir işaret, bir imge olarak görünür. Erkek kadını bir av kendisini de avcı olarak görür. Kadının dileği, 'peşinden koşulmak', erkeğinde erimek ve giderek onu sahiplenmektir. Kadınla erkeğin ilişkisinde bir 'oluş/karşıoluş'diyalektiği işler durur. 'Nirvana'ya ulaşma yolunda çile çeken mürid gibi erkek cefayı yüklenir, kadın cefakara yoldaşlık eder. Ve herşey yavaş yavaş yok olarak gerçek ortaya çıkar. Elinizdeki kitap binlerce kez anlatılmış olan o ezeli macerayı yeniden anlatmayı deniyor. Mem İle Zin'in, ünlü kürt bilgesi Ahmed-i Hani'nin kaleminden çıkan bu versiyonu, bir 'yazma' nüshadan hareketle yayımlanmış osmanlıcasını kaynak alıyor. Hınıs ve Varto medreselerinde geleneksel eğitim almış olan kayınpederim Muhammed Said'in kitaplığından 'gasbettiğim' yazma eserler arasında rastladığım nüsha, osmanlıca çevirisi idi ve yüzonaltı sahifeden oluşuyordu. Derkenarlarından öğrendiğime göre, eser, Molla Ahmet'ten kendisine intikal etmiş ve O'nun altı aylık bir İstanbul ziyareti esnasında eline geçmiş. Öteki nüshalardan birkaç gazel ve özel isimlerdeki farklılık dışında en çok, Ahmed Faik'e isnad edilen yazmaya benziyor. Görülen o ki, hikayeye zamanla bazı eklentiler yapılmış, kimi değişiklikler olmuş. Aslı kürtçe olan bir eserin türkçe çevirisini okuma zahmetinde bulunanlar görecekler ki, modern zamanların milliyetçi hassasiyetleriyle herhangi bir yakınlığı yok eserin. Kürt dilinde yazılan çağdaş romanlarda yapılan göndermeler modern bir zihin durumuyla tasavvufi imgelere yaklaşıldığında nasıl bir sonuç ortaya koyduğunu bize yeterince gösterebiliyor. Öyküden hareketle yapılan filmde de aynı sorun gözleniyordu. Eseri, çocukken babaannesinden defalarca dinlemiş olan eşim Firdevs hanımın bilhassa kürtçe deyimlerle ilgili katkılarını anmak isterim. Kusurlar bizden, güzellikler O'ndandır. Sadık Yalsızuçanlar Mem İle Zin DİCLE'NİN SULADIĞI TOPRAK Kaynağı cennette olan ırmakların en nazlısı Dicle'ye Botan çayının kavuştuğu yerde, Cizre'de geçiyor öykümüz. Kendi hali kendi melalinde bir halktı Botan halkı. Başlarında asil ve yiğitler yiğidi bir Bey vardı. Eliaçıklıkta üstadı Hatem-i Tai idi. Yoksulların, düşkünlerin ve çaresizlerin sığınağıydı eşiği. Çınar gibi kadim bir soy ağacı idi nesli. Nice korkusuz yiğitlere, nice gönül acılı güzellere tanıklık etmiş bir soy... Amcası oğlu üç yiğit buyruğundaydı, 'öl dese ölecek' kadar kendisine bağlı, özü sözü bir üç ceren. Çaker, Arif ve Tacdin. Mezopotamya'nın dört bir yanına nam salmışlardı cesaretleri ve savaşçılıklarıyla. Her biri bir bölük erin başında, bir sancağın altındaydı. Bilekleri bir, yürekleri bir, dilekleri birdi. Tacdin'in yiğitlikte menendi yoktu. Kılıcını kuşanmayagörsün, en azılı düşmanları çil yavrusu gibi dağılırdı. Akıllı, bilgili, güzel huylu ve insaflı bir delikanlı olan Mem'le Tacdin arkadaş idiler. Okuduğu aşıkane gazeller dinleyenin yüreğini titretir, ruhunu nesim-i nevbahar gibi okşardı. Tacdin'le kader birliği edip sözleştiler. Anca beraber kanca beraber. Artık yedikleri içtikleri ayrı gitmiyordu. Aynı meclisin müdavimi, aynı yolun yolcusu oldular. Hiçbir zaman birbirine ihanet etmedi, birbirinin yoluna tuzak kurmadılar. Bey'in konağında içi de dışı gibi kara, fitnelerin binbir türüne aşina, işi gücü fesat dolu biri vardı, adına Beko derlerdi. Konağın eşiğinden sorumlu kapıcıbaşılıktı görevi. Haremini melekmisal güzeller süslüyordu. Usta bir ressamın fırçasından çıkmış gibi biçimli ve çekiciydiler. Sitti ve Zin adlı kardeşleri sanki ışıktan yaratılmış, Firdevs cennetinden çıkıp gelmiş, ruhlarında ölümsüzlük iksirini taşıyan varlıklardı. Simsiyah, örgülü saçları yılana, sürmeli kirpikleri ise hançere benziyordu. Dolunay çehresindeki benler dünyayı fitne ateşinde yakardı. Kaşları yay, dudakları mercan, dişleri inciden güzeldi. Nergis gözleri bir kez bakmayagörsün en güçlü büyücünün sihrinden daha etkili olurdu. Semanın iki meczubu güneş ve ay güzelliklerini kıskanırdı Sitti ile Zin'in. Güneşten daha parlak, aydan daha ışıltılı idiler. Yaşadıkları yörenin ve toplumun gözdesi, yegane sevgilisiydiler. Güzelin bahtı güzel olmazmış. Sitti, dünyada muradına erişecekti ama Zin'in talihi yaver gitmeyecek; kaderin tecellileri onu çile dergahına sürükleyecekti. 2.Bölüm ŞİİRİN TUZAĞI Ey şarap sunucu, lale renkli içeceği sun artık Bu bahtı karayı bir kez olsun şad et Ruhumuz şenlensin, şiirler söyleyelim Şiirler söyleyelim ruh soframız zenginleşsin Botan'lılar, Nevruz erişip de evvelbahar yeryüzünü yeşile boyayınca kırlara düşer, bayram sevinci yaşarlardı Tabiatla birlikte ruhlar da uyanır, ağırlıklarından kurtularak kanatlanırdı Güzeller, tabiatı yaldızlayan laleler sümbüller güller gibi açılır Botan'ın tepelerinde bölük bölük gezinirdi Nevruzla birlikte Cizre'de evler boşalır, herkes yeşilin coşkusuna bırakırdı kendisini Bir Allah'ın kulu kalmazdı evlerde Herkes tabiatın çağrısına katılırdı Yine sene devroldu Yine tabiatın yeşil dili kabardı Kış uykusundan uyandı herşey Gül ile lale kana boyanmakta birbiriyle yarıştı Ağaçlar yeşil çehresiyle tebessüme durdular Beyaz bir örtünün altında aylarca uyuyan böcekler uyandı Kuşlar bir zamanlar terkettiği iklime, uyanış çağrısına uyarak geri döndüler Sevgililer de katıldı çağrıya Baharla birlikte kalplerde sevgi ırmağı taştı Aşk denizi kabardı Sedefinden çıktı inci Zin ile Sitti de güzelliklerini taşımayı dilediler Nevruz şenliğine Kırları bayırları dağları gezmek istediler Rüzgar kanatlı küheylanlara binerek Yükseklerde şahin gibi uçmak için bir yol geldi akıllarına : Erkek kılığına girmek Birer erkek giysisi buldular Kılış kuşandı mızrak takındılar Yaylarını omuzlarına aldılar Arap atlarına binerek kırlara koşturdular (...) 12.Bölüm MUM İLE PERVANE Gönlünün sahibinin zindana kapatıldığını gören Zin Matem giysilerini giyindi Yüreği paramparça oldu Kanlı gözyaşları ırmak gibi aktı Felekten adalet diledi Dehrden merhamet istedi İçler acısı halini gören dostları gelerek Onu teselliye çalıştı Öğütlerde bulundular 'Niçin bu ateşte yakıyorsun kendini? Ey ay yüzlü güzel neden böyle ağlayıp inliyorsun?O nergis gözlerine, o gül yanağına, o yanağındaki siyah bene acımıyor musun? Gençsin, güzelsin, feleğin bu cevr ü cefası altında niçin eziliyorsun?' Zin, bu kabil sözlerin hiçbirine kulak vermedi. Dostları çaresiz dağıldılar. Yalnızlığı kederini artırıyordu Zin'in. Akşam oldu, yeryüzü yine siyah örtüsüne büründü. Yine konakta şamdanlar kuruldu, mumlar, kandiller yakıldı. Yalnız, mutsuz ve çaresiz bir haldeydi Zin. Yanıbaşında yanan muma baktı Yanıyor ve ışıtıyordu Lakin içinde simsiyah bir fitil vardı Derin bir düşüncenin kollarında daldı gitti İçi simsiyah olduğu halde dışı niçin böyle parlıyor? diye geçirdi aklından Zin mumun halini düşünürken Bir zaman hayret içinde kalakaldı Neden sonra şöyle düşündü, 'benim halimi gerçekten anlayacak bir dost buldum sonunda. Çünkü böyle içten içe, sessizce ancak çılgın aşıklar yanabilir.' Mum'a yaklaşarak, 'senin böyle yanıp yakılmana sebep nedir? Kimdir seni böylesine ateşlere salan güzel? Hangi sırrın sarhoşusun sen? İçini kızgın yaralarla kim doldurdu, dışın neyin özlemiyle yanıyor?' Şafağa dek söyleşti mum ile Günün ilk ışıkları çıkıncaya değin yandı mum Nihayet gün açıldı Zin bu kez kendi kendine dertlenerek Şiir söyledi Sevdanın değerini bilenler Hiç dünyanın süsüne kapılır mı? Aşk ülkesinin sultanı olanlar Hiç beyden paşadan korkar mı? Aşk ateşiyle yanan mumu kınama sakın ey gönül Aşkın yüceliğinden habersiz olanlar Aşıkları ayıplar ancak Gönül ehlinin yaptığı semayı Gökteki hangi yıldız yapabilir? Aşk bahçesini bir kez ateş sarmayagörsün Artık orada çer çöp kalmaz Diken bulunmaz Gönül dağına aşk kazmasını vuran Ferhat'a Kaya değil çelik olsa dayanmazdı Aşk ateşiyle mum gibi yanan gönül Kıyamete değin sönmez Aşkın gizlerini anlayan bir kalp için Artık gam ve keder kalmamıştır 13.Bölüm GERÇEK SEVGİLİYE DOĞRU Yeryüzüne sığmayan gönlüyle Dört duvar arasına hapsedilen Mem Derin bir mutsuzluk kuyusuna düşmüştü Orada günlerce haftalarca aylarca Umutsuz bir halde kalınca Anladı İbrahim(as) gibi batınca kaybolan sevgiliye gönül vermemek gerektiğini acısı o denli büyüdü o denli büyüdü ki artık küçücük bir keder hissetmemeye başladı Samed'in aynası olan Kalb'i gittikçe saflaştı Arındı Ve nihayet Gerçek Sevgili'ye çevirdi yüzünü Sadece Allah'ı zikirle meşgul olmaya başladı Gönüller ülkesinde anka gibi uçuyordu Can pervanesi gerçek ışığı bulmuş ve sadece ona yönelmişti Lakin nefsin hoşuna gitmemişti bu Gerçek mumun ışığına yönelmiş olan can pervanesine, 'sakın' dedi, 'aşk rüzgarına uyup da başını ırmaklar gibi taştan taşa vurarak gezme. Akıllı iken deliye çıkarma adını.' Nefsin itirazına karşı, ruh; 'varlığımı aşk gibi misk ü amber kokusu kaplamışken senin sarımsak gibi pis kokun ne işe yarar ki! Boşuna nefes tüketiyorsun. Bu saçmasapan düşünceleri kendine sakla, aklın varsa bana kulak ver' Can, Hu lafzıyla bedeni tutuşturdu, yaktı Nefis yağları da eridi bu ateşte Kalp kandili yağlı fitili yakınca Kemik ve et cam fanus oldu ona Semadaki bütün yıldızlar Bu ateşin ışığıyla parladı Uğursuz baykuş anka görmüş gibi terketti evimi Çünkü gönül gerçek sevgilinin aşkıyla doldurdu evini 14.Bölüm ZİN MEM'İN KABRİNDE Gözünün nurunu toprağa veren Zin eve dönünce Bedenini bir titremedir aldı Canın kafesi olan vücudunda bir sarsıntı oldu Artık bu geçici dünyadan göçme anının geldiğini hissediyordu Bey'e haber gönderdi, gelmesini diledi Sbotan beyi kederlere boğulmuş olarak gelince, 'sevgili kardeşim' dedi, 'gayri yıldızım küsufa yüz tuttu, Mem'siz bir dünyada yaşamak bana haram kılınmıştır. Sana vasiyet ediyorum. Sakın cenazemde kimse ağlamasın. Kimsenin yüreği gamla dolmasın. Beni ilahi bir neşveyle kabristana taşımanızı istiyorum. Mem'in ayaklarının dibine gömülmek istiyorum' Sesi gittikçe ferini yitirdi Gözleri süzüldü Bedeni ürperdi Şafak sökümünde yıldızlar nasıl siliniyorsa semada Öylece sönmeye yüz tuttu Dilinden şu dizeler süzüldü Ruh bülbülü senin gülistanını istiyor Can Sevgili'ye kavuşma arzusuyla kanatlanıp uçmayı diliyor Can dostumuz, sevgilimiz sonsuzluk iklimine taşındı Kararsız gönül sırdaşını arıyor Kalp onun ışığıyla parlıyordu Tekrar nuruna kavuşmak istiyor Denizinden ayrılan nehir yeniden sana akmayı bekliyor Kulak semadan gelecek 'dön' buyruğunda Bu dünyadan göçmenin Asla kavuşmanın zamanı Geldi Nihayet ruh incisi ten sedefinden çıkarak varlık evini yıktı Viraneye çevirdi Can kuşu kanatlanmıştı artık Gözler dünyaya kapanmalıydı Bahçevan bağı terkedince Ağaçlar çiçekler yapraklarını dökmez mi Nergis gözler kapandı Misk ü amber benler toprağa saçıldı Yılan gibi kıvrım kıvrım saçlar ayaklar altına serildi Gül yanağın alı çekildi Dudakların bal suyu kurudu Botan beyinin yüreğini uçsuz bucaksız bir acı kapladı Ay yüzlü kardeşinin cansız bedenine kapanarak ağlayıp sızlamaya İnleyip feryad etmeye başladı Zin'in ölümünü duyan kopup geldi Yıkanıp kefenlendikten sonra Serviye benzeyen tabutu El üstünde ağır ağır kabristana taşındı Namazı kılındıktan sonra Karalar giymiş olan Cizre halkı Haklarının helal ettiler Mem'in yanına kazılmıştı mezarı Zin'in Botan beyi itiraz etti 'Hayır' dedi, 'onları aynı kabre koyacağım, ikisini birarada görmek istiyorum' Mem'in kabrini açtırarak, Zin'i kendi elleriyle indirdi, 'ey gerçek aşık, ey aşıkların piri!' diye seslendi Mem'e, 'işte sevgilini getirdim sana, o artık ebediyyen senindir, seninledir' Mem'in cesedi dile gelerek, 'hoş geldi sefalar getirdi' dedi ve Zin'in cesedini kucakladı.* * * * *Mem ile Zin Timaş Yayınları. İstanbul. 2005
  4. Sevgili arkdaşlarımdan ricam bu olayı da koplolarla heba etmiyelim acımızı beraber yaşıyalım bir olalım tek olalım....kimin yaptıgı farketmez canice barbarca ve insanlık dışı bi olay,eger tartışılacaksa insan canının bukadar kolayca katledilmemesini tartışmalıyız.... tekrar aynı dileklerimle, Vatanımızda yaşıyan bütün insanlarımızın başı sağolsun....
  5. bu terör olaynını lanetliyorum her kim yapmış olursa olsun....ölenlere Allahtan rahmet diliyorum....
  6. Yaşı 4,5 milyar yıl civarında hesaplanan gezegenimizin, ilk 3,5 milyar yılında hayvan hayatından yoksun olduğu tahmin ediliyor. Yaklaşık ilk 4 milyar yıla ait gözle görülür bir fosil kayıt bulunmadığı için, bu zaman zarfında yeterince hayvan olmadığı anlaşılıyor. Bugüne kadar yeryüzünün hiçbir yerinde metazoer (çok ve farklı hücreli) hayvan fosili 600 milyon yıl yaşlı tortul tabakalarda bulunmamıştır. Fakat, yaklaşık 550 milyon yıl önce, okyanuslarda oldukça hacimli ve çeşitli sayılabilecek bir hayvan hayatının ortaya çıktığı, bu döneme ait tortul kayaçlarda bulunan fosillerden anlaşılıyor. Bu, Kambriyen Patlaması hâdisesidir. Kambriyen Patlaması, yeryüzünün birçok yerinde görülebilecek çok sayıda fosilin aynı yaştaki tortul tabaka dizilerinde âniden ortaya çıkmasıyla göze çarpmaktadır. Beş yüz milyon yıl yaşlı kayaçlarda bu hayvanların fosilleri hem çeşitlidir, hem çok miktarda bulunmaktadır, hem de hâlen dünya üzerinde bulunan ana hayvan filumlarının (büyük grup, ana dal) büyük kısmının temsilcilerini içinde barındırmaktadır (eklem bacaklılar, yumuşakçalar, omurgalılar, halkalılar, derisi dikenliler). “Kambriyen Patlaması” denilen süreçte, yeni türlerin ortaya çıkışı çok süratli cereyan etmiştir. Bir önceki hayvan çeşitlenmesinde (580 milyon yıl önceki Ediyakara hayvan topluluğu) muhtemelen çok az tür yaratılmıştır ve bunların herbiri çok küçük boyutludur; Kambriyen Patlaması’nda ise tamamen yeni (ve tamamen bugünkü) vücut plânlarına sahip çok sayıda yeni tür yaratılmıştır. Sebepler açısından, önce jeolojik ve atmosferik şartların bu hâdiseye hazır hâle getirildiği, sonra o günkü yeryüzüne ilk olarak gelmesi uygun canlıların yaratıldığı anlaşılmaktadır. Fransız paleontolog Armand de Ricqlés, hâdiseyi, yavaş ve tedricî bir çeşitlenme değil, gerçek bir “zoolojik big bang” olarak tarif etmektedir: “Kambriyen’in başlangıcında, bugün bildiğimiz bütün büyük hayvan grupları ortaya çıktı. Fakat daha sonra bazı gruplar yokoldu. Kambriyen tortulları olmasaydı, Kambriyen Patlaması denilen, ilk kompleks ve orijinal vücut plânlarına sahip büyük hayvan gruplarının âni bir şekilde yaratılmış olduğu gerçeğinden kimsenin haberi olmayacaktı. Kambriyen’in başlangıcında, jeolojik ölçekte çok hızlı (20 milyon yıl zarfında) bir ortaya çıkıştı bu. Fakat Kambriyen’in sonlarına doğru, yeni filumların yaratılma oranı giderek azaldı ve nihayet Üst Kambriyen’de sıfıra düştü. Ordovisiyen’den (420 milyon yıl öncesi) sonra ortaya çıkmış başka hiçbir büyük hayvan grubu belgelenmemiştir.”(1) Keşfin tarihçesi Jeoloji, 19. yüzyıl başlarında, yakıt ve maden arama gibi daha çok ekonomik sebeplerle şekillenmiş yeni bir bilim dalıydı. Bu faydalı maddelerin keşfi, kayaçların izâfî yaşlarını bulmaya bağlıydı. Zamanla, fosillerin geçmişteki hayatın kalıntıları olduğu (İbn-i Sîna ve Bîrunî bu düşüncenin yüzlerce yıl önceki öncülerindendi) ve böylece kayaçların izâfî yaşlarının belirlenmesinde pratik ve güvenilir bir metot sağlayabileceği anlaşıldı. Fosillerin yardımıyla jeologlar kısa zamanda yeryüzündeki tortul tabakaları zaman birimlerine ayırmaya başladılar. 1823’te İngiliz jeolog Adam Sedgewick böyle bir birimi Kambriyen olarak isimlendirdi. Sedgewick’in, Galler bölgesinde incelediği tortul kayaçlar çok kalın fosilsiz tabakalardan oluşuyor, bunların üzerine trilobit ve brakiyopod ihtiva eden kalın tabaka dizileri geliyordu; en önemlisi de, fosilsiz tabakalarla fosilli tabakalar arasındaki geçiş tedricî değil, âni idi. Fosilli tabakaların altındaki daha yaşlı tabakalara Prekambriyen (Kambriyen öncesi) denilecekti. Kambriyen periyodu Sedgewick’in Galler’de belirlediği fosilli tabakaların çökeldiği zaman olarak tarif edildi. Yaş tayin metotlarıyla, bu periyodun yaklaşık 540 milyon yıl önce başladığı ve 490 milyon yıl önce sona erdiği tahmin ediliyor. Sedgewick, Kambriyen’in tabanını ilk trilobit fosillerinin bulunduğu tabaka seviyesi olarak tarif etti ve bu görüş bir asır boyunca geniş kabul gördü. Dünyanın neresinde olursa olsun, trilobit ihtiva eden tabakaların fosilsiz tabakaların üzerine geldiği yer Kambriyen’in tabanını işaret ediyor olarak kabul edildi. Fakat yakın zamanda, Kambriyen’in tabanının tarif edilme şekli değişti. Bugün bu seviye Sedgewick’in Kambriyen tabanının da altı olarak değerlendireceği (daha alt) bir seviyede belirtiliyor. Bugün jeologlar özel bir iz fosilin görülmesini (hayvanın korunmuş sert kısımlarından ziyade, hareket, davranış ve beslenme tarzının fosil kaydını) Kambriyen sisteminin tabanı olarak kullanıyorlar. Sedgewick’in böyle âniden ortaya çıkan büyük ve kompleks fosilleri keşfetmesi Darwin için bir sıkıntı kaynağı oldu. Darwin, Türlerin Menşei’nde Prekambriyen döneminin uzun zaman sürmüş ve canlı yaratıklarla kaynamış olması gerektiğini ifade etmişti. Peki, ama bu yaratıkların fosilleri neredeydi? Eğer Darwin haklı olmuş olsaydı, Sedgewick ve diğerlerinin bugün Kambriyen olarak bildiğimiz en alt tabakalarda topladığı kompleks yapılı yaratıkları netice verecek, bunlara benzer ama basit haberci yaratıkların yeraldığı uzun bir evrim periyodunun geçmesi gerekecekti. Darwin, teorisine yöneltilen bu en sıkı tenkidi asla delillerle yalanlayamamıştır. Bunun yerine, fosil kayıtların noksanlığı karşısında söylenip durmuş ve yeryüzünün her tarafında ilk trilobitli tabakaların hemen altında eksik tabakalar olduğuna inanmıştır. Darwin, Prekambriyen yaşlı fosillerin varolması gerektiğinden emindir. Evet, Prekambriyen yaşlı fosiller de vardır, fakat bunlar Kambriyen tabakalarının hemen altındaki Prekambriyen tabakalarında bulunmaktadır, ve hem seyrek, hem çok küçük, hem de en önemlisi, iskeletsizdirler. Bir başka deyişle, küçük boylu iskeletsiz fosillerden büyük boylu iskeletli fosillere âniden geçilmektedir. Bu durum, “evrim” diye bir sürecin sözkonusu olmadığını, zamanı geldiğinde İlâhî Kudret’in yeni canlılar yarattığını paleontolojik açıdan da teyid etmektedir. Dolayısıyla Kambriyen Patlaması, Yaratılış’ı kabul etmeye yanaşmayan jeoloji ve biyoloji câmiası açısından bu gezegen üzerinde “çözülmesi en zor hâdiseler”den biri olarak görülmeye devam etmektedir. Neticede, çok çeşitli iri hayvanların 600 ilâ 500 milyon yıl öncesi arasında ortaya çıktığı düşüncesi bugün genel kabul gören bir husustur. Kambriyen Patlaması’ndan önceki durum 700 milyon yıl önce ise, Prekambriyen’in büyük kısmında yeryüzündeki hayatın hâkim tipi olan stromatolitlerin (bakterilere inşa ettirilen tabakalı yapılar) çeşitliliğinde süratli bir azalma meydana geldi (bunlar 500 milyon yıl önce gezegen üzerinden neredeyse silinecekti). Çünkü, birçoğu küçük solucan görünümlü olan ilk otçul hayvanlar gıda olarak stromatolitleri kullanıyordu. Bu küçük otçullar, fosilleşecek mineralli iskeletleri olmadığı için fosil kayıt bırakmadılarsa da, mevcudiyetleri bugün dolaylı olarak gösteriliyor. O günkü karalar liken ve belki birkaç basit yapılı bitki hâriç büyük ölçüde kıraçtı; ağaç, funda, gövdeli bitki yoktu. Köklü bitkilerin yokluğundan dolayı, karaların yüzeyine az miktarda toprak tutunmuştu. Bununla birlikte, her ne kadar bugünkü denizlerden açık farklılıklar taşısa da, sığ sularda hayat muhtemelen yaygındı ve kompozisyonu süratle değişiyordu. Böylece sahne, Kambriyen Patlaması için hazırlanıyordu. Mevcut işaretler gösteriyor ki, hâdise denizlerde cereyan edecekti. - Birinci Perde: Ediyakaralar İlk Perde’de, yaklaşık 580 milyon yıl önce garip denizanaları ve solucanlar, hava yastığı görünümlü acaip organizmalar yaratıldı. Ediyakara faunası olarak bilinen bu canlıların büyük ölçüde 550 milyon yıl öncesine kadar devam ettikleri zannediliyor. Ediyakara faunası Cnidaria ve Ctenophorata (denizanası, denizlalesi, bugünün yumuşak mercanları) filumunun üyelerine, saplı denizlalesi görünümlü (bugün deniz pensleri olarak bilinen ve hâlâ oldukça yaygın olan) hayvanlara benzemektedir. Faunanın diğer üyeleri daha çok solucan şekillidir. 1940’larda Avustralyalı jeolog, R.C. Sprigg, çok kurak, ıssız ve izole bir bölge olan Güney Avustralya’nın Ediyakara Tepeleri’ndeki dağınık kumtaşı formasyonlarında garip görünüşlü fosil kalıntılar buldu. Fosiller korunmuş iskelet gibi yapılar olmaktan ziyade, kumtaşları üzerinde basit baskı izleri gibiydi. Bazıları solucan, bazıları dev yaprak, bir üçüncü grup ise dairevî şekilliydi. Sprigg bunları, büyüklüğü 2 santimetreden 1 metreye değişen, “sert kısımları eksik, dünyadaki en eski hayvanların fosili” olarak tarif etti. Bazı durumlarda bunlar büyük (yaklaşık 1 metre uzunlukta) organizmalardır. Bunlar ne ağza ne de anüse sahiptirler. Şekilleri, içlerine pamuk doldurulup dikilmiş tüpsü yapılara benzemektedir. Sonraki kırk yıl zarfında, başka yerlerde de Ediyakara fosilleri keşfedildi. Rusya’nın Beyaz Deniz bölgesinde, Sibirya’nın kuzeyinde, Newfoundland’de (Kanada) ve Namibya’da bu garip yaratıkların fosilleri korunmuş hâldeydi, ve Prekambriyen sonunda bütün dünyaya yayılmış olduklarını gösteriyordu (Bu bölgelerin en yaşlılarından bazıları Newfoundland’deki Mistaken Point’de bulunanlar olup 565 milyon yıl yaşlıdır). Ediyakaralar’dan sonra, Kambriyen Patlaması’nın ikinci perdesiyle hayvanî organizma oldukları kesin olan yaratıklar sahneye çıkacaktı. - İkinci ve Üçüncü Perde: İz fosiller ve küçük kabuklular İkinci Perde’de, yeni bir oyuncu grubu öncekilerden birçoğunun yerini almaktadır. Bunların varlığı, bıraktıkları çizgi, işaret ve izlerden anlaşılmaktadır; gerçek “vücud” fosilleri (kalıntıları) yoktur. Ediyakaralar hayatlarını oturdukları yerde geçirmişken, bu ilk iz fosiller, hareket kâbiliyetiyle yaratılmış, nispeten daha büyük boyutlu hayvanların (belki büyük veya yassı solucanların) varlığını gösterirler. Üçüncü Perde’de sahneye ince kalkerli tüpler ve yumrular, bükülmüş burulmuş omurgalar çıkar. Boyları bir buçuk santimetreyi bulmaz. Hepsi hayvan organizmalarına aittir, fakat orijinal durumlarını tasarlama imkânı hâlen yoktur. Bazıları, parçalanmış büyük iskeletlerin kalıntılarıdır. Büyük kısmı ise, çok elemanlı iskeletlere ait tek tek bulunmuş parçalardır; meselâ bir kirpi balığı omurgası gibi. Bu küçük kabuklu fosiller ilk olarak, yaklaşık 545 milyon yıl yaşlı kayaçlarda bulunmuştur. Mineral iskelete sahip bu ilk büyük (boyları bir buçuk santimetreye ulaşmayan) hayvanların fosilleri, yeni bir yaratılış hâdisesinin cereyan ettiğini göstermektedir. - Dördüncü Perde: Trilobit toplulukları Bu safhada, önceki aktörlere göre bize daha tanıdık hayvanî organizmalar yaratılmıştır. Bunlar: ilk trilobitler (üç loblular), brakiyopodlar (kolsu ayaklılar), molluskalar (yumuşakçalar) ve ekinodermlerdir (derisi dikenliler). Bunlar, önceki üç perdede yaratılanlara göre hem boy, hem sayı olarak daha büyüktürler. Bunun en açık delilleri, Washington Eyaleti’ndeki (ABD) Addy kasabası civarındadır. Burada üstüste çökelmiş binlerce kuvarsit tabakasının en alttakileri fosil ihtiva etmemekte, fakat yukarıya doğru âniden, sanki bir sihirli değnek değmişçesine çok fazla fosilin (“fosil kaynıyor” dedirtecek ölçüde) yeraldığı görülmektedir. Burada, brakiyopod denilen küçük istiridyelere benzer kabuklu yaratıkların, ayrıca sünger ve çok küçük bir-iki yumuşakçanın kalıntıları yeralmaktadır. Fakat Addy’de fosil ihtiva eden ilk katmanlardaki, dolayısıyla bu perdedeki aktörlerin en yaygın, en çeşitli ve en belirgin üyesi trilobitlerdir. Boyları mikroskobik seviyeden 1 metreye kadar değişir. İçlerinde en iyi teşhis edilen cinsin Olenellus olduğu en eski trilobitler dikenlidir; bazıları halkalı solucanlara benzer, hilâl veya yarımay şeklinde büyük gözleri vardır. Hepsi bacak, ayak ve solungaçlara sahiptir; deniz tabanındaki tortulları ve belli maddeleri yutarak beslendikleri anlaşılmaktadır. Trilobitler hâlen yaşayan canlılar içinde en fazla atnalı şekilli yengeçlere benzer. Çok sayıda dikenleri, miğfere benzeyen başları, kendilerine has gözleri vardır.(2) Darwin’in teorisi eğer doğru olsaydı, ilk kompleks hayvan fosillerinin trilobitten de daha basit olması gerekirdi. Bu gözlem, kompleks hayvanların Yeryüzü’nde evrim öncüleri olmaksızın birdenbire yaratıldığını göstermektedir. Bu sanki, bir orkestranın ilk başta bir ses uyarısı olmaksızın zor bir şaheseri çalmaya başlaması gibi birşeydir. British Columbia’daki (Kanada) meşhur Burgess Shale fosil hayvan topluluğu, trilobitlerin hayat tarzına dair önemli bilgiler sağlamıştır. Bu eski ortamlarda oksijen yokluğundan dolayı, hayvanların yumuşak kısımları bile korunmuştur, ve bu kalıntılar uzak jeolojik geçmişe emsalsiz bir pencere açarlar. Dördüncü Perde’deki grubun yaklaşık 530 milyon yıl önce yaratıldığı tahmin ediliyor, çünkü daha önce gözükmüyor. Fosil kayıtlardan, sonraki 30 milyon yıl zarfında bu gruba ait çok çeşitli türlerin yaratıldığı anlaşılıyor. Ve yaklaşık 500 milyon yıl önce Kambriyen Patlaması sona eriyor. Büyük ve kompleks bir yaratılış: Kambriyen Patlaması Yeryüzünde hayvan hayatı, “tedricî evrim” terimiyle iddia edildiği şekilde bir süreç geçirmiş değildir. Hayvanlarda türden türe geçiş şeklinde herhangi bir değişikliğin görülmediği, sakin geçen uzun periyotların sonunda, âni denilebilecek zaman zarfında büyük sıçramalar şeklinde yeni yaratılışların meydana geldiği görülmektedir. Bu “eşikler”, paleontologlar Douglas Erwin, James Valentine ve David Jablonski tarafından, Scientific American dergisindeki bir makalelerinde (1997) şu şekilde ifade edilmiştir: “Son 3,5 milyar yılın fosil kayıtları, biyolojik formların tedricî bir birikimini değil, tek hücrelilerin vücut plânlarından zengin çeşitlilik arzeden hayvan filumlarının vücut plânlarına âni bir geçişi göstermektedir.” Bunun öncesinde, dünyadaki hayat 4 milyar yıl öncesiyle 2,5 milyar yıl öncesi arasında prokaryotlarlaa 2,5 milyar yıl öncesiyle yaklaşık 550 milyon yıl öncesi arasında ise, nemli ve yapışkan küflerle, ayrıca ökaryotlarınb ilk temsilcileri olan diğer algler ve tekhücreli hayvanlarla karakterizedir; yani herhangi bir tedricî evrim görülmemektedir. Hayat tarihi, sabit tempoda devam eden ilk 3,5 milyar yılın sonunda, âniden yeni ve yüksek bir durumla karşılaşmıştır. Hâlen mevcut çeşitli hayvan filumları üzerinde yapılacak bir inceleme, aslında Kambriyen’den beri varolan birkaç düzine vücut plânını incelemek demektir, ve burada üç büyük sürpriz sözkonusudur. Bugün yeryüzündeki on milyonlarca hayvan türünün sadece 28-35 arasında filuma ait olduğunu keşfetmek 19.-20. yüzyıl paleontologları ve zoologları için ilk sürpriz olmuştur. İkinci ve belki de en şaşırtıcı sürpriz, bu filumların hepsinin Kambriyen sonunda birden ortaya çıkmış olmasıdır. O dönemden sonra, yani son 500 milyon yıl boyunca tek bir yeni filum görülmemiştir. Kambriyen tabakalarında her filumun fosil kaydı vardır. Üçüncü sürpriz ise, Kambriyen’de bugünkünden daha fazla sayıda hayvan filumu ve ana vücut plânı yaratılmış olduğudur. Fakat bugüne gelirken, filum gibi yüksek taksonların sayısı azaltılmış, yeni türler yaratılmıştır. Gould ve diğer bazı paleontologlar, Kambriyen’de, hâlen yaşayan 35 farklı filumdan daha fazla, 100 civarında filum olduğunu iddia etmektedirler.(3) Yani Kambriyen’den sonra vücut plânlarındaki farklılıklar azalmış, ve bunu çeşitlilikteki artış takip etmiştir. Kambriyen’i takip eden yüz milyonlarca yıl zarfında, tabiat sahnesinde arka arkaya yeni yaratılışların olduğu fosil kayıtlardan anlaşılmaktadır. Benzer çevre şartlarında benzer vücut tiplerinin zuhur etmiş olması aslında, her canlıyı Tek Bir Yaratıcı Zât’ın yarattığını bir defa daha teyid etmektedir. Meselâ, omurgalıların ataları Kambriyen’de veya hemen akabinde ortadan kalkmış olsa bile, yeryüzü şartlarında suda yüzmek için optimal durumu temsil eden belkemiği ve omurga, Yaratıcı tarafından sonraki devirlerde tekrar, fakat bu defa yeni türlere verilmek suretiyle bir daha yaratılmıştır. Kambriyen Patlaması’ndan önce çevre şartlarının hazırlanması Kambriyen Patlaması’nda çeşit çeşit hayvan filumlarının yaratılmasından önce (Prekambriyen’de) çevre şartlarında önemli değişiklikler ortaya çıkmıştır. Önce, 800-600 milyon yıl öncesi arasında yeryüzü soğumuştur. - Oksijen oranının kritik (eşik) değere gelmesi Bu hipoteze göre, atmosferde ve suda oksijen miktarı kritik bir seviyeye ulaşmış, hem hayvan biyokimyası, hem de yeni, çeşitli ve daha büyük hayvanların yaratılması ve yaşatılması açısından uygun sebepler var edilmiştir. Böylece sert iskelet yapısına sahip hayvanlar (ilk omurgalılar veya omurgalıya benzer hayvanlar) ilk defa bu dönemde (Kambriyen) yaratılmıştır. Daha önce oksijen bu denli bol değildir, ve bu sebep çerçevesinde, sadece omurgasızlar yaratılmıştır. Çünkü hayvanî organizmalarda iskelet yapısı için gerekli minerallerin oluşması ve çökelmesi oksijen azlığında görülmemektedir. - Besinlerin artması ve sakin ara dönem Bir tarla gübreye ihtiyaç duyduğu gibi, ekosistemler -ve bilhassa su ekosistemleri- de, yüksek verimliliğin ve ürün çeşitliliğinin korunması için organik ve inorganik besin desteğine ihtiyaç duyarlar. Kambriyen Patlaması’nın hemen arifesinde âni ve önemli bir besin artışı görülmektedir. Bu dönemde oluşmuş kayaçlarda en yaygın görülen minerallerden biri, hayat için gerekli kılınmış inorganik besinlerin en önemlilerinden olan, fosforca zengin fosforittir (diğerleri nitrat (-NO3-) iyonu ihtiva eden nitrik asit tuzu- ve demirdir). Paleomanyetizma verileri, kıtaların büyük kısmının Kambriyen döneminde 10-15 milyon yıl boyunca hareket ettiğini gösteriyor. Kıtaların konumu; sıcak ve soğuk su akıntılarının nereden geçip nereye gideceği, buzul takkelerinin oluşumu, hatta atmosferdeki sera gazlarının miktarı gibi, global iklim üzerinde önemli tesirde bulunur. Muhtemelen kıta hareketlerine bağlı olarak okyanus akıntılarının dolaşımında global değişiklikler olmuş, derindeki suların okyanus yüzeyine doğru taşınmasına vesile olan tabandan su kaynakları çıkışı başlamıştır. Böylece dip tortullarında kilitli tutulan besinler serbest kalmış ve sığ sulardaki canlılara ulaştırılmıştır. Bu hipoteze göre, bu yeni tektonik faaliyete eşlik eden “fosfatlı besinlerin serbest kalması” hâdisesi Kambriyen Patlaması için şartların hazır olduğunu haber vermiştir. - Geç Prekambriyen’de (600 milyon yıl önce) iklimin ılımanlaşması Mevcut veriler, 800 milyon yıl önce başlayan ve 200 milyon yıl devam eden buzul ilerleme-gerileme sürecinden sonra, 600 milyon yıl önce buzullaşmanın bittiğini, uzun sürecek bir ısınma dönemine girildiğini, bunun da, Kambriyen Patlaması için tabiî bir sebep olabileceğini göstermektedir. Biyolojik şartların hazırlanması Kambriyen’deki âni canlı çeşitlenmesinin meydana gelmesine sebep olarak dört biyolojik şartın mevcudiyetine inanılmaktadır: bizzat hayatın önceden varolması; oksidativ metabolizmanın varolması (oksijen varlığında yaşama ve büyüme kâbiliyeti); Ökaryalarda cinsiyet gelişimi; daha kompleks hayvanların yaratılmasından önce tek hücrelilerin mevcudiyeti. Bunların olduğu bir yeryüzüyle, Dünya’nın yaratılmasından 4 milyar yıl sonra, yani Yerküre tarihinin yaklaşık % 85’i geçtikten sonra karşılaşmaktayız. Bu noktada, Kambriyen Patlaması’nın öncesinde hazırlanmış sebepler olarak diğer önemli biyolojik faktörler şunlar olabilir: - Mineralli iskeletlerin zuhuru İskelet, hayvanlarda büyük vücut açısından önem arzeder. İskelet; organizmanın av olmak, su kaybedip kurumak ve morötesi ışınlardan daha çok etkilenmek gibi birçok tehlikeden korunmasında, kasların birbirine bağlanıp hareket imkânının ortaya çıkmasında ve vücut şeklinin muhafazasında önemli fonksiyonlar görür. Bu gibi yapıların yaratılmasında sebep açısından oksijen seviyesi iki noktada önemlidir: Birincisi, örtü görevi gören kabuk şeklindeki büyük iskeletlerdir (ilk trilobitlerde ve yumuşakçalarda mevcuttur), ve bunlar vücudun yumuşak kısımlarına deniz suyu girişini engeller. İlk hayvanlar, deniz suyundaki oksijenin muhtemelen vücut duvarından adsorbe edilmesiyle solunum yapıyordu. İkincisi, bir kabuğun varlığı, büyük vücut yüzeyinin, bu tip bir solunumu uzun zaman yapamayacağı mânâsına gelir. Düşük oksijen şartlarında, hayvanlar yeterli oksijeni alacak zaman bulamazlar; bir vücut örtüsünün işin içine girmesi problemi daha da zorlaştırır. Bu yüzden tıpkı kabuklar gibi iskeletler de, deniz suyunda yüksek oksijen seviyesine ulaşılıncaya kadar yaratılmamışlardır. İskeletin tabiat sahnesine çıkması, basitçe önceki vücut plânlarına ilâveten olmuş değildir. Çok hücreli (kompleks yapı ve fonksiyonda) ve vücut plânları da farklılık arzeden hayvan filumları iskeletle birlikte bir anda yaratılmışlardır. İskelet sisteminin parçaları olarak yaratılan bacaklar, çeneler ve destek yapıları yeni hayat tarzları, ve yeni çevre şartlarıyla yeni tip münasebetler demektir. Çeşitlilik ve farklılık Kambriyen Patlaması’nın can alıcı ve tartışmalı yanlarından biri çeşitlilik ve farklılık kavramlarıyla ilgilidir. Türlerin sayısını gösteren bir ölçü olarak çeşitlilik (burada biyolojik çeşitlilik) kavramı kullanılır. Farklılık ise, tür sayısından ziyade, vücut plânı, tipi veya dizayn şekli sayısının bir ölçüsüdür. Tabii ki her farklı tür, diğer her türden belli farklılıklar arzeden bir vücut plânına sahiptir. Fakat bugün yeryüzünde milyonlarca tür olmakla birlikte, genel vücut plânlarının çeşidi milyonlarca değildir, daha azdır. Paleontolojinin sürpriz keşfi ise, Kambriyen’de vücut plânları birbirinden çok farklı olan az sayıda türün çok kısa bir zaman aralığında zuhur etmiş olmasıdır. Evrimci Stephen Jay Gould, Harika Hayat (Wonderful Life, 1989) kitabında, bu durumu kendince, Kambriyen hayatının ana paradoksu olarak tarif eder. Kambriyen’de çok çeşitli sayıda tür ortaya çıkmadığı hâlde, türlerin vücut plânlarında böylesine farklılık nasıl olmaktadır? İşte bu, evrimle izah edilemeyen ve açıkça yaratılışı gösteren bir durumdur. Bir ilim, kudret ve hikmet eli bu farklılıkları bir anda takdir etmiştir. Gould kitabında, evrim kavramına da dokundurmaktadır. Ona göre, Batı geleneği evrim ile adaptasyonu, artan kompleksiteyi ve gelişmeyi sürekli birbirine karıştırmıştır. Gould, felsefî konumu ne olursa olsun birçok evrimci bilim adamının belli bir “tedricî evrim” görüşüyle büyük ölçüde şartlanmış olduğunu, bunun köklerinin Darwinci materyalizm veya Marksizmde yattığını belirtmekte, hayatın yeryüzündeki tarihinde meydana gelen büyük “toplu yokoluşlar”ın daha objektif incelenmesi neticesinde, yukarıdaki evrim görüşünün un-ufak olduğunu söylemektedir. Kambriyen Patlaması’ndan sonra Kambriyen’den sonra, sadece türlerin çeşitliliği ve karmaşıklığı artmamıştır, bunların yaşadığı ekosistemler de önemli değişikliklere maruz kalmıştır. Ökaryotik yaratıklar Kambriyen Patlaması’yla birlikte daha da yaygınlaşırken, bakteri ekosistemlerinden daha çeşitli ve kompleks canlı topluluklarına doğru yeni bir yaratılış yönü belirginleşmiştir. Bir milyar yıl öncesine kadar çok yaygın olan stromatolitlerin ciddi ölçüde zeval bulması, prokaryotların hâkim olduğu bir dünyadan ökaryot bir dünyaya geçişin delili olarak gözükmektedir. Organizmaların zaman içinde nasıl zengin bir çeşitlilikle yaratıldığını anlamak için yirmi yıldan fazla çalışan, Chicago Üniversitesi’nden paleontolog Jack Sepkoski, Kambriyen’den sonra iki önemli çeşitlenme safhası tespit etmiştir: biri, hemen Kambriyen’i takip eden Alt Ordovisiyen periyodu, diğeri ise, Senozoyik dönemin başlangıcıdır. Senozoyik dönem, Mezozoyik dönemin sona ermesiyle başlamıştır (65 milyon yıl önce). Bu geçiş, dinozorların ve daha birçok türün ortadan kalkmasıyla karakterizedir. Netice itibariyle, birkaç milyar yıla yayılan bir süreçte, yeryüzünde sebep-netice münasebeti çerçevesinde oksijenli bir atmosferin yaratılması, suyun sıvı hâlde tutulması için gerekli belli bir ortalama sıcaklığın muhafaza edilmesi, kara ve denizlerdeki fiziko-kimyevî şartların hayat için hazırlanması yerküre ölçeğinde birbirine bağlı hassas dengeleri gerektirmiştir. Kambriyen dönemine kadar, canlı organizmaların çok büyük kısmının bir milimetreden daha küçük olduğu anlaşılmaktadır. Yaklaşık beşyüz elli milyon yıl önce başlayan bu yeni dönemde daha kompleks dolaşım, solunum, sindirim ve boşaltım sistemlerine sahip daha büyük organizmalar birden ortaya çıkmıştır. Kabukları savunmada rol oynayan bu canlılar, besin kaynaklarını kullanma, deniz suyundan filtreleme yaparak beslenme, deniz tabanındaki kumlu tabakaların içine saklanma, yüzerek ve hızlı hareket ederek tehlikeden kaçma gibi yeni davranışlar göstermektedir. En ileri ve son safhası insanla temsil edilen kompleks canlıların Kambriyen Patlaması’yla birlikte yaratılmaya başlamalarını takiben, yeryüzü bugüne gelinirken beş-altı büyük yokoluş hâdisesi yaşamıştır. Her bir yokoluş hâdisesinde kara ve denizlerdeki canlıların büyük kısmı ortadan kalkmasına rağmen, asla tam bir kıyamet sözkonusu olmamıştır. Hayat ağacı, en güzel meyvesi olan insanın yaratılacağı döneme kadar, Kadîr, Alîm, Hakîm ve Sâni Yaratıcımız tarafından canlı tutulmuştur. Kaynaklar 1) De Ricqlés, A., 1992 - Un “Big Bang” Zoologique au Cambrien? LA Recherche, 240, Février, Vol. 23, Paris. 2) Ward, P.D. & Brownlee, D., 2000 - Rare Earth. Copernicus, Springer-Verlag, New York. 3) Gould, S.J., 1989 - Wonderful Life. W.W. Norton & Company. Dipnotlar a. Prokaryotlar: Çekirdek, mitokondri ve kloroplast gibi organelleri olmayan hücrelerle, bakterileri ve siyanobakterileri (geçmişteki mavi-yeşil algleri) içine alır. b. Ökaryotlar (Eucaryot): Bakteriler ve siyanobakteriler dışında yeryüzündeki bütün canlı organizmaları içine alır. Prof. Dr. Ömer Said GÖNÜLLÜ
  7. burda sana katılmıyorum bi kere islam dini dogmatik diil İslam da ''Nas ve Fıkh'' var anlatır yani inan ya da inanma demez ıspata gerek yoktur demez...sana ne icin inanman gerektigini anlatır ıspatlar tabi gercekten görmek istenirse.... Küçük bir not: ''dogma'' batı terimidir ve batı terimleriyle doğu ve İslam anlasılmaz anlamak icin onun dilini felsefesini bilmek lazım....
  8. Senyour şurada bir başlık gönderdi: Politika Bilimi
    Modernleşmenin en belirgin niteliklerinden biri muhakkak ki sekülerleşme. Ancak bu bizdeki laiklerin sandığı gibi dindarlıktan uzaklaşmayı değil, zihnin berraklaşmasını, nesnel bakabilme yetisini elde etmesini ima ediyor. Din bu berraklığı engellediği zaman sekülerlik açısından bir sorun yaratabilir, ama benzer bir kafa karışıklığını gayet ‘laik’ olarak da yaşamak mümkün. Türkiye’deki modernliğin de en ironik ve mizahi tarafı laiklerin sekülerleşememesi, yani gerçekliğe açık yüreklilikle bakabilecek bir zihinsel formasyon geliştirememeleri oldu. Ne var ki yeni bir nesille birlikte bu kabuk kırılmış ve açılan çatlak gerçek bir aydınlanmayı ima etmeye başlamış gözüküyor. Bu durumun en belirgin niteliği geçmişte normal ve makul gözüken birçok söz ve davranışın bugün düpedüz gülünç olduğunun ortaya çıkması... Bir süreden beri devlet adamı ciddiyeti içinde laf etmeye çalışanların düştüğü hüzünlü hal bunun örneklerinden biri. Ergenekon da haliyle bu acıklı konumun parçası... Şimdiye kadar sırf askerleri kullanan ve kendi içlerinde geliştirmiş oldukları dili anlamlı, gerçekçi ve doğru sanan bazı insanların şimdi sivilleri de içlerine almak zorunda olduklarını düşünün. Darbe yapmak üzere yola çıkan, ama ‘Ergenekon Analiz, Yeni Yapılanma ve Geliştirme Projesi’ adlı belgede söylendiği üzere “entelektüel birikimli, yaratıcı, güvenilir insan kaynaklarından” yararlanmanın şart olduğunu da idrak etmiş bir örgüt bu... Dolayısıyla beklenen şey de örgütün entelektüel dünya ile ilişkiye geçmesi ve onları kendi saflarında kullanması. Üstelik bu iş pek de zor gözükmüyor! Belgede söylendiğine bakılırsa “Entelektüel insan yapısı derinlerde kök salmış akıldışı, duygusal ve yaratıcı bir çekirdeğe sahiptir... Entelektüeller bu nedenle her an patlayacak bir yanardağ gibi görünseler de içten içe yanarak küle dönüşen yumuşak bir pamuk gibidirler.” Bu cümleler herhalde bütün müstakbel darbecilerimizi rahatlatacaktır... Çünkü entelektüelin epeyce irrasyonel, aklı havada, tutarsız, ancak şekil verilebilir bir nesne olduğu anlaşılmakta. Ne var ki hemen sonrasında şunları okuyoruz: “Bağımsız ve liberal eğilimli olan bu ‘düşsel yaratıcı’ kişilikler, çok boyutlu düşünebilme yeteneklerinden ötürü enformasyon bulmacasının en küçük bir mozaik parçacığından rahatlıkla tablonun bütününü okuyabilirler.” Nitekim bu nedenle entelektüellerin istihbarat örgütleri için en tehlikeli grup oldukları söylenmekte. Garip ama gerçek... O pamuk gibi tutarsız ve hayalci entelektüeller, aslında darbecilerden çok daha zeki, akıllı ve zihinsel melekeler açısından üst düzeydeler. Bu durumda darbe için gereken entelektüeli nereden bulacaksınız? Hem entelektüel gerekiyor, hem de o entelektüelin istihbaratı kavrayan biri olmaması isteniyor. Yanıt kendisini ortaya koyan cinsten: Entelektüel dünyanın en ***** kesimini kullanmanız gerekiyor. Nitekim anlaşılan Ergenekoncular da bu ölçütün farkındalarmış... Entelektüel açığınızı böylece tamamladıktan sonra artık eylemleri biçimlendirmeye başlayabilirsiniz. Belge’ye bakılırsa bu iş önümüzdeki 100, hatta 200 yıl içinde istihbarat örgütleri tarafından yapılacakmış. Bu örgütlerin temel işlevi ise “ülke çıkarları ve mevcut rejim ilkelerine aykırı ideolojilere sahip siyasileri engellemek” imiş. Söz konusu Belge’den öğrendiğimize göre bu işlevi yerine getirmenin bir yolu suikast, yani siyasilerin öldürülmesi... Bu biraz kaba bir tedbir gibi gözükebilir ama Ergenekoncuların mantığına bakılırsa bu yöntemin kullanılması kaçınılmaz. Çünkü maalesef ikinci yöntem olan ‘dezenformasyon’ Türkiye’de çalışmıyor. Meğerse “Türk insanı kültürel anlamda dünya görüşü gelişmediği, okumadığı, matbaa makinesi 900 yıl geçtikten sonra taşınabildiği için, kolayca yanıltılabilmekte ve her an kandırılmaya açık beklemekte” imiş. Bu nedenle de dezenformasyona açık değilmiş... Size ne denli ciddi veya mizahi gelir bilemiyorum ama, Türkiye’deki insanların ***** olması nedeniyle darbe yapmanın zorlaşması insanın yüreğine su serpiyor. Öte yandan “kolayca yanıltılmaya ve kandırılmaya açık” olan bu ***** kitlenin niçin darbeciler tarafından yanıltılıp kandırılamadığı sorusu var. Yoksa bunun nedeni Türkiye halkının da bir miktar entelektüel hale gelmesi mi? Yani artık düşünebilen, analiz yapabilen, bir mozaik parçasından hareketle bütünü gören bir halk mı oluşmaya başladı? Kısacası acaba mesele bizlerin darbecilerden daha akıllı olması ve darbe yapmak için gereken sayıda ***** insan bulmanın giderek zorlaşması mı? Etyen Mahçupyan
  9. Senyour şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Güncel Konular
    he yani eger beraat ederlerse maskeler düşecek yoksa yargılanırlarsa satılmıs akp ci feytullahcı olacak yargıclarımız öylemi ? bukadar olur....
  10. Abi affına sığınarak bi sey söyleyebilirmiyim ; önemli olan örtünme, dimi abi yani abi örtün ama neyle örtüyosan ört diiilmi ? yoksa illa Başı örten her sey başörtüsü olamaz mı ?
  11. Seni gecenin, soğuğun ve kalabalığın içinde görünce dilime gelen bu oldu: Garip. Sen garipsin. Görüyorum. Şimdi bu kanepede otururken gözlerine, onlardaki gurbete bakıyorum. Gurbetin bir resmisin sen. Seni sadece bu sözcük anlatabilir. Gurbet kimi insana hal, kimisine mekan olurmuş. Senin halin garip. Garip bir mekânda duruyorsun. Sessiz, öylece, saatlerce...Gözlerini benden kaçırıyor, birkaç saniye sonra tekrar dönüyorsun. Hallerine bakıyorum günlerdir. Baktıkça görüyorum ki, içindeki derinliğe doğru kayboluyor, gizleniyorsun. Sırlanmışsın meğer gözlerimden. Seni tanıdığımı sanıyordum, yanılmışım. Sana baktıkça temizleniyorum. İçimde, üzerimde fazla ne varsa kurtuluyorum. Gözlerine baktıkça beni gurbetine çekiyorsun. Oraya girdikçe de sessizliği, alçakgönüllülüğü, tevekkül ve sabrı öğreniyorum. Belki bir adın da edeptir. O ancak sabırla öğrenilebilir. Gerçi bunun öğrenilebilir bir şey olmadığını biliyorum. Bunu da senden öğrendim. Seninkisi sadece sessizlik. Sanki bir daire var, benim göremediğim ama hissettiğim bir oluş dairesi, onun bir yerine yerleşmişsin. Sakin. Sessiz. Hareketsiz, durgunsun ve bu haldeyken bütün alem yıkılsa dönüp bakmıyor gibisin. Bu beni büyüledi biliyor musun? İlk gördüğümde sanki bir buluta girdim, karla kaplı bir dağda doruktan aşağı yuvarlandım ve o yumuşacık karın içinde kayboldum, ruhuma öyle bir sızdın ki, yüzümün, göğsümün, parmak uçlarımın gözeneklerinden girerek bedenime, onu konuk eden canın sırlarına öylesine sirayet ettin ki, beni kuşattın, merhametle sarıp sarmaladın, yaralarımı acıtmaksızın, hafif dokunuşlarla pansuman yapar gibi onları iyileştirdin, içimdeki uğultular dinmeye başladı. Hissettirmeden ruhuma sızarken sana yaşattığım acıları düşünüyordum. İnsan ancak kendi gönlüne sefer edebilirmiş ya, sen de benden kendine kaçmış, içini bir gurbet yapmıştın. Sana bakınca o gurbetin kuytularını gördüm. İçinde ne çok ıssız yerler vardı. Yüksek tavanlı ve sonu gelmez bir mağara gibiydi için. Girince sessizlik...kimsesizlik...gariplik...dayanılmaz bir belirsizlik...boşluk...kin, pişmanlık, merhamet, öfke herhangi bir duygunun olmadığı, sadece sessizlikti için. Gözlerin içindeki o büyük boşluğun kapısı. Bakınca kapı yavaş yavaş açılıyor, içeri alıyordun. Ne kadar masum bakıyorsun. Bu beni nasıl üzüyor bilemezsin. Birbuçuk yıl boyunca her gün benden bir haber bekleyerek sabahladığını söylerken evin kapısına gelmiştik. Kapıyı açmak için anahtarı aradım. Bulamadım. Anahtarı birkaç saat önce kabanımın sol iç cebine koymuştum. Yoktu. Dışarıda kaldık. Göğe baktın. Yıldızlar ne güzel görünüyor, dedin. Evet dedim, burada gece ışıklı değildir, gündüzden farkı belirgindir. Tahmin ediyordum, dedin. Neyi? Böyle bir yerde yaşadığını. Ama sana ağaçlardan söz etmiştim. Evet. Bak bu kara erik, hani pencereden bakınca sadece bir dalını, ondaki çiçekleri gördüğümü yazdığım...Dalı okşar gibi tuttun. Kurumuştu. Ölüyor, dedin. Sesindeki korkuya baktım. Ne kadar uzaktı. Kuruyup sararmış yapraklarındaki minik damarların arasından yıldızlara bakmaya çalıştın. Orada gözlerin tutunduğu bir şey bulabiliyor insan. Bak buradan bakınca başka türlü görünüyor. Oradan yıldızlara değil kendi yarasına bakabiliyor insan, sanki hayatın son anıymış gibi. Öyle değil midir zaten? Öyle ama insan kabullenmek istemiyor. Ben senden bir kelime, tek bir ses bekledim aylarca. Bana anlamsız da olsa bir sözcükle seslen diye bekledim. Bu umursamazlık insanı nasıl yıkıyor bilemezsin. Şimdi bilmeye başladım sanıyorum. Neden? Yanındayken seni özlüyorum. Gözlerine bakarken parmaklarını özlüyorum. Saçlarını okşarken dudaklarını özlüyorum. İnsan niçin özlüyor? Nasıl bişey bu? Neden bu kadar çoğalıyor, büyüyor her şey. İnsan nasıl tahammül edebiliyor? Hepimiz aynı hikayenin içinde gibiyiz. Bak bu kayısı. Bunun tomurcuklarına iyi bak. Nisanın ilk haftası açıyorlar. Kendilerini açarak bir şey söylüyorlar. Ne diyorlar? Onlarda da bir şevk var. Bir arzuyla kıvrandıkları hissediliyor. Bu elma. Önce pembeleşiyor, kırmızıya dönüşüyor sonra. Kokusu bayıltıcı. Duvarın dibindeki leylak gibi. Toprağa köklerini öylesine salıyor ki, küçük dallar fışkın vererek yerden havaya, göğe doğru bir seyre çıkıyor. Onları görebiliyorum. Üç yıl öncesine kadar şehir merkezindeki üç katlı binanın kuzey cepheli dairesinde yaşarken göremiyordum. Ağaçları, yıldızları, kayaları, toprağı, kekikleri, yaban tavşanlarını, gelincikleri, tilkileri, bazen arabamın aynasına konan baykuşu göremiyordum. Seni de görememişim. Sen ne kadar safsın. Arı durusun. Sana bakınca sanki toprağı avuçluyorum. Ne kadar zarif görünüyor dudakların. Yandan bakınca, ön üst dişlerin hafif tavşansı, onları örten üst dudağın ne kadar tatlı görünüyor. Ona bakınca içimdeki arzu büyüyor. Seni çok arzuluyorum. Gözlerin sonra. İri, ela, kaşların siyah. Onlara bakıyorum. Sana bakınca çevreden kopuyorum. Nesneler silikleşiyor, yok oluyor. Bir şey bırakmıyorsun. Beni de tutukluyor, kendine, ruhuna doğru çekiyor, yok ediyorsun. Efsunlu bir şey var gözlerinde, duman gibi, buluta benzer bir belirsizlik. Büyülüyor işte. Onlara bakınca yani gözlerine ruhunun uçlarını görüyorum. Ruhun nasıl bir şey olduğunu bilemiyor işte insan, hani sana ruhtan soruyorlar, de ki o Rabbimin bir emridir. Bunu ilk duyduğumda emr kelimesinin anlamını bilmiyordum. Buyruk sanıyordum, emretmekle ilgili bir şey. Emr'in 'iş' olduğunu söylemişti sorduğum biri. İş...bunun da bir anlamı yok ki. Ne işi? Bunun ruhla ne ilgisi olabilir? Senin benimle ne ilgin var? Ben seni seviyorum işte, bu nereden nasıl geliyor, bu ateşi içime kim, nasıl düşürüyor? Nedir bu beni sana seni bana yönelten şey? Bu meyil nasıl akıyor? Seni görmeyince neden üzülüyorum? Yanındayken seni niçin özlüyorum? Sen kimsin? Ruh nedir? Senin ruhunu nasıl bu kadar hissedebiliyorum? Beni böyle kendine nasıl bağlayabiliyorsun? Kendimi neden yitiriyorum? Bu nedir peki? O ceviz. Gerçekten mi? Evet, bodur ceviz o. Kuru yaprağı koparıp eziyor, kokluyorsun. Cevizin kokusu yüzünden yayılıyor. Bunları sen mi diktin? Evet. İlginç olmalı. Evet. Bir Amısh'in sözünü hatırlıyorum, bir filmden. Bankacı bir adamla karısı mali polisten kaçıp onlara sığınıyorlar. Adam, senin kuzeninim diye yalan söylüyor. Amısh farkında ama belli etmiyor. Ekim zamanı geliyor. Bizim bankacı mısır ekimine yardımcı oluyor. Birkaç hafta sonra zümrüt gibi parlayan mısır tarlasına bakarak kendinden geçiyor, 'inanamıyorum, bunu ben mi yaptım şimdi?' Amısh sakin, 'kuzen' diyor, 'ben de Tanrı'nın mucizelerine şaşırmaktan hiç usanmadım.' Kent dışındaki bu bahçeli eve taşınıp da domates, salatalık, biber yetiştirmeye başladığımda, yüzeydeki karı kazıyıp donmuş toprağı kazarak derinlerdeki ılık toprağa meyve fidanlarını gömdükten birkaç ay sonra çiçeklendiğini gördüğümde aynını hissetmiştim. O kaosun içindeyken de dünyanın rüya olduğunu bilirdim ama şimdi başka. Şimdi sen varsın. Senin acıların var. Çocukluğunu anlatırken söz ettiğin yalnızlık odası var. Bir kuyu gibiydi demiştin, odaya girince, derin, karanlık kuyuya inerdim sanki. Dünyanın dibine doğru...Yeraltına değil, kabuğuma çekilir, yalnızlığa dalardım. Şimdi oradan çıkmış gibisin. Cevizin yaprağını tekrar kokluyorsun. Ne düşünüyorsun, diye soruyorsun kitaplıktaki kanepede otururken. 'Masa üzerinde yarılmış bir nar gibi hissediyorum kendimi' diyorum. Gülümsüyorsun. Bunlar bitişik zamirlerdir bak, ben, sen, o...bunlar bir gün tenimizin toprağa düşeceği korkusu gibidir. Öyle bir çocukluktu işte benimkisi. Nasıldı? Yalnızdım, çok yalnız. Babamın bağırtıları, şiddeti ve öfkesi düşerdi ortalığa, evin kuytularına sızar, hepimizi bir köşeye, gizli çekmecelere, dolapları kemiren kurtların içine, annemin naftalinli çeyizlerinin arasına, içimde büyüyen o 'kahverengi dağ ölüsü'nün açık kalmış gözlerine dolardı. Keşke derdim bu kadar öfkeli olmasaydı babam. Annemi üzmeseydi. Ona sarılabilseydim. her şeyi konuşabilseydim. Akşam gelişini dört gözle bekleseydim. Ona onu sevdiğimi söyleyebilseydim.... Ağlıyorsun. Sessizce ağlıyorsun şimdi. İçim yanıyor sana bakarken, o iri, ela gözlerinden sızan yaş kızgın bir kurşun eriyiği gibi göğsüme akıyor, yakarak yarıp geçiyor. Yarılmış bir nar gibiyim karşındaki bambu koltukta...saat beşi geçiyor...kulaklarım çınlıyor, uykusuz ve yorgunum. Tanelerim saçılıyor. Parmaklarına bakıyorum şimdi. Nasıl'ı ve niçin'i olmayan bir lütuf gibiler. Yanına sokuluyor, onlara dokunuyorum. Parmakuçlarımız birbirine dokunuyor usulca. Öpüşür gibi. Sende Kuddüs isminin tecellisi görünüyor. Tecelli cilvedir biliyorsun, cilve gerdek gecesi gelinin duvağını açmasıdır. Sana baktıkça, nesneler yok olup ruhun belirdikçe, bedeninin kıvrımları dağılıp kırıldıkça perdeler açılıyor, ruhunun gizleri saçılıyor birer birer. Şimdi bir sırrına bakıyorum. Onu kokluyorum. Seni her an farklı bir gözle görüyorum. Her an yeni bir yüzüne bakıyorum. Kesintisiz bir tecelli var yüzünde. Halin değişiyor, o sükunet ve edebin değişmiyor. O yorucu güzelliğine bakıyorum. İyi ki geldin. Gülümsüyorsun yine. Kelimelerin beni okşuyor sanki. Ne söylediğimin farkında değilim. Gerçekten mi? Evet. Hissediyorum. Gözlerin gülümseyince karaeriğin çiçeklenişini hatırlıyorum. Susuyoruz. Susunca ince bir şeyin içinden geçiyoruz. Öncekiler ve sonrakiler, sözün gelişi, lafın geçişidir. Buradasın ya, bu bana yetiyor. Benim için tek gerçek bu. Buradasın. Yanımda. Karşımdasın. Sana dokunabiliyorum. İçimdesin ya hayali bile cihana değer bir sırrın içindeyiz işte. İyi ki geldin. Seni bekliyordum, yıllardır seni gözlüyordum. Geldin sonunda. Şafak söküyor. Yorgunsun, uyumak ister misin? Hayır, oturmak istiyorum. Hep böyle kal e mi. Yanımda ol. Beni bırakma nolur. Seni bırakmayacağım söz. Beni terk etme. Sensiz yaşayamam. Şiişşşşt...suss lütfen...biraz sessizlik. Gözbebeklerine bakıyorum, senden başka bir şey yok artık, her şey sensin. Hepimiz sendeniz. Sen nursun, keşifsin sen. Seni keşfediyorum, sana baktıkça bir yönünü açıyorsun bana. Bakıyor, bir gülünü deriyorum. Bakıyor, bir kokunu alıyorum. Bakıyor, bir sesini duyuyorum. Bakıyor, bir sözünü görüyorum. Bir acın diniyor. Bir yaran iyileşiyor. Parmakuçlarını öpüyorum, usulca çekiyorsun. Dokunma lütfen... Sakin ol lütfen, ağlama nolursun, dayanamıyorum yapma bunu. Bak buradayım. Bu dünyanın dışındayım, senin koynundayım. Suretin ve gerçeğin bir değil görüyorum. Hadi Kurosawa'nın Düşler'ini seyredelim. Peki. Böyle yap evet, bana hep peki de, bak iç ve dış bir olunca alemin manası beliriyor. Alem uzlet demektir. Şimdi, bu odada, güneşin camlardan yerdeki kilimlere düştüğü alemde ikimiz uzletteyiz. İki değiliz, biriz. Bir'leyiz, birbirimizi birliyoruz. Nolur öyle bakma. Utanıyorsun. Sen edepsin, edebin kendisisin. Nasıl böyle zarif olabiliyorsun? Sana bakınca nur görüyorum. Sen keşfediyor, keşfettiriyorsun. Sen benim dileğimsin, ama tuhaf değil mi benden kaçmıyorsun? Düşler'in en güzelini, su değirmeni düşünü seyrediyoruz. Çark dönüyor, su akıyor, yaşlı kadın ölüyor, sevgilisi onu neşe içinde uğurluyor, sen karşımda oturuyorsun, sana sürekli bakıyorum, ben baktıkça sen yenileniyor, büyüyorsun; içinin parıltısı artıyor, bir fanus gibi görünüyorsun, için yanıyor, yandıkça beni yakıyor, bize bir kez bakmış olmalı, bizi yaratıp bırakmamış, bize nazar etmiş olmalı ki bizi perdeliyor. Perdeyi açsana. Gün ışıyor. Hadi uyuyalım artık. sadık yalsızuçanlar
  12. Senyour şurada cevap verdi: Senyour başlık Politika Bilimi
    (: zeki kız seni
  13. Senyour şurada cevap verdi: Yorgun_Demokrat başlık Politika Bilimi
    CEVAP BENİM SÖZÜMDE SAKLI DEDİM YA PARONAYAK
  14. Giderken içimi çekip götürdün beni burada ölü, cansız bıraktın. Sen gidince her şey öylesi bir sessizliğe düştü ki, boynumun yarısı kesilmiş kanım göğsümden akarak şıp şıp beynime damlıyor gibi bir cansıkıntısı belirdi. Büyüdü, yuttu beni, kendimi ararken ne kadar çok yorulmuş olduğumu hissettim. O sabah senden bir gözüm olsun, dünyayı öyle göreyim dileğiyle uyanmıştım. Gece Kurosowa'nın Düşler'ini seyretmiştik, hatırlıyor musun, son düşte filmin de sesi yok olmuş, seni beni, odadaki kitapları, sehpaları, küllükleri, kilimleri, masayı, duvardaki aile fotoğraflarını, şey ve hiç hatlarını, her şeyi içine çeken sessizliğe bakarak, sabah gideceğini düşünmüş ağlamıştık. Yarı karanlıkta gözyaşlarını gizlediğini fark ettiğimde, sarkan iki saç telinin yanağına yapışmış olduğunu, gözyaşıyla yıkanan saçın, kavuşmaya benzeyen ayrılığı ima ettiğini sanmıştım. Bu aşkın gölgesi miydi, yetmiş kanadından biri mi, değince yakan bir yalım mı, dile dökülemez bir enginliğin ışıltısı mı? Kalbin gayeye doğru esiyor, sessizliğin bu yüzden mi? Benim sevgilim gayptadır mı diyor sessizliğin? Sen susunca bir deniz beliriyor, gidince daha çok görünüyorsun, seni şimdi daha çok seviyorum. Yokluğunu sevmek de bu şevkin içinde midir? Nasıl böyle masum olabiliyorsun, yokmuşsun gibi, varken nasıl kendini böylesine gizleyebiliyorsun? Sen gidince sahipsiz bir halde canıma bir ıstırap düştü. Madem gidecektin niçin geldin, neden beni bu acının içine ittin? Nasıl bu kadar masumken böylesine acımasız olabiliyorsun? Ben ne yaptım ki diyorsun. Haklısın, ölüm gibi güçlü bu acıyı ben istedim, sen safsın, bir şey bilmiyorsun, dünyadan haberin yok... Bu sabah, dün, gittiğin günden önceki her sabah olduğu gibi gayb aleminden ölüm ister gibi, bu kavurucu sıkıntının içine uyanıyorum. Gördüğüm rüyanın etkisinden mi bilmiyorum ya bana kendini göster veya bu uçurumdan kendimi bırakacağım diyerek uyanıyorum. Bu cümleyle uyanıyorum. Kendini atsan da ölmezsin, ben seni öldürmem diyorsun. Dün gece o yüce dağdan derin suya attım kendimi. Ölmedim. Daha çok acı çektim. Ben gayb aleminden ölüm istiyorum, sensiz olmaktansa ölmeyi tercih ederim. Ah, küçük, güzel kız, sen bilmiyorsun derin bir uykudayız. Henüz yolun başındasın. Dersler, sınavlar, otobüs yolculukları, alıştığın yerlerden ayrılıklar seni ne kadar yoruyor. Bu yorgunluk içindeki bir yere yerleşmiş sıkıntıdan geliyor. Koyu bir uykudayız, rüya görüyor gibi yaşıyoruz, bak elimizi attığımız şeyler bizden kaçıyor, tuttuğumuzu sandıklarımız bizi terk ediyor, neye yönelsek bize sırtını dönüyor, zaman geçiyor, yolcu sanıyoruz kendimizi, belki öyleyiz, bir yoldayız, kendimiz yola dönüştüğümüzde yolumuz başka bir yol oluyor, aklını başına al diyorlar, aklı başında olmak da bir başka günah değil midir? Bunları anlaman için vakit erken, o sıkıntı derinleşmeden geri dön, bana, siz beni gözünüzde çok büyütüyor ve kendinizi çok küçümsüyorsunuz, demiştin hatırlıyor musun, hafif buzlanmıştı yol, geç fark etmiştim, fren yapınca kaydık, az ilerisi derince bir çukurdu, ansızın telgraf direği belirdi, evet evet yokluktan belirir gibi, çarptık, sarsıldık, alnını cama çarptın, kendime değil sana baktım, sana bir şey olursa yaşayamam, demiştim. Şimdi yoksun. Sana bir şey oldu. Bana bir şey oluyor, ben bu kesik boyunla, bu kanayan yerlerimle, Allah'ın gayrına yüz çevirme eşiğinden dönerken, senin gibi bir meleği tanımanın acısıyla yanarken, buna yaşamak denirse, belki yaşamak böyle bir şeyse, başkalarının aydınlığındansa senin karanlığını, senin kuyunun kuytularını seçiyorum. Hadi gel artık, sensizliğe tahammül edemiyorum. sadık yalsızuçanlar
  15. Senyour şurada bir blog başlığı gönderdi: Senyour's Blog
    Nereden nasıl kaçtın, buraya ne zaman geldin bilemedim. Adın Meryem ve Fatıma'nın lakabıymış yeni öğrendim. Suya benziyordun, bir bulut gibi beni kendimden geçirdin, sarhoş ettin. Seni görünce, bakire Meryem'in alnındaki parolayı okudum : Muhammed. Bir şairden öğrenmiştim, onlar birbirinden gelen bir soymuş. Seni getiren araçtan indiğinde bir firari olduğunu hissetmiştim. Bir şeylerden kaçıyordun. Bir yere gelmiştin. Bu yer bendeki acılardı belki bilmiyorum. Sen kökenden geliyorsun, ağaçtan ayrılıp kök salan fidansın. Sen iffetsin, onun sırrısın. Sen su gibisin, safsın, yağmura benziyorsun, bağlılığın yeni, çocuk gibisin, bilgilerden ve resimlerden korunmuşsun. Ürkeksin, ceylana benziyorsun, ceylanlar seni tanıyor, senden kaçmıyorlar, Rabia'nın haline benziyorsun. Ellerin narin, parmakların fanus gibi yanıyor. Gözlerine bakamıyorum, şimdi yanımda oturuyorsun ya belki burada değilsin, Davud'a verilen emrin içindesin. Evini benim için boşalt ki orası benim olsun diyor gözlerin. Evden murad kalbindir, boşaltmaktan kasıt gayrdan arınmasıdır. Ürkekliğin bundan belki bilmiyorum, sana sürekli bakıyor, seni anlamaya çalışıyorum ama boşuna. Bir koku geliyor senden, daha önce hiç duymadığım yakıcı bir şey, eritiyor beni, gözlerimi temizliyor, aklımı, beynimdeki zehirleri yok ediyor, bayıltıcı bir koku geliyor saçlarından. Örtünmüşsün onları göremiyorum. Allah her şeyi görür diyorsun, dudaklarına bakıyorum, yandan biçimli burnuna, ağzına bakıyorum, kırmızı dudakların, Allah her şeyi işitir derken dudakların güvercin kanadı gibi çırpınıyor ama zarif bir şey bu, alabildiğine narin, kıpırtısız bir çırpınma, susar gibi konuşma, belki korkarsınız diye Allah her şeyi bilendir diyorsun, kirpiklerine bakıyorum. Bana bir hadisten söz ediyorsun, kirpiklerin delici, sert ok gibi canıma batarken, Allah kalkış gününde yaşlı bir kadını yargılarken sorar, diyorsun, 'ey kulum, neden şöyle şöyle yaptın?' Kadın, 'hayır rabbim' der, 'ben öyle şeyler yapmadım.' Allah, bunun üzerine, meleklere, 'onu cennete götürün' buyurur. Melekler, 'ey Rabbimiz' derler, 'bu kimse söylediğin kötü amelleri işlemesine rağmen neden yüzüne vurmadın?' Allah, 'o yaşlının hatasını yüzüne vurmaktan haya ettim' buyurur. Sen bunu anlatırken kaşlarına bakıyorum. İnce, hilal gibi, kurumuş hurma dalının karanlık bulutu yarıp çıkmış ve aşağı doğru ışıklı bir yaprak gibi eğilen kaşına bakıyorum. Senin duruluğun benim büyük denizime dokundu. Beni bir fırtına tuttu, sularım kabarıyor, dinmek üzere büyük bir sarsıntıya tutuluyorum. Beni yaktın, içime bir kor bırakıp gittin. Şimdi için için yanıyorum. Burada geçirdiğin birkaç gün, onların içindeki sonsuzmuş hissini veren anlar için ayrı ayrı yanıyorum. Yandıkça temizleniyorum. Kirlerimden arınıyor, ağırlıklarımdan kurtuluyorum. Sen böylesi bir firarisin işte, dokunduğunu yakan, hafifleten, saydamlaştıran, maddesinden kurtaran bir kumrusun. Kumru diyorum ya bu kelimeyi de niçin kullandığımı bilmiyorum. Kumruları bilmem, sakin midirler, neden birbirine yaklaşamazlar bilmiyorum. Gözlerine bir kez baktım ve bildiklerimi unuttum. Haya, murakabe ehlinin niteliğiymiş sana bakınca gördüm. sadık yalsızuçanlar
  16. Senyour şurada bir başlık gönderdi: Politika Bilimi
    Ortaçağ Avrupa'sında Kilise, rasyonel düşünce ile çelişkisi ve hayatın her alanı üzerinde kaba ve sert baskısı sebebiyle, özellikle bilim alanındaki gelişmelerin sürekli karşısına dikilen, aklın buluş gücünü engelleyen bir Hıristiyanlık anlayışını temsil ediyordu. Bu sebeple, Avrupa'da bilimsel ilerleme, bilim adamları ile Kilise temsilcileri arasında bir zihniyet savaşı ortamında gelişmiştir. "Bilimin faydacı ve pratik özelliği ve bilhassa mekanik icatları ile insanın en büyük özlemi olan bedeni refahı artırması" (René Guénon, Doğu ve Batı, Çev. Fahrettin Arslan, Yeryüzü Yayınları, İstanbul, 1980, s. 55.) ve bunun Batı toplumunda gözle görülür bir gerçeklik kazanmasıyla modern bilim ve bizzat bilim adamları toplumsal seviyede bir saygınlık kazanmıştır. Böylece, Batı'daki Rönesans hareketleri dine tepki hüviyeti kazanmış, dine düşman temeller üzerine yükselmiştir. Bu tepkinin yol açtığı dinden soyutlanma "Din terakkiye manidir" anlayışına kadar varmıştır. Bu anlayış, varlık ve doğa algısı bakımından kilise öğretilerinden bir kopuşu temsil etmektedir. Avrupa toplumlarındaki "epistemolojik kopuş" denilen olgu bu şartlarda ve bu doğrultuda gerçekleşmiştir. Bize gelince, Cumhuriyet 1920'li yılların iki temel algısına göre şekillendi: Avrupa'nın bilim ve teknolojide nasıl ilerlediği ve İslam algısı... Özetle, Batı Rönesansı, bilim ile kilise arasında yaşanan çatışma sürecinde gerçekleştiğine göre, bilim ile İslam arasında da benzer bir süreç gerçekleşmedikçe aynı gelişmeler sağlanamaz şeklinde bir algı... Kısaca, Avrupa'daki epistemolojik kopuş, bilimsel ilerleme açısından haklı gerekçelere dayalı olarak, Avrupa toplumunun kendi şartlarında ve doğal bir süreç içinde gelişerek bizatihi topluma mal olmuş, kilise ile bilim arasındaki kavgayı sonuçlandırmış ve toplumda müspet bir bilimsel zihniyete yol açmıştır. Bizde ise, benzer bir epistemolojik kopuşun gerekliliği tartışmalıdır. Batı Rönesansı algımız yanlış olduğu gibi, İslam algımız da yanlıştır. Temel sorun: İç güvenlik kültürü Zorlamalı değişim süreçleri, entegrasyon değil asimilasyon politikaları ile yönetilir. Bu da, toplum bünyesindeki reaksiyonlara odaklanmaya ve asimile olmayan her şeyi tehdit olarak algılamaya yol açacaktır. İşte, 1940'lı yılların sonlarına kadar, bu gerekçe ile milli irade tam anlamı ile saf dışı kalmış, uzun bir süreç içinde, rejim güvenliğini sağlayıcı tedbirler hayata geçirilmiştir. Bu süreç içinde birtakım tartışılmaz ideolojik paradigmalar oluşmuştur. Özellikle bürokrasiyi temsil edenler bu paradigmaların şekillendirdiği bir zihni yapı kazanmıştır. İşte resmi güvenlik mantığının oluşumu böyle bir zihniyet ortamında gerçekleşmiştir. Normal şartlar altında, "güvenliği sağlayan" devlet; "güvenliği sağlanan" obje ise bireyler ve toplumdur. Devlet ve güvenlik kavramları arasındaki ilişkinin bu doğrultuda gerçekleşmesi ancak demokratik toplum yapısına uygun, kendi halkı ve değerleri ile bütünleşmiş, milli iradeye dayalı siyasal yapılanmalarda mümkündür. Bu açıdan sorunlu olan siyasal bir zeminde, güvenlik kültürünün oluşumu da sorunlu olacaktır ve olmuştur da... Çünkü, sorunlar Cumhuriyet öncesi üst yapı kurumlarında teşhis edilmişti. Çözüm de, modern, Batılı kurumların ve bu kurumların altyapısını oluşturan Batı kültürünün aktarılmasında bulunmuştu. Bu çözüm algısının devam ettiği ve uygulamaya konulduğu uzun bir dönem içinde, güvenlik algısının da üst yapı kurumlarının ve onu besleyecek zihniyetin kültürel dayanaklarının korunmasına yönelik olarak oluşması kaçınılmaz olmuştur. Tehdit algısı da aynı doğrultuda şekillenmiştir. Böyle olunca da, güvenliği sağlanan bireyler ve toplum değil, rejimin bizatihi kendisi oluyor. Kendi halkını potansiyel iç tehdit olarak algılayan bir güvenlik anlayışında, askerî müdahaleyi meşru gören ve gerektiğinde kullanmak üzere yedekte tutan bir zihniyet de şekillenmiş oluyor. Nitekim, tek partili dönemde kastlaşmış bir bürokratik zihniyet, çok partili dönemde millet iradesinin yansımalarını yadırgamıştır. Bu yadırgama, derhal "Cumhuriyet'i koruma ve kollama" refleksine dönüşmüş ve yedekte bekletilen müdahale seçeneğini belli periyotlarla devreye sokmuştur. Hazin olan da, artık toplumun büyük kitleleri tehdit olarak algılanır hale gelmiş bulunuyor. Özellikle olağanüstü durumlarda insanların düzen ve güvenlik kaygıları, özgürlükleri koruma düşüncesinin önüne geçmektedir. Çünkü, hem güvenliği hem de özgürlüğü talep eden objenin aynı olması, yani bireyler olması, onları her zaman güvenliği özgürlüğüne tercih edebilir hale getirmeye elverişli kılmaktadır. Eğer belli bir ideolojiye göre oluşan iç tehdit ve güvenlik algısı, bazı kimselere, kamu gücünü milletin hizmetinden çıkarıp, kendi çıkarlarına kullanmasını sağlıyor ise, bu kimseler abartılı farazi tehditler bahane edebilecekleri gibi, fiilen provokatif olaylar tezgahlayarak yapay güvenlik sorunları da oluşturmaktadırlar. Bu yöntemle, toplum "güvenlik mi, özgürlük mü?" gibi iki seçenekle karşı karşıya getirilmektedir. Elbette, gidişatın iyi olmadığı bir toplum, güvenlik öncelikli olacaktır. İşte, darbelerin psiko-sosyal altyapısı böyle oluşturulmaktadır. Ancak geçmişte yoğun darbe deneyimleri yaşayan toplumumuzda, sosyo-kültürel yapı, geçmişte yaşanan darbe ortamı oluşturma faaliyetlerine elverişli bulunmamaktadır. Çünkü, öncelikle, toplumun iç tehdit ve güvenlik algısı ile darbecilerin güvenlik algısı örtüşmüyor. Bu da darbelerin toplum nezdinde meşrulaştırılmasında büyük sıkıntılara yol açıyor. Artık toplum yapay güvenlik sorunları oluşturmaya yönelik provokasyonlara prim vermiyor. Toplum artık iç entegrasyonu tahrip eden, toplumu Türk-Kürt, laik-antilaik gibi farklı dayanışma gruplarına bölüp karşı karşıya getiren ideolojik anlayışlara ve bunu temsil edenlere karşı çıkıyor. Kendi öz değerlerine yaslanmış ve kendi manevi dayanışmasını, uzlaşma kültürünü inşa etmiştir. Toplum, demokrasiye ve temel insan haklarına sahip çıkan bir anlayışa sahiptir. Toplumsal barışı ve toplumsal kalkınmayı sağlayacak gerçek kültürel ve bilimsel değerleri kavramıştır. Bu değerlere yönelik ciddi eğitim yatırımları gerçekleştirmektedir. İdeolojik koşullanmışlık ile aynı kavrayıştan çok uzak düşen, modernleşmek ve çağdaşlaşmak için Avrupa'nın ortaçağ sonrasında gerçekleştirdiği kilise öğretilerinden epistemolojik kopuşu, bizim de İslam'dan kopuş olarak yaşamamız gerektiğine dair bir saplantı içinde olan darbeci çevrelerin hatalarını net olarak görmekte, iyi niyetli olup olmadıkları noktasında ciddi teşhislerde bulunabilmektedirler. Sonuç olarak bugünkü güvenlik algımızın temelini 1900'lü yılların "İslam" algısı, aynı yıllardaki Avrupa modernleşmesi algısı ve bu algı çerçevesinde yapılan problem tanımlaması oluşturmaktadır. Bu noktadaki temel algı hatalarının oluşturduğu sapma açısı, öncelikle güvenlik kültürümüzün yanlış oluşmasına yol açmıştır. Bu yüzden, milli birlik ve bütünlüğün, milli dayanışmanın, iç entegrasyonun temel harcı; devletin jeopolitik gücünün, milli savunma kültürümüzün kaynağı; bizi birliğe, bütünlüğe, toplumsal barış ve toplumsal kalkınmaya disipline edecek tüm ortak manevi ve kültürel değerlerimizin temel dayanağı olan İslam'a bağlılık tezahürleri, tehlike ve iç tehdit unsuru olarak algılanmaktadır. Bu algı, bazı devlet kurumlarını temsil edenleri kolayca provoke etmeyi sağlamaktadır. Ülkeyi adeta, temel değerleri ve temel kurumları üzerinde uzlaşmasını yitirmiş politik bir iç savaş ortamına dönüştürebilmektedir. Bu sebeple, bu yanlış güvenlik algısı düzeltilmeden, temelinde yatan temel algı hataları sorgulanmadan, yol açtığı tahribatlar tamir edilmeden, içinde bulunduğumuz gerilimleri, kurumlar arası çatışmaları aşmamız mümkün olmayacaktır. İşte, AÇG, BÇG, CÇG gibi yasadışı oluşumlar, sözünü ettiğimiz ve tartışamadığımız temel algı hatalarından beslenen yanlış güvenlik kültürünün ürünleridir. YUSUF ÇAĞLAYAN - (E) ASKERÎ HAKİM BİNBAŞI
  17. Senyour şurada cevap verdi: Yorgun_Demokrat başlık Politika Bilimi
    konunun Kürtlerle ne alakası var bunu yine anlamadım.... zedan A... ''Türkler ne zaman paronayak olmaktan vazgeçseler ozaman Özgür olacaklar''... buda benim sözüm
  18. Değişen Müslümanlar dır İslamı yanlıs algılamalarıdır,cahil kalmalarıdır islamdan kopmalarıdır İslamı yanlıs yorumlamalarıdı (Kuran hicbir sekilde bir cümlesi bile değiştiliememistir)ve bu İslamın bozulduğu anlamına gelmez....bozulan *********...İslam da bu yazdıklarınızın hibirini göremessiniz ama ''müslüman''ım dieynlerin hareketlerinden görebilirsiniz..Elma farklı armut farklı.... Not:butun müslümanları kastetmedigim biliniyor heralde....
  19. Sakarya Türküsü Necip Fazıl Kısakürek İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya: Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya. Su iner yokuşlardan, hep basamak basamak; Benimse alın yazım, yokuşlarda susamak. Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir: Oluklar çift, birinden nur akar, birinden kir. Akışta demetlenmiş, büyük, küçük, kainat: Şu çıkan buluta bak, bu inen suya inat! Fakat Sakarya başka, yokuş mu çıkıyor ne? Kurşundan bir yük binmiş, köpükten gövdesine: Çatlıyor, yırtınıyor yokuşu sökmek için. Hey Sakarya, kim demiş suya vurulmaz perçin? Rabb'im isterse, sular büklüm büklüm burulur. Sırtına Sakarya'nın, Türk tarihi vurulur. Eyvah, eyvah, Sakarya'm, sana mı düştü bu yük? Bu dâvâ hor, bu dâvâ öksüz, bu dâvâ büyük!.. Ne ağır imtihandır, başındaki Sakarya! Binbir başlı kartalı nasıl taşır kanarya? İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal; Hamallık ki, sonunda, ne rütbe var, ne de mal, Yalnız acı bir lokma, zehirle pişmiş aştan: Ve ayrılık, anneden, vatandan, arkadaştan! Şimdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu ân; Kehkeşanlara kaçmış eski güneşleri an! Hani Yunus Emre ki, kıyında geziyordu? Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu? Nerede kardeşlerin, cömert Nil, yeşil Tuna? Giden şanlı akıncı, ne gün döner yurduna? Mermerlerin nabzında hâlâ çarpar mı tekbir? Bulur mu deli rüzgâr o sedayı: Allah bir! Bütün bunlar sendedir, bu girift bilmeceler; Sakarya, kandillere katran döktü geceler. Vicdan azabına eş kayna kayna Sakarya. Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya! İnsan üç beş damla kan, ırmak üç beş damla su: Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu. Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek: Siz, hayat süren leşler, sizi kim diriltecek? Kafdağını assalar, belki çeker de bir kıl! Bu ifritten sualin, kılını çekmez akıl! Sakarya, saf çocuğu, mâsum Anadolu'nun, Divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun! Sen ve ben, gözyaşıyle ıslanmış hamurdanız; Rengimize baksınlar, kandan ve çamurdanız! Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader; Aldırma, böyle gelmiş, bu dünya böyle gider! Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz: Sen kıvrıl, ben gideyim, Son Peygamber kılavuz! Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya: Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya!
  20. bende diyorum ki var var olanın varlıgını da ispatlı, ispatıda Kuran... cok sevdigim birinin bi sözü hep aklımda hani derler ya ''kulağına köpe olsun'' şöyleki; görmediğine inanmadığından inanmadıgını görmeye başlıyor ve ona inanıyor....
  21. Burda dikkatimi ceken iki konu var. şöyleki; 1.Allahı yoklugunu ispata calısmak 2.Kuranın ayet ve surelerini parça parça ayırıp özerine yorum yapılıyor 1.ye gelince ; Herşey çift yaratıldıgından insanoğlu Allahın Tekliğini idrak edemiyor..Edebilinseydi herkes miraca cıkabilirdi Kuran iste allahı idrak etmenin anahtarı...sonra görmek gercekten cok önemli,şöyleki: insan bi manzaranın tamamına baktıgında bisi göremez ama o manzarada bisye odaklandıgında görmeye baslar....bi deneyin 2.ye gelince ; Yanıldıgımız nokta tam da bu Kuran ayetlerini parça parça cıkartıp özerinde yorum yapmak yanlış cunku bötün ayetler birbirleriyle bağlantılı tamamını bilmek lazım ve ne icin hangi durumda indirildigini bilmek lazım...tamam böyle denilenebilinir ''ozaman o olayda indigi icin ayet hukmu kalmadı o olay gecmiste kaldı artık okumanın ögrenmenin anlamı yok'' denilenebilinir. cevap hayır şöyleki: Mahkeme gecmiste olan aynı olayı baz alarak hüküm verebiliyor onu bağlayıcı görebiliyor... hukukcu arkdaslar bilir...
  22. aynı fikirdeyim sizlerle ben kendi capımda bi cuzum buldum sırf gitmemek icin ikinci unv kazandım........ sonunda gidecem biliyorum ... ne kufur kaldırırım ne de ezilmeyi biliyorum karsı cıkmak mantıksız olan askeriyede tam bi mantıksızlık olur ondan dır böyle yapıyorum bende...30 kusur yasa kadar gitmemeye calısacam belki bedelli cıkar bedelliye gideriz... bedelliye kızılıyo diye bedelli den vaz gecmem abi tek çare gibi simdilik....
  23. Savaş,açlık,falan filan bunları varlığı nasıl Allahın yokluğunun ispatı.?... Allah olsaydı savaş olmazdı allah olsaydı açlık olmazdı demek nekadar mantıklı...ozaman bende böyle derim insan yok insan olsaydı savaş olmazdı açlık olmazdi insan taklidi yapanlar yüzünden savaş açlık var...kendi sebep oldugumuz seyler yüzünden neden Allahı inkar ediyoz anlayamıyorum belkide korktugumuzdan dır bukadar vahşice yaşadığımız icin hesap vermekten korkuyoruz korkuyu yenmek icinde Allahı inkar ediyoruz sanırım...
  24. Senyour şurada cevap verdi: arman başlık Havadan Sudan Konular
    buda güzel

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.