Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Tengeriin boşig

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    4.554
  • Katılım

  • Son Ziyaret

  • Lider Olduğu Günler

    21

Tengeriin boşig tarafından postalanan herşey

  1. Tengeriin boşig

    Ateist?

    Tüm yazdıklarınız zaten mesnedsiz olmuş ama özellikle şu lafınızı alıntıladım ki, benim ne demek istediğimi kesinlikle anlamamışsınız. Bakın özellikle diyorum ki, Bu hisleri "Kalbimizde Hissederiz"... Yazdıklarım ve söylemek istediğim gayet açıktır. Siz hala biraz farklı anlıyorsunuz demek istediğimi... Verdiğim örnekler ve önceki yazılarımda yaptığım açıklamalar son derece açıktır. Tekrar tekrar aynı şeyleri söylememin bi lüzumu yok... Saygılarımla...
  2. Ekonomik Yağma Sorunu'nunda Demokrasi... Türkiye Cumhuriyeti Devleti, tarihinde sadece bir dönem "Demokratik" olabilme sürecine girmiş ve bu süreci değerlendirememiştir. Herkes Atatürk2ün "Tek Partili" dönemini "Anti-Demokratik" veya bir nevi "Diktatörlük" olarakta nitelese de Cumhuriyetin, "Demokrasi" Kavramını en iyi anladığı ve yorumladığı tek dönemidir. Bakın eleştirimiz "Tek Partili dönemde niçin Demokrasi yoktu" olmamalı, "Demokrasi adına neler yapıldı" olmalı. Osmanlı devleti 150-200 yıl boyunca Demokratikleşme yada Yenileşme/Batılılaşma adına çalışmalarda bulundu, ancak yine de başaramadı... Atatürk'ün Demokrasiyi 15 yılda getirebilmesini istemek son derece saçma olacaktır... Ama adımlar atılmıştır o dönemde ve bu adımlar aynıyla devam etseydi, Türkiye belkide şuan Demokrasi Ütopyasına yakın en yakın devletlerden birisi olacaktı... Peki bu adımlar neydi: 1- "Devletin dini İslam'dır" ibaresi ve Halifelik kaldırılarak; Devlet "Din" boyunduruğundan, Din'de Devlet boyunduruğundan kurtarılmış ancak Devlet'in "Dinsizleştirilmesi" gibi bir şey olamayacağı için, devlet "Materyalistleştirilmiş" ve Özgür düşünceye kavuşturulmuştur. 2- "Eğemenlik"; öncelikle kongrelerde, sonralıkla Saltanatın kaldırılmasıyla halka mal edilmişir. 3- Halk zaten Kurtuluş savaşını topyekün vermekle, "Ortak Milli Bilinç"i edinmiştir ve Komprador sermaye kapı dışarı edildiği içinde Demokrasi mekanizmalarını etkilleyecek sermaye grupları kalmamış, en kısaca tabiri ile "Köylü Ülkenin Efendisi" olmuştur... 4- Halkı "Bilinçlendirmek" için "Köy Enstitüleri" "Parasız Yatılı Okullar" açılmış ve tabii ki "Tevhid-i Tedrisat"la eğitim ve öğretim birleştirilip, hem Dinin boyunduruğundan kurtarılmış, hemde halka eğitim eşitliği sağlanmıştır. 5- Eğitilmeye başlayan halkta bir "Hakimiyet" bilinci oluşmaya başlamıştır. Topyekün verilen savaşın arefesinde, herkes yönetimde artık bizzat söz sahibi olabileceğinin farkına varmıştır. 6- Ekonomik sıkıntılar olsa da, Milli Bilinç alevinin hala yanıyor ve taze olması ve zaten yoksulluğun tüm herkesi vurmuş olması, halkın maddi beklentilerle "Siyasi" tercihler yapmasına koşut oluşturmamıştır... 7- Osmanlı döneminde yönetime ilgisiz olan halk, artık "yönetimin ne olduğuna" yönelmeye ve değişimle ilgilenmeye başlamıştır. 8- Cumhuriyet, herşeyden önce yetişecek olan Gençliğe emanet edilmiştir... Bunlar, şimdilik önemli kısa tesbitler... Peki niçin Türkiye bugün Demokratik olamaz... Şıklarla birlikte giderek açıklayayım; 1- Bildiğiniz gibi hep "Din"i temsil eden hükümetler başa geldiğinde, nedense "ABD yardımları" eksik olmaz ve devlet geçici olarak ekonomik bir düzene girer... Halla yaşlı bir başbakan 1milyon dolarlık yardım dahi alamazken, Dinci bir başbakan, binbir fesat ve oyunla başa gelir gelmez 8milyon doları alıverir... Salazar'ın ABD güdümüyle İspanyada uyguladığı 3F Halkı Uyutma Formülü (Futbol, Fado, Fatima), Türkiye'ye de uygulanır hatta... Futbol, bildiğimiz Futbol'dur ve parasız, maddi yetersizliği olan insanların tek eğlence yada uyutulma kaynağıdır. Fado, bizim Arabesk'in karşılığıdır... Bildiğiniz gibi Arabesk'te bir köreltme aracıdır... Fatima ise "Dini Eğitim"in karşılığıdır ve yine bildiğiniz gibi Atatürk'ten sonra Köy Enstitüleri, komünist yuvası oldu gerekçesiyle kapatılmış, İmam hatipler ve Kur'an kursları mantar gibi çoğalmış yani Eğitilmek ihtiyacı duyan insanlar, dini eğitimle uyutulmuştur. Bugün "Arka Bahçe"nin ne olduğu ortadadır. Bu yetmezmiş gibi "Komünizm"den korkutulan Müslüman halkın desteği kandırılarak alınmış ve Komünizmden korkan, Kapitalizme sarılmıştır. Yani sömürü düzeninin "Yeşil Kuşak" projesinin uşağı olunmuştur... Materyalist olması gereken Devletin Anayasası "bir keren bişey olmaz" diye diye delik delik delinmiş, bir dönem askeriyeye dahi Tarikatleri sokmaya çalışmışlardır, zaten polis kurumu tarikatlerin eli altındadır Yani "Demokrasi"nin önkoşulu olan "Laiklik" paramparça edilmiştir ve örümcek ağı heryeri sarmıştır. 2- Halka mal edilen Eğemenlik, özellikle Özal döneminden sonra öncelikle Amerika'ya ve Kapitalist sisteme, sonra da İç Satılmış Komprador Burjuvaziye verilmiştir. Fakir daha da fakirleştirlmiş, zengin dahada zenginleştirilmiştir. Bakın, piskolojide "Değişken Oranlı Pekiştirme" denen bir tasarı vardır, bu en kolay uygulanan ve en zor unutulan, devamlı canlı kalmayı başarabilen bir pekiştireçtir. Hep canlı kalır ve sönmez... Mesela piyango için "Sizede çıkabilir?" deyişi buna örnektir, çıkmasa da "Birgün çıkar" umudu ile hep oynarsınız, çünkü ihtiyacınız vardır. Bunu niye verdim peki? Bakın halkı yönetmek Türkiye'nin Devlet Mekanizmasında gerçekleştirilmiyor. Ortantalizm dediğimiz bilimde öyle masum bir bilim değildir. Türkiye'de halk bilerek fakirleştirilmiş ve "Karnınız doyacak, iş vereceğiz, okuyacaksınız" vaatleriyle halk "Değişken Oranlı Pekiştirme"ye tabi tutulmuş ve Oyları hep talan edilmiştir. Yani aç kalan ve karınları doysun diye şekle şemale, resme oy veren insanların olduğu yani aç bırakılan ve kullanılan kukla insanların yaşadığı bir ülkede Demokrasi olamaz. Çünkü Demokrasinin ilk kuralı "Temiz ve Eğitilmiş Bir Biliç"in olmasıdır. Türkiyede hala "Oy Vermek" olayı yoktur, "Oy Toplamak" olayı vardır... Aradaki fark açıktır. Hala AKP'nin icraatlarını sorduğumda, akrabam destek veriyor AKP'ye... niçin dediğimde, inşaatçı olduğu için şu cevabı veriyor: Sayesinde karnımız doydu... Dünyaya "açlığıyla" bakan bir toplumun Demokrasiyi benimsemesi beklenemez... Bu yüzden "Ekonomik Dengesizlik"in olduğu bir ülkede, emin olun ki bu türlü bir yapı uygulanmaktadır... Yani halk birilerini seçmeye mecbur bırakılmakta ve kandırılmaktadır. TAbi Demokrasi de böylelikle gerçekleşmez... Türkiyede ne zaman ki bu yapı değişirse, o zaman Demokratik olma ihtimali artar... 3- Halkın geçmişte edinmiş olduğu Milli Ortak Bilinç, bugün "Şeriatçılık" "Sağcılık" Solculuk" "falancılık, filancılık" diyerek parçalanmıştır. Bir çok fikir akımının temeline "Milliyetçilik Karşıtlığı"da eklenmektedir. "Milliyetçilik" olarak ortaya çıkanlar ise, bir tür "Irki" yaklaşım öne sürmektedir. "Dini" yaklaşımlarda "Milliyetçilik"i zaten yadsımaktadır... Bunu uzatmaya gerek yok, sonuçta Kurtuluş savaşında yaratılan Milli Birlik, artık yok olmuştur. Ve Demokrasinin varlığının en temel sebeplerinden biriside, aynı ülke insanlarının, aynı devlet içinde birbirlerinin yaşam haklarına, düşünce ve inanç özgürlüklerine saygı duymaları ve aynı devletin oluruna çaba sarfetmeleridir. Demokrasi "Bölücülük" olmadığı gibi "var olan düzeni yıkmak, geriletmek"te değildir. "Ben Demokratiğim" diyerek demokrasiyi savunarak "Bölücülük ve İrticaacılık" yapılamaz... Sistem demokratikse, demokrasi de bir sistemdir ve var olması için varlığını tehdit edecek akımların karşısınd olmak zorundadır. Demokrasi kendisini kullandırmamalıdır. Ancak bugün "Ben Demokratiğim" diyerek, Anayasa'ya rağmen, başkanı olduğu belediyede "Tek Resmi Dil"e rağmen "Kürtçe" konuşulmasını da serbest bırakan insanların yaşadığı, Başbakanının Cumhurbaşkanına ithafen "Ona mı soracağız" diyebildiği ve yine başbakanının vatandaşına küfrededbildiği bir ülkede Demokrasi yaşayamaz, varolamaz... 4- Demokrasinin en olmazsa olması Eğitimdir. Bunu bir kaç açıdan ele alabiliriz. Eğitin "Tevhid-i Tedrisat"la tek açıdan ele alınabilirken, artık şimdi ne yazık ki, onlarca açıdan ele alınabilmektedir. Şöyle ki: Kolejler: Cumhuriyetin ve Devrimin ruhuna kesinlikle aykırı bir oluşumdur. Parası olanın okuyabildiği, parası olmayan yetenekli insanların kenarı itildiği ve böylelikle zengine okuma hakkı verilirken, fakire sadece "hayatta kalma çabası"nı reva gören kapitalist bir eğitim kurumudur. Göz boyamak için burslu öğrenciler de okutulsa da, yine de Para hakimdir. Yeteneksiz ve Algı düşüklüğü olan bir kimse dahi bu sistemle çok kolay ve kaliteli diplomaların sahibi olabilmektedir. Ayrıca Kolejler eğitim yapıları nedeniyle Misyoner okulu olarak ta temsil edilmektedirler. Türkiyedeki "Ekonomik Yağma"nın açık bir örneğidir. Demiştim, bir kısım insanlar bilerek fakirleştiriliyor, bir kısmı bilerek zenginleştiriliyor. İşte zengin insanlar bu okullarda, yeteneksiz dahi olsalar paraları nedeniyle iyi iş sahibi olabilmektedir ve ömür boyu rahat yüzü görmektedir. Ancak fakir ama yetenekli insanlar sadece ayakta kalmaya çabalamakta ve yeteneklerini değerlendirememekte ve belli bir umut vaatçilerinin Oy Kaynağı olmaktan kurtulamamaktadır... İmam Hatipler - Kur'an Kursları: Belki bu ülkeye İmam lazım, tamam, buna katılıyorum ama bizde açılan imam hatipler kesinlikle "İmam yetiştirmek" için açılmamıştır. Eğitimi ne kadar iyi olursa olsun, Salazar'ın 3F Halkı Uyutma Formülünün "Fatima'sından başka bir şey değildir. Bir tek bu değildir tabi, aynı zamanda, anayasaya rağmen var kalmalarına destek olunarak "Tarikatler"de bu "Fatima"nın bir ayağını oluşturmaktadır... Bakın bende bir Müslümanım ve eminim ki bir çok arkadaşımız İmam hatipler konusunda bana itiraz edeceklerdir, ancak bakın gerçekten masum bir amaçları olsa haksız olurdum... Ancak bunla gerçek... Türkiye tarihinin gerçekleri bunlar. "Yeşil Kuşak" projesi bu bağlamda uygulanmış ve hala da insanların dini duyguları sömürülmektedir. Bence şu 3F'yi iyi bir araştırmalı herkes. Mesela şunu düşünün: Ben daha bir kaç ay öncesine kadar, bu Futbol-Fado-Fiesta'nın 3üncü F'sini aynen Fiesta olarak biliyordum... Yani Uyku, Sersemlik, Öğle Uykusu mansında çevirmişler bize zamanında, anlamayalım diye... Ancak bir arkadaşımın uyarısıyla ve sonunda netten de yaptığım araştırma ile gördüm ki bizim işgüzar satılmışlar, bizim insanlar uyanmasın diye "Fatima"yı "Fiesta" diye çevirmişler. Niye? Çünkü zaten dini eğitim kurumlarında hoşlanmayan kimseler var ve iş anlaşılmasın diye... Herşey çok açık bence... Dershaneler/Öss: İşte hala neyi ölçtüğü anlaşılamayan sınav sistemi ve onun sonucu olarak ortaya çıkan, öğretmenlerin emeğini, öğrencilerin parasını sömüren ve parası olmayanın önündeki en büyük engel olan sistem örüntüsü. Parası olmayan dershanelere gidemez, Öss'yi kazanamaz... Yani Para çarkının eğemen olduğu bir yapı... Ayrıntılamaya gerek yok... Yine Ekonomik Yağma/Talan'ın en açık örneği... Üniversiteler/Medreseler: Aslında ikisini aynı kefeye koymamak gerekir ama şu var ki, Üniversiteler ve Özel Üniversiteler diye saçmasapan ve kasıtlı bir ayrım var. Özel Üniversiteler zatn son derece satımış üniversitelerdir. Mesela Sabancı Üniversitesinin Tarih Bölüm Başkanı Halil Berktay, Sözde Ermeni Soykırımının olduğunu destekleyenlerin başında gelir... Sabancı Üniversitesinin ne olduğunu anlatmaya yeter belkide. Medrese özelliği hakkında ise isim versem yeter sanırım: İlim Yayma Cemiyeti, Milli Gençlik Vakfı vs vs vs... Üniversiteye gittiği halde kafasında örümcek ağlarıyla dolaşan bir çok insan vardır. Belki dini eğitimle ilgili değil ama Üniversite eğitiminin ne kadar Evrensel olmadığının bir kanıtı da şu: Töre için adam öldürür müsünüz? Cevap %70i EVET... Sonuç ortada... Üniversiteyi bitirdiği halde hala Türkiye Devletinin kurulduğu tarihi bilmeyen, Cumhuriyetin ilanını bilmeyen insanlar var... Ahu Tuğba'nın sevgilisini tanıyıpta, topu topu 2 Mareşalimizin isimlerini bilmeyen üniversitliler var hala... Milliyetçiliğin ne olduğunu bilmeyen üniversiteliler var... Eğlencelerine gittiği, katıldığı siyasi partinin adını tam olarak bilemyen insanlar var üniversitelerde... Bilgi edinme amacında olmayıp, "Ortam Yapma" derdi ile üniversiteye giden insanlar var hala... Hepimiz en azından üniversiteleri az çok tanıyoruz. Demokrasi ile ilgili olan kısım ise şu: Evrensel Öğretinin/Bilginin verilmesi gereken yer olduğu halde üniversiteler, yani Demokrasinin asıl öğretildiği yer olduğu halde, Üniversiteyi bitirip hala Demokrasinin ne olduğunu bilmeyen insanlar var Türkiye'de... O yüzden siz bu ülkede Demokrasiyi hayal bile edemezsiniz... Liseler/Meslek Liseleri: Eğitimin en önemli basamağı olan kurumlar... Meslek seçimi, Milli benliğe ulaşma gibi aşamalardan geçer öğrencilr. Ancak Lise öğrencileri bugün görüyoruz ki "Uyuşturucunun" "Magazinin ve Popüler Kültürün" "Futbol Morfininin" "Cinsel Tatminsizlikten Doğan Sapıklıkların (Sevgili ******* ve eşcinsellik)" yuvası haline gelmiştir. Hiç bir Lise öğrencisi öğrenmesi gerekenleri öğrenememektedir. Yaşında görmemesi gereken uyarıcılara maruz kalmaktadır... Öğretmeninin veya Doktorunun tacizine, Sevgilisinin cinsel istismarına hatta aile içi şiddete... Sağlıksız bir birey olarak ve sağlıksız bir bilinçle yetişen bu çocukların ileride "Demokrasinin ve Cumhuriyetin" bekçiliğini yapmaları beklenebilir mi? 5- Halk artık "Bizzat Yönetime Katılacağını" bilmeyi bir yana bırakın, devleti devletin başındakilerin bile yönetmediğini, ülkenini birilerine peşkeş çekildiğini, bizim değilde birilerinin bu ülkeyi yönettiğini çok iyi görmektedir. Bırakın devletin Vatandaşı olma bilincini, ülkeden nasıl vergi kaçırırım derdine düşmüştür artık... Vatandaşlık bilinci kalmamıştır, çünkü herşeyden önce ekonomik derdi vardır. Buda halkın fakir bırakılmasının kasıtlı/kasıtsız sonucudur... 6- Artık ekonomik sorunlar herşeyden önce gelmektedir ve getirilmektedir. İnsanlar sadece ekonomik kaygılarla oy vermektedirler. Zaten siyasilerde bunlara dayanarak oy istemektedirler. Hiç kimse Demokrasininn gereğinin aslında bu olmadığından bahsetmemektedir bile. Bundan bahsetmiştim zaten... 7- Artık yönetim kimseyi ilgilendirmemektedir. Halk en sonunda kendi başının çaresine bakmakla yükümlü kalmıştır ne yazık ki... 8- Cumhuriyetin emanet edileceği, yadabu emaneti taşıyacak bilinçteki genç sayısı son derece azdır artık... Sonuçta demek istediğim, Türkiye'de insanlar planlı ve programlı bir şekilde bir düzene sokulmuştur. Zengin Fakir ayrımı doğanın bir kanunuymuş gibi dikte edilmiş ve kabul ettirilmiştir. Artık insanlar "Siyasi İdealleri" için değil, Karın tokluğu için oy kullanır hale getirilmişlerdir. En güzel vaadi kim yaparsa oyu o toplamaktadır ve ne yazık ki hepsi de aynı egemek güce çalışmaktadırlar... Milletvekilleri yolsuzluğun dik alasını yaparken, insanları da hırsızlığa ve dolandırıcılığa mecbur bırakmaktadırlar. Yani kısaca Zengin Fkir hemen herkes ülkede bir şekilde "Para" derdine düşürülmüştür. Yöneticiler maddi menfaatlerini, işgalcilerin Nihai amaçlarıyla birleştirmişlerdir. Gaflet, Dalalet ve hatta Hıyanet içindedirler. Yöneticilerini tanımayan ve hatta güvenmeyen bir halk yaratılmıştır... Böyle bir devlette Demokrasi mümkün olabilir mi? Kesinlike hayır. Türkiye ya yeni bir Devrim mücadelesi vermeli ve Demokrasinin gerçekleşmesi için gerekli olan ortama evrilmelidir, yada bu böyle devam edecektir... Bakın bu Bilgisayara format atmak gibi... Virüslerden temizleyip, Windows'u yeniden yüklemeye uygun hale getirmeden Bilgisayarı, Windows'u yükleyemezsiniz değil mi? Türkiye'de de Virüsler temizlenmeli ve Ülke Demokrasiyi yerleştirmeye uygun hale getirilmelidir. Bunun yöntemi ve ortamın nasıl olması gerektiği M. Kemal Atatürk tarafında bizzat tesbit edilmiştir. Yapılması gereken tek şey o yoldan şaşmaktır...
  3. Merak etmeyin Manisa Ruh Ve Sinir Hastalıkları Hastanesini ziyaret etmişliğim vardır, yeterli olur mu? Ancak bahsettiğiniz o kimselerin insanları peşinden sürüklemelerini, devlet kurup yönetmelerini ve hatta "ABD'nin "Dünyanın en önemli kanun koyucuları" listesine girmelerini beklemezsiniz öyle değil mi? ABD'nin sanıyorum 80-85 yıllık bir adalet binasının "Kanun Koyucular" kabartma figürlerinde Hz. Muhammed bu açıdan tasvir edilmiştir hatta... Jan Dark denen kimse hakkında bir çok tutarsızlık olduğunuda biliyorsunuzdur, eğer ondan söz ettiyseniz... Kendisinin aslında kraliyet ailesinden olduğu yönünde iddialar vardır... Öldürülmesinin nedeni olarakta bir çok iddia atılmış zamanında... Hz. Meryemle ilgili gördüğü yada inandığı şeylerden ziyade, Kraliyet tacını almaması için komplo ile öldürüldüğü falan iddia edilmişti bi ara... Zaten etkili olmasının nedeni de, karaliyet ailesine mensub olmasından geliyor olabilirmiş... Yani bu konuda bir çok bilinmeyen, gizli ve açıklanmayan şeyler var sanıyorum. O kadar emin olmayın yani Jan Dark'tan... Bakın öncelikle şu "Yabancı kökenli kelime ve nitelemeler" kullanma huyunuzdan bir vazgeçseniz diyorum... Yani bu türlü nitelemeler yapmak sizi entel falan kılmaz... Yani bir çok yazınızda dikkat ediyorum, hep nedense böyle nitelemelere kaçıyorsunuz. özellikle benim için bu tür yabancı kelimeler kullanmanız hakkaten beni rahatsız ediyor... Neyse, bunu geçelim, gelelim cevaplamadığınız sorularıma... Diğer konularda teker teker mevcut bu sorular ama ben genelleyip şöyle sorayım: Benim "İslam" olarak nitelediğim kişilerin (ki kabul etmesenizde onlarda İslam alimleridir) "İslam" olmadıklarını bana ispatlayınız... Mevlananın Panteist olduğunu, Yunus Emre'nin Deist olduğunu, Hallac-ı Mansur'u ve Nesimi'yi artık nasıl nitelendiriyorsanız, ne olduklarını ve niçin İslam olmadıklarını bana, benim size "İslam" olduklarını açıkladığım gibi, o akımların açıklamalarını vererek, o kimselerin düşüncelerini ve benim düşüncelerimi vererek açıkladığım gibi sizde bana örnekleyerek açıklayınız... Benzerliklerini ve İslam ile olan ayrılıklarını yada karşıtlıklarınız teker teker yazınız. Bunu yapamadığınız sürece, soruma cavap alamamış olacağım... Size diyorum ki, ben bu adamların İslam olduklarını iddia etmiyorum, aksine açık açık söylüyorum... Ve söylerken Nesimi'nin kendi beyitini falanda verdim hatta "Melamilik" ile ilgili yazımda. Yunus'un, Mevlana'nın, Ahmet Yesevi'nin, Hallac-ı Mansur'un bir çok nitelemesi de var buna ait... Ben İslam olduklarını söylerken kanıt koyuyorum ama siz "Olmadıklarını" söyleyebilirken kanıt koyamıyorsunuz ve sadece "Söylemekten" öteye gidemiyorsunuz.. İspat edin arkadaşım, ispat edin... Madem o kadar biliyorsunuz, ben yanlış düşünüyorum, bana bunu ispat edebilmenizden başka birşey beni mutlu etmeyecektir. Ve emin olun, haklı bulursam sizi (ki eğer ben bu adamları tanıyorsam, haklı olamayacaksınız) teyit etmekten asla çekinmem... Doğrusunu kabul etmekten asla gocunmam... Ama siz o kadar ispat etmeme rağmen, hala o adamların İslam olduklarını kabul edemiyorsunuz... Ne kadarda dürüst ve nesnelsiniz... O kimselerle ilgili ayrıntılı açıklamaları "Ene'l Hakk'a giden yol" adlı konuda yapıcam zaten, burada birşeyler yazmanıza pekte gerek yok... Hem zamanında alamamıştım cevabımı, şimdi de verip vermemenizin pek bi önemi yok... Gerekli bilgiyi o konuda bulacaksınız zaten... Hem nedir bu uniko mudur, unike'midir nedir? Belki bunun anlamını bir üstünlük mücadelesiyle söyleyeceksiniz ama yani o kadar mecbur ve çok zorunlu kalmadıkça "Türkçe" imladan vazgeçmemeye çalışıyorum da ben... Ve inatla Türkçeden başka kelime kullanmanız, hakkınızda daha da olumsuz bir hava estiriyor bende, kusura bakmayın... Saygılarımla...
  4. Tengeriin boşig

    Ateist?

    Arkadaşım o zaman, böbreğiniz ağrıdığında böbreğinizi tutmamanız gerekir ağrıyor diye... Beliniz ağrıdığında belinizi işaret etmemeniz gerekir. Karnınız ağrıdığında karnınızı ovuşturmamanız gerekir... Parmağınız yandığında yada acıdığında, acıyan/ağrıyan yer olarak parmağınızı göstermemeniz gerekir... Kulağınız ağrıdığında, kulağınızı tutmamanız gerekir. Eliniz kesildiğinde, kesilen yer olarak elinize müdahele etmemeniz gerekir. Kalbiniz sıkıştığında, kalbinizle ilgilenmemeniz, ovuşturmamanız gerekir... Bunlar bir yana aşık olduğunuzda "Kalbim deli gibi çarpıyor", heyecanladığınızda "Kalbim duracak nerdeyse", huzurlu olduğunuzda "Yüreğim/içim huzurlu artık", Hayattan emin olduğunuzda "Artık içim (kalbim) rahat" gibi tümceleri Türkçeden çıkarmanız gerekmektedir... Bakın,, tüm duyuların "Anlamlandırıldığı" yerin "Beyin" olduğunu, merak etmeyin çok çok iyi biliyorum... Bir aralar "Karabasan" denen, bilmezlerce "Ruhun cin eline esir düşmesi" olarak adlandırılan ama aslında "Uyku Felci" olan rahatsızlığımdan ve hoşlandığım bir kimsenin "Sara" hastası olmasından dolayı, Beynin fonksiyonları ve işleyişi hakkında yada "Nöroloji" ile ilgilenmiştim... Merak etmeyin, en az sizin kadar bunlardan anlayabiliyorum... Ama biliyorsunuz ki, Hisler her ne kadar Beynimizde anlamlandırılsa da, meydana geldikleri organlar bellidir. Yani bunun açıklamasını yaptım... Aşık olduğunuzda, huzura erdiğinizde, mutlu olduğunuzda falan "Beynim huzura erdi" "Beynim mutlu" "Beynim deli gibi çarpıyor (aşkı hissetmek)" gibi tanımlamalar duyamazsınız ve söyleyemezsiniz... Vicani bir olayda "Beynim sızlıyor" demezsiniz, "Yüreğim sızlıyor/acıyor" dersiniz... Ha siz eğer böyle tanımlamalar kullanıyorsanız ve bir yeriniz ağrıdığında "yok canım böbreğimden değil o ağrı, beynimden kaynaklanıyor" diyorsanız illa ki, tabi o zaman haklısınız... Ama emin olun, Kur'an-ın bahsettiği "Düşünce" ve Hislerin hissedildiği yer olarak "Kalbin" gösterilmesi bu yüzden... Yani bakın, çok zorlama tesbitlerde bulunuyorsunuz gibime geliyor... Ciğer meselesinde ise, sanırım Kalp ile Ciğer'in aynı yerde bulunmasından kaynaklanan bir yanılgı olabilir bu, tabi eğer o kültürler Karaciğer'i kastetmiyorsa... Bakın, mesela Türk kültürnde ve hala Azeri-Türk kültüründe, "Sine'nin yanması" yani ciğerin, bağrın acı hissetmesi, acı duyması olayı vardır ve ciğerlerine vurarak "Ciğerim yanıyor" derler. Orada dikkat edin genelde hep "Ciğerim Yanıyor" derken bir acı karşısında, sol taraf üzerine vururlar elleriyle... Yani kalbin olduğu taraf üzerine... "İçim yanıyor" derken vurdukları yer yine aynıdır, yoksa "Diyafram"a falan vurulmamaktadır. Yani "Kalp" ile "Akciğer(sine)" arasında, iki organında aynı yerde ve iç içe bulunmasından dolayı bir pekiştirme söz konusu... "Bağrına basmak" "İçi yanmak" "Sinesine vurmak" gibi deyimlerde "Kalp" ile "Ciğer" kelimeleri bir bakıma anlamdaş olarak kullanılmış ve o hislerin yoğun olarak hissedildiği bölgeyi nitelemiştir. Yani o duygular yaşanırken "yav bakalım, sinemize vuruyoruz ama, içindeaslında hangi organ var" dediklerini sanmıyorum... Yani o deyişler bazı duyguların yoğun olduğu anlarda dile getirildiği için, iki kelime aynı duyguyu niteler halde kullanılmıştır. Bu iddianızı yazarken, sanırım buna dikkat etmiş olmalısınız zaten... Saygılarımla...
  5. Tengeriin boşig

    Ateist?

    Üye Rumuz (isim) Geçmişi : haksöz 23rd May 2006 - 07:49 AM http://www.turkish-media.com/forum/index.php?showuser=25143# Yukarıda verdiğiniz iletinin tarihi: Jun 18 2006, 10:20 PM İslam karşıtı olarak verdiğiniz ve benim bulabildiğim İlk iletinin tarihi: Gönderilme: May 24 2006, 09:58 PM bu tarihli iletinizde, ilk olarak tüm hadislerin uydurma olduğunu söylemişsiniz. (tartışma yaratmak için alıntılamadım, zaten tartışılmış) İkinci ileti: Gönderilme: May 24 2006, 09:19 PM bu tarihli iletide Hz. Muhammed2i yadsımışsınız... (tartışma yaratmak için alıntılamıyorum, zaten tartışılmış) Üçüncü ileti: Gönderilme: May 26 2006, 08:27 AM bu tarihli iletinizde Kabe'yi yadsımışsınız. Hacer'ül Esved taşı hakkında belki haklı olabilirsiniz ama Kabe'nin manasını anlamadığınız gayet açıktır. (tartışmak için alıntılamadım, zaten tartışılmış) Dördüncü ileti: Gönderilme: May 25 2006, 09:41 PM bu iletide Kur'an-a inandığınız halde, resul2e itaat etmediğinizi açıkça söylemişsiniz... (tartışmak için alıntılamadım, zaten tartışılmış) Beşinci ileti: Gönderilme: May 28 2006, 08:09 AM bu iletinizde sünnet olmayı yadsımışsınız (tartışmak için alıntılamadım, tartışılmış zaten) Altıncı ileti: Gönderilme: Jun 17 2006, 06:42 AM bu iletide koyu bir mezhepçi olduğunuzu iddia etmişsiniz, hemde 4 sene öncesine kadar... (tartışmak için değil, tartışılmış.) Yedinci ileti: Gönderilme: Jun 22 2006, 08:23 AM Namazı yadsımışsınız (tartışmıyorum, tartışılmış) Sekizinci ileti: Gönderilme: Jun 23 2006, 07:33 AM bu ayette, direkt Kur'an ayetiyle cevap verimişsiniz... Dokuzuncu ileti: Gönderilme: Sep 18 2006, 01:45 AM bu iletide Kur'an-ı direkt olarak yadsımışsınız. Onuncu ileti: Gönderilme: Sep 18 2006, 12:13 AM yine artık apaçık olarak Kur'an-ın çelişkilerden meydana geldiğini söylemişsiniz... Öncelikle sizdeki "Hızlı Değişim" nedense ilgimi çekti... Foruma katılımınız ve derin bilgisahibi olmanıza ramen İslam'dan dönüp diniz olmanız çok kısa sürede olmuş... Bu çerçevede tüö iletilerinizi gözden geçirdim... Bakın, arkadaşımızın iletilerine, profilinden ulaşabilirsiniz... Benim söylemek istediğim, bir zamanlar koyu bir mezhepçi imişsiniz, sonra birden kişisel bir İslam inancına dönmüş ve Hadis, Peygamber gibi şeyleri yadsımışsınız ve bu foruma gelir gelmez, çok kısa bir sürede o herşeyiyle!!! savunduğunuz Kur'an-ı da yadsımışsınız... Bakın ima etmekten ziyade, size açık açık söylemek istiyorum. Sizin neye inandığınız yada inanmadığınız ve bunun süreci beni ilgilendirmiyor. Söylediklerinizde haklı yada haksız olduğunuzu da iddia etmiyorum... Ama kafası çalışan bir insan olduğunuz belli... Zira öyle ki, şöyle bir kıssa vardır: bir kurbağayı öldürmek istiyorsanız, sıcak suya atarsanız, kurbağa değer değmez zıplar ve sudan kurtulur. Ama kurbağayı suya koyup, yavaş yavaş ısıtırsanız suyu, kurbağa suyun ısındığını pek anlayamaz ve canlı canlı pişerek ölür... Yani arkadaşım, sanıyorum ki sizin Psikoloji bilginiz ve eğitiminiz var ancak uygulamada biraz başarısızsınız... Suyu yavaş yavaş ısıtmaya çalışmışsınız ancak başarılı olamamışsınız... Ve bir dönem sonra tekrar gelerek, artık açıktan birşeyleri itiraf etme yolunu tutmuşsunuz. Yani siz "Bir zamanlar Müslümandım" diye bir yalan söylemeyin ve açık açık yapmaya çalıştığınız ama başaramadığınız şeyi söyleyin... Siz her zaman böyle idiniz... Emin olun ki bu böyle... Çünkü bakın tüm iletilerinizi baştan sonuna kadar, sabırla okudum... Ya neye inanıp inanmayacağınız hakkında ve islam hakkında hiç bir bilginiz yok (ki gördüğüm kadarıyla kendi açınızdan bilgi birikiminiz en azından birazda olsa var), yada suyu yavaş yavaş ısıtmayı denediniz... Yorumu ben yapmayayım, arkadaşlarımız profilinize girip, tüm iletilerinize ulaşabilir ve sabırla hepsini okuyabilirler... Ama çok çabuk pes etmişsiniz ve kendinizi açığa vurmuşsunuz... Saygılarımla...
  6. :) Bana niye ısrarla sorduğunu anlıyorum, ama niyetim seni nitelemek değildi aslında... Ben arkadaşın "Masum" ve "İyi" bir niyetle yani sadece "Anlama" çabası ile sormuş olabileceğini düşündüğüm için öyle bir ileti yazdım sana ithafen... Yani, senin tesbit ettiğin gibi "Art" bir niyeti olmadığını, açık bir ifade ile sorusunda "Samimi" olduğunu düşünmüştüm.... Yanlış anlamışsam -ki sen bunu ispatlamış görünüyorsun- özür dilerim ama yine de ben arkadaşın kötü bir niyeti olduğuna inanmak istemiyorum... Ama şunu söylüyorum, kişi inancından emin olduğu sürece hiç bir sorudan korkmamalı... Eğer korkuyorsa, inancından emin değildir. Eğer bir takım sorulardan kaçıyorsa inancından emin değildir. Tıpkı bir arkadaşımızın, sorduğum bir takım sorulara kaçamak cevaplar vermesi ve kaçak dövüşmesi gibi... O yüzden, boşverin art niyetli de olsa, sorsun... Sonuçta siz gerçekten inanıyorsanız, sorular inancınızdan ayrılmanıza değil, dini daha çok anlamanıza yardımcı olacaktır... O yüzden ben soru sorabilen bütün arkadaşlara saygımı sunuyorum yine de... Dediğim gibi arkadaşım, kimsenin art niyetli olduğuna inanmak istemiyorum... O yüzden arkadaşın sorusunda samimi olabileceğini düşünmüştüm...
  7. Bu söyledikleriniz, benim yukarıda yazdıklarımı nitelemiyor kesinlikle... Yukarıda yazdığım şeyler ve sorduğum sorular açık... Hz. Muhammed ömrü boyunca çobanlık yapmamıştır. Küçük yaşlarda ticarette yapmıştır... Kervanlarla yol almıştır. İnsanlarla iletişime geçmiştir... "Emin" lakabının niye verilip verilmediği konu açısında önemli değil, önemli olan, sizin Hz. Muhammed'in Asosyal olduğunu düşünerek, bundan önceki en son iletimdekileri birarada düşünebilmeniz... Anlamadığım şey, Asosyal, insanlarla nasıl konuşulacağını bilmeyen, hatta bu yüzden 25 yaşına kadar evlenmemiş bir insanın nasıl oluyorda hitabeti bu kadar yetenekli oluyor? o insan nasıl oluyorda bu kadar cahil olmasına rağmen, nasıl konuşulacağını bile bilmemesine rağmen ve hatta ancak yaşlı bir kadın tarafından tercih edilebilecek bir insan olmasına rağmen o kadar insanı etkileyebiliyor, hitap edebiliyor? Bırakın arkadaşım, kusura bakmayın ama bu kadar düz mantık kurarsanız, böyle çelişkilere boğulursunuz... İkincisi, Hz. Muhammedin çobanlık yapmış olması fakir olduğu anlamına gelmiyor. Kabilesi Arapların en zengin ve kuvvetli kabilelerinden. Kendisi dedesinin yani bir anlamda kendi ailesinin hayvanlarına çobanlık yapıyor genelde... Bu Ticarete çıkmadığı anlamına da gelmiyor zaten... Ya bırakın tüm bunları, sizin Hz. Muhammed'in Asosyal olduğunu iddia edebilmeniz, emin olun ki kendi içinizde bir çok tutarsızlıklara neden oluyor... Yani Hz. Muhammed'in gerçekten peygamber olup olmaması bir yana, yine siz böyle bir iddia ile birçok bilginizi ispatlayamazsınız. Öyleyse size yine sizin o meşhur düz mantığınızı kullanarak: "yav Hz. Muhammed hem cahil, hem Asosyal, hem o kadar ki sadece yaşlı bir kadın ancak eş olarak kabul edebiliyor onu, hemde basit, fakir bir çoban... ama adam insanları peşinden sürüklemiş... e nasıl yapmış bunu? demek ki Tanrısal bir vergi var bu adamda gerçekten" derler... Vesizinde bu düşünceyi bertaraf etmeniz için tek seçeneğiniz, söylediklerinizin aksini iddia etmek olur... Zaten bakın insanlara Hz. Muhammed'in peygamber olduğunu akıllarınca ispatlamak isteyen bazı düşüncesiz güya alimlerde, Hz. Muhammed'i okuma yazma bilmeyen, cahil bir insan olarak göstermişler ve demişlerdir ki "Cahil olduğu halde insanları peşinden sürüklemiş. İlahi kudret olmasa bunu yapabilir miydi?" demişlerdir... Yani hep diyorum, siz o sıradan Müslümanlarla aynı kafadan bakıyorsunuz İslamiyete... Bunu defalarca kez örnekle ispatladım size... Alın bir örnek daha işte... Bakış açınız olarak, o Yobaz Müslümanlar İslamiyeti nasıl ele alıp, nasıl görüyorlarsa, sizde onların baktığı gözden ötesini göremiyorsunuz... Sizden açıklamanızı istediğim şeyler son derece açıktır ve son derece nettir... Bunları yine o cevaplamadığınız sorular arasına katmazsanız memnun olurum... Yok yine laf oyunu yapıp, cevapsız bırakıp, kaçak dövüşecekseniz boşuna ileti yollamayın derim ben... Saygılarımla...
  8. Anca bu kadar olur... Bakın bu adamların Sosyalleşme sorunları yoktur. Çünkü düşünün bir kere, bir tüccardan bahsediyorsunuz ve diyorsunuz ki "Sosyalleşme sorunu vardır"... Bugün bile biliniyor ve psikoloji biliminin bir ispatıdır, Tüccarlar, pazarlamacılar, öğretmenler bu mesleklerini yapabilmek için "Sosyallik" yapısında olmalıdırlar... Hz. Muhammed bir Tüccar ve emin olun son derece de sosyal bir insandır. Hadi yine biz varsayalım ki Hz. Muhammed peygamber değildi... onun son derece sosyal bir insan olduğunu en başta sizin iddia etmeniz gerekirdi, zira sosyal olmayan bir insan, konuşarak insanları etkisi altına alabilme yeteneğine sahip olamaz. İnsanlarla belirli bir etkileşimi olmalı ve insanları tanımalı ki, onları nasıl etkileyebileceğini bilsin... Yoksa dağdaki taşlar öğretemez o adamlara insanları hitabetle nasıl etkileyeceği... Hz. Muhammed'in Asosyal bir insan olduğunu iddia edip; insanları nasıl tanıyıp, aklından bir din üretip, insanları hitabıyla etkileyebildiğini ve nasıl tüccarlık yapabildiğini açıklayamazsınız ve buda sizin bir çelişkinizi doğurur. Yani her halükarda, en baştan sizz Peygamberlerin Sosyal insanlar olduklarını kabul etmelisiniz. Ve ortasa sunduğunuz mantıkta son derece tutarsız zaten... Kaldı ki Tur dağı ile Sina çölü ayırdına bile varabilmiş değilsiniz... Bundan başka şu var ki, o insanlar "Yav önceki peygamber dağdan çıkmış, bende çıkayımda, aynı esintiyi yaratayım" diyerek dağa çıkmamışlardır. Bu insanlar bir "Kendini Bulma" aşamasında geçmişlerdir. Kendini arayan (farkında olmadan Hakk'ı arayan) her insan böyle bir "Yalnız Kalma" sürecinden geçer. Yalnızlık "Asosyal olmak" demek değildir. Bu insanlar dünyayı kavramak için yalnız kalabilecekleri ortamları seçmişler ve değişken zaman aralıklarıyla inzivaya çekilmişlerdir. Yeterli olgunluğa eriştiklerinde yada Hakk'a ulaştıklarında ise PEYGAMBER olarak SEÇİLMİŞLERDİR... Sadece iki istisna vardır, Hz. Adem yaratılışıyla birlikte, Hz. İsa doğumuyla birlikte Peygamber olarak seçilmişlerdir. Hz. Muhammed, Hz. İbrahim hep "Kendini Arama" yada "Hakk'ı (Gerçeği) Arama" çabalarıyla Peygamber olmuşlardır. Hz. Musa ise zaten Firavun'un yanında yetişerek vegerektiğinde halkın arasında girerek yeterince Sosyal olmuş ve o kadar ki, başsız bir topluma önder olabilecek ve onlara umut verebilecek kadar da yetişmiştir... Kardeşi Hz. Harun zaten Hz. Musa'dan daha sosyal ve hitabette güçlü olduğu için Hz. Musa'yayardımcı olarak atanmıştır. Hz. Davut ise Sosyal ilişkilerde başarılı bir insan olarak bir Hatip Peygamber olarak seçilmiştir., biliyorsunuz ki Zebur ilahi kitabı gibi bir özellik sergiler. Kısaca insanların hitabetlerinin güçlü olabilmesi için son derece Sosyal olmaları gerekir. Sosyal olmayan bir insanın hitabette güçlü olması beklenemez. Mesela M. Kemal Atatürk, Adolf Hitler gibi insanlar yalnız kalıp düşünmeyi seven ancak bir o kadarda sosyal insanlar olarak hitabetleri güçlü kimselerdir... Yani "Dağa Çıkma" olayının aslı, Asosyallik değil, Kendi Gerçekliğini Bulma arayışıdır... Saygılarımla... (Devam) Gelelim "Sen Niye Acayip Konuşuyorsun" yutturmaca mantığına. Şimdi bir ortam düşünün... Herkes putlarına bağlı... Tapınıyor... Bir insan geliyor ve sizin deyiminizle bir şeyler saçmalıyor, siz niye böyle konuştuğunu sorunca "Tanrı'nın sözleri bunlar" diyor ve siz Tek Tanrı lafını bir tek Yahudilerden duymanıza rağmen ve Yahudi olmadığını da söyleyen bu adama "Aaa Tanrı'nın sözüymüş lan, hemen inanalım biz buna, nede olsa kafamızı kullanmıyoruz..." diyerek inanıyorsunuz... Emin olun, ne Hz. Muhammed'in söyledikleri saçmaydı, nede o insanlar uydurma şeylere inanacak kadar saftılar... Hayır böyle bir iddia sunabiliyorsanız, size şunu sorarlar: madem bu adamlar Hz. Muhammed'in saçmalığını, acayip konuştuğunu düşünüyorlardı niye Hz. Muhammed'e inandılar? "Tanrı'nın Sözü Bunlar" demesi mi yetti onlara sizce? Oysa ki "Tek Tanrı" inancına bir tek Yahudilerin (ve belki Hıristiyanların) sahip olduklarını biliyorlardı. Ve öyle ki Hz. Muhammed'in Yahudi olmadığını da biliyorlardı... Öyleyse niye "Yav kardeşim hem acayip konuşup saçmalıyosun, hem tek Tanrılı yeni bir din uyduruyorsun, hemde söylediklerinin o tek Tanrı'nın sözü olduğunu iddia ediyorsun, e pes yani..." demediler? Yani bunu düşünebilen tek kimse siz miydiniz? Demek istediğim, o insanlar "Saçma" olarak nitelendirdikleri şeylere niye inandılarda o uğurda canlarını bile verdiler? "Tanrı'nın sözü bunlar kardeşim, alla allaaa..." demesi çok mu yeterli sizce? Hatırladığım kadarıyla siz -yada sizin gibi düşünen bir başka arkadaş- (ki ben siz olduğunuzu sanıyorum) şöyle iddia etmiştiniz; güya Arap medeniyeti, İslam'dan öncede ileriymiş, kadınlar bilmem bir takım haklara sahipmiş, Arap medeniyeti üstünmüşte, Hz. Muhammed gelip bu üstünlüğü yıkmış, Arapları geri bırakmış, kadınlardan haklarını geri almış. Arapların üstün olduklarını bilemememizin nedeni ise İslam'a mensub olanların o dönemi anlatan kaynakları yok etmeleri yada o medeniyetin bir kaynak bırakamayıp, İslam'ın kendisini haklı çıkarmak için önceki Arap medeniyetini kötülemesiymiş. Yoksa Hz. Muhammed'den önce Araplar kız çocuklarını falan diri diri gömmüyormuşlar hatta falan filan işte... Aynen böyle nitelemeleriniz vardı sanırım değil mi? Peki sorarım; Araplar madem o kadar ileriydiler de, niye onların medeniyetinden daha geri, kadınlardan haklarını bile alan, hatta kendi medeniyetlerini dahi kötüleyen, karalayan ve "Saçma" olarak niteledikleri Hz. Muhammed'in getirdiği sisteme inanacak kadar düşünemez oldular bir anda? Hem birde Hz. Muhammed okur-yazar olmadığı (bazı bilmez Müslümanların iddiası) ve sosyal bir insan olmadığı (sizin iddianız) halde nasıl etkileyebildi bu insanları... Bir anlık cahilliklerine mi geldi yoksa? Özetle, fikri tutarlılığınız açısından, Hz. Muhammed'in ve diğer Peygamberlerin geçekt son derece Sosyal insanlar olduklarını kabul etmesi gereken asıl kişiler normalde siz olmalısınız ki, onların insanları nasıl etkileyebildiğini, nasıl kendi peşlerinden sürükleyebildiklerini, hassas duygularını nasıl kendi amaçları uğruna kullanabildiklerini açıklayabilesiniz... Yani ister öyle düşünün ister böyle, sonuçta Peygamberler son derece sosyal, zeki, mantıklı ve yetenekli kimselerdir... Bir Müslüman olmama rağmen bu mantığı benim yürütebilmem, sizin açınızdan utanç verici olmalı... Saygılarımla... Bakın arkadaşım, hislerinize saygı duyuyorum ama akla gelen her soru tartışılabilir olmalıdır bence... Dini olsun yada olmasın... Her soru cevaplandırılabilmelidir. Arkadaşımız bu soruyu merak etmiş... Ha samimi yada değil... Sonuçta bir paylaşım içersinideyiz ve bildiklerimiz anlatmak ihtiyacı hissediyorsak anlatırız... Sorulardan korkulmaz... Gelelim Lena'nın cevabına: demiş ki niçin hep dağda oluyo bu peygaberlikler. kralx'in dediği gibi hepsi dağda olmuş gibi bir durum yok ama hepsi bir "Kendini Bulma" sürecinden sonra peygamber şeçilmişlerdir. Hatta Evliyalar bile bu durumu örnek alarak kendilerine yönelmişler, Yunus Emre mesela, Taptuk Emre'nin yanında ayrılıp, tek başına kendisini yollara/dağlara vurmuştur... Yani dağa çıkmak tercih meselesidir o kimse için... İsteyen orda bulur gerçeğini, isteyen başka yerde... Saygılarımla...
  9. Öncelikle biliyorsunuz ki, her şeyin bir görünen gerekçesi vardır, birde görünmeyen gerekçesi vardır... Nesimi: Türk olmakla beraber, İranlı Fazlullahtan ders almıştır. Nesimi hakkında pek ayrıntılı bilgi yoktur ancak kendi ölümünü, halifesi Refii'den öğrenilmektedir. "Ene'l Hakk" dediği için öldürüldüğü bilinmektedir. 1418'de Mısır Memluk Hükumdarı Seyh el-Müeyyed Seyfuddin tarafindan verilen emirle Halep'te tutuklanıp, öldürlmüştür. Hallac-ı Mansur: Hallacı Mansur Hicri 244 ( Miladi 858) yılında Beyza yakınlarında bir kasaba olan Tur’da doğdu. 922 de Muktedir’in buyruğu üzerine Bağdat’ta asılarak, uzuvları kesilerek iskence ile öldürüldü. Bunlar, internet üzerinden ulaşabileceğiniz, basit bilgilerdir... Ama benim irdeleyeceğim ve sizin öğrenmek istediğiniz ise şudur: Bu iki kimse'de "Ene'l Hakk" deyişini dile getirdikleri için öldürülmüşlerdir. Ancak bundan daha da önemlisi ve asıl neden; bu kimselerin İslam anlayışları ile oluşturdaukları yapının, genel ve "Tepeden İnmeci" yani halkı yönetilecek bir koyun sürüsü olarak gören siyasi yönetimlere karşı bir alternatif olmasından dolayıdır. O dönemlerde Gerek Hurufilik olsun, gerek Batınilik olsun, bu gibi oluşumlar, siyasallaşmış, yani inancın "Kişisel" kısmını aşarak kurumsallaşmış ve mevcut yönetime karşı bir oluşum içine girmişlerdir. Bakın Emeviler döneminde, bu Hallac-ı Mansur'un yad Nesimi'nin görüşlerinin paralelinde görüşler sunan insanlar hep Ehl-i Beyt dediğimiz, Hz. Muhammed'in kızı olan Hz. Fatıma ve Yeğeni/Damadı olan Hz. Ali neslince ortaya atılmış, ancak Emeviler "Halifelik Hakkı"ndan doğan ayrılığı yani yani mezhepler ortaya atarak Dinsel alana da yaymaya çalışmışlardır. Sonuçta, teslimiyetçi ve arapçı görüşe sahip sünni mezhepler ortaya çıkmıştır. Ve Osmanlılar da dahil olmak üzere hep Sünni yönetim erki başta olmuştur. Hallac-ı Mansur ve Nesimi gibi şahsiyetlerde, hep karşı taraf olmuşlar ve kişilikleriyle birer Önder olarak tanınabilecek kimseler olmuşlardır. Mesela bu yönde en güçlü kimse Şah İsmail olmuştur ve Yavuz Sultan Selim ile mücadelelere girişmiştir. Neyse, ayrıntı verdiğim zaman rahatsız oluyorsunuz, ben özetleyeyim: Bu kimseler ortaya attıkları görüşlerden çok, mevcut iktidarın endişelerinden dolayı idam edilmişlerdir. Oysa aynı iddiayı öne süren yada söylemleriyle açıkça ifade eden kimseler, tehlike oluşturamadıkları için idam edilmemişlerdir. Mesela "Yunus Emre" "Ahmed Yesevi" "Mevlana"... bunların niçin idam edilmediklerini diğer bir konuda açıklamıştım... Burada sanırım bunu fazla uzatmaya gerek yok, sonuç olarak şu bilgiyi vermek istiyorum: Nesimi; Bayrami Melamiler'i, Mevleviler'i, Bektaşileri ve Alevilik'i ve Melamet'i benimsemiş öğretileri temsil etmektedir. Öyle ki aynı görüşü birebir sarfeden Hallac-ı Mansur ve Yunus Emre, Mevlana vs. diğer Evliya kimselerin bu suretle "Müslüman" olmaları kadar doğal bir şey yoktur. Bu kimselerin duygularını: Deist, Panteist, Agnostist, Ateist, Monoteist falan fistan gibi adlarla nitelemek, o kimselerin uğruna öldükleri kimliklerini yadsımak ve hor görmek demektir... Konumuz Melamilik'tir ve konuyu dağıtacak sorular sorulmasını pek uygun görmüyorum. Zira diğer konularda bunları yeterince tartıştık ve sayın BrainSlapper yeterince cevap veremediniz, oradaki sorularımızı cevaplamadan burada soru sorabilmeniz ilginçtir... Saygılarımla...
  10. Gerçekten son derece Nesnel bir yaklaşım sergilemişsiniz!!! Aferin... Ne kadar Objektif olduğunuzu görmüş olduk... Paylaşımlarınızda, aynı değere sahip olacaktır... Saygılarımla...
  11. Sayın boşiq

    seninle olan diyalogumdan

    memnunum.

    Ama keşke bir sonuca varabilse idik.

    Başarılar.

  12. Niye bu konuda beni hedef seçtiniz anlamdım ama, hemen açıklayayım... Kaldı ki, benim diğer yazılarımdan, İnancın "Kişisel Olduğunu", Kur'an-ın "Siyasi Bir Manifesto" olmadığını düşündüğümü anlamanız gerekirdi. Neyse, yine de cevaplayayım... Bakın öncelikle o kimselerin İslam olduğunu iddia etmiyorum, Eminim... Yani onları bulup okursanız görürsünüz... Kaldı ki hala onların İslam olmadığını kanıtlamış değilsiniz, madem benimki bir iddia ise, siz öyle olmadıklarını kanıtlayın bence? Gelelim Bayak meselesine... Kıyam arkadaşın söylediklerine çok güldüm... Yazık yani... Müslümanların bir arada yaşamayı amaçladığı bir devleti Hz. Muhammed bile hayal etmemiş ki? Kaldı ki "İslamcılık" fikrinin ne zaman doğduğu, ne zaman fikir olarak ortaya atıldığı zaten bellidir. Hiç bir "İslam Devleti" olarak adlandırılan devlet "Müslümanları bir arada tutma" amacı gütmemiştir. Zaten "Halifelik" makamıda geçersizliğini kanıtlamış bir yapıdır. Yani bu konuda uzun uzadıya açıklama yapmak bile yersiz, bir çok konuda buna dair şeyler yazmışımdır. Benim "Bayrak" olarak uğrunda öleceğim tek Bayrak, Şanlı Türk Bayrağıdır... Uğruna öleceğim tek toprak Şanlı Misak-ı Millidir... Uğruna öleceğim tek Millet'te Müslüman Ümmet değil, Türk Milletidir... Dünyada "Müslümanların Ülkesi" Ütopyası, gerçekleştirilemeyecek bir ütopyadır. Tıpkı "Turancılık" gibi... Yani bunu yukarıda ismi anılan şahıslar açısından ele almak gibi bir durum yoktur. Niye böyle bir ithamda bulundunuz bunu da anlamadım... İslamiyeti herşeyiyle savunuyor olmam, beni ümmetçi mi yapıyor yani? Eğer böyle anlıyorsanız, Atatürk'ün söylediği çok güzel bir laf vardır: Şaşarım Akl-ı Perişanınıza... Ne Ümmetçi bir anlayışa sahibim, nede Halifelik makamına inanan birisiyim... Hiç bir dinin "Siyasi Bir Teşekkül" oluşturamayacağını savunuyorum, kaldı ki Tarih yeterince bunu ispatlıyor zaten... Daha fazla açıklama yapmama gerek yok sanırım... Ayrıca "İşte Gerçek Bir Müslüman" olarak adlandırmanız, gerçekten çok mantıksız ve mesnedsiz, haddini aşan bir yaklaşım olmuş... Ama buradaki kastınızı anlıyorum, güya aklınızca, Psikolojik bir yönlendirme yapıp, Müslümanların Felsefesinin bu olduğunu dikte ediceksiniz... Hiç etik değil... Saygılarımla...
  13. "Sizin Dininiz Size, Benim Dinim Banadır" Dediğiniz gibi, bu yaklaşım, politik bir yaklaşım olarak ta kullanılabilir ancak bunun böyle kullanımı İslam'a mal edilmemelidir. Yani İnsanlar bu anlayışı Siyasi olarak "Menfi" yada "Makyevelist" duygular doğrultusunda yapıyorlarsa eğer, bundan İslam'ı sorumlu tutmak biraz abes kaçıyor gibime geliyor. Çünkü o bakış açısını "kullanan" kimseler "Dinler" değil, insanlar ve kendisini "Şer'i" olarak tanımlayan yönetim ve devletler olabilir ancak. Dinler kişilik olarak bir şey ifade edemezler... Eğer "Dinlerin Politik Yaklaşımı" olarak ele alırsanız, kişisel olarak "Biz Sizin İnancınızla Uğraşmıyoruz, Kişisel İnançlara Saygılıyız" deyipte, insanları "bu müslümanlar ne anlar" "inandıklarınız saçmalık" "müslüman terörü" gibi bir çok ithamlarla suçlayan insanların yaptıkları nasıl bir anlam kazanıyor? Aynı açıdan "Sizin Dininiz Size" deyipte politika yapan kimselere nazaran, "Sizin inancınız bizi ilgilendirmiyor" deyipte habire ithamlarda, küçümsemelerde hatta çoğu zaman hakaretlerde bulunan kimselerin yaptıkları daha seviyesiz olmuyor mu? Siyasi ve Politik olarak o tümce bir "kullanılmaya" maruz kalabilir, işte bu gibi kullanımların olmaması için biz de "İlle de Laikilk" diye bağırıyoruz ya. Unutmayın ki "Dünya Halklarının Kardeşliği" ve "Özgürlük" sloganlarıyla kurulan "Komünist" rejiminde ilk yaptığı şey, Rusya'da Kültürel ve Dini Devrimle toplumu bunlardan soyutlamak olmuştu ve tüm "İnsani" deyişlerle "Hümanist" ve "Özgürlükçü" çığırtkanlıklar yapmalarına karşın, Kafkasya'da katlettikleri Türklerin haddi hesabı bile tutulamamıştı... Yani bu tür Kullanışlar "Bireysel" değilde, dediğiniz gibi "Politik" olduğu sürece bu tür kıyımlar her sistemde görülmektedir. Şunu tahmin ediyorum ki, yönetim erki, bu forumdaki Ateist arkadaşlara verilmiş olsa, onlarda "İnançlarınız bizi ilgilendirmiyor" nidalarına rağmen, toplumu inançsızlaştırmak için ellerinden geleni ardlarına koymayacaklardır. Çünkü Yönetim vew İDeolojiler dünya içindir ve sonuçta başta olan kimseler, mutlak doğru olarak yalnızca kendilerini görmektedirler... Sonuçta Demokratik olduğu iddia edilen ülkelerde (Fransa, Amerika, İngiltere vs.) bile, karşıt bir sese yaşam hakkı dahi tanınmamaktadır hala... Fransanın, sözde Ermeni Tasarısını Kabul Etmesi en son örnektir mesela yada ABD'nn bir dönemler "Demokrasi" diye bağıra bağıra "Komünist" avlaması ve daha 80lere kadar Siyahilere ikinci sınıf insan muamelesi yapılması örnektir. Sonuçta Kur'an-daki bu söylem "Kişisel" olarak algılanması gereken bir söylemdir. Eğer bu "Şeriat Düzeni" özlemiyle "Politik" olarak anlamlandırılırsa, sizin dediğiniz gibi güç elde edildikten sonra, yine o dini kullananlar elinde anlamını tamamen yitireceğinden şüphe yoktur. Oysa din ve inanç bireyseldir ve hiç bir yönetim şekline temel oluşturamazlar. Bunu ele alırken sizin tek yaptığınız yanlış bence, Şeriat özlemi duyan insanlar nasıl ki Kur'an-ı bir Siyasi Manifesto olarak algılıyorsa, sanırım sizinde öyle algılamanızdan kaynaklanıyor olabilir... Siz yıllardır Tasavvufla ilgilenip, çok iyi anladığınızı iddia etmiştiniz değil mi? Anlıyorum... Şimdi öncelikle hayvanların "Tesbih Etmesi" meselesine gelelim... Kur'an-a göre, sadece hayvanlar değil, dağlar, taşlar yada kısaca yaratılmış olan herşey Allah'ı tesbih eder. Nasıl tesbih eder peki? Mesela Mevlana "Herşeyin kendi etrafında dönerek" tesbih ettiğini keşfetmiş ve Kendi içimizdeki Hakk'a yönelerek, ilk kıble olarak kendimizi belirtmiş ve Semazenliği ortaya çıkarmıştır. İnsan niçin İbadet yapar yada niçin gerek semazenlikle, gerek diğer meditasyon halleriyle kendine yönelir? Çünkü kendine yöneliş, Hakk'a yöneliştir ve "Yönelmiş" olmak "Tesbih Etmek" demektir... Yani İnsanlar bir "Bilinç"e sahip oldukları ve Allah'ı kavrama sezgisine sahip oldukları için, Hakk'ı kendileri bulmakla yükümlüdürler. Oysa diğer varlıklar böyle bir yapıya sahip değillerdir. O yüzden onların varlıkları yani var olmaları direkt olarak Allah'ı tesbih eder haldedir. Bakın İslam'da devamlı Allah'ı tesbih etmekle görevli meleklerin olduğu bilgisi mevcuttur... Bildiğimiz gibi melekler Nur'dandırlar ve günahsız, üstün varlıklardır. İnsanlar onların altında gelir ama Allah'ı kendi özgür bilinçleri ile bulabilme yetisine sahip oldukları için bilgileri kıymetlidir ve Meleklerin insanlara saygı duymaları istenmiştir. Bundan başka Hayvanlar ve Diğer varlıklarda Allah'ı devamlı tesbih eder niteliktedir? Öyleyse, yine KataKuta'nın meşhur erdem olarak adlandırdığı Düz Mantık'a başvurursak: Melekler (sürekli tesbih edenler) = Hayvanlar (sürekli tesbih ederler) Ancak bu böyle algılanmaz... Varlık her haliyle Allah'ı tesbih eder haldedir. Ancak varlık yine de kategori kategoridir. Melekler, Cinler, İnsanlar, Hayvanlar, Madde... Bunların tümü Allah'ı tesbih ederler. Ancak Tesbih etmek ayrıdır, birinin diğeriniden üstün yada alçak olması ayrıdır. Bakın yukarıda sıralandırma, "Varlık" olaraktır. Ancak mana olarak sıralandırmada ise Bilinç önemlidir. Melekler Allah'ı her an tasbih ederler ve her an bunun farkındadırlar. Cinler ve İnsanlarda varlık olarak her an tesbih ederler ama bilincinde iseler bunun farkına varırlar, bilincinde değilseler farkına varamazlar. Hayvanlar ve Madde ise Bilinçsiz olduğu için, Allah'ı tesbih ettiklerinin farkına varamazlar. Şimdi İslam'a göre ele almaya devam edelim. Bir insanın Allah inancı yoksa, bedeni işleyişi ile ve içinde Hakk'ın bulunması ile zaten Allah'ı tesbih etmektedir, ancak Allah inancına sahip olmayan insan bir bilince sahip olduğu halde bunun farkına varamadığı için hayvandan daha aşağı seviyede gösterilmektedir. Çünkü Hayvan bir bilince sahip olmadığı halde Allah'ı tesbih eder ve farkında olup olmaması bu yüzden önemli değildir. Ama insanın Bilince sahip olduğu halde varlığın Allah'ı tesbih ettiğini anlamaması onu küçültür. Kavrayış bu şekildedir. İslam'daki Hayvanların nitelemeleri de bu açıdan ele alınmalıdır. Tesbih etmenin ne olduğunu anlamadan "Hayvanlar Hem Tesbih Ediyormuş, Hemde Hayvanları Aşağılıyor, Ahanda Bak Çelişki" diyemezsiniz... Hadi bunu diyebildiniz, bari "Ben Yıllardır Tasavvufla İlgileniyorum, Biliyorum" demeyin... Bakın bunlar madem düz mantıkla kavranıyor, Düz Mantık açısından bir örnek vereyim: Ordu mensubu herkes, temelde aynı ordunun menfaati için çabalar değil mi? Ama hepsinin Rütbeleri ve Sınıfları falan farklı farklıdır. Şimdi bunu "Ama kimisi ihraç olabiliyor, kimisi ihanet edebiliyor, savaştan kaçabiliyor" gibi tanımlamalarla saçmalaştırmaya kalkanlar olacaktır, önceden söyleyeyim, sadece yüzeysel ve düz mantıkla kavranabilecek bir örnek vermek istedim o kadar, bu örneği ayrınlandırmaya gerek yok yani... Saygılarımla...
  14. Mine Kırıkkanat denen kadın, zaten geleceğin "Elif Şafak"ıdır bence... Bunu bu yazısına ithafen söylemedim, bunu önceki bir takım yazı dizilerine bakarak söyledim... Ama tabi her zaman yanlış düşüneceği anlamına gelmemektedir. Mine Kırıkkanat'ın yukarıdaki tesbiti doğru ama "Neden" olarak gördüğü yada ima ettiği şey yanlış... Türk toplumundaki Ahlaki ve Toplumsal çöküntünün nedeni, "Din" değil "Popüler Kültür"dür... Bakın, 1980 öncesinde "Koyun Gütmek" hevesinde olan devlet adamları "Bilinçli Toplum"un, çoban için ne kadar zararlı olduğunu gördüler. O yüzden 80darbesinden sonra "Kouyn Gibi Bir Toplum" yani Apolitik ve Kimliksiz bir toplum yaratmak için herşey yapıldı. Özal bizzat "Popüler kültür"ü aşılayacağı bir özel kanal açtırdı, sonra Abdi İpekçi öldürtülüp gazetesi Aydın Doğan'a verildi ve bugün o şahıs medya'nın çoğunluğuna sahiptir, Mine Kırıkkanat'ta onun gazetesinde çalışmaktadır. ABD kaynaklı yayınlar ülkeyi bombardıman'a tuttu... Attila İlhan; Yugoslavya'nın halkının ilgisizleşmesinin ve Yugoslavya'nın dağılmasının en büyük müsebbibini Televizyon Yayınları olarak görüyordu... Salazar'ın 3f's de ABD kökenli bir Halkı uyutma projesiydi. Ve aynı projeler Türkiye'de de uygulandı. ABD kendi halkını uyutmak için nasıl onları Din Özgürlüğü, Demokrasi, Hak adları altında CAHİL bırakıyorsa, aynısı Türkiye'e yapıldı. O yüzden her Dini günde/bayramda televizyonlarda bir çok çığırtkan çıkıp Din hakkında atıp tutmaktadır. Bunların hepsi Halkı birşeylere yönlendirmek içindir. Mesela Salazar'ın uyguladığı, ABD kaynaklı 3f formülünün 3üncü F'si Fatima'dır... Yani Türkiye'deki Din Sömürüsü'nün diğer adı... Siz "Din'i Anlamak" adı altında saçma sapan konularla halkın kafasını kasıtlı olarak karıştırırsanız, mesela; Oruç ilişkiye girerek açılır mı? Kurban etiyle içki içilir mi? Sahur'da içki içilir mi? Oruç içkiyle açılır mı? Ramazan ayında ilişkiye girilir mi? Türban? vs. gibi milleti köreltici sorularla güya "İslam'ı Anlatıyoruz" ayağına yatarsanız, o halkın "Uyumasından" başka bir sonuç elde edemzsiniz, kaldı ki zaten edinilmek istenen sonuçta budur... Yoksa bozulma dinden falan kaynaklanmamaktadır. Bu toplum 1000yıldır İslam'dır ve Kurtuluş savaşında esirlerine Misafir gibi davranan da bu toplumdur, Misafirperverliği dünyada meşhur olanda bu toplumdur, en İnsancıl Bilgeleri çıkartanda bu toplumdur ama içinden Hainler çıkartanda bu toplumdur... Yani bu Ahlaksızlaşma, yöneticilerin ve kasıtlı kimselerin yapmak istedikleri ile ilgilidir... Siz Eğitimsiz ve bunun getirisi olarak "Kimliksiz" bir toplum yaratırsanız, dünyanın en ideal Ahlak Felsefesini dahi bulup/yaratıp benimsetseniz, yine de Ahlaki bir çöküntünün olmasından kurtulamazsınız. Yoksa "Bu çöküntünün nedeni Din'dir" deyip çıkmak işin kolayına kaçmaktır. Toplumbilim'in araştırma etiğine uygun bir yaklaşım ve tavır değildir... Saygılarımla...
  15. "Ene'l Hakk" deyişi ile Hallac-ı Mansur ile en önemli ortak noktayı paylaşan Nesimi, bu söyleyişi nedeni ile Hallac-ı Mansur ile aynı kaderi de paylaşmış ve derisi yüzülerek ne yazık ki İdam edilmiştir. Nesimi bir çok kimsece Alevi-Bektaşi geleneğinin bir Evliya/Önderi olarak tanınır ve bilinir... Hurufi olduğu hakkında bilgiler vardır. Ancak her nekadar böyle anılsada, kendisinin aslında ne olduğunuz yine kendisinden öğrenelim derim ben. Bildiğiniz gibi, yukarıdaki yazılarda, tüm Evliya kimslerin Melami kökenli oldukları yazılı idi... Hallac-ı Mansur' "Panteist" diyen kimselerin, yine aynı görüşü paylaşan "Nesimi"ye de "Panteist" demesi kaçınılmaz olacaktır. Ancak her zaman söylediğim gibi, biz insanları adlandırmayı bırakalım da, insanlar kendilerini nasıl adlandırıyorlar, buna bakalım. İşte kendi söylemi ile Nesimi: Ben "Melamet Hırkasını" Kendim giydim eğnime Ar ü namus şişesini Taşa çaldım kime ne? Haydar haydar taşa çaldım kime ne? Sofular haram demişler Aşkımın şarabına Ben doldurur ben içerim Günah benim kime ne? Haydar Haydar günah benim kime ne? Gah çıkarım gökyüzüne Seyrederim alemi Gah inerim yeryüzüne Seyreder alem beni Haydar Haydar seyreder alem beni Gah giderim medreseye Ders okurum hak için Gah giderim meygedeye Dem çekerim aşk için Haydar Haydar dem çekerim aşk için Nesimi'yi sorsalar kim Yarin ile hoş musun Hoş olam ya olmayayım O Yar benim kime ne? Haydar Haydar o yar benim kime ne? Bu şiirde, Melamilik'e dair bir çok bilgiyide keşfedebilirsiniz... Nesimi'nin hissiyatına dair şu sözleri son derece önemlidir: "Bende Sıgar iki Cihan, Ben Bu Cihana Sığmazam..." Hangi nedenle olursa olsun, özellikle Din adı ile perdelenerek hiç bir alimin ve insanın öldürülmemesi dileğiyle Nesimi ve Hallac-ı Mansur'u anmak sanırım yerinde olacaktır... Saygılarımla...
  16. Bakın kesinlikle Panteizm ile Tek Tanrılı dinleri bağdaştırmak istemdim, kaldı ki Dini konularda bağdaşamayacakları ile ilgili yazılarımda var. Ben sadece böyle bir sanıdan yola çıkılmış olabileceklerini söylemek istedim... Sonuçta bu yanlış anlama genelde var. Mevlana'ya Panteist deniliyor (ki yanlıştır), Yunus'a Deist deniliyor (ki bu da yanlıştır)... Ben sadece mantıklarını söylemek istedim, benim görüşüm değildir yani... Umarım demek istediğimi anlatabilmişmdir... Saygılarımla...
  17. Kuantum Fiziği ile ilgili "Tek=One" diye bir film vardı; Jet Li'nin bi filmiydi... Kuantum açısından Zamanda yolculuk ve boyutlar arası yolculuk mümkün gibi görünüyor sanırım?
  18. Bence "Demokrasi"; "İdeal Düzen" olmakla birlikte, bir Ütopya'dır... Yani gerçekleşmesi mümkün olmayan ama en azından o mükemmele yaklaşabilecek sistemler ve devrimler, devinimler yaratmayı gerekli kılan bir Ütopya... Niçin "Demokrasi" bir "Ütopya"dır? Bakın, Türkiye'nin "Demokratik" bir ülke olduğundan bahsediyoruz... Demokraside şart olan nedir? : Örgür İrade... Yani Özgür İrade'yi mümkün kılmadığınız sürece, Demokrasiyide mümkün kılamazsınız. Öyle ki hala vereceği oyu; şekle, şemale, Ağa'nın, Muhtarın, Şeyhin oluruna bırakan bir toplumdan, siz Demokratik bir yönetimi onamasını bekleyemezsiniz. Bu yüzdendir ki, Kütahya'nın bir köyünde, tüm köylü'den Anap'a oy çıkarken, tek bir oy Hadep'e çıkmıştır... Demokrasinin işlerliğinin birde şu yönü vardır ki: Halkın Bilinçli olması önemlidir. Yani Halk neyi tercih edeceğini, kimi seçeceğini, Anayasadan ne beklediğini, ne istediğini bilmelidir. Bunu şu örneklemlerle açıklamak isterim: 1-Siz Halkın eğitimin yeterli seviyeye çıkarmadan, Adalet anlayışını "Töre" ve "Şeriat" ahkamından soyutlamadan, yani kabullerini ideal düzeye yükseltmeden "Avrupa Birliği" hayali ile "Avrupa Zihniyetinde" yasalar çıkarır ve uygularsanız, halkın kendi anlayışına göre "Kendi Hakkını Kendi, Zorla ve Güçle Araması"na destek olmuş olursunuz... Yani, Bence Demokratik sistemlerde "Uygun ve İdeal Olan" hukuk yasalaı öncelikle Halkın kabulleriyle paralel olmalıdır. Eğer yasalarınız Halkı tatmin etmiyorsa, siz öncelikle Halkı temsil eden bir devlet değilsinizdir. O yüzden bir yandan halkı eğitmeli ve kabullerini ılımlılaştırmalısınızdır. Belirli tabulardan sıyırmalısınızdır. Yoksa Adaleti, Mahkeme salonunda tabancayla Halkın kendisinin sağlamasından başka bir şey elde edemezsiniz...Demokrasi "Halkın Söz Sahibi" olması ise, Halkın paralelinde olmalıdır... 2-Halkı "Seçim" konusunda bilgilendirmelisiniz. Seçim'in temel kuralı bence "Halkın neyi ve kimi seçeceğini bilmesi" olmalıdır. Siz bir Seçim planlıyorsunuz ve halk Kuş'a, Böceğe, Kurta falana fistana oy veriyor? Körler Sağırlar Birbirini Ağırlar... Bu Demokrasi değildir. Öncelikle seçim bildirgeleri ve adayların özgeçmişleri, yaptıkları, aldıkları cezalar bile açık açık yazılmalı ve açık olmalıdır. Bir parti geliyor başa ve diyor ki "Dokunulmazlıkları kaldıracağız." Halk kanıyor ve seçiyor ancak Meclise taşıdığı vekiller zaten kalpazan... Düşünün bir: Cem Uzan başbakan olsaydı? Halk şöyle düşünüyor: Adam ABD'yi dolandırmış, kendi ülkesini değil... Savunmaları böyle... E başa gelen ondan farklı mı ki? Demokrasinin ilk şartı; Eğitimdir... 3-Demokrasinin tanımı ve onu tanıtan organlar çok önemlidir. Sizin ülkenizde "Demokrasiyi Tanıtan Araç" Televizyon ise eğer, bunun denetimini çok iyi yapmalısınız... Türkiye'de Basın-Yayın'ın çoğunluğu hatta %80-90ı aynı grupların ellerinde ve aynı güdüme hizmet etmektedirler. Hepsi aynı ağızdan ABD'nin Irak'a "Demokrasi" götürdüğünü, Iraklı Vatanseverlerin ise "Direnişçi" olduğunu çığırtırlar... İşga ediyorsanız "Demokratsınız", İşgale Karşı koyuyorsanız "Direnişçi" veya "Terörist"... ABD'yi Demokrasi Savaşçısı olarak gösteren bir sisteminiz varsa, siz Demokrasiyi zaten benimsemiş değilsinizdir... Satılmış bir Medya'nın halka öğrettiği böyle bir Demokrasi anlayışından hayır bekler misiniz? Bir ülkede Halka Demokrasinin ne olduğunu kavram kargaşası yaratarak farklı anlamlarla öğrtiyorsanız, o ülke hiç bir zaman o ülküye ulaşamaz... 4-Demokrasiyi uygulamak için en geçerli kural, herkesin eşit söz hakkına sahip olmasıdır... Türkiye'de seçimlerde Halkın %70'i oy kullandı. Bu %70in %35'i AKP'yi seçti. Küçük bir hesapla şöyle diyebiliriz ki Türkiyenin başına gelen kimseler (eğer hesaplama hatası yapmadıysam) nüfusun hemen hemen 17milyonunun yani nüfusun ortalama %25inin oyu ile bu ülkeyi yönetmektedirler. Yani ülkenin %75ini temsil etmemektedirler. Ecevit, 1973 yada 1974 seçimlerinde %44lük oy kazancıyla sadece Erbakanla ancak Koalizyon kurabilmişti... Demokrasi "Azınlığın Hükümranlığı" değildir... "Çoğunluğun Hükümranlığı" da değildir... Herkesin Hükümranlığıdır. Ancak türkiye'de %75in söz geçmemektedir. Türkiye ne Demokratik bir ülkedir, ne de Sosyal bir Devlettir. Kaldı ki "Cumhurbaşkanına mı soracağız?" "Al ananıda git" diyebilen bir insanın zaten Demokratik bir devletin başında durmasına İHTİMAL dahi yoktur... 5-Türkiye Niçin Demokratik Değildir? sorusunun diğer bir yanıtı da şudur ki; Halkın isteksizliği... Türk toplumu her zaman tepeden inmeci bir toplum olmuştur. İyi yada kötü, bunu yargılamıyorum ama Demokrasi "Temelden" gelen ve "Temelden" işleyen bir süreçtir. Örneğin televizyonlar şahit olduğunuz şu deyim son derece anti-demokratik bir tavırdır: "biz değil ama 70milyon merak ediyor"... Haber Sunucuları çok kullanır bu deyimi... Öğrenmek istedikleriniz bile bir sunucu tarafındn belirleniyorsa, Demokratik değilsinizdir. Eğer sokaklarda hakkınızı ararken devlet ve organlarınca "Fişleniyorsanız" o ülkenin "Demokratik olma umudu" bile yoktur... Eğer siz memurunuza (polis), memurunuzu (devlet görevlisi, Kamu görevlisi) dövdürebiliyorsanız "Demokratik devlet olma umudunuz" bile yoktur... Eğer siz öğrencilerinizi korumuyor, eğitimlerini özgürleştireceğinize, bağımlı hale getiriyorsanız ve onları siyasi olaylara kurban veriyorsanız asla ve asla Demokratik devlet olma umudunuz yok demektir. Hala ülkenizdeki insanların bir kısımı, birileri tarafından o ülkenin kuruluş ilkelerine "AYKIRI" yetiştiriliyorsa ve o kimselerden birisi başa bile gelebiliyorsa, o ülke asla Demokratik olamaz. Eğer bir ülkede sadece bir yerlede Dayınız varsa geçinebiliyorsanız yine demokratik olamazsınız... Arkadaşım "Demokrasi'yi Kim Koruyacak Peki?" diye bir soru sormuş... Demokrasinin korunması, demokrasinin var olabildiği ülkelerde ancak söz konusu olabilir ve orada da bunu yapacak olan Demokrasinin sahibi olan "Halk'tır". Türkiye'de Demokrasi olmadığı için ve Demokrasi bilinci olmadığı için onu korumak gibi bir yükümlülükte yoktur... Düşünsenize, Ülkenizde rejime aykırı davranmış, cezalı bir siyasi suçlu var. Öncelikle bazı güçlerin araya girmesi ile o siyasi suçlunun siyasete girebilmesinin önü yasalar delinerek açılıyor. Sonra ne tesadüftür ki ülkenizde bir erken seçim yapılıyor. Ve yine tesadüftür ki, her seçimde "Oy ve Sayım Yanlışı" tartışmaları olduğu halde hiç bir yerin seçimler iptal edilmezken, o seçimlerde yine aynı nedenden bir ilde seçimler tekrarlanıyor ve siyasi suçlu o ilden ilk sırada milletvekili seçiliyor... Başbakan istifa edip dışişleri bakanı, siyasi suçluda Başbakan oluyor... Hemde oy kullananların %35i ile ve halkın %656ine rağmen... Ve asıl önemli olan şey şu; daha seçimin hemen öncesindeki koalisyonun önderi ABD'den 1milyon dolar kredi alamazken, bu seçimin hemen arefesinde iktidar partisi 8milyon dolar borcu alabiliyor... Dahada ilginci Ülkenin temel taşı olan Laikliğe karşı bu parti anti-laik tabanca seçilmiş oluyor ve netesadüftür ki aynı sıralarda ABD'de "Ilımlı İslam Siyaseti Projeleri" üretiliyor... Ya Demokrasi Tesadüflerin eseri, yada Tükiyede Demokrasi diye bir sistem asla ve asla yok... Demokrasi sadece tek tanımlı bir kavram değildir. Bir çok açıdan ele alınabilir bir kavramdır. Eğitim, Hukuk, Güvenlik, Yönetim, Siyaset, İnanç, Giyim-Kuşam... O yüzden tek bir tanımla yetinilemez... Sosyal bir devlette Demokrasi "Halkın Söz Sahibi Olması" ise, Devlet le ve Halkla ilgili her alanda "Demokrasi"den bahsedilebilir... Demek oluyor ki bir devletin Demokratik olabilmesi için o devletin öncelikle "Sosyal ve Hukuk Devleti" olması gerekir... Türkiye ne Sosyaldir, ne de Hukuk Devletidir...
  19. Emin misiniz? KataKuta arkadaşın, diğer konularda yaptığı "Noktalanmış" Hakaretleri, aşağılamaları veya diğer arkadaşların Müslümanlara ve onların "Tanrı" sına yönelik nitelemelerini incelerseniz beni daha iyi anlarsınız, çünkü bu konuya yazı yazmak, diğer konularda yazdığımız yazılardan bizi bağısız kılmaz... Arkadaşımızın o nitlelemelerini ben alıntılayıp tekrar tekrar gösterdim, ama nedense dürüstlük timsali kimseler çıkıp özür bile dileyemediler... Keşke kendi tarafınıza olan dürüstlüğü, karşı tarafada gösterebilseniz... Neyse, konuyu kişiselleştirip uzatmanın bir alemi yok... Dikkat ederseniz, ben size bir niteleme de bulunmadım ve hatta sizin görüşünüzü referans gösterdim ama neyse, önemli değil, siz cevap vermek hissi duyduysanız, olabilir tabi... Diğer konularda yazılmış olan nitelemeleri incelerseniz sanırım daha iyi kavrarsınız. Umarım ben yanlış anlıyorumdur ama iddia ediyorum ki önemli olan Adaletli olmaktır... Ayrıca şu "Mat Etme İddiasının Olmadığını" söyleyebilen arkadaş bayağı bir güldürdü beni... Bende diyorum ki; tevekkeli değil bu arkadaş kimseyi anlama çabasında değil, sorularımızı bile yanıtlamıyor... İlginç doğrusu... :) Ben çelişkilerinizi yada tutarlılığınızı yada en basit tabiriyle görmem gerektiğini görüyorum ve burada bu açıdan yazabileceğim başka bir şey daha yok sanırım, çünkü konu uzatılacak bir konuda değil zaten... Size ve arkadaşlarımıza başarılar dilerim... Saygılarımla...
  20. Yalnız şu var ki, Yunus Emre'nin "Tanrı" inancı, Hz. Muhammed'le birlikte Kur'an-da belirtilen "Tanrı" inancıdır... Bunu diğer konuılarda da tartıştık biliyorsunuz, Yunus kesinlikle Deist değildir, eğer öyleyse, "Deisttir" demek yerine bunu bizzat Yunus'tan örnekleyerek kanıtlamanızı isterim... Öyleyse şunu sormak istiyorum: Yunus'un "Tanrı" inancına karşı olmazken, Kur'an-ın "Tanrı" inancına nasıl karşı olabiliyorsunuz? Bu bi Çelişki değil midir? Ben şöyle bir açıklama getireyim: -Kimin neye inandığı sizi ilgilendirmiyor değil mi? Evet... -Kimin bireysel bir kişilik olarak hangi dine mensub olduğu da sizi ilgilendirmiyor değil mi? Evet... -Kimin hangi dini seçip seçmediği, inanıp inanmadığıd sizi ilgilendirmiyor olmalı değil mi? Evet... -Kimin Nasıl bir "Tanrı" tanımı yaptığı da sizi ilgilendirmiyor öyleyse değil mi? Evet... O Zaman... -Kur'andaki Tanrı kavramınında sizi ilgilendirmemesi gerekir. -Bir Müslüman'ın nasıl bir Tanrı inancınasahip olduğununda sizi ilgilendirmemesi gerekir. -Bir insanın Müslüman olup olmaması da sizi ilgilendirmemelidir. Öyleyse ben burada söylenebilecek tek şeyi destekliyorum, ki o da Bilimselci arkadaşın yazdıklarıdır... Öyleyse neymiş? Sizin burada insanların "Tanrı" inancını yargılamanız gereksizmiş ve kendi açınızdan bir çelişkiymiş... Siz bence Bilimselci arkadaşın bu açıkladığı yönleriyle ele alın dinleri. Hangi din Tanrı'yı "Görünmez Put" olarak ele alıyor, kim öyle inanıyor yada inanmıyor, bunun sizi ilgilendirmemesi lazım... Sizin sadece Dinlerin "Toplumsal" etkisi ile ilgilenmeniz gerekir. Hem Bireysel inançlarla ilgilenmediğinizi söyleyip, hemde diğer forumlardaki nitelemelerinizle insanların "Tanrı" inançlarını yargılayıp, küçümseyip, "saçmalık" olarak değerlendirmek, etik olarak kendi içinizde bir Çelişki doğurmaktadır... Saygılarımla...
  21. Kardeşim anlatamıyorum galiba... O yazı Melamiliğin içinde olmayan birisi tarafında yazılmıştır... O yüzden kimse kimseyi aslında yozlaşmış olarak görmemektedir. Sadece Tekke, Degah kurmak; Tac, Cübbe gitmek Hakk'a ulaşmak için gereksiz nüveler olarak görülmüştür... Melamiler herkesi ve herkesin yaptığını Hakk olarak görürler... Söylediklerim sadece size çelişkili gelmektedir, en iyi ithamla şöyle söyleyeyim: belki ben eksik anlatmış olabilirim ama kendi içinde bir çelişki yoktur... Ayrıca ben kimseye "Anlamazsınız" demiyorum, dediğim şu ki "Anlamlandıramıyorsunuz". Ki bende sizin söylediklerinizi Anlamlandıramıyorum ve bu çok normal, herkes herşeyi aynı düzeyde anlayacak diye birşey yok değil mi? Kendimi aşağılamış mı oldum yani? Ben sizi küçümsemiyorum, sadece yazdıklarımın size anlamsız geldiğini, yani sizin anlamlandıramadığınızı söylüyorum... Bakın, anlamış olsaydınız, şu ithamınızı yapamazdınız: Bakın diyorum ki, Tüm bu kimseler Melami kökenlidir, ancak kendi tekkelerini kurmuşlardır... Melamiliğin "Tarikatleri Yozlaşmış gördüğünü" iddia eden yazardır, Melamilik değildir. O şahıslar yozlaşmamışlardır ancak insan olarak, farklı fikirler edinmişlerdir. Kaldı ki Yunus Emre kendi başına bir yaşam sürmüştür... Yazdıklarımı biraz eksik anlamışsınız, illaki çelişki arayacağınıza biraz anlama çabasında olsanız... Bakın ben sizi yargılama, yadsıma yada küçümseme çabasında değilim... Hatta edineceğim bilgiler olursa çok çok sevinirim ama siz bir fikir sunmuyorsunuz, burda herhalükarda insanız, hatalı tanımlamalarımız tabii ki olabilir. Ama siz illa ki karşınızdakini Alt etme çabasındasınız... Böyle oldukça da ne benden, nede bir başka paylaşımcıdan yararlanamazsınız. Öncelikle yargılama değil, anlama çabasında olmalısınız... Bence de bu konuyu kapatın, çünkü Melamilik hakkında, "Hakk" görmenin ne demek olduğu hakkında hiç bir fikrinizin olmadığını sanıyorum ve boşuna ileti gönderiyorsunuz... Saygılarımla...
  22. Şimdi burada kendi meşrebime karşı olmasına rağmen, farklı görüş açılarınında gözler önüne serilmesi gerektiği düşüncesi ile, Melamiliği "Yanlış" olarak gören yada en iyi niyetli söylemle "Aslından Uzaklaştığı" olarak niteleyen bir yazıyı alıtılayavağım. Bu yazıdan sonra, yazının doğruluğu yada yanlışlığı ile ilgili yorumumu yapacağım... (A-L-I-N-T-I-D-I-R) ------------------------------------ Risale-i Nur'dan Bir Kavram Melâmilik "Hadisat-ı zamaniye bahanesiyle Vehhâbîlik ve Melâmîliğin bir nev'ine zemin ihzar etmek tarzında, bazı ruhsat-ı şer'iyeyi perde yapıp eserler yazılmış. "Risaletü'n-Nur, gerçi umuma teşmil suretiyle değil, fakat herhalde hakikat-i İslamiyenin içinde cereyan edip gelen esas-ı velayet ve esas-ı takvâ ve esas-ı azimet ve esâsât-ı Sünnet-i Seniye gibi ince, fakat ehemmiyetli esasları muhafaza etmek bir vazife-i asliyesidir. Sevk-i zaruretle, hadisatın fetvalarıyla onlar terk edilmez." Kastamonu Lahikası, s. 52, 53. Sekizinci yüzyıl, İslam aleminin sosyal ve ekonomik sıkıntılarla karşılaştığı, Asr-ı Saadetin nurlu izlerinin yavaş yavaş silinmeye başladığı bir ortama şahitlik etmiştir. Harici fikirlerin tesirleri, ekonomik şartlar, devlet baskısı ve özellikle Arap milliyetçiliği fikrinin devlet ideolojisi olması sıkıntıları beraberinde getirmiştir. Böyle bir ortamda halk tarikatlara sığınmış ve kısmi de olsa yozlaşma tarikatların çalışmaları sonucunda yavaşlatılmıştır. Tarikatların zikir, evrad, nafile ibadet, fenafişşeyh, nefsi gemleme, sıkıntıya katlanma, toplumdan soyutlanma gibi kuralları vardı. Bu kurallar kendisine tepki bulmakta zorlanmadı ve tarikat kurum ve kurallarına bir reaksiyon olarak Melamilik ortaya çıktı. Esasen Melamilik kültürü yaklaşık bin yıllık bir süreçtir ve Melamilik içerisinde birbirine hiç benzemeyen tipte insan modelleri vardır. Bazısı ehl-i sünnet çizgisi içerisinde, münzevi olarak yaşayan, Allah ve Resul sevgisini kendisine rehber edinen kimseler iken, bazısı da hakikatten yolunu şaşırmış, şeriatla hiç bağdaşmayan fiilleri işleyen, ehl-i sünnet çizgisinden sapan kimselerdir. Bu nedenle Melamilik kültürü içerisinde iki tip kul modeli vardır. Melamilikte halka dönük yaşam tarzı vardır. Yani tarikatlarda olduğu gibi halktan soyutlanma yoktur. Halkla iç içedirler. Halktan kopamazlar. Kendilerini herkesten aşağı görmek ilkesini benimsemişlerdir. Melamilik tarih içerisinde üç grup altında incelenmektedir. Bu ayrımın nedeni genelde Melami pirlerinin anlayış farklılığıdır. 1. Dönem Melamileri (Melametilik) 2. Dönem Melamileri (Melamiye-i Bayramiye) 3. Dönem Melamileri (Melamiye-i Nuriye) 1. Dönem Melamileri: Ünlü sufi Haldun Kassar'a bağlanan bu dönem Melamiliğine Melamiye-i Kassariye ya da Hz. Ebubkir'e dayandığı düşüncesinden dolayı tarikat-ı aliye-i Sıddıkiye denildi. Bu dönem Melamiliği geleneksel tarikat çizgisine yakındır. Ehl-i sünnet çizgisi içerisindedir. Nefsi gemleme, nafile ibadet, zikir, evrad vs. gibi tarikatlarda görülen kurallar bu dönem Melamilerinde de mevcuttu. 2. Dönem Melamileri: Bu dönem Melamileri ünlü mutasavvıf Ahcı Bayram-ı Veli'nin kurucusu olduğu Bayramiye tarikatının bir kolu olduklarından Melamiye-i Bayramiye diye adlandırılırlar. Kurucusu Ömer Dede Sikkini'dir. Bu dönem Melamileri Vahdet-i vücud felsefesini benimsemişlerdir. Aşırı Ehl-i Beyt sevgisinden dolayı Şiiliğe meyletmişlerdir. Durum böyle olunca Şiilerle arası iyi olmayan Osmanlı Devleti Oğlan Şeyh Hüseyin Maşuki, Şeyh Bali Hamza Dede, Beşir Ağa gibi ileri gelem Melami pirlerini idam etmiştir. 3. Dönem Melamileri: Bu dönem Melamileri kurucuları Muhammed Nurul Arabi'nin adından dolayı Melamiye-i Nuriye diye bilinirler. Bu dönem Melamileri Nakşiliğe yakındırlar. Yani 2. önem Melamilerinin aksiyoner havası bunlarda yoktur. Melamilik bu dönemde asli görünümünden uzaklaşmış, kurumsallaşma ve biçimsellik gelişmiş, yani tekke, dergah, zikir, evrad gibi kurallarla bağlanmaya başlamışlardır. Bu dönem Melamilerinin büyük bir kısmı Masonluğa kaymışlardır. Özellikle 2. ve 3. dönem Melamilerinde şeriata aykırı söz söyleme ve şeriata aykırı yaşam tarzı mevcuttu. Bu dönem Melamileri riya, şöhret, hubb-u cah gibi tehlikelerden kurtulmak uğruna halka kendilerini kötü gösterme, şeriata aykırı davranma gibi bir metod takip etmişler ve halk onlardan kaçınca gerçek ihlası ve Allah sevgisini kazanacaklarına inanmışlardır. Hatta bazıları dalalet ve tabiat bataklığına saplanarak dinden çıkmışlardır. Tasavvufun bir çok teorik yanını benimseyen Melamiler, tarikatların ibadet ve kurallarını kabul etmiyorlardı. Hatta tarikatları halkı uyuttuğu iddiasıyla suçlayanlar da olmuştur. Mutasavvıfların zahitliğini riya diye de göstermişlerdir. Anadolu kökenli tarikatların büyük çoğunluğu gibi Melamilik de Şii akidesinden etkilenmiştir. Daha doğru bir ifade ile Ehl-i Beyt sevgisi tüm Anadolu'yu etkilemiştir. Melamilik de bundan nasibini almış ve Melami atmosferde yetişen bazı kişiler Kalenderilik, Haydarilik, Abdallık ve on ikinci yüzyılda hemen hemen bütün bu mezhepleri temsil eden Bektaşilik gibi tarikatların ortaya çıkmasına doğrudan yada dolaylı olarak etki etmişlerdir. Nefsinde yalnızca kusur ve naks, acz ve fakr olan insanın, bütün mehasin ve kemalatının Fatır-ı Zülcelal tarafından ona ihsan edilmiş nimetler olduğunu anlayıp, fahre, gurura hakkı olmadığını anlaması zaten insanı riyadan, şöhretperestlikten, gururdan ve fahrden kurtarır. Yoksa şeriata aykırı davranarak fahr ve gururdan kurtulmak mümkün değildir. Mümkün olsa bile ehl-i sünnet çizgisine aykırıdır. Zira Hz. Peygamber -ki, İslamın peygamberidir ve sıkıntı çekmede de zirvededir- hiçbir zaman insanların teveccühünden kaçınmak uğruna şeriata muhalif fiilleri işlememiş, tam aksine ibadette, takvada, ihlasda, duada, şefkatte, cesarette erişilmez olmuştur. Allah sevgisinin ölçüsü Resul'e ittiba iledir. Resul'e ittiba ise Sünnet-i Seniyye çizgisinde yaşamakla mümkün olur. Müminin yapması gereken de kainatın yaratılış sebebi olan Zatın sünnetine uymaktır. Zira onu sevmek sünnetine ittiba iledir. Gerisi ya cehalet, ya dalalet, ya da sefahattir... ------------------------------------ Şimdi yazının gerçeği yansıtmaması yada çarpıtması nereden kaynaklanıyor: Melamiliğin Üçüncü Dönemi'nin kimi kötü huylara tabi olduğu ima edilmiş... Öyle ki büyük kısmının Mason olduğu, ibadetlerin sevilmediği, Şii akıdesinden etkilendiği, Sünnet'e uymadıkları ile itham etmişler... Oysa bunlar tamamen uydurmadır... Şöyle ki, Risale-i Nur Enstitüsü'nün bu yazısının mantığı, Melamiğin içinde olamadıklarından gelmektedir. Şimdi Melamileri "Masonluk" ile suçlamışlar, oysa Said Nursi İttihat ve Terakki Cemiyetinin ilk üyelerinden biri olarak Masonlarla kendisi de birlikte çalışmıştır... o şahıs Mason mudur peki? Bu bir yana... Tümbunlar bir yana, Melamiler öncelikle insandır... Herşeyden önce insandır... Yani "Bir Melami Kötülük Yapamaz" diye saçma bir inanç yoktur ve olamaz... Sormak isterim; acaba bir Nurcu, günahsız mıdır?... Her zaman dediğim gibi, İslam'a bir tek Risale-i Nur, HY gözü ile bakılırsa Ateist arkadaşların gördüğü İslam'dan başka bir İslam ile karşılaşmamamız kaçınılmazdır. Ben Risale-i Nur'un yanlış olup olmadığını sölemiyorum ancak Hakk'ı tanımada yetersizdir. Bakın şöyle özetleyeyim: Şimdi yukarıdaki yazıda, Melamilerin "Sünnet-i Bıraktıkları" iddia edilmektedir. Oysa Melamilerin Sünnet'i bırakmaları imkansızdır. Çünkü sünnet, önderin yoludur. Önderini bilmeyen, kendini de bilemez... Önder Hz. Muhammed'dir... Ancak Melamilerin ve bazı kısmının Sünnet anlayışı farklıdır. Sünnet sadece ibadet iledir... Yani sakal bırakmak, hurma yemek, cübbe giymek, takke takmak, saç uzatmak falan filan fistan sünnet değildir. Sünnet'in ne olduğu ibadetlerde bellidir ve onlardan başkası değildir ve hiç bir Melami bu sünnetleri boşlayamaz, sıkı sıkıyada bağlıdırlar... Melamiler hiç bir zaman görünüşe önem vermedikleri için, bu tür sünnet denen şeylere yüz vermezler, kaldı ki öyle bir sünnet anlayışıda yoktur. Hz. Muhammed hiç bir zaman sakal bırakın, saçınızı omzunuza kadar uzatın, hurma yeyin gibi hadislerde bulunmamıştır... Hz. Muhammed sevgisini "Şekile Adayanlar" bu sevgiyi gereksiz şekilde abartmışlardır. O kadar ki, sanki Hz. Muhammed bir "Robot"tu... Hep aynı giyinen, aynı işleri yapan, programlanmış bir robot... Oysa Hz. Muhammed, ashabına evlilikleri ve ilişkileri üzerine tavsiyeler bile veriyordu. İstediği zaman saçını kesip uzatabiliyordu. Hatta bir gün Ekinleri nasıl ekmelerinin dine uygun olacağını soran Araplara, "o sizin dünyalık işinizdir, nasıl biliyorsanız öyle ekeceksiniz" demiştir. Keyfiniz istiyorsa sakal bırakırsınız, istemiyorsa bırakmazsınız... Bu açıdan Nasreddin Hocanın "Ye Kürküm Ye" kıssası örnek verilebilir... Farkı yoktur... Allah sevgisinin ölçüsü'nün "Resule olan sevgi ile ölçülebileceğini" söylemişler... Hiç bir Melamideki "Hz. Muhammed Sevgisini" kimse ölçebilecek kadar yetkin değildir. Risalecilerden daha ileri olarak sadece Resul'ü sevmekle kalınmaz O'nun tüm mahiyeti yani Ehl-i Beyt'i sevilir. Eğer Hz. Ali'yi, Hz. Hasan'ı, Hz. Hüseyin'i, Hz. Fatıma'yı, Hz. Zeyneb'i çok sevmek "Şiilik" ise, "Şii" olarak adlandırılmaktan da incinmezler... Ancak yazıda da itiraf edildiği gibi, Ehl-i Beyt'i seven Melamiler idam bile edilmişlerdir. Oysa Hz. Muhammed Ehl-i Beytinin sevilmesini istemiştir... Gelelim Risalecilerin Melamilere dair "Şeriat'ı Yadsıdıkları" inancına. Bu kadar saçma bir tasavvur olamaz. Bakın, öncelikle Melamilikteki Şeriat'ın ne olduğunu anlatayım, sonra siz karar verin Melamiler Şeriat'a karşı mıdır? Şeriat, dini olarak kısaca ibadetleri kapsar... Namaz, Oruç vs vs vs gibi ibadetler Şeriat olarak anılır. Ancak insanını Allah'a karşı yükümlülükleri sadece bunlar değildir. İnsanın en önemli görevi Hakk olduğunu bilmektir. Eğer kendinize yönelmezseniz Hakk olduğunuz bilincine varamazsınız. Melamilere göre İnsan öncelikle Hakk'tır ama ayrıca Kul'dur da... İnsanı bir yazımda "Bir Bardak Su"ya benzetmiştim. Bardak=Benlik, Su=Hakk'tı. Hakk'a ulaşmak için insanın o bardağı kırması gerekiyordu. Bu sefer aynı bardak örneğini, Hakk'a ulaşmanın yolu olarak kullanacağım. Bu sefer Bardak=Şeriat, Su=Kul(Hakk/Benlik)... O bardak kırılırsa, ortada su kalır mı? O su dağılmaz mı, parçalanmaz mı, yok olmaz mı? Yani nsanın Kulluğunu bilmesi yani Allah'lık iddia etmemesi için İbadet'e yani Şeriat'a uyması gerekir. Bakın, bir Melami, kendisini Hakk olarak görüyordur bunu söyledim... E Allah'ın bir adı da Hakk, zaten yarattıklarına verdiği adı da bu: Hakk... Öyleyse her yaratılmış aynı zamanda "Allah"mı? işte bu yanlış anlaşılmaktadır. İnsandan başka diğer varlıkların bilinci yoktur zaten, kendi çabalarıyla Hakk'ı bulmaktan ayrıdırlar. Oysa insan aynı zamanda Allah'ı bulmakla yükümlüdür. Allah adı yalnız O'na ait olduğu için, Allah olmak yalnız O'na has olduğu için, insanlara ibadetleri belirlemiştir. Yani insan Hakk'tır ama aynı zamanda Kul'dur. Bakın ince bir çizgi vardır; bir tarafı sıddıklık, diğer tarafı zındıklıktır... Zındıklık "Kibir"den yani Şeytanın işlediği Günah'tan ileri gelir. Şeytan niçin Kibirlenmiştir? Ateşten yaratıldığı için mi? Hayır, Şeytan özünde Hakk'ın olduğunu biliyordu ve Adem'in yaratılması aynı zamanda Şeytan'ın da sınavı idi... Nasıl ki Hz. Muhammed Miraç'ta, Hz. Musa Tur Dağında sınandı ise, Şeytan'da Adem yaratıldığında sınanmış ve zındık olmuştur. Çünkü Allah bu sınanmada Kulundan tüm sınırları kaldırıyor, onu tamamen Hakk kılıyor, yani Allah'lığına değil ama Hakk'lığına eşdeğer kılıyor. Yarattığını Benliğinden ayırıyor. İşte bu sırada yarattığı acabe ne düşünecek? "Ya Rabbim ben sadece Kul'unum" deyip kendini geri mi çekecek, yoksa "Ben Sen'im" deyip gururlanacak mı? Eğer Kul yaratılmış olduğunun farkına varırsa yani Allah'ı bilirse Sıddık olur, Eğer yükseldiği makamda Kibirlenip "Ben Allah'ım" derse, zındık olur... O yüzden Hakk olduğunu bilen bir Melami, Kul olduğunu da bilmek zorundadır... O noktada Allah'tan farkı; Allah(Hakk): Kendisine ibadet edilendir, Kul(Hakk): İbadet edendir. İbadet'i boşlamak Kibir olur. Çünkü insan en başta Kul olduğunu da bilmelidir... Bu yüzden hiç bir Melami "Kul olduğunu unutmamak için" Şeriatı boşveremez. Şu bir gerçektir ki, Sünni olan Risaleciler, Şiilikten etkilendiğini düşündükleri için Melamiliği kaldıramamaktadır ve haksız eleştirileri bu yüzdendir. Oysa Melamiliği dışarıdan eleştirmek çok kolaydır ancak yanlıştır... İçinde olmadan bilemezler ve içine girebilince zaten Risaleler bile onlara yetersiz gelir... Saygılarımla...
  23. Sizin bu kibirli yaklaşımınıza karşılık ben daha iyi bir üslupla cevap vermek istiyorum: Melamilerin gizliliği, Masonik yada Tapınak Şövalyelerivari bir gizlilik değildir. Bu yazıyı yazan kişi, Melamiliğin içinde olmadığı için, Gizil bir yapıda olduğunu düşünmüştür. Oysa Melamilerin "İlla ki Gizli olalım, kimse bizi bilmesin, işimizi gizliden yürütelim" gibi bir anlayışları yoktur. Zaten "Kötülüğün bile yapılacaksa herkesin bileceği ve göreceği şekilde yapılmasını yani aleni olmasını tercih etmeleri, aslında son derece açık olduklarının kanıtıdır. Melamilerin gizliliğinin nedenini açıklamıştım aslında ama yine eksik ve kasıtlı okuduğunuz için sanırım kendinizce yorumluyorsunuz... Bakın Melamilerin gizliliği "Art Niyet yada Niyet"ten kaynaklanmamaktadır. "Amanda gizli olalım" diye bir anlayışları yoktur. Gizli olmalarının nedeni, haklarında bilgi edinmenin zor olmasından kaynaklanır. Sonuçta Melamilik bir Tarikat değildir, Meslek olarak tarif edilir... Yazılardan da anlaşılacağı üzere her büyük Alim Melami kökenlidir ancak kendi tekke veya dergahlarını kurmuşlardır... Buna biz kötü demiyoruz ama gerek yok diyoruz... Melamiler, kimseyi Melami yapmak derdinde olmadıkları için, kendi bildikleri ve gördükleri sadece kendilerini ilgilendirdiği için, yani Melamiliğin reklamını yapmadıkları için gizli gibi algılanıyor... Bir Melamiye "Melamilik"i sorsanız, sizin kendi içinizde "Hakk"ı gördüğünüzü hissetmediği sürece size Melamilikten kesinlikle bahsetmez. Çünkü ister ki siz kendiniz bulun gerçeği, gidin ona anlatın, o sizin Hakk'ın ne olduğunu anladığınızı hissederse, yolu görebildiğinizi, gerçeği görebildiğinizi hissederse ancak bahseder Melamilikten... Ancak Bahsetmesi de yetmez, Melami olmanızda kolay değildir... Öncelikle yine kendi çabanızla bir takım şeyler vakıf olmalısınız... Yani kendiniz Hamsınızdır, iyice Pişmeden Melami olamazsınız, Melami oluncada artık Yanarsınız... Aynen Mevlananın dediği gibi yani... Hamdım, Piştim, Yandım... Başkasının size telkinler vermesi ile bu yola sokması imkansızdır, çünkü öyle bir niyetleri yoktur. Bakın, Yunus Emre, Tapruk Emre'nin dergahına hep dümdüz odunlar getirirmiş. hiç biri eğri odun değilmiş. Taptuk Emre sormuş "Ey Yunus, niye hiç eğri odun getirmezsin?"... Emre cevaplamış "Eğrisi beni bulmuyor ki?"... Burada "Odun"dan kastettiği "İnsan"dır. Hakaret olarak değil bu... İnsanın içine Allah Aşkı düştüğü zaman, odundan beter yanar da o yüzdendir bu benzetme... "Eğri Odun" kendisine yani içindeki Hakka yönelmemiş olan insanı simgeler. "Doğru Odun" ise kendine Hakk'ı bulmuş olan insanı simgeler... Yani İnsan kendisi gelir bu yola, kimse kimseyi sürüp getirmez... Öyleyse, Eğri Odun, içindeki Hakk'ı bilemediği sürece bu yola girebilir mi? Haberi olur mu? Onun için Gizli olmaz mı bu? Ama bir Melami için Gizlilik yoktur... Herkes iyiyse yada kötüyse, içini dışını bilir bir Melaminin. Melamiler, diğer Tasavvuf öğretilerinden daha yüksek bir mertebe anlayışına sahip olduğu için, gittikleri yerin gizli önderi onlardır ancak hiç bir şekilde önderlik taslamazlar, hatta hizmet ederler... Gizlilik, sizin Melamileri göremeyişinizden kaynaklanıyor, onların öyle bir niyetleri olduğu için değil... Ayrıca Melamiler hiç bir zaman diğer Tarikatler için Tehlike arzetmezler... Çünkü onların ne yaptıkları umurlarında değildir. Kişi ancak kendisini kurtarır... Herkes Gerçeği Kendi öğrenmelidir, görmelidir... Saygılarımla...
  24. Yazılarınızı ilgiyle takip ediyorum ve bu forumda olmanızdan ötürü de çok memnunum .Farklı görüşlerde olunsa bile bunları saygı ve hoşgörü çerçevesinde paylaşabilen insanlar ne yazık ki çok az.

  25. Birçok kimse, Tasavvuf'u illa ki "İslam"dan ayrı bir "Öğreti" olarak nitelemektedirler... Bu özellikle "Batı"nın "Sınıflandırma" merakından kaynaklanan bir yanılsamadır. Doğu Doğudur, Batı Batıdır... Her iki medeniyet, Dünya Medeniyetine katkıda bulunmuş olsalarda, ortak paydaları olsada, Doğu Mistisizmini, öğretilerini, inançlarını Batı Kafasıyla ve Gözüyle yorumlamak sizi yanlışlardan yanlışlara sürükler. Galileo'yu "Dünya Yuvarlaktır" diyerek asmak istemiş bir zihniyetin, Tasavvuf'a "Panteist" demesi, pekte güvenilir bir tanımlama olmamaktadır... Öncelikle burada, hep var olduğu halde pek bilinmeyen ve kendisini hep en sıradan olarak görmüş; tüm "İslam Tasavvufu Öğretilerinin" ortak paydası olan "Melamilik" hakkında bilgi vermeye çalışacağım... Bunu özellikle, neyin ne olduğunu, hangi fikrin nasıl adlandırılması gerektiğini bilmeyen kimselere faydalı olması için konu ediniyorum... Öncelikle burada yazılacak olanlar alıntıdır... Belki, kimseler için bir ipucu olur diye düşünüyorum... (A-L-I-N-T-I-D-I-R) -------------------------------------------------------------------------- Yozlaşmaya tepki Melamiliği yarattı Melamiye hareketi, tasavvufi hayatı şekle ve dış görünüşe kurban etmek isteyen yetersiz sufilere karşı bir reaksiyonu ifade ediyor. Melamiler'de bu nedenle zaviye, tekke, dergâh ve hangâh gibi tarikat durakları yok. Arapça "Levm" kökenli Melamiye, "azarlamak, serzenişte bulunmak, kınamak" anlamlarına geliyor. Tasavvufta ise, yaptığı iyilikleri gösteriş olur endişesiyle gizlemek, yaptığı kötülükleri de nefsiyle mücadele etmek için açığa vurmak manasını taşıyor. Başka bir deyişle ruhi hayattan kaynaklanan halleri saklamak, nefisten kaynaklanan davranışlara karşı koymak ve onların aksini yapmak olarak yorumlanıyor. YOZLAŞMAYA TEPKİ Melamiliğin "Yolu yordamı belli, kuralları konmuş" bir tarikat olmadığı, bir yaşayış biçimi, İslamiyet'in hayata uygulanmasında değişik bir yorum olduğu belirtiliyor. Melamiliğin tarikatların tekke, zaviye, dergah, özel kılık kıyafet ve zikir merasimleri açısından halktan kopması ve İslamiyet'in safiyetinden uzaklaşması üzerine bir tepki olarak doğduğu öne sürülüyor. Melamiliği inceleyenler, tarikatın doğuş ve yayılmasında, Arapların kendilerini diğer ırklardan üstün görmelerini, Emevilerin Arap olmayanlara "Melami Köleler" adını takmalarını ve Abbasiler'in de Hazreti Ali'yi kendilerine düşman saymalarını neden olarak gösteriyorlar. Melamiliğin Horasan ve yakınlarında doğmasını, sonra da Türkmenlerle hızla yayılmasını buna bağlayanlar var. Melamiliği tarikat olarak ele alanlar, tarih içindeki gelişimini üç dönemde ele alıyorlar: "Melamiye-i Kassariye (Tarikat-ı aliye-i Sıddıkiye) Hamdun Kassar, Melamiye-i Bayramiye (Tarikat-ı aliye-i Bayramiye) Bursalı ÖmerSıkkini, Melamiye-i Nuriye (Tarikat-ı aliye-i Nakşibendiye) Muhammed Nurul Arabi." YAYILIŞI Melamilik Horasan'dan Bağdat'a, oradan da Suriye'ye geçti. Bu yayılma macerası, bazı Türk tarikatlarının Melamilik'ten doğrudan etkilendiği iddiasına da neden oldu. Çünkü Melamilik, tüm bu bölgelerde Türklerin hakim olduğu dönemlerde yayılma şansı buldu. Böylece Horasan erleri, Alp Erenler, Fütüvvet Ehli olarak nitelendirilen birçok kişinin Melami olduğu iddia edildi. Tamamen bir Türk tarikatı olan Bayramiliğin önemli bir kolunun Melami oluşu, en güçlü Melami akımının Bayramiye'den kaynaklanması da bu iddiayı güçlendirdi. Anadolu'ya XIII. yüzyıl sonunda geçen Melamiliğin en önemli iki grubu ise Kalenderiler ve Yeseviler olarak kabul ediliyor. Tasavvuf ve tarikat, Tanrı'ya ulaşmak için bir yolsa, Melamiler'e göre bu yol, birtakım gösterişli merasimler, halktan kopuk bir imtiyazlı sınıf oluşturmakla gerçekleşmez. Gittikçe katılaşan birtakım şekli davranışlar ve gösterişli zikirlere dönüşen tarikat olayına karşı çıkan Melamiler bu nedenlerle "Tasavvuf içinden tasavvufçulara karşı çıkan zümre" olarak nitelendiriliyor. 'ZİKİR DEĞİL, FİKİR ÖNEMLİ' Melamiler'e göre adab-erkana boğulmuş zikir meclisleri, kıyafet ve törenlerle Allah'a ulaşmak mümkün değil. Allah'a ulaşmak, ancak Hakk'a bağlanmak,cemiyet içinde yaşayarak halka hizmet etmek, tevazu ve aşkla gerçekleşiyor. Melamilerin inancına göre, Allah'a ulaşmakta zikir değil, fikir önemli. Melamiliğe göre, bunun için tekke ve zaviye gibi özel yerler de gerekli değil. Çünkü özel yer ve kıyafetlerde riya tehlikesi olduğuna inanılıyor. Bunun da ihlasın zıddı olduğu belirtiliyor. Bu şekliyle Melamiye hareketi, tasavvufi hayatı şekle ve dış görünüşe kurban etmek isteyen yetersiz sufilere karşı kuvvetli bir reaksiyonu ifade ediyor. Melamiliğin halkın içinden değil de, tasavvuf ve tarikat ehli arasından çıkması, Allah'a giden yoldaki merasimlerin asıldan sapılacak kadar önem kazanması ve halktan ayrılması gibi yanlışların farkına varılmasından kaynaklanıyordu. İnanç kendini yeniliyor, yanlışlardansa arınılıyordu. Melamilerde bu nedenle zaviye, tekke, dergah ve hangah gibi tarikat durakları yok. Zikri de merasimden saydıkları için, bundan da tamamen vazgeçmişlerdir. Zikir, Allah'ı düşünmek şekline onun kudretini ve büyüklüğünü anmak, idrake çalışmak şekline dönüşmüştü. Melamiler, Hak'la halk arasındaki tasavvufi bağın da gereğini yapmak için halktan ayrılmayı, kopmayı, halkla aralarına bir duvar çekmeyi kesinlikle yasakladılar. Onlar halkın içinde, onunla birlikte, o şartlardayaşamayı Melamiliğin bir çeşit gereği sayıyorlardı. Halk nasıl kazanıyorsa öyle kazanmak, fakat özellikle çalışarak, emeğiyle kazanmak ve yaşamak Melamiliğin esaslarını oluşturuyor. Şeyh, derviş, hoca gibi sıfatların ardına saklanarak başkalarından geçinmek, Melamilikle bağdaşmıyor. İkinci dönem Melamiler'in yayılmasında İbni Arabi'nin etkisi var. Çünkü Osmanlı dönemi tasavvufi düşüncesinin yönlendiricileri arasında İbni Arabi ilk sırayı işgal ediyor. Ona göre, Melamiye tasavvufi makamların sonuncusu. Arabi, 'Ondan sonra bir makam vardır, o da peygamberliktir' diyor. GİZLİLİK ESAS İkinci dönem Melamiler'i arasında Melamiye- i Bayramiye'nin oldukça çileli bir dönem geçirdiği biliniyor. Osmanlı döneminde fetvalarla öldürülen, başı kesilen, boğdurulan sufilerin büyük bir çoğunluğunun Melami olduğu belirtiliyor. Devletin bu tavrı, "Gizlilik" esası üzerine kurulan Melamilerin iyice gizlenmelerine yol açtı. Üçüncü dönem Melamileri ise, daha çok İstanbul ve Rumeli topraklarında faaliyet gösterdi. Haririzade Kemaluddin, Ali Urfi, Bursalı Mehmed Tahir önemli eserler vermiş Melamiler'den sayılıyor. Tekke ve zaviyelerin kapatılmasının ardından tarikatlar ortalıkta kalmayınca Melamilik de başlangıçtaki kimliğini yitirdi. Ancak günümüzde hala Melamiliğin çağa uygun bir şekilde sürüp gittiği görülmektedir. Özlem Yılmaz / Ulaş Yıldız ---------------------------------------------------------------- Tabi bu yazı Melamilik hakkında sadece fikir sahibi olunmak için yazılmış bir yazı. Doğru olmakla birlikte eksikliği pek çoktur. Bunun nedeni, Melamiliğin şu öğretisinden kaynaklanır: Kişi gerçeği kendisi bulur... Bir Melami için kimin inanıp kimin inanmadığı önemli değildir. Mahşerde herkes öncelikle kendi derdine düşecektir, her koyun kendi bacağından asılacaktır. Bundan daha da önemlisi; Kişi içindeki "Hakk"ı kendisi göremedikçe, kimse ona "Hakk"ı öğretemez, gösteremez... O yüzden Melami olmayan hiç kimse Melami olmadan, Melamiliğin ne olduğunu öğrenememiş, Melami olanlarda bu anlayışa sahip oldukları için, Melamiliği "Kendi Çabası İle Hakk'ı Bulamayan Kimseye" anlatmamışlardır ve anlatma gerekğ görmemişlerdir. Dayatmacı, yayılmacı bir zihniyete sahip değillerdir... O yüzden hakkında en az bilgiye sahip olabileceğimiz tek yoldur Melamilik... Bu yazıdan sonra, yine Melamilik hakkında yazılmış, internetten bulabileceğiniz araştırmaları buraya alıntılamaya ve toplamaya çalışacağım ve yeri geldikçe de açıklama yapacağım. Kendi görüşlerimi söylemememin nedeni ise; Bir kimse içindeki bilemedikçe, benim ona içindekini gösteremeyecek olmamdır... Saygılarımla... (A_L_I_N_T_I_D_I_R) -------------------------------------------------- Melamiliğin özellikleri Kınayanın kınamasından korkmamak Hayrı (iyilikleri) gizlemek, yapılan kötülükleri açığa çıkarmak, Nefsi kötülemek Kendini herkesten aşağı görmek ve göstermek Kötülüğü herkesin içinde yapmak, gizlememek -------------------------------------------------- Burada yanlış anlaşılma olmasın diye açıklama yapma gereği duydum... Melamiliğe göre, Peygamberlerde dahil, öncelikle herkes İnsandır... Ve insan yaratılışı gereği hata yapabilir... Hata yapmamak için bir dine, tarikata, inanışa sahip olmamak gerekmiyor... çünkü Hata yapmak kaçınılmazdır. Hz. Muhammed'e bir kısım kimseler "Ey Muhammed, biz senin Kabilendeniz, niye günahsız değiliz?". Hz. Muhammed şöyle söylüüyor: "Eğer siz Günahtan arındırılmış bir kavim olsaydınız, Allah sizi yanınıza alır, biraz daha günahkar kavim yerinize kalırdı"... Yani yaşamın amacı, hatalarla, günahlarlar, sevaplarla, doğrularla yaşayarak Gerçeği Kavramaktır... O yüzden yukarıdaki bir açıklamayı bu açıdan ele almak gerekir... Kötülüğü herkesin içinde yapmak, gizlememek: Bir Melamiden beklenen, elbette ki kötülük yapmamasıdır... Ancak herkes insandır sonuçta. Melamiler kötülük yapamaz, günahsızdırlar, masumdurlar bigi bir inanç yoktur. O yüzden bir melami'de Benliğine yenilip kötülük yapabilir... Ama hiç bir Melami, sinsice, gizliden, tuzak kurarak, pusuya düşürerek, ihanet ederek kötülük yapamaz... Eğer Benliğine yenilip bir kötülük yapacaksa, bunu dışarıdan, hatasını herkesin bileceği, göreceği şekilde yapar... Açıktır bu açıdan... Kötülüğünü gizleyen bir kimse Melami değildir... Ve bir Melami Hayrı gizler... "Sağ elin verdiğini, sol elin görmemesi" bunu ifade eder... Şöhret peşinde değildir Melamiler. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gib ahiret için çalışırlar. Kendiler için en önemli olan şey, başkalarının huzurlu olmasıdır... Başkalarının mutluluğu için çabalarlar... Mevlana'nın çok güzel bir sözü, Melamiliği bu açıdan açıklar: "Hakk'a Hizmet, Halka Hizmet'tir"... Mevlana bu açıdan çok önemlidir. Çünkü O'nun Hakk gördüğü "Semazenlik", çok manalar içermektedir. Öncelikle insanın kendisi "Hakk"tır (Hakk olmak, Allah olmak demek değildir). Ve ilk kıblesi insanın kendisidir. Bununla ilgili açıklama şu linkte vardır: http://www.turkish-media.com/forum/index.p...73829&st=50 Linkteki bilgilerden sonra gelelim Semazenlikteki "Hakk'tan alıp Halka vermek"e... Semazenlikte, yukarıya kalkan elin ayası göğe bakar ve Hakk'tan almayı temsil eder, aşağı inen elin ayası yere bakar ve Halk'a vermeyi ifade eder... Yeni alıntılarla, yeni bilgiler vereceğim... Saygılarımla... (A-L-I-N-T-I-D-I-R) ------------------------------------------ Batı Anadolu'da yaygın ÜÇÜNCÜ dönem Melamileri hakkında bir çalışma yapan araştırmacı- yazar Hasan Fehmi Kumanlıoğlu, Rumeli'nin Türk topraklarından çıkmasının ardından bölgedeki Melami büyüklerinin İstanbul, İzmir, Bursa ve diğer Batı Anadolu illerine yerleştiklerini söylüyor. Kumanlıoğlu, "Herhangi bir bağnazlığa kaçmadan, her anlamda iyi, kendini aşan insan yetiştirmek için çalışıyorlar. İzmir Karşıyaka'da Tasavvuf Kültürünü Araştırma ve Yaşatma Derneği Melamilik anlayışını hala sürdürüyor" diye konuştu. ------------------------------------------ Evet, İzmir'de yaygındır... Ama Karşıyaka'daki bi dernek, asıl merkez sanıyorum başka yerde... Saygılarımla... (A-L-I-N-T-I-D-I-R) ------------------------------------- Şeyh Sıkkini tacı ve hırkasıyla ateşe atladı ABDÜLBAKİ Gölpınarlı, "Melamilik ve Melamiler" kitabında Melamiyei Bayramiye ile ilgili şu bilgiyi veriyor: "Hacı Bayram Veli'den sonra Şeyh Akşemseddin onun makamına oturdu. Bayramiye dervişleri her gün mescide gelirler, halka olurlar ve zikirden sonra da Şeyh Akşemseddin'in elini öperlerdi. Şeyh Emir Sıkkini de, mescide gelir, fakat zikir halkasına girmeyip bir köşeye çekilirdi. Bundan üzüntü duyan Şeyh Akşemseddin, bir gün Emir Sıkkini'ye 'Bizim zikir halkamıza niçin girmiyorsun? Gir, yoksa başından tacını alırım' dedi. Bunun üzerine Şeyh Sıkkini, hepsinin gözü önünde yaktığı ateşe, başında tacı ve sırtında hırkası ile atladı. Kendisine bir şey olmamış, yalnız tacı ve hırkası yanmıştı. İşte o günden sonra Emir Sıkkini'nin müridleri ve halifeleri ne tac, ne hırka giydi." ------------------------------------- Melamilik tüm gösteriş, tantana ve şaşa-a'dan uzaktır. Sadeliği tercih ederler... Tac, hırka, cübbe, çarşaf vs birşey ifade etmez... Bu çıplak gezerler anlamına gelmiyor tabii ki, İslam'ın örtünme kuralına uyarlar ama Türban falan gibi takıntıları yoktur... Bu açıdan da neredeyse Panteist olduğu iddia edilen Hacı Bektaş-ı Veli'nin çok net bir deyişi vardır: Hararet Nardadır Sacda Degil, Keramet Baştadır Tacda Değil, Ne Ararsan Kendinde Ara, Kudüste Mekkede Hacda Degil... Saygılarımla... (A-L-I-N-T-I-D-I-R) --------------------------------- Melamilik ve Melamiler Melamilik, tasavvufa ve tarikatlara karsi, Islamiyetin ilk dönemlerinde ortaya çikan ve yüzyilimiza kadar devam eden bir reaksiyon... Sufilerin bir kisminin "en yüksek makam" saydigi, bir tür gizli inanç sistemi... Sarkiyat biliminin zirvelerinden Abdülbaki Gölpinarli'nin (1900-1982), ilk baskisi 1931'de yapilan "Melamilik ve Melamiler"i bu konuda yazilmis tek eser ve günümüzde de hala tek ana kaynak... Ilk baskisi bugün "nadir" bir kitap olan "Melamilik ve Melamiler"in bu yayini, yazarinin kendi nüshasinin bir tipkibasimi... Gölpinarli'nin yaptigi düzeltmeler aynen korunuyor, sayfa kenarlarina aldigi notlar muhafaza ediliyor ve bunlarin yeni yaziya çevirileri veriliyor... Bir yazarin, Gölpinarli'nin ölümünden sonra da dedigi gibi, "Abdülbaki'den kalan isiklar, daha çok uzun süre, o yollarda dolasmak isteyenleri karanlik labirentlerde tökezlemekten kurtaracaktir..." ---------------------------------- Tahmin edebileceğiniz üzere kendi içine son derece kapalı olan bu İslam Öğretisi hakkındaki Tek Kaynak şimdilik kitap bu kitaptır. Önümüzdeki zamanlarda, bu konuda ikinci bir kitabın çıkması ihtimali de yüksek tabi
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.