Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Senyour

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    975
  • Katılım

  • Son Ziyaret

  • Lider Olduğu Günler

    1

Senyour tarafından postalanan herşey

  1. İslâmiyet kadına pek büyük bir mevki ve şerefli bir makam vermiştir. Cenab-ı Hakk bir ayet-i kerime de “Ana-babanıza öf bile demeyin” (İsra Sûresi, 28) buyurmuştur. Efendimiz Hazretleri de, “Cennet anaların ayakları altındadır,” (Suyûtî, el-Camiü’s-sağir, 3642) buyurmakla validelere çok büyük bir makam vermiştir. Bu münasebetle, İslâm’da kadın-erkek eşitliği olmadığı şeklindeki itirazlara kısaca temas edelim: Cenab-ı Hakk sonsuz hikmetler sahibidir. Mahlukatını, hikmetinin iktizasına göre, istediği gibi yaratır. Bazısına diğerinden farklı kabiliyetler ve meziyetler verir. Hiçbir mahlukun, bu hüküm ve iradeye müdahale etmeye hakkı yoktur. Allah, erkekler ile kadınları her yönden eşit yaratmamıştır. Bu iki cinsi her cihetle eşit kılmaya çalışmak ancak fıtratı değişmekle mümkündür, bu ise muhaldir. Erkeğin ve kadının mahiyetleri bir çok cihetle farklılık gösterir. “Hüküm çoğunluğa göre verilir” kaidesinden hareketle şöyle diyebiliriz: Erkekler, “güç ve kuvvette, teşebbüs kabiliyetinde, cesarette”, kadınlar ise, “şefkatte, hassasiyette, vefa ve sadakatte” daha ileridirler. Gerek kadının gerek erkeğin birbirinden üstün tarafları vardır. Aile çatısı altında, her iki tarafın üstün meziyetleri birleştirilir ve böylelikle ailenin ihtiyaçları yanında, saadeti de temin edilmiş olur. Erkeklerin güç ve kuvvet yönünden daha ileri olmaları sebebiyle, Cenab-ı Hakk, ailenin sorumluluğunu, birinci derecede, erkeklere yüklemiştir. Erkekleri, kadınların ihtiyaçlarını yerine getirmek, onları maddî ve manevî her tehlikeden koruyup gözetmekle mükellef kılmıştır. Bu hakikat şu ayet-i kerimede açıkça beyan buyurulmuştur; “Erkekler kadınlar üzerine yönetici ve koruyucudurlar. Çünkü bir kere Allah bazılarını diğerlerinden üstün kılmıştır. Bir de erkekler mallarından (kadınlarına) nafaka verirler. Onun için iyi kadınlar, itaatkardır. Allah onları (kocalarının himayesine vermekle) koruduğu gibi, onlar da gaybı (namuslarını ve kocalarının mallarını) korurlar.” ( Nisa Sûresi, 34) İslâmiyet erkeğin kadına karşı yaptığı bu ihsanlara karşı kadına da kocasına karşı itaati vacip kılmış ve bu itaati ibadet saymıştır. Bu ayet-i kerime bir taraftan erkeklerin hakimiyetini, diğer taraftan da kadınların kıymet ve faziletini ders veriyor. Şu var ki, aile reisi olmak başkadır, Allah katında üstün olmak daha başkadır. Kur’an-ı Kerime göre, üstünlüğün ölçüsü cinsiyet değil takvadır. Takva ise en kısa ifadesiyle, Allah’tan korkmak, günahlardan sakınmak, Onun razı olmadığı hareket, tavır, hal ve sözlerden uzak durmak, Onun rızasına ermeyi en büyük maksat bilip, bunu kaybetmekten son derece korkmaktır. Aile içindeki nizam ve ahengin devamı için erkeğin aile reisi olması ve kadının da ona itaat ile mükellef kılınması zarurîdir. Mutlak eşitlik bu itaati kırmakla ailedeki nizamı bozar; huzur ve saadeti mahveder ve çoğu zaman boşanmalara yol açar. Kadının erkeğine itaati ne kadar lazım ise, erkeğin de kadının hak ve hukukunu gözetmesi o kadar vaciptir. Buna göre İslâmiyet’te “kadınların erkeklere esir oldukları” iddiası tamamen batıldır. Aksine İslâm’da kadın erkekten daha fazla zevk ve sefa imkanına sahiptir. Zira İslâm, erkeği kadının nafakasını temin ile mükellef kılarken, kadını bundan muaf tutmuş, bunun yerine kadına en zevkli bir vazife olarak “çocuk terbiyesini” vermiştir. Bunun içindir ki, Allah, şefkat hissini kadınlara, erkeklerden çok daha fazla lütfetmiştir. Bugün kadın hürriyeti diye ortaya atılan şeyler, kadınların ancak sefahate düşmelerini ve sefaletlerini netice vermiş, izzetlerini zillete çevirmiştir. İslâmiyet ise onların iffet ve namuslarını muhafaza altına almakla, şeref ve haysiyetlerini korumuştur. Bazı çevreler, İslâm’ın örtünme emrini kadının hürriyetinin kısıtlanması şeklinde takdim ediyorlar. Öncelikle şunun bilinmesi gerekir: Kadınların örtünmeleri bütün semavi dinlerin ortak hükmüdür. Rahibelerin örtünmeleri bunun açık bir delilidir. Öte yandan, örtünme sadece kadınlar için değil, bütün insanlar için fıtrî bir vazifedir. Hiçbir millette erkeklerin veya kadınların çıplak olarak gezdikleri görülmez. Ancak örtünmenin sınırında münakaşa vardır. İslâmiyet’e göre kadın, yabancı erkeklerin şehvetlerini tahrik edecek bütün azalarını örtmekle yükümlüdür. Böylece, dünyada haysiyet ve şerefini, ahirette ise ebedi saadetini kurtarmış olur. Öte yandan, kadınlar, İslâm’ın men ettiği şekilde açılıp saçılmakla, erkekleri günaha sokmakta ve “sebep olan işleyen gibidir,” hükmünce, onların günahlarının bir katı da kendilerine yazılmaktadır. İslâm, örtünme emriyle kadınları bu tehlikeden de muhafaza etmiş olur.
  2. Hoşgeldin Foruma burdan hersey güzel görünüyor umarım ordan da öyle olur umarım dunyanda bizede yer vardır ki dunyamda cok yer var sana
  3. cok ama cok tsk ederim arkadaslar biraz gec gördüm kusuruma bakmayin ama ancak pastayı yapabildim paylasabilmek icin sizinle ve dilegimi tuttum demessemi size ...diyim hepinizin istediginiz herseyin olması dilegim....
  4. Pamela
  5. Neyleyim üc günlük ömrümü Bu gönül sensiz hic güldümü Sevgilim önüme ölümü Sunsan ben icerim kendimden gecerim Senin icin senden vaz gecerim Sunsan ben icerim kendimden gecerim Senin icin benden vaz gecerim Ben yagmuru gözlerinde Bülbülü dillerinde Günahi bedeninde Taniyipta sevmisim Dönmüyor yedi cihan Esirin olmus zaman Sarabi dudagindan Icip öyle sevmisim Seni öyle sevmisim (sardunyam ablama hitaben sayende dedim ona ablam )
  6. ablacım ya bilmem mi o sarkıyı ayıpsın hatta mazisi bile var hatta onu sana söylerim bi gün
  7. tskler ablacım kimin kardesiyim ki ben isin ilginci Keman calmayı daha cok istiyorum ama hem keman hem nasıl dicem o ayrı ablam sana bi gun cem karacadan sende basını alıp gitme sarkısını söylicem
  8. benim ablam hep güzeldir sesim güzel abla ama gitar calamıyorum
  9. söylenenlerin hep lafta kalması... az iş cok laf (tam tersimi olcaktı ne )
  10. Kaymaklı könefe öyle bisi yok allahım .. hele hatayda yemissen hatayamı gitsem
  11. Tarih boyunca terörün ve anarşinin şiddetlendiği dönemler olmuş ve tüm insanlığı tehdit eden bu soruna çözüm bulabilmek için çeşitli öneriler ortaya atılmıştır. Terör ve anarşi belaları ile topyekün bir mücadele başlatılması konusunun en çok üzerinde duran kişilerden biri de büyük İslam alimi Bediüzzaman Said Nursi'dir. Bediüzzaman bunun için öncelikle yapılması gereken şeyin din ahlakının insanlar arasında yaygınlaşması için çaba gösterilmesi olduğunu anlatmış ve çeşitli tavsiyelerde bulunmuştur. Bediüzzaman Said Nursi'nin hayatı dünya tarihinin köklü değişiklikler yaşadığı bir döneme rastlar. I. Dünya Savaşı Bediüzzaman'ın hayatında önemli bir yer tutmaktadır. Üstad, Osmanlı'nın çöküşüne ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş aşamasına çok yakından şahit olmuştur. O, Rusya'da komünizmin bir ihtilalle başa geçişine, dünya devletlerinin Birinci ve İkinci Dünya Savaşları'nın içine sürüklenişine ve Türkiye Cumhuriyeti'nin bu süre zarfında yaşadığı zor dönemlere tanıklık etmiştir. Bediüzzaman yaşadığı dönemde gerçekleşen tüm olayları çok detaylı olarak tahlil etmiş ve siyaset sahnesinde gelişen her olayı Kuran ayetleri doğrultusunda değerlendirmiştir. Onun bu özelliğini tüm eserlerinde ve her sözünde görmek mümkündür. Din ahlakından uzaklaşmanın bir toplumu ne kadar büyük bir tahribata uğratacağına, Müslümanların birlik olurlarsa dinsiz ideolojilere karşı büyük bir başarı elde edeceklerine hemen her sözünde değinmiştir. 1 sözüyle İslam dininin terör ve şiddete bakış açısını en güzel şekilde ifade etmişti. Bütün hayatını da bu bakış açısını insanlara anlatmakla geçirmişti. Üstad bir sözünde "Madem iman hizmetinde tam ihlasla, anarşiliği durdurmakla, asayişi muhafaza etmekle sabır ve tahammül gerekir. Ben de bunun için rahatımı, haysiyetimi feda ediyorum. Onları da helal ediyorum."2 demiş, anarşi ve terörle mücadelenin iman edenlerin üzerine yüklenen önemli bir sorumluluk olduğunu, bu mücadelenin sabır ve tahammül gerektirdiğini ifade etmiştir. Bizler için Bediüzzaman'ın tecrübeleri ve birer rehber niteliğindeki sözleri çok değerlidir. Bu nedenle tüm hayatı boyunca, Kuran ahlakındaki sevgi, barış ve huzur dolu dünyayı tesis etmek için çaba göstermiş olan bu kıymetli insanın her açıklaması üzerinde dikkatle düşünmemiz gerekir. Bediüzzaman Terörün Ancak Sevgi İle Çözülebileceğini Söylüyordu Bediüzzaman'ın açıklamalarında öncelikli olarak dikkat çeken yön, insan sevgisi ve insan hayatına verilen önemdir. Bu, Kuran ahlakının insana kazandırdığı bir güzelliktir. Bediüzzaman da bir sözünde bunu şu şekilde ifade etmiştir: Kuran-ı Hakim'den aldığımız hakikat dersi şudur ki: Evde, yahut bir gemide, bir masum, on cani bulunsa, Kuran'ın adaleti, o masumun hakkına zarar vermemek için, o evi, o gemiyi yakmayı men ettiği halde, on masumu bir tek cani yüzünden mahv için, o ev, o gemi yakılır mı? Yakılırsa en büyük zulüm, en büyük hıyanet ve gadir olmaz mı? Bu sebeple, güvenliği ihlal yolunda yüzde on cani yüzünden doksan masumun hayatını tehlikeye ve zarara sokmayı ilahi adalet ve Kuran gerçeği şiddetle men ettiği için, biz bütün kuvvetimizle bu Kuran dersine uyarak güvenliği korumaya kendimizi dinen mecbur biliriz… 3 Üstad yukarıdaki sözünde insan hayatının ne kadar önemli olduğunu, tek bir insanın hayatı korumak için her türlü fedakarlığı yapmak gerektiğini, aksinin çok büyük bir zulüm olacağını bildirmiştir. Müslüman dünya üzerindeki tüm insanların güvenliğini, huzurunu sağlamayı, hoşgörülü ve sevgi dolu bir dünyada yaşamalarını ister. Bu, ona yükletilen bir sorumluluk, Allah'ın bildirdiği bir emirdir. Bunun için de din ahlakının yayılması için tüm imkanlarıyla gayret eder, insanların güvenliğini bozacak her türlü zorbalığa engel olmak için ellerinden geleni yaparlar. Anarşi ve terör insanı adeta bir canavara dönüştürürken, İslam ahlakının yaşandığı ortam cennet benzeri olur. Bediüzzaman bunu bazı sözlerinde şu şekilde belirtir: ... Bir Müslüman İslamiyet dairesinden çıksa, İslam dininden döner ve anarşist olur, sosyal hayat için zehir hükmüne geçer. Çünki anarşi hiçbir hakkı tanımaz, insaniyet güzel huylarını canavar hayvanların ahlakına çevirir. 4 Hakiki bir Müslüman, samimi bir mü'min hiçbir zaman anarşiye ve bozgunculuğa taraftar olmaz. Dinin şiddetle menettiği şey fitne ve anarşidir. Çünkü anarşi hiçbir hak tanımaz. İnsanlık güzel huylarını ve medeniyet eserlerini canavar hayvanlar ahlakına çevirir. 5 Bediüzzaman din ahlakının anlatılması ile insan sevgisini bilmeyen, hoşgörüsüz, uzlaşmaz ve saldırgan kimselerin dahi kalplerinde büyük bir aşk ve muhabbet oluşacağını, bu Allah sevgisinin ise insanları her türlü zorbalıktan uzak tutacağını bildirmiştir. Müslümanın görevinin de, insanlarda bu sevgiyi oluşturmak için dinin güzelliklerini ve Kuran hakikatlerini anlatmak olduğunu vurgulamıştır. Üstad bir sözünde, yazdığı Nur Risaleleri'nin bu görevi yerine getirdiğini şöyle vurgular: Evet, Risale-i Nur hak ve hakikata dayanan, delil ve ispata dayanan iman ve Kur'an hakikatlarını, zamanın anlayışına uygun, cem'iyetin kabul etme tarzına uygun, çekici bir üslûb ve kolay açıklamasıyla isbat ve izah eylemesi ile milyonlarca insanın iman ve inancını tahkiki yaparak, ruhlarda İslami aşk ve muhabbeti uyandırmak suretiyle anarşizmin belirtisi olan dinsizlik ve ahlaksızlığa karşı manevi bir sed tesis eylemiştir. Evet ruhlarda, akıl ve kalblerde tesis edilen mukaddes ideal ve gaye birliği, iman aşk ve muhabbeti, yıkılmaz bir kuvvet, aşılmaz bir sed hükmünde manevi bir etki meydana getirmektedir. 6 Kuran Ahlakının Yaşanması Terörle Mücadelede En Önemli Noktadır Bediüzzaman terör ve anarşi ile mücadelede en önemli noktanın din ahlakının yaygınlaşması olduğunu her fırsatta dile getirmiştir. Bu sözlerinden birinde şunları ifade eder: Hem her bir şehir kendi halkına geniş bir hanedir. Eğer ahiret inancı o büyük aile fertlerinde hükmetmezse; güzel ahlakın esasları olan ihlas, samimiyet, fazilet, hamiyet, fedakarlık, Allah'ın rızası, ahiret sevabı yerine kötü niyet, menfaat, sahtekarlık, kendini beğenmişlik, yapmacık hareket, riya, rüşvet, aldatmak gibi haller meydan alır. Zahiri güvenlik ve insaniyet altında, anarşistlik ve vahşet manaları hükmeder; o şehir hayatı zehirlenir. Çocuklar haylazlığa, gençler sarhoşluğa, güçlüler zulme, ihtiyarlar ağlamağa başlarlar. 7 Bediüzzaman'ın da vurguladığı gibi, din ahlakının yaşanmasıyla pek çok güzel ahlak özelliği ortaya çıkarken, dinden uzak bir toplumda her türlü sahtekarlık, zorbalık, anarşi, vahşet ve terör gelişir. Yardımlaşma, fedakarlık, dürüstlük gibi meziyetler ortadan kalkar. İnsanlar sadece kendi çıkarlarını düşünür, sadece kendi rahatlarını kollar, sadece kendi menfaatleri için çalışır hale gelirler. Ancak dinin yaşanması toplumda çok büyük bir dayanışma, kardeşlik ve dostluk oluşmasına vesile olur. Bediüzzaman aynı sözünün devamında, din ahlakının bir topluma ve aile hayatına kazandırdığı güzellikleri şu şekilde örneklendirir: Buna kıyas olarak, memleket dahi bir evdir ve vatan dahi bir milli ailenin evidir. Eğer ahiret inancı bu geniş evlerde hükmetse, birden samimi hürmet ve ciddi merhamet ve rüşvetsiz muhabbet ve yardımlaşma ve hilesiz hizmet ve birlikte yaşanılanlar ve riyasız ihsan ve fazilet ve benlik verilmeyen büyüklük ve meziyet o hayatta gelişmeye başlarlar. Çocuklara der: "Cennet var, haylazlığı bırak." Kur'an dersiyle vakar verir. Gençlere der: "Cehennem var, sarhoşluğu bırak." Aklı başlarına getirir. Zalime der: "Şiddetli azab var, tokat yiyeceksin." Adalete başını eğdirir. İhtiyarlara der: "Senin elinden çıkmış bütün saadetlerinden çok yüksek ve daimi bir ahirete dair saadet ve taze, ebedi bir gençlik seni bekliyorlar. Onları kazanmağa çalış." Ağlamasını gülmeye çevirir. Bunlara kıyasla, bir bölüm ve bir bütün olarak her kavimde güzel etkisini gösterir, ışıklandırır. İnsanların sosyal hayatıyla ilgili olan sosyologların ve ahlak ilmiyle uğraşanların kulakları çınlasın! İşte ahiret inancının birlerce faydasından işaret ettiğimiz beş-altı örneklerine diğerleri kıyas edilse kesinlikle anlaşılır ki; iki cihanın ve iki hayatın saadete sebep olan yolu yalnız imandır . 8 Yukarıdaki örneklerde de görüldüğü gibi din ahlakı yaşandığında insanlara öğüt vermek, onları kötülüklerden menedip ve doğru yola sevk etmek son derece kolay olur. Bediüzzaman terörün ve anarşinin ancak sevgiyi, hoşgörüyü, barışı, affediciliği, şefkati ve merhameti emreden, insanı her türlü kötülük ve bozgunculuktan meneden Kuran ahlakının yaşanmasıyla yok olacağını sık sık belirtmiştir. Aşağıdaki sözlerinde de Müslümanlara Kuran'ın hakikatlerine sarılmayı tavsiye etmekte ve anarşinin ancak yeryüzünde dinin hakim olmasıyla son bulacağını tekrar vurgulamaktadır: İnsanlığı dehşetli musibetlere uğratan, tehdid eden anarşiliğin bozma ve tahribin tek çaresi ancak ve ancak İlahi, semavi bir dinin ezeli ve ebedi gerçekleridir, gerçek İslam'dır. 9 Şimdi bu zamanda en büyük tehlike olan münafıklık ve dinsizlik ve anarşilik ve maddecilere karşı yalnız ve yalnız tek bir çare var: O da Kuran'ın hakikatlarına sarılmaktır. Yoksa koca Çin'i, az bir zamanda komünistliğe çeviren insanlık musibeti; siyasi, maddi kuvvetler ile susmaz. Yalnız onu susturan Kuran gerçeğidir. 10 12 Bediüzzaman aynı sözünün devamında Risale-i Nur'ların üstlendiği görevi nasıl yerine getirdiğini şu şekilde vurgular: Risale-i Nur sosyal hayata baktığı zaman, bu beş esası kuvvetli ve kutsal bir surette tespit ederek ve sağlamlaştırarak, asayişin temel taşını muhafaza ettiğine delil ise; bu yirmi sene zarfında Risale-i Nur'un, yüz bin adamı vatan ve millete zararsız birer faydalı uzuv haline getirmesidir. 13 Sanat, Marifet ve İttifak Gücü ile Mücadele Etmek Bediüzzaman Said Nursi eserlerinde dinsizlikle, terör ve anarşi ile nasıl mücadele edileceğini de detaylı olarak tarif etmiştir. Bunu da "... Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı san'at, marifet, ittifak silahıyla mücadele edeceğiz...".14 sözleriyle belirtmiştir. Said Nursi'nin bu sözleri insanların dinsizliğe karşı mücadelesinin ne şekilde olacağını anlamak açısından çok önemlidir. Bediüzzaman yukarıdaki sözünde üç tehlikeye dikkat çekmektedir: Cehalet, zaruret ve ihtilaf... İlk tehlikeye karşı, yani cehalete karşı halkın bilinçlendirilmesi son derece önemlidir. Yaşadığımız toplumda insanların büyük çoğunluğu dini bilgiye sahiptir, Allah'a ve dine inanır. Ancak yine büyük çoğunluğu dinin ve manevi değerlerin derinliğine inmez, sadece yüzeysel ve dahası kulaktan dolma bilgilere sahiptir. Dolayısıyla dinin getirdiği güzel ahlakı gerçek manada hayata geçirmesi mümkün olmaz. Bu sebeple cehaletin, yani bilgi eksikliğinin hızla ortadan kaldırılması şarttır. Bediüzzaman'ın dikkat çektiği ikinci tehlike ise zarurettir. İnsanlara, iman dışındaki düşünce ve yaşam tarzları birer "zaruret" gibi sunulmaktadır. Hayatın gerçeklerinden vazgeçilemeyeceği, dini yaşamanın buna engel olacağı öğretilmektedir. Said-i Nursi'nin son olarak dikkat çektiği ihtilaf tehlikesi de bugün mevcuttur. Bugün dünyada insanlar arasında birçok konu ihtilaflıdır. Çoğu zaman fikir birliğine varılamamakta ve pek çok konu tartışmalara, çatışmalara dönüşmektedir. Bu ihtilaf insanların en büyük odak noktası haline gelmekte, güzel ahlak, din ve ahiret tamamen unutulmaktadır. Oysa yapıcı bir yaklaşım ihtilafları kolayca çözer. Aklın ve vicdanın yolu birdir. Bu nedenle bu ihtilafın getireceği kargaşa ve kaos tehlikesine karşı doğrular çok açık bir şekilde ortaya konmalıdır. Bediüzzaman, bu üç tehlikeye karşı önlem alırken göz önünde bulundurulması gereken konuları da sözlerinde vurgulamaktadır. Bu konuların ilki sanattır. İnsanların terör ve anarşiyle yapacakları mücadelede sanat çok önemli bir yer tutmaktadır. Burada "sanat" kelimesiyle pek çok şey kastedilmiştir. Biri, insanların genel olarak Allah'ın bir nimeti ve ayeti olan güzelliğe ve estetiğe düşkün hale gelmesidir ki, bu insan ruhunun kabalıktan ve şiddetten uzaklaşmasını sağlar. Bir diğeri de, sanatın Allah'ın bir nimeti olduğunu bilmek ve buna şükretmektir ki, insanın manevi derinliğini artırır. Bu nedenle Allah'ın çevremizdeki sanatının tüm güzelliğiyle anlatılması çok önemli bir konudur. Sanatçılar bu bilinçle hareket etmeli, dindar insanlar bu bilinçle sanatı sahiplenmelidir. Din ahlakını anlatmak için yapılan her çalışmanın da sanatsal değerlere sahip olması gerekir. Örneğin her türlü yazılı eserde, kullanılan resimlerle, dildeki açıklık ve sadelikle, baskı kalitesiyle dindar insanların üstün sanat anlayışını ortaya koymak son derece önemlidir. Bunun yanında sözlü anlatımdaki hikmet de sanatın bir türüdür. Seçilen kelimeler, kullanılan örnekler, anlatımdaki çarpıcılık ve etkileyicilik karşıda bırakılacak etki açısından çok önemlidir. Dinin güzelliklerini anlatırken anlaşılmaz, karmaşık, kalıpçı ve zor yolu benimseyen yöntemlerin aksine, anlatımdaki sadelik, insanların gerçekleri anlamasına çok büyük bir kolaylık sağlayacaktır. Üstad'ın dikkat çektiği marifet ise "bilgi sahibi olmak" anlamına gelir ve Müslümanların yaşadıkları devrin tüm bilgilerine hakim olmaları gerektiğini ifade eder. Müslüman, Allah'ın insanlar için seçtiği dinin yeryüzündeki temsilcisidir, dolayısıyla yaşadığı devrin bilim, kültür, düşünce, teknoloji gibi farklı alanlarına hakim olmalı, bunları bilmeli ve en iyi şekilde kullanabilecek yeteneğe sahip olmalıdır. Üstad'ın gösterdiği son yöntem olan ittifak ise, tüm insanlığın refahını ve güvenliğini isteyen herkesin yerine getirmesi gereken bir vazifedir. İnananların tüm insanları tehdit eden terör ve anarşi belasıyla mücadele ederken birbirlerine destek olmaları son derece önemlidir. Bu birliği bozmak için yapılacak her türlü girişim de etkinin azalmasına neden olacaktır. 1. Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, Isparta Hayatı, s.2216 /2. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, 2 cilt, s. 200 3. Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, Isparta Hayatı, s.2216/4. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası 2, s. 159 5. Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, Isparta Hayatı, s.2216/6. Bediüzzaman Said Nursi, Bediüzzaman Cevap Veriyor, s. 9-10 7. Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, On Birinci Şuâ, s.964/8. Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, On Birinci Şuâ, s.964 9. Bediüzzaman Said Nursi, Barla Lâhikasi - Takdim, s.1412/10. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdag Lahikasi 2, Mektup No:49, s.1831 11. Bediüzzaman Said Nursi, Barla Lâhikası - Takdim, s.1412/12. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdag Lahikası 2, Mektup No:49, s.1831 13. Bediüzzaman Said Nursi, Şuâlar, On İkinci Şuâ, s.992 /14. Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, On Dördüncü Şuâ, s.1024 (bediuzzamansaidnursi.net ten alıntıdır)
  12. İnananlara okadar hakaretler yapılıyor kutsallarına agızlara alınmayacak sekilde hakaret ediliyor neden inanmayanlar ayrımcılık yapıyor peki... Bizim orda bi söz vardır ; Bana Kör diyenin Bir Gözü ela olsa...
  13. Yazdıgın her harfe her kelimeye her cumleye katılmamak elde diil
  14. Kıskançlık ve Rekabet Müminlerin Gücünü Kırar Bediüzzaman ayrıca müminler arasında yaşanmasının ihtilaf zararlarına da değinmiştir. İhtilaf ve rekabet ne kadar güç kırarsa, ittifak etmenin de o kadar kuvvet sağlayacağını belirtmiştir: ... Gaflete ve dalalete dalanlar ise, aşırı bir sevgiyle bağlı oldukları menfaatlerini kaçırmamak ve menfaat için aşırı bağlılık gösterdikleri, tapar derecesinde sevdikleri reislerini ve arkadaşlarını küstürmemek için, zilletlerinden ve nâmerdliklerinden, hamiyetsizliklerinden; mutlak arkadaşlarıyla, hattâ alçak ve hain ve muzır olsalar dahi, hâlisane ittihad..., hem menfaat etrafında toplanan ne şekilde olursa olsun ortaklarıyla samimane ittifak ederler. Samimiyet neticesi olarak istifade ederler. 7 Said Nursi'nin bu sözlerinden de anlaşılacağı gibi, Allah'a ve ahirete inanmayan insanlar dahi sırf güç kazanmak ve menfaat elde edebilmek için rekabeti bir kenara bırakıp birbirleriyle ittifak edebilmektedirler. Menfaate olan bu düşkünlükleri aralarındaki rekabet ve kıskançlığı bir anda yok edebilmekte ve onları samimi dostlar haline getirebilmektedir. Bu samimi ittifaklarından da umdukları gibi istifade edip, çıkar elde edebilmektedirler. İnkar edenler sırf menfaat için böylesine bir güçle ittifak edebilirken, Allah'ın rızasını kazanmak gibi yüksek bir ideale sahip olan müminlerin rekabet ya da kıskançlık duygularından kurtulamayıp ittifak edememeleri elbette ki söz konusu olamaz. Allah'ın rızasını kazanma konusundaki şevkleri, nefislerinin fısıldadığı kıskançlığı ya da rekabet hırsını rahatlıkla delip geçer. Önemli olan ihtilafın sadece kendilerine değil, aynı zamanda da dine nasıl zarar verebileceğini iyi kavramalarıdır. Bir ayette "Allah'a ve Resûlü'ne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir." (Enfal Suresi, 46) sözleriyle çekişme ve ihtilafın güç kaybına neden olacağı hatırlatılmıştır. Peygamberimiz de "Bir kimse din kardeşinin ayıbını onun hoşlanacağı şekilde örterse, Allah da kendisini dünya ve ahirette hoşnud eder."8 şeklindeki sözüyle Müslümanların her zaman birbirlerinin eksikliklerini tamamlamaları ve hatalarını örtmeleri gerektiğini ifade etmiştir. Aksi durumda aralarındaki manevi birlik ortadan kalkacak ve güçleri gidecektir. Müminlerin güçlerinin gitmesi ise inkar edenlerin gücüne güç katmak anlamına gelir. Hiçbir mümin sırf nefsinin isteklerini tatmin etmek için böyle bir sorumluluğu yüklenmek istemez. Çünkü müminlerin asıl sorumlulukları Kuran ahlakını en mükemmel şekilde yaşamak, bu ahlaklarıyla başkalarına örnek olmak ve onları da dini yaşamaya teşvik etmektir. Açıktır ki kendisi daha kıskançlığı ya da rekabet hırsını yenememiş bir insan, böyle bir sorumluluğu gereği gibi yerine getiremez. Dolayısıyla da müminlerin gücünü kıran ve inkar edenlere güç veren tavırlar gösterir. Bu tavırlar sonucunda kişi etrafına kötü örnek olduğu gibi, ahiret için de ağır bir sorumluluk yüklenir. O nedenle bu tavırlarını hemen terk etmeli ve güzel ahlaka yönelmelidir. Çünkü ihlası ancak bu şekilde kazanabilecek ve Allah'ın rızasına uygun bir ahlaka ancak bu şekilde ulaşabilecektir. Mümine yakışan tavır ise Bediüzzaman'ın da belirttiği gibi "İyilik ve takva konusunda yardımlaşın" ayetine uygun olarak 'müminlerle samimi ittifak etmek' ve ihlası ayakta tutmaktır: İşte ehl-i hakkın bu haksız ihtilaf illetinin merhemi ve ilâcı: " Allah'a ve Resûlü'ne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider… " (Enfal Suresi, 46) âyetindeki Allah'ın şiddetli yasaklaması, " İyilik ve takva konusunda yardımlaşın " (Maide Suresi, 2) âyetinde sosyal hayat için gayet hikmetli olan Allah'ın emir ve prensipleriyle hareket etmek ve ihtilafın İslâmiyete ne derece zararlı olduğunu ve dalalette olanların, hak yolda olanlara üstün gelmesini ne derece kolaylaştırdığını düşünüp, tam bir zaaf ve acizlik ile, o hak yolda olanların kafilesine fedakârane, samimane olarak katılmaktır; şahsiyetini unutmakla iyi yüzlülük ve yapmacık hareketlerden kurtulup, ihlası elde etmektir. 9 Enaniyeti Terk Etmek Bu bölümde bir müminin ihlasını nelerin zedeleyebileceği üzerinde durduk ve nefsin rekabet, hırs, kıskançlık, kendi nefsini müminlerin nefsine tercih etme gibi özelliklerini inceledik. İşte nefsin ihlası zedeleyen bu gibi özelliklerinin hepsinin ardında çok daha büyük ve şeytani bir özelliği yatmaktadır: Enaniyet. Enaniyet, insanın Allah'ın karşısındaki aczini unutarak kibirlenmesi, diğer insanları kendinden aşağı görmesi ve büyüklük hissine kapılmasıdır. Oysa insan çok aciz bir varlıktır. Var olmak ve varlığını devam ettirebilmek için Allah'ın gücüne muhtaçtır. İnsanı yoktan var eden, ona ruh veren, barındıran, yediren, içiren, nefes aldıran ve saymakla bitiremeyeceğimiz kadar çok nimet bahşeden güç, alemlerin Rabbi olan Allah'tır. Bu apaçık gerçeğe rağmen insanın kendisini Allah'tan bağımsız bir varlık olarak görüp, sahip olduğu özelliklerin ya da yeteneklerin kendinden kaynaklandığını sanması elbette ki çok büyük bir yanılgıdır. Gerçekte insanın enaniyet yapabileceği, kibirlenebileceği bir durumu yoktur. Allah'ın dilediği anda insana lütfederek verdiği tüm özellikleri geri almaya kadir olması, bunun en açık kanıtıdır. Güzelliğinden, bilgi ya da becerisinden, zenginliğinden ya da toplum içerisinde elde etmiş olduğu konumundan dolayı büyüklük hissine kapılan insanların, bu özelliklerini herhangi bir sebeple yitirdiklerinde ne hale geldiklerine zaman zaman hepimiz şahit olmuşuzdur. Eğer tüm bunlar kişilerin kendilerinden kaynaklanan mutlak özellikler olmuş olsaydı, bunları yitirmeleri de hiçbir zaman için söz konusu olmazdı. Nitekim Allah insanların bu gerçeği anlayabilmeleri için dünya hayatında pek çok zorluk ve sıkıntı yaratmakta, yaşlılık, hastalık gibi pek çok acizliklerle de insanı denemektedir. Sahip olduklarını kendisine verenin Allah olduğunu, O'nun yardımı ve desteği olmaksızın hiçbir şeye güç yetiremeyeceğini anlayan bir kimse ise, Allah'ın yaratışındaki bu hikmeti görebilmekte ve aczini anlayarak tevazulu bir ahlaka sahip olmaktadır. Bediüzzaman enaniyeti bırakmanın, ihlası kazanmada en önemli adım olduğunu da bir sözünde şu şekilde ifade eder: "Ve hakkı, bâtılın saldırısından kurtarmak için... nefsini ve enaniyetini ve yanlış düşündüğü izzetini ve ehemniyetsiz rekabetkârane hissiyatını terk etmekle ihlası kazanır, vazifesini hakkıyla îfa eder." 10 Bu ahlakın yaşanması ihlasın kazanılabilmesi için gereklidir. Çünkü enaniyet kişinin Allah'ın razı olacağı tavırdan değil de, kendi nefsinden yana tavır göstermesine neden olur. Enaniyet insanın herkesten çok kendini sevmesi, herkesten çok kendi benliğinin sözünü dinleyip, herkesten çok kendi menfaatlerini korumasıdır. Öyle ki bu durum çoğu zaman kişi için Allah'ın rızasının, Kuran ayetlerinin ya da müminlerden gelecek olan hatırlatmaların üstünde olabilir. Çünkü büyüklenme hissine kapılan bir insan, vicdanını dışarıdan gelecek hatırlatmalara karşı da kapatmış olur. Vicdanının sesine kulak asmadığı için olaylar karşısında ihlaslı davranabilmesi de söz konusu olmaz. Kuran'da Allah enaniyetin bu etkisine "Ona: "Allah'tan kork" denildiğinde, büyüklük gururu onu günaha sürükler, kuşatır. Böylesine cehennem yeter; ne kötü bir yataktır o." (Bakara Suresi, 206) ayetiyle dikkat çekmiştir. Mümine asıl yakışan ise, "İnsanlardan öylesi vardır ki, Allah'ın rızasını ara(yıp kazan)mak amacıyla nefsini satın alır. Allah, kullarına karşı şefkatli olandır." (Bakara Suresi, 207) ayetiyle bildirildiği gibi böyle bir durum karşısında nefsini ve enaniyetini bir kenara koyup Allah'ın rızasından yana tavır koymasıdır. Allah kendilerine gönderilen elçilere karşı büyüklenen kavimlerin uğradıkları sonu ise Kasas Suresi'nde şu şekilde bildirir: Dedi ki: "Bu, bende olan bir bilgi dolayısıyla bana verilmiştir." Bilmez mi, ki gerçekten Allah, kendisinden önceki nesillerden kuvvet bakımından kendisinden daha güçlü ve insan-sayısı bakımından daha çok olan kimseleri yıkıma uğratmıştır. Suçlu-günahkarlardan kendi günahları sorulmaz. (Kasas Suresi, 78) Enaniyetin neler kaybettirdiğini fark etmek Enaniyetin ihlasa verdiği zararları hayatın her aşamasında görebilmek mümkündür. Diğer insanlardan daha büyük olduğu iddiasına kapılan bir insan, bu kimselerden gelecek her türlü eleştiri, uyarı ya da tavsiyeye kapalıdır. Karşı taraf kendisinin düşünemediği önemli bir konuyu hatırlatsa bile, üstünlük iddiası ağır basar ve kişi doğru olana teslim olmak yerine yanlış da olsa kendi dediğini savunur. Dolayısıyla da ihlastan uzaklaşmış, adeta nefsinin emrine girmiş olur. Oysaki böyle bir durum karşısında ihlasa uygun olan, kişinin haklı olduğu bir konuda bile karşı tarafın sözüne uyabilmesi, üstünlük sağlama arzusuna kapılmadan teslimiyet gösterebilmesidir. Bunun için gerekli olan ise öncelikle kişinin enaniyete sebep veren benlik duygusunu bir kenara bırakması, nefsini müdafaa etmekten vazgeçmesidir. Ancak o zaman Kuran ruhuna uygun bir tavır gösterebilecek ve ancak o zaman ihlasla hareket edebilecektir. Nitekim Bediüzzaman Said Nursi bir sözünde enaniyetin neden olduğu bu üstünlük sağlama ve haklı çıkma hırsına yönelik en etkili çözümün 'nefse taraftar olmadan müminlerin aklına teslim olmak' olduğunu hatırlatmıştır: … Bu illetin yegane çaresi: Nefsini suçlu duruma düşürmek değil ve nefsine değil daima karşısındaki meslekdaşına tarafdar olmak. Fenn-i adab ve ilm-i münazaranın alimleri (terbiye, bilgi eğitimi ve karşılıklı konuşma ilminin alimleri) arasındaki doğruluktan, haktan ayrılmama ve bununla birlikte merhamet, adalet dairesinde hareket kaidesi olan şu: "Eğer bir mes'elenin tartışılmasında kendi sözünün haklı çıktığına tarafdar olup ve kendi haklı çıktığına sevinse ve hasmının haksız ve yanlış olduğuna memnun olsa, insafsızdır." Hem zarar eder. Çünki haklı çıktığı vakit o tartışmada bilmediği bir şeyi öğrenmiyor, belki gurur ihtimaliyle zarar edebilir. Eğer hak hasmının elinde çıksa; zararsız, bilmediği bir mes'eleyi öğrenip, kazanç sağlamış olur, nefsin gururundan kurtulur. Demek insaflı hakperest, hakkın hatırı için nefsin hatırını kırıyor. Hasmının elinde hakkı görse, yine rıza ile kabul edip, tarafdar çıkar, memnun olur. 11 İnsanın elde ettiği başarıları kendinden bilmesi de enaniyetten kaynaklanmaktadır ve ihlası zedeleyen bir tavırdır. Oysa insanlara aklı da yeteneği de veren ancak Allah'tır. "Dediler ki: "Sen Yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok. Gerçekten Sen, herşeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi olansın." (Bakara Suresi, 32)" ayetiyle hatırlatıldığı gibi insanın Allah'ın kendisine öğrettiğinin dışında hiçbir bilgisi yoktur. İnsan Allah'ın yoktan var ettiği, aciz bir varlıktır. İnsanın güç getirebildiği herşey Allah'ın kendisine ihsanda bulunmasıyla ve kuvvet vermesiyle gerçekleşmektedir. Allah'ın sınırsız aklı, sonsuz gücü ve bilgisinin yanında, aciz bir varlık olan insanın elde ettiği başarıları kendinden bilmesi büyük bir gaflet olur. Ancak ne var ki, bir kez büyüklenme iddiasına kapılan bir insan tüm bu gerçekleri bir anda unutmakta, yaptıklarından kendisine pay çıkarabilmektedir. Elde ettiği başarılarla enaniyete kapılıp ihlastan uzaklaşabilmektedir. Samimi bir mümine yakışan ise dünyanın en üstün yeteneklerine sahip, en akıllı, en mükemmel insanı da olsa asla bunları kendinden bilmemesi ve enaniyete kapılmamasıdır. Eğer sahip olduğu tüm bu nimetlere rağmen aczinin farkında olarak hareket ederse, Allah ona daha da güzel nimetler ihsan edecek ve bu ihlaslı tavrından dolayı onu rahmetine, rızasına ve cennetine kavuşturacaktır. Oysa insanların büyük bir bölümü dünya hayatının bir deneme olduğunu unutup, kendilerine bir sıkıntı isabet ettiğinde Allah'a yönelir, sonra bir nimete kavuştuklarında ise nankörlük ederler. Nimetleri kendi kabiliyetleri sayesinde elde ettiklerini, bunun kendi başarıları olduğunu düşünerek çok büyük bir yanılgıya düşerler. Allah Zümer Suresi'nde şu şekilde buyurmaktadır: İnsana bir zarar dokunduğu zaman, bize dua eder; sonra tarafımızdan ona bir nimet ihsan ettiğimizde, der ki: "Bu, bana ancak bir bilgi(m) dolayısıyla verildi." Hayır; bu bir fitne (kendisini bir deneme)dir. Ancak çoğu bilmiyorlar. (Zümer Suresi, 49) Yine enaniyetin etkisiyle insanların sıkça içerisine düşebildikleri bir başka hata da, 'ön plana çıkma hırsı'dır. Nefis insanı hayırlı işlerde ve salih amellerde dahi rahmani olmayan bir hırsa sevk edebilmekte ve makul gibi görünen mazeretlerle insanların ihlaslarını kırmaya çalışmaktadır. Said Nursi'nin "Hem ihlas ve hakperestlik ise, Müslümanların nereden ve kimden olursa olsun istifadelerine tarafdar olmaktır. Yoksa, "Benden ders alıp sevab kazandırsınlar" düşüncesi, nefsin ve enaniyetin bir hilesidir."12 örneği ile dikkat çektiği gibi kimi insanlar karşılaştıkları bazı işlerde, o işin en güzel şekilde yapılmasından ya da sonuç bakımından fayda vermesinden çok "bu işi yapan kişi ben olayım" mantığıyla hareket ederler. Ön plana çıkma arzusunun ve enaniyetin hakim olduğu bu davranış ihlası tamamen zedeler. Bediüzzaman'ın "…"Bu sevabı ben kazanayım, bu insanlara ben doğru yolu göstereyim, benim sözümü dinlesinler." diye, karşısındaki hakikî kardeşi ve cidden muhabbet ve gücüne ve kardeşliğine ve yardımına muhtaç bir zâta karşı rekabetkârane vaziyet alır. "Talebelerim ne için onun yanına gidiyorlar? Ne için onun kadar talebem bulunmuyor?" diye, enaniyeti oradan fırsat bulup, kötü bir huy olan makam mevki sevgisine meylettirir, ihlası kaçırır, riya kapısını açar."13 sözleriyle ifade ettiği gibi aksi bir tavırda insan mümin kardeşine karşı bir rekabet içerisine girmiş olur. Güzel bir sorumluluğa bir başkasının talip olmasını ve bunu başarıyla sonuçlandırmasını istememek, bir anlamda da onun ecir kazanmasını, ahireti için fayda getirecek güzel bir sorumluluk yüklenmesini istememek demektir. Oysaki Kuran'a ve ihlasa en uygun olan tavır, diğer inananların ahiretlerine de vesile olmak, kendisi gibi onların da Allah'ın razı olacağı işlerde bulunmalarını teşvik etmek olmalıdır. Müslüman kendisi ne kadar salih amelde bulunmak istiyorsa, onların da aynı şekilde ecir kazanmalarını ve ahiretleri adına güzel işler yapabilmelerini istemelidir. "Bu işi yapabilecek en ehil kişi benim", "bu işi ne kadar iyi yapabileceğimi görsünler de ne kadar üstün meziyetlere sahip olduğumu daha iyi anlasınlar" ya da "bu işi ben üstleneyim ki müminlerin gözünde iyi bir prestij ve makam elde edeyim" gibi düşüncelerle hayırlı bir işi bir hırs konusu haline getirmek ihlasa uygun olmaz. Bunun yerine bu işte bir başka mümine öncelik tanıyıp, onun ne kadar üstün özelliklere sahip olduğunu ön plana çıkararak güzel ahlak göstermiş ve ihlaslı bir harekette bulunmuş olur. Bediüzzaman Said Nursi enaniyet ve ön plana çıkma hırsına çözüm olacak şöyle bir tavsiyede bulunmuştur: Bu mühim illetin merhemi ve ilâcı: "Allah sevgisi" sırrıyla, hak yoluna gidenlere refakatla iftihar etmek ve arkalarından gitmek ve imamlık şerefini onlara bırakmak ve o Hak yolunda kim olursa olsun kendinden daha iyi olduğunun ihtimaliyle enaniyetinden vazgeçip ihlası kazanmak ve ihlas ile bir gram amelin, ihlassız kilolarca amele tercih olunduğunu bilmekle ve dolayısıyla mesuliyetlerini bilerek ve zararlı olan liderlik hırsından vazgeçmekle o illetten kurtulur ve ihlası kazanır, ahirete yönelik vazifesini hakkıyla yapabilir. 14 Said Nursi bu sözleriyle ihlasın önemine bir kez daha dikkat çekmekte ve ahiret yurdunu hedefleyen insanların enaniyet, liderlik hırsı ve rekabet duygusu gibi bencil duygularından sıyrılmaları gerektiğini hatırlatmaktadır. Bunun için söz konusu olan din adına yapılacak bir hizmet dahi olsa, ihlasından dolayı bunda bir başka mümine öncelik tanıyabilmesinin, onu ön plana çıkarabilmesinin ve onun başarılarıyla iftihar edebilmesinin önemine dikkat çekmiştir. Başkalarının kendisinden daha üstün olabileceğine inanıp, onlara teslim olabilmesinin ihlasa daha uygun olacağını hatırlatmıştır. 1 Risale-i Nur Külliyatı, 21. Lema. s.670 2 Risale-i Nur Külliyatı, 21. Lema, s.160 3. Risale-i Nur Külilyatı, 20. Lema, s.662 4. Risale-i Nur Külliyatı 21. Lema, s.669 5. Risale-i Nur Külliyatı, Lemalar, s.157-158 6. Ramuz El-Ehadis, (Hadisler Deryasi), Musannif: Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi (k.s), Mütercim: Abdülaziz Bekkine (k.s.), Gonca Yayınevi, 236-3 7. Risale-i Nur Külliyatı, Lemalar, s.162 8. Risale-i Nur Külliyatı, 20. Lema, s.156 9. Ramuz El-Ehadis, (Hadisler Deryasi), Musannif: Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi (k.s), Mütercim: Abdülaziz Bekkine (k.s.), Gonca Yayınevi, 423-7 10. Risale-i Nur Külliyatı, 20. Lema, s.154 11. Risale-i Nur Külliyatı, Lemalar, s.151 12. Risale-i Nur Külliyatı, 20. Lema, s.158 13. Risale-i Nur Külliyatı, 20. Lema, s.152 14. Risale-i Nur Külliyatı, 20. Lema, s.153 Not: cok uzun bir yazı oldugu icin hepsini foruma yazamadım devamı alıntı yaptıgım sitede bulabilirsiniz(www.bediuzzamansaidnursi.net)
  15. Ey kardeşlerim! Mühim ve büyük hayırlı işlerin çok zararlı engelleri olur. Şeytanlar o hizmetin hizmetçileriyle çok uğraşır. Bu engellere ve bu şeytanlara karşı, ihlas kuvvetine dayanmak gerektir. İhlası kıracak sebeplerden; yılandan, akrepten çekindiğiniz gibi çekininiz. Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm'ın "(Yine de) Ben nefsimi temize çıkaramam. Çünkü gerçekten nefis, -Rabbimin kendisini esirgediği dışında- var gücüyle kötülüğü emredendir. Şüphesiz, benim Rabbim, bağışlayandır, esirgeyendir." (Yusuf Suresi, 53) demesiyle, nefsin emirlere itimad edilmez. Enaniyet ve nefsin emirleri sizi aldatmasın."1 sözüyle dikkat çekmiş olduğu gibi şeytan ihlası kazanmayı ve mutlak samimiyete ulaşmayı hedefleyen kimselerin düşmanıdır. Onları doğru yoldan saptırmak, nefislerindeki kötülükleri teşvik ederek, ihlastan uzaklaştırmak ister. İşte şeytanın bu kararlı gayretine karşılık müminin yapması gereken Hz. Yusuf'un ahlakını kendine örnek alarak nefsine itimat etmemek ve nefsin bu yöndeki teşviklerinden şiddetle kaçınmak olmalıdır. Nefsin kötülüklerinden arınmak Dünya hayatındaki imtihanın bir gereği olarak nefis -Allah'ın dilemesi dışında- insanları daima kötülüğe davet edecek şekilde yaratılmıştır. İnsanı teşvik ettiği bu kötülüklerden biri de ihlassız davranmaktır. Nefis, kişinin ihlasını kırmak, samimiyetini zedelemek için benliğinde var olan her türlü kötü fikir ve düşünceyi destekleyecek şekilde hareket eder. Çünkü "Nefse ve ona 'bir düzen içinde biçim verene', Sonra ona fücurunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene (andolsun)." (Şems Suresi, 7-8) ayetleriyle de dikkat çekildiği gibi nefis, benliğinde 'sınır tanımaz günah ve kötülüğü' barındıran bir varlıktır. Ancak Allah insana tüm bu sınırsız kötülükten sakınmasının ve nefsini arındırıp temizlemesinin yolunu da ilham etmiştir. "Onu arındırıp-temizleyen gerçekten felah bulmuştur. Ve onu (isyanla, günahla, bozulmalarla) örtüp-saran da elbette yıkıma uğramıştır." (Şems Suresi, 9-10) ayetleriyle de belirtildiği gibi nefsindeki kötülüklerin ardı sıra giden yıkıma uğrayacak, tüm bu kötülüklerden arınıp temizlenen ise kurtuluşa erecektir. İşte ihlası kazanmayı ve böylece Allah'ın salih kullarından olabilmeyi hedefleyen bir kimsenin seçimi de mutlaka bu yönde olmalıdır. Allah müminlerin bu konudaki samimi çabalarına "İnsanlardan öylesi vardır ki, Allah'ın rızasını ara(yıp kazan)mak amacıyla nefsini satın alır. Allah, kullarına karşı şefkatli olandır." (Bakara Suresi, 207) ayetiyle dikkat çekmiştir. Ancak önemli olan insanın nefsine karşı son derece dürüst ve samimi yaklaşması, nefsine asla acımaması ve ona sahip çıkmamasıdır. Nefsini tüm bu kötülüklerden arındırıp eğitebilmesi, ona boyun eğdirebilmesi ve terbiye edebilmesi ancak bu yolla mümkün olabilir. Bunun için nefsini hiçbir zaman için kendi benliğinin bir parçası gibi görmemeli, hiçbir zaman için ondan yana tavır koymamalı ve onu savunmamalıdır. Onun daima haksız olduğunu, her zaman Kuran'a muhalif olduğunu, şeytanın sözcülüğünü yaptığını bilmeli, ondan gelen sözleri bu anlayış ile değerlendirmelidir. Nasıl ki insan konu bir başkası olduğunda, o kişinin nefsine karşı hiçbir acıma hissi duymuyor, hiçbir şekilde onu savunma ihtiyacı duymuyor, onu haklı çıkarmaya çalışmıyorsa, söz konusu olan kendi nefsi olduğunda da aynı tavrı göstermelidir. Nefsini yabancı bir şahıs olarak kabul etmeli, onun yanında değil onun karşı safında yer almalıdır. Kötülüğü teşvik ettiğinde ona nasihat etmeli, şeytani bir merhamete kapılmadan vicdanının sesini dinlemelidir. Nefsinin başvurduğu hileli yöntemleri fark edebilmesi, onu tarafsız bir gözle değerlendirip, Kuran ile muhakeme edip yargılayabilmesi ancak bu yolla mümkün olabilecektir. Ancak bu şekilde ihlası ve Allah'ın rızasını kazanabilecektir. Allah bu durumu ayetlerinde "Kim Rabbinin makamından korkar ve nefsi heva (istek ve tutkular) dan sakındırırsa, artık şüphesiz cennet, (onun için) bir barınma yeridir." (Nazi'at Suresi, 40-41) hükmüyle bildirmiştir. Mümin kardeşinin nefsini kendi nefsine tercih etmek İman edenlerin sakınması gereken tavırlardan biri de insanın nefsindeki 'cimrilik ve bencillik' duygusudur. Allah "Gerçekten, insan, 'bencil ve haris' olarak yaratıldı. Kendisine bir şer (kötülük) dokunduğu zaman feryadı basar. Ona bir hayır dokunduğunda engelleyici olur (veya cimrilik eder)." (Mearic Suresi, 19-21) ayetleriyle insanın bu özelliğine dikkat çekmiştir. İhlası kazanabilmek için insanın nefsindeki bu negatif özelliği yenmesi ve bunun yerine özverili ve fedakar bir ahlakı kendinde yerleştirmesi gerekir. Çünkü Allah "... Kim nefsinin bencil-tutkularından (ya da cimri tutumundan) korunursa; işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır." (Teğabün Suresi, 16) ayetiyle insanın kurtuluşa erebilmesi için bu bencil tutkularından arınması gerektiğini bildirmiştir. İnsanın nefsini bu yönde eğitebilmesi ise son derece kolaydır. Önemli olan kendisini yeterli görmemesi, nefsinin sesine her zaman şüphe ile yaklaşmasıdır. Ancak bencillik ve cimrilik kavramlarını da yanlış anlamamak önemlidir. Cahiliyede bazı insanlar Allah korkusundan ve ahiret inancından yoksun olmaları sebebiyle bencilliği ve cimriliği adeta bir hayat felsefesi haline getirmişlerdir. Bu kişiler her zaman önceliği kendilerinde bilmeyi, herkesten çok kendi menfaatlerini koruyup kollamayı uyanıklık olarak algılar ve bunun iyi bir özellik olduğunu zannederler. Bu nedenle de yaptıklarıyla Allah katında nasıl bir sorumluluk yüklendiklerini hesaba katmazlar. İnsanın Kuran ayetlerini düşünürken, cimri ve bencil tutkuları sadece bu tarz insanlara ithaf edip, konuyu sadece cahiliyedeki insanlarla sınırlaması yanlış olur. Bu insanlar bu ahlakı en uç noktasında yaşamaktadırlar, ancak cimriliğiyle ya da bencillikleriyle ön plana çıkmamış pek çok insan da gizli ya da açık olarak nefsinde bu duyguları barındırabilmektedir. Bu da bu kimselerin her şart ve durumda ihlaslı davranabilmelerini, olaylar karşısında halisane tavırlar gösterebilmelerini engellemektedir. İnsanın nefsini bu kötülüklerden temizleyebilmesi ise son derece kolaydır; bunun için Kuran ahlakını eksiksiz ve kusursuz bir şekilde yaşaması yeterlidir. Bediüzzaman Said Nursi, Kuran ayetlerinde bu konuya getirilen çözüme bir sözünde şöyle dikkat çekmiştir: "Kendilerinden önce o yurdu (Medine'yi) hazırlayıp imanı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin 'cimri ve bencil tutkularından' korunmuşsa, işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır." (Haşr Suresi, 9) sırrıyla ihlas-ı tâmmı kazanınız. 2 Allah ayetinde müminlerin kendilerinde bir eksiklik, açıklık ya da ihtiyaç olsa bile diğer mümin kardeşlerinin nefislerini kendilerinden üstün tuttuklarını, tercih yapmaları söz konusu olduğunda da kendi nefislerinden değil kardeşlerinden yana tavır koyduklarını bildirmiştir. Medine'de yaşamakta olan Müslümanlar, Mekke'den hicret ederek gelen ihtiyaç içerisindeki mümin kardeşlerine infak etmekten, kendileri zor durumda kalarak bile olsa onları yerleştirip barındırmaktan dolayı içlerinde hiçbir sıkıntı duymamışlardır. Aksine Allah rızası için nefislerinin bencil ve cimri tutkularını yenmiş olmaktan ve kardeşlerinin nefislerine öncelik tanımış olmaktan dolayı da büyük bir sevinç ve mutluluk duymuşlardır. Çünkü söz konusu şartlar altında Kuran'a en uygun, en vicdanlı ve en ihlaslı olan tavrın böylesine bir fedakarlık göstermek olduğunu bilmektedirler. Ayrıca Allah bu fedakarlıkların karşılığını dünyada da ahirette de kat kat artıracak ve fazlasıyla onlara geri verecektir. Kuran'da Allah'ın bu ahlakı gösteren kimselere vereceğini vaat ettiği karşılık şöyle bildirilmiştir: Eğer Allah'a güzel bir borç verecek olursanız, onu sizin için kat kat arttırır ve sizi bağışlar. Allah Şekûr'dur (şükrü kabul edip çok ihsan eden), Halim'dir (cezayı vermekte acele etmeyendir). (Teğabün Suresi, 17) Nefsin Kışkırtmalarına Kapılmamak İnsan eğer bir kez daha samimiyetle gözden geçirecek olursa günlük hayatta nefsinin bu yöndeki telkinleriyle sık sık karşılaştığını görecektir. Nefsin bu kışkırtmaları kimi zaman insanın maddi, kimi zaman da manevi menfaatlerinden feragat etmemesini teşvik eder niteliktedir. Örneğin Allah bir ayetinde "Sevdiğiniz şeylerden infak edinceye kadar asla iyiliğe eremezsiniz. Her ne infak ederseniz, şüphesiz Allah onu bilir." (Al-i İmran Suresi, 92) hükmüyle asıl makbul olanın insanın 'sevdiği şeylerden infak edebilmesi' olduğuna ve iyiliğe erişebilmenin de ancak bu yolla mümkün olabileceğine dikkat çekmiştir. İnsan belki elinde avucunda bulunan herşeyi infak edebilir ama sevdiği, sahiplendiği birkaç şeye tutkuyla bağlanmış olup bunlardan vazgeçemeyebilir. Ya da eşyalarını mümin kardeşiyle paylaşması söz konusu olduğunda kendi nefsini onunkinden üstün tutarak daha çok sevdiği eşyasını kendine, sevmediğini ya da daha az sevdiğini de kardeşine ayırabilir. Asıl makbul olanın sevdiğini vermesi olduğunu vicdanı ona mutlaka hatırlatır. Ama nefsindeki bu tutku onun bu ahlakı gösterebilmesini ve yüzde yüz ihlaslı davranabilmesini engeller. Oysaki asıl güzel olan insanın karşısındaki kimsede bir ihtiyaç olduğunu gördüğü anda hemen en sevdiği, en beğendiği şeyi ona vermesidir. Çünkü eğer sevilecek, beğenilecek birşeyse karşısındaki kişi de bundan aynı zevki alacak, aynı şekilde memnun olacaktır. O halde insanın bu güzelliği kendine saklayıp, daha az güzel olanı karşısındakine vermesi nefsinde hala bencillikten yana birşeyler kaldığını göstermektedir. İşte Allah bu yüzden mutlak iyiliğe erişebilmek için bu ahlakın yerleşmesi gerektiğine dikkat çekmiştir. Karşısındaki kişinin nefsini kendi nefsine tercih etmesi, her zaman karşısındaki müminin rahatını, sağlığını, neşesini kollaması bu kişinin ihlasının da bir göstergesidir. Örneğin zor ve yorucu bir iş yapılması söz konusu olduğunda insan öne atılıp, bu işe talip olmalıdır. Çünkü zor bir işten kaçıp, bu işi bir başkasının yapmasını istemek ihlaslı bir tavır değildir. Müslümana yakışan böyle işleri hiç kimseye hissettirmeden ve hiç kimseyi minnet altında bırakmadan üstlenmektir. İhlasa uygun olan ise "… hayırlarda yarışınız…" ayetiyle bildirildiği gibi hiç vakit kaybetmeden herkesten önce bu işe atılıp ardından da en güzel şekilde sonuçlandırmaktır. Bu aynı zamanda söz konusu kişinin kardeşinin nefsini kendi nefsinden daha üstün tuttuğunu gösterir. "Mümin kardeşim yorulacağına ben yorulayım", "Bu işin zorluklarıyla o muhatap olacağına, ben olayım, o rahat etsin" ya da "Onun vakti gideceğine benimki gitsin" gibi fedakarane düşüncelerle sıkıntıyı ve zorluğu, kolaylığa ve rahatlığa tercih etmiş ve böylece ihlaslı davranarak Allah'ın rızasını kazanmayı umabilir. Bediüzzaman Said Nursi "Kardeşlerinizin nefislerini nefsinize; şerefte, makamda, sevgide, hattâ maddi menfaat gibi nefsin hoşuna giden şeylerde tercih ediniz. Hattâ en latif ve güzel bir iman hakikatini muhtaç bir mü'mine bildirmek ki; en masumane, zararsız bir menfaattir. Mümkün ise, nefsinize bir hodgâmlık (kendini düşünen, bencillik) gelmemek için, istemeyen bir arkadaş ile yaptırması hoşunuza gitsin. Eğer "Ben sevab kazanayım, bu güzel mes'eleyi ben söyleyeyim" arzunuz varsa, gerçi onda bir günah ve zarar yoktur. Fakat mabeyninizdeki sırr-ı ihlasa zarar gelebilir."3 sözleriyle nefsin bencilce tutkularından kurtulmak için meşru gibi görünen konularda da diğer müminlere öncelik tanımanın makbuliyetine dikkat çekmiştir. Şan şeref, makam mevki, maddi menfaat, ilgi ve sevgi gibi nefsin hoşuna gidecek her türlü konuda fedakarlıkta bulunmanın ihlasa vesile olacağını hatırlatmıştır. Öyle ki bir mümine güzel bir tavsiyede bulunacak, güzel bir söz söyleyecekken sözü bir başkasına bırakarak arka planda kalıp, bu şekilde kardeşini ön plana çıkarabilir. İşte nefsinin tüm bu kışkırtmalarından sakınıp, Allah'ın rızasını ve ihlası kazanma konusunda gayret eden insana Allah yollarını açacak ve onu kolay olanda başarılı kılacaktır. Allah Naziat Suresi'nde müminleri şu şekilde müjdeler: Kim Rabbinin makamından korkar ve nefsi heva (istek ve tutkular) dan sakındırırsa, artık şüphesiz cennet, (onun için) bir barınma yeridir. (Naziat Suresi, 40-41) Rekabet Hırsını ve Kıskançlığı Terk Etmek Allah, "… Nefisler ise 'kıskançlığa ve bencil tutkulara' hazır (elverişli) kılınmıştır. Eğer iyilik yapar ve sakınırsanız, şüphesiz, Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır." (Nisa Suresi, 128) ayetiyle nefsin kıskançlığa yatkın olarak yaratıldığını bildirmiştir. İnsan, nefsindeki tüm kötülükler gibi, kıskançlık ve rekabet hisleriyle de mücadele etmek ve bunlardan arınmakla yükümlüdür. Aksinde Kuran ahlakını gereği gibi yaşayabilmesi ve Allah'ın rızasını tam olarak kazanabilmesi mümkün olmaz. Nitekim Kuran'ın bir başka ayetinde kendilerine doğru yolu gösteren hak kitaplar geldiği halde insanların birbirlerine karşı olan 'azgınlık ve kıskançlık'ları nedeniyle anlaşmazlığa düştükleri, doğru yoldan saptıkları şöyle bildirilmiştir: İnsanlar tek bir ümmetti. Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak Peygamberler gönderdi ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere hak kitaplar indirdi. Oysa kendilerine apaçık ayetler geldikten sonra, birbirlerine karşı olan 'azgınlık ve kıskançlıkları' yüzünden anlaşmazlığa düşenler, o, (Kitap) verilenlerden başkası değildir. Böylece Allah, iman edenleri, hakkında ayrılığa düştükleri gerçeğe kendi izniyle eriştirdi. Allah, kimi dilerse onu doğruya yöneltir. (Bakara Suresi, 213) Kuran'da verilen bu örnek, insanın kıskançlığın neden olabileceği zararların boyutunu anlaması açısından son derece önemlidir. İnsan doğru yolu bilip gördüğü halde sırf kapıldığı kıskançlık hissi nedeniyle yanlış yola sapabilmektedir. Çünkü kıskançlık ve rekabet duyguları insanın akılcı düşünebilmesini, olayları isabetli şekilde muhakeme edebilmesini engeller. Bu duygulara yenik düşen bir insan olaylar karşısında Kurani tepkiler veremez, rahmani konuşmalar yapamaz, samimi ve ihlaslı tavırlar gösteremez. Böyle bir durumda onu yönlendiren aklı ve vicdanı değil, şeytanın sözcülüğünü yapan nefsi olur. Nefsi, onu şeytani bir ahlaka çağırır. İnsanın bu özelliklerden arınmak için yapması gereken şey öncelikle rekabet ve kıskançlık hislerinin din ile bağdaşmadığını anlamak olmalıdır. Bu duyguların temeli tamamen dünyevi değerlere dayanır. İnsanlar başkalarının sahip olduğu maddi ya da manevi değerlere karşı kıskançlık duyar ve bunlardan dolayı onlarla rekabete girişirler. Oysaki müminler dünya hayatının menfaatlerine kapılmayıp asıl olarak ahirete yönelen insanlardır. Mümin dünya nimetlerini kendisine verenin ve bunları dilediği zaman alacak olanın Rabbimiz olduğunu bilir. Bunlardan Allah'ın razı olacağı şekilde istifade eder, ancak hiçbir zaman bu nimetlere tutkuyla bağlanmaz. Daha fazlasını elde etmek için hırsa kapılmaz. Allah'ın takdir ettiği kadarına şükreder ve bunlarla yetinmesini bilir. Eğer Allah bir başkasına kendisinden daha fazla nimet vermiş ise "Göklerin ve yerin anahtarları O'nundur. O, dilediğine rızkı genişletip-yayar ve kısar da. Çünkü O, herşeyi bilendir." (Şura Suresi, 12) ayetiyle de bildirildiği gibi bunda mutlaka bir hayır ve hikmet olduğunu bilir. Ahireti Düşünmek Kıskançlığı ve Rekabeti Ortadan Kaldırır Her insan hem Allah'ın kendisine verdiği nimetlerle hem de eksik tuttuklarıyla denemeden geçirilmektedir. Bu yolla insanlardan hangilerinin Allah'a yönelip şükredenlerden, hangilerinin ise Kuran ahlakından uzaklaşıp nankörlük edenlerden olacakları ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle dünya hayatının geçici bir imtihan mekanı olarak yaratıldığını kavramış bir insanın, bu dünyanın süslerine karşı kıskançlığa kapılması mümkün değildir. Örneğin sırf zengin, güzel ya da makam sahibi diye bir insana karşı kıskançlık duymak Kuran ahlakı ile kesinlikle bağdaşmaz. Nitekim kişi Kuran ahlakını en güzel şekilde yaşadığı takdirde Allah'ın ahirette tüm güzellikleri en mükemmel şekliyle kendisine vereceğini bilmenin huzurunu ve rahatlığını yaşar. Ancak kaderi, tevekkülü, dünya hayatının gerçeğini ve herşeyi yaratanın Allah olduğunu kavrayamamış insanlar ise kıskançlık ve rekabet gibi duygulara kapılarak hareket ederler. Bu gerçeği bilmek mümini böyle bir hataya düşmekten alıkoyar. Söz konusu olan güzel ahlaka dair özellikler olsa bile, yine de iman eden bir kimse kıskançlıktan şiddetle kaçınır. Karşısındaki Müslümanın güzel ahlakına özenip, gıpta eder. Gıpta etmesi ise hiçbir zaman için rekabete girmesini gerektirmez. Kuran'da bildirilen "hayırlarda yarışınız" ayeti gereği elbette ki Allah'ın en sevgili kulu olabilmek, Kuran ahlakını en mükemmel şekilde yaşayan kişi olabilmek için rahmani bir gayret sarf eder. Ancak bu rahmani yarışın temelinde kıskançlık ya da rekabet hisleri yoktur. Bu yarış insanlara yönelik bir yarış değil, sadece Allah'a yakınlaşmayı hedefleyen bir yarıştır. Nitekim böyle bir insan kendisi gibi, diğer müminlerin de Allah'ın en sevgili kulu olabilmelerini ister. Bunun için hem samimi olarak dua eder, hem de ihlasla çaba sarf eder. Müminler tüm yaratılmışlarla beraber kendi acizliklerini bilirler. İçleri titreyerek Allah'tan korkar ve Rablerine karşı olan acizliklerini dile getirmekten çekinmezler. Araf Suresi'nde Müslümanların bu güzel ahlakları şu şekilde ifade edilir: De ki: "Allah'ın dilemesi dışında kendim için yarardan ve zarardan (hiçbir şeye) malik değilim. Eğer gaybı bilebilseydim muhakkak hayırdan yaptıklarımı artırırdım ve bana bir kötülük dokunmazdı..." (Araf Suresi, 188) Dünyevi değerlere değil, ahirete önem veren bir insan hiçbir zaman insanlara ayarlı bir ahlak göstermez. Onlardan iyi olmak, onlar arasında bir yer edinmek, itibar kazanmak ya da ön plana çıkmak için değil, sadece Allah rızası için gayret sarf eder. Bu noktaya kadar anlatılanlardan da anlaşılacağı gibi insan eğer nefsinde böyle bir eksiklik ya da zaaf olduğunu görürse bilmelidir ki, bu onun ihlasını kıracak ve Allah'ın rızasını kazanmasını engelleyecek bir ahlaktır. İşte Bediüzzaman Said Nursi de eserlerinde bu konuyu derinlemesine tefekkür etmiş ve müminlere yol gösterici olacak önemli noktalara temas etmiştir. İhlas konusunu ele aldığı risalesinde iman eden kimseler arasındaki rekabeti Bediüzzaman şu şekilde tarif etmiştir: Din ve ahiret işlerinde rekabet, gıbta, hased ve kıskançlık olmamalı ve hakikat bakış açısında olamaz. Çünki kıskançlık ve hasedin sebebi; bir tek şeye çok eller uzanmasından ve bir tek makama çok gözler dikilmesinden ve bir tek ekmeği çok mideler istemesinden; birbirine zahmet verme olur, kavga olur, yarış sebebiyle gıptaya, sonra kıskançlığa düşerler. Dünyada bir tek şeye çoklar talib olduğundan ve dünyanın dar ve geçici olması sebebiyle insanın sınırsız arzularını tatmin edemediği için, rekabete düşüyorlar. Fakat… âhirette rekabet sebebi diye birşey yoktur ve rekabet de olamaz. Öyle ise, âhirete ait olan salih ameller dahi rekabet olamaz; kıskançlık yeri değildir. Kıskançlık eden ya riyakârdır, salih ameller suretiyle dünyevî neticeleri arıyor veyahud gerçek cahildir ki, salih amelin nereye baktığını bilmiyor ve salih amelin ruhu, esası ihlas olduğunu idrak edemiyor. Rekabet suretiyle Allah'ın sevgili kullarına karşı bir nevi düşmanlık taşımakla, Allah'ın rahmeti imkanını suçluyor... Ey ehl-i hakikat ve tarîkat! Hakka hizmet, büyük ve ağır bir defineyi taşımak ve muhafaza etmek gibidir. O defineyi omuzunda taşıyanlara ne kadar kuvvetli eller yardıma koşsalar daha ziyade sevinir, memnun olurlar. Kıskanmak şöyle dursun, gayet samimî bir muhabbetle o gelenlerin kendilerinden daha ziyade olan kuvvetlerini ve daha ziyade tesirlerini ve yardımlarını iftiharla alkışlamak lâzım gelirken, nedendir ki rekabetkârane o hakikî kardeşlere ve fedakâr yardımcılara bakılıyor ve o hal ile ihlas kaçıyor. 4 Bediüzzaman müminlere cennet ahlakında kıskançlığın ve rekabetin yeri olmadığını hatırlatmıştır. Nasıl ki ahirette rekabetin yeri yoksa, ahireti kazanmak için yapılan salih amellerde de rekabet ya da kıskançlık olmaz. Müminler dünya ahiret birbirlerinin dostu, velisi ve kardeşidirler ve her biri de aynı amaca hizmet etmektedirler. Birbirlerine ne kadar destek olurlar, ne kadar kuvvet sağlarlarsa Allah'ın rızasını da o kadar çok kazanmış olurlar. Bu nedenle mümine yakışan bir başkasının güzel özelliklerinden kıskançlık duyup onunla rekabete girmek değil, tam aksine onu iftiharla alkışlayıp daha da mükemmel olmasına yardımcı olabilmektir. Nitekim ihlasa uygun olan da budur zaten. Peygamberimiz iman edenlerin arasındaki bu manevi birliği, sevgi ve dostluğu şu şözleriyle ifade etmektedir: Müslümanlar tek bir adam gibidir. Onun bir azası hasta olduğunda vücudun diğer azaları da müteessir olur. 5 Bediüzzaman Said Nursi bir başka sözünde, müminlerin, rekabet ve kıskançlığı birbirlerinin üstün yönleriyle iftihar ederek yenebileceklerini hatırlatmıştır. Böyle bir ahlak içerisinde herkesin kendi şahsiyetini bir kenara bırakıp, mümin topluluğunun şahsı manevisi içerisinde eriyeceğini, bu durumda da her güzel özelliğin aslında tek tek her birine ait olmuş olacağını belirtmiştir: Kardeşlerinizin yeteneklerini şahıslarınızda ve üstünlüklerini kendinizde düşünüp, onların şerefleriyle şükrederek iftihar etmektir. Tasavvuf ve tarikat ehli arasında "yok fi-ş şeyh, yok fi-r resul" deyimi var. Ben sofi değilim. Fakat onların bu kaidesi, bizim meslekte "yok fi-l ihvan" suretinde güzel bir kaidedir. Kardeşler arasında buna "tefani" denilir. Yani, birbirinde kaybolmaktır. Yani: Kendi nefsi hislerini unutup, kardeşlerinin yetenek ve hissiyatıyla fikren yaşamaktır. Zâten mesleğimizin esası kardeşliktir. Peder ile evlâd, şeyh ile mürid arasındaki vasıta değildir. Belki hakikî kardeşlik vasıtalarıdır. Olsa olsa bir üstadlık ortaya girer. Mesleğimiz "Samimi dostluk ve kardeşlik" olduğu için, meşrebimiz "samimi dostluk ve kardeşlik"tir. Samimi dostluk ise, en yakın dost ve en fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en iyiliksever kardeş olmayı gerektirir. Bu dostluğun en esas usulu, samimî ihlastır. Samimî ihlası kıran adam, bu dostluğun gayet yüksek kulesinin başından aşağı düşer. Gayet derin bir çukura düşmek ihtimali var. Ortada tutunacak yer bulamaz. 6
  16. Önemli bir dönüşüm yaşadığınızı biliyoruz. Ateizmin bir yanılgı olduğunu ne zaman ve nasıl fark ettiniz? Belki önce, nasıl ateist olduğumu anlatmalıyım. Ben dindar Katolik bir ailede yetiştim. Pazar günleri kilise korosuna katılırdım. Ama gençliğimde, 60'lı yıllarda değişmeye başladım, Harvard'da geçirdiğim yıllarda o devrin tipik agnostik modelini benimsedim. Strauss ile birlikte ise, örtülü bir ateizmi kabullendim. Bu ateizm daha çok Darwinizm'e dayanıyordu. Darwin'den sonra ateizm, zaten pek çok Batılı entelektüel arasında sorgulanmadan kabul edilen standart bir görüş haline gelmişti. Ancak 80'lerde bu tablo değişmeye başladı. Aralarında benim de bulunduğum pek çok entelektüel, konuyu baştan ele alarak ateizmi sorguladı. Öte yandan Amerikan kültürü içinde de bir değişim başlamıştı. Bugün Amerikalı elitler arasında hâlâ son derece koyu seküler bir kanat var. Ama bunların görüşü, ideolojilerden sadece biri haline gelmiş durumda; eskiden, meselâ 60'larda veya 70'lerde ise söz konusu görüş gerçeğin tâ kendisi olarak kabul görüyordu. Eğer Harvard'da okuyup da pazar günleri kiliseye gidiyor olsaydınız, biraz garip birisi olarak görülürdünüz, biraz eski moda, eskide kalmış birisi olarak. Bugün bu tablo büyük ölçüde değişmiş durumda ve Amerikan entelektüelleri arasında da güçlü bir dindarlık görebiliyorsunuz. Polkinghorne gibi büyük fizikçiler Allah'ın varlığını savunuyor ve bunu çok ma'kul ve ikna edici şekilde yapıyorlar. Kitabınızda da bahsettiğiniz bu ma'kul ve iknâ edici delillerden kısaca bahsedebilir misiniz? 20. yüzyılın başlarında Big-Bang (Büyük Patlama) teorisi kabul edildi ve bu teori, âlemin bir başlangıcı, yani yaratılış ânı olduğunu gösterdi. Bu, kâinatın sonsuz olduğunu savunan materyalist görüşe önemli bir darbe oldu. 1970'lerde ise fizikçiler, enteresan ve düşündürücü bir hususu fark ettiler. Kâinatın bütün fizikî dengelerinin, meselâ yerçekiminin veya atomu bir arada tutan nükleer kuvvetlerin, yaşanabilir bir âlem oluşması için en ideal değerlerde olduklarını buldular. "Antropik Prensip" (İnsan için hazırlanmış kâinat anlayışı) adı verilen bu şaşırtıcı buluş, içinde yaşadığımız kâinatın rastgele ortaya çıkmadığı, insan hayatı için özel olarak yaratıldığı fikrine büyük bir delil oluşturdu. Yıllar geçtikçe bu prensibi destekleyen yeni deliller de ortaya çıkmaya devam ediyor. Biyolojide de, bir yaratılışın varlığını gösteren deliller var mı? Elbette var! Bugün biyoloji dünyasına baktığınızda, yaratılış düşüncesine yaklaşan bir paradigma değişikliği görebilirsiniz. Biyolojinin 19. yüzyılda şekillenmiş paradigması, yani temel kabulleri sarsılıyor. Bu paradigmada en büyük pay Darwinizm'e ait. Bu teori, yeryüzündeki bütün hayatın şuursuz tabiat hâdiselerinin eseri olduğunu öne sürmüştü. Oysa canlılığın detayları keşfedildikçe, karşımıza mükemmel, hassas ve yoğun bir programa dayanan sistemler çıkıyor. Bu sistemlerin gâyesiz sebeplerin ve rastlantıların ürünü olduğu düşüncesi giderek kabul edilemez hâle geliyor. Sadece Darwin değil, Freud da sarsılıyor galiba? Kesinlikle! Freud, insan psikolojisine materyalist bir açıklama getirmeye çalışmıştı. Dahası, dinî inancın bir tür nevroz olduğunu ileri sürmüş, insanların ancak ateist olduklarında sağlıklı bir psikolojiye sahip olabileceklerini söylemişti. Ama deliller bunun tam aksini gösteriyor. Psikolojik araştırmalar, dindar insanların psikolojik yönden çok daha sağlıklı olduklarını gösteren verilerle dolu. Freud'un, dinin modernleşme ile birlikte yok olacağı şeklindeki tahmini ise, tamamen boşa çıkmış durumda. Kitabınızda ruhun varlığına dâir ölüm ve sonrası hakkında yaşanmış tecrübelerden deliller çıkarıyorsunuz, değil mi? Evet! Aslında benim ateizmden vazgeçmemi sağlayan sürecin, asıl bu konudaki delilleri incelemekle başladığını söyleyebilirim. 90'ların başında, uzun bir tatil döneminde, ölümün kıyısına gelen insanların tecrübeleri hakkındaki raporları inceledim. Bunların çoğu, ameliyatlar sırasında kalbleri duran, birkaç dakika gerçekten biyolojik bir ölüm yaşayan, ama sonra hayata dönen kişiler. Ölümle yüzleştikleri kısa süre hakkında anlattıklarında ise, büyük benzerlikler var. Hemen hepsi ruhlarının vücutlarından ayrıldığını, kendilerini dışarıdan gördüklerini belirtiyor. Anlattıklarının hayâl ürünü olması ise imkânsız; çünkü o sırada odada neler yaşandığına, doktorların kendilerini kurtarmak için neler yaptıklarına dâir detaylı tariflerde bulunuyorlar ve bunları gözleriyle görmüş olmaları mümkün değil. Kitapta detaylı olarak anlattığım bütün bu deliller, insanın bir ruha sahip olduğunu gösteren önemli bir veri. Bir ruha sahip olmamız ise, ateizmin temel dayanağı olan materyalist felsefeyi yalanlıyor. 21. yüzyıla nasıl bakıyorsunuz? Bu deliller insanlığın düşüncesini nereye taşıyacak? 20. yüzyılın büyük bölümüne egemen olan sekülarizm artık geçerliliğini yitirdi. Sekülarizmin objektif bir gerçeklik olduğu sanılıyordu; artık o, sadece farklı dünya görüşlerinden birisi hâline geldi ve zemini de giderek eriyor. 21. yüzyıl, 20. yüzyıldan daha dindar olacak. Ama soru şu: Hoşgörülü ve barışçı bir din anlayışı mı, yoksa çatışmacı bir din anlayışı mı yükselecek? Kuşkusuz her sağduyulu insan, birincisini diliyor. Not: Patrick Glynn, Harvard ve Cambridge gibi dünyanın en ünlü iki üniversitesinden mezun olmuş, Reagan döneminde uzun yıllar siyasî danışmanlık yapmış, American Enterprise Institute gibi önemli düşünce kuruluşlarında çalışmış bir siyaset bilimci. Hâlen Washington DC'deki George Washington Üniversitesi'nde Toplum Siyaseti Çalışmaları Enstitüsü'nün yöneticiliğini yürütüyor. Prof. Glynn'e ün kazandıran çalışması ise, 1999 yılında yayımlanan "Allah'ın Varlığının Delilleri: Post-Seküler Bir Dünyada İnanç ve Aklın Uzlaşması" adlı kitabı oldu. Uzun yıllar bir ateist olarak yaşamasına rağmen, ilmî delilleri yeniden incelediğinde bir dönüşüm geçiren ve Allah'ın varlığını kabul eden Glynn, söz konusu kitapta bu kararında rol oynayan delilleri anlatıyor. Patrick Glynn ile Washington'da görüştük ve ateizmi neden terk ettiğinden, yeni muhafazakâr hareketin zihnî alt yapısına kadar pek çok konuyu konuştuk. Mustafa AKYOL.
  17. Ramazan Ayinin Özellikleri Ibadetler belirli vakitlerde yapilir .Farz olan orucun vakti Ramazan ayidir. Ramazan ayinin dinimizde büyük bir önemi ve diger aylar arasinda seçkin bir yeri vardir . Bu sebeple oruç konusuna geçmeden önce Ramazan ayinin tasidigi özellikler hakkinda bilgi vermek yararli olacaktir . Bu özellikler kisaca sunlardir: 1. Insanligi karanliklardan çikarip aydinliga kavusturan, Rabbimizin son mesaji Yüce kitabimiz Kur'an-i Kerim, bu ayda yeryüzüne inmeye baslamis ve böylece insanlik için yepyeni ve mutlu bir dönem baslamistir. Bu gerçek. Kur'an-i Kerim'de söyle bildirilmistir: "Ramazan ayi ki onda Kur'an, insanlara yol gösterici ve dogruyu yanlistan ayirici belgeler olarak indirildi. " (7) Kur'an-i Kerim Ramazan ayinda inmeye basladigi için bu ay. bir anlamda Kur'an ayidir. Kur'an-i Kerimi Peygamberimize getiren büyük melek Cebrail, her yil Ramazan ayinda Peygamberimize gelir ve o güne kadar nazil olan Kur'an ayetlerini karsilikli olarak birbirlerine okurlardi. Peygamberimizin bu dünyadan göçtügü yilin Ramazaninda bu durum. son olarak ve iki defa gerçeklesmistir. Ramazan ayinda camilerimizde ve evlerde okunan ve cemaatin büyük bir manevi zevk ve husû içinde dinledigi mukabele ve Kur'an hatimler; Cebrail ile Peygamberimiz arasinda yapilan mukabelenin devam ettirilmesidir . Bu vesile ile Kur'an okumanin fazileti ve manasini anlamaya çalismanin önemini belirtmekte fayda vardir. Kur'an okuimak ve okunan Kur'an'i dinlemek sevabi çok olan bir ibadettir . Peygamber Efendimiz: " Kim Allah'in kitabi Kur'an'dan bir harf okursa onun için bir sevap vardir. Her sevabin karsiligi da on kat verilecektir " (8) buyurarak Kur'an okuyanlara verilecek sevabin miktarini belirtmis, ayrica Kur'an-i Kerim'in okuyucularina sefaat edecegi Peygamberimiz tarafindan bildirilmistir. Söyle buyuruyor: "Kiyamet günü oruç ve Kur'an kul'a sefaatçi olurlar. Oruç: - Ya Rabbi, ben onu gündüzleri yemekten ve zevklerinden alikoydum, simdi beni ona sefaatçi kil, der . Kur'an: - Ya Rabbi, ben onu gece uykusundan alikoydum, simdi beni ona sefaatçi kil, der. Her ikisi de sefaat ederler. ,. (9) Kur'an-i Kerim, insanligin kurtulusu için gönderilen son ilâhî mesajdir. Onu okumak ibadettir. Ancak sadece okumak yeterli degildir. Müslümanin asil göre v i, Kur'an'i okuyup manasini anlamaya çalismak ve onun gösterdigi nurlu yoldan yürümektir. Kur'an-i Kerim'in gönderilisindeki sebeb ve hikmeti, yine Kur'an'dan ögreniyoruz. Yüce Allah söyle buyuruyor: "Ey Muhammed! Sana bu mübârekkitabi (Kur'an'i) ayetlerini düsünsünler ve akli olanlar ögüt alsinlar diye indirdik." (10) 2. Alemlere rahmet olarak gönderilen, yaratilmislarin en faziletlisi, Allahin en sevgili kulu, son peygamber, Hz. Muhammed Aleyhisselâm'a peygamberlik görevi bu ayda verilmistir. Mekke yakinlarindaki Hira magarasinda "oku" emri ile baslayan ilk Kur'an ayetlerini Hz. Muhammed'e teblig eden büyük melek Cebrail (a.s.) daha sonra ona "Sen Allah'in Rasûlüsün (Peygamberisin) ben de Cebrailim" diye hitap ederek onun insanligin kurtulusu için peygamber olarak görevlendirildigini bildirdi. Hz. Muhammed (s.a.s.)'in bu kutsal göreve baslamasi ile karanliklar içinde bocalayan insanlik için nurlu bir ufuk açildi. Onun kalplere yerlestirdigi iman isigi sayesinde cehaletin yerini ilim, zulmün yerini hak ve adalet, kin ve düsmanligin yerini insan sevgisi aldi ve gerçek anlamda huzur ve kardesligin temelleri atildi. 3. Bin aydan daha hayirli oldugu Kur'an-i Kerim'de bildirilen ve mü'minlere Allah'in en büyük lütuf ve ikramlarindan biri olan "Kadir Gecesi" de bu ayin içindedir. Bu gece, müslümanlarin iyi degerlendirmesi gereken büyük bir firsattir. (11) 4. islâm'in bes sartindan biri olan, insani nefsinin asiri arzularindan ve maddî ihtiraslardan kurtarip yücelten ve âdeta meleklestiren oruç ibadeti. bu aya tahsis edilmistir. Ramazan gecelerinde cemaatin büyük bir cosku ile kildigi teravih namazi da bu aya mahsus bir ibadettir. Oruçlunun derin bir huzur ve manevî zevk duydugu sahur ve iftar sofralari da bu aya ayri bir anlam kazandiran özelliklerdir. Iste böyle özellikler ve manevî güzelliklerle dolu mübârek Ramazan ayi, mü 'minler için manevî degeri çok büyük bir rahmet mevsimidir. Bu ayi, Yüce Rabbimize ibadet ederek ve insanlara iyilik yaparak degerlendirdigimiz takdirde kazancimiz büyük olacak ve ebedî saadetin kapilari bize açilacaktir. Bu ayi. "Evveli rahmet, ortasi magfiret, (günahlarin bagislanmasi) sonu da cehennemden kurtulus" (12) olarak nitelendiren Peygamberimiz. ayrica mü'minlere su müjdeyi veriyor: "Ramazan ayi gelince; cennet kapilari açilir, cehennem kapilari kapanir ve seytanlar kösteklenir." (13) Bu hadis-i serifin ifade ettigi bir mânâ da sudur: Ramazanda kendisini cennete götürecek iyi isler yapan mü'mine cennetin kapilari açilmis, cehenneme götürecek kötülüklerden sakindigi için de cehennem kapilari ona kapanmis demektir. Oruç sayesinde nefsine hakim olup seytana uymadigi için de seytani etkisiz hale getirmis olur. (14) Esasen Ramazan kelimesinin sözlük anlami da, oruçlunun günahlardan arinacagini ifade etmektedir. söyle ki: Ramazan; yaz aylarinin sonunda ve güz mevsiminin basinda yagan ve yerdeki tozlari temizliyen yagmur anlamindadir. Bu yagmur, nasil yeryüzünü yikayip tozlardan temizliyorsa, Ramazan ayi da mü'minleri günahlardan öylece temizler. Diger bir anlami da yanmaktir .Buna göre Ramazan ayi oruçlunun günahlarini yakarak yok eder demektir. Her iki mânânin birlestigi nokta; oruçlunun bu ayda günâhlardan arinacak olmasidir. Müjde mü'minler size ihsân-i rahmandir gelen sânina ta'zim için bu mâh-i gufrandir gelen Ondadir feyz-i hidâyet ondadir afv ü kerem Kadrini bil mevsim-i inzâl-i Kur'an'dir gelen iyd-i ekber her günü kadr-i mübârek her gece Ehl-i imâna ne mutlu lutf-i sübhandir gelen Zulmet ü kasvetten âzâd etmeye sâimleri Nûr-i islâm nûr-i imân nûr-i irfandir gelen Hâne-i kalbi temizle hosça istikbâl için Ni'meti mebzûl bir mihmân-i zi-sandir gelen El-hazer senden sikâyet etmesin yarin aman Rûz-i mahser sâfi-i ashâb-i isyandir gelen Rahmet ü gufran hedâyâsiyla cennet bahseder Derde derman vasl-i cânan itk-i nirândir gelen Mâsivâdan sâim ol Remzi dilersen vasl-i Hak Râh-i aski kullara ta'lim-i Yezdan'dir gelen
  18. Yahudilere sırf Yahudi oldukları için düşman olmak doğru mu? Yahudiler, yekpare bir millet mi? Antisemitizm olarak bilinen tarihsel Yahudi düşmanlığı ile Müslümanların ilgisi nedir? Müslüman olarak antisemitizm karşısında nasıl bir tavır almalıyız? Biz hak dinin İslam olduğuna inanıyoruz. Her dinin müntesibi kendi dinini hak, diğerlerini batıl veya muharref (sonradan bozulmuş) görür. Fakat bu, dinî-vicdanî bir pozisyondur, siyasî veya toplumsal bir pozisyon değildir. Nitekim, Müslümanlar Yahudilerle anlaşmalar yapmış, aynı devleti paylaşmışlardır. Ehl-i kitap olmak noktasında ortak tarafları tanımakla birlikte, Müslümanlar inançlar noktasında dost edinmedikleri kitap ehli Yahudi ve Hıristiyanlarla, ticarî, siyasî ve sosyal anlamda dostâne ilişkiler kurmuşlardır. Tarihsel olarak ilişkilerin her zaman dostâne ve barış içinde olduğu söylenemez. Fakat Yahudilerin öldürüldüğü (Beni Kurayza kabilesinin erkeklerinin öldürülmesi örneğindeki gibi) çok nadir durumlarda bile bu cezalandırmaya, onların Yahudiliği değil, toplumsal sözleşmeye ihânetleri sebep olarak gösterilmiştir. Yani Müslümanlar "öteki"ni yok etme üzerine değil, öteki ile sınırlı da olsa ahlâkî ve anlamlı ilişki (akit) kurmaya dayalı bir yol izlemişler. Tarihsel antisemitizm ve İslam İsrail-Filistin çatışmasını bin yıllık bir çatışma gibi göstermek isteyen, böylelikle siyasî ve modern bir çatışmayı ezelî bir dinî çatışma olarak göstermek sûretiyle ortalama (başta Amerikalı) vatandaşa 'senin aklın ermez' telkininde bulunan kimi propagandist söylemlerin Müslümanlar arasında yankı bulmasını nasıl açıklayabiliriz? Nasıl oluyor da her üç dinin mensuplarından bir kısmı aynı ilginç noktada buluşuyorlar: Evet, bu çatışmanın ezeliyetine hem Yahudi milliyetçileri, hem Müslüman milliyetçileri hem de Hıristiyan kıyametçileri (Evanjelikler) inanıyor. Halbuki Müslümanların Yahudilerle problemi son derece yenidir ve Filistin meselesi ile ilgilidir. İsrail Devleti'nin işgal ve zor yoluyla kurulmasının ardından (başta Arap) Müslümanların hissettikleri zaaf ve çaresizlik, eskiden Hıristiyanların tarihsel olarak kullandıkları ve Nazi döneminde Avrupa'da modern versiyonları üretilmiş bir dizi batıl inanç ve şablonu, Müslümanların da tedrici olarak benimsemesine yol açmıştır. Hatta bu, sadece modern şablonlarla sınırlı kalmamış, yer yer eski İsrailiyata dayanan; ama Kur'an'a dayanmayan birtakım hikâyelerin marjinal olmaktan çıkıp merkezî bir konum kazanmasına yol açmıştır. Şüphesiz, durumu içinden çıkılmaz hale sokan şey Müslümanların Hıristiyan Avrupa'ya ait bu tarih ve evveliyattan hiç haberdar olmamalarıdır. İsrail, savaşlar ve işgaller yoluyla Müslümanların bu tür bir tepkiselliğe girmelerine katkıda bulundukça Müslümanlar da kendilerine ait olmayan ve üzerinde büyük bir tarihî bagaj ve ahlâkî yük bulunan bir söylemi farkına varmadan kullanmaya başladılar. Bu ahlâkî yük ve tarih, ortaçağ Hıristiyanlarının cehalet ve taassupla yoğrulmuş (Yahudilere yönelik) kimi zulümlerinden tutun İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanya'sının (sayısı önemli değil) küllî miktarda Yahudi'yi sırf Yahudi oldukları için insaniyetin ve İslâmiyet'in hilafına olarak katletmesine kadar uzanan çirkin bir tarihtir. Adı geçen tarihin ürettiği bu devasa ahlâkî yük ve günaha Müslümanların kendilerini bulaştırmaları ancak bilgisizlik ve sorumsuzluk ile açıklanabilir. İslam dini Yahudilik ve Hıristiyanlıkla ilişkisini bir tamir, yenileme olarak tanımlamıştır. Bu ilişki bir tahrip ilişkisi değildir. Şüphesiz Kur'an'da Yahudileri şiddetle uyaran ayetler ve yine kader eliyle tokat yemeyi hak ettiklerine dair ayetler vardır. Ancak bu, doğru yola çağırma ve doğruyu gösterme sadedindedir. Ve bir davranışlar bütününe ilişkindir. Nasıl ki Yahudi bir Müslüman olabiliyorsa, Yahudiliğin yanlış olan taraflarının benzerini üreten Müslümanlar da olabiliyor. Günümüzde Müslümanların gözden kaçırdığı bir husus var. O da Yahudilere ilişkin genel geçer şablonun arkasında İslam tarih ve geleneğinden çok bir Hıristiyan tarih ve geleneğinin bulunduğudur. Tarihsel antisemitizm Avrupa kökenlidir ve Hıristiyan bir karakter taşımaktadır. Hıristiyanların Yahudi düşmanlığının başlangıcını, Hıristiyanların Tanrı olduğuna inandıkları Hz. İsa'yı Yahudilerin öldürdüğü (Tanrı kâtili oldukları) yolundaki inanç oluşturur. Katolik Kilisesi bu fikirden resmî olarak yakın bir zamanda vazgeçmiştir. Ortaçağ Hıristiyanları aralarında azınlık olarak yaşayan Yahudiler hakkında çeşitli batıl inançlar geliştirdiler. Bunlardan biri Yahudilerin özel bayramlarında bir Hıristiyan çocuğunu kesip kanıyla yoğrulmuş ekmekten yedikleri inancıdır. Yine Ortaçağ'da Yahudilerin kuyulara zehir attıkları inancı yaygınlaşmıştı. Eğer bir beldede bilinmeyen bir hastalık vuku bulursa civardaki Yahudiler bundan sorumlu tutulur, kimisi öldürülürdü. Bunun dışında başka peşin hüküm ve ezber imajlar vardır. Meselâ, Yahudilerin meşhur faiz ve parayla ilişkileri konusu gerçekten de sanılandan farklıdır. Hıristiyan kralları Hıristiyanlıkta da faiz haram olduğu için ve kendileri faiz ve para ile uğraştıkları için bu işi etbaları içindeki Yahudilere yaptırırlardı. Yani, Yahudiler faizle ve muhasebecilikle isteyerek değil -en azından başlangıçta- istemeyerek uğraşmışlardır. Ticaretin ve paranın pest bir uğraş olduğu eski zamanlardan paranın ve ticaretin iktidar ürettiği yeni zamanlara gelinince, Yahudiler hakkındaki bu tarihî durumdan çok da doğru olmayan bir imaj ortaya çıktı. Yahudiler, Hıristiyan coğrafyalarda bir yere ait olmalarına izin verilmediği için hep ticaretle ve mobil kaynaklarla (kuyumculuk vs.) uğraştılar. Zamanla çok zenginleştiler. Avrupa'da Yahudi zenginlerin kiminin devletlerarası savaşları finanse ettikleri ve ekonomik bir güç oldukları doğrudur. Dağıldıkları ve azınlık oldukları için güçlü bir ağ geliştirmeleri ise kaçınılmaz bir şekilde onlara bazen sahip olduklarından daha büyük güçler atfedilmesine sebep olmuştur. Modern zamanlarda Yahudilerin azınlık olmaktan neşet eden teyakkuz ve çalışkanlıklarının neticesi olan güçlerine karşı gelişen çoğunluk hazımsızlığından tutun Rusya kaynaklı, Yahudilerin gizli bir cihan hâkimiyeti komplosu içinde olduklarını ileri süren meşhur efsaneye kadar pek çok inanış ve iddianın bir araya gelmesiyle ortaya çıkan bakış açısı var. Bu ruh hâline 'antisemitizm' deniyor. Avrupa'da Yahudi sorunu olarak gelişen bu genel düşmanlık Nazi Almanya'sının Avrupa Yahudilerini kamplarda toplayıp katletmesiyle doruk noktasına ulaşmıştır. Antisemitizm olan Yahudi düşmanlığı, çok spesifik bir durumdur. Yahudiliğini bırakmış, tamamen Almanlaşmış ve Hıristiyanlığı benimsemiş insanları bile çoluk çocuk katleden bu söylemin Müslümanların dünyasında karşılığı olamaz, olmamalı. Türkiye'de Hitler'in kitabını basan ve okuyanlar dindarlar değil, milliyetçilerdir. Buna Müslüman milliyetçiliğini de eklemek lazım. Hatırlatmak gerekir ki; bu stratejik bir problem olmaktan çok, ahlâkî bir problemdir. Müslümanlar Yahudi milliyetçiliğine (Siyonizm, İsrail Devleti) Müslüman milliyetçiliği (El-Kaide, intihar bombacılığı) ile karşılık verdikçe bu türden ahlâkî olarak savunulamaz durumlara düşmekte, kendilerine ait olmayan suç ve günahların hesabını vermek durumunda kalmaktadırlar. İsrail'i eleştiren Yahudiler... Siyonizm'in (Yahudi milliyetçiliğinin) bu suçta hissesi büyüktür. İsrail Devleti'ni zorla her Yahudi'nin gündemi haline getirmek ve Yahudilik ile İsrail Devleti arasında özdeşlik kurmak sûretiyle İsrail Devleti'ne yönelik Müslüman tepkisinin zamanla antisemitik unsurlar içermeye başlamasına büyük ölçüde Siyonizm sebep olmuştur. Müslümanların Siyonizm'in bu tuzağına düşmelerinde öfke ve yenilgi psikolojisinin büyük rol oynadığını düşünüyorum. Mesela, Batı'daki Yahudilerin her zaman Müslümanların aleyhinde oldukları tezini ele alalım. Bu tez doğru değildir. Çünkü erken dönem Yahudi oryantalistler Hıristiyan Avrupa'ya İslâm medeniyetini anlatırken (kendilerinin de içinde bulunduğu Doğu medeniyetlerinin hiç de Avrupalılardan geri olmadığını imâ edercesine) övgü dolu ve takdir edici bir yaklaşım göstermişler. Bu yaklaşımın İsrail'in 1948 yılında kurulması ile değiştiği ve günümüzde ise en kötü örneklerini verdiği şüphesiz doğrudur. Bugün Amerika'da İsrail'in çıkarları için Arapların aşağılanmasını (terörist olarak gösterilmesini) ve Arapların aşağılanması için de bütün bir İslâm'ın terörizmle özdeşleştirilmesini sağlamak için gece gündüz çalışan kimi gazeteci veya yazarlar Yahudi'dir (örnekler; D.Pipes, S.Emerson). Buna rağmen unutmamak gerekir ki; böylesi tetikçi adamların hareket noktaları İsrail tarafgirliğidir. Nitekim böyle tetikçiler her İsrail veya Siyonizm eleştirisini Yahudi düşmanlığı (antisemitizm) olarak yaftalarlar. Bu, İsrail Devleti'nin ve İsrail'in çıkarları için her şeyi feda etmeyi göze alan Yahudi milliyetçilerinin kullandıkları bir taktiktir. Bu yüzden İsrail hakkında özgür tartışma yapmak imkânsızlaştırılmış, İsrail özellikle Amerika'da bir tabu haline getirilmiştir. Yakınlarda bu tabuyu kırma yönünde adım atan saygın iki bilim adamı, Mearsheimer ve Walt'ın yaptıkları araştırmanın ortaya koyduğu üzere İsrail lobisi, Amerikan dış politikasını İsrail'in menfaatleri istikametinde yönlendirmektedir. Hatta bunu ABD'nin çıkarlarının rağmına yapmaktadır. Onların da işaret ettiği gibi İsrail lobisinin bugünkü gücünün arkasında sadece Yahudiler değil, başka gruplar vardır. Son dönemde Hıristiyan Evanjelik köktendinciliğinin körü körüne olan ve İsrail lobisince desteklenen İsrail tarafgirliği ABD'deki İsrail lobisinin gücünü devasa bir hale sokmuştur. Bunların hiçbiri Müslümanların antisemitik söyleme tenezzül etmelerini meşru kılamaz. İsrail'in zulümlerine kızıp İsrail'le hiç ilgisi olmayan, İsrail doğmadan önce ölmüş olan veya şimdi İsrail Devleti'nin bütün ısrar ve iddialarına rağmen onunla bir ilgisi olmayan onca Yahudi'nin hukukunu görmezden gelerek, mesela "Oh, Hitler iyi yapmış" demek büyük bir zulümdür. Hem zulmü onaylamak anlamında zulümdür hem de İsrail'in zulmünden (gelmiş geçmiş) bütün Yahudileri sorumlu tutma anlamında zulümdür. Said Nursi'nin en çok zikrettiği ayet olan "birinin hatasıyla başkası mesul olmaz" ilkesi son derece açıktır. Hazreti Ali'nin mesleği olan mutlak adalet ilkesi, masumların hukukunu, sayıları ne kadar az olursa olsun muhafaza etmeyi öngörür. Unutmamak gerekir ki 'bir millet olarak Yahudiler' ile 'bir din olarak Yahudilik' arasında bir fark vardır. İsrail ile Yahudilerin tamamı arasında bir fark vardır. Her iki durumda da Yahudilerin kendileri bile bir fark olmadığına inansalar veya olmadığını iddia etseler bile Müslümanlar bir fark olduğuna adalet ve İslamiyet gereği inanmışlar ve inanmalılar. Bugün Amerika'da dindar olmayan bazı laik, kimi zaman solcu Yahudiler var. Yine dindar Yahudi olup İsrail'i tenkit eden ve zalim bulan pek çok Yahudi grup var. Siyonist söylem her ne kadar Yahudilik ve İsrail arasında bir eşitlik kurmaya çalışsa ve Amerika'daki İsrail lobisi Amerikan dış politikası üzerinde hakimiyet tekeli kursa bile bunların hiçbiri bu insanların haklarının çiğnenmesini, görmezden gelinmesini meşrulaştıramaz. Netice itibarıyla antisemitizm Müslümanlara ait olmayan bir Avrupalı tarihin utanç verici bir ürünüdür. Müslümanların bazı Yahudilerin (İsrail Devleti aracılığı ile) yaptığı zulümler karşısında sahip çıkmaya kalkışamayacakları bir toptancı, haksız ve zalimane bir söylemdir. Antisemitist söylemi farkında olmadan benimsemekle Müslümanlar, karşısında öfkelendikleri Siyonizm'in ahlâkî seviyesine düşmüş olurlar ve ahlâkî olarak kaybederler. (*) Sosyolog; Michigan Üniversitesi'nde ders vermektedir. MÜCAHİT BİLİCİ(*)
  19. Ciwan Haco - Se Se (kop kop )
  20. Bilimsel olarak acıklayın diyorlar Bilim adamlarından dinliyelim 1.Mikrobiyolojinin babası kabul edilen, *abiyogenez safsatasını yaptığı ünlü deneyle çürüten, pastörizasyonu ilk defa uygulayan Fransız ilim adamı Louis Pasteur: ‘İlimsizlik insanı Allah’tan uzaklaştırır; ilim, insanı O’na yaklaştırır.’; ‘Tabiî ilimlere ne kadar fazla çalışırsam, Yaratıcı’nın sanatlarına olan hayranlığım o derece artıyor.’ demiştir. (*Abiyogenez, geçmişte canlıların cansız maddelerden kendiliğinden oluştuğunu iddia eden bir safsataydı. Hattâ bu insanlar Allah’ı inkâr etmek için o kadar komik duruma düşüyorlardı ki, farelerin kirli çamaşırlardan, ördeklerin ağaçların suya değen kısımlarından, sivrisineklerin ve kurbağaların bataklık çamurundan tesadüfen oluştuklarını savunuyorlardı.) 2.Gelmiş geçmiş en büyük teorik fizikçilerden biri kabul edilen ve Kayyum olan Allah’ın koyduğu genel çekim kanununu bulan Isaac Newton: “Güneş, gezegenler ve kuyrukluyıldızlardan meydana gelmiş bu hârikulâde sistem, ancak Mâhir ve Kadîr bir Zât’ın hâkimiyetinden kaynaklanabilir.” itirafında bulunur. 3.Amerikan Havacılık ve Uzay Dairesi’nin (NASA) eski yöneticilerinden Dr. Wernher von Braun: “Yaratıcı olmadan hiçbir şeyin oluşması düşünülemez. Etrafımızda Yaratıcı’nın ilâhî plânının âşikâr tezahürlerini fark edebiliyoruz. Kâinattaki engin sırlar, sadece bizim Kâinatın Yaratıcısı’na olan imanımızı destekler.”2 diyerek, imanın bir çeşit intisap (bağlanma) olduğunu, delillerin ise bir menfez veya bir süpürge gibi sadece vehimleri süpürmeye yaradığını belirtmiştir. 4.Fizik dalında 1921’de Nobel Mükâfatı kazanan ve İzafiyet Teorisi’ni geliştiren Albert Einstein: “Kâinatla ilgili en anlaşılması zor olan şey, her şeyin anlaşılabilir olmasıdır.” ve “Dinsiz ilim topal; ilimsiz din kördür.” diyerek, din ve fen bilimlerinin birbirleriyle çelişmediğini, aksine biri olmadan diğerinin eksik kalacağını vurgulamıştır. 5.Ünlü fizikçi Kelvin: “Akıl ve merhametin çok açık görüldüğü yaratılışın karşı konulamaz derecede kuvvetli delilleri her tarafımızı kuşatmış durumdadır.” diyerek şiddet-i zuhurundan gizli (şiddetli ışığından dolayı ışık kaynağının görülmemesi) olan Zât’a şehadet etmiştir. 6.Kimya dalında iki defa Nobel Mükâfatı alan Ilya Prigogine: “Organik yapıların ve âhenkli çalışan sistemlerin kaza eseri oluşmasının istatistikî ihtimali sıfırdır.” demiş ve her şeyi tesadüflere veren pozitivistlerin aslında ne kadar akıldan uzak iddialarda bulunduklarını belirtmiştir. 7.Oksijen elementinin nükleer enerji seviyesinin bütün karbonun oksijene dönüşmesinin engellenmesi ve de hayatın bekâsı adına yeterli miktarda oksijen üretilmesi için en mükemmel seviyede olduğunu keşfeden Fred Hoyle: “Kimyanın ve biyolojinin kanunlarını vazeden Zât, aynı zamanda fiziğin kanunlarını da vazetmiştir.” diyerek şaşkınlığını dile getirmiştir. 8.4 Matematik, astronomi ve jeoloji gibi bilim dallarında yine İsveç Kraliyet Bilim Akademisi tarafından verilen -Nobel’e eşdeğer- Crawford Mükâfatı’nı kazanan Alan Sandage: “Kâinattaki bu muhteşem düzenin kaos neticesi oluşması imkânsızdır. Varoluş mu’cizesini ancak O’nun varlığıyla açıklayabiliriz.” demiş ve kâinattaki âhengin bir sanat eseri olduğunu itiraf etmiştir. Yine fizik sahasında Nobel alan Arno Penzias: “Astronomi bize şunu göstermiştir: Kâinat, hiçbir şey olmadan yaratılan, hayatın devamı için gerekli şartların sağlanması adına çok hassas bir dengeye sahip, her hâdisenin Allah tarafından, plânlı şekilde cereyan ettirildiği bir yerdir.”demiştir. 9.Bir zamanlar ateist olan felsefe profesörü Anthony Flew: “Sadece bir hücrenin, Britannica Ansiklopedisi’nin bütün ciltlerinden daha fazla bilgi ihtiva etmesini evrim asla açıklayamaz.” diyerek Kâinatın Hâlıkı’nı inkâr etmek için ortaya atılan evrim fikrinin nasıl çelişkili olduğunu anlatmıştır. Aslında evrim safsatasının niçin ortaya atıldığını, Londra’daki ünlü İngiliz Tabiat Tarihi Müzesi’nden fosilbilimci (paleontolog) ve eski bir evrimci olan Dr. Collin Patterson bir hatırasında belirtmektedir: “Bir sabah kalktığımda şunu düşündüm: 20 senedir evrim üzerinde çalışıyorum; fakat bu teoriyle ilgili bir hakikat ifade eden hiçbir şey bilmiyorum. Ya ben de bir problem var veya bu teoride. Benim hiçbir problemim yok... Bir gün evrimciler arasında saygın bir yeri olan Chicago Üniversitesi’nde düzenlenen Evrim Morfolojisi Semineri’nde; ‘Evrim hakkında herhangi bir şey bileniniz var mı? Herhangi bir şey? Gerçekten doğru olduğunu düşündüğünüz herhangi bir şey?’ diye sorduğumda uzunca bir müddet cevap alamadım. Nihayet biri kalkıp ‘Ben bir şey biliyorum: Bu teori okullarda okutulmalı.’ dedi. 10.20. asrın teorik fizik alanında deha isimlerinden olan James Jeans’ın kâinatın yaratılması ile ilgili düşüncesi şu şekildedir: “Sadece küre-i arzın, (tesadüflerle) şu andaki şeklini alması için, yeryüzündeki kumların tamamını elinize alın ve bunları saçın. Bunların birinin Güneş, diğerinin yeryüzü, bunun gibi, her birinin yeryüzünü teşkil eden nesnelerden biri olarak yerli yerine gidip oturması hangi nispette mümkünse, yeryüzünün şu andaki şeklini alması da, ihtimal hesapları dahilinde o nispette mümkündür.” 11.Pakistanlı Dr. İnayetullah Maşrıki (bazı kaynaklarda bu isim ‘İn’âmullah’ olarak verilmektedir), James Jeans ile yaşadığı bir hatırasını şu şekilde anlatmaktadır: “Sir James Jeans bana yerin yaratılışını, hayata müsait hâle getirilişini anlattı. Allah’ın tasarruflarından söz ederken coşuyor, kendinden geçiyordu. Nebülozlardan bahsetti; bu geniş âlemde nasıl bir iradeye râm olduklarını, mekânın genişlemesini, Allah’ın bütün bu olup bitenlerdeki tasarruflarını izah etti. Bu şekilde kâh büyük âlemdeki (makrokosmos), kâh küçük âlemdeki (mikrokosmos) hakikatleri anlatırken, sanki, ‘İleride onlara dış âlemde ve kendi nefislerinde âyetlerimizi peyderpey göstereceğiz. O zaman hak ve hakikatin ne demek olduğunu anlayacaklar.’ (Fussılet, 41/53) âyetinin mânâsı tecelli ediyordu. Bir aralık öylesine doldu ki, ‘İn’âmullah, hayret ediyorum’ dedi ve ekledi: ‘İnsan ilim yapar, şu fezâ-i ıtlakı öğrenir, derinlemesine insanın içine girer, şu teşrihata vâkıf olur da, nasıl Allah’a inanmaz, hayret ediyorum!’ Taşı tam gediğine koyacağım ânı yakalamıştım. ‘Üstad’ dedim, ‘Müsaade eder misin?’ ‘Buyur’ dedi. Şunu söyledim: “Kur’ân’da bir âyet var. Rasûlüllah’a Allah şöyle diyor: ‘İnnemâ yahşallâhe min ıbâdihi’l-ulemâ (Allah karşısında, kulları içinde ancak hakkıyla âlim olanlar saygıyla ürperir’ (Fâtır, 35/28). O zaman ayaklarının bağı çözülüverdi. ‘Bunu Muhammed (sas) mi söylüyor?’ dedi ve ilâve etti: “Eğer bunu, O diyorsa, sen şahit ol İn’âmullah, Muhammed, Allah’ın Rasûlü’dür.”
  21. Bence en buyuk sorun Askerin Siyasetin icinde olması... bence ana başlık bu...
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.