Zıplanacak içerik
View in the app

A better way to browse. Learn more.

Tartışma ve Paylaşımların Merkezi - Türkçe Forum - Turkish Forum / Board / Blog

A full-screen app on your home screen with push notifications, badges and more.

To install this app on iOS and iPadOS
  1. Tap the Share icon in Safari
  2. Scroll the menu and tap Add to Home Screen.
  3. Tap Add in the top-right corner.
To install this app on Android
  1. Tap the 3-dot menu (⋮) in the top-right corner of the browser.
  2. Tap Add to Home screen or Install app.
  3. Confirm by tapping Install.

Efendi Türkler

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

Efendi Türkler tarafından postalanan herşey

  1. Sayin Abdullah gül Ermeni asilli Ne mutlu Türküm diyemeyenlerden. O nasil Türk gibi davranacak konusacak buda bir celiski degilmi Sayin politika?
  2. ALMAN KARAKOLUNDA YAKILAN ZENCİ Berlin, 20.12.2008 ( Karakol'da ! ) Yanarak ölen ilticacı Oury Jalloh davasında verilen karar bir skandaldır . Alman Hukuk Devleti açısından birçok soru yanıt beklemektedir ! Dessau-Roßlau yerel mahkemesinin verdiği karara göre, Afrikalı ilticacı Oury Jalloh’un ölümüyle ilgili mahkeme önüne çıkarılan iki zanlı polis beraat etmiştir. 2005 yılı başında henüz 23 yaşında olan Oury Jalloh, elleri ve ayakları bağlı bir şekildeyken, bir polis karakolunda korkunç eziyet çekerek yanarak ölmüştü. Mahkemeyi izleyen gözlemciler ve medya temsilcileri dava süresince bazı usulsüzlüklerin söz konusu olduğunu belirtmişlerdir. 21 ay süren davada, polislerin yargıçlara yalan söyledikleri, polis amirleri tarafından baskı yapıldığı ve kanıtların ortadan kaybolduğu iddia edilmektedir. Savcılık davanın sonuna değin, Oury Jalloh’un bağlı olmasına karşın yanlışlıkla üzerinde kalan bir çakmak ile kazara ya da kasten kendini yaktığını iddia etmiştir. Bir hukuk skandalı olan bu karar birçok soruyu yanıtsız bırakmış ve yetersiz kalmıştır. Oury Jalloh’ın ölümü hala aydınlanmamış ve olası suçlu veya sorumlular ortaya çıkarılmamıştır. Söz konusu usulsüzlükler ve dava sonucu Alman hukuk devletinin inanılırlığını derinden zedelemiştir. Savcılık ne yazik ki ancak kamuoyunun uzun süren baskısı sonucu harekete geçmiş ve bunun yanı sıra neredeyse zanlı polislerin tarafını tutmuştur. Bu dava Almanya’daki kurumsal ırkçılığın utanç verici bir örneğidir. Öyle ki, söz konusu mağdur zenci olmasaydı olayların bu şekilde gelişmeyeceğine kesin gözüyle bakılabilir. Bu hukuk rezaletinden çıkarılması gereken ders şu olmalıdır: Almanya’da, devletin yargı ve yürütme kurumlarındaki ırkçı yaklaşımları tespit eden bağımsız bir kurumun oluşması gerekmektedir. Uzun süredir, çoğu Avrupa ülkelerinde olduğu gibi „Bağımsız Şikayet Merkezleri“nin (Ombudsstellen), federal, eyaletler ve kentler düzeyinde kurulmasını istemekteyiz. Federal Almanya Hükümeti ve eyaletler bu kurumların oluşmasını engelledikçe, bu yöndeki haklı kuşkular güçlendirilmektedir. Bu politika Alman hukuk devletine karşı güvensizlik duyulmasına neden olmaktadır. Hakkı Keskin Prof.Dr. SPD Milletvekili
  3. Sayin 'ftoyd' Hizli nüfus artisi tabiiki sorun buna birsey dedigimiz yok fakat bu artisin ülkemizde su anda sorun yaratmiyor ilerde tabiiki bu sorun olarak karsimiza cikacak.. bu sorun cikayasiya kadar önümüzde cok uzun bir dönemde var bu dönem zarfinda kendimizi gelistirirsek biraz daha okur yazar olursak hayati gercek anlamda biraz daha fazla seversek bu cocuk sayisida aile basi iki ücü gecmez.. Sonra nüfus artisiyla evle apartmani birbirine karistirmayada gerek yok sizin bakmis oldugunuz insanlarin dünyada cogalarak bir gün insan yiginiyla yasanmaz hale gelecegidir? ayni bakis acisi apartmanlar icinde olmali.. Bakin bir ev sahibi olmak demek dogayi da kucaklamak demektir.. ekonomiyede büyük katki demektir bir cok is sahalarinin acilmasi demektir bir cok hayvan, bitkiyi kucaklamak demektir.. Aile bireylerinle en az birinle bu evde birlikte yasamak demektir.. iki katli ev zaten görünüm olarak bir katla esittir! gelecek te evlatlarinin bu evde yasamini devam ettirecektir hergün mücadele ettigin evin bahcen bu mücadeleyi evlat larin devam ettirecektir yaz mevsiminde diktigin cicekler solmayacaktir kisin diktigin kis mevsimi agaclar solmayacaktir dogadaki bütün canlilar senin bahcende bir yer bulacaktir barinacak köpeginden kedisinden solucanina kadar kusundan arisina kadar.. biraz latife ama gercek payi daha büyüktür biraz düsün daha daha ne katkilari olacak bir düsün ben simdilik bu kadar yaziyorum.. yazacaklarim bitmeyecek bitmezde EV ve APARTMAN Bir ülkenin topraklari halkin elinden nasil alinir bir ülkenin ekonomisi nasil cökertilir bir ülkenin insanlari nasil mutsuzluga itilir bir ülkenin insanlari nasil A sosyal lastirilir yazacaklarim okadar derinlere gidiyorki EV Aparman deyip gecme? en azindan apartman kati emanettir ev senin topragindir gelecek nesline emanet edecegin topragindir! bitkisiyle icindeki canlilariyla herseyinle..benliginle ruhunla.
  4. AZ SONRA...........günes dogacak Hoscakalin
  5. Ne bileyim Arkadasim dalga gecer gibi bir haliniz vardi
  6. En sonunda Az sonralar la bu gercegi gördük YARASA' bu öneri hayata gecirilirse birazdan Az sonra diye baslik aramaya da gerek kalmaz.. Bu arada Degerli kardesim YARASA' Nerelerdesin?
  7. Burasina kadar alintiladik daha hangi acilimlari bekliyorsun dünyada uygulanan bilmedigimiz demokrasiler mi var sizin görüpte bizim göremedigimiz Sayin 'mavi olmayan gökyüzü' Nasil bir demokrasi hayali var senin dünyanda Sayin 'mavi olmayan gökyüzü' senin bilipte bizim bilmedigimiz?
  8. 11.12.2008 İşbirlikçinin Haysiyet Sorunu!.. Bizim işbirlikçi "aydınlar" yılbaşında yeni bir kampanya başlatıyor, adı da şöyle: - Özür diliyorum!.. Kimden özür diliyorlar? Ermenilerden!.. Ermeni Diyasporasının "dürüst ve cesur aydınlar" nitelemesiyle alkışladığı, başını Prof. Ahmet Insel, Prof. Baskın Oran, Dr. Cengiz Aktar, Ali Bayramoğlu, Halil Berktay, Elif Şafak, Murat Belge ve Taner Akçam gibi "yüksek şahsiyetlerin" çektiği bu arkadaşlar internette başlatacakları "imza kampanyası" için şöyle bir metni uygun bulmuşlar: - 1915'te Osmanlı Ermenilerinin maruz kaldığı Büyük Felakete duyarsız kalınmasını, bunun inkâr edilmesini vicdanım kabul etmiyor. Bu adaletsizliği reddediyor, kendi payıma Ermeni kardeşlerimin duygu ve acılarını paylaşıyor, onlardan özür diliyorum. İşte bu "aydın çağnsı" bir yıl boyunca internette dolaşacak ve kendi deyişleriyle en yüksek katılımın sağlanması için çaba harcanacak... Peki, en yüksek katılım sağlanırsa ne olacak? Ermeni Diyasporası, yani Ermenistan dışında örgütlenmiş Ermeni lobisi, zilleri takıp oynamaya başlayacak ve "soykınm" çığlıkları en yüksek perdeden atılmaya başlanacak!.. Şunun şurasında 1915 Ermeni Tehciri'nin yüzüncü yılına ne kaldı ki, yalnızca 6 yıl!.. "Önce özür, sonra tazminat, sonra toprak" üçlemesinin tamamına erdirilmesi için son tarih de o zaten, 2015!.. Tabii, bir de bizim "aydınlar" açısından önemine değinmek lazım; o nu da Vatan gazetesi yazarı Ruhat Mengi yazmış: - Tebrikler, tebrikler kim bilir "yurtdışından" ne güzel yılbaşı hediyeleri, teşekkürler gelir hepsine.'.. • •• Her şeyden önce bu haysiyet dışı girişime birkaç bilgi notuyla katkıda bulunmamız şart oldu!.. Bu metni kaleme alan, bu kampanyanın başını çeken Türk asıllı "aydınlar" aşağıda sıralayacaklanmı biliyorlar mı?.. - Ermenistan'ın ilk başbakanı Kaçaznuni'nin, "Taşnak Partisi'nin Yapacağı Bir Şey Yok" kitabındaki tüyler ürperten, tehcir kararının hangi insanlık dışı Ermeni faaliyetleri sonucu alındığını ilk ağızdan itiraf eden konuşmalarını okudular mı?.. - Dünyaca ünlü Amerikalı tarihçi Bemard Lewis'in 1993'te Fransız Le Monde gazetesine verdiği demeçte, "1915'te Osmanlı'nın yaptığı Ermeni tehciri bir soykırım değil, savaşın bir yan ürünüdür. Yaptığım tüm araştırmalardan çıkan sonuç budur" dediğinden habersizler mi?. - Justin McCarty, Stanford Shaw, Norman Stone, Andrevv Mango, Guenter Lewy gibi dünyanın en saygın tarihçilerinin İngiliz, Rus, Alman ve Türk arşivlerinde yaptıkları uzun araştırmalar sonunda "Ortada asla bir soykırım yoktur. Böyle bir dayatmayı Türklere yapmak acımasızlıktır" dediklerini bilmiyorlar mı?.. - İşgalci İngilizlerin, aralarında eski sadrazam, bakan ve milletvekillerinin de bulunduğu önde gelen 143 Osmanlı aydınını zorla Malta'ya götürüp "Ermeni katliamı" suçlamasıyla sorguladığını, ancak İngiliz hâkimlerin tüm baskılara karşın bu kişileri mahkûm edemediğini de mi bilmiyorlar?.. - Ermeni çetelerinin sırf o yörede çoğunluğu oluşturabilmek maksadıyla, Türk, Kürt yüz binlerce Müslümanı, Rus ve Fransız desteğinde boğazladığından da mı haberleri yok?.. - Türkiye'nin, "Gelin sizdeki ve bizdeki arşivleri sonuna kadar açıp, birlikte inceleyelim" önerisini Ermenilerin, "Önce soykınmı kabul edin" diyerek reddettiğini de mi bilmiyorlar? Eğer, bu "aydın" arkadaşlar bunları biliniyorlarsa çok ayıp!.. Biliyor da, göz ardı edip o "özür metnine" imza atıyorlarsa hem çok daha ayıp, hem de çok yazık!.. İşte tam bu noktada, 1889 yılında, yani tam 119 yıl önce Osmanlı'nın neredeyse tüm gelirlerine el koyan Düyun-Umumiye'nin başındaki Daniel Ducoste'nin, İngiltere, Fransa ve İtalya'ya gönderdiği mektupta yer alan şu satırlar yaşamsal önem kazanıyor: - Bizim, Osmanlı'nın dininden, gelenek ve göreneklerinden anlayan, onlara kendi dilinde hitap edecek "Yerli misyonerlere" ihtiyacımız var... Demek ki neymiş; yerli misyonerlerin ya da bugünkü deyişle işbirlikçilerin soyu tükenmezmiş!.. Başka?.. İşbirlikçinin haysiyet sorunu da bulunmuyor muş!.. cumhuriyet.
  9. Baskı sadece mahalleden değil iktidar ve cemaatlerden İşte mahalle baskısının kanıtı. Ruşen Çakır yazıyor RUŞEN ÇAKIR “Türkiye’de Farklı Olmak: Din ve Muhafazakârlık Ekseninde Ötekileştirilenler” başlıklı 183 sayfalık araştırmada, gençlerin, kadınların, Alevilerin, çoğunluğun hoşuna gitmeyen farklı yaşam tarzı tercihi olan kesimlerin şikayetleri okuyunca insanın içini derin bir ürperti kaplıyor. MAHALLE BASKISI ÜZERİNE İLK CİDDİ KAPSAMLI ARAŞTIRMA Prof. Şerif Mardin’in ilk kez Vatan’daki bir röportajında dile getirdiği ve hızla benimsenen “mahalle baskısı” kavramı geniş çaplı bir bilimsel araştırmanın konusu oldu. Açık Toplum Enstitüsü ile Boğaziçi Üniversitesi Bilimsel Araştırmalar Projesi tarafından desteklenen çalışmanın sorumluluğunu tanınmış siyasetbilimci, Bahçeşehir Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Binnaz Toprak üstlendi. Prof. Toprak’a ek olarak İrfan Bozan, Tan Morgül ve Nedim Şener’den oluşan ekip Aralık 2007-Temmuz 2008 tarihleri arasında Erzurum, Kayseri, Konya, Malatya, Sivas, Batman, Trabzon, Denizli, Aydın, Eskişehir, Adapazarı, Balıkesir ile İstanbul’un Sultanbeyli ve Bağcılar semtlerine gitti. Ekip her ilde üç ile dört gün süreyle 265’i erkek, 136’sı kadın olmak üzere toplam 401 kişi ile görüştü. Araştırmacılar amaçlarının başlangıçta “Anadolu’nun küçük kentlerinde farklı kimlik ya da yaşam tercihleri olan kişilerin din ve muhafazakârlıktan kaynaklanan baskı ve ötekileştirme ile karşı karşıya kalıp kalmadıklarını saptamaya çalışmak” olduğunu söylüyorlar. Ancak görüşmeler yaptıkça, kendilerini sadece toplumdan kaynaklanan baskılarla sınırlamama kararı almışlar. “Çünkü,” diyorlar “Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarının kadrolaşması ve dini cemaatlerin ekonomik gücü ve yaygın örgütlenmesi sonucunda laik kimliği olan kişilerin yalnızlaştırma/ötekileştirme ya da iktidar kaynaklı baskıya da maruz kaldıkları gittiğimiz her ilde bize aktarılanlar arasındaydı.” Fiiliyata geçmeyen eşit yurttaşlık Gerçekten de “Türkiye’de Farklı Olmak: Din ve Muhafazakârlık Ekseninde Ötekileştirilenler” başlıklı 183 sayfalık raporu inceleyip gençlerin, kadınların, Alevilerin, çoğunluğun hoşuna gitmeyen farklı yaşam tarzı tercihi olan kesimlerin şikayetlerini okuyunca insanın içini derin bir ürperti kaplıyor. Araştırmacılar da genel izlenimlerini şöyle özetliyorlar: “Türkiye’yi anlamak isteyen herkese Anadolu’yu ’görmelerini’ salık veriyoruz. ’Turist’ olarak değil. Turist gözüyle baktığınızda Anadolu kentleri geniş bulvarları, büyük mağazaları, alısveriş merkezleri, beş yıldızlı otelleri, yepyeni binalarıyla Türkiye’nin geleceği hakkında umut veriyor insana. Ancak görünürdeki bu modernite, beklentilerin aksine, çoğu yerde günlük yaşama yansımıyor. Anadolu’yu ’içten’ irdelediğinizde ise, seyahatlerimizin dönüşünde hissettiğimiz gibi, bunalmışlık duygusuyla karşı karşıya kalınabilir. On iki Anadolu kentinde yürüttüğümüz bu çalışmanın sonuçları, kurulduğundan bu yana eşit yurttaşlık ilkesine söylemde sadık kalan Cumhuriyet’in bunca yıl sonra bu söylemi fiiliyata geçirememiş olduğunu gösteriyor.” Gülen cemaati egemenliği Araştırmacılar “aramadığımız halde dini cemaatler konusu geldi bizi buldu” diyor ve şöyle devam ediyorlar: “Araştırmamızın belki de en önemli bulgusu, Türkiye’nin giderek İslami bir kimliğe büründüğü tezleriyle bağlantılı olarak Gülen cemaati ve faaliyetleri hakkında edindiğimiz bilgilerden oluşuyor.” Sonuçta raporda Gülen cemaatinin Anadolu’daki yaygın faaliyetleri doğrudan ve dolaylı tanıklıklarla derinlemesine ele alınmış. Raporda cemaat hakkında şunlar söyleniyor: “Cemaatin büyük kentlerdeki kanaat önderleri ve medya kurumları tarafından benimsenen ’demokrat ve ılımlı’ tavrı, tabanda yerini taşralı muhafazakâr, baskıcı ve ayrımcı kişiliklere bırakıyor gözükmekte. Bu kişilerin taşradaki faaliyetlerinin Anadolu kentlerinde zaten mevcut olan baskıcı muhafazakârlığı daha da derinleştirdigi kanısındayız. Gülen cemaatinin ne cemaate dahil olan kişilere ne de dışında kalanlara açık baskı uygulamadığı gözönüne alındığında, cemaat üyelerinin dayanışma amacıyla örgütlenmelerinin kısıtlanması elbette düşünülemez. Diğer tüm örgütlerin tabi olduğu saydamlık ilkelerinin bu oluşuma da uygulanması gerektiği kanısındayız.” Raporda cemaat bütçesinin yanısıra teşkilat şemasının, hangi amaçlar çerçevesinde örgütlendiğinin vb. konuların da şeffaf olması gerekitiği vurgulanıyor ve “Bu kadar etkin ve güçlü bir yapılanmanın böylesi gayr-ı saydam olması kabullenilemez diye düşünüyoruz” deniyor. Hükümet ve muhalefete eleştiriler Raporda hükümet yaşanan baskılardan birinci derecede sorumlu tutuluyor. “Elde ettiğimiz bulgular AKP iktidarının bu kentlerde baskıcı muhafazakarlığın aşılması, burada yaşayanların farklı kimliktekilere karşı hoşgörüyle yaklaşmaları, kişi hak ve özgürlüklerine daha saygılı olmaları gibi konularda dönüştürücü bir rol oynamadığı yönünde. Aksine, AKP’nin yaygın gözüken kadrolaşması Anadolu kentlerindeki cemaat yapılanmaları ve faaliyetleriyle de birleşince, geçmişe göre bu açılardan daha kaygı verici bir ortam yaratılmış olduğu kanısındayız” deniyor. Araştırmacılar muhalefet partilerinin de baskıların hafifletilmesi konusunda ciddi çaba içinde olduklarını düşünmüyorlar. Pek çok kentte farklı kimliktekilere karşı olan tutumun en çok “ülkücü” çevreden geldiğine CHP’nin yerel politikalarının ise, AKP karşıtlığı ve laiklik söylemi üzerine kurulu olmaktan öteye geçemediğine dikkat çekiyorlar. Öneriler Raporun son bölümde dile getirilen bazı önerileri sıralayacak olursak: 1) Ombudsmanlık kurumunun bir an önce hayata geçirilmesi ve sadece laiklik konusuyla ilgilenecek bir ombudsman kurumunun ihdas edilmesi. 2) Devlet dairesi/hastane/okul gibi mekanlardaki hizmet alanla-hizmet veren arasındaki ilişkinin siyasi iktidarların veya cemaatlerin önceliklerine göre değil, uluslararası insan hakları ve demokratik teamüllere göre düzenlenmesi. 3) Belediyelerin web sayfalarında azınlık gruplarından kaç kişinin istihdam edildiği ve bu grupların yaşadıkları semtlere ne gibi hizmet götürüldüğünün ilan edilmesi. 4) Farklı kimliktekilere ve kadınlara karşı önyargıların bertaraf edilebilmesi için özellikle eğitim alanında bir “seferberlik” başlatılması. 5) Pozitif ayrımcılık ilkesinin kabul edilmesi. 6) Alevilik hakkında ciddi ve tarafsız bilgi verilmesi. Bu amaçla, devletin elindeki iletişim imkanlarının tümü kullanılarak özel bir bilinçlendirme/bilgilendirme programı uygulanması. 7) Öğrenci yurtlarının yaygınlaştırılması, yurt ücretlerinin düşük tutulması, ödeyemeyecek olanlara burs imkanları sağlanması, öğrencilerin kente ve üniversiteye uyum sağlaması için oryantasyon programları oluşturulması. 8) İçkili mekanların/içki içmenin kriminalize edilmesi ve belediyelerce kamusal alanlarının dışına çıkarılmasına son verilmesi. “Türkiye’de demokrasinin derinleşmesini, çoğulcu ve farklı kimliktekilere karşı hoşgörülü bir toplum yaratılmasını önemseyen her kesime ve her siyasi partiye neler yapılması gerektiğine dair ipuçları verme” iddiasındaki araştırma, bu amacına fazlasıyla ulaşmış gözüküyor. Araştırmacıların yüz yüze görüştüğü vatandaşlardan bazı örnekler... CEMAAT BASKISI Kayserili bir iş adamı: “Bir çember oluşmuş, o çemberin içine kimseyi almıyorlar. Güya maç oynamaya çalışıyorlar, birbirlerine çok kısa paslarla. Bu çemberin adı ’Sen, ben, bizim oğlan çemberi.’ Bu çemberin dışında kalanlar iflas noktasındalar.” Denizlili bir işadamı: “Durum net. Gülen cemaati birlikte iş yapıyor. MÜSİAD’dan farklılaşıp kendi işadamı derneklerini kurdular. Anadolu’da çok etkinler, birbirleriyle iş yapıyorlar.” Erzurum’da Atatürk Üniversitesi öğrencisi bir genç: “Yurda gelir gelmez nereli olduğumu sordular. Diyarbakırlı olduğunu söylediğinde ’Diyarbakırlı’ysan Erzurum’da ayağını denk alacaksın’ uyarısında bulundular.” ETNİK BASKI İstanbul Sultanbeyli’de lise öğrencisi Alevi bir genç kız: “Arkadaşlarımla aram açılmasın diye okulunda kimseye Alevi olduğunu söylemedim. Sınıf arkadaşım bana ’Tokatlıyım ama Alevi değilim’ dedi. Neden bu açıklamayı yapmak zorunda hisettiğini sordum. Bana ’Aleviler gibi olmak istemem. Aleviler oruç tutmuyor, namaz kılmıyor, abdest almıyor, mum söndü yapıyorlarmış’ dedi.” ÖZEL YAŞAMA MÜDAHALE Erzurum’da CHP il örgütünde çalışan uzun saçlı genç: “Annem bile beni ’gavur’olarak algılıyor. Eve komşularını çağırdığında çıkıp gitmesini istiyor”. Adapazarı’nda okuyan üniversiteli bir genç: “Bir yaz günü aynı evde birlikte kaldığı arkadaşlarımla balkonda yemek yerken kapıya polis geldi. Balkonda şortla oturduğumuz için komşu kadınlar rahatsız olmuş. Polis, ’içeride’ yemek yemezizi rica etti. İlk anda şoke olduğumuzdan bir şey diyemedik. Ancak mesajı aldık, Adapazarı merkezinde genç kadınlar rahat rahat mini etek giyemez, genç erkekler de kolay kolay şortla dolaşamaz”. Aydınlı bir hanım: “Arkadaşımın kızı vefat ettiğinde mevlidine gittim. Yanımda oturan kişi, ojeli tırnaklarıma bakarak, ’senin okuduğun Kur’an kabul olmaz’ dedirat, ’vali, kaymakam düzeyindeki kişilerin ve gençlerin yanında bu şekilde konuşamazsınız’diyerek itiraz etti. Konuşmama, ancak vali muavinin müdahalesiyle devam edebildim.” KÖPRÜYÜ GEÇENE KADAR... - Araştırmacılar yaptıkları çalışmada bir konunun özellikle altını çiziyorlar. Dikkat çektikleri konu ise “Köprünün öbür tarafı” klişesi. Bu sözü şöyle açıklıyorlar: “Hemen hemen her ilde bir ’köprünün öbür tarafı’ hikayesi duyduk. Örneğin Kayseri’de ’köprünün öbür tarafı’ Boğazköprü ve Kapadokya bölgeleriydi. Pazar günleri Kayserili ailelerin kaçabilecekleri tek yer olmuştu. ’Köprüyü geçtikten sonra’ kadınlar başlarını açıyor, ailecek öbür taraftaki içkili lokantalarda yemek yeniyordu.” İÇKİ İÇİLEN YERE KAÇANLAR - Araştırmadaki başka bir sonuç ise, insanlar içki içebilecek yer bulamayınca yakındaki illere gidiyorlar. Bu duruma ’Köprünün öbür tarafı’ adı veriliyor. Kayserililer Ürgüp’te soluğu alırken Adapazarı’ndakiler de Sapanca’yı tercih ediyor. Bir kadın akademisyen Kayseri’deki durumu şöyle aktarıyor: “Kayseri’de gençlerin gidebileceği ne bir bar ne de kafe var. Ben bile bakkala gidip içki alacak olsam poşetten görüneceği için çekiniyorum. Eğlenmek istediğimizde ise Kapadokya’ya, Ürgüp’e gidiyoruz.”
  10. Dünya müstakile yerleşti, Türkiye apartmanlaşıyor! “Apartmana Hayır!” isimli kitabın yazarı Mimar Semih Akşeker, çok katlı betonarme binaların beden ve ruh sağlığımızı tehdit ettiğini söylüyor. Tüm Türkiye’nin müstakil, bahçeli evlere geri dönebilmesi içinse 30 yıl yeterli. Tek katlı, bahçeli, pembe panjurlu bir evde, sevdikleriyle yaşamanın hayalini kuranlar neredeyse tarihe karıştı. Çünkü, günümüzün düşleri ya çok modern, lüks apartman dairelerinde ya da üç katlı ihtişamlı villalarda başlıyor artık. Peki ne oldu da atalarımızın yüzyıllardır yaşadığı şirin, mütevazı evleri terk edip sitelere sığındık? Zilini çalıp bir tutam tuz isteyemediğimiz komşularımızla gerçekten mutlu muyuz? Her şeyin başı sağlıksa, beden ve ruhumuza son derece zarar veren beton binalardan neden vazgeçemiyoruz? Biliyoruz ki bu soruları sormak kadar cevaplarını duymak da zor. Ama biri var ki Fuzuli gibi “Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil” diyerek çıkar bir yola. Almanya, Fransa, Rusya gibi ülkelerin inşaat sektöründe çalışır, bolca araştırma, gözlem yapar. Edindiği bilgelerden yola çıkarak bir kanaate varır: “Apartmana hayır! Betona hayır!” 15 yıllık birikimini de mimarlık-ev-inanç çerçevesinde bir kitapta toplar ve en ince ayrıntısına kadar niçin çok katlı beton binalarda yaşamamamız gerektiğini anlatır. 1964’te Bursa İnegöl’de sevimli, iki katlı bir evde dünyaya gelen Mimar Semih Akşeker’den bahsediyoruz. Semih Bey, hızla yükselen apartmanlardan, yüksek plazalardan hayli rahatsız biri. Hele Batı ülkelerindeki evleri görüp inceledikten sonra... Hâlen bir inşaat firmasında mimarlık yapan Akşeker’in kitabının tek bir amacı var; farkına varamadığımız, düşünemediğimiz gerçekleri bize anlatabilmek, bu amansız gidişata gücü yettiğince karşı koyabilmek. MÜSTAKİL EVLER APARTMANA NASIL DÖNÜŞTÜ? Akşeker’in “Apartmanların bizim kültürümüzle hiçbir bağlantısı yok”, “Betonarme binalar hem beden hem de ruh sağlığına zararlı”, “Müstakil ahşap evlerde yaşamalıyız”, “İstanbul’daki herkes iki katlı, bahçeli bir evde yaşayabilir. Yeterli arazi var”, “Dinimizle mevcut yapılar tamamen birbirine zıt” şeklinde iddiaları var. Yalnız onu daha iyi anlamak için öncelikle müstakil evlerin yığma beton binalara nasıl dönüştüğünü, apartman zihniyetinin niçin ortaya çıktığını bilmekte fayda var. Batı kültüründeki çok katlı evler ilk kez 19. yüzyılda sanayi devriminin yaşandığı Almanya, Fransa, İngiltere gibi ülkelerde inşa ediliyor. Gününün büyük çoğunluğunu çalışarak geçiren kadın ve çocuklar evlerine giderken zaman kaybetmesinler diye aynı katta 3-4 dairenin bulunduğu yüksek binalara yerleştiriliyorlar. Sadece uyumak için evine giden işçiler tuvalet ve banyoları da ortak kullanıyor. İslam-Türk ananesinde ise eve ‘sükun bulunan yer’ anlamında ‘mesken’ deniyor. Atalarımız evlerinin canlılığına inanıyor. Çünkü meskenlerde nesillerin acı-tatlı hatıraları bulunuyor. Ev, güzel yaşamanın, dünyayı mamur etmenin, hayata lezzet katmanın âdeta vasıtası gibi görülüyor. Fakat Batı’nın sanayi inkılabıyla maddi üstünlüğü ele geçirmesi, Osmanlı Devleti’nin aydınlarınca farklı yorumlanıyor, Batı taklitçiliği başlıyor. Bu değişim, sosyal hayatı olduğu kadar mimari yapıları da etkisi altına alıyor. Süleymaniye, Laleli, Fatih’teki ev ve konaklarını terk eden zenginler, ‘Fransızlar yapmış’ diyerek Şişli, Harbiye ve Nişantaşı’ndaki karanlık, izbe apartmanlara taşınıyor. Halk, önceleri müstakil evlerde yaşamayı tercih etse de zamanla apartmanlara taşınıyor. Oysa dünyanın en eski çok katlı binalarını inşa etmiş Fransa, apartmanların yol açtığı şikâyetler sebebiyle 1963’te referanduma gidiyor. ‘Ev mi, apartman mı?’ diye soruyor vatandaşa. Halkın yüzde 68’i ‘ev’ deyince hükûmet derhal iskân politikasını değiştirip müstakil evleri zorunlu hâle getiriyor. O tarihten sonra belli zaruretlerin dışında apartman inşa edilmiyor. İngiltere’de ise mimarlar, eğitimciler, sosyologlar, sendikacılar, sivil toplum örgütleri bir araya gelerek hükûmete baskı yapıyor. Devlet, tarihî eser özelliği taşımayan tüm apartmanların yıktırılmasına karar veriyor. Türkiye’de ise 1992’de Devlet Planlama Teşkilatı, aynı konuyla alakalı bir anket düzenliyor. Halkın yüzde 93’ü apartmanda değil, müstakil evde yaşamak istediğini söylüyor. Yalnız bu çarpıcı sonuç ülkemizde herhangi bir değişime vesile olmuyor. Siyasiler, bürokratlar ve inşaat firmaları kendi menfaatlerini gözeterek halkın bu isteğini yok sayıyor. ‘YETERLİ ARAZİ YOK’ CEVABI DOĞRU DEĞİL 24 yıllık mimar Semih Akşeker ise devlet politikası hâline getirilirse otuz yılda apartmanları bırakıp tamamen müstakil evlerde yaşabileceğimizi söylüyor. Nasıl mı? Hesaplar ortada: Türkiye’de yaklaşık 14 milyon aile yaşıyor. Herkese 250 metrekarelik arsa verilse ihtiyacımız 3 buçuk milyar metrekare (3 bin 500 kilometrekare). Bu da Van Gölü büyüklüğündeki bir alana tekabül ediyor. Ülkemizin düzlemsel yüzölçümünden dağlık alanları, baraj, yol ve köprüleri çıkarınca 700 bin kilometrekarelik boş alan kalıyor. Müstakil evler için harcanacak arazi miktarı ise Türkiye’nin boş arazilerinin sadece yüzde 0,5’ine denk geliyor. Kalan 99,5’lik alan alışveriş merkezlerine fabrika ve atölyelere, turizm ve eğitim binalarına, kara-demir yollarına tahsis edilse bile yüzde 97’lik bölüm yine boş gözüküyor. Aynı mantıkla hesaplamalar yapıp bu verileri hayata geçirmiş Fransa, Almanya, Amerika gibi ülkelerde vatandaşlar hem müstakil evlerde yaşıyor hem de devasa endüstri alanlarına sahipler. Hatta dünyaya en çok tarım ürünü ihraç eden ülkeler arasında da başı çekiyorlar. Batı’nın 60 yıl önce terk ettiği çok katlı apartmanlar aslında sağlığımızı da tehdit ediyor. Çünkü beton, radyoaktif radon gazı yayıyor. Radon da vücutta toksit etkisi yapıyor. Mesela İstanbul’da 398 evde yapılan ölçümlerde 260 bekerel radyoaktif değer bulunmuş. Ahşap dairelerde aynı madde sadece 10 bekerel çıkmış. Amerika’da yapılan başka bir araştırmada da akciğer kanserlerinden ölenlerin yüzde 14’ünün bina içi radona maruz kaldığı ortaya çıkmış. Bunun üzerine hükûmet betonarme binalara radon gazı tahliye aspiratörleri konulmasını zorunlu hâle getirmiş. Betonarme binaların Batı ülkelerinde kullanım oranlarına gelince… Almanya’da yüzde 23, Fransa’da yüzde 17, Amerika’da yüzde 3’ken Türkiye’de yüzde 95. Beton içine konulan malzemeler basit gibi görünse de elde ediliş şekli oldukça teknolojik. Dökümünden kurutulmasına kadar birçok önemli ayrıntıyı bünyesinde barındırıyor. Fakat üreticilerin çoğunun özel santrali, test edecek laboratuvarı, yeterli sayıda teknik personeli ve betonarme inşaat kültürü bulunmuyor. Üstelik betonun ömrü bilinenin aksine karbonlaşma ve korozyon sebebiyle 50-60 yılı geçmiyor. Kat sayısı ne kadar fazlalaşırsa binaların yıkılma oranı da o kadar artıyor. Türkiye Hazır Beton Birliği Başkanı Ayhan Paksoy da aynı dertten yakınıyor: “Türkiye’deki beton santrallerinin yüzde 40’ı bize kayıtlı, diğer yüzde 30’unun kaydı yok ama kaliteli. Ancak yüzde 30’luk ne idüğü belirsiz bir grup var. Türkiye’ye yurtdışından taşınan bir şeyin doğru dürüst geldiğini hiç görmedim. Ya her şeyiyle beraber getireceksiniz ya da hiç almayacaksınız.” APARTMANLARDA YALNIZLAŞIYORUZ 30-40 daireli apartmanlarda yaşayanlar bırakın komşularıyla oturup kalkmayı hemen yanı başında hangi ailenin kaldığını bile bilmiyor. Nadir de olsa asansörde karşılaşanlar birbirine ‘günaydın’ı esirgiyor. Değişen insani ilişkiler içtimai hayatımızı da ister istemez şekillendiriyor. İnsanlara güvenmemeye başlıyor, çevremizden kendimizi de çocuklarımızı da sakınıyor, giderek yalnızlaşıyoruz. Mahalle kültürüyle büyüyen Mimar Semih Bey’e göre, çok katlı binalarda oturanlar yaşadıkları yeri sahiplenemiyor. Çünkü bir nesnenin tamamı kendine ait değilse insanoğlu onu koruyup gözetemiyor. Apartmanlar doğası gereği insanı sorumsuz yapıyor. Çocuklar merdiven duvarlarını düşünmeden çiziyor, büyükler giriş kapılarını rahatlıkla tekmeleyebiliyor, merdivenlerin kirlenmesi kimseyi rahatsız etmiyor. Günümüz çocukları apartmanlarda mahpus hayatı yaşıyor. Çimenlerde koşturup meyve ağaçlarının tepelerinde gezinecekleri yerde televizyon başında pinekliyor, henüz hayatı tanımadan gençliğe adım atıyor. Oyun oynarken, arkadaşlarıyla rekabet ederken öğreneceği iyi-kötü ayrımını, merhameti, dostluğu, arkadaşlığı ileriki yıllarda büyük zorluklarla karşılaşarak öğreniyor. Mimarlık, güzel sanatlara ait estetik bir konu olmaktan öte fikir, tasarı, biçim verme gibi nitelikleriyle aslında inançların, dünya görüşlerinin fiziki dünyaya yansımış hâli. Türk-İslam evinden beklenen ise kâinatın halifesi vazifesi yüklenmiş insanı bu hedefine yaklaştıracak, onun ahlaklı ve erdemli yetişmesine zemin hazırlayacak nitelikte olması. Çünkü evdeki sadelik-karmaşa, büyüklük-küçüklük, eşya azlığı-çokluğu, mütevazılık-lüks gibi unsurlar hane halkının hissiyatını doğrudan etkiliyor. Zamanla ev, insanı kendine benzetmeye başlıyor. Ülkemizde 20. yüzyılın başlarına kadar evler İslami çerçeveler içerisinde mütevazı, sade, güzel, fıtri yapılıyor. Hatta Batılı seyyahlar Anadolu topraklarına geldiklerinde zenginle fakirlerin evini birbirinden ayırt edemiyor, çok şaşırıyor. Yalnız Tanzimat Fermanı’ndan sonra mütevazı çizgiden yavaş yavaş uzaklaşılıyor. Bu durumu Mimar Akşeker, şöyle açıklıyor: “Ne zaman Müslümanlar kendi değer dünyalarından uzaklaştılar, ev ve şehir mimarisinde bambaşka bir çıkmaza girdiler. Ev inşasında ihtiyacın İslami sınırlar içinde, mütevazı karşılanması yeterli görülmedi. Yerine lüks, yükseklik, büyüklük, teknoloji harikası gibi kıstaslar belirlenip meskenler bu temel kabullerle üretilmeye başlandı. Ev fikrinde haddi aşmamak için sadelik, israf, gösterişten kaçınma, tevazu, mahremiyet gibi şartlar asli unsurlardır.” “Apartmanlar bizzat onu yapanlar tarafından terk edilmiştir.” diyen Semih Bey’in önerisi müstakil ahşap ve çelik (yapısal/hafif bükme) evler. Bu ev tipl erini hayatımıza geçirmek içinse ulusal bir dönüşüm projesi şart. NEDEN AHŞAP EVLER? Ahşap çok sağlıklı. İnsanla aynı kökten (topraktan) geldiği için doku uyumu var. Bundan dolayı huzur verir. Ahşap, betonarme evlere göre çok daha ucuz. 120 metrekarelik iki katlı bir evin toplam maliyeti en fazla 50 bin YTL. Ahşap pratik üretiliyor. 120 metrekarelik betonarme bir ev 168 ton iken, ahşap 10 ton. Ahşabın ömrü 500-600 yıl. Ahşap binaların kolayca yanabileceği söyleniyor. Fakat ahşabın yangına direnci beton ve çeliğinkinden daha fazla. ‘Ahşap evler için yeterli ormanımız yok’ bilgisi ise doğru değil. Avrupa’nın orman alanı, toplam yüzölçümünün yüzde 27’si kadar. Türkiye’de ise bu oran yüzde 26’larda. Hem de ağaçlarımızın 1/3’ü inşaatlarda tercih edilen kızılçam. Amerika ve Avrupa, ormanlarının yüzde 95’ini ev yapımında, geri kalanını ısınmada kullanırken; ülkemizdeki ağaçların yüzde 60’ı yakacak olarak tüketiliyor. Evlerini ahşaptan yapan ülkelerde ormanlık alanlar azalmıyor, aksine her yıl yüzde 10 çoğalıyor. Genç ağaçlar daha fazla karbondioksit emip havayı daha iyi temizliyor. Yıkılan ahşap binalardaki malzemelerin yüzde 90’ı geri dönüşüyor. Betonarme ise geri dönüşüme en elverişsiz malzeme. Yıkılan binaların molozları nadir de olsa yol inşaatlarında dolgu için kullanılıyor. NEDEN ÇELİK (YAPISAL/HAFİ BÜKME) EVLER? Homojen ve sağlıklı. Çekme mukavemeti, basınç mukavemetine eşit. Betondan on kat daha fazla yük taşıyor. Elastikiyet özelliği betonunkinin yedi katı. Bu sebeple daha az eğilme yapıyor. Sünebilir. Şekil değiştirme kapasitesi betonarmeden 18 kat fazla. Ağırlığının taşıdığı yüke oranı küçük. Yani çok hafif. 125 metrekarelik bir evin ağırlığı sadece 16 ton. Malzemenin hafifliği depreme direnci artırıyor. Çelik, fabrika koşullarında üretiliyor, denetleniyor ve belli bir standardı bulunuyor. Çelik evler, beton gibi kalıp gerektirmediği için kaynak veya vidalarla birleştirilerek yapılıyor. İnşaat birkaç haftada bitirilebiliyor. Çelik strüktürde inşaat hatalarının gizlenmesi imkânsız. İnşaat bittikten sonra dahi çıplak gözle denetim mümkün. Kusurların telafisi de her zaman yapılabiliyor. Yangın konusundaki dezavantaj da giderilebilir nitelikte. Bunun için evin içindeki çelikler alçı sıvayla kapatılıyor, binanın dışına da mantolama yapılıyor. Ya da çelikler yanmaz boyalarla kaplanıyor. MİMAR SEMİH AKŞEKER’DEN YAPILAŞMA İLE İLGİLİ ÖNERİLER Öncelikle çok katlı dikey yapılaşma modeli terk edilmeli, bahçeli nizam evlerden müteşekkil yatay şehirleşme modeli, iskân politikamızın temelini oluşturmalı. ‘Ev araştırma merkezi’ kurulmalı. Bu merkez Türk aile yapısına uygun ev projeleri geliştirmeli. Halka, evlerde yön, manzara, oda sayısı, malzeme, bahçe büyüklüğü, banyo sayısı gibi yaklaşık elli kıstasla alakalı sorular sorarak genel bir ihtiyaç listesi çıkarmalı. Mevcut apartmanları ömürleri bitene kadar kullanmalı ama yeni binalara kesinlikle izin verilmemeli. Yatırımlarla küçük şehirlerde de endüstri merkezleri, fabrikalar kurulmalı, büyük şehirlere nüfus akışı engellenmeli. Sayısal veriler doğrultusundaki önerilere gelince; ortalama 5 nüfuslu bir aile için taban alanı 60 metrekarelik iki katlı evler tasarlanmalı. Meskenler 250 metrekarelik parsellere yerleştirilip her aileye 190 metrekarelik bahçe bırakılmalı. __________________________________ Dünya müstakile yerleşti, Türkiye apartmanlaşıyor! biz bu konuyu defalarca dile getirdik ben daha önce forumda bu konuyu defalarca dile getirmistim ülkemize ne büyük zarara soktugunu maddi ve manevi yönden ve ilerde ne büyük tehlikelere sokabilecegini hatda ülkenin ülkelerin ekonomi olarak can damari olan insaatciligin ülkemizde apartmanlaşmayla nasil öldürüldügünü.. gaztede kamuoyunda nihayet bugün yer aldi bir cok yaniyla olmasada güzel bir acilim! Efendi Türkler
  11. Sayin Admin' cerezleride temizlesen, ellerimide temizlesem olmuyor.. artik anlayin olmuyo? isin icinde baska sorunlar var muhakak öyle degilmi??? cünkü ben cevap yazarken cevabi gönderecegim bir bakiyorsun giris yap cogu zaman basarilida olmuyor bu durum genel forum la genel kopmayla ilgili degil? demin koptugumuz gibi! Sonra Forum dan kopmalar genel olarak sürekli olmaya basladi.. ugrassak da belli dönem forum disi kaliyoruz.. ilk foruma katildigim ilk alti ay seker gibiydi isterseniz o dönem neden seker gibiydi.. ordan bir cözüm yoluna gidebilirsiniz ne genel kopma nede cevap yazarken tam cevabi gönderecegim zaman foruma veda etmek.. Saygilar
  12. Sayin Suheyla' farkindaysan sürekli Kabilecilik kelimesini kullaniyorsun bunuda birseyleri vurgulamak acisindan yani Türklerin Türkiyenin Kabilecilik anlayisindan kurtulamadigini bu hislerinle bizleri sürekli tartaklamaya calisiyorsun.. ama ben sana söyleyeyim bizler kabile Devlet degiliz cemaat öksürdümü hepimiz birden öksürmüyoruz.. Ermenilerden özürdilensin dedimi baskomutan herkes birden özürdilesin demiyor? Evet sayin Suheyla" Bugün gelismis Bati toplumlarinda cemaat öksürdümü hepsi birden öksürür.. BASIN Ermeniler katil dedimi hepsi birden ayni borazandan katildir diye bagirir.. basin yurt disinda tecavüzcü genclerini bizim tecavüzcümüz iyidir onu kurtaralim dedimi hep birlikte bizim tecavüzcümüz mükemmel tecavüz eder diye hep birlikte haykirir.. bizde artik yazmaya baslamayalim Kabilecilik nerden geliyor en büyük kabileler dünyanin neresine cöreklenmis hangi cadirlar üzerine kurulmus onlari bizleri yazdirma onun icin ikide birde su kabileni kaldir yazmaktan vaz gec bizde olsa olsa kisisel yetenekli kabilecilik anlayisini gelistirmeye yurt disina gidenler vardir fettul örnegi.. ülkemize sizin gibi Kabilecilik anlayisini dayatmak icin ben derim vaz gecin bu sevdadan. bugünlerde cemaat bagiriyor? somalide gemiler kaciriliyor bu bagiranlar hangi kabileyete dayaniyor Kabilecilik e mi yoksa sömürgecilige mi?
  13. UĞUR MUMCU'DAN GİZLİ BELGELERLE ERMENİ OLAYI "Tarih tekerrürden ibarettir" demişler de, Mehmet Akif de "Tarihten ders alınsaydı, tekerrür eder miydi hiç?" deyip işin aslını ortaya koymuştu. Bundan neredeyse bir asır önce Atatürk Ermeni olaylarıyla ilgili şöyle konuşmuştu: Ermeni meselesi denilen ve Ermeni milletinin gerçek çıkarlarından ziyade dünya kapitalistlerinin ekonomik çıkarlarına göre halledilmek istenen mesele, Kars Anlaşması'yla en doğru çözüm şeklini buldu. Asırlardan beri dostane yaşayan iki çalışkan halkın dostluk bağları memnuniyetle tekrar kuruldu. Mustafa Kemal Atatürk 11.3.1922, TBMM Üçüncü Toplanma Yılı Açış Konuşması) Ve bakalım bundan tam 23 sene önce bu konuda Uğur Mumcu neler yazmış... Gizli Belgelerle... Şu olaylara bakın: ABD Dış İlişkiler Komisyonu, Türkiye'ye yapılacak askeri yardımı Kıbrıs konusunda verilecek bir ödüne bağlıyor. Bu yapılırken, ABD Kongresi'nde 24 Nisan tarihinin "Soykırım Günü" olarak ilanı için önergeler veriliyor. Fransa'da ise soykırım savlarının ders kitaplarına konması için hazırlıklar yapılıyor. Aynı günlerde, Ermeni terör örgütleri eylemlerini sürdürüyor. Bütün bunlardan sonra ABD yönetimi uluslararası terörden söz edebiliyor. 24 Nisan tarihi soykırım günü olarak ilan edilecekmiş. Sanki ABD'nin Vietnam'daki, Fransa'da, Cezayir'deki insanlık suçlarını unutturdular. Sanki ABD yönetimi, Şili'de halkoyu ile seçilmiş Devlet Başkanı Allende'nin CIA darbesi ile devrilmesinin hiç anımsanmayacağını sanıyor. Sanki ABD'nin Grenada'ya, daha düne kadar yakın bir zamanda Fransa'nın Çad'a asker göndermelerinin hiç ama hiç akla gelmeyeceği düşünülüyor. Ermeni olayını, bugün için uluslararası terörün bir parçası olarak görüyor ve bunun için bütün devletleri ortak bir savaşa çağırıyoruz. Yok, eğer Ermeni sorununun dünü, önceki günü karıştırılırsa, Amerikalı dostlarımız bundan hiç hoşnut kalmazlar. İsterseniz, bu konuda birkaç tarihsel belgenin satır başlarını aralayalım: İngiliz Kraliyet Matbaası tarafından basılan Birinci Dünya Savaşı ile ilgili gizli belgeler, Erol Ulubelen tarafından Türkçeye çevrilmiş, önce Doğan Avcıoğlu'nun yönetimindeki Yön dergisinde yayınlanmış, daha sonra kitap olarak basılmıştır. İkinci basımı Çağdaş Yayınları tarafından yapılan "İngiliz Belgeleriyle Türkiye" kitabında, Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermenilerin Amerikalılarca nasıl desteklenip kışkırtıldıklarını gösteren belgelere yer verilmiştir. Okuyalım: Gizli Belge: Sayfa 735, belge 492. Amiral Webb'den Lord Curzon'a yazılan 19 Ağustos 1919 tarihli yazı: - Amerika, Trabzon ve Erzurum'u içine alan bir Ermenistan'ı himaye edecek. Geri kalan dört ili de Kürt devleti olarak İngilizlerin himayesine bırakıyor... Gizli Belge: Sayfa No:60, Belge No: 46. 5 Nisan 1920 günü Mr. Lindsay'in Washington'dan Lord Curzon'a yazdığı yazı: - Amerikan Senatosu Ermenistan'ın mandası işini görüştü. Beş yılda 757 milyon dolar verecekler. İlk başlangıçta 50.000 kişilik bir ordu yollanacak, daha sonra 200.000 kişiye çıkacak. Amerika kuvvetlerinin basına General Zames G. Harbord getirilecek. Ayrıca bütün Türkiye'nin mandası için de görüşmeler yapılmaktadır... Gizli Belge: Sayfa No:71, Belge No: 63. 16 Mayıs 1920 günü Sir A. Geddes'in Lord Curzon'a yazdığı yazı: - Amerikan hükümeti, Ermenistan'ın Adana'da dâhil korunmasını istiyor. Silah, cephane, demiryolu ve her türlü malzemeyi buraya sevk edecekler. Boşaltım, Karadeniz limanlarında Amerikan bahriyesi tarafından ve Amerikan donanmasının himayesinde yapılacak. Türklerin yapacağı en ufak bir hareket Amerikalılar tarafından bastırılacaktır... Gizli Belge: Sayfa No: 300, Belge No: 38. 28 Şubat 1920 Londra Konferansı tutanaklarından bir parça: - Mustafa Kemal kendisini Erzurum Valisi ilan etmiş. Erzurum'da yeni kurulacak Ermeni devletinin katılacağı bir sırada bu çok anlamlı bir harekettir. Bu adam olmasaydı Ermenilerin bir şansı olurdu... Gizli Belge: Sayfa No: 81, Belge No: 10, tarih 16 Şubat 1920. Londra Konferansı tutanaklarından bir başka parça: - Ermenistan'a 6 ilden başka Trabzon ve Adana da verilmelidir. Amerika Ermenistan'a yardım edecektir ve mandası altına almayı da kabul ediyor. Fransa ise Adana'yı kendisi için istiyor. Gizli Belge: Sayfa No: 99, Belge No: 12, Londra Konferansı tutanağından bir başka ilginç parça: - Lord Curzon, Erzincan'ın da Ermenistan'a verilmesini, Karadeniz'de bir Lazistan kurulup, Ermenilerin mandasına vermek istiyor... Bu belgeler, bugün ABD Kongresi'nde 24 Nisan tarihini "Soykırım Günü" ilan etmek isteyenlerin amaçlarını olduğu kadar, ABD'nin Lozan Barış Antlaşması'na niçin imza koymadığını da anlatmaya yetmektedir. Atatürk, Ermeni sorununun "dünya kapitalistlerinin ekonomik çıkarlarına göre çözülmek istediğini" söylememiş miydi? ( Söylev ve Demeçler , C: I, S: 233). Olay, dün olduğu gibi bugün de böyledir. Biz bugün bunca saldırıdan sonra , bu gizli belgeleri , örneğin devletin televizyonunda tek tek halkımıza gösterebiliyor muyuz? Gösteremiyorsak, Ermeni sorununun çokuluslu yanını ve uluslar arası terör ile ilgisini, diplomatik forumlarda nasıl anlatabiliyoruz? 24 Nisan tarihini soykırım günü ilan edip, Ermeni terör örgütlerine destek olan Amerikan Kongre üyeleri, 1920'lerde topraklarımız üzerinde Ermeni devleti kurmak isteyen Amerikalılar'ın torunlarıdır. Bizler de bunlara karşı Kuvay-i Milliyecilerin torunları olduğumuzu hatırlatmak zorundayız. "Milliyetçilik" budur. Neredesiniz efendiler, beyler, beyzadeler, hanımefendiler?.. Budur, budur, budur işte!.. Uğur MUMCU Cumhuriyet - 1 Nisan 1984 Aradan 23 sene geçmiş Uğur Mumcu her zaman savaştığı emperyalistlerce katledilmiş ama değişen hiçbir şey olmamış. Bu da gösteriyor ki tarihimizden ders çıkartamadığımız gibi tarihimizi de doğru düzgün bilmiyoruz... ______________________________
  14. Dünya bugün Bush´un kriminel birisi oldugunu tescillemistir.. O gazetecide Irak halkinin Serefini su yüzüne cikarmis Cöl topragina ferahlik getirmistir.. Mazluma bir seref sunmakda yeter.. Birde, Irakda ne isi var Bu adamin neden oraya gitti ? bu halkdan daha ne istiyor? Isgal ettigi topraklarin insaninin karsisina gecmenin alemi ne. Üstelik orda hergün onlarca insanin can verdigini bile bile.. öyle ya kanini emdigi bu topraklarda ne isi var.. binbir nazla Devlet ziyaretlerinde bulunan bu sahsiyet hangi serefle hangi onurla orda bulunuyor? bu kacinci gidisi oraya hic mi hesaplamiyor basina birsey gelecegini? Ama Seref´i az olanlarin Serefi olurmu? En azindan bu dönem bu generasyon bu topraklara zavalli gözüyle bakmayacak orda onurlu insanlarin yasadigini kendisi gibi insanlarin yasadigini kesfetmistir Dünya kesfetmistir.. Ben Efendi Türkler olarak O gazeticiyi alnindan öpüyorum. Efendi Türkler
  15. Sayin Zebercet' burda neyi vurgulamayi calisiyorsunuz?kurbana atladiniz , Irak taki Şiiler kurban kesmez mi sonra Mezhebe de atlama yapmissiniz onun Irakli sunni oldugunu nerden anladiniz ayakkabisindan mi? yoksa onurlu direnisinden mi?
  16. Sayin Suheyla' gercekten yazdiklariniz cocuk avutmaya benziyor olmadi.. ABD emperyaliz-. mi, ni durdurmanin sirri ikna edebilmek ikna edin siz efendim ikna edin
  17. THE KILLERS - HUMAN http://de.youtube.com/watch?v=2SJo8Tdc-b8 THE LAST GOODNIGHT - PICTURES OF YOU http://de.youtube.com/watch?v=Z7ksR-HZSqI
  18. Günün adamı! Iraklı gençler 14 Aralık’ın “Dünya ayakkabı günü” ilan edilmesini istiyor Bush'a ayakkabısını atan Iraklı gazeteci dünyada kahraman oldu... Facebook'ta adına gruplar kuruldu, binlerce web sitesinde ayakkabının fırlatma görüntüsü yayınlandı. Iraklı gazeteciler meslektaşlarının serbest kalması için kampanya başlattı. Bush’a ayakkabı fırlatan Iraklı gazeteci El Zeydi, kahraman oldu. Libya Zeydi’ye madalya vereceğini duyurdu. Irak’ta binlerce kişi sokaklara dökülüp ABD askerlerine ayakkabı attı. Facebook’ta Zeydi için grup kuran Iraklı gençler 14 Aralık’ın “Dünya ayakkabı günü” ilan edilmesini istiyor Beyaz Saray’ı Barack Obama’ya devretmek için gün sayan ABD Başkanı George W. Bush sekiz yıllık iktidarında hemen hemen gittiği her ülkede protesto gösterileriyle karşılandı. Eylemciler “en sevilmeyen ABD Başkanı” sıfatına sahip olan Bush’un kuklalarını yaktı, Amerikan bayraklarını çiğnedi, çiftliğinin önünde kamp kurdu ya da kendilerini Beyaz Saray’ın demirlerine zincirledi. Ama hiçbiri önceki akşam Iraklı bir gazetecinin yaptığı eylem kadar ses getirmedi. Bağdat’a yaptığı veda ziyaretinde Irak Başbakanı Nuri El Maliki’yle basın toplantısı düzenleyen ABD Başkanı’na ayakkabılarını fırlatan El Bağdadi televizyonu muhabiri Muntasar El Zeydi, bir anda bütün dünyada Bush düşmalarının kahramanı haline geldi. Zeydi, basın toplantısında ayağa kalkarak, “Bu Irak halkından sana bir veda öpücüğü, *****!” diye bağırmış ve ayakkabısını Bush’a fırlatmıştı. Bush bu saldırıyı eğilerek savuşturuken, Zeydi, “Bu da dullar, yetimler ve Irak’ta öldürülenler için...” diyerek diğer ayakkabısını da fırlatmış, bu ayakkabı da ABD Başkanı’na isabet etmemişti. Gözaltında dövüldü Gözaltına alınan Zeydi bu eylem için herhangi bir örgütten para alıp almadığına dair sorguya çekildi. Ayrıca uyuşturucu ve alkol testine sokuldu. Ayakkabılara da delil olarak el konuldu. New York Times ise Zeydi’nin Amerikalı ve Iraklı güçler tarafından öldüresiye dövüldüğünü yazdı. Irak hükümeti gazetecinin hareketini “barbarca ve rezalet” olarak nitelendirerek, kanalı özür dilemeye çağırdı. Libya’dan cesaret madalyası Arkadaşlık sitesi Facebook’ta da Zeydi adına 60’tan fazla grup kuruldu. Iraklı gençler arasında “14 Aralık dünya ayakkabı günü ilan edilsin” mesajları dolaşmaya başladı. Libya lideri Muammer Kaddafi’nin kızı Ayşe’nin başkanı olduğu Vaatasimu adlı yardım derneği de Zeydi’ye “cesaret nişanı” takacağını açıkladı. Saddam’ın avukatı devrede Saddam’ın avukatı Halil Duleymi de Iraklı gazetecinin savunmasını hazırladığını belirterek, “Amerikalıların da bulunduğu 200 avukat gazeteciyi ücretsiz savunmak için başvurdu” dedi. Zeydi bir devlet başkanına hakaret etmekten 2 yıl hapis cezası alabilir. AYAKKABISINI KAPAN EYLEME KOŞTU Irak sokaklarında Zeydi’ye destek gösterileri yapılıyor. Bağdat’ın Sadr semtinde, sokaklara çıkan binlerce Mukteda Sadr yanlısı, Zeydi’nin serbest bırakılması çağrısında bulundu. Amerikan bayrakları yakan göstericiler, “Bush Bush dinle bizi, kafanda iki pabuç izi” sloganı attı. Şii kenti Necef’te yapılan destek gösterisinde de eylemciler bir Amerikan konvoyuna ayakkabı fırlattı. MİLİTANLAR ESİR ALMIŞTI Muntasar El Zeydi’nin geçen yıl Şii militanlar tarafından kaçırıldığı, daha sonra da serbest bırakıldığı ortaya çıktı. Iraklı gazeteci haberlerini çalıştığı El Bağdadi televizyonuna “Zeydi işgal altındaki Bağdat’tan bildiriyor” diye geçiyordu. Tepki normal yöntem yanlış DÜNYAYI sarsan ayakkabı fırlatma eylemi özellikle gazeticilik meslek örgütleri tarafından tartışmaya açıldı. Orhan Erinç (TGC Başkanı): Irak vatandaşı olarak işgal sonrasında yaşananlardan etkilenmiş olabilir ve bunda da haklıdır. Bu etkilenmenin dışa vurulacağı yer basın toplantısı olmamalıdır. Gazeteci olduğuna göre tepkisini, pabucuyla değil kalemiyle vermeliydi. Gazetecilikle bağdaşan tepki de bu olurdu. Ahmet Abakay (ÇGD Başkanı): Bu saldırıdır, gazetecilik değildir. Örneğin bir zamanlar bir muhabir ‘Bosna’da Sırp vurdum’ dedi. Cinayet işledi, adam öldürdü ve bununla övündü. Bush’a tepki vermesi doğal, ama yöntemi ayakkabı fırlatmak değildir. Bu gazetecilik ölçülerine sığmıyor. Dünya basınının alay konusu oldu Bush’a ayakkabı fırlatılması ABD basınında da geniş yer buldu. New York Daily News gazetesi, “intihar saldırısı” (suicide attack) ve “ayakkabı” (shoe) kelimelerini birleştirerek “shoe-cide attack” başlığını kullandı. AP ajansı da Bush’un Irak’ın ardından gittiği Afganistan’da düzenlediği basın toplantısını, “Afgan gazeteciler ayakkabılarını çıkarmadı” başlığıyla verdi. Filistin basını, “Buraya gelirse kimin ayakkabı fırlatacağına şimdiden karar verelim” çağrısı yaparken, Londra’da yayımlanan El Kuds El Arap gazetesi, olayı “Bir savaş suçlusuna yakışan bir uğurlama” diye yorumladı. El Zeydi’nin çalıştığı Kahire merkezli El Bağdadiye televizyonu da, gazetecinin Amerikalıların Iraklılara vaat ettiği ifade özgürlüğü hakkını kullandığını belirterek, serbest bırakılmasını istedi. ‘KORUMALAR BİLE İZLEDİ, BUSH REFLEKSLERİNİ KONUŞTURDU’ ABD Başkanı Bush, Iraklı gazetecinin fırlattığı ilk ayakkabıyı ani bir hareketle kürsüye doğru eğilerek savuşturdu. Zeydi’nin ikinci ayakkabıyı attığında da yaptığı hamleyle kendisini korudu. İngiliz gazeteleri, “İyi eğitimli korumalar bile donup olayı sadece izlemekle yetinirken, tehlikeyi daha ilk anda fark eden Bush reflekslerinin ne kadar iyi olduğunu gösterdi. Sporcu kişiliğinin bunda etkisi büyük olmalı” yorumunu yaptı.
  19. İşte olay anı - Video -http://de.youtube.com/watch?v=5RkqSpCNsB0-
  20. Son kahraman Son kahraman ABD Başkanı Bush'a ayakkabı fırlatan muhabir gözaltına alındı. Muhabirden haber alınamıyor. El Bağdadi televizyonu, muhabiri Muntasar El Zeydi'nin serbest bırakılması için dünyanın her yerindeki gazetecilere dayanışma çağrısında bulundu... Iraklıların büyük bir kısmı gazeteciyi "kahraman" ilan etti. Sadr semtinde destek gösterisi başladı. Bağdat'ta bir ayakkabı bayrak misali direk tepesine yerleştirilerek direnişin sembölü yapıldı.
  21. Bush yüzüne ayakkabıyı yedi George Bush'un görev süresi dolmadan kanlı eserini görmeye geldi. Sürpriz ziyarette bakın neler yaşandı? ABD Başkanı George Bush, görev süresinin dolmasına az bir süre kala Irak'a sürpriz bir veda ziyaretinde bulundu. Ziyarette Bush'un yüzüne ayakkabı fırlatıldı. Dün gece gizlice Washington'dan ayrılan Bush'un uçağı, bugün öğleden sonra Bağdat havalimanına indi. Washington ile Bağdat arasında imzalanan güvenlik anlaşmasını kutlamak isteyen Başkan Bush'un, Iraklı liderler ve Irak'taki üst düzey Amerikalı yetkililerle görüşmesinin planlandığı belirtildi. DÜNYA BARIŞI İÇİN GEREKLİYDİ Irak'a beklenmedik bir veda ziyaretinde bulunan Bush, Irak Devlet Başkanı Celal Talabani ile görüşmesinden sonra yaptığı açıklamada, ''Görev kolay değildi ama Amerikan güvenliği, Iraklıların hayalleri ve dünyada barış için gerekliydi'' ifadesini kullandı. Görevinden 20 Ocak 2009'da ayrılacak olan Bush, dördüncü kez Irak'ı ziyaret ediyor. BUSH'A AYAKKABI FIRLATTI Irak'a beklenmedik bir ziyaret yapan ABD Başkanı Bush, Başbakan Nuri el Maliki'nin elini sıkarken öfkeli bir Iraklı gazetecinin ayakkabı saldırısına uğradı. Maliki'nin şaşkın bakışları altında iki ayakkabısını da çıkarıp peş peşe Başkan'a fırlatan ve bir yandan da Bush'a ağır hakaretler yağdıran gazeteci, güvenlik güçleri tarafından hemen etkisiz hale getirilerek salondan çıkarıldı. Eğilerek, başının hemen üzerinden geçen ayakkabılardan isabet almadan kurtulan Bush, saldırının kendisini etkilemediği belirtti ve esprili bir şekilde "sadece ayakkabıların numarasının 10 olduğunu söyleyebilirim" diye konuştu. Salondaki diğer Iraklı gazetecilerin, televizyon muhabiri olan meslektaşları adına Bush'tan özür diledikleri kaydedildi. Başkan Bush, salondaki durumun normale dönmesinden sonra sakin bir şekilde soruları yanıtladı.
  22. AMY MACDONALD - THIS IS THE LIFE AKON - RIGHT NOW BÖZEMANN - BITTERKALT
  23. Seneye kaldigimiz yerden devam.. Sayin suheda öyle söylemiyormu Bayram bitti,etler dağıtıldı,yenildi bitti ...Hala neyi tartışıyorsunuz Seneye bulusmak üzere

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.

Configure browser push notifications

Chrome (Android)
  1. Tap the lock icon next to the address bar.
  2. Tap Permissions → Notifications.
  3. Adjust your preference.
Chrome (Desktop)
  1. Click the padlock icon in the address bar.
  2. Select Site settings.
  3. Find Notifications and adjust your preference.