Senyour tarafından postalanan herşey
-
Şu Anki Durumunu Smileyle Belirtme
- Adini Soyadini Yaz İdeal Meslegİnİ Ögren
Büyük İnsan cıktı benimki kendimi buyuk hissetim be- İnsan Irkları
İnsanlar farklıdır, fakat insanlık aynıdır. Irk tabiri daha çok fizikî bir mefhumu ifade edip “fiziki karakterler bakımından ortak ve benzer gruplarını” ihtiva eder. Irklar temsil ettikleri nev’in bütün hususiyetlerini taşımakla beraber, umumiyetle belirli bir çevrede sınırlı bir popülasyon teşkil ederler. Yani fenotipte (x) belirli genlerin nesiller boyunca hakim olması, benzer fenotipte birçok fertten meydana gelen bir topluluğun ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Son yıllarda yapılan genetik çalışmalar boya, göz ve deri rengi gibi fiziki karekterlere tesir eden birçok genin olduğunu ortaya koymuştur. Tavşanların kürk rengini belirlemek üzere 12'den fazla gen çifti çeşitli yollardan tesirleşirken, meyve sineklerinde göz rengi ve göz şekli olarak 100'den fazla genin tesirleştiği tesbit edilmiştir. İnsandaki boy uzunluğunun veraseti belki 10 veya daha fazla gen çifti ile alakalıdır. (1) Bunun yanında genotipin fenotipte tezahür etmesi çevre şartlan (beslenme, sıcaklık, nem, iklim vs.) ile de alâkalıdır. Dolayısiyle bir nev içerisinde çok fazla varyasyonlar olabilmektedir. Ekseriyetle cinsiyet hücrelerinin mayoz bölünmesindeki Krosingover (x) ile ortaya çıkan rekombinasyonlar yeni gen kombinasyonlarına sebep olur. Bu şekilde rekombinasyonlardan ortaya çıkan yeni tiplerin değişik yerlerde kapalı topluluklar oluşturması ile aynı nev'in çeşitli popülasyonları meydana gelir. Popülasyondaki her fert kendine has bir genotipe (x) sahiptir. Fakat bir popülasyon içerisinde genlerin dağılımı hemen hemen sabittir. Nesilden nesile gen frekanslarının değişmemesi hadisesine de biyolojide ' 'Hardy-Weinberg'' prensibi denir. Mutasyon veya popülasyonlar arasında karışım olmadıkça bir popülasyonda genlerin dağılımı ve ortaya çıkış nisbeti hemen hemen değişmez. İşte bu sebepledir ki, ırklar bazı karekterlerle tebarüz eder. Ancak insan toplulukları arasında mutlak bir irtibatsızlık olmadığından insan ırklarını kesin kalıplarla birbirinden ayırmak imkânsızdır. Çok eski yıllardan bu yana insan nevi çeşitli ırk gruplarında sınıflanmak istenmiştir. Değişik yazarlara göre değişik ırk sınıflamaları mevcuttur. Meselâ: E. Berner'e göre (1672): Avrupa beyazları, Asya sanları, Afrika siyahlan, Kuzey Laponları. Cari Von Linne'ye göre (1735): Afrika siyahlan, Amerikalı Kızılderililer, Asyalı kahverengiler, Avrupalı beyazlar. Cuvier'e göre (1860): Beyazlar veya Kafkasyalılar, Mongoloidler, Zenciler. Huxley'e göre (1870): Zenciler, Ostraloidler, Mongoloidler, İkzanto Kroidler, Melan Kroidler. (2) . Antropolog Carleton Coon ise insanları, iskeleti esas alarak beş büyük ırk grubuna ayırmıştır: Caucasoid, Mongoloid, Concoid, Capoid, Australoid (3) . 1900'lerde Joseph Deniker insanoğlunu 29 ırka ayınrken 1961'de Amerikalı Antropolog S. M. Garn 9 ırkı yeterli görür. Bunlar: Amerikalı Kızılderililer, Melanezyalı - Papüalar (Yeni Gine'den Fiji adalanna kadar), Mikronezyalı (Pasifik adalarının çoğu, Ekvatorun Kuzeyi), Polinezyalı (Yeni Zelanda, geri kalan Pasifik adaları, Paskalya adası), Avustralyalı, Asyalı (Filipinleri, Japonlan, Eskimoları, Tibetlileri ihtiva eder), Hintli, Avrupalı (Ortadoğu ve Kuzey Avrupa'nın Güneyi). Bununla beraber Garn, grupların kesinlik arzetmediğini, bu sayının 35'e kadar çıkabilmesinin mümkün olduğunu belirtir. İmmuno - Kimya profesörü olan V.C. Boyd da kan gruplarını kullanarak 13 ırk sınıflamıştır (4) . İnsan ırklarının ayırd edilmesinde; saç ve gözlerin rengi, saçın yapı ve dalgalılık derecesi, başın şekli ve görünümü, parmak izleri ve vücudun çeşitli kısımlarının birbirine nisbeti esas alınmış tır. Antrologlar başın genişliği ve uzunluğu arasındaki nisbete bilhassa dikkat gösterirler. Herşeye rağmen ırkları birbirinden kesin çizgilerle ayırmanın imkânı yoktur. Ne deri rengi, ne boylan, ne saç yapılan, ne yüz ifadeleri ne de kafatası şekilleri bu iş için yetmemektedir. Afrika pigmeleri cüce ve siyah ırktır. Afrika Watusileri de uzun boylu siyah ırktır. İskandinavyalı beyazlar da uzun boyludur. Siyah derili insanlarda hem kıvırcık, hem düz hem de dalgalı saça rastlanabilir. Geniş burunlu, kalın dudaklı insanlara hem siyah hem de beyazlarda rastlanmaktadır. Irklar, fiziki hususiyetler bakımından o kadar birbirine karışmıştır ki, saf bir ırk bulmaya imkân yoktur. Günümüz biyologları "saf ırk" diye birşeyin olmadığına inanmaktadırlar. Gerçekten bir kişi ayrı bir gruba sokulacak kadar dış görünüşü (fenotip) bakımından ana ve babasına benzemeyebilir. Bundan başka deri rengi gibi herhangi bir hususiyet her ırk içinde olağanüstü değişiklik gösterir. Böylece beyaz ırkın bîr üyesi tipik bir zencininki gibi koyu deri rengine ve bir Çinli, bir Kafkaslı kadar beyaz deriye sahip olabilir (5) . Prof. Montagu, Amerikalı beyazlarla zenciler arasında yaptığı bir mukayesede şunları ortaya koymuştur: "Zekâ bakımından ileri sürülen bütün üstünlük iddialarına rağmen beyazlarla zenciler arasında fark yoktur. Beyinlerinin görüntüsü aynıdır. Bıngıldağın kapanması, kafatası gelişmesinin durması iki ırkta da birbirine benzer. Zencilerin alınları arkaya doğru meyilli değildir. Bu görüntü çıkık çene kemiklerinin neticesi olarak ortaya çıkar. Elleri daha uzun değildir. Yalnız parmaklan daha uzundur. Irkçıların ileri sürdükleri iddiaya rağmen melez çocukların başı ana rahminde uyumsuzluk göstermez. Sonra beyin ağırlığıyla zekâ arasında tam bir ilginin olmadığı bugün bilinen bir gerçektir. Zekâ her zaman verasetten gelen kabiliyetlerle çevre faktörlerinin tesirleşmesinin bir mahsülüdür. Birçok araştırmalar, birçok insan tiplerinden meydana gelmiş değişik toplumlarda hemen hemen aynı zekâ ve mizaç seviyesinin bulunduğunu göstermiştir. Aynı ırktan insanlar arasındaki biyolojik farklar, ırklar arasındaki aynı biyolojik farklar kadar, hatta daha fazla olabilir (6) . Bütün insan ırklarının aynı "ana-baba"dan gelmiş olup dünyanın her tarafına dağılmış ve kendi içlerinde meydana getirdikleri gen havuzlanyla bazı hususiyetler arzetmiş oldukları anlaşıldı. Amerika Kızılderililerinin Bering Boğazı bağlantısı yoluyla 40.000 yıl kadar önce başladığı tahmin edilen göçlerde Amerika'ya gelen Mongoloidlerin torunları olduğu anlaşılmıştır. Bu göçün ne zaman olduğu kesin değildir. Ancak bir buzul devrinde suların büyük bir kısmı buz halinde kutuplara ve karalara yığıldığından deniz su seviyesinin düşmesi (bugünkünden 185 m. kadar düştüğü fosil kalıntılarıyla anlaşılmaktadır) ile Sibirya ve Alaska'nın takımadalarla birbirine bağlanması zamanında olması mümkündür. Çin, Kore ve Japonya'da bulunan tipik Mongoloidler gibi Kızılderililer de yuvarlak, başa, çıkık elmacık kemiklerine, siyah düz ve kalın saça sahip olup, derileri san olmaktan çok kırmızıdır. Irkların bazı hususiyetlerinin, belli bölgelerde kendilerine fayda sağladığı söylenebilir. Meselâ; deri renginin Avrupa'da kuzeyden güneye gidildikçe koyulaştığı görülür. İsveçlilerin beyaz, İspanyolların esmer oluşu gibi. Kuzeyde beyaz deri, kafi miktarda D vitamini meydana getirebilmesinde vücudun güneşten mümkün olduğunca çok kızıl-ötesi ışın massetmesi için gereklidir. Rengin koyuluğu ekvatora dek giderek artar. Ekvatorda daha tesirli olan güneş ışınlan deride melanosit hücrelerini aktive ederek melanin pigmenti yapımını artınr. Böylece yanıklardan ve deri kanserlerinden nisbeten korunmuş olur. Asya'da da kuzeyden güneye, sandan siyaha renk değişir. Eskimolann, Orta Asyalılann gözlerinin nisbeten kısık oluşu da, kardan veya kum yığınlanndan yansıyan güneş ışınlarının insanların kör etmesi tehlikesine karşı koruyucudur. Kimileri ırkları farklı çevre şartlarına adaptasyon olarak ele almış kimileri de üstünlük-aşağılık veya ilerilik-gerilik şeklinde hayallerindeki "evrim basamaklarına" yerleştirmişlerdir. Her iki görüş de bugünkü genetik bilgilerimizle zıdlaşmaktadır. Çevre şartlarının canlıda meydana gelen fizyolojik ve anatomik değişikliklere sebep olduğu, fakat bu durumun canlının genetik kapasitesiyle sınırlı bulunduğu (adaptasyon aralığı) ve meydana gelen değişikliğin (modifikasyon) irsi bir hususiyet kazanmadığı iki mühim genetik prensiptir. Yaratılışın çeşitliliğinin, canlıların kaderi programlarının, genlerinin düzenlenmesinde (rekombinasyon) yattığını biliyoruz. Kabile kabile veya ırk ırk yaratılmanın gerek çevreye uyum yönünden, gerekse psiko-sosyal yönden, bildiğimiz ve bilemediğimiz birçok faydalan vardır. Hiç şüphesiz yaratılış, kâinatta yeri olmayan, ancak insanların zihinlerinde bir mefhum olan tesadüflerle değil, Yaratıcı'nın dilemesiyle gerçekleşmektedir. Çeşitli ırkların veya kabilelerin farklı sosyo-kültürel durumları dikkatlerini çeken bazı araştırmacılar, ırklar arasında üstünlük aşağılık seviye farkının olabileceği fikrine kapılmışlar ve bunlar arasından "ırkçı" zihniyeti taşıyanlar da hemen durumu değerlendirerek ırkların, farklı "evrim aşamasında "(!) bulunduklarını ileri sürmüşlerdir. Buradan çıkarak beyazların üstün ırk, siyahların ise daha geri "evrim aşamasında" (!) bulunan aşağı ırk olduğunu söylemişlerdir. Güya biyolojik temele dayandırılan bu ırkçılık zihniyeti, dünden bugüne hâlâ tesirini devam ettirmekte ve siyahlar çok yerlerde ikinci sınıf insan muamelesi görmektedirler. (Kölelik ve sömürgeler devam etmektedir. Hem de köle olmak ve sömürülmek istemeyen insanlar tarafından.) Bugün ırk ayırımının psiko-sosyal açıdan olduğu gibi, biyolojik açıdan da ilmi bir temelinin olmadığı anlaşılmış durumdadır. Siyahların, basık ve yayvan burunları ve kapkara derileriyle beyazlardan daha geri bir evrim aşamasında bulunduğunu iddia edenlere karşı, İsaac A. Asimov,santimetre kare başına daha fazla kıl taşımasından ve İnce dudaklarıyla atamız olduğu iddia edilen maymuna, kalın dudaklı siyahlardan daha fazla benzemesi dolayısiyle beyaz ırkın da maymuna yakın olma iddiasının ileri sürülebileceğini belirterek şöyle diyor: İnsan nev'inin değişik ırklarını evrim merdivenlerinin farklı basamaklarına oturtmaya kalkışmak kör testereyle "by-pass" ameliyatı yapmaya benzer. Ne yapsanız beceremezsiniz bunu. İnsanlık dediğimiz, bütün deri renkleri ne olursa olsun tek bir nev'iden ibarettir." (7) . Albert Jacquard (Fransa Milli Medografi İncelemeleri Enstitüsü Genetik Bölümü Başkanı) da ırkların herhangi bir biyolojik üstünlük durumunun mevzubahis olmadığını şu sözleriyle ifade eder: "Belli bir gruba bağlı fertlerin veya belli grupların, tabii olarak seçkin keyfiyet taşıdığını biyolojik yönden öne sürmek biyolojinin özünü baştan aşağı yanlış anlamak demektir." (8) _____________ KAYNAKLAR 1-) Genel Biyoloji, Sh. 637-634, Claude A. Vilîee. MEB. 2-) Bilim ve Teknik, Sayı 173, "Irklar" 3-) Yaşamın Temel Kuralları, Doç. Dr.Ali Demirsoy, 1979, Sh. 427. 4-) İnsan, Yapısı ve Yaşamı, Anthony Smith Sh. 27-28. 5-) Genel Biyoloji Sh. 764. 6-) İnsan. Yapısı ve Yaşamı, Sh. 29-30-34. 7-) Bilim Dergisi,Nisan 1984, "Irk, Ayrısı Gayrisi". 8-) Görüş, Kasım 1983, Sayı 11, Sh.25. "Irkçılık ve Bilim" (x) Fenotip: Bir canlının genlerinde bulunan hayat programının tezahür ettiği dış görünüş. (x) Genotip: Gen birimlerinin toplamı ve taşıdığı bilgi. (x) Krosingover: Anne ve babadan gelen homolog(benzer) kromozomları arasında mayoz bölünmenin l.Profoz safhasında karşılıklı parça alışverişi yapma hadisesi.- hangi şarkıyı dinliyorsun?
Elissa Ft. Cheb Mami- Kont Fe Sertak- Bir Kadını Tanımak
tskr ederim ahmet altanı tebrik etmek lazım- Diyarbakır Şivesiyle "The Hamlet"
- hiç nasıl öleceksiniz merak ettinizmi?
Kanser sonucu ölme ihtimalin çok yüksek. Cep telefonu kullanma. Baz istasyonlardan uzak dur. Sağlıklı besinler ye. Bilgisayar kullanma, günde 1 saatten fazla TV seyretme. Nükleer santralde çalışma. sinirlendim..- biz kişiliksiz bir halk mıyız
bukadar güzel acıklanabilir...- Bir Kadını Tanımak
Bir kadını tanımak… Bütün gel-gitleri, kaprisleri, küçük şımarıklıkları, korkuları, şaşkınlıkları, hercailikleri, hayal kırıklıkları, aşkları, terk edilişleri, başarıları, başarısızlıkları, kurnazlıkları, saflıkları, çocuk ağızları, şirinlikleri, küçük yalanları, büyük itirafları, kocaman yürekleri ile kendi olmaya çalışan kadınları tanımak… Bir kadını sevmekle başlar her şey ama bir kadını tanımakla varılır hayatın sırrına. Bir kadını tanımaya soyunmak zor ama keyifli bir yolculuğa çıkmaktır. Dört mevsimi bir yürekte buluşturur, bu yüzden de sürekli şaşırtırlar. Sürprizlerin ardı arkası kesilmez. Zordur anlamak onları. Benzemek gerekir anlayabilmek için belki de! Kendi zekasını hatırlatanları sever, sevgisini göstermekten ürkmeyenleri, sürprizlere hazırlıklı olanları bir de. Muson yağmurları gibi yağarken, Sahra’da çöl fırtınası koparıp ardından güneş olup ısıtabilirler. Dedim ya bir dünyadır kadınlar, yürekleriyle konuşan, gözleriyle gülen… Bir kadını sevmekle başlar her şey ama bir kadını tanımakla anlaşılır hayatın sırrına ancak aşkla varılacağı. Sevgi arsızıdır kadın. Verdiğinden daha fazlasını isteme bencilliğini gösterecek kadar sevgi arsızı… Bu yanını doyurunca şımaracağından korkanlar, birlikte çoğalacaklarını bilmeyenlerdir. Bir kadını sevmekle başlar her şey ama bir kadını tanımakla kanat çırpılır özgürlüğün bütün maviliklerine. Kendine inananlara, aşka inananlara koşar. Hem yaman bir aşk avcısı, hem de engebeli yollarda koşmaktan bitap aşk yorgunudur kadın. Bir kadını sevmekle başlar her şey ama bir kadını tanımakla çıkılır keyifli serüvenlere. Hayatla dalga geçmesini bilir kadın, tıpkı kendiyle dalga geçmesini bildiği gibi. Ağız dolusu gülüşlere teslim olur. Bir kadını sevmekle başlar her şey ama bir kadını tanımakla tanık olunur tutkuların gücüne. Göze alandır kadın. Çekip gitmeyi, sahip olduklarından vazgeçmeyi, karşılık beklememeyi… Mücadele eder, kızar, bağırır ama hep sever. Dedim ya bir dünyadır kadınlar, yürekleriyle konuşan, gözleriyle gülen… Yüreğini sevgiye açan ve sevmekten korkmayan bütün kadınlar gibi.. Şimdi bir düşünün, kaç kadını değil bir kadını tanıyabildiniz mi bugüne değin?? Tanrı, kadınlara geçmişi ve geleceği, erkeklere ise yaşadığı günü armağan etti, kadınlar geniş bir zamana yayıldıkları için huzursuz, erkekler daracık bir zamana sıkıştıkları için anlayışsız olurlar. Ahmet ALTAN- İçindeki nakaratı yaz...
onu bunu bilmem anlamam kim ne derse desin arkanızdan yol almam onlar ister alınsın isterlerse darılsın onu bunu bilmem karışmam kim ne derse desin ben alınıp satılmam onlar ister alınsın isterlerse satılsın seni kendime sakladım hepsini ben hesapladım onu bunu bilmem anlamam kim ne derse desin işte meydan işte can onlar ister kapışsın isterlerse barışsın- ABD'nin Ortadoğu projeleri için son yok!
Ortadoğu, kendisini okuyamayanlar için şaşırtıcı olmayı hep sürdürecek. Ancak ABD bölgenin iç dinamiklerine kulak asmaya hiç niyetli görünmüyor... 2003 Mart'ındaki işgalin ardından bugüne kadar geçen süre içinde Irak'ta dünya kamuoyunun gözleri önünde yaşanan elim hadiseler, bu ülkenin ABD için bir batağa dönüştüğünü yeterince ortaya koydu. Artık gerçeğin ABD tarafından da kabullenilmiş olduğu görülüyor. ABD Savunma Bakanı Robert Gates, basına yansıyan ifadesinde Irak'ta ABD tarafının 'büyük bir düş kırıklığı' yaşadığını beyan etmiş oldu. Oysa ABD, süpergüç olmanın mağrur edası içinde Irak'ı yeniden şekillendirmek gibi büyük bir iddiayla işgal planı uygulamıştı. Şimdi işgalin bilançosu alındığında ABD'nin kendi namına müşahede ettiği, aslında hiçbir hesabının tutmamış olduğudur. Neydi Gates'i hayal kırıklığına sevk eden? Gates'in hayal kırıklığı, Irak'taki siyasi yapının ulusal uzlaşmayı desteklememiş olmasından kaynaklanmıştı. Gates'in ABD' nin Irak'ta tesis etmeye çalıştığı Batı yanlısı bir hükümet oluşumunun tutmaması karşısında düştüğü bu hayal kırıklığı durumu, şu hakikati ortaya koymaktadır: ABD, vaziyet etmeye kalktığı coğrafya konusunda cehalet içindedir. ABD'li bakanın Irak'a ilişkin son açıklamaları, aslında rakipsiz bir süpergüç olma önkabulüyle davranan ABD için karizmayı hayli bozan bir hezimet durumunun beyanıdır. Ortadoğu coğrafyasının tarihten bugüne taşıyageldiği karakter özelliklerini, daha doğrusu kimyasını bir nebze olsun kavramış bir dünya ülkesinin özellikle bu coğrafyaya karşı 'megalomanik' bir tavırla değil de hiç olmazsa 'temkinli' bir tavırla yaklaşacağı beklenir. Ortadoğu coğrafyasının ve de Irak'ın tarihi gerçekler ışığındaki hususiyetlerini kavramış bir zihniyet, Irak'ın 'giden dönmez ülkesi' olduğu hakikatini aklının bir köşesinde daima muhafaza eder. Ortadoğu'nun hesapları bozan yapısı Genelde Ortadoğu'nun, özelde de Irak'ın nasıl bir kimyası olduğunu bir derece ifade etmek için biraz ironik biçimde zikrettiğim deyim, bu coğrafyanın hesapları bozan yapısını özetler. Tarihi seyirde bu hakikati temellendirmeye yönelik birçok esaslı hadise sıralamak mümkün. Zaten, bu zaviyeden meseleye bakanlar için en esaslı ibretler, ABD'nin 2003 Irak işgalinde saklı. Ancak Ortadoğu, bugünün süpergücü ABD için vazgeçilmez bir küresel güç ve yönetim becerisi sergileme sahasıdır. ABD Başkan Yardımcısı Cheney'nin Ocak 2007'deki "Ortadoğu'da kalıcıyız" açıklaması, bu vazgeçilmezliği bütün çıplaklığı ile gözler önüne sermektedir. ABD bu sebepledir ki Ortadoğu'ya yönelik olarak, bu bölgenin hususiyetlerini kavramaya çalışmak yerine, Edward Said'in ifadesiyle 'emperyal kibrin körlüğü' içerisinde, okyanus ötesinden bölgeye elbise biçme kararlılığını sürdürüyor. ABD'nin bölgeye yönelik elbise biçme operasyonları, Batılı zihniyetçe şekillendirilmiş pazarlama usullerine duyulan inanç doğrultusunda 'ürün çeşitlemeleri' şeklinde cereyan etmektedir. ABD'nin yeni geliştirdiği ürün çeşitlemesi listesindeki ürün kalemleri arasında, bu yılın sonbaharında bir Ortadoğu konferansı düzenlemek yer alıyor. Bir diğer ürün kalemi olarak İran dışındaki bölge ülkelerinin elini güçlendirmek için İsrail, Suudi Arabistan, Mısır ve Körfez ülkelerini silahla donatmak var listede. ABD'nin, müttefiki İsrail'i ve sözde Sünni bloku destekleyip İsrail-Arap koalisyonu oluşturma gayretlerinin temelinde, işgal sonrası Irak'taki gelişmelerin beklenenin aksine İran'ın elini güçlendirmiş olması yatıyor. Oysa bu gelişmeler, Ortadoğu'nun oyun ve hesapları bozan iç dinamiklerinin ortaya çıkardığı tercihlerin neticeleridir. Ortadoğu bölgesi, kendisini okumayı beceremeyenler için şaşırtıcı olmayı hep sürdürecektir. Ancak, ABD küresel bir güç olarak sürdüregeldiği dışarıdan elbise biçme operasyonları ile bölgenin iç dinamiklerine kulak asmaya hiç niyetli görünmemektedir. Bu sebeple de her şeyin en iyisini ben bilirim zihniyetinin ürünü olan bölgeye dışarıdan elbise biçme operasyonları, duvara toslamaya her zaman namzettir. Dolayısıyla, en azından yakın vadede bölgeye hariçten gazel okumaya devam edecek olan 'küresel kibir' içindeki ABD'nin Ortadoğu'ya yönelik proje üretme mesaisine dur durak yok gözüküyor. Dr. Mummammer Öztürk: Siyaset bilimci- CHP
"Ecevit'in CHP'si" 1973 seçimlerinde Ecevit'in liderliğindeki CHP, tarihinde ilk sayılabilecek bir sonuç almıştı. 27 yıllık tek parti yönetiminden (1923-1950) sonra CHP'nin hükümeti kurabilecek güce sahip olması, üstelik bu gücü askerlerden veya darbe ortamlarından değil, doğrudan halktan alması önemliydi, tarihinde yaşanan bir ilkti. Hemen şunu kaydetmekte fayda var: Tek parti dönemi dolayısıyla sicili bozuk olan CHP'ye bu fırsatı sağlayan birkaç ana faktör vardı, bunlardan biri de, MSP'nin onunla koalisyon ortağı olarak hükümete katılmayı kabullenmesiydi. Ben buna "görünmez faktör" derim ve kanaatime göre 1977 seçimlerinde CHP'nin -en azından oransal olarak- elde ettiği başarının gerisinde yatan birkaç sebepten biridir. Çünkü bu sayede CHP, devletin merkezinin çizilen sınırlarını bir miktar aşmış, merkez-kaç güçlerin bazı kesimlerinde meşruiyet krizini bir ölçüde aşma fırsatını ele geçirmişti. 1973 seçimlerinde MSP yüzde 11,8 oy almış, Meclis'te 48 sandalye kazanmıştı. Zannedildiğinin aksine, bu koalisyondan MSP değil, CHP avantaj sağladı. MSP, Milli Görüş çizgisinin ikinci partisiydi ve toplumsal merkezin (sosyo-politik ve ekonomik sistemin) en kenarda duran kesimlerinin temsilcisi olarak siyaset sahnesine çıkmıştı. Bülent Ecevit, o günkü koalisyonu, "tarihsel yanılgı"nın düzeltilmesi şeklinde tanımlamıştı. Kabul etmek lazım ki, hem Ecevit hem Erbakan son derece "zor bir iş"e girişmişlerdi; eğer koalisyon uzun ömürlü olsaydı bugün ve yarın için de önemli gelişmelerin, siyasette bugün yaşamakta olduğumuz gerilim noktalarının önemli bir bölümünün aşılmasına yardım edebilirdi. Çoğu kişi haksız olarak, her iki liderin "iktidar aşkı"yla bu koalisyona evet dediklerini düşünür; hayır, bu yanlıştı. Çünkü hem Ecevit, İnönü değildi, hem de Erbakan, sistem içinde hangi toplumsal kesimleri merkezde temsil ettiğinin farkındaydı. Ama her iki taraftan da paradigmatik ve yapısal zorluklar ortaya çıktı, sonra malum olduğu üzere koalisyon dağıldı. CHP'lilerin tek partiden beslenen önyargıları ile MSP tabanında yer alan dindar, ama bir o kadar sağcı ve muhafazakar anti komünist zümreler 1974 affını öne sürerek tarihsel bir buluşmayı sabote ettiler. Koalisyon, iki zıt faktörü bir araya getirme teşebbüsüydü. Dindar ve mazbut çevreler -ki bunlar demografik özellikleri itibarıyla toplumun ana gövdesini teşkil eder-, 27 sene boyunca onlara büyük sıkıntılar çektirmiş, çok partili hayata geçişten sonra 27 Mayıs darbesiyle yine sivil siyasete müdahale edilmesinin siyasi kurumsal meşruiyetini sağlamış CHP'ye kuşku ile bakıyorlardı. İnönü'nün şu ünlü vecizesini hatırlayalım: "Şartlar olgunlaşınca darbe olur." CHP'nin bugün sivil siyaset ve din olgusu karşısındaki tavrı, kendi mirasının ürünüdür. (Daha geniş bilgiler için bkz. Eşref Edip, CHP ve Din, Beyan Y., 2005-İstanbul) MSP faktörü seçim sonrasında rol oynadı. Ancak asıl önemli olan ve elbette üzerinde durulması gereken faktör, CHP'nin nasıl olup da serbest bir seçimi, demokratik bir mücadeleyi birinci parti olarak kazandığıydı. Benim kanaatime göre, CHP'ye seçim kazandıran ve ona iktidar yolunu açan ana faktör CHP'ye rağmen olan "yeni politik pozisyon" idi. Söz konusu pozisyonun mimarı, CHP'nin kurucu felsefesi ve tarihsel deneyimi değil, doğrudan yeni genel başkanı Bülent Ecevit idi. Ecevit, CHP'yi yepyeni bir mecraya soktu. Seçmenin uzun bir aradan sonra bir daha CHP'ye politik kredi açmasının neredeyse tek sebebi, Ecevit'in başına geçtiği bu partinin yapısında meydana getirdiği reformdu. Bülent Ecevit'in CHP'nin tarihinde açtığı kısa ömürlü parantezin anlamı neydi? Ecevit, hangi yenilikleri veya değişik siyasi yaklaşımları kullanarak CHP'yi 1973 seçimlerinde birinci parti yapmış ve MSP ile koalisyon kurarak iktidar olmuştu? Bugünkü CHP'ye, hatta genel olarak siyasete ve siyasetçilere ışık tutacak hususlar bu soruların cevabında yatmaktadır. (ALİ BULAÇ )- hangi şarkıyı dinliyorsun?
Gelsin Hayat Bildiği Gibi - Ceza,Sezen Aksu- biz kişiliksiz bir halk mıyız
bu dediklerinize adım gibi eminim inanıyorum ve herkeside aynı görmem bi elin 5 parmagı aynımı ki ben aynı görüm eywallah....- biz kişiliksiz bir halk mıyız
kurtler ne bahtsız ya... baska seyleri elestirmek icin kurtler kullanılır birbirleriyle kavga ederler kurtler kullanılır... Darbeler yapılır yine encok kurtler etkilenir... garip..- biz kişiliksiz bir halk mıyız
Bazılar tukuz diyen insanlara hadi siz devsirmesiniz diyebiliyor .. enazından acık acık diyorum ben turkiyede dogan kurdum die... bunuda diyebilirim turk cumhuriyeti vatandaşıyım.. ama bence dunyanın her yerinden turk vatandası olunabilir ama unemli olan bence burda yasayıp turkiyelim diye bilmek...- PARİS’İN YARGISI
ZEUS, HERMES, HERA, ATHENA, APHRODİTE, PARİS ZEUS – Şu elmayı al da, Hermes, Phrygia’ya git, Priamos’un oğlu sığırtmacı bul; İda dağlarının Gargaros tepesinde sürüsünü otlatır. Ona dersin ki: “Sen güzel olduğun, sevda işinden de anladığın için, Paris, Zeus sana emrediyor, bu tanrıçalara bakıp hangisinin daha güzel olduğunu söyleyeceksin; kazanana da ödül olarak bu elma verilecektir.” Ona böyle dersin. Siz de, tanrıçalar, hakemin önüne çıkmak sırası geldi artık. Hanginizin daha güzel olduğunu ben kendim kesip atamam, çünkü ben üçünüzü de bir severim, üçünüz birden kazansanız ben daha memnun olurum. Hem güzellik ödülünü içinizden birine veren, öbür ikinizin mutlaka kinine uğrar. Bunun için hakemlik etmek bana gelmez; ama şimdi sizi gönderdiğim o genç Phrygia’lı krallar soyundandır, bizim Ganymedes ile de akrabalığı var. Zaten gönlü saf bir delikanlıdır, size bakmaya lâyık değildi, diyemezler.APHRODİTE – Sen beni, Zeus, Momos’un karşısına çıkarsan, ben gene kendime güvenir, giderim. Bende ne bulur da alay eder? Ama bakalım o dediğin adam bu hanımların da hoşuna gider mi? HERA – Bizim bir şeyden çekindiğimiz yok, Aphrodite, hakem diye senin Ares’i getirsinler, ondan da korkmayız. O Paris kim olursa olsun, kabul ediyoruz biz. ZEUS – Ya sen, kızım, sen ne dersin? Başını çeviriyor, kızarıyorsun, değil mi? Siz kızlar öylesinizdir, böyle işlerde utanıp kızarırsınız. Ama, belli, sen de kabul ediyorsun. Haydi gidin artık; kazanamayanlar ad kızıp o delikanlıya bir kötülük etmeyin sakın; üçünüz de bir derecede güzel olamazsınız! HERMES – Biz şimdi doğru Phrygia’ya: ben öne düşeyim, siz peşim sıra gelirsiniz; hiç tasanız olmasın. Ben o Paris’i tanırım, güzel delikanlıdır, sevda nedir, iyi bilir, bu gibi işlerde de iyi hakem olur. Haksızlık edeyim demez o. APHRODİTE – Bu senin dediğin benim işime pek gelir; hakemin hak bilir bir adam olması bizim için daha büyük mutluluk! Ama o delikanlı bekâr mı, yoksa bir kadın var mı yanında? HERMES – Büsbütün bekâr değil, Aphrodite. APHRODİTE – O da ne demek? HERMES – Öyle sanıyorum ki İda’lı bir kadınla oturuyor; güzelce bir şey ama pek köylü, bir dağ kadını; doğrusu Paris’in de ona artık pek baktığı yok. Ama sen bunları neden soruyorsun? APHRODİTE – Hiç, sormuştum öyle. ATHENA – Yo! Öyle ayrı konuşmak olmaz, Hermes, sen elçisin, elçiliğini bil. HERMES – Ben kötü bir şeye kalkışmadım ki, Athena! Konuştuklarımızda sizlere karşı bir şey yoktur. Aphrodite bana Paris evli midir diye sormuştu, işte o kadar. ATHENA – Onu neden merak etmiş? HERMES – Bilmem; kendisi, aklıma öyle geldi de sordum, bir maksadım yoktu diyor. ATHENA – Peki, bekâr mıymış? HERMES – Değile benziyor. ATHENA – Ya savaşmayı, ün salmayı sever mi? Yoksa sığırtmaçlıktan başka bir şey bilmez mi? HERMES – Doğrusu, orasını iyice söyleyemem, bilmiyorum ben ama genç olduğuna bakılırsa dövüşüp şan kazanmayı sever elbette; savaşlarda birinci gelmeyi istemez mi hiç? APHRODİTE – Athena ile ayrı konuşuyorsun diye, bak ben kızmıyorum. Böyle küçük işler için söz etmek, Aphrodite’nin âdeti değildir. HERMES – O da bana senin sorduğunu sormuştu; sana yanız verdiğim gibi ona da yanıt verdimse bunda senin kızacağın, sana zararı dokunur sanacağın ne olabilir ki? Bakın, konuşa konuşa yıldızlardan hayli uzaklaştık, Phrygia’ya geldik bile. Ben artık İda dağlarını, Gargaros’u görüyorum; yanılmıyorsam şu da size hakemlik edecek olan Paris. HERA – Hani nerede? Ben görmüyorum. HERMES – İşte şurada; sola bak, ama ta tepeye değil, dağın yanına bak, hani bir in, bir de sürü var, orada. HERA – Ben sürü mürü görmüyorum ki! HERMES – Nasıl görmüyorsun? Hele parmağımla gösterdiğim yana bak, orada genç genç öküzler görmüyor musun? Bir de adam var koşarak kayadan iniyor; sürü dağılmasın diye elinde bir değnek tutuyor. HERA – Şimdi gördüm, ama bilmem o mu? HERMES – Ta kendisi. Ama madem ki bu kadar yaklaştık, beni dinlerseniz artık yere inelim de yürüyelim; birden bire gökten düştüğümüzü görürse korkar sonra. HERA – Doğru söylüyorsun, öyle yapalım… İşte indik artık. Aphrodite, sen hele öne düş de bize yol göster; buraları sen elbette bilirsin, kaç kez gelip Ankhises’le buluşmuşsun. APHRODİTE – Senin bu alayların benim umurumda bile değil, Hera. HERMES – Size yolu ben gösteririm; İda’da ben de oturdum. Zeus’un genç Phrygia’lıya tutulduğu günlerdeydi, çocuğu gözetleyeyim diye beni buralara gönderdi; kartal olduğu gün de yanındaydım, o güzel oğlanı onunla birlikte ben de tutuyordum. Hatırımda iyi kaldıysa, onu işte şu kayadan alıp kaçmıştı. Çocuk, sürüsüne kaval çalıyordu. Zeus tepesine çöktü, tırnaklarıyla usulca sardı, başındaki tacı gagasıyla yakaladı, çocuğu yerden kaldırıverdi; oğlancağız boynunu bükmüş, ona öyle şaşkın şaşkın bakıyordu. Korkusundan kavalını düşürmüştü, ben onu alıp… İşte sizin hakem; gidelim yanına. Bahtın açık olsun sığırtmaç. PARİS – Senin de delikanlı, dilerim Zeus’tan açık olsun bahtın. Ama sen kimsin de böyle bizim yanımıza geliyorsun? Bu getirdiğin kadınlar da kim? Bu güzellikleriyle dağlarda ne işleri var onların. HERMES – Kadın değil ki onlar! Bu gördüklerinin biri Hera, biri Athena, biri de Aphrodite, Paris; beni soruyorsan, ben de Hermes’im; beni sana Zeus gönderdi. Ama sen niçin öyle titreyip sararıyorsun? Gönlünü ferah tut, korkma bir şeyden. Zeus, bu tanrıçalardan hangisinin daha güzel olduğunu söylemeni istiyor. Senin için, kendisi de güzeldir, sevda işinin ehlidir, kararını versin dedi. Hele şu elmanın üzerini oku, ödülün ne olduğunu da anlarsın. PARİS – Ver bakalım, ne yazıyor. “Elma en güzelin olsun” demiş. Peki, ama Hermes efendimiz, ben ölümlü bir insanım, hem de bir köylüyüm, bir çobanın gözleri bu kadar güzel şeylere alışık mıdır? Ben nasıl hakemlik ederim? Böyle işler olsa olsa kent uşaklarına yakışır. Bana iki keçiden hangisinin daha güzeldir, iki düveden hangisi daha güzeldir, onu sor, belki bilirim. Bu tanrıçaların biri güzellikte ötekinden aşağı kalmıyor ki! İnsan nasıl birinden gözlerini ayırır da ötekilere bakar, anlayamıyorum; gözler birinin bir yerine ilişti mi, ona hayran hayran bağlanıp öyle bakıyor. Başka bir yere geçse, onu da güzel buluyor; hasılı nereye çevrilse, oranın büyüsüne kapılıp kalıyor. Keşke ben de bir Argos olsaydım da her birine bütün vücudumla bakabilseydim! Bence en doğrusu, elmayı üçüne birden vermektir. Zaten şunu da bir düşünmeli: Biri Zeus’un hem kızkardeşi, hem de eşi; ötekiler ise kızları… Hal böyle iken, kesip atmak kolay mıdır hiç? HERMES – Kolay mı değil mi, orasını ben bilmem; ama Zeus öyle buyurdu. PARİS – Bari, Hermes, sen tanrıçalara şunu söyle: ikisi ödülünü alamayacaklar, ama bana kızmasınlar; bilsinler ki bu işte benim ancak gözlerim yanılır. HERMES – Kızmayacaklarına söz veriyorlar. Ama sen de artık uzatma, ver vereceğin yargıyı. PARİS – Mademki kurtuluş çaresi yok, bir deneyeyim, Ama sen bana önce şunu söyle; onlara böyle oldukları gibi mi bakacağım, yoksa inceleme tam olsun diye soyacak mıyım? HERMES – O senin bileceğin şey; hakem sensin, dilediğini emredersin. PARİS – Dilediğimi mi? Çıplak görmek isterim elbette. HERMES – Haydi tanrıçalar, soyunun. Sen inceden inceye bakarsın, ben başımı çeviriyorum. HERA – Peki, Paris önce ben soyunayım da gör; benim beyaz olan yalnız kollarım değildir, yalnız iri gözlerimle de göğsümü germem; her yanım güzeldir benim. PARİS – Aphrodite, sen de soyun. ATHENA – Aman, Paris, dikkat et, Aphrodite kemerini çıkarmadan soyunmasın, tılsımlıdır onun kemeri, seni de büyüler; hem buraya böyle aşifteler gibi sürünüp gelmesi hiç de hoş değildi, güzelliğini olduğu gibi göstermeliydi. PARİS – Kemer için dediği doğru; çıkarıver. APHRODİTE – Sen de, Athena, miğferini neden çıkartmıyorsun? Sorgucunu sallayıp durman da hakemi korkutmak için mi? Yoksa tüyler ürperten o miğferi çıkartırsan, tirşe gözlerin beğenilmez diye mi çekiniyorsun. ATHENA – Çıkardım işte miğferimi. APHRODİTE – Al, ben de çıkardım kemerimi. HERA – İşte, üçümüz de soyunduk. PARİS – Ey ulu Zeus! Nedir bu gördüklerim! Bu ne güzellik! Bu ne büyük haz! Kız ne kadar güzel! Öteki de gerçekten Zeus’a lâyık görkemli bir ece! Ya şunun tatlı bakışı, o ince insanı çıldırtan gülümsemesi! Şimdi ben bahtiyarlığın en yüksek derecesine erdim. Ama, bir diyeceğiniz olmazsa, her birinizi bir de ayrı ayrı görmek isterim; çünkü şimdi şaşırıp kaldım, hanginize bakacağımı bilemiyorum. APHRODİTE – Yapalım dediğini. PARİS – Hele siz ikiniz çekilin de burada yalnız Hera kalsın. HERA – Peki, kalayım; bana iyice baktıktan sonra bir de şunu düşün; senin ödülüne karşılık ben de sana bak ne armağanlar vereceğim; en güzel diye beni seçersen, ben seni bütün Asya’nın efendisi ederim. PARİS – Öyle armağanlar benim vereceğim yargıyı değiştirmez. Şimdi çekil, ben neyi doğru bulursam onu söylerim. Haydi, sen gel, Athena. ATHENA – Geldim işte. En güzel diye beni gösterirsen, Paris, savaşlarda hiç alt olmaz, hep sen yenersin; ben seni büyük bir komutan eder, nice ülkeleri eline geçiririm. PARİS – Benim savaşlarda, cenklerde gözüm yok, Athena; görüyorsun ki, şimdilik Phrygia da, Lydia da barış içinde; babamın devletinin çarpışılacak hiçbir düşmanı yok. Ama sen hiç merak etme, ben armağan almıyorum diye sana haksızlık edeceğimi sanma. Artık giyinip miğferini de takabilirsin: sana baktığım yeter, şimdi sıra Aphrodite’nin. APHRODİTE – Yanındayım işte. Vücudumun her yanına inceden inceye bak, bir yeri gözden kaçırma. Ama, güzel delikanlı, istersen şu diyeceklerimi de bir dinle. Ne zamandır seni tanırım, gençsin, güzelsin, öyle ki, bilmem bütün Phrygia’da bir eşin daha var mı? Bu şirinlinle bahtiyarsın doğrusu ! Ama neden bu tepeleri, kayaları bırakıp da kente gitmezsin, güzelliğini bu yabani yerlerde soldurursun, bir türlü anlayamıyorum. Ne beklersin dağlardan? Senin güzelliğinin öküzlerine ne yararı olabilir ki? Sen evlenmelisin, ama öyle İda’lılar gibi kaba saba bir köylü kadın değil, Yunanistan’ın güzellerinden birini almalısın: Argos’lu mu olur, Korinthos’lu ya da Lakonia’lı mı olur, orasını sen bilirsin… Genç, güzel bir Helene var, benim kadar dilberdir o da; hem o sevsin diye yaratılmıştır. Seni bir görsün, hiç şüphe etmem, her şeyini bırakır da senin ardına düşer, sana kendini verir de bir daha koynundan çıkmak istemez. Onun sözünü duymuşsundur elbet. PARİS – Hayır, Aphrodite, hiç duymadım; ama sen ne biliyorsan söyle, beni memnun edersin. APHRODİTE – Leda’nın kızıdır; hani Zeus kuğu olup da bir güzel kadına gitmişti, işte onun kızı. PARİS – Yüzü nasıldır? APHRODİTE – Bir kere beyazdır, elbette, babası kuğu olunca o da beyaz olacak; sonra bir yumurtada büyüdü, onun için pek de narindir. Çok kere oyun yerlerinde çalışıp vücudunu inceltir, gürbüzleştirir. Bunun için çok oldu peşine düşenler; uğruna savaş bile oldu. Daha küçük bir kızdı, Theseus onu alıp kaçırdı. Gençlik çağına girince, Akhaia’lı bütün krallar onu almak için sıraya girdiler; o, Pelops oğullarından Menelaos’u seçti. İstersen, ben yolunu bulur, seni onunla evlendiririm. PARİS – Ne dedin? Sen beni kocalı bir kadınla mı evlendireceksin? APHRODİTE – Sen, bütün köylüler gibi saf bir delikanlısın; ama ben böyle işler nasıl becerilir bilirim. PARİS – Nasıl olur? Ben de bileyim bari. APHRODİTE – Sen, Yunanistan’ı gezip göreceğim diyerek yurdundan çıkarsın. Lakedaimon’a varınca, Helene seni görür; sana gönül verip ardına düşmesine gelince, orasını bana bırak. PARİS - Benim de asıl orasına aklım ermiyor: kocasını bırakıp da kendi yurdundan olmayan bir insanın, bir yabanın ardına düşer mi hiç? APHRODİTE - Onu sen hiç düşünme. Benim sevimli iki oğlum vardır: biri Arzu, biri de Aşk. Yolculuğunda sana arkadaşlık etsinler, gideceğin yerleri göstersinler diye onları yanına katarım. Aşk o kadının gönlüne giriverir, ne yapıp eder de seni sevdirir; Arzu da senin her yerine yayılır, kendi gibi seni de dilberleştirir, sana bir çekicilik verir. Ben de onların yanında bulunurum. Bundan başka Kharis’lere rica ederim, onlar da bizimle gelir, her birlik olur, Helene’yi kandırırız. PARİS – Bunların sonu neye varır, bilmem, Aphrodite. Ama ben Helene’ye gönül verdim bile. Şimdi bana öyle geliyor ki, ben onu görüyorum, gemiye binip Yunanistan yolunu tutmuşum, Sparte’ye varmışım, orada oturuyorum, o kadını elde etmişim… Anlamıyorum nasıl oluyor, ama kendimi böyle görüyorum işte… Bunlar bir an önce olmuyor diye de öyle üzülüyorum ki!.. APHRODİTE – Sana öyle bir eş getirenin zahmetini oyunla ödemeden hemen ateş alıverme, Paris. Ben sizinle birlikte gelirim, ama başımda zafer tacı bulunmalı, hem sizin düğününüzü, hem de kendi başarımı kutlamalıyım. Görüyorsun ya! Bu elma ile neler elde edebilirsin; aşk, güzellik, evlenme her şey senin olsun. PARİS – Ya yargıdan sonra sen bunları unutursan? APHRODİTE – Verdiğim sözü yerine getireceğime, istersen bir de yemin edeyim. PARİS – Hayır; o sözleri bir daha tazele yeter. APHRODİTE – Sana söz veriyorum: Helene senin eşin olacak, senin ardına düşecek, seninle birlikte İlion’a gelecek, Ben senin yanında olacağım, her işinde sana yardım edeceğim. PARİS – Aşk’ı, Arzu’yu, Kharis’leri de getirecek misin? APHRODİTE – Hiç merak etme. Dilek ile Düğün’ü de alır gelirim. Bu koşullarda ver bana elmayı. PARİS – Madem ki öyledir, buyur, senin olsun. (alnıntı,mitoloji.info)- hangi şarkıyı dinliyorsun?
The Otherside 2007(Radio edit Dj Arnoud vs lejay)- şeytan ve insan diyalogları :)(:
cok eglenceliydi paylaşımın icin cok tskler cnm- papatya ve kelebeğin hikayesi....
keşke keşke demekten vazgeçsek (yine keşke hepmi var olcak bu keşkeler) kelebek cok güzel bi yazı paylasımın icin tskleer- ateş ve su.....
ellerine saglık güzeldi hatırlattıgın icinde tskler- SEVGİLİ BEN…
- Burçlar Nasıl Özür Diler
budur cidden dogru sonuc özür dilenmistir- SEVGİLİ BEN…
Bu, uzun yıllar sonra aklıma gelip de sana yazdığım ilk mektubum. Oysa ki, o yıllar boyunca her durumda, her anımda, mutlu ya da mutsuz, neşeli ya da sinirli, hayatla barışık ya da küsmüş, benimleydin. Ve her ne kadar çevremde insanlar olsa da benim içimi bilen beni en içten anlayan sendin. Etrafıma çizdiğim aşılması zor bariyerleri aşıp yanı başımda benimle olan, ruhumu en saf haliyle gören yine sadece SENDİN. Bugüne kadar, senin dışında o kadar çok insanla, o kadar olayla ve o kadar gereksiz işlerle uğraştım ki, seni unuttum. Sana hak ettiğin ilgiyi ve sevgiyi gösteremedim .Belki de göstermedim demeliyim. Çünkü önceliklerim o kadar farklıydı, işlerim o kadar fazlaydı ki sıra gelmedi… Bütün dostlarım, sevdiklerim, beni sevenler, aşklarım, arkadaşlarım, işlerim, öğretmenlerim, patronlarım, müşterilerim, okul arkadaşlarım, ailem, iş arkadaşlarım, kedim, köşe başındaki fırıncımız… Hepsi, hepsi şu anda arkamda. Yüzümü sadece sana çevirdim. İlk defa soruyorum, gerçekten ne istiyorsun, diye… İlgi, değerli olduğunu hissetme, sevgi, senin dışındakilere gösterdiğim şefkat ve hatalara gösterdiğim anlayışlılığın belki de onda biri. Sen benden bunları istiyorsun aslında biliyorum. Ve şimdiye kadar kim bilir, kaç kere istedin bunları benden. Bense gerçek dostuma çoktan sırtımı dönmüştüm. Sesini o kadar kısmıştım ki artık ben bile duyamaz hale gelmiştim. Şimdi yaptıklarımın farkındayım. İşte bu yüzden şimdi yüzümü sadece sana çevirdim. Geç kalmış bir tanışma, geç kalmış bir ilgi ve yine geç kalmış bir özürle yazıyorum bu satırları. Evet, özür diliyorum… Her aynayı elime alışımda karşımda olduğun halde halini hatırını sormadığım için, Ağladığında, gözyaşlarını silerken, ruhunu da silmeyi unuttuğum için, Küçükken neşeyle söylediğin şarkıları artık seninle söylemediğim için, Kısacası aynı bedende olduğumuz halde seni terk ettiğim için, Ve diğerleri için… Kaçamak bakışlarla bakıyorum sana, arada bir. Gözlerin hala parlıyor. Seni bu kadar unutan, bu kadar yalnız bırakan bir insana, hala senden umutluyum, der gibi bakıyorsun. Şimdi farkındayım. Gerçek dostun, gerçek ilginin nerede olduğunu biliyorum. Bundan sonra seni daha çok dinleyip, seninle daha yakından ilgileneceğim. Sen bu satırları okurken ben ikimizin bir arada mutlu olabilmesi için dua ediyor olacağım… Sevgili BEN, Hep Yanımda Kal... Seni Seviyorum Yazar : Özge Bayram (alıntı)- Ölüm hakkında ilginç gerçekler
rica ederim arkdaslar görevimiz bu paylasmak Bende kitaplarımla gömülmek isterdim, öbür dunyada da cahel kalmak istemem - Adini Soyadini Yaz İdeal Meslegİnİ Ögren
Önemli Bilgiler
Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.
Navigation
Configure browser push notifications
Chrome (Android)
- Tap the lock icon next to the address bar.
- Tap Permissions → Notifications.
- Adjust your preference.
Chrome (Desktop)
- Click the padlock icon in the address bar.
- Select Site settings.
- Find Notifications and adjust your preference.
Safari (iOS 16.4+)
- Ensure the site is installed via Add to Home Screen.
- Open Settings App → Notifications.
- Find your app name and adjust your preference.
Safari (macOS)
- Go to Safari → Preferences.
- Click the Websites tab.
- Select Notifications in the sidebar.
- Find this website and adjust your preference.
Edge (Android)
- Tap the lock icon next to the address bar.
- Tap Permissions.
- Find Notifications and adjust your preference.
Edge (Desktop)
- Click the padlock icon in the address bar.
- Click Permissions for this site.
- Find Notifications and adjust your preference.
Firefox (Android)
- Go to Settings → Site permissions.
- Tap Notifications.
- Find this site in the list and adjust your preference.
Firefox (Desktop)
- Open Firefox Settings.
- Search for Notifications.
- Find this site in the list and adjust your preference.