Zıplanacak içerik

Senyour

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

Senyour tarafından postalanan herşey

  1. Senyour şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Dini Konular - Din - Dinler
    ALLAH'ın varlıgı varlıgın asıl manasıdır... benim fikrim bu...
  2. SOHBET 1 Ey Aziz, Cenab-ı Hakkm aziz kıldığı ve birçok ilahî nimetlere erme şerefine nail eylediği kimse... Bilesin ki... - "Allah-ü Teala, dilediğine hidayet eder ve zatı nuruna ulaştınr." (24/35) Yukandaki cümle bir Ayet-i Kerime mealidir. Bir feyz kaynağıdır. O feyz bulutlarmdan; şahud şimşekleri çaktığı zamanı düşün... Neler olacağım tahmin eyle ve : - "Allah rahmetim dilediğine tahsis eder." (3/74) Mealindeki yüce kelamın yapacağı inayet sayesinde, vuslat rüzgarlarının daima başında döndüğünü de düşün... Anlamaya çalış... Ve neler olabileceğini anlatacağız, dinle... îşte o zaman; kalb sahasında üns reyhanları kokmaya başlar... Ve o reyhanlar; bir cennet bahçedeki gibi, boylandık-ça boylanır ve etrafa kokular saçmaya başlar... Ve o bahçede : - "Ey Yusüf'e olan hasretim." (12/ 84) Nağmeleri ile şevk bülbülleri ötme-ye başlar... Ve sırlar aleminde; iştiyak şuleleri panidamaya başlar... Artık efkar kuşları? azamet fezasında kanatlanır... Ve çevikliğin son haddiyle uçmaya başlarlar... Bunlara marifet hali ve marifet alemi adı verilir... Bu alem uçsuz bucaksız vadilerle doludur. Orada; üstün akla sahip olanlar dahi yolunu bulup, devam edemez... Şaşırır... Sonra orada öyle korkulu haller tecelli eder ki... Bir bakarsın; yüce bir heybet eli kalkmış; basında bekliyor... Tepene ha indi; ha inecek... Bu manzara karşısında; kavrayışın temelinden sarsılır... Sonra bakarsın ki, başka bir alem başlamış... Perdelerin ötesinden sesler yükseliyor... Hem de heybetli sesler... Ona kulak mı dayanır ki?... Ve derin manasını sezende yürek mi kalır ki?... Tahayyül et: - Gerçek manasıyla Allah'ı takdir edemediler..." (6/91) Mealindeki yüce manaya hangi kulak dayanır? Bu yumuşatılmış mana ya doğrudan doğruya, seni muhatab alsaydı; ne yapardın o zaman?... O anda can vermez miydin?... Bu mana denizi çok engindir... Orada azimet sefineleri yüzer... îçinde ise; Hak yolcuları... Onlar için, ne dalganın önemi vardır; ne de çeşitli deniz tehlikelerinin... Sakın o yolcuları taşıyan sefineleri küçük sanmayasın... îşte onun tarifi: - "O sefineler; dağlar gibi. dalgalar arasından süzülür gider... O, yolcuları çeker; götürür." (11/42) Ve bu yüce manalar taşıyan cümle; aynı zamanda o yolcuların sefine yelidir... Yelkenlerini iter. Düşün... Bir daha... bir daha düşün... - "Onlar Allah'ı; Allah da onları sever..." (5/54) Bu Ayet-i Kerimenin delalet ettiği derin manayı düşün... O mana engin bir denizdir... Ve bu denizin adı; aşk denizidir. Mahabbet, sevgi denizidir. Mahabbet ehli, bu denizde yelkenlisin! açar... Ötelere doğru yol almaya başlar... Yelkenli sefi-nelerinin; bir sağa, bir sola yatması, onları korkutmaz... Dalgalar onlan yoldan alamaz... Dağlar gibi dalgalar gelir; onları altı-na almak ister... Fakat inayet-i Hak onları korur. Onlar da bunu bilir. Yine de yalvarmadan edemezler; herbiri: - "Ya Rabbi, beni mübarek bir menzile indir. Çünkü menzil sahiplerinin hayırlısı sensin..." (21/101) Diyerek yalvarmaya 'başlar... Bu menzil ne olabilir ki?... Lika ve Hazret-i Hakka yakınlıktan başka..,. Ne var ki, her yerde olduğu gibi burada da istidadlar konuşur... Yalvarırlar... Yakanrırlar... Ama: - "O kimseler ki, haklannda tarafımızdan iyilik fermanı çıkmıştır..." (21/ 101) Cümlesindeki manadan o başka elde bir şey yoktur... O yolda kaybolan canları kim arar ki?... Kesilen başları kim sorabilir ki... Yalnız, kurtulması mukadder olanlar kurtulur... Çünkü ezelî istidad öyle gelmiştir... Deniz kabarsın; dalgalar, o aşk yolcularını içine alsın isterse... Hak ezelde kurtulmasını dilemişse; bir an içinde onları: - "Cudî..." (11/44) Dağına salimen indirir... Artık onlara Rahmanın cezbelerin-den bir cezbe gelmiştir... Ellerinden tutmuş : - "Doğruluk makamı..." (54/55) Tabir edilen yere çekmiştir... Bu makam, ezelî istidada göre lütuf ve ihsanların yağdığı bir makamdır... Makam bir değil, bir çoktur. Her makamı aşıp öbürüne geçmek için arada; şahsa göre değişen bir veya birkaç durak olur... Aslında tek olarak bilinen ama aşılması oldukça zor bir durak var ki, hepsinin mutlaka uğrayacağı bir duraktır... îşte o durak: - "Ben, sizin Rabınız değil miyim?..." (7/172) Mealindeki cümlede gizlidir... Bu durağı aşanın artık yolu, vuslat alemine doğru uzar... Buraya kadar gelebilen isti-dadlı olsa gerek... Bunu o yolcular da anlar; neşe ve şadlık içinde mest olurlar... Hayran olurlar... Sonra onlara ilahî nimet sofraları serilir. O sofralardan bol bol nasib alırlar... Çünkü o nimetler: - "O kimseleredir ki; onlar ihsan ettiler. .. Sonra bunlar için HÜSNA ve ZÎYADE'si vardır." (10/26) Ayet-i Kerimesiyle tarif edilmektedir... Burada, HÜSNA'yı tümden nimetler; ZÎYADE'yi ise, lika-i ilahî olarak anlatabiliriz... Hakka vasıl olmak isteyen herkes, bahsi geçen dalgalı ve engin denizleri aşmak zorundadır. Onları aşıp, Hakka varmak için, bu yolda insana tek şey lazımdır: AŞK... Bu olduktan sonra korkma... Her denizi, deryayı aşarsın... Ummanlar önünde bir hendek kadar uf alır... Dağlar ve ovalar sana bir adımlık yol olur... Her yolcuyu bu yolda aşk yürütür... Aşk bu yolda Hak erlerine bir ateş... Bu ateş, onların herdem içim yakar kavurur... Yansın... Yanana su mu esirgenir; hastaya tabib mi gelmez ki?... Hele bir de; yanan Hak aşıkının kalbi, hasta olan da onun gönlü olursa... îşte böyle olanların içi yandıkça, aşk şarabı imdatlarına yetişir... Aşk şarabından başka onların ateşini ne söndürebilirdi ki, zaten... Onlara aşk şarabı getiren kadehin adı; KÜRBÎYET'tir... VÎSAL camıdır... Yakınlık camı ve visal kadehi... Ne güzel ve ne ulvî şey... O anda onları, huri misal sakiler dolanır. .. Allah aşkıyla içi yananın özüne birşeyler boşaltır... Yani AŞK ŞARABI... Onlar, verene hiç bakmaz; içer, içer hiç kanmazlar... Nasıl kansınlar, çünkü: - "Onlara; Rabları. pak şarabı içirdi..." (76/21) O ne ŞARAB'dır... îçilirken visal olursa... Ve sakisi ALLAH... onun şanı, çoktan da çok yücedir... Artık onlar, ereceklerine ermişlerdir... Bulacaklarım da bulmuşlardır. Bilmem daha ne bulmaları istenir ki... Onu bulmayan niçin durur ki. Onu bulan da neden mahrum olur ki... Son yolculuk durağı orasıdır. Oraya vasılolduktan sonra, sonsuz ve ebedî mülk ve devleti bulurlar... ışte onların erdiği alemi anlatan Ayet-i Kerime: - "Baksan... Sonra dönüp yine baksan... Ne görebilirsin ki?... Nimet ve büyük bir saltanattan başka..." (76/20) Bu varı yitirmek ne güzeldir... Çünkü bu yolda yitirilen varlığın karşılığı Hakkın visalidir... Cenab-ı Hak cümlemize bu varlıktan soyunmayı ve vuslatı nasib eylesin... Amin!... SOHBET 2 Ey Aziz.Bu mektup, sana daha başka şeyler anlatacak... Seni amele ve cihada teşvik edecek... Oku, anla ve gereğini yapmaya gayret et... Talib ol... Günleri boşa geçirme... Daima, aradığın bir şey olsun... Taleb eden mutlaka bulur... Ama, yollanır Taleb gümüşünü: - "O kimseler ki, uğrumuzda cihad ederler." (29/69) Mealindeki Ayet-i Kerimenin potasında eritmeye bak... Sanır mısın ki; eline çalışmadan bir şeyler geçer... Ahlakî bir disiplin yolunu tutmadan, aradığını bulmaya nasıl kalkarsın ve nasıl ermeyi düşünürsün... Talib olacaksın; fakat bu taleb işinde pek fazla ileri de gitmeyeceksin.. Çünkü aşırı talepler çoğu zaman karşılıksız kalır... Bilhassa Hak Teala'yı taleb işinde dikkatli olmalısın... Onun çizdiği hududu aşmaya kalkmayasın... Sonra aradığını bulamayacağın gibi; elde ettiklerini de kaybedersin. Bilhassa zat-ı ilahî için : - "Allah, zatı için; dikkatinizi çeker..." (3/28) Buyurulurki; zaL ı ilahi hakkında ulu orta laf etmemeyi ve ona dair fikir serdetmeye girişmemeyi emreder. îşte talep sınırını burada çizmen gerek... Oraya varmak için yoluna devam et... Fakat ondan sonrası için, bir talebin olmasın... Sadece bekle... Yol açılırsa, yürü... Yoksa, yine bekle... yine bekle... Ama, bu bekleyiş seni usandırmasın... îçten talebini devam ettirir. Fakat anlatılan şekilde olsun... Öyle olursa talebin halis olur... Taleb gümüşün kendiliğinden erir ve ona; - "Yollarıızı onlara açarız..." (29/ 69) Müjdesi gereğince padişahın tuğrası vurulur... Bu tuğra; ancak talebini anlatılan şekilde devam ettirenleredir. Onlara katılmak ve onlar gibi talih olmak ve bu tuğrayı almak ne saadet... Bu saadete eren talibin talebi kıymet bulur... Dünyalık mallar, onun karşısın-da değersizdir. Onu satacak pazar bulunmaz... Ancak onun, değeri bulunup satılacağı pazar, şu pazardır: - "Allah mü'minlerle alış veriş yaptı. Nefislerim aldı... Mallarım aldı... Ve... bu aldıklanna karşılık, cenneti verdi..." (9/111) Bu pazarda taleb asıl değerini bulur. Taleb gider karşılığında büyük bir meblağ gelir... Artık bu meblağ o talibin bir sermayesi olur... Anlatılanları yaparsan, sen de o sermayeyi bulursun. Yolun inşaallah Hak yolu olur... Ve : - "Ayık olunuz. Halis din Allah'a apanr..." (39/3) Mealim taşıyan Ayet-i Kerimenin manasım artık anlarsın... Halis olmaya bak. Her elde edeceğin iyi şey, mutlaka ihlasla olacaktır; iyi bilesin... Şunu da unutma ki, gerçekten ihlas sahiplerini azim tehlikeler bekler. Onları kolay atlatmak, bu yolun yolcusunda bulunması gereken aşka bağlıdır... Sen de, bu yolda aşka dalarsan, bu ihlas sahiplerim bekleyen tehlikelerin sırrı sana çözülür... Önünde çözülür; seyredersin... Aşkı bul, şevk ehli ol... îhlası bul... Bunları bulduğun zaman:- "Allah, sinesini ÎSLAM'a açtığı kimseyi mi soruyorsun... O, Rabbından gelen nurla yoluna devam eder..." (39/22) Ayet-i Kerimesinde belirtilen ihsan kucağı sana da açılır... Zikri geçen Ayet-i Kerimenin nuru yolunu aydınlatır... Sen aşkı ve şevki bulmaya bak... Bunları bulduktan sonra, sana ne ihsanlar gelir; ne ihsanlar. Rabbımız kerem sahibidir; sineni açar ve: - "Bana dua ediniz; duanızı lehinize olacak bir şekilde kabul ederim..." (40/ 60) Ayet-i Celilesi gereğince kalbini harekete getirir... Ona, yani Allah-ü Teala'ya bol dua etmeye, yalvarmaya, yakarmaya başlarsın... Bu yalvarma ve yakarmanın karşılığını da mutlaka alırısın. En mühimi ilahî lütuf ve keremi bulmaktır... Onu bulduktan sonra manevi derecen yükselir... Dünyanın maddî ve fani şeyleri, gözünden Ve gönlünden düşer... Hakikati artık anlamış ve bilmiş olursun... Böyle olduktan sonra, anladığını ve bildiğini başkalarına da anlatman gerekli olur. Bir nevi irşad makamma geçersin... O zaman sana: - "Söyle..." (4/77) Denir... Söyle yalan mı... Bu emir karşısında titremeye başlarsın... Fakat tehdid olmadığını anlar; sakinleşirsin... Ancak kendinde pek konuşacak takat bulamaz bir halde iken : - "Dünyanın metal azdır..." (4/77) Fermanı imdadına yetişir... Zaten kalbinden silinen fani şeyler, biraz daha silinir... iyice, kökü kazınır... Artık bu fani şeylerin değil, ötelerin yücelerin malı olursun... Fakat onun için bir işaret göremeyince üzülürken, yine sana kerem dili çözülür ve : - "Ahiretinki elbette hayırlıdır..." (4/77) Cümle-i celilesi ile gönlünü açar... Böylece, fani şeyleri kalbinden attıktan sonra, oraya neyin dolacağım anlamış olursun... Bu iş lafla olmaz ki, bu da ayrı bir hakikattir. Elbette, kaibden dünyanın gidip, yerine ahiretin gelişi; zahirde bilinen geliş gidişler gibi görünmez... O bir haldir... Halin de ancak zahirde alametleri vardır. îşte sen de bu alametleri araştırırken : - "Bu. ittika sahiplenme olacaktır..." (4/77) Cümlesi bir kurtarıcı gibi karşına çıkar... Kendi kendine: - Demek ki, dünya metaını az gören, ahireti ondan üstün ve hayırlı bulan zatlar, ittika sahibi olan zatlarmış... Dersin... îşin hakikatim anlamış olursun artık... Dünya sevgisin!, ebedî kalbinden atar; yerine ahiret sevgisin! koyarsın. .. Bu sevgiyi muhafaza için de; ittikayı kalb kapma bekçi yaparsın^ Sonra: - Allahım, beni ittikadan ayırma... Dünya hırsı kalbime girmesin... Diyerekten de yalvarırsın... Ve her daima ittika halini gözetmeye başlarsın... îttika halinin devamım gördükçe, duanın da kabul olduğunu anlarsın... Ve... Sevinirsin... Ve... bilirsin ki, yapılan dualara mutlaka icabet olur... Ne var ki, herkese bilinen yoldan icabet olmaz... Ancak; içini temizleyenler, özünü Hakka yakın edenler duanın ne şekilde ve ne zaman kabul olduğunu anlar... Misal olaraktan c'a kendi halini ele alabilirsin... Artık sana bir başka rüzgarlar esme-ye başlar. Ne yandan bilir misin; - "Biz ona şah damanndan daha yakınız..." (50/16) Canibinden... Bu rüzgarın estiğim duyan kalb ağacm dalları oynamaya başlar... O rüzgarlar estikçe, yaprakları birbirine değer ve tatlı tatlı nağmeler çıkarır. .. Belki de o yaprakların işe yaramayanı yavaş yavaş, ahenkli bir şekilde dökülmeye başlar ki; o zaman, senin için bir sonbahar havası esiyor demektir. Bu hal aleminde, artık ilkbaharla karışık bir güz başlamış demektir. Orası; yazı güzüne, güzü yazma karışık bir alemdir... Çok hizmetli işlerin olduğu bir bahçedir... Sakın onlara dahp yolundan olma... Hiç biriyle ilgilenme: - "Allah, de; öteyi bırak..." (6/91) Sen böyle diyebildiğin an, rüzgarlar sert esmeye başlar ve seni fani eşyadan soyar... Ağyardan ayırır... Orası bir başka alemdir... Ve orada: - "Allah'dan başka bir ilah çağırmaya kalkma!..." (28/88) Emrinden başka bir emrin gereği yapılamaz... Orası ne daimî bir ilkbahardır; ne de sonbahar. Orası; an bean tecellilerle değişen bir havaya sahiptir... Herkes kabi-liyetine göre bir hava teneffüs eder; kimi ilkbahar, kimi de sonbahar... Kimi de kış... Şayet sen, benliğim yitirir, senliğin! bu-lursan, daima bir ilkbahar havası teneffüs edersin... Sakın; bu havayı herkesin teneffüs edeceğin! sanmayasm... O hava, yalnız: - "Onlara, taa ezelden katamızda iyilikler yazılmıştır..." (21/101) Cümlesinin tefsirinde kimlikleri gizli zatlara mahsustur... Bu Ayet-i Kerime, aynı zamanda kendini bilenlere bir müjdedir... Sakın; kendi kendine, benim de istidadım var mı yok mu diye üzülme... Lüzumsuz ve faydasız yollar nramaya knik-ma... Hemen kendini ölçüyo vur; Hak yo lunda devamlıysan istidadın var demektir... Şayet istidadın yoksa, aramak da ak-lına gelmez; sormak da... O istidada sahip olduğunu anladıktan sonra, beklemeyi öğren... O beklediğin alemde, ilahî ve kudsî bir rahmet yağmu-runa tutuîursan, sakın; usanıp kaçmaya-sın... Islansan da, çevren göl de olsa kaçma... Dür ve bekle... Çünkü o; dilediği zaman : - "Kimi arzu ediyorsa onu zatına seçer..." (-12/13) Şunu da akhnda fut ki, seçmeden evvel dener. Başarı kazandığın takdirde, ilahî kudret bir bulut şeklinde seni apiar; ötelere... çok ötelere... ötelerin de otesine çeker götürür... Düşün bir kere içinde bulunduğun alemin güzelliğim... ilkbahar... Feyiz bulutları... Ve nihayet fazilet yağmuru... Bunların hepsi senin özünde olmakta ve senin için olmaktadır... Nerede cereyan ediyor bu işler, biliyor musun?... - Kalbinde... Dersek hiç şaşma... Çünkü sen, yalnız kalbinden ibaret sin... Sakın kalb denince, maddi hayatın dcvamına sebep olan, sinendeki o et parçasını hemen aklına getirme... Bizim anlatmak istediğimiz kalb, bir başka kaibdir... Yeri gelince onu da uzun uzun anlatacağız... Asıl bizim anlattığımız kalb, sana: - însan... Dedirten kaibdir... Ve sana: - Adem... Dedirten kaibdir...- "Biz ona katnnızdan ilim öğrettik..." (18/65) Artık haller halim buldun... Ağaçların yeşillenmeye ve dal budak salmaya başlar... Bunların vereceği yemiş, sadece içinde kalmaz... Çünkü sen cimri olamazsın... Sen o kimselerdensin ki; onlar hakkında Allah-ü Taala'nın: - '"Muhakkak Allah'ın rahmeti, dış aleme muhsinlerden gelir..." (7/56) Ayetiyle anlattığı muhsinler şafuldasın... Bu halleri yaşadıktan sonra, kendini bir sır aleminde bil... Oranın uçsuz, bucaksız vadileri ve akar ırmakları var... Vuslat pınarları orada çok tatlı akar... Bu alemde olduğun için nasıl olsa her zaman içerim, diye bir düşünceye kapılma... Çünkü oradan: - "Öyle bir göze ki... Yakınlığı kazananlar, yani MUKARREBUN olanlar içer..." (83/28). Başkalan içemez... Sen de içmek di-liyorsan, MUKARREI3UN zümresinden olmaya bak... Anlatılan halleri elde etmek için; biraz gözyaşı akıtmak icab eder... Yalvarmak, yakarmak gerekir... Hatalar, için istiğfar etmek ise, baş şarttır; bilmek gerekir... Bunlar birer ilahî hibedir... O hibeye ehil olmak için, gözyaşlarıyla, sineyi pak etmekten gayri çare yoktur... Sakın yaptığın ibadetine, falan da güvenme... Çünkü bu: - "Allah'ın fazlıdır; dilediğine ihsan eyler..." (5/54) - Ben hak kazandım; verilmemesi zulümdür. Gibi yersiz bir laf etmeye kalkanlar, hava alır. Hele bu aleme kadar gelenler... böyle bir şeyi düşündüler mi, derhal kapı dışarı edilirler... Allah saklasın... Allah'ın o fazlına erenlere müjdeler olsun... Mübarek olsun halleri... Çünkü on l ara: - "Korkmayınız... Artık mahzun da olmayınız... Size müjdeler olsun... işte size vaad olunduğunuz cennet..." (41/30) Duyurulan, ilahî bir fermandır... Artık, geçmiş geçip gitti. Gelecek şimdiki hallerinden daha iyi olacak... Niçin daha iyi olmasın ki: - "Allah onlardan razı; onlar da Allah'tan razı ve memnun..." (5/119) Beraetini aldıktan sonra... peşinden şu emir: - "Yiyiniz, içiniz... Hem de rahat... rahat... Bunlar amellerinize karşı mükafattır..." (52/19) Bu nimetler daha bu alemde iken kazanılır... Allah'a yalvaralım; bize de nasib eylesin... Allahım, bize de nasib eyle. Amin...
  3. Yaratıcısı, Peygamberi, dini, kıblesi, devleti, milleti, memleketi bir olan topluluğun bunca birleri; uyum sağlamayı ve bir olmayı, o da muhabbeti ve kardeşliği gerektirir. Bu birliğin ve kardeşliğin reçetesi 3 maddedir: 1–Benim fikir ve görüşüm doğrudur veya daha güzeldir demeye hakkın var; fakat yalnız benim yolum doğrudur demeye hakkın yoktur. 2–Her söylediğin doğru olsun. Fakat başkaları hakkında bildiğin her doğruyu söylemek doğru değildir. Başkalarının kusurlarını görmemek ve hoşgörülü olmak gerek. 3–Düşmanlık etmek istersen, kalbindeki düşmanlığa düşmanlık et, onu kaldırmaya çalış. Çünkü düşmanlığa en layık olan şey, düşmanlık duygusudur. Nasıl ki sevilmeye en layık olan da sevgidir. İnsanların uyum, anlaşma ve birlik içinde olmaları; toplum da müsamahanın, hoşgörünün ve gönüllerde şefkat ve sevginin mayalanmasıyla mümkündür. "Benim elimle olmadıktan sonra, başkalarının başarısını da, getireceği hayrı da istemem." Dememeli... Çünkü bu tür düşünceler gizli şirk ifadesidir. Anlaşmak, uzlaşmak, kaynaşmak, sevmek ve sevilmek bu bencil duygularla ve düşüncelerle başarılamaz. İnsanın sadece "BEN" demesi, ötekini, başkasını benimseyememesi, imanın gerektirdiği neticelere ters düşer. Hakiki mü'min, hizmet zamanında "Ben" der, kendini hatırlar. Ancak ücret alma vaktinde, kendini unutur; "Sen " der, kardeşini ileri sürer. İşte emredilen kardeşlik budur. Böylece insan kardeşinde fani olur. Adeta bir bedende tek ruh gibi yaşar. Hayırda, huzurda, mutlulukta kardeşini tercih eder. Her mü'min, önce "SEN" deyince, ortada ne SEN kalır, ne de BEN... Artık söz konusu olan BİZ'dir. Birbirlerini sevenlerin bir olan gönüllerinden çağlayan sevgiler, toplumu sarsılmaz bağlarla birleştirir. Sevginin çocuğu olan birlik, beraberlik böylece doğar. Birlikten de dirlik meydana gelir, dirilik ve dinginlik hâsıl olur... * * * Bu sevgi ve güven ortamını yıkan, iman zayıflığıdır. İman bütün güzellikler gibi, birlik ve beraberliğin, kardeşliğin de kaynağıdır. İnsanları, var ve bir olan Yüce Yaratıcı'nın güzel isim ve sıfatları etrafında bir ve beraber eder, kardeşleştirir. Aynı Yaratıcı'nın en güzel ve en değerli yaratığı olarak insanları, TEVHİD inancı ile BİR'E bağlar; binin, binlercenin kulluğundan kurtarır. İşte bu imanın zayıflaması, ahlakın zayıflamasını, ahlakın zayıflaması da, sevginin ortadan kalkmasını doğurur. Sevginin kaybolup gitmesi, önce aileyi vurur. Sevginin ilkokulu olan ailenin çöküşü, insanların yüreklerini çölleştirir. Yüreği çölleşen insan, artık insan değildir, o artık robotlaşmış bir başka canlıdır. Ruhsuz, duygusuz ve vicdansızdır artık... Böyle birinin yüreğinde sevgiye yer yoktur. Bir sevgi etrafında bir ve beraber olmak ona anlamsız gelir. Çünkü o, maddenin kıskacında, azatsız bir köledir. Ömrü; yatak, yemek ve tuvalet üçgenine sıkışmış zavallı bir mahlûk, insan olabilir mi? Bu mahlûkun, hani şu en muhteşem yaratılmış, en üstün donatılmış, en şerefli kılınmış olan insanla bir ilgisi kalmış mıdır? İnsan omuzlarına ağır bir İlahi emanet konulmuş olan varlıktır. İnsan, imtihandadır. İnsan, kulluk yarışmasındadır. İnsan, olgunlaşmak ve Cennet'e layık hale gelmek liyakatindedir. İnsan, İlahi aşkın zirvesinde, Cennet aşkını bile, Allah'ın rızası uğruna terkedebilendir. İnsan, omuzladığı bu ağır ve zor görevler dolayısıyla, başkalarına muhtaçtır. Tek başına bu ağır ve zor imtihanı başarması imkânsıza yakın zorluktadır. Bu sebeple, birbirini sevmeye, saymaya, desteklemeye, affetmeye, iyilikle ve hoşlukla karşılamaya muhtaçtır. Hatta BİR için birlik olsun, dirlik ve dirilik olsun diye; gülmeyi değil güldürmeyi, almayı değil vermeyi, yaşamayı değil yaşatmayı düşünür... Hedefi, topyekûn insanlığın saadeti ve huzurudur. Gerçek mü'min, kendisini bütün yeryüzünden sorumlu bilir. Çünkü yeryüzü O'nun Rabbi'nin eseri ve sanatıdır. Hele de insan, yeryüzünün en şerefli misafiri olarak, herşeyin emrine verildiği aziz bir varlıktır... Bu izzetin hakkını vermek için, mü'min de verir, verir, verir... İnsanlardan teşekkür bile almayı beklemeden verir, hep verir... Malını, mülkünü, ömrünü, saadetini, dünyevi zevklerinin bütününü feda eder... Bütün meselesi, Allah'ın rızasını kazanmaktır. Mü'minin en birinci mürşidi, daha doğarken, kendisine inananların derdine düşmüş ve "Ümmeti" demiştir. İlk ve son sözü, kendisine inananları anmak ve onların derdine düşmek anlamında,"Ümmeti" olmuştur. O'nun en yakın ve ilk talebesi, aziz ve sadık dostu Hazreti Ebubekir, ondan aldığı ilhamla,"Ya Rabbi, vücudumu büyüt, büyüt, büyüt ve beni Cehennemine koy... Orada bütün günahkârlar adına ben yanayım" diye yakarmış... O Güzeller Güzeli'nin has evladı, evliyanın şahı Abdülkadir Geylani, münacaatında,"Bütün günahlardan dolayı af ve mağfiret" dileniyor." Yani herkesin, her günahı adına Allah'tan bağışlanma talebinde bulunuyor. Onun çağdaş bir talebesi olan Bediüzzaman ise, "Bu milletin imanını selamette görürsem, Cehennem'in alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken ruhum gül gülistan olur" diyor. Her zaman, iyi insanları kucaklayan, koruyan ve bağrına basanlar olmuştur. Fakat kötüleri, günahkârları da böylesine düşünen, seven ve dahası onlar için kendini feda eden bir anlayış başka yerde var mıdır? Fedakârlık zorla olmaz. Fedakârlık sevgiyle ve samimiyetle yapılabilir. Fedakârlık içten gelir. Zorla hiçbir güzellik olmaz... Fedakârlık da sevgisiz yapılamaz. * * * Şimdiye kadar kin ve nefretin çözdüğü bir mesele olmamıştır. Kanla, kinle ulaşılmış bir huzur ve mutluluğu tarih yazmıyor. En küçükten, en büyüğe, bütün barış ve güven ortamları, daima sevgiyle sağlanabilmiştir. Nasıl aile yuvasında yıkıcı, kırıcı rencide edici davranışlar, dağıtır, bozar ve kaçırırsa; millet hayatında da aynı etkileri doğurur. Ancak, dikensiz gül olmadığı gibi, huzursuzluk yaşamayan toplum da olmaz. * * * Önemli olanın dövüşmesini bilenlerin, barışmasını da becerebilmesidir... Bütün Müslümanlara düşen görev; barıştırıcı, birleştirici, kaynaştırıcı olmaktır. Aksine hareket etmenin çok büyük bir vebal ve günah olduğunu bilmemiz gerekir. Mü'mine düşen görevi Rabbimiz şöyle açıklar: "Mü'minler ancak kardeştirler. O halde ihtilaf eden (anlaşamayan) kardeşlerinizin arasını düzeltin." (Hucurat,10) Barışı, huzuru, sevgiyi ortadan kaldıran fitne, adam öldürmekten daha beter ve şiddetli bir günahtır. Çünkü çıkarılan bir fitne bir değil, bazan binlerce adamın ölümüne sebeb oluyor. Fitne çıkmasın diye, elden gelen bütün tedbirleri almak gerekir. Bu tedbirlerin başında ise, insanın iç dünyasında sağlam bir iman parıldamalıdır sürekli... Ayrıca, imanın gereği ve özelliği olan sevgi yayılmalı ahlakımızdan... Ve ayrıca, her duyduğunuz habere inanmayacaksınız. Hele de çizgiden çıkmış olanların,(fasıkların) dediklerine hemen inanmayacaksınız ve araştıracaksınız. Doğruluğundan emin olmadığınız haberin yayıcısı olmayın. Dedikoduyu, gıybeti, laf taşımayı bir yana bırakacağız. İyi, güzel, sevindiren haberler vereceksiniz. Efendiler Efendisi'nin bildirdiğine göre, başkalarına ferahlık verecek haberleri yaymak, sevaptır. Huzur veren, mutluluk taşıyan, sevindiren haberler, aynı zamanda kalbimizin kuvvetidir. Moral gücümüz, iyi haberlerle beslenir ve kuvvetlenir. Rahmetli Mehmed Akif Bey, ne güzel söyler: “Girmeden tefrika bir millete düşman giremez, Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez.” * * * Bu birliği becerebilecek miyiz? Yeryüzünde bir kere olan, niçin bir kere daha olmasın? Güzeller Güzeli, Saadet Asrı'nı taş taş inşa etti. Kanın, gözyaşının ve terin direncini sabırla yaşadı ve yaşattı. Bu acı ve zor yoldan mutluluk çağına vardı. Allah'ın yardımıyla... Bize de aynı yol açıktır. Sağlam bir irade, güçlü bir azim ve bereketli bir sabır ile, biz de yeniden ve bir daha, Efendimiz'in sevgi sancağını yücelteceğiz inşallah... Vehbi Vakkasoğlu
  4. Önyargılarını yeniden organize edip dusunmek sananlardan dolayı çöker.....
  5. Kurban Bayramıyla ne alakası var :S
  6. Senyour şurada bir blog başlığı gönderdi: Senyour's Blog
    Kâinattaki muhteşem âhenk, mükemmel nizam; başdöndürücü güzelliğiyle Yüce Yaratıcı'yı göstermekte... Rüyalarına dahi yalanın, aldatmanın girmediği, gerçeğin temsilcisi bütün peygamberler, doğruluklarıyla, ellerindeki binlerce mucizeyle tarih boyunca tevhidi haykırmakta... Herbir vicdan -tamamıyla paslanıp mühürlenmemiş ise- Allah'ın varlığına ve birliğine şahitlik etmektedir. Evet, kâinat bir lisan kesilmiş O'nu anlatıyor, O'nu haykırıyorken, varlık her köşesiyle ayan-beyan O'nun varlığını ispat eden delillerle dolu iken, nasıl oluyor da bazı insanlar inkâr bataklığına saplanabiliyor? Cevap olarak birçok sebep zikredilebilir. Ancak biz burada, sadece psikolojik saiklerden bir-ikisini ele almak istiyoruz. Çünkü inançsızlığa saplanan insanların birçoğunda oluşan inkâr düşüncesi, zannedildiği gibi, aklî, mantıkî, ilmî bir tavırdan değil; hissî bir hâlet-i ruhîyeden kaynaklanmaktadır. Şimdi bu saiklerden birkaçını özetlemeye çalışalım: Israrla İşlenen Günahlar Çağın mütefekkiri, bu hususu: "Her günahta, inkâra giden bir yol vardır."1 vecizesiyle anlatır. Yani herbir günah, insanı inkâra götürecek potansiyel tehlike konumundadır. Hele bir de bu günah, ısrarla ve inatla devam ettirilir ise, insan uçurumun kenarına yaklaşmış demektir. İnsanın iç dünyasının şerhedildiği eserlerde, bu sürüklenme, müşahhas misâllerle adım adım gözler önüne serilir. Meselâ denir; farz namazını ihmal eden bir kişiyi ele alacak olursak, bu adam, iş yerinde ihmal ettiği bir vazifesi yüzünden âmirinden azar işitiyor ve bundan üzüntü duyuyor. Halbuki aynı kişi, günde beş defa minarelerden bütün halka ilân edilen Sultanlar Sultanı'nın emrine karşı kayıtsız kalıyor, böyle büyük bir vazifeyi ihmal ediyor. Sonra zihninde bu durumun mukayesesini yapıyor: "Küçük bir ihmalden dolayı böyle bir azar işittim. Halbuki ben büyük bir vazifeyi, nicedir ihmal edip duruyorum. Elbette bunun cezası büyük olmalı ve ben çetin bir azapla karşı karşıya kalacağım." Bu sıkıntılı ruh hali içinde, diliyle ifade etmese de gizliden gizliye kalbinin derinliklerinde şöyle bir arzu oluşur: "Keşke böyle bir kulluk vazifesi olmasaydı." İnsanın iç âleminde yaşadığı hissî değişim, bu haliyle kalmaz. Sonra, açıkça dile getirilmese de, kulluk vazifesinin olmaması arzusundan kaynaklanan, ulûhiyete karşı kalbin derinliklerinde bir düşmanlık hissi uyanır. Bu his de inkâr arzusuna kaynaklık eder. İşte böyle bir durumda iken, Cenab-ı Hakk'ın varlığına dair bir şüphe o insanın kalbine gelse, kati bir delilmiş gibi ona yapışmaya meyleder. Böylece o kişi için büyük bir helâket kapısı açılır ve o kişi inkâra sürüklenip gider. Dikkat edildiğinde görülecektir ki, bu psikolojideki bir insan, başlangıç itibariyle aklına takılan bir problemden hareketle inkâra kalkışmıyor; hesap vereceği bir makamın olmamasını arzu ediyor. Sonra bu arzusunu inanç haline getiriyor. Daha sonra bu arzusunu destekler gibi görünen bazı kuruntulara, delilmiş gibi sarılıyor.. ve neticede o kişi girdaba kapılmış bir nesne gibi vehim girdabı içinde boğulup gidiyor. Israrla işlenen günahların, insanı inkâra götüren bir yol olmasının diğer bir sebebi de, o günahlara karşı oluşan "bağımlılık" duygusudur. Bu durum da şöyle izah edilmektedir: "Allah'a karşı isyanın, günahkârlığın mahiyetinde -bilhassa devam ederse- inkâr tohumu vardır. Çünkü, isyana devam eden kişi, onu kabullenir. Sonra ona müptelâ olur. Yani o günaha bağımlı hale gelir, âdeta onun esiri olur. Öyle ki artık o günahın terkine imkân bulamayacak hale gelir. Sonra o isyanın cezayı gerektirmemesini arzulamaya başlar. Bu hâl böyle devam ettikçe inkâr tohumu yeşillenmeye durur. En nihayet gerek cezayı, gerek adâletin gerçekleşeceği ceza yurdunu inkâra sebep olur. Şayet hesap gününü inkâr eden çok cılız, delil görünümünde bir vehimle karşılaşsa, o vehmi kocaman bir delil sayar. En nihayet işlediği günahlara pişman olmayıp, o günahları terk etmezse kalbi kararmaya, paslanmaya tutulur ve o kişi böylece mahvolur gider."2 Benlik İddiası veya Büyüklük Kompleksi Mü'min suresindeki şu âyet-i kerime benlik iddiasının insanı nasıl inkâra sürüklediğine işaret etmektedir: "Kendilerine ulaşan hiçbir delil olmaksızın Allah'ın âyetleri hakkında ileri-geri tartışanların içinde olan duygu, büyüklük kompleksinden başka bir şey değildir. Sen onların şerrinden Allah'a sığın. Çünkü O her şeyi tam mânâsıyla işitir ve bilir."3 Görüldüğü üzere, Allah'ın âyetleri hakkında ileri-geri konuşma herhangi bir delile, yani akla, mantığa, ilme dayandırılmamaktadır. Asıl saik, büyüklük kompleksidir. Yani benlik iddiası ve başkasına boyun eğmeme arzusu insanı Allah'ın âyetleri hakkında ileri-geri konuşmaya götüren, esas sevkedici unsurdur. Bu âyetin tefsirine kapı aralayacak şu tespitler ne kadar dikkat çekici ve ne kadar ürperticidir: "Benlik davasından kaynaklanan 'gizli şirk' katılaştığı zaman esbâb şirkine inkılâp eder. Bu da devam ederse inançsızlığa dönüşür. Bu dahi devam ederse, insan ta'tile, yani varlığın bir yaratıcısı olmadığı zannına kapılır gider."4 Konuyu biraz daha açmak için insanı daha yakından analiz etmemiz gerekiyor: "İnsan, yaratılışı itibariyle nefsini sever. Hattâ denebilir ki, her şeyden daha çok ve her şeyden öncelikli olarak yalnız nefsini sever. Başka her şeyi nefsine feda eder. Mâbuda lâyık bir tarzda, o ölçüde nefsini över. Mâbuda lâyık bir kusursuzluk ve mükemmellik bakış açısıyla nefsini bütün ayıp, kusur ve eksikliklerden uzak görür, hiçbir hata ve kusuru nefsine lâyık görmez. Tapar derecesinde onu müdafaa eder. Hattâ kendisine armağan edilen ve gerçek ibadet edilecek Zât'ı hamd ve tesbih için verilen donanım ve kabiliyetleri bile, kendi nefsi için kullanarak, nefsini âdeta ilâh edinir. Meselâ lütûflar, ihsanlar, ilim kabiliyeti gibi kendisine bahşedilen hediyeleri kendi nefsine mal eder. Bütün bunların gerçek sahibinin kendisi olmasını arzu eder ve zamanla bu temennisini inanç haline getirir. Halbuki her şeyin gerçek sahibi Yüce Allah'tır. Bencillik nöbetlerine tutulmuş insan, daha sonra bu kabiliyet ve donanımların gerçek sahibi Allah (cc)'ı -hâşâ- rakip olarak görmeye başlar. Sonra Cenâb-ı Hakk'ın verdiği nimetlerin, O'ndan olduğu gerçeğini sözle, davranışla ve kalben örtmek, gizlemek ister ki, bu da insanın inkâra sürüklenip gitmesi demektir."5 Bu tespitlerden de anlaşılacağı üzere, bu psikolojideki insan bir delile, aklî, mantıkî, ilmî bir veriye dayanarak inkâra kalkışmıyor. Her şeyi nefsine mal etme gibi bencilce ve büyüklük kompleksinden kaynaklanan hissî bir sâikle, kendini helâk edecek bir sürece sokmuş oluyor. Ümitsizlik "İnsanın, inkâr girdabına kapılmasına yol açan önemli sebeplerden biri de ümitsizliktir. Çünkü güzel ve faydalı iş yapamayan, Allah'ın emirlerini yerine getiremeyen insan; azaptan korkar, ümitsizliğe düşer. Böyle birisinin gözüne, dinî meselelere aykırı gibi görünen önemsiz bir emare, kocaman bir delil gibi görünür. O kişi böyle birkaç emâreyi elde eder etmez, diğer emârelerin sâikasıyla isyanını ilân ederek İslâm dairesinden çıkar, şeytanın esiri olur."6 Görüldüğü gibi, inkâr; akıl ve zihin platformunda değil, his ve heves zemininde gelişip kök salıyor. İnkârcılık düşüncesi bir süreç içerisinde oluşuyor. Ve bu süreç aklî, zihnî sâiklerle değil, his ve heves yörüngeli sâiklerle besleniyor. Hamdi İŞCAN Kaynaklar 1- Bediüzzaman, Lem'alar, s. 4. 2- Bediüzzaman, Mesnevi-i Nuriye, s. 126. 3- Mümin, 40/56. 4- Bediüzzaman, Mesnevi-i Nuriye, s. 185. 5- Bediüzzaman, Sözler, s. 446. 6- Bediüzzaman, Mesnevi-i Nuriye, s. 65.
  7. Senyour şurada bir blog başlığı gönderdi: Senyour's Blog
    Geçtiğimiz asrın ilk yarısı, insanlık tarihinin en ağır ve trajik savaşlarına sahne oldu. Bu savaşların asıl sebebi; bir grubun -bu bir elit sınıf da olabilir- diğer gruplara hükmetme arzusuydu. Bu savaşlar ilk zamanlarda, kaba güçlerin karşılaşması şeklinde ortaya çıkarken daha sonraki zamanlarda zihnî ve fikrî güçler de devreye girdi. İdeolojiler bu dönemden başlayarak 20. asrın ikinci yarısına damgasını vurdu. Geçmişteki bütün mücadele tarzları değişerek, yeni ve karmaşık bir savaş türü ortaya çıktı. Bu yeni savaş türünde kaba kuvvet yoktu; ama tahakkümcü, çıkarcı tavır ve düşünceler aynısıyla devam etti. Sadece strateji değişikliğine gidilmişti. Bu yeni savaş türü; "semboller, söz, hareket, jest, resim, müzik ve diğer araçlar yardımı ile kişilerin düşünce, davranış, tutum, inanç, değer ve tavırlarına, bazı sunî araçlar ve manevralarla tesir metoduna dayanan propagandadır."1 Tarif ve kavram olarak propaganda Kelime olarak Lâtince, "propagare" kökünden, yeni fidanlar elde etmek üzere toprağı ekme mânâsına gelir. İlk olarak Roma Katolik Kilisesi tarafından sosyolojik mânâda kullanılmış ve "fikirlerin yayılması" deyiminde ifadesini bulmuştur.2 Propagandanın birçok tanımı mevcuttur. Bunlardan birkaçı şunlardır: "Propaganda, bir öğreti, düşünce ve inancı başkalarına tanıtma, benimsetme maksadı güden, söz ve yazı gibi vasıtalarla gerçekleştirilen faaliyettir."3 "Fikir, kanaat ve değer yargılarını değiştirmek ve davranış tarzlarını istenen yönde etkilemek için telkin gibi metotlara başvurarak önceden plânlanmış sembollerin sistematik bir şekilde kullanılmasıdır."4 "Kişi ve grupların fikir, tutum veya davranışlarına tesir etme maksadına yönelik iletişim, yani tek yönlü haberleşmedir."5 Propagandada söz konusu olan şey, açıkça saptırmalarda bulunmak ve belli bilgileri seçerek yansıtmaktır. Propagandacının gâyesi, varılan sonuçları ve alınan kararları kabul ettirmektir. Yoksa kişileri hadisenin değeri üzerinde mantıkî bir analize yöneltmek değildir. Bu bakımdan propagandanın kişiliğe saygısı yoktur. Gâyesi, kişileri yetiştirmek ve olgunlaştırmak değildir; kişileri hemen harekete geçirmektir. Propagandacı, muhataplarının hislerine hitap etmek ister. Çünkü, belirli menfaatleri hedefler. Bu sebeple, şuurlu ve demokratik toplumlarda propaganda, kötü bir üne sahiptir.6 Propagandacı; hiçbir zaman hakiki bir tartışmayı ve müzakereyi göze alamaz. Çünkü onun cevapları, meseleleri ve meseleleri çözüm yolları çok önceden belirlenmiştir. Karşısındakine daima önceden belirlenmiş birtakım hükümleri, hazır reçeteleri kabul ettirmeye çalışır. Kısa yoldan çabucak ulaşılacak hedefler peşindedir. Eğitim insanlara "nasıl" düşüneceğini öğretmeye çalışırken, propagandacı "ne" düşünmeleri gerektiğini söylemektedir.7 Propaganda, düşünce ve tefekkürü ortadan kaldırmakta, seçim ve tahrifi kullanmakta, tarafsız bir eğitim fikrini yok etmektedir. Böylece kamuoyu, doğruluğu nazara alınmaksızın bir fikri yayma gâyesiyle kışkırtılmaktadır. Şahıs o surette bazı uyarıcılara maruz bırakılmaktadır ki, kendisi birtakım neticeler çıkaramayacak ve başkasının telkin ettiği sonuçları kabul etmek durumunda kalacaktır. Böyle bir vasıta, her türlü fikir alış-verişi kanallarının açık bulundurulmasını öğütleyen demokratik düzenle, elbette ki, tutarlı değildir. Fakat propaganda, asrın bir aracı ve bir gerçeği olarak ortadadır ve kalacaktır.8 Propagandayı taşıyan vasıtalar Günümüzde propaganda, muhataplarına şu vasıtalarla ulaşır: 1) Televizyon: Televizyonun birçok insan tarafından seyredilmesi onu propaganda için uygun bir vasıta kılmıştır. Bilhassa seyirci kitlesinin "pasif" konumu, göze ve kulağa hitap etmesi onu tesirli silâh yapmıştır. 2) Yazılı ve görüntülü basın: Toplumlarda okuma kültürüne göre yazılı basının tesiri de oldukça fazladır. Fakat, bazen basının kendisi halk nazarında, inandırıcılık boyutuyla, önceden prestij kaybı yaşamışsa, tersi bir neticeye de sebep olabilir. Bu daha çok siyasî alanda görülür. Meselâ, ABD'de Roswelt, 1936 ve 1940 seçimlerini, Türkiye'de Demokrat Parti ve Menderes, 1950 seçimlerini basının şiddetli muhalefetine rağmen kazanmışlardır.(9) 3) Film-sinema: Sinema bir dönem hem komünizm hem de anti-komünizm propagandası için çok kullanılan bir araçtı. Bugün bu sektörden en fazla istifade eden ABD'dir. Amerika iktisadî, askerî ve kültürel alandaki gücünü sinema yoluyla pekiştirme gayretindedir. Hollywood yapımı birçok filmde kurtarıcı ve güçlü Amerikalı imajı sürekli işlenir. Ayrıca sinema alanında Yahudiler de bütün dünyaya zulüm gördükleri, masum oldukları imajını yayacak filmleri çok kullanmıştır. Amerikan hükümetleri dünyanın birçok ülkesindeki sinema salonlarında ağırlıklı olarak kendi filmlerinin oynatılmasını istemektedir. Bu gayret, siyasî baskı ve pazarlıkların arkasında önemli ölçüde kitlelere bu yolla ulaşmak kaygısı yatmaktadır. Bunda da oldukça başarılı olmuşlardır. Çünkü Türkiye'de bile iyi sayılabilecek Türk yapımı bir filmin salon bulma şansı zordur. 4) Radyo: Radyo eski gücünü kaybetmekle, birlikte hâlâ propagandanın taşıcısı olarak kullanılmaktadır. 5) Günümüzde bunlara bilgisayar ortamlarında gerçekleştirilen birçok çalışma (internet, cd, vs.) ve GSM şebekeleri katılabilir. Propagandanın taşıyıcısı sayılan bu vasıtalar, demokratik ülkelerde bile dolaylı veya dolaysız yollardan devletlin kontrolü altına girmiştir. Yahut daha kötüsü, kitlelerin tüketim konusunda istediği gibi şartlandırmaya çalışan büyük firmaların ve reklâm şirketlerinin emrine girmiştir. Yerkürenin tek bir pazarda bütünleşmesinde global firmalar (milletlerüstü şirketler) önemli bir fonksiyon üstlenmekte ve bu firmalar vasıtasıyla dünya ekonomik olarak kafese alınmaktadır. Daha küçükleri yiyerek dinozorlaşan bu şirketlerin boyutunu tahmin etmek için 1945'te dünyadaki 100 büyük ekonomiden sadece 49 tanesinin devletlere, 51 tanesinin ise; milletlerüstü şirketlere ait olduğunu söylemek herhalde yeterlidir. ABD'de en büyük 100 şirket, ticarî zamanın % 75'ini kullanmaktadır. Tv saatlerinin % 50'den fazlası, beyaz camın arkasında neyin gösterilip, gösterilmeyeceği onların seçimi ile karara bağlanmaktadır. Radyolar, gazeteler, yayınevleri yani ABD'nin sinir sisteminin düğüm noktaları milletlerüstü şirketlerin elindedir.10 Bunu önlemek için, yayın araçlarında çeşitliliğe, çokluğa ve rekabete gidilmiş gibidir. Ama bu da hiç gerçekçi değildir. Zira yayın vasıtaları arasında bütün zıtlaşmalar aslında zahiridir. Çok zaman bu konuda gerçek bir farklılaşmadan söz edilemez. Tam tersine yayın vasıtalarının kitleler üzerinde meydana getirdiği sosyal baskı ile ferde; ne yapması, nasıl davranıp, neler düşünmesi gerektiği ve neyin iyi, neyin kötü olduğu fikri empoze edilmektedir. Demokratik ve açık toplumlar olarak kabul edilen Batılı ülkelerde (ABD, İngiltere vs.) hakim güçlerin bu yolla fikir ve kanaatlere gizlice hükmedeceği gerçeği göz ardı edilmemelidir.10 Bunlar kendi toplumlarıyla diğer toplumlara bilgileri eksik, taraflı yahut yanlış aktarabilirler. Hattâ diyebiliriz ki; böyle bir tehlike, tarihin hiçbir döneminde günümüzde olduğu kadar yaşanmamıştır. Çünkü çağdaş mânâsıyla propaganda; "Kitlelerin güçlü azınlıklar tarafından yönetilmesi gâyesini taşır ve az-çok kamufle edilmiştir." şeklinde anlaşılmaktadır.11 Eğer fert, başka görüşlere hayat hakkı tanınmayan otoriter devletin hakimiyeti altındaki bir toplumda yaşıyorsa; doğrudan doğruya yönetici azınlığın talimat, fikir ve kanaatlerini aktardığı yayın vasıtalarının tesirinde kalacaktır. Yayın vasıtalarını kontrolde bulundurma doğrudan olabileceği gibi, sansür, yayın ilkeleri, resmi görüşe ters düşmeyecek yayınları seçme mecburiyeti, üst kurullar gibi dolaylı yollardan olacaktır. Bu durumda "tek gerçek" devletin veya hakim güçlerin ifade ettiği gerçektir. Dolayısıyla; bunun dışında "başka gerçek" arayan, sistem için ya tehlikeli bir yobaz, çağdışı kalmış bir kişi veya sistemin sürekli potansiyel tehlike olarak gördüğü şüpheli biri olarak kabul edilir.12 Baskıcı rejimlerle yönetilen toplumlarda bu istismar net olarak görülebilir. Suriye, Irak, Suudi Arabistan, Fas, Cezayir, dağılan SSCB ülkeleri, Çin gibi. Tehlikenin bir diğer boyutu ise; modern çağa kadar, fikirler yüz yüze konuşulup tartışılıyor ve harekete dönüştürülebiliyordu. Ayrıca hükümetler tarafından resmi veya gayri resmi olarak kurulan ve kamuoyunu yönlendirme gâyesiyle teşkilatlanmış güçlü yayın araçları ve bağımsız kuruluşlar mevcut değildi. Oysa günümüz toplumlarında, fikirler yüz yüze tartışmanın mümkün olamayacağı kadar çok insana ulaşmakta; toplum, gelişmiş kitle haberleşme araçları vasıtasıyla belirli fikirleri tartışmasız kabul etmek zorunda kalan yığınlar haline gelmektedir. Haberleşme sistemi öyle bir durumdadır ki; karşı soruların, tenkitlerin tesirli olması mümkün değildir. Dolayısıyla fikirlerin harekete dönüşmesi imkânı git gide azalmaktadır. Hükümetlerin resmi desteğine sahip güçlü teşkilatlar halk kitlelerine çok rahat nüfuz etmektedir.13 Propaganda teknikleri Propaganda genel olarak üç kademede gerçekleşir: Dikkat çekip ilgi uyandırmak, ruhî uyarıcının meydana getirilmesi ve böylelikle belirmiş olan gerginlik, istek veya endişenin ne şekilde giderilebileceğinin izahı.14 Bu üç kademe özetle şu tekniklerle gerçekleştirilebilir: Dikkat çekmek: Propagandacının ilk vazifesi, hedef aldığı kişi veya kitlenin dikkatini çekmektir. Bundan dolayı önce fikirlerini aşılayabileceği bir ortamın meydana gelmesi için çaba harcar. Afiş, broşür, basılı eserler, görüntüler, fo- tograflar, çeşitli konserler, brifing ve toplantılar bu gâye için kullanılır. Buna "tâli propaganda" da denir. Öyle ki çok evvelce yayımlanmış yazı, resim ve görüntüler sıkça kullanılır.15 Meselâ; toplumu belli bir yöne kanalize etmek için hayali bir mekânda gerçekleştirilen ve yine hayali senaryolarla meydana getirilen muhalif hareketlerin gerektiğinde gündeme getirilmesi gibi. Dikkat çekmek için, insanların his ve heyecanlarından istifade etmek diğer bir yoldur. Meselâ; sigara reklâmında boy gösteren bir hanım veya erkek, sadece ilgi uyandırmak ile kalmaz, aynı zamanda gençlik, güzellik, kuvvet gibi kavramları da sembolize ederek kitleleri duygu ve heyecan yönünden tahrik eder. Böylelikle maksada uygun fikrî ortam hazırlamış olur.16 Diğer taraftan dünyaca ünlü bir sigara markasının reklâm afişinde kuvvetin sembolü olarak elinde sigara ile at üzerinde duran kovboyun, sigaradan kansere yakalanıp öldüğü kitlelerden gizlenir. Prestije başvurma: Prestij sahibi olan kişilere bağlanan düşünce ve davranışları toplumlar daha kolaylıkla kabul ettiğinden, ölü veya diri kişilerin karizmasından sık sık faydalanılır. Böyle bir şahsiyet gerçekte olmasa bile yine propaganda yoluyla oluşturulur. Sonrasında yapılmak istenenler fikir yahut davranış boyutuyla o hayali şahsa atıfta bulunarak yapılır. Birçok toplumda bu durum yaygındır. Öyleki nice cüce topluma dev kamet olarak sunulmuştur. Önceden kazanılmış fikirlere ve hislere başvurma: Toplum hayatında hepimizin az veya çok sevgi ve nefretleri vardır. Propagandacı bunlar üzerine hissî birtakım ağırlıklar koymaya çalışır. Bunun için de dildeki bazı kelimelerin mânâları saptırılır. Bunlar hiçbir zaman ilmî ölçülerle tarif ve tahlil edilmediği gibi, zaman içinde gerçek mânâlarıyla kullanılmaz olur. Bu kelimeler kullanıldığında, kitleler; hemen tepkide bulunur. Meselâ; irtica, laiklik, şeriat, emek, sosyalist, komünist, milliyetçi, fundementalist, hain, dönek, ilerleme, modern, harem vs. Kendim için bir şey istemiyorum: Fayda ve menfaat hedeflemediğini, sadece fedâkârâne hareket edildiğini belirtmek de propagandanın başvurduğu diğer bir yoldur. Propagandacı kendisi için bir şey istemediğini, kendini halkın mutluluğuna adadığını haykırır. Fakat çoğu zaman bu çeşit kelimeler altında menfaatçi emeller gizlenmektedir. Fikirlere ve insanlara etiketler koymak, damgalamak: Muarızın itibarını düşürmek için çok kere ona halkın nefret ettiği bir etiket yapıştırmak yeterlidir. Komünist, işbirlikçi, dinci, faşist, bölücü, gerici gibi. Meselâ; Osmanlı hanedanının çok dirayetli ve siyasî dehası II. Abdulhamid'e "kızıl sultan" denmesi böyle bir maksada yöneliktir. Kamuflaj: Başarılı olmak için kıyafet, renk, cephe değiştirmek gerekiyorsa propagandacı bu hususta hiç tereddüt göstermez. Kendisini vatansever, milliyetçi, muhafazakâr, dindar, sosyalist gibi gösterir. Bu, 19. ve 20. asırda misyonerlerle politikacıların en çok kullandığı bir usûldür. Lawrens buna en çarpıcı örnektir. Propagandacı yalan söyleyebilir: Hadiseler onu gittikçe daha çok sahte, yalan açıklama yapmaya sürükleyebilir. Propagandacı karşı tarafın lideri hakkında hikâyeler uydurur, istatistikleri tahrif eder, haberler çıkarır, söylentiler yayar. Yani bütünüyle gerçeği değiştirmeye çalışır. Eğer bütün haberleşme vasıtaları da kontrol edilebiliyorsa bu tür faaliyetler tesirli olabilir. Nitekim savaş sırasında halka yapılan propaganda bu bakımdan başarılı olmaktadır. Meselâ; İsrail, yurt ve yuvalarından söküp atmak istediği ve vatanları için mücadele eden Filistinlileri; Çin, Keşmir halkını; Rusya, Çeçenleri tek taraflı suçlu olarak dünya kamuoyuna tanıtma gayretindedir. ABD doksanlı yıllarda Irak'a karşı sürdürdüğü Körfez Savaşı'nda, yanan petrol kuyularıyla, denizde petrole bulanmış bir karabatak görüntüsünü savaşın haklı gerekçesiymiş gibi sürekli kitlelere aktarmıştır. i>Propagandada abartıya bilhassa başvurulur: Abartma çok defa söylentilerin tesirini artırır. Türk insanı politikada bunun binlerce ör-neğini yaşamış ve yaşamaktadır. Abartı, reklâm sektöründe daha da yaygındır. Herhangi bir ürünün reklamında; "Şu ü-rünü alın hayatınız değişsin." gibi. i>Sembolleştirme ve tekrar: Propagandada fikrî derinlik olmadığından, belirli tarih, yer ve şahıslarla kavramları sembolleştirmek ve sürekli tekrar esastır. Açıklamalar aralıksız tekrarlanır. Hitler, Kavgam adlı eserinde şöyle demiştir: "Kitlelerin zekâsı az, unutma kabiliyetleri çoktur. Böyle olunca tesirli propaganda kolaylıkla sömürülebilecek birkaç mesele üzerinde yapılmalıdır. Fakat aynı şeyler bin defa tekrarlanmalıdır." Propaganda sansür yoluyla da yapılabilir: Belirli bir görüşe üstünlük sağlamak maksadı ile bilginin kontrol edilmesi ve bilhassa tahrif edilerek maksada hizmet edecek bir şekilde sunulmasıyla olur; çünkü propaganda seçicidir ve hedef aldığı kimselere objektif olmaktan çok uzak bir dünya görüşü kazandırmak maksadı ile düzenlenmiştir.17 Propagandanın tesir alanı Propagandanın tesir alanı aslında yeryüzündeki insan topluluklarının tamamıdır. Çünkü; sömürme, kaynakları aktarma, hükmetme, yönetme, tüketim ve menfaat maksatlı faaliyetler sürdükçe insanların buna maruz kalmaları kaçınılmazdır. Küçük gruplardan başlayarak devletler boyutunda süren ve büyük sermayelerin harcandığı bir alandır, propaganda çalışmaları. Buna rağmen propagandanın tesir etmediği kişi veya gruplar da vardır. Bu durumu kısaca şöyle özetleyebiliriz. a) Bağlanma (taahhüt), inançlı olma: Fertler kendi inanç ve değerleriyle ne kadar çok bağlantılı ve tutarlı davranışlar sergileyebiliyorsa, tesir o kadar az olacaktır. Kanaatlerini, inançlarını, hayat tarzını herkesin önünde açıkça ifade eden ve yaşayan fert, diğer tesirlere de kapalıdır. Yani güdümlü kişilik özelliği taşıyan fertlere göre daha az tesire maruz kalır. Hz. Muhammed'in (sas) Müslümanlara devamlı başkaları- nın düşünce, tavır, davranış ve hayat tarzlarından farklı olmayı, yani kişinin kendisi olmasını tavsiye etmesi, biraz da bununla ilgilidir. b ) Kendine güven ve yeterlilik: Kendine ve inançlarına güveni tam olan fertler, bu güveni tehdit edecek propagandalardan kendini koruyabilir. Yani fertlerin eşya, ölüm karşısındaki duruş ve düşünceleri, hadiseleri yerli yerine oturtup değerlendirebilme kabiliyetleri kendilerine olan güveni sağlayabileceği gibi dış tesirlerden de koruyacaktır. c) Saygınlık: Düşünce, tavır ve davranışlarıyla çevresinde sevilen ve saygı duyulan fertler, başka aidiyet ve yeterlilik duygusu aramayacaklarından propagandanın tesirinde kalmazlar.18 Netice Günümüzde, iletişim vasıtalarının yaygınlaşmasına paralel olarak insanlar arası etkileme ve etkilenme de oldukça artmıştır. Bu şimdiye kadar, aydınlanma, çağdaşlaşma, modernlik ve globalizm gibi yuvarlak ve içi boş kavramları benimseme, dayatma veya tepkisiz kalma şeklinde oldu. Şimdilerde ise küreselleşme kavramıyla yeni bir boyutta yeni bir aynileştirme ve yeknesaklaştırma, tek merkezli kılma olarak karşımızda duruyor. Beyinlerimizin içine girme işlemi basın yayın kuruluşları yoluyla olabileceği gibi aslında elimizde tuttuğumuz bir kolalı içecekle de olabiliyor. İnsanlar kullanılmaya açık oldukça bu hal daha da sürecek gibi görünüyor. Son olarak; kitlelere bir inancı ve görüşü çeşitli teknikler kullanarak anlatma ile dinî literatürdeki tebliğin benzeştiği düşünülebilir. Çünkü, tebliğde de kitlelere bir konuyu ve düşünceyi en iyi şekilde ulaştırma ve aktarma vardır. Tebliğ, kesinlikle propagandayla karıştırılmamalıdır. Aksine propagandayı tesirsiz kılacak en önemli vasıta tebliğdir. Çünkü; Kur'an açık ve nettir. Akıllara hitap eder. İnsanların sürekli düşünmesini, araştırmasını, kıyaslamasını, okumasını ister. Güdümlü pasif insandan yana değil; aktif, üretken ve topluma değer katan insandan yana tavır koyar. Ayrıca Peygamber, (sas) insanlara sadece doğruların anlatılmasını, insanların bunu kabul edip etmemelerine karışılmamasını öğütler. Dahası tebliğde hiçbir çıkar ve karşılık beklenmez, yegâne gâye Allah (cc) rızasıdır. Alaaddin DİKMEN Kaynaklar 1- Sulhi Dönmezer, Sosyoloji, Savaş yayınları, 9. baskı, Ank. 1984 2- J. A. C. Brown, Beyin Yıkama ve İkna Metodları 3- Meydan Lorousse, C.10, s. 340 4- Brown, a.g.e.s.18-19 5- Çiğdem Kâğıtçıbaşı, İnsan ve İnsanlar, Evrim yayınları, İst.1988, s.164 6- Dönmezer, a.g.e,, s.397-398 7- Brawn, s.11,19 8- Dönmezer, a.g.e., s.399 9- A.g.e., s.405 10- Prof.Dr. Ümit Meriç Yazan, Mahşerin Dört Atlısı, Zaman Gazetesi, 21 temmuz 2002, s.12 11- Brown, a.g.e., s.32-33 12- Brown, a.g.e., s.26- 27-28 13- Brown, a.g.e., s.32 14- A.g.e., s.30 15- A.g.e., s.15 16- Dönmezer, a.g.e., s.401-405 17- Maddeler için bakınız, Dönmezer, a.g.e., s.401-404, Brown, a.g.e., s. 21 18- Maddeler için bkz. Kâğıtçıbaşı, a.g.e., s.186-189
  8. Senyour şurada bir blog başlığı gönderdi: Senyour's Blog
    Evet, Sezen ! Hatta bazen önceden bilen. En gerçek sözleri en yakışan melodiyle buluşturan... Aşklarını hep taze, hep şiirsel tutan... Bütün sevdalarını gözümüzün önünde en güzel şarkılara bahane eyleyen... Hayatımızın bütün aşklarına eşlik eden, bazen yol gösteren, bir tür aşk arkadaşı... İstediği sevdaya konan bir minik serçe... Severiz kalbimiz ve tenimize aynı ateşi düşüren bir insanı, ardından el ele susar Sezen’i dinleriz birlikte. Budur vatanımda bir sevdanın normal rotası. Yolu Sezen’in herhangi bir şarkısından geçmeyen bir sevdanın muhakkak bir bozukluk vardır akordunda. Aradan saçma yıllar, saçma bir hızla geçmiş olsa da hiçbir şey değişmedi bu bahiste ve bu şahısta. Daima aynı kalitede acıtabilir bizi Firuze.. Bundan âlâ yalnızlık nerede vardır dedirtir her dinleyene “bir kedim bile yok, anlıyor musun...” dizesi.. Söz Kemal Burkay’ındır... Ve böyle birinin bırak şiir yazdığını, adını bilen yoktur Sezen’in oturduğu semtte! Bir tek O bilir... Bir tek O sezer... Çünkü bu minik serçe dolaşır durur istediği zaman yurdun istediği yerinde. Sezen diyor ki “İstanbul İstanbul olalı, hiç görmedi böyle keder” emin olun, orada çok ciddi bir mesele var demektir! Yoksa Sezen ortalığı boş yere velveleye verecek insan değildir. Bize dedi ki, bir ayrılık yaşadım hepinizinkine bin basar!... Sonra anlattı meseleyi : Çok şarap içilmiş bir gecenin imzası olarak, ki içinde bir kaç şişe Yakut şarabından bahseder, nicedir karşısında duran şahane Boğaz manzarasına da bir nevi borç ödeme mahiyetinde beslenmiştir bu şarkı. Ve yürek koca bir kara deliktir üstelik! Hiçbir ayrılık güzel değildir. Ama Sezen’in her ayrılık şarkısı şahane! Zaten ayrılığın tek iyi tarafı bazen iyi bir şarkı ya da şiire yol açmasıdır. Yoksa ölümdür Allah’ın emri olan, ayrılık bir insan hatası! Sezen’in hiçbir şarkısı milli eğitim müfredatına alınmamıştır, hatta henüz tartışma konusu bile değildir (umarım bu yazıdan sonra olur) ama bütün şarkılarını herkes ezbere bilir. Neredeyse yaptığı beste sayısından fazla sayıda hit’i vardır! Bir ayrılığın kederinden gebermek üzereyken de şifadır şarkıları, bir düğüne gittiğinde de seni kapıda karşılar! Yüreğinin her mağlubiyetinden namağlup bir şarkı çıkarır O! Biz ölümsüz bir şarkı kazanırız, O her “kaybettiğinde”... Hepimiz üç aşağı beş yukarı biliriz hangi şarkıyı kime yazdığını. Ve hepsinde bir magazin haberi değil, soylu bir aşk çıkar karşımıza. Seni pamuklara sarmalar sararım, ne bedel isterim ne hesap sorarım... şarkısına sebep olan kişiyi merak ettim. Sezen bu sözünü tuttuysa, kimse kusura bakmasın bu arkadaş eşşeklik etmiş... Besbelli bu “hayal mahsulü” bir şarkı! Tüm aşklar da, tüm şarkılar gibi “hayal mahsulü” nasılsa.. Sezen’in anlattığı her şey, ya kendi hikâyesi ya da o sıra dinleyenin... Evet ben de kaç kez bizzat yaşadım, yalnızlığım yollarıma pusu kurmuş beklemekteydi ve o sıra böyle bir şarkının bestelenmiş olmasının çok yararını gördüm. Biz Sezen hangi şarkıda ne diyorsa, dosdoğru yüreğinin sesi olduğuna inanmış bir milletiz. Pek çok şeyine gıcık oluruz ülkemizin ya da birbirimizin ama hepimiz Sezen’i severiz. Sanatçı olarak da insan olarak da... Sanatçı topluma örnek olmalı mıdır emin değilim ama olacaksa mutlaka Sezen gibi olmalıdır! Ondan âlâ örnek sanatçı görmedim. Hepimize çıkaracak bir ders vardır hayatında... Star adaylarının O’ndan çıkaracağı ders şudur : Kendiniz gibi olun. Kendiniz gibi olmak büyük avantajdır, kendiniz adamsanız! Kadınlara mesajı bellidir : “Çalışın, kuvvetli olun kimse sizi durduramaz! Hani toplumda kadınların önünde ekstra engeller var filan diyorlar ya, yok öyle bir şey... Olsaydı üstünden geçerken en azından dikkatimi çekerdi. Bir iki küçük tümsek gördüm tabii ama üstünden atlamam için zıplamam bile gerekmedi! Çoğunun altından geçtim zaten!” Uzun boylulara mesajı açıktır : “Üzgünüm ama beni her gördüğünüzde eğilmek zorundasınız!” Ve erkeklere diyor ki : “Her şeye rağmen, her şart altında sevilmeye layık bir tür olarak değerlendiriyorum sizi!” Müziğin, aşkın bu koca yürekli Kraliçe’sinin mesajı şudur kalbi olan herkese : Aşk için ölmeli!.. Aşk, o zaman aşk!.. Evet Sezen! Kalbiyle gülen, söyleyen, düşünen... Türkiye’nin şarkılarını bağıra çağıra söylemek için büyük bir ses yetmiyordu maalesef. Bir de kocaman yüreğe ihtiyaç vardı. Çok şükür zaten, büyük bir ses, kocaman bir yürekten ibaret Sezen! Kulağında hangi türkü, hangi şarkıyla doğarsa doğsun, bu vatanın tüm çocukları Sezen’le hep aynı sahnede olacaklar. Vatanımın kardeş şarkıları sonsuza dek Kraliçe’nin eteklerine tutunarak söylenecek. Yılmaz Erdoğan Seni bende cok seviyorum Sezen Aksu (Zedan)
  9. Senyour şurada bir blog başlığı gönderdi: Senyour's Blog
    t_nFgx4k8lg YILMAZ ERDOĞAN
  10. Senyour şurada cevap verdi: arman başlık Forum Oyunları
    mutfagım (cok kırıldı da o porselenler )
  11. Senyour şurada cevap verdi: arman başlık Forum Oyunları
    demli çay
  12. Senyour şurada cevap verdi: arman başlık Forum Oyunları
    Yemek
  13. Senyour şurada cevap verdi: arman başlık Forum Oyunları
    sonsuzluk
  14. Senyour şurada cevap verdi: arman başlık Forum Oyunları
    Forum
  15. Senyour şurada bir blog başlığı gönderdi: Senyour's Blog
    Yüreğimi sıkıştıran bu kesif hüzün, belki de terketmişlere özgü gizli bir terkedilme duygusudur. Özledim seni... Ayrılık yüreğimi karıncalandırıyor nicedir... Beynimi uyuşturuyor özlemin... Çok sık birlikte olamasak bile benimle olduğunu bilmenin bunca yıl içimi nasıl ısıttığını yeni yeni anlıyorum. Yokluğun, hatırlandıkça yüreğime sapla­nan bir sızı olmaktan çıkıp mütemadi bir boşluğa dönüşüyor. Sabahlara seni okşayarak başlamaları akşamları, her işi bir kenara koyup seninle başbaşa karşılamaları özlüyorum; oynaşmalarımızı, hırlaşmalarımızı, yürüyüşlerimizi, sevimli haşarılığını, çocuksu küskünlüğünü... Nasıl da serttin başkalarına karşı beni savunurken; ve ne yumuşak, bir çift kısık gözle kendini ellerimin okşayışına bırakırken... ya da kolyeni çözdüğümde kollarıma atlarken... Hasta olduğunda, o korkunç kriz gecelerinde günler, geceler boyu nöbet tuttuk başında... o şen kahkahalarına yeniden kavuşabilmek için sessiz dualar ederek... "Atlattı" müjdesini kutlarken yorgun bedenindeki yaraları okşayarak, doktorun böldü sevincimizi: "Yaşayamaz artık bu evde... yüksek binalar ve be­ton duvarların gri kentinde" dedi, "O gitmeli... ve kendine yeni bir hayat çizmeli..." Bilsen, ne zor gitmen gerektiğini bile bile "Kal" demek sana... Ne zor, senin için ebedi mutluluğun beni unutmandan geçtiğini bilmek... Gitmeni asla istemediğim halde, buna mecbur olduğumuzu görmek ve sana bunları söyleyemeden "Git artık" demek... "Beni ne kadar ça­buk unutursan, o kadar çabuk kavuşacaksın mutluluğa" demek sana ne zor... Sesimi, kokumu çekip alıvermek beynin­den, sesin, kokun hâlâ beynimdeyken... ... seni görmemek ve belki yıllar sonra karşılaştığımızda bana bir yabancı gibi bakmanı istemek senden... ... yeni bir sevdayı yasakladığım kalbime söz geçirmek... ... ve sonra kendi ellerimle bindirip seni yabancı bir arabanın arka koltuğuna, birlikte güneşlendiğimiz onca yazı, yanyana titreştiğimiz onca kışı, paylaştığımız bunca acıyı, onca kahkahayı ve bütün o uzak yeşillikleri katıp yorgun bedeninin yanına, arkandan pişmanlık gözyaşları dökmek ne zor... ... ne zor hiç tanımadan seni emanet ettiğim bir şoföre "Hızla uzaklaş buradan ve gidebileceğin kadar uzağa git" demek... ... yokluğunu beklemek, ne zor... * * * Bunları düşündükçe, şu anda uzakta bir yerlerde üşüdüğünü sezinleyerek panikliyorum. Bütün engelleri aşıp terkedilmiş caddeleri, kimsesiz sokakları. yalnız bulvarları arşınlayarak sana ulaşmak, sessizce başını okşamak, kulağına sevgi sözcükleri fısıldamak ve yavaşça üzerini örtmek geçiyor içimden... Paylaştığımız bir mazinin, yitirdiğimiz bir geleceğe dönüşmesinden hicran duyuyorum. Gizli gizli hüzünlendiğim akşamlardan birinde, terketmişlere özgü bir terkedilme korkusunu da yüreğimin derinlerinde duyarak sana koşmak, yaptıklarım ve daha çok da yapamadıklarım için özür dilemek ve "Geri dön bebeğim" demek istiyorum: "Geri dön... kulüben seni bekliyor..." Can Dündar Kanada dakine selamlar olsun (zedan)
  16. Senyour şurada cevap verdi: arman başlık Forum Oyunları
    kapasite
  17. Senyour şurada cevap verdi: Senyour başlık Politika Bilimi
    Gayet acık degerlendirmeler PKK ne yapmaya calıstıgı söyleyen bi yazı ele alınmıs... Ethen Mahçupyan'ı sevmeye bilirsiniz elestirebilirsiniz ama cok dogru tespitler yapmıstır... ve Lütfen beni de PKK sematizanı görmeyin alınıyorum ve sinirleniyorum... Kürt Halkıda sagduyulu inanın 22 Temuzdaki secimler gösteriyor sanırım....hem AKP yide begenmeye bilirsiniz peki DTP ye verseydi oyları ne olurdu hani PKK terör örgütü demiyen sözde beni temsil eden parti...sadece Türk halkı demissin Marcus sanırım ''Kürtler'' sayılmamıs bende ozaman Kürt halkı diim bak Kürt halkıda inan ne ic savas nede baska bi savas istiyor cunku Kendi evini kimse parçalatmaz kardesler bir birini evden atamaz... Anne(Anadolu) kızar..... Saygılarımla....
  18. neyse bundan ziyade ben farklı bisi demek istiyorum aslında Emre Aköz'ün dediklerini hatırlatayım : ''Türk Tarih Kurumu Başkanı Yusuf Halaçoğlu, Kürtler, Ermeniler ve Aleviler hakkında bazı açıklamalar yaptığında... "Bunlar bilimsel kaygıyla yapılmış açıklamalar değil, belli ki Kürtlerle ilgili bir şeyler olacak" demiştik''(Emre Aköz) ve bundan sonra Baykal ''Kuzey Irak açılımı: ...Açılım yapmak gerekiyor... Açılım bekliyoruz... Açılım yapmamız için önce silahların bırakılması gerek..." nasıl olurda böyle demye baslıyo Baykal... Sanırım birseyler olcak... iimi bilmiyorum ama nasıl olurda böyle söylenmeye baslıyo o kurcalıyo iste benim kafamı........
  19. Senyour şurada bir blog başlığı gönderdi: Senyour's Blog
    ''İnanmış kişi zulme maruz kaldığı zaman, aslolan hemen onun aleyhine hüküm vermemektir. Aksine ilkin onun lehine hüküm verilmelidir. Zira mazlumun yükü ağırlaştırılmaz, kolaylaştırılır. Mahremiyeti mubahlaştırılmaz. Küçük düşürülmez. Ve en önemlisi, zalimlerin eline teslim edil(e)mez." Mezopotamya 'nun'a benzer ve üzerindeki nokta Bağdat'tır. Nun, Kudret Kalemi'nin varlığı yazmak için batırıldığı mürekkep kabıdır. İstanbul ise O'nun adıyla başlayan Kelime'nin ilk harfidir ve altındaki noktadır. Bağdat, İstanbul'un kalbi; İstanbul, Bağdat'ın aklı olmalıdır. Boğaz, Doğu'nun en batısı ile Batı'nın en Doğusu'nun Nun çanağındaki mürekkeple boyanmış berzahı; Dicle ile Fırat, Kudret Kalemi'yle sürmelenmiş gözün iki kaşıdır. Babilonia'nın bu kadim komşusunun adı, Esenlik Yurdu anlamında Daru's-selam'dır. Esasen Bağdat'a, 'Allah'ın bir Armağanı' adının ne denli yakıştığı, sonradan üzerinde 'şairane ikamet eden' başta eşsiz sultan Abdülkadir Geylani olmak üzere pek çok bilgeden de anlaşılabilir. 'Küfür devam eder fakat zulüm devam etmez' denmiştir ki, Geylani hazretleri de Yol'un Esasları'nda kutsi kademiyle çiğnediği o topraklarda yaşayan insanları şöyle uyarmıştır: "Ey Allah'ın kulları! Zulümden kaçının. Çünkü zulüm, diriliş günü karanlık getirir. Zulüm, çehrelerinizi ve kalbinizi karartır. Mazlumun duasından, ağıtından ve yüreğinin yanmasından sakının! Çünkü inanmış kişi, kendisine zulmedeni, bir gün mutlaka yere serip onun ölümünü, ocağının sönüşünü, soyunun tükenişini ve malının elinden alınıp, velayetinin başkasına intikalini görmedikçe ölmez. İnanmış kişi zulme maruz kaldığı zaman, aslolan hemen onun aleyhine hüküm vermemektir. Aksine ilkin onun lehine hüküm verilmelidir. Zira mazlumun yükü ağırlaştırılmaz, kolaylaştırılır. Mahremiyeti mubahlaştırılmaz. Küçük düşürülmez. Ve en önemlisi, zalimlerin eline teslim edil(e)mez." Akılcı geleneğin reddettiği bir kavle göre, ölümünden sonra manevi etkinliği süren birkaç büyük bilgeden biri olan ve çağımızın sultanı Bediüzzaman'ın, 'kutsi mürşidim ve üstadım' dediği Geylani'nin eserleri tefeül edildiğinde mutlaka ya kişisel veya toplumsal bir yaraya doğrulur şifa parmağı. Bediüzzaman'ın manevi dönüşümündeki büyük uğrağı Geylani hazretlerinden öğreniyoruz ki, bir zamanlar 'esenlik iklimi' olan ve 'cennet yurdu' da denilen Bağdat'ın mazlumları, aklın kırılma yeri olan Celal tecellileriyle karşılaştıklarında, 'acısıyla tatlısıyla kaderi kabullenmiş ve kötülüğün de iyiliğin de Allah'tan geldiğine inanmış, başlarına ne gelirse gelsin kaygılanmamış, çaba ve istekleri yüzünden karşılaştıkları' karşısında metin ve mütevekkil olmuşlardır. Bunu, Geylani gibi bilgelere borçluyuz. İzzetbegoviç, Bosna için umutların tümüyle bittiği bir yerde aynı ilkeyi söylemişti: 'Ben hiçbir zaman umudumu yitirmedim, şimdi de umutluyum, umutsuzluk benim inancıma göre yasaktır.' Bağdat'tan Abbasiler, Sasaniler, Selçuklular ve Osmanlılar geçti. Bir dönem, 'Medinetü's/selam (Esenlik şehri) adını alan Bağdat'ı, İslam hikmetinin parlak yıldızı Sühreverdi'ler, Hanefi fıkhının güneşi İmam Azam'lar, 'hem temiz hem temizleyici olan' Ehl-i beyt-i Mustafa'nın imamlarından Musa Kazım'lar, irfani geleneğimizin gizli hazinelerinden Maruf-ı Kerhi'ler, siyaset tarihimizin bilgelikle kesişme noktaları Harun Reşid ve Nizamiye medreselerinin mimarı Nizamü'l-Mülk'ler, Sebük Tigin'ler, Tuğrul Bey'ler, Emir Sungur Porsuk'lar, Süleyman, Boşnak Ahmed ve Kâzım Paşa'lar Selçuka Hatun'lar görünüp yitti. Tarihe tanıklık eden bir şehir Halife Mansur'un, 'barış ve esenlik yurdu/evi' (ki eski Yunancada da Bağdat sözcüğünün karşılığı olarak barış ve esenlik anlamlı bir kelime kullanılırdı.) anlamında, verdiği 'Medinetü's-selam/Daru's-selam' ismi, uzun süre kentin resmi adı olarak kullanılmıştı. Halife, bu yeni adı, kent açısından uğurlu bir tarihin başlangıcı olması için uygun görmüştü. Daru's-selam, cennetin de bir adıydı ve Mansur, bununla, cennete telmih yapıyordu. Bağdat, 'cennet gibi bir kenttir/olacaktır' demek istiyordu. Sonradan Müslümanlar, Cennet'ül-arz niteliğini yüklediler ona ve Şam, Bavvan ve Guta'dan sonra cennetten bir köşe olarak gördüler. İranlılar, behiştabaz sözcüğüyle cennet yeri anlamıyla andılar Bağdat'ı. Ortaçağın Avrupalı gezginleri, Bağdat'ı, çoğu kez, Babilon, Seleucia ve Ktesiphon'la karşılaştırdılar. Babil Yahudi Akademisi'nin ulularının Talmud yorumunda bu isimle anıldı. Hilafet merkezi oluncaya değin onlarca uygarlık yaşadı bu topraklarda. Dicle, Fırat'la birlikte, cennetin zümrüt tepelerinden fışkırıp geliyordu, kıyısınca uzayan kentin tarihine tanıklık eden yapıların yıkıntılarına bakarak akıyor yüzyıllardır. Hirr kanalının yakınındaki tabletlerde çivi yazısıyla, Bağdat'ın Babil dönemi okunuyordu. Kentin adı, Bağdadu biçiminde telaffuz edilmişti bu tabletlerde. Batlamyus haritasındaki Bağdat ile Xenophon'un söz ettiği kent aynı yerdeydi, aynı toprağı, aynı ırmaklar suluyordu. Xenophon'a göre, Keyanilerin Bağdat yakınlarında geniş bağ ve bahçeleri vardı. Sasaniler, Nehr İsa ağzı yakınında, sonradan Kasr İsa adını alan görkemli bir köşk inşa ettiler. Halifenin sarayı ile (ki halifelerin sarayda oturmasıyla, Ali'nin mutlak adalet ilkesinden adım adım uzaklaşılmış ve zulüm ateşini besleyen sıcak küller oluşmaya başlamıştı) bu köşkü birbirine bağlayan bir o kadar görkemli köprü uzuyordu Dicle'nin üzerinde. Yoksul ve perişan bir yerden, Suriye'den, bereketli ve zengin bir yere, Irak'a kaymıştı Abbasiler çağında yönetim merkezi. Bağdat, tüm zamanların en zengin ve verimli topraklarında, Dicle boyunca, derin bir tarihin üzerinde yükseliyordu. Abbasilere beş yüzyıl hilafet merkezi oldu. Osmanlı egemenliğinden itibaren, önemli bir eyalet merkezi haline dönüştü. Salman Rüşdi'ye bile, bir 'Öyküler Denizi' yazdıran Harun Reşit'in döneminde Bağdat, bağ'larıyla dat'lanmış bir düş ülkesiydi. Onikinci yüzyıl (ki, bir yandan Anadolu'da Yecüc ve Mecüc'ün çekirge afetine uğrayarak bir yangın yerine dönmüştü) Hulagu belasının acılarıyla kavrulan Bağdat'ı, bir kez daha tarihin en kirli saldırısına uğratıyordu. Onun bu saldırganlığı, kendi başkenti olarak göz koyduğu Bağdat'ı tümüyle yakıp yıkmadı. Timur, Karakoyunlular, Akkoyunlular, Safeviler, Osmanoğulları, derken Bağdat, bugüne geldi. Bir kentin, bugüne gelene değin yaşadıkları, onun belleğiydi. 1991 Ocak'ından itibaren, bu kadim şehrin medeniyet birikimi ve manevi belleği, uçaklardan yağan bombalarla, mayınlarla, kalaşnikoflarla, (rivayete göre) nükleer silahlarla, kirli propagandalarla yok ediliyor. Saddam despotizmini aratan bir Beyrut kaosuna itildi, bir milyona yakın insan öldü. İslam irfanının hafızası olan eserler, üzerine düşen bombalarla paramparça oldu. O kitapların aktardığı yüksek insanlık durumundan eser yok artık. Bağdat'ın gülleri küle dönüştü. Bağdat, Osmanlı zamanında 'Orta Irak' idi. Basra, güney, Kerkük ise kuzey. Bu üç Osmanlı vilayetinde dönen dolaplar şimdi misak-ı milliye sıkışmış Anadolu halkını da doğrudan ilgilendiriyor ve Kürt kardeşlerimiz bu satranç tahtasında yerini çoktan almış durumda. Etken ya da edilgen olmak Türkiye, ya olup bitenlere seyirci kalacak, uygarlık birikiminin ve siyaset geleneğinin tecrübelerini kullanmayarak edilgin bir konumda duracak veya Özal'ın çabalarını güncelleyerek Kürt devletinin inşasında müdahil bir duruma geçecek. Güneydoğusunda akrabaları bulunan bu fiili 'devlet'i düşman değil dost ve kardeş görerek, siyasi, ekonomik ve dini/kültürel ilişkilerini güçlendirecek, 'dünya egemenleri'nin değil hukukun, hakkın ve adaletin 'gözetimi'nde davranacak. Bu ikinci yolun, hem Türkiye hem Irak halkı açısından daha 'esenlik'li olduğunda kuşku yok. Terörle mücadeleden bağımsız yürütülecek olan bu 'dış politik' tutumun zeminini adalet ilkesi belirlemeli. İstanbul ne ise Bağdat odur. Abdülkadir-i Geylani'nin, Nasıruddin-i Tusi'nin, Fuzuli'nin, İbrahim peygamberin, Güzeller Güzeli Ali'nin (r.a.) torunlarının, el-Kindi'nin, Farabi'nin, Nizamülmülk'ün, Nizamiye medresesinde öğrenim gören ve eğitim veren yüzlerce öğrenci ve bilginin, Hasan-ı Basri'nin, Mevlana Halid'in, adını anmaya bu satırların imkan veremeyeceği denli çok sufi, bilge, düşünür, âlim ve edibin yaşadığı topraklarda, Nizamülmülk'ün makamında oturanlar açısından da bu böyle olmalıdır. İbn Arabi, 'fetih, nefsin kapılarının açılmasıdır' der. O'nun kılavuzlarından Mağripli bilge Ebu Medyen'i de besleyen ve Bağdat'ın asıl sahibi Abdülkadir Geylani'ye kulak vermelidir: "Dünyanın, sahiplerini ve oğullarını nasıl döndürüp dolaştırdığına, onlara ne dolaplar çevirdiğine, onları oyaladığına ve sonra da arkasına attığına bak! Onları derece derece yukarılara, insanların üstüne çıkarır. Onların boyunlarını o kimselerin ellerine verir. Hazinelerini ve güzelliklerini ortaya çıkarır. Onlar, tam yücelikleriyle elde ettiği imkanlarıyla, güzel yaşamlarıyla ve dünyanın kendilerine ettiği uşaklıkla sevinip havaya girmişken onları ansızın yakalayıp bağlayarak aldatır. Ve baş aşağı yuvarlar, paramparça olup dağılır, helak olurlar. O da şeytanla birlikte onların arkasından güler. Hz. Adem'den kıyamete kadar çoğu hükümdara, güç sahiplerine, zenginlere yaptığı budur. Böylece onları önce yüceltir, sonra alçaltır. Önce ilerletir sonra geriye döndürür. Önce zenginleştirir sonra yoksul eder. Önce kendine yaklaştırır sonra boğazlar. Onlardan çok azı kurtulup dünyayı alaşağı ederek kötülüğünden yakayı kurtarabilir. Dünyanın kötülüğünden kurtulabilenler, onu tanıyıp ondan ve tuzaklarından sakınanlardır." SADIK YALSIZUÇANLAR
  20. Senyour şurada bir blog başlığı gönderdi: Senyour's Blog
    Nasıl bakıyor sizin gözleriniz? Kilitli bir kapı gibi mi, hiçbir ışık sızdırmayan? Karanlık ve kapalı mı? Hiç merak ettiniz mi, nasıl bakıyor sizin gözleriniz... Oğlu kaybolmuş bir anneyi gördüğünüzde, gözleriniz nasıl bakıyor? Bir zengin gördüğünde gözleriniz nasıl bakıyor? Bir general gördüğünde... Çocukları yerlerde sürüyen polislere nasıl bakıyor? Ya kocasını arayan bir kadının kederli gözlerine nasıl bakıyor gözleriniz? Ağaçlara nasıl bakıyor? Denize, bulutlara, çiçeklere... Martılara... Çocuklarınıza nasıl bakıyor gözleriniz? Gözleriniz nasıl bakıyor, hiç merak ettiniz mi? Kilitli bir kapı gibi mi, hiç ışık sızdırmayan? Korkuyla mı, elemle mi, çaresizlikle mi, sevgiyle mi, acıyla mı, sevinçle mi? ... Nasıl bakıyor gözleriniz? Ne görüyorsunuz kendi bakışlarınızda? Size yalan söyleyenlere nasıl bakıyor gözleriniz... Sizi korkutanlara... Size saldıranlara... Cellatlara nasıl bakıyor gözleriniz? Uçurtmalara, sandallara, faytonlara, havai fişeklere... Otobüslere, arabalara... Denize nasıl bakıyor gözleriniz? Dağlara nasıl bakıyor? Çöplükten ekmek toplayan bebeklere... Banka kapılarında sıra bekleyen yaşlılara... Sahipsiz hastalara... Bir mahkum arabasının dar ve demirli penceresinden el sallayan genç kızlara... Gözleriniz nasıl bakıyor? Hiç merak ettiniz mi? Baktınız mı hiç kendi gözlerinize? Kilitli bir kapı gibi mi, hiç ışık sızdırmayan... Çıplak kadınlara nasıl bakıyor gözleriniz? Sevişenlere nasıl bakıyor, öpüşenlere... Vurulmuş bedenlere nasıl bakıyor? Parlak kravatlara, şık tayyörlere, rüzgarlı eşarplara nasıl bakıyor? Nasıl bakıyor gözleriniz, gözlerinize hiç baktınız mı? Ne var sizin gözlerinizde, elem mi, keder mi, çaresizlik mi, korku mu, sevinç mi, ümit mi, bezginlik mi? Kilitli bir kapı gibi mi yoksa? Şehir ışıklarına nasıl bakıyor gözleriniz? Bulutlara, doğan güne, akşam kızılına... Silahlara nasıl bakıyor gözleriniz? Üstünüze tutulan silahlara... Kelepçelere, hapishanelere, darağaçlarına... Sokak çocuklarına... 'Hakkımı istiyorum' diye bağıran o ihtiyara... 'Yalnız değilsin kızım' diye hapishaneye giden kızının ardından hıçkıran anaya... 'Nerede benim kocam' diye soran yaşlı kadına... Sizi korkutan eski generallere nasıl bakıyor gözleriniz? Dünyaya, hayata, dostlara ve düşmanlara... Nasıl bakıyor sizin gözleriniz? Kilitli bir kapı gibi mi, hiç ışık sızdırmayan? Gözleriniz, bir aynada gözlerinize değdiğinde, nasıl bakıyor? Utançla mı, ıstırapla mı, korkuyla mı? Sizin gözleriniz nasıl bakıyor, hiç merak ettiniz mi? Nasıl bakıyor o gözleriniz şu yaşadığınız hayata? Ahmet Altan
  21. Senyour şurada yorum gönderdi Senyour'nın blog başlığı içinde Senyour's Blog
    cok güzel diyeceksin ozaman
  22. Senyour şurada bir blog başlığı gönderdi: Senyour's Blog
    UzDmcFo-Dhg Ninlden dinlemekte güzel okurken tabi Bi turlu bulamadım okdar karmasık ki... Filozof ve Felsefeciler ne demis Aşk icin : Aristo Tales: "Sevmek acı çekmektir, sevmemek ölmek. Sevmek zevktir ama yalniz sevilmenin hiçbir zevki yoktur" François Bacon: "Büyük insanlarda, liyakat sahibi olanlarin kendilerini budalaca aska kaptırdıkları görülmez. Büyük ruhlar ve büyük isler askla uzlasmaz" Augustinus: "Sevgi ruhun güzelliğidir." Franz Xaver Von Baader: "Özgürlük aşk değildir, yalnız aşkın kapısıdır." Bailey: "Aşk dünyanın en tatlı mutluluğu ile en derin acısından yaratılmıştır" Basta: "Erkek az fakat sık sever, kadın ise çok ancak bir kez sever" Jeremy Bentham: "Aşk hazzı, dostlukla duyu hazlarından yoğrulmuştur" Balzac: "Aşk yaşamında kadın, ancak hünerli bir çalgıcının elinde dile gelen bir lir gibidir. Kadınlar bizleri sevdikleri zaman her suçumuzu bağışlarlar" Jacob Boehme: "İstek, hareket/genişleme, yön veren tezlere bilgelik eklendiğinde aşk olur" La Cordaire: "Aşk her şeyin başlangıcı, ortası ve sonudur" Eugene Delacroix: "Aşkı anlatabilmek için yeryüzünde var olan dillerden başka bir dil ister" Descartes: "Bir şey kendimiz için iyi, yani uygun gibi sunulmuşsa ona karşı aşk duyarız." Bulor: "Aşk cennetin dilinden bize kalan tek andır" Antoine Bret: "Aşkın ilk soluğu mantığın son soluğudur" Epiktet: "Hareket etmenin nedeni 'istek' ve 'sevmektir', bu ise düşünmektir. Aşk tutkudur. İyi ya da kötünün ne olduğunu fark edemeyen insan nasıl sevebilir" Duclos: "Aşk bıkılmayandır. Her şeyden bıkılabilir ama aşktan ... hayır" Epikür: "Bilge olan evlenmez. Evlense bile aşkın vehimlerine kapılmaz... Bir uygarlığın yetkinliği ve insanlığı ancak kardeşlik ve sevgiyle olasıdır." Douglas Ferrola: "Aşk kızamığa benzer, insan ne kadar geç yakalanırsa o kadar ağır geçer" Faulkner: "Aşkı kitaplara soktukları iyi oldu, yoksa belki de başka yerde yasayamayacaktı." Fenelon: "Sevmeden yasamak yaşamak değildir. Az sevmek ise sürüklenmektir." Costance Foster: "Sevgi bizi zamanın yıkımından koruyan yıkılmaz bir kaledir" Freud: "Yasam belirtisinin kökeninde duygulanma; duygulanmanin da temeli asktir" Geraldy: "Erkeğin yaradılışında sevmek yoktu. Ona aşkı öğreten kadındır" Geothe: "Sevilenin kusurlarını hos görmeyen sevmiyor demektir" Victor Hugo: "Aşk bir deniz, kadın onun kıyısıdır." Holty: "Aşk kulübeyi altından bir saraya benzetir." Albert Hubbart: "Aşk yasamdır deriz, ancak umutsuz inançsız aşk ölümden beterdir." Konfüçyus: "Dinsel erdem, insanlığı sevmekle ola naklidir. Bu sevgi hissi, aileden toplumdan hükümete dek karşılıklı olarak uzamalıdır" Moliere: "Kadınların büyük tutkusu aşkı ilham etmektir. İnsanı aşkın güzellikleri yaşatır." Montaigne: "Aşk utanma ve çekinmenin olduğu yerde vardır." Newton: "Aşk köprü kurmaktır. İnsanlar köprü kuracaklarına duvar ördükleri için yalniz kalirlar." Robert Owen: "Insana karsi sonsuz bir sevgi ve sefkat duyabilmek için dinsel inançlardan kurtulmak gerekir." Oscar Wilde: "Erkekler kadınların ilk aşkı, kadınlar da erkeklerin son aşkı olmak ister." Voltaire: "Aşk bir tablodur, onu doğa çizmiş ve hayal süslemiştir. Tanrı kadınları erkekleri evcilleştirmek için yarattı." Mark Twain: "Hiç kimse uzun süre evli kalmadıkça gerçek aşkın ne olduğunu anlayamaz." Cenap Sehabettin: "Kadın olsun, kitap olsun cildine aldanmayıp içindekilere bakılmalıdır." Stendal: "Aşk, coşku ve tutku olduktan sonra insan hiç sarsılmaz, bunlar olmayınca yasam neye yarar" Seneca: "Yalnız akilli bir insan sevmesini bilir. Sevip de yitirmek, sevmemiş olmaktan daha iyidir." Schiller: "Ey aşk, güzel ve kısasın... Aşk insani birliğe, bencillik yalnızlığa götürür." Madame De Scudery: "İnsan sevmeye başladı mi, yasamaya da baslar." Shakespeare: "Değişiklikle karsılaşınca değişen aşk, aşk değildir... Aşk gözle değil ruhla görülür." J. J. Rousseau: "Aşk mutluluğunu evlendirdikten sonra da sürdürebilseydik, dünya cennet olurdu. Duygulu gönüller sevginin her türlüsü için duygulu değil mi?" Pascal: "Aşk iradenin ereğidir. Her çeşit dışsal emir ve baskılardan çok usa uymak gerekir. İradenin ereği olan bu aşktan başlayıp tutkuda sona eren bir yasam mutludur. Bunlardan birini seçmem gerekse 'aşk’ı yeğ tutarım. Biz aşk karakteri ile doğarız. Aşk ruhumuz yetkinleştikçe gelişir ve bizi güzel görünen şeye sürükler. Bundan sonra artık bizim bu alemde sevmekten başka bir şey için var olduğumuzdan kim kuşkulanır? ... Aşkın konusu güzelliktir ve insan evrenin en güzel nesnesi olduğu için dışarıda aradığı bu güzelliğin örneğini kendi içinde bulması gerekir. Bu itibarla insan ancak kendisine benzeyeni ve olabildiği kadar kendisine yaklaşanı sever. Sevmeye başlayınca eskisinden bambaşka bir insan olduğumuzu anlarız. AŞKTAN SÖZ EDE EDE İNSAN AŞIK OLUR...
  23. Seviyorum seviyorum da senden hiç haber yok Yanıyor ağlıyorum da senden çıt yok Eriyorum görüyorsun ama sıcaklığından eser yok Hemen hemen bitiyoruz ama senden hiç adım yok Aşk ne demek aşktan yanmak ne demek Kenarından bile geçmiyorsun Öğretemedim sana,senden öğrendim Savaşmak ne demek Bir anım olsa o an ahım tutsa Yine istemem incinme sen Bir hayal kursam içine seni koysam Hiç gitmesen....
  24. Senyour şurada bir blog başlığı gönderdi: Senyour's Blog
    1)yeni başlayanlar için ankara aştidir. 2)soğuğun içine işlediği anda başını kaldırıp etrafta denizi aramaz isen kolay alışırsın.ankara da deniz yoktur. deniz kenarında bir kentte bir şekilde bulunmuşsan,denizi seviyorsan, ankara yı kısa vadede sevemeyeceksin, hiç kasma. yine de çeneni kapa 3)ankara iyi güzel de denizi yok abi bea kabilinden düşüncelerini kendine sakla,bu muhabbetleri defalarca kez duymuş olan ankaralılar pek sevencen davranmazlar,sıcak yaklaşmazlar. baygınlık verirsiniz. yapmayın etmeyin gözünüzü seveyim. 4)ankara yı istanbul ile, izmir ile kıyaslamaya kalkmayın, bu da sevilmez,hele izmir karşılaştırması tiksinti yaratır. yok kordon vardı yok çiğdem vardı bilmemne..gölbaşı nda denize dökerler adamı allahama.. 5)ankara da kış soğuk geçer. rüzgarı keser, ayazı süründürür. kalın giyinin,bere ve eldiven edinin; öğlen dışarı çıkıyorsanız ve geç saatlerde dışarda bulunmanız gerekecekse havaya aldanmayın.coğrafya dersinde karasal iklim için neler söyler dinizonları hatırlayın. ya da en iyisi bir gece iliklerinize kadar üşüyün, sonra gece-gündüz sıcaklığı arasındaki büyük farklı anlayın. 6)çinçin mahallesi denilen yere gece gitmeyin. gündüz de gitmeyin. illa gidecemben gezerim görürüm hoplarım zıplarım diyorsanız, en fiyakalı, en pahalı giysilerinizi giyin, telefonunuzu boynunuza asın öle gidin. 7)ankara da deniz yoktur. alışın 8)elektronik malzeme, korsan cd falan arıyorsanız Kızılay da vakit kaybetmeyin,teknosa arayıp kazık yemeyin, maltepe pazarı nı öğrenin(yıktılar artık yok). ben öğrenciyim abi sözünü motto bilin, her alışverişte işe yarar. 8)öğrenciyseniz, kendi evinizde kalacaksanız, bir şekilde itfaiye meydanı na gidin, dibine kadar araştırın, az parayla süper ev nasıl döşenir görün. ya da beni çağırın göstereyim. 9)atakule de bir halt yok, boşuna meraklanmayın, çankaya ya sırf atakule için tırmanmayın.ha eğer ben illa bozkır manzarası görecem edecem diyip de gidecekseniz, hemen aşağıdaki botanik parkına da uğrayın. 10)ankara da deniz yoktur. deniz aramayın. 11)metro ya girin, kaybolun, ama alışveriş yapmayın. 12)odtü, bilkent, hacettepe yahut başkent üniversitesi öğrencisi otobüs ve servisi tercih edin. eskişehir yolunun her sabah yaşadığı tıkanıkta tuzunuz bulunmasın. sizin yüzünüzden sınava geç kalmayayım. lütfen. 13)banliyo trenleri güvenlidir, çekinmeyin kullanın. 14)sincanlı ezik büzük gençlerle muhatap olmayın. 15)kaybolursanız kimseye asla ve kat a yol sormayın.sorduğunuz her yüz kişiden kırkı gitmemeniz gereken yönü, otuzu bambaşka bir tarafı gösterir, kalan otuz da bilmiyorum abi ben buraların yabancısıyım der.karanfil sokak ta sağlık bakanlığı nerede diye sorarsınız, adamı kocatepe camii ne çıkarırlar, yapmadıkları şey değildir.harita edinin. 16)odtü lü değilseniz, odtü kampüsüne girmeniz, ısrarcı iseniz, risk alın ve güvenpark tan kalkan odtü minibüslerinden birine binin, kampüse girişte kimlik soran görevli minibüse girdiğinde, kendinizden emin bir şekilde adamın gözlerine sen benimkim olduğumu biliyor musun bakışı atın. işe yarayabilir. (sonrası gelen düzenleme: ne yaparsanız yapın, gerekirse ormana dalın girin ama kimlik diye topkek ambalajı, kupa sekizlisi göstermeyin) 17)ankara da deniz yok. yok ulan işte, yok! 18)ulus pek sevilen bir yer değildir. eski meclis binasının burada bulunmasıulus u güzel kılmaz. zamanla göreceksiniz ki, ulus u hiçbir şey güzel kılmaz, kılamaz;olabilemez. ulus tan ve arka sokaklarından uzak durun. 19)en popüler buluşma mekanları olan kızılay gima yı ve dost kitabevini ni öğrenin. 20) tunalı hilmi caddesi demeyin. ankaralılar -muhtemelen hilmi nin güzel bir isim olmadığını düşünüyor olduklarından direkman tunalı derler. siz de tunalı diyin. 21)ankaragücü taraftarı çirkef ve kalabalık, gençlerbirliği taraftarı az sayıda ve enteldir. kalabalık bir ankaragücü taraftar grubu görürseniz sakının. laf atarlarsa karşılık vermeyin.tek kişi bile olsa, iki dakika içersinde sürüyle adam toplayıp peşinizden koşturabilir. büyükşehir belediyespor un taraftarı yoktur, olduğunu iddia eden olursa gülün geçin. nanik yapın. 22)"boş yere ağlama, kalbini bağlama, ankara kızlarına" şarkısını öğrenin, sık sık söyleyin. 23)ankara da en güzel mevsim sonbahardır. tadını çıkarın. 24)trafikte taş düşemez ama milletvekili çıkabilir. kırmızı ışıkta sizi bekletebilir. hazırlıklı olun. 25)gazi üniversitesi nin iibf dışındaki bir fakültesine gidecekseniz temkinli olun, eli tespihli takım elbiseli tiplerle saçınız, sakalınız, küpeniz üzerine bir konuşma yapmaya hazır olun. adamlarla papaz olmayın. 26)gece ondan on birden sonra sokaklarda kimseciklerin kalmaması normaldir,kimyasal bomba neyin atılmamış, insanlar sığınağa kaçarcasına bir anda ortalıktan kaybolmamışlardır, olağan bir durumdur bu. sakin olun, panik yapmayın. 27)cadde ortasında düğün dernek görürsen şaşırma, bilmediğin ankara havalarındada oynama 28)nerde olursanız olun aşağıya doğru indiğinizde kızılaya çıkarsınız. Pek çok yere yürüyerek gidebilirsiniz, kaybolmak gibi bir şansınız yoktur, bunu unutmayın. "aha nerdeyim lan ben?"dediğinizde ulustasınızdır, panik yapmaya gerek yok, bentderesine doğru gitmediğinizden emin olduktan sonra, hızla metroya ulaşabilirsiniz, üzelerin biraz aşağısındadır. büyük tiyatroyu sorup, entel görünümüne girmeyin, itfaiyeciler çarsını sorun, kimse sizi kandırmasın. samanpazarı da olabilir. ulus dışında ankarada hiçbir yerde absürd bir durumla karşılaşmazsınız. 29)etrafınızda, gözünüzü nereye çevirdiyseniz bir robocpa çarptıysa kızılaydasınız demektir., eylem yapılacak anlamındadır bu. korkmayın. yine, bir avuç eylemci için 4 otobüs robocop, çevik kuvvet inmiştir. bu kadar polisi nereye göndersin kardeşim bu devlet?! mantığıyla öyle bakınır dururlar o polisler. 30)ssk işhanı ve sakarya alkol mekanlarıdır. en berrbat birahenlerden tutun meyhane ve club ortamlarının hepsi vardır oralarda. 31)ankarada güz bambaşkadır. özellikle, kalabalığı seviyorsanız, yüksel caddesinde, tenhalığı seviyorsanız, bahçeli 7. cadde hariç her caddesinde ve tandoğanın ara sokaklarında turlarsanız, bir aylığına bu şehri sevebilirsiniz belki. 32)onun dışında bürokrasi hemen her zman kendisini hissettirir de bir tek sakarya caddesine uğramaz gibi gelir bana. 33)ankara melankoliktir, ekim güzeldir. 34)ankaraya geldik laila ya gidelim diye gazlara geldiyseniz 1 şişe viski için 300 milyon, bir bira için 20 milyon gibi fiyatlara hazırlıklı olun. 35)armada ile migros alışveriş merkezi eşittir ama migros alışveriş merkezi biraz daha eşittir. 36)bilkente yolunuz düşerse marakesh e uğrayın. 37)metroya binerken her zaman ve her zaman, mutlaka inenlere yol verin. inen ve binenlerin toplu çemkirmelerine maruz kalmayın. 38)metro ve ankaray karıştırmayın.ikisi de kızılay da kesişir; ankaray aşti ye gider, metro ise akköprü* ve batıkent tarafına. 39)kar-buz çok olur lütfen dikkatli adımlarla yürüyün. 40)ankaradaki yürüyen merdiven adabında acelesi olmayan vatandaş sağda dursun diyebir kural yoktur. yürüyen merdivene binecekseniz durun zira merdiven zatensizin için yürümektedir. 41)kavaklıdere, ayrancı mevkilerine belediye otobüslerine bindiğinizde fark edeceksiniz ki otobüsün yaş ortalaması 65-70 civarlarındadır.korkmayın takım elbiselerle otobüsebinmenize gerek yok herkes öyle biniyor diye. 42)genelkurmay önünde ayakkabınızı bağlamak üzere durmayın. makinalı tüfek doğrultuyorlar. 43)hocam"a alışın, bu lafı duyunca kendinizi hoca gibi hissetmeyin. bir ankara klasiğidir, özellikle üniversite kampüslerinde güvenlik görevlileri öğrencilere, taksi şoförleri güvenliğe, büfeciler büfecilere, kısaca herkes herkese hocam der. ayrıca taksi şoförü üniversiteli olduğunuzu anladığı anda hocam diye hitap eder size. hoca değilsiniz, ankaralısınız. 44)eğer yere tükürür veya otobüste yellenirseniz kimse birşey demez, ama ters yöne girerseniz ya da yanlışlıkla metronun inme >platformundan binerseniz (ki ankaray dan metro ya geçecekseniz tüm oklar inme platformunu gösteriyor)küfür yersiniz. garip prensipleri olan bir şehirdir. 45)dost deyince konur sokak taki dost kitabevi değil, karanfil deki anlaşılmalı.aman ha, arkadaşınızı fıtık edersiniz sonra yanlış yerde bekleyip. 46)aoç belediye başkanının insafına bırakıldı ya da bırakılması kuvvetle muhtemel.bozulmadan son bir kez gidip görün. kokoreç yiyin. şençam köftesinden tırtıklayın.dondurma tüketin. çiçekçileri gezin. 47)radyo odtü çok hoş bir kanaldır. frekansı 103.1 dir. haftaiçi sabahları modern sabahlar olur güzeldir. 48)harikalar diyarı, zart zurt gölü ankaranın tarihi yerleri değildir. aldanmayın. 49)odtüden bahçeliye giderkenki yolun ortasındaki gökkuşağı adlı yapının ne ayak olduğunu sormayın boşuna. bilene rastlamadım. 50)izmirliler, istanbullular diğer bütün vatandaşlar gibi kardeşimizdir ama gelip de"buranın denizi yok, akşamları dolmuş olmuyor, istanbulun gözünü seveyim,ne modern şehirmiş meğer "bik bik bik" diye trip atanlar sevilmezler pek. yoksa istanbul, izmir şahane şehirlerdir itirazımız yok. 51)kızılaydaki yapı kredi binasındaki leyleklerin niye birinin yan yan farklı frekanslarda çırparak uçtuğu üzerine kafa yormayın. biz yorduk yararını görmedik.
  25. Senyour şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Güncel Konular
    Türkiye Cumhuriyeti Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin, PKK tarafından kaçırılan ve sonra bazı girişimlerle serbest bırakılan askerlerin kurtulduklarına sevinemediğini söylemiş, ölselerdi de rehin düşmeselerdi demeye getirmiştir. Şahin Bakan’ın son derece münasebetsiz sözleri karşısında dili tutulan Genç Siviller olarak bilgi edinme hakkımızı kullanıyor, Adalet Bakanlığı’na aşağıdaki sorularımızı yöneltiyoruz."Adalet Bakanı Sayın Mehmet Ali Şahin'in kayıp askerlerle ilgili açıklamasını okudum. Uzun ve mutlu bir yaşam sürmek isteyen sağlıklı bir yurttaş olarak Sayın Adalet Bakanı'nın patolojik bir sorun olan nekrofilya (ölüsevici) eğilimleri olup olmadığı bilgisini tarafıma iletmenizi bilgilerinize arz ederim." "Adalet Bakanı Sayın Mehmet Ali Şahin'in kayıp askerlerle ilgili açıklamasını okudum. Sayın Bakanın ŞAHİN soyadını alma sebebini ve kaç nesildir soyadının şahin olduğu bilgisini bakanlığınızdan talep ediyorum." "Adalet Bakanı Sayın Mehmet Ali Şahin'in kayıp askerlerle ilgili açıklamasını okudum. Daha önceki bakan Cemil Çiçek'in de benzer açıklamaları olmaktaydı. Ödediğim vergilerle çalışmalarını sürdüren bu bakanlığın makam koltuğuna oturanlarda şoven eğilimler görülmesine neden olan bir manyetik alan ya da büyü olup olmadığı bilgisini sizden rica ediyorum" "Adalet Bakanı Sayın Mehmet Ali Şahin'in kayıp askerlerle ilgili açıklamasını okudum. Türk askeri etten kemikten değil midir? Türkler esir alınamaz, ancak ölü ele geçirilebilirler mi demek istemektedir.” "Adalet Bakanı Sayın Mehmet Ali Şahin'in kayıp askerlerle ilgili açıklamasını okudum. Kendisi böyle bir durumda kalsa intihar mı ederdi, eğer bunu beceremezse kurtulduktan sonra intihar etmeyi tekrar düşünür müydü?” "Adalet Bakanı Sayın Mehmet Ali Şahin'in kayıp askerlerle ilgili açıklamasını okudum. Kendisi sevinememiş ama, 8 askerin aileleri "ne yazık ki" oğullarına kavuşmanın sevincini yaşıyorlar. Bu durumda, ailelere de vatana ihanetten soruşturma açmayı düşünüyor musunuz?” "Adalet Bakanı Sayın Mehmet Ali Şahin'in kayıp askerlerle ilgili açıklamasını okudum. PKK ile çarpışan askerlerimize esir düştükleri taktirde harakiriyi nasıl yapacakları konusunda eğitim veriliyor mu? Eğer etrafları çevrilmiş durumda iken mermileri de bitmiş ise ne şekilde intihar edebilirler. Bunun için yanlarında kama, zehir, ip gibi intihar araçları mevcut mudur?” “Adalet Bakanı Sayın Mehmet Ali Şahin'in kayıp askerlerle ilgili açıklamasını okudum. Bu açıklamayla annelerin gözyaşlarına bakmayan bir bakan olduğunu gösterdi. Sayın bakan etrafına buz gibi bakarken ‘adalet’ e nasıl bakar? İstifa etmezse en azından eskisi gibi spordan sorumlu ‘devlete bakan’ olmak ister mi? gerekli bilgiyi tarafınızdan rica ediyorum.” “Adalet Bakanı Sayın Mehmet Ali Şahin'in kayıp askerlerle ilgili açıklamasını okudum. Evlatlarına kavuşan insanların gözünün içine baka baka ölümü bu kadar fütursuzca savunabilen bir adalet bakanının dağıtacağı adaletten KORUNABİLMEK için hangi makama baş vurmamız gerekmektedir?” Adalet Bakanı Sayın Mehmet Ali Şahin'in kayıp askerlerle ilgili açıklamasını okudum. Acaba adalet sistemimizin PKK’dan daha acımasız olacağını düşündüğü için mi keşke ölselerdi demeye getirdi. Bilgilerinize arz ederim.” "Adalet Bakanı Sayın Mehmet Ali Şahin'in kayıp askerlerle ilgili açıklamasını okudum. Sayın bakan, kaçırılan askerler eve dönüş yasasından faydalanabilecek midir?" www.gencsiviller.com dan alıntıdır........

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.