enkas tarafından postalanan herşey
-
HAVVADA BU VARLIK AİLESİNİN BİR YÖNÜDÜR ADEMİN KABURGASIIDR
zaten dikkat ederseniz diyanetin tevil edemediği hadis diyorum,ayet demiyorum, lütfen yazıyı önyargısız bir şrkilde okumadan başlığa bakarak hüküm vermeyin rica olunur.
-
ONTOLOJİK AÇIDAN PSİKOLOJİ VE DİN
BU BİR MAKALEDİR,VE BİR MAKALE BÖLÜK PÖRÇÜK SUNULMAMALIDIR HİÇ BİR ŞEKİLDE,BÜTÜNLÜK VE MANA BOZULUR MAKALENİN YAZILIŞ SEBEBİ İSE,gençliğinde darwinden etkilenmiş determinist bir bilim adamı,psikanalizin kurucusu sigmund freuda cevap vermek ve bu konuda oluşacak şüpheleri izale etmekti. maalesef ülkemizde dindarlarda dini takliden savunur,kafirlerde dini takliden karalar..insanımız çok duygusal olduğu vede meseleye çok yönlü değilde sadece bir yönden bakmaya alışık olduğu için,ülkemizde freud'a bakıpta kafir olandan çok turan dursun'a bakıp kafir olan daha fazladır.çok değersiz basit iddialar yüzünden dinimizi kaybedebildiğimiz gibi,akli,bilimsel bir sisteme dayandırmadan kurduğumuz bir din anlayışımız vardır..halbuki din öyle yüksek bir akıl tarafından kurulup oturtulmuş bir sistemdirki,kainatla barışık sistemle entegre olmuş haldedir.ancak bütün kainatı kabza-i tasarrufunda tutan bir üstün akıl tarafından gönderilmiş olabilir. not:sevgili gılgames kardeşim makaleyi yazan abim der ki;bir makale kendi içinde oluşacak tüm sorulara cevap verebilmelidir.makaleyi dikkatli ve önyargısız okursanız görürsünüz.dualarım sizinle,umarım anlarsınız...
-
ONTOLOJİK AÇIDAN PSİKOLOJİ VE DİN
Ve Hacc İbadet insanları yeryüzünün dağınıklığından kurtarıp en dar daireden başlayarak halka halka çeşitli nokta-yı vahdetlerden geçirerek Mutlak Varlık olan Cenâb-ı Hakk’ın Sonsuzluğuna açar, Onun Sonsuz Zâtına insanı, parlak ve güzel bir ayna haline getirir. İnsandaki zararlı duyguları ve hisleri arıtarak onu Cenâb-ı Hakkın isimlerinden birini yansıtacak hale sokar ve insan kudsî bir hal kazanır. Ebedi ve baki bir varlık kazanır. Fıtratındaki beka aşkı, varlık sevgisi, daimilik arzusu tatmin olup, yokluk korkuları, kayıplardan gelen hüzünleri son bulur. İnsan namaz ile bedenine, oruç ile nefsine, kelime-i tevhid ile aklına ve kalbine, zekat ile malına ve mülküne Sonsuzluğun kapılarını açar ve bütün bunları içeren Hacc ile de kâinattaki Sonsuz döngüye katılarak Sonsuzluğ[88] yaşattırır. Makbul bir Haccın geçmişe ait bütün kirleri silmesi bu sırdandır. Cenâb-ı Hakk bütün insanların bu Sonsuzluk provasını yapmaları ve yaşamalarını istediğinden Kur’ân’da Haccı sadece müminlere değil bütün insanlara farz kılmıştır.[89] Hacc bütün insanların bir nokta-yı vahdete yönelerek Cenâb-ı Hakkın Rahîmiyetiyle Rahmâniyetini ve Rahmâniyetiyle de Uluhiyetine ait bilinçleri birleştirip bütün tecelliyât-ı İlâhiyenin amacını gösterir ve gayenin Sonsuza açılmak ve Onu kalb aynasında hissedip yaşamak olduğunu idraktir. Çünkü kalb ayine-i Samed’dir. Samediyet ise Sonsuzluk ve Sonsuz gelişmeyi içerir... Sonuç Cenâb-ı Hakk, hem kendi cemâl ve kemâlini seyretmek için, hem gelişmek isteyen ve bunun için bir imtihan meydanı açılmasını arzu eden istidat çekirdeklerinin inkişafı için bir imtihan yeri olarak bu kâinatı kurmuş ve ondan da arzı seçmiş ve onu, bu imtihan için en uygun şekilde dizayn etmiş. İnsanı da onun kendini geliştirmesine, cüz’î hakikatini küllileştirmesine, varlığına varlık katmasına yardım edecek cihazlarla donatmış ve vahiylerle, ilhamlarla ve peygamberlerle desteklemiş tâ ki yalnızca istidadı iyi olanlar imtihanı kazanmasın, kimseye haksızlık yapılmasın. Evet, kâinat Vâhidiyet-i İlahiye ile kanunlar ve sebepler ile düzenlenmiş ve sistemler halinde, iç içe daireler şeklinde birbiriyle bağlanmış. İnsan ise bu sistemin makro ve mikro planının tam ortasına yerleştirilmiş ve bu iki planı fark edecek bir şuur ile, anlamlandıracak bir akıl melekesi ve benlik ile donatılmış. Kâinatı ve Varlığı anlama anlamlandırma noktasında beşeriyetin ilk zamanlarından bu vakte kadar iki temel akım olmuştur: Felsefe ve Nübüvvet yani beşerî felsefe ve vahiy kaynaklı din... Felsefe, insanların cüz’î bilinçleriyle, kimi zaman gözleme dayalı olarak, kimi zaman sezgisel, kimi zaman da sırf aklî soyutlamalar ile kurulmuş beşerî, dünya ve Varlık görüşüdür. Büyük çoğunluğu sırf dünyevidir, âhireti tanımaz; veyahut da âhireti var kabul etse de hakikati tam kuşatamadığı için yanlış hüküm verir.(90) Oysa Nübüvvet, Küllî İlâhî Bilinç ve Akıl ile, kâinat bilgisayarının belleği ile kalb telefonu vasıtasıyla temasa geçmektir. Ve Ondan bütün zamanlara hitap eden ve fıtratın özünden süzülmüş hakikatlerden meydana gelen vahyi, Varlığın özüne ait olan saf bilgiyi almaktır. Evet, insanlık ta ilk zamanlarından bu vakte kadar ancak vahiy ve onun getirdiği küllî ve fıtrî kanunlar ile sırat-ı müstakime ve varlığın özü olan dengeye gelmiştir.(91) Din, insanın akıl ve kalbini Mutlakiyete bağlamakla küllîleştirmiş ve bireysel bilinçten Evrensel Bilince çıkartarak kâinata, arza, insana ve hadiselere tepeden baktırtarak dar noktalarda boğulmaktan onu kurtarmış ve beşerî felsefenin çözemediği “ Necisin? Nereden geldin ve Nereye gidiyorsun? ” şeklindeki muammalara ikna edici ve doyurucu cevaplar vermiştir. Bu şöyle gerçekleşmiştir: Cenâb-ı Hakk, Tecelli-i Ehadiyet’e ve Cilve-i Samediyet’e bilfiil mazhariyet olan risalet hakikatiyle beşerin aklını Ehadiyet’e mazhar ederek yani onu, şahsî fikir kalıplarından kurtarmakla renksiz, saf bir ayna yaparak küllileştirmiş ve beşerin kalbini ise Samediyet’e yönlendirmekle, onu fani şeylerin tahribatından kurtararak Sonsuzluğa ve Mutlakiyete açmıştır. Din, akıl ve kalbi beraber kullanarak Cenâb-ı Hakk’ı tanıma yolunda ilerlerken, beşerî felsefe ise yalnızca aklı esas almış ve hemen her mevzuda ifrat ve tefrit ile hakikatten uzaklaşmıştır.(92) Akıl, Mutlakiyet’i kuşatamayacağı için din akla, kalbin ve onun ürünü olan vahyin rehberliği altında Cenâb-ı Hakk’ı tanıma yolculuğu yaptırır. Çünkü kalb, ayine-i Samed’dir ve Mutlakiyet’i hisseder ve yaşar. Evet, insan akıl ve kalple Âdem olur. Tek taraflı giden, akıl ve kalbi Tevhid potasında eritmeyen bir sistem kaybetmiştir ve kaybetmeye de mahkumdur. Tevhid’den kopmamamız temennisiyle... * * [88]Muhyiddin-i Arabi’nin Füsûsu’l-Hikem’inde dediği gibi, namaz, Mutlak Varlık olan Hakk’ın Ehadiyet tecellisiyle faaliyetinin üç şekli olan dikey, yatay ve dairesel hareketleri içermekle insana Hakkı yaşattırır. Bütün ibadetleri bünyesinde toplayan Hacc’ın en büyük rükünlerinden birisinin Kabe etrafında tavaf, Arafat ( İrfan ) Dağı’nda geçmiş günahlarından arınmak , Meş’âr-i Haram’da ( Şuur mekanında ) bilinçlenmek olması ubudiyetin insanı hangi bilinç seviyelerine çıkardığını gösterir. Ve bütün bu halleri hakkıyla ancak yaşayan bilir. Evet, “ Hacc-ı şerif asil olarak herkes için küllî bir mertebede ubudiyettir. Nasıl ki bir nefer, bayram gibi bir hususi günde, mareşal dairesinde, bir mareşal gibi padişahın bayramına gider ve lütfuna mazhar olur. Öyle de, bir hacı, ne kadar avam da olsa, mertebeler kat’ etmiş bir veli gibi, bütün yeryüzünün Rabb-i Azîm’i ünvanıyla Rabbine müteveccihtir, bir küllî ubudiyet ile müşerreftir. Elbette, hacc anahtarıyla açılan Rubûbiyetin küllî mertebelerinde ve Hacc dürbünüyle nazarına görünen Uluhiyetin azâmetinin ufuklarında ve şiarlarıyla ( sembolleriyle ) kalbine ve hayaline gittikçe genişlenen ubudiyet daireleri ve Kibriyâ mertebeleri ve ufk-u tecelliyâtın verdiği hararet, hayret ve dehşet ve Rubûbiyetin heybeti Allahu Ekber, Allahu Ekber ile teskin edilebilir. Ve onunla, o görünen inkişaf edip açılmış ve tasavvur edilmiş mertebeler ilan edilebilir...” ( Bediüzzaman Said Nursî, 16. Söz, 4. Şua ) [89]Maide suresi 96. ayet ve Hacc suresi, 26-37. ayetler... (90)Çok büyük bir dahi olmasına rağmen “ haşr-i cismânî ” yi reddeden İbn-i Sînâ bunun en parlak örneğidir. (91)Kur’an’ın, insanları sırat-ı müstakime getirici özelliğinden ve ona tutunanın var olacağından ve ona sımsıkı sarılanın Hakk’a yapışacağından kinaye olarak Cenâb-ı Hakk, Kur’an hakkında: “ O, Hakk’tır, Hakk’ın en kapsamlı görüntüsü ve ism-i A’zamı olan Ehadiyet-i Külliyeye mazhar bir Hakikattir ” diyor. ( Maide suresi, 48. ayet; Hud suresi, 120. ayet ve saire onlarca ayet... ) (92)S. Freud, Totem ve Tabu, Oidipus Kompleksi, Dinin Nevroz Kaynağı Oluşu gibi iddialarında, şahid olduğu bir-iki hadiseden yola çıkarak küllî kaideler oluşturmaya çalışmakla beşerî felsefenin ister-istemez mahkum olduğu ifrat ve tefrite sapmıştır. Beşerî felsefe buna mahkumdur. Çünkü Varlığın özü dengedir ve insana dengeyi öğreten dini, beşerî felsefe reddediyor. Sonuç otomatikman ifrat ve tefrittir. Tarihen de sabittir ki din hiçbir zaman felsefeye tâbi olmamıştır. Bilakis felsefe dine tâbi olmuştur, ve olduğu zaman da insanlık huzurlu ve rahat bir dönem geçirmiştir. Helenistik Dönem ve Abbâsî Dönemi gibi... EYMEN ERDEM AKÇA/09.12.2005
-
ONTOLOJİK AÇIDAN PSİKOLOJİ VE DİN
İhlas ve Samimiyet Yeryüzündeki bütün canlılar ve özellikle insandaki nefs ( id ), lezzet-acı programıyla kodlanmışlar. Nerede acı duyarlarsa oradan kaçarlar, nerede lezzet görürlerse oraya yönelirler.(82) İnsan eğer nefsine hâkim olur da lezzetlerini “ öteler ” ise yani âhirete kaydırıp orası için çalışırsa şahsî kemâlâtı için bir adım atmış olur. Fakat din açısından âhiret ve cennet lezzetlerinden daha mühimi ve daha büyüğü vardır. O da Cenâb-ı Allah’ın rızasını kazanmaktır.(83) Cennet için yapılan ibadet ve kulluk sonuçta nefsânîdir, sınırlıdır, boğucudur ve samimi değildir. Oysa Kur’ân’da “ Dinin Allah’a halis kılınması ”(84) özellikle vurgulanır. Cenâb-ı Hakka müteveccih olmayan kulluk ya lezzet-perestlik veyahut da elem-perestliktir. İşte, din insanı Rahîmiyetten, Rahmâniyet arşı olan Cennet şuuruna çıkardıktan sonra o kişiye daha soyut bir şuur derecesi olan, Uluhiyet tarzında kendini gösteren, Ehadiyet güneşine yol almasını öğütler. Buna dinde ihlas denilir.(85) Lezzetini âhirete öteleyen kul halis bir kuldur, cenneti hedef yapmayan ve Uluhiyete odaklı yaşayan bir kul muhlis bir kuldur. Şahsiyetini Uluhiyetin Küllî Ebedî Bilincinde eriten ve “ Terk-i hestî ”(86) yapan bir kul muhlas bir kuldur. Son hedef “ terk-i terktir. ”(87) İhlas bu gelişme seyriyle insanı Tecelli-i Ehadiyete ve Cilve-i Samediyete mazhar eder. [82]Kur’ân-ı Kerim, cehennem tasvirlerinde ve ceza uyarılarında sıklıkla, “ elîm ” yani acı verici tabiri kullanılmayla, nefsin bu, acıya duyarlılığını ona hatırlatarak, onu, günahlardan ve kötülüklerden uzak tutmaya çalışır. Aynı şekilde, cennet tesvirlerinde “ ve fîha ma teştehîhi’l-enfüsü telezzü’l-a’yün ” ( Orada canların çekeceği, gözlerin bakmaktan lezzet alacağı her şey vardır ) ( Zuhrûf suresi 71. ayet ) ayetinde olduğu gibi “ lezzet ve iştah ” tabirleri kullanılması nefs-i emmâreye, lezzetlerini erteleyip hakiki lezzet diyarını arzulamasına ve onun için çalışmasına yönelik teşviktir. [83]Tevbe suresi 72. ayet. [84]Mesela, Beyyine suresi 5. ayet ve ona benzer yirmiye yakın ayet [85]Din, ihlas ile insanı bütün dünyevî ve uhrevî takıntılardan, obsesyonlardan ve nevrozlardan kurtarırken ve asıl fonksiyonu da bu iken, dindâr insanların nevrotik ve obsesif olması dini iyi bilmemelerinden, kabukla uğraşıp öze inememelerinden kaynaklanır. Öze inmenin yolu ihlastır. İhlassız ubudiyet de makbul değildir. Çünkü riyakârlıktır. Freud’un ‘ din, nevroz yapar ’ şeklindeki tesbiti yanlıştır. Onun tesbiti şöyle olursa doğru olur: “ Yanlış anlaşılan din, nevroz yapar. ” C. G. Jung, bu konuya dair hakikati tesbit etmiş: “ Doğru yaşanılan din nevroz üretmez, bilakis nevrozları tedavi eder. ” [86]Nakşibendîler’in “ terk ” esasına dayalı Hakk’ı tanıma eksenli manevi yolculuklarının üçüncü aşaması “ terk-i hestî ” yani bir buz parçası konumunda olan şahsiyetini, benliğini Küllî İlâhî Benlik Okyanus’unda eritmektir. Yani varlığından geçmektir [87]Asıl gaye, kişinin, “ Ben, Hakk için bir şey yaptım ” iddiasını da unutup mutlak acz ve fakra ulaşmaktır. Yani her şeyin, her şeyini yapan ve yapabilen ve tek yapabilecek olan ancak Hakk’tır, şuuruna ermek... “ Vallâhu hàlakakum ve ma ta’melûn ” ( Saffât suresi 96. ayet ) EYMEN ERDEM AKÇA
-
ONTOLOJİK AÇIDAN PSİKOLOJİ VE DİN
Dinin Mahiyeti ve Fıtrat Kâinat ve yeryüzü Cenâb-ı Hakk’ın Vâhidiyeti ile koyduğu ve hassas bir dengeden ibaret olan fıtrat üzere hareket eder. Her bir faaliyet ve her bir varlık bu denge üzeredir. Yeryüzünde, kapsamlı bir rahmet olmakla beraber, sınırsız bir adalet de vardır. Sonsuz bir cömertlik olmakla beraber her bir şey iktisatlı şekilde yapılır. Bu hakikatler birbirlerini dengelerler ve varlıkları birbirine zıt değildir. İnsan, yeryüzündeki bu kuşatıcı ve her şeyi hükmü altına alan bu fıtrattan süzülmüş olarak gelen Kur’ân-ı Kerim’in gösterdiği rota ile, ancak bu umumi düzene ayak uydurabilir ve yeryüzünde huzur ve sükûnet içinde yaşayabilir. Dinin her bir emri ve yasağı insanı sırat-ı müstakime getirmeye yöneliktir. Mesela Ankebût suresi ayet 28: “ Göz ile görülebilen bir hakikattir ki hakkıyla kılınan bir namaz insanı aşırılıklardan ve noksanlıklardan engeller. Ona dengeyi gösterir.” Sırat-ı müstakim Cenâb-ı Hakk’ın isimleri ve sıfatlarıyla tecelli ettiği yerdir.(76) İnsan, Cenâb-ı Hakka ve Onun her biri insanı ebediyete açan emir ve yasaklarına tâbi olmalı. Aksi halde sınırsız hissiyatının getirisi olan geçmiş zamanın hüzünlerinden ve gelecek zamanın korkularından kurtulup rahat bir nefes almadan dünyadan göçüp gidecek. Din fıtrattan ibarettir. Cenâb-ı Hakk katında da din ancak bu sırat-ı müstakim olan yani madde ile manayı, gayb ile şehâdeti, ruh ile bedeni birleyen ve bir gösteren İslam’dan ibarettir ve tek din ve hatta din odur. İnsan, Kur’ân’a tabi olduğunda, o zaman Rahîmî, Rahmânî, İlâhî üç bilinç irtibata geçer ve insan hâliyle ve kavliyle Bismillahirrahmânirrahîm der. Kainat ağacının meyvesi olan insanın kalbi bu bağlantının kurulması ile yeşerir ve mânâ alemlerinde, gayb ve misal alemlerinde dallanır, budaklanır ve böylece insandan beklenilen gaye tahakkuk etmeye başlar.Evet, fıtrat, maddi ve manevi yapının eseridir ve hangi sistem ve fikir olursa olsun, bu yapıyı beraber ele almazsa dengesizlik etmiş ve sırat-ı müstakîmden cehenneme yuvarlanmış olur. Hiçbir beşerî felsefe tek başına insana bu dengeli hali bu zamana kadar temin edememiş, hep yolda kalmıştır. Felsefe tarihi buna şahittir. (76)Hatta sırat-ı müstakîmin Varlık açısından ehemmiyetini ifade eden şu ayet çok çarpıcıdır: “ İnne rabbî alâ sıratın müstakîm ” ( Göz ile görülebilen bir hakikattir ki Rabbim sırat-ı müstakîm üzeredir, her bir şeyi dengeli yapar ve dengede tutar. ) ( Hud suresi 56. ayet ) İmtihan ( Diyalektik ) Hakikati ve İbadet Kâinat Cenâb-ı Hakk’ın Celâlî ve Cemâlî isimleriyle kurulmuş bir sistemdir. Ve bu isimlerin çarpışması ile bu sistem işler. Bediüzzaman Said Nursî, sistemin niçin kurulduğunu ve nasıl işlediğini ve sonucun ne olacağını şöyle ifade eder: “ Şu kâinata dikkat edilse görünüyor ki, içinde iki temel element var ki her tarafa uzanmış kök atmış: Hayır-şer, güzel-çirkin, yarar-zarar, kemal-noksan, ışık-karanlık, hidayet-dalalet, nur-nar, iman-küfür, tâat-isyan, havf-muhabbet gibi eserleriyle, meyveleriyle, şu kâinatta zıtlar birbiriyle çarpışıyor, daima başkalaşma ve değişmelere mazhar oluyor. Başka bir âlemin mahsullerinin tezgâhı hükmünde çarkları dönüyor. Elbette, o iki unsurun birbirine zıt olan dalları ve neticeleri ebede gidecek, merkezileşip birbirinden ayrılacak, o vakit Cennet-Cehennem suretinde tezahür edecektir. Madem beka alemi, şu fanilik aleminden yapılacaktır. Elbette, temel elementleri bekaya ve ebede gidecektir. Evet, Cennet-Cehennem, maddi yaratılış ağacından ebed tarafına uzanıp eğilerek giden dalının iki meyvesidir ve şu oluşumlar silsilesinin iki neticesidir ve şu fiillerin ve işlerin oluşturduğu selin iki mahzenidir ve ebede karşı cereyan eden ve dalgalanan mevcudatın iki havuzudur ve lütuf ve kahrın iki tecellî yeridir ki, İlahî kudret bir şiddetli hareket ile kâinatı çalkaladığı vakit, o iki havuz münasip maddelerle dolacaktır. Şu remizli nüktenin sırrı şudur ki: Hakîm-i Ezelî, daimi mana üreticilikle ve ezelî hikmetinin gereğiyle, şu dünyayı, tecrübeye mahal ve imtihana meydan ve Esmâ-i Hüsnâsına ayna ve kader ve kudret kalemine sayfa olmak için yaratmış. Ve tecrübe ve imtihan ise, neşvünemâya ayine olup büyüyüp gelişmeye sebeptir. O neşvünemâ ise, istidatların yani potansiyel yeteneklerin inkişafına ve açılmasına sebeptir. O inkişaf ise, kabiliyetlerin tezahürüne sebeptir. O kabiliyetlerin tezahürü ise, nisbî hakikatlerin ortaya çıkışına sebeptir. Nisbî hakikatlerin ortaya çıkışı ise, Haşmetli Sânatkârın Esmâ-i Hüsnâsının tecellilerinin nakışlarını ve kodlarını göstermesine ve kâinatı Ehadiyet ve Samediyet-i İlahîsiyle yazılmış mektuplar suretine çevirmesine sebeptir. İşte, şu imtihan esprisi ve teklif sırrıyladır ki, yüce ruhların elmas gibi cevherleri, sefil ve alçak ruhların kömür gibi maddelerinden arınır, ayrılır. İşte, bu bahsettiğimiz sırlar gibi daha bilmediğimiz çok ince, âli hikmetler için, âlemi bu surette irade ettiğinden, şu âlemin başkalaşmasını ve halinin değişmesini dahi o hikmetler için irade etti. Hal değişikliği ve öz değişikliği için zıtları birbirine hikmetle karıştırdı ve karşı karşıya getirdi. Zararları menfaatlerle kaynaştırarak, şerleri hayırlara sokarak, çirkinlikleri güzelliklerle birleştirerek, hamur gibi yoğurarak, şu kâinatı değişme ve başkalaşma kanununa ve hal değiştirme ve tekâmül ( evrim ) düsturuna tâbi kıldı. Ne zaman ki imtihan meclisi kapandı. Tecrübe vakti bitti. Esmâ-i Hüsnâ hükmünü icra etti. Kader kalemi, mektuplarını tamamıyla yazdı. Kudret, san'at nakışlarını tamamladı. Mevcudat, vazifelerini ifa etti. Mahluklar, hizmetlerini bitirdi. Her şey mânâsını ifade etti. Dünya, âhiret fidanlarını yetiştirdi. Zemin, Kudretli Sânatkârın bütün kudret mucizelerini, bütün san'at harikalarını teşhir edip gösterdi. Şu fanilik âlemi, sermedî ve zamünlarüstü manzaraları teşkil eden levhaları zaman şeridine taktı. O Celalli Sanatkârın zamanlar üstü hikmeti ve ezelî mana üreticiliği, o imtihan neticelerini, o tecrübenin neticelerini, o Esmâ-i Hüsnânın tecellîlerinin hakikatlerini, o kader kalemi mektuplarının hakikatlerini, o nümune misali san'at nakışlarının asıllarını, o mevcudat vazifelerinin faydalarını, gayelerini, o mahlûkların hizmetlerinin ücretlerini ve o kâinat kitabının kelimelerinin ifade ettikleri mânâların hakikatlerini ve istidat çekirdeklerinin sünbüllenmesini ve bir büyük mahkeme açılmasını ve dünyadan alınmış misalî manzaraların gösterilmesini ve zâhirî sebeplerin perdesinin yırtılmasını ve her şey doğrudan doğruya Celalli Hàlık’a teslim edilmesi gibi hakikatleri iktiza etti, gerektirdi. Ve o zikredilen hakikatleri iktiza ettiği için, kâinatı başkalaşma ve fanilik sıkıntısından, hal değiştirme ve geçicilikten kurtarmak ve ebedîleştirmek için, o zıtların tasfiyesini istedi ve başkalaşmanın esbabını ve dağınıklıkların sebeplerini ayrıştırmak istedi. Elbette kıyameti koparacak ve o neticeler için tasfiye edecek. İşte, şu tasfiyenin neticesinde Cehennem ebedî ve dehşetli bir suret alıp, taifeleri “ Vemtâzu’l-yevme eyyühe’l-mücrimûn ” (77) ( Sizler, ayrılın, ey mücrimler ) tehdidine mazhar olacak; Cennet ebedî, haşmetli bir suret giyerek, ehil ve ashabı “ Selâmun aleyküm tıbtüm fedhulûha hàlidîn ”[78] ( Size selâm olsun. Buraya ter temiz geldiniz. Ebediyen kalmak üzere girin Cennete ) hitabına mazhar olacak. Ve ayrıca Ezelî Hakîm, şu iki hanenin sekenelerine, kusursuz kudretiyle ebedî ve sabit bir vücut verecek ki, hiç çözülmeye ve başkalaşmaya ve ihtiyarlığa ve dağılmaya maruz kalmazlar. Çünkü dağılmaya sebebiyet veren başkalaşmanın sebepleri bulunmaz. ” ( Sözler, 29. Söz ) İbadet, insanı bu fırtınalı harp meydanı olan, zıtların çarpıştığı yeryüzünde pişirip güç depolatır ve imtihanını iyi verebilmesi yolunda ona yardımcı olur. Kabir ve haşirde ve sonraki yolculuğunda ona azık ve nur olur. İbadet böyle bir imtihan salonunda Bediüzzaman’ın ifadeleriyle insana şunu sağlar: “ İnsan, yaratılış ağacının meyvesi olduğundan, meyve gibi en uzak ve en kapsamlı ve umuma bakar ve umumun vahdet cihetini içinde saklar bir kalb çekirdeğini taşıyan ve yüzü kesrete, fenâya, dünyaya bakan bir mahlûktur. Ubudiyet yani kulluk ise, onun yüzünü fenâdan bekaya, halktan Hakka, kesretten yani çokluktan vahdete yani birliğe ve tekliğe, yaratılış ağacının sonundan başlangıcına çeviren bir vuslat ipi, yahut başlangıç ( mebde’ ) ve son ( münteha ) ortasında bir kavuşma noktasıdır. Nasıl ki, tohum olacak kıymettar şuur sahibi bir meyve, ağacın altındaki ruh sahiplerine baksa, güzelliğine güvense, kendini onların ellerine atsa veya gaflet edip düşse, onların ellerine düşecek, parçalanacak, âdi birtek meyve gibi zayi olacak. Eğer o meyve, dayanak noktasını bulsa -ki bu dayanak noktası Uluhiyet ile ifade edilen ilk tecelli-i vahdettir- içindeki çekirdek bütün ağacın vahdet cihetini tutmakla beraber, ağacın bekasına ve hakikatinin devamına vasıta olacağını düşünebilse, o vakit o tek meyve içinde birtek çekirdek, bir hakikat, daimi küllî bir hakikate, bir bâki ömür içinde erişir. Öyle de, insan, eğer kesrete dalıp, kâinat içinde boğulup, dünyanın muhabbetiyle sersem olarak fânilerin tebessümlerine aldansa, onların kucaklarına atılsa, elbette nihayetsiz bir kayba düşer. Hem fenâ, hem fâni, hem ademe düşer. Hem mânen kendini idam eder. Eğer Kur'ân'ın dilinden kalb kulağıyla iman derslerini işitip başını kaldırsa, vahdete müteveccih olsa, ubudiyetin miracıyla kemâlât arşına çıkabilir, bâki bir insan olur.”(79) Yani kulluk insanı Mutlak Varlık olan Cenâb-ı Hakk’ın vahdet tecellisine mazhar eder ve bu tecelliye mazhar olan baki bir varlık kazanır. Kalbindeki aşk-ı beka tatmin olur. İbadet, insanı bir nokta-yı vahdete çevirir ve ona odaklanmakla ancak kalp çekirdeği filizlenir. Çünkü, insanın kalb çekirdeği nefis kabuğu tarafından kuşatılmış haldedir. Bunun çatlatmanın tek yolu eğer kız ise Ehadiyet arşı olan Uluhiyete ihtiyacını hissetmek ve Ondan şefkat beklemek, erkek ise Samediyet arşı olan Rahmâniyete yönelmekle ihtiyacını hissetmek ve dıştaki mükemmelliklere odaklanmak ve ona ulaşmak için kabuğundan çıkmaya çalışmaktır. Ancak o zaman kalb çekirdeği çatlar ve insan kalbi kendisini ayine-i Ehad-i Samed yapacak konuma ulaşır. İnsanlığın ilk zamanlarından bu yana Cenâb-ı Hakk insanları hep bir nokta-yı vahdete yönlendirmiş ta ki kalplerindeki çekirdek, kesrette ve toplulukları da vahşette dağılmasın. İlk zamanlar bunu putlar ile yapmış ve buna müsaade etmiş.[80] Çünkü o zamanlar insanların zihin yapısı iptidai idi. Sonra gelişince soyuta, manaya açılmaya başlayınca Hazret-i Nuh ile başlayan peygamberler silsilesini gönderdi. Bu iptidai dönemde insanları nokta-yı vahdete çevirmede kadın kullanıldı. Çünkü kadın yüzü güzelliğin göründüğü yerdir. Yani Cenâb-ı Hakk’ın cemâlinin aynasıdır. Cemâl ise tecelli-i vahdetin eseridir. Bu yüzden Cenâb-ı Hakk, ilk insanlarda anaerkilliğe izin verdi.[81] Hatta ilk zamanki insanların putları ve Kur’an’ın geldiği Câhiliye toplumunun putlarının çoğunluğu kadın suretindeydi. Zihinler geliştikçe Cenâb-ı Hakk Peygamberler ile onları hakiki manasıyla soyut olan vahdete adım adım yönlendirmek için kıble tayini yaptı. Kıble müminlerin yöneldikleri nokta-yı vahdettir. Bir semboldür. Ona yönelerek Cenâb-ı Hakka kullukta bulunulur. Allah ismi, Cenâb-ı Hakk’ın ilk tecelli-i vahdetidir. Mutlakiyeti zihinler kavrayamayacağı ve Mutlak bir Zâtı tahayyül edemeyip ona kullukta bulunamayacağı için Cenab-ı Hakk ilk tecelli-i vahdeti olan Uluhiyetine insanları yönlendirir ve Uluhiyet perdesinden kullarının teşekkür ve ibadetlerini alır. Uluhiyet kainattaki Vâhidiyet tarzındaki Celâlî ve Ehadiyet tarzındaki Cemâlî tecellilerin -ki kadın yüzündeki güzellik bu Ehadiyet tecellisinin eseridir- vahdet potasında eritildiği kemal noktasıdır. Ubudiyet insanı cemâl şuurundan bir ileri mertebe olan kemâl şuuruna götürür. Varlığın, sınırlı dahi olsa mükemmel olduğunu, kainatın bütün olarak kusursuz olduğunu insana öğretir, gösterir ve yaşattırır. (77)Yasin suresi 59. ayet [78]Zümer suresi 73. ayet (79)Sözler, 24. Söz, 5. Dal, 5. Meyve... [80]Bakınız, Muhyiddin-i Arabî, Füsûsu’l-Hikem, Hazret-i Nuh Fassı... [81]Freud’un kendisi bir Yahudi olmasına rağmen ve Yahudilerde hala bu anaerkilliğin devam ettiği de nazara alınırsa acaba o, nasıl oldu da ısrarla ilk insanların ataerkil olduğunu iddia edebildi şayan-ı hayrettir. Yahudilerin bu anaerkilliği Tevrat’a dayalı bir sistem değildir. Çünkü bütün vahye dayalı dinler ataerkilliği esas alırlar. Anaerkillik somutçu nefsânî güzelliği hedef tutarken, vahye dayalı ataerkillik insana kalbî, ruhânî, aklî soyut kemâlât ve cemâli hedef kılar ve ona doğru yol aldırır. EYMEN ERDEM AKÇA
-
ONTOLOJİK AÇIDAN PSİKOLOJİ VE DİN
Beşer-İnsan ve Âdem Hakikatleri Kur’ân-ı Kerim’de insanı anlatırken, onun maddi cihetinden bahsettiği zaman yani onun yiyen içen bir varlık olduğundan, onun Rahîmiyet’inden bahsedildiği zaman ondan “ beşer ” olarak bahsedilir.(49) Fakat insanın madde ve manaya mazhariyetinden bahsedilen yani Rahmânî bilincinden bahsedilen noktalarda ondan “ insan ” diye bahsedilir.(50) İnsanın melekî yani soyut hakikatlerin esas olduğunu bilen ve ona göre yaşayıp hayatını bu İlâhî hakikatlere küllî çapta ayna kılan boyutundan bahsedince ondan “ Âdem ” diye bahseder, ve onu halife-i İlâhî olarak yani Uluhiyet aynası olarak nazara sunar.(51) Kur’ân-ı Kerim’de bu kelime seçimleri çok mühimdir. Bediüzzaman Said Nursî, insan benliğini tarif ederken bu kelimeleri şöyle kullanır: “ Demek ene ( benlik ), ayna-misal ve vahid-i kıyasî ( kıyaslama birimi ) ve âlet-i inkişaf ( gelişme vesilesi ) ve mânâ-yı harfî( harfe dayalı manada ) gibi, mânâsı kendinde olmayan ve başkasının mânâsını gösteren, vücud-u insaniyetin ( insanlık mahiyetinin varlığının ) kalın ipinden şuurlu bir tel ve mahiyet-i beşeriyenin ( beşerlik yapısının ) hullesinden ( elbisesinden ) ince bir ip ve şahsiyet-i Âdemiyetin ( Âdemlik kişiliğinin ) kitabından bir elif'tir ki, o elif'in iki yüzü var…” ( Sözler, 30. Söz, Ene Bahsi.) Kur’ân-ı Kerim’de bahsedilen Âdem ve Havva hakikatleri insanlığın kolektif kişiliği ile ilgili iki şahs-ı manevidir, gaybîdir. Her bir kadın, Havva’dır; her bir erkek, Âdem’dir. Aksi halde, hem Âdem’i peygamber veyahut Cenab-ı Hakk’tan kelimeler alan ilhama mazhar bir şahsiyet kabul edip sonra da onu A’raf suresi 189-190. ayetlerin hükmü gereği “ müşrik kabul etmek ” gibi bir çelişkiye düşmek söz konusu olur. Ayrıca Bakara 213. ayette belirtildiği üzere ilk zamanlar insanlar bir ümmet halinde bir sınıftı. Daha sonra aralarında çeşitli sebeplerden dolayı ihtilaflar çıkınca peygamberler gönderildi ve Nisa Suresi 163-4. ayetlerinde bu peygamberlerin gönderilişi şöyle anlatılır: “ Muhakkak biz, Nuh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik. İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a, torunlarına, İsa'ya, Eyyûb'a, Yunus'a, Harun'a ve Süleyman'a da vahyettik. Davud'a da Zebur'u verdik. Daha önce sana anlattığımız peygamberlerle, anlatmadığımız başka peygamberlere de ( vahyettik ). Ve Allah Musa ile de konuştu.” Kur’ân-ı Kerim’de ve diğer kutsal kitaplarda Âdem ve Havva ile ilgili anlatılan hakikatlerin tamamı insan türü ile ilgilidir. Gayb âleminde nasıl ki her bir türün temsilcisi olan şahs-ı manevi vardır.(52) Aynen öyle de insanlığın bir şahs-ı manevisi yani kolektif kişiliği vardır ve ismi de Âdemdir.(53) Hadis-i şerifin tabiriyle “ bütün dilleri bilen, 60 metre uzunluğunda ( ortalama ömrü anlatır )(54) 7 metre omuz genişliğindedir. ( ki insandaki temel 7 duyuyu ifade eder ) Sağ yanında cennetlik çocukları vardır, onlara bakar sevinir; sol yanında cehennemlikler vardır, onlara bakar üzülür. ”(55) Meleklerin Âdem’e secde meselesini, şeytanın bundan kaçınmasını ve Âdem’e bütün isimlerin öğretilmesini Bediüzzaman Said Nursî şöyle açıklar: “ Kur'ân-ı Hakîmde çok cüz’î hadiseler vardır ki, her birisinin arkasında bir küllî düstur saklanmış ve bir umumî kanunun ucu olarak gösteriliyor. Nasıl ki, “ Âdem'e bütün isimleri öğretti ” ( Bakara Suresi 33. ayet ) Hazret(56)-i Âdem'in meleklere karşı hilâfet kabiliyeti için bir mucizesi olan tâlim-i esmâdır ki, bir cüz'î hadisedir. Şöyle bir küllî düsturun ucudur ki: Beşer türüne istidadının kapsamlılığı cihetiyle tâlim olunan hadsiz ilimler ve kâinatın türlerini kuşatıcı pek çok fenler ve Hâlık’ın fiillerine ve sıfatlarına şâmil kesretli marifetlerin tâlimidir ki, beşer türüne, değil yalnız melâikelere, belki semâvât ve arz ve dağlara karşı en büyük emanet olan benliği yüklenmek dâvâsında bir rüçhaniyet, üstünlük vermiş; ve bütünüyle arzın bir halife-i mânevîsi olduğunu Kur'ân anlattığı gibi, “ melâikelerin Âdem'e secdesiyle beraber Şeytanın secde etmemesi ” olan gayb aleminde geçen cüz’î hadise, pek geniş, gözle görünen küllî bir düsturun ucu olduğu gibi, pek büyük bir hakikati ihsas ediyor, hissettiriyor. Şöyle ki: Kur'ân, şahs-ı Âdem'e(57) melâikelerin itaat ve inkıyadını, boyun eğmelerini ve Şeytan’ın büyüklenmesini ve kaçınmasını zikretmesiyle, beşer türüne kâinatın ekser maddî türleri ve türlerin mânevî temsilcileri ve sorumluları hizmetkâr olduklarını, hizmet ettiklerini ve beşer türünün duygularının bütün istifadelerine yatkın ve boyun eğdirilmiş olduklarını düşündürtmekle beraber; o türün istidatlarını bozan ve yanlış yollara sevk eden şerli maddeler ile onların temsilcileri ve o şeylerin içinde oturan pis sakinleri o beşer türünün kemâlât yolunda ne büyük bir engel, ne müthiş bir düşman teşkil ettiğini ihtar ederek, Kur'ân-ı Mu'cizü'l- Beyan, birtek Âdem ile cüz'î hadiseyi konuşurken, bütün kâinatla ve bütün beşer türüyle bir ulvi konuşma yapıyor.” Âdem ve Havva’nın şeytan tarafından kandırılmasında şöyle külli hakikatler var: Taha suresinde Şeytan’ın onları “ şecere-i huld ve mülk-ü layebla ” ile yani ebedilik ağacı ve yıkılmaz bir saltanat ile kandırdığı ifade edilir. Bunun iki yönü var: İnsan nefsi, somutçudur. Ondaki âcizliği o, nesil çokluğuna dayanmayla ve fakirliğini de yıkılmaz bir dünyevi saltanat elde etmeyle gidermeye çalışır. Oysa ki bunlar şeytanın insanı kandırdığı sahte tatmin şekilleridir. İnsan ontolojik olarak acizdir. Ondaki âcizliği ontolojik olarak kimse gideremez. Onun fakirliği yani her şeye muhtaç oluşu yine ontolojik bir hadisedir. Onun aczini ancak Ehadiyet Güneşi, fakrını ancak Samediyet cenneti doyurur. Yoksa yok.[58] İkinci olarak, insan fıtratında ciddi, sarsılmaz bir beka aşkı var. Bu beka aşkı kendisini farklı şekillerde tezahür ettirir. Erkek, kendisini âciz görmediği(59) için zanneder ki onun ihtiyaçlarını karşılayıp fakrını gideren sarsılmaz bir saltanat ve mülk elde ederse o bakileşir. Bundan dolayı şeytan onu mülk-ü baki arzusuyla kandırır. Evet, bir çok erkek ( Firavun(60) ve Nemrud gibi ) sarsılmaz saltanat sahibi oldular ama Cenâb-ı Hakk onlara unuttukları âcizliklerini bir karınca ve sivrisinek ile hatırlattı. Kadın ise kendini fakir görmediğinden aczini giderecek erkek evladı(61) arzular ta ki sırtını ona dayayıp bakileşsin. Fakat, umduğunun tam tersi olur ve bir çok kadın(62) erkek evladının tokadını yer. Evet, Cenab-ı Hakk insan neyi put yaparsa o şey ile onun kalbini kırar. Din, nefsin, bu dünyevi mülk ve evlat arzusunu kudsiyet potasında eritir ve “ yetiştirilen salih evladın yaptığı hasenelerin öncelikle annesinin amel defterine yazılacağını ve salih evladı olanın amel defterinin o kadın öldükten bile sonra kapanmayacağını ”(63) ifade ederek kadının böylece hayır cihetiyle ebedileşebileceğini anlatır. Erkek için de elde ettiği mülkten, vereceği zekat, sadaka gibi hayırların onun için “ bire on, bire yüz, bire yedi yüz ve daha fazla veren buğday başakları haline geleceğini ” ayetle(64) ve hatta “ vakfedilen bir malın veya bir hayrın kişi öldükten sonra bile amel defterine sevap yazdıracağını ”(65) ifade etmekle erkek nefsinin mülk arzusu böylece hem karşılanmış hem de ebedi bilinç olan beka ile bağlantısı kurulmuş olur.(66) Evet insanda evrim sürecinin eseri olarak üç temel boyut var ve her bir boyutun ifrat-tefrit-vasat olmak üzere üçer boyutları var. Her bir boyut sırasıyla insandaki beşerî, insânî ve Âdemî boyutlara bakıyor. Evet insan, beşeriyet cihetiyle yiyen, içen ve diğer canlılar gibi üreyen bir varlıktır. Hem de hayvanlar gibi binlerce çeşit hissiyata sahiptir hem ayrıca melekler gibi çeşitli soyut hakikatleri idrak etmesine ve yaşamasına vesile olan özellikleri de vardır. Şöyle ki: Kuvve-i Şeheviye(67)>>Fısk ve fücur[68] [İfrat( Aşırılık)], İffet [Vasat(denge)], Humud(69) [Tefrit(noksanlık)] Kuvve-i Gadabiye>> Tehevvür(70) [İfrat( Aşırılık)], Şecaat [Vasat(denge)], Cebanet(71) [Tefrit(noksanlık)] Kuvve-i Akliye>> Cerbeze(72) [İfrat( Aşırılık)], Hikmet(73) [Vasat(denge)], Gabavet(74) [Tefrit(noksanlık)] Kur’ân ve bütün vahiyler insanı vasata, dengeye ve bunların anlattığı hal olan sırat-ı müstakime getirir ve bu yol cennete dek uzanır. Bu yolun sağı “ mağdûb ” ( aşırı gidip ekolojik sistemin ve ilahi bilincin gazabına uğrayanlar ), yolun solu ise “ dâllîn ” ( verilen nimetlerden istifade etmeyip, onları israf edip sistem tarafından dışlananlar) yoludur.(75) (49)Mesela: “ De ki: Ben de sizin gibi ancak bir beşerim. Ne var ki. Bana ilahınızın ancak bir İlâh-ı Vâhid olduğu vahiy olunuyor. Onun için her kim Rabbine kavuşmayı arzu ederse iyi amel işlesin ve Rabbine yaptığı ibadette hiç kimseyi ortak etmesin. ” ( Kehf suresi 110. ayet ) ve “ Sen de bizim gibi bir beşerden başka nesin? ” ( Şuara suresi 186. ayet ) ve saire onlarca ayet... (50)İnsanın gayb alemine açıldığı pencereleri olan Kur’ân ve beyanın ona öğretildiğinden bahsedilen surenin isminin Rahman suresi olması ve orada da insanın bunlarla ancak insan olacağını anlatma sadedinde şöyle denilmiş: “ Rahmân, Kur’ân’ı öğretti. İnsanı halk etti, kudretine ilim ve iradesiyle şekil verdi, onu Rahmâniyet’ine ayna kıldı. Ona beyanı yani düzgün konuşmayı, kendini anlatabilmeyi öğretti. ” ( Rahmân suresi, 1-4. ayetler ) Bu hakikatlerin Rahmâniyet-i İlahiye’nin anlatıldığı Rahman suresinde ifade edilmesi, bunların Rahmânî bilinç ve ekolojik denge vasıtasıyla yapıldığına işaret eder. Sonra “ Rahmân, insanı, pişmiş bir çamura benzeyen bir balçıktan ve cinleri de halis ateşten halk edip şekillendirerek Rahmâniyet’ine ayna haline getirdi. ” diyerek verilen nimetin kıymetini bilmeleri sadedinde şu uyarıda bulunur: “ Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz? ”. ( Rahmân suresi, 14-16. ayetler ) (51)“ Sizi yarattık, sonra size biçim verdik, sonra da meleklere: ‘ Âdem’e secde edin ’ dedik; hepsi secde ettiler, yalnız İblis, secde edenlerden olmadı. ” ( A’raf suresi 11. ayet ) ve “ Bir zamanlar Rabb’in meleklere: ‘ Ben, yeryüzünde bir halife yapacağım ’ demişti. ( Melekler ): ‘ A!.. Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yapacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz ’ dediler. ( Rabb’in ): ‘ Ben, sizin bilmediklerinizi bilirim. ’ dedi. Ve Âdem’e isimlerin hepsini öğretti, sonra onları meleklere gösterip: ‘ Haydi davanızda sadıksanız bana şunları isimleriyle haber verin ’ dedi. Dediler ki: ‘ Sübhan’sın sen ( ya Rab! ). Bizim, senin bize öğrettiğinden başka bir bilgimiz yoktur. Hakikat şu ki sen her şeyi bilen Alîmsin, her işi hikmetle yapan Hakîmsin. ( Allah ): Ey Âdem, bunlara onları isimleriyle haber ver. ’ dedi. Bu emir üzerine Âdem onlara isimleriyle onları haber verince, ( Allah ): ‘ Ben, size, ben semavâtın ve arzın gayblarını bilirim, sizin açıkladıklarınızı da, içinizde gizlediğinizi de bilirim ’ dememiş miydim? ’ dedi. Ve o zaman meleklere: ‘ Âdem’e secde edin! ’ dedik, hemen hepsi secde ettiler. Yalnız İblis dayattı, kibrine yediremedi, inkarcılardan oldu. ’ ( Bakara suresi 30-34. ayetler ) ve benzeri onlarca ayet... (52)Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, 14. Söz, 3. Sual ve Muhâkemât, 2. Mes’ele ve saire... (53)Kadın ve erkeklerden müteşekkil bir topululuktan, Arapça’da, erkekler şeklinde bahsedilir. Âdem’e secde hadisesinde, kadınlar, manen Âdem oldukları için ayrı bir secdeye gerek kalmamıştır. Temsil makamında, din açısından, erkekler bir derece önde olduklarından, insanlığın şahs-ı manevisi gayb aleminde Âdem olarak tecessüm etmiştir. (54)Gayb literatüründe, “ boy uzunluğunun, ömür manasına geldiğine ” dair bakınız, Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 8. Söz ) (55)Bakınız, Sahih-i Buhârî... (56)Hazret, Cenâb-ı Hakk’ın Ehadiyetiyle, ilim-irade-kudretiyle hazır olduğu, kendisini gösterdiği makam demektir. Hazret-i Âdem tabiri ise Âdem olarak görünen Cenâb-ı Hakk’ın görüntüsü demektir. (57)Gayb âleminde, bu bizim alemde olan soyut hakikatler somut olarak temessül ederler, şahsiyet giyerler. Âdemiyet, soyuttur ve soyuta dayanarak yaşamak demektir. Fakat gayb aleminde, kavram olan Âdemiyet şahsiyete bürünür, görülür ve melekler ona secde ederler. [58]Ayette, şecere-i huld’ün daha evvel zikredilmesi, aczi dolayısıyla ve fıtratındaki çocuk sevme arzusunun gereği, kadının, erkeği bu bilinç ağacından yemeye sevk ettiğine işaret eder. Çünkü kadın, erkekten daha önce ergenliğe ulaşır. Erkeğin arzusu ise mülk-ü lâyeblâdır. Çünkü onda fakr baskındır ve bu hiç değişmez. Kısacası şeytan Havva modelinde bütün kadınları çocuk hayaliyle ve Âdem modelinde bütün erkekleri de yıkılmaz saltanat ile kandırır. Bilfiil görüyoruz. (59)Müşriklerin ve müşrik filozofların, benliklerindeki bu zâtî aczlerini görmek istemediklerini ifade noktasında Kur’ân-ı Hakîm, onların hayallerinde kurdukları sistemler veyahut ilah modellerinin bile ele geçirilebilen, pasif ve edilgen ilahlar olduğunu anlatmak için Onların taptıkları üç put olan Lât, Uzza ve Menâtın ismini zikreder. ( Üç isim sırasıyla, insandaki melekî, hayvanî ve bitkisel bilinç seviyelerinin sarsılmaz arzularının pasifize edilmiş halini simgeler: Mutlak Varlık, Sınırsız Özgürlük ve Sonsuz rızık ) ( Necm Suresi, 19-20. ayetler ). Ve bunların ontolojik bir hakikatleri olmadığını, müşriklerin hayallerindeki sistem ve put isimleri olduğunu söyler. Ayrıca, müşriklerin, ontolojik olarak kendilerini faal gördüklerinden, başka birisinin etkinliğini kabul etmeme noktasında, meleklere onların pasifliklerini ifade eden “ kız isimleri ” taktıklarını, bunları yapmalarının tek sebebinin de âhirete inanmamaları olduğunu söyler. ( Necm suresi 27-8. ayetler ) Çünkü, eğer ki Cenâb-ı Hakk, Ehad ise, faaldir ve faal ise her şey âhirete doğru akıyor ve âhireti anlatıyor, demektir. Eğer âhiret varsa, melekler pasif değil, vazifeli memurlardır ve cehennemde zebânilik yapanları da vardır. Ve Cenâb-ı Hakk’ın Uluhiyet’inin tabiri caizse eli-kolu gibidirler. Evet, kâinata bakıldığında dört küllî, azametli hakikat görünüyor ve bütün diğer hakikatler bunlardan hayat alıyorlar: “ İletişim, sarfiyât, denetim ve kayıt muhafaza. ” Bunlar da sırasıyla dört büyük meleğe bakar: “ Cebrail, İsrafil, Mikail ve Azrail... ” (60)Kur’ân’da, Firavunun saltanatının sağlamlığına dair “ Ve fir’avne zi’l-evtâd ” ( Dağlar gibi yere sağlam çakılmış bir saltanat sahibi olan firavun... ) ( Fecr suresi, 10. ayet ) (61)Hazret-i Meryem’in annesi Hazret-i Hanne’nin, Beyt-i Makdis’e “ erkek evladı olacağını ” umarak adakta bulunması ve kız evladı olunca hayıflanması bu hakikate işaret eder. Çünkü, insanın bir hadisedeki ilk tepkisi onun nefsinin o hadiseye karşı mukavemetini sergiler. Eğer ki bir hadise olduğu zaman hayıflanılma varsa bu hak-perestçe bir tavır değildir, nefsânîdir. Çünkü hak-perest olan insan bilir ki, her bir hadise Cenâb-ı Hakk’ın küllî iradesinin eseridir ve O, her şeyin en iyisini bilir. Bu yüzden üzülmez ve korkmaz. Oysa Hazret-i Hanne’nin, “ oğlu olacağını hayal etmesi, kızı olunca hayıflanması ” onun hadiselere ilk tepkileridir ve bu hakikati anlatırlar. Ayrıca Hazret-i Hanne’nin kızına “ denizler aşan insan ” manasına gelen, bir erkek ismi olan Meryem’i vermesi de onun “ Beyt-i Makdis’e, erkekçesine hizmet etmesini umduğunu ” göstermekle kadınlardaki oğul arzusunun şiddetini gösterir ve bu hakikati ispat eder. (62)Cenâb-ı Hakk, kadın içinde, kadının nefsini erkek yapmakla biraz erkeklik, erkeğin içinde onun nefsini dişi yapmakla biraz dişilik koymasına binaen; kadının nefsi oğlunda kendini görür ve oğluyla kendini özdeşleştirir ve onda kendini yaşar. Bu yüzden kadınlar oğullarına düşkündürler. Hatta “ sen benim tek varlığımsın ” diyerek bu sevginin Cenâb-ı Hakk’tan dolayı şefkate dayalı bir sevgi olmadığını bilakis nefsânî dengesiz bir şefkatten kaynaklandığını gösterirler. ( Burada şehvet söz konusu değildir ve olamaz.Çünkü kadının nefsi oğluyla kendini özdeş kıldığı için ona şehvet değil şefkat duyar, acır. Yani nefis, kendi kendisine acır. Evet, insan kendisine karşı şehvet değil ancak şefkat duyar. Hatta insanın hayvanlara acıması yine bu marazî nefsânî şefkattendir. Hayvanlara değil onların içine hayalen girip onlarda fânî olan kendi nefsine acıyor. Bu konuya dair bakınız, Bediüzzaman Said Nursî, Badıllı Tercümesi Mesnevi-i Nuriye, Şu’le Risalesi. ) Hatta oğlu, bu kadını dövse bile o çocuk, kadın için vazgeçilmez evlattır. Babanın da nefsi dişi olduğundan onun nefsi de kızında kendini görür ve kendini yaşar. Ve onu çok sever. Anne ile oğul arasında geçerli olan o dengesiz şefkat baba ile kızı arasında da mümkündür. (63)Bakınız, Kütüb-ü Sitte... (64)Bakara suresi, 261. ayet... (65)Bakınız, Kütüb-ü Sitte, aynı hadisin devamı... (66)Din, eğer bir şey fıtrî ise onu yasaklamaz, bilakis onu en uygun hale getirir, dengeler. Çok kadınla evlilik, fıtrî olduğu için onu ifrat halinden en dengeli olan hale getirmiştir. (67)Bu üç kuvvet, sırasıyla insandaki bitkisel, hayvanî ve melekî yapıyı anlatır. [68]Fısk, Kur’an’da, şehvetin aşırılıklarını ifade için kullanılır ( Mesela, Zümer suresi 34. ayet ) ve böyle bir halde insanlar arası ilişkilerde zulümlere varılır. Fücur zaten suç demektir. (69)Sönüklük, iştahsızlık demektir. Var olan şeylerden istifadeyi engelleyen bir haldir ve hastalık belirtisidir. (70)Her şeye tepkili olmayı ifade eder. Toplumdaki baskıların, zulümlerin, haksızlıkların bir çoğu böyle marazi ruh hallerine sahip insanlardan kaynaklanır. (71)Korkaklık demektir. Korku insan bilincini baskı altına alan ve onun sistemini çökertip istidatlarının yeşermesine fırsat vermeyen dehşetli bir illettir. Resulullah ( A.S.M. ) “ korkaklık ve tenbellikten daima Allah’a sığınırmış. ” ( Buhârî, Daavât, 38, 40, 41; Tirmizî, Daavât, 71 ve saire... ) (72)Dengesiz akıl yürütmedir. Bediüzzaman Said Nursî cerbezeyi şöyle tarif eder: “ Dağınık büyük işlerde yalnız kusurları görmek cerbezeliktir; aldanır ve aldatır. Cerbezenin şanı, bir kötülüğü sünbüllendirerek iyiliklere galip etmektir. ( Cerbeze çirkin olduğu için misalleri de çirkindir. Gelecek temsildeki kusura bakılmasın. ) Mesela, bir aşiretin her bir ferdi bir günde attıkları balgamı, cerbeze ile vehim yoluyla mekanları atlayıp, birden bir şahısta onların tamamını temsil edip, başka ferdleri ona kıyas ederek, o nazar ile bakılsa... Veyahut bir sene zarfında birisinden gelen ********* kokuyu, cerbeze ile zamanları atlayıp, bir dakika içinde, o hazır şahısta ortaya çıkışını tasavvur etse, acaba evvelki adam ne derece pis, ikinci adam ne derece kokuşmuş... Hatta hayal gözünü kapasa, vehim dahi burnunu tutsa, mağaralarından kaçsalar, akıl onları kınamaya, azarlamaya hakkı olmayacaktır. ” ( Osmanlıca Âsâr-ı Bediiye, Tulûât, 159-160 ) Cerbeze hakikatinin tarifi nazara alındığında Freud’un sivri zekasıyla nasıl dengeden kayıp cerbeze yaptığı açıkça görünecektir. Şehvet, insana ait binlerce yönden sadece bir kaçını ifade ederken, insanın süt emmesi, altını ıslatması ve benzeri ne kadar özellik varsa ve hatta kutsallığı esas alan din dahil her şeyi şehvetle yorumlamak ve izah etmeye çalışmak cerbezedir, dengesiz kişilik göstergesidir. Aldandı ve maalesef aldattı... “ Bîçare hakikatler, kıymetsiz ellerde kıymetsiz olur ” ( Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbât, Hakikat Çekirdekleri, 500 ) (73)Dengeli düşünmek ve hakikatleri araştırmaya yarayacak aklî fonksiyonlarda bulunmak demektir. Kur’ân’da “ Ve men yu’te’l-hikmete fekad utiye hayran kesiran ” ( Her kime hikmet verilmişse yani kainatı ve hadiseleri yorumlayabilme kabiliyeti verilmişse ona çok büyük hayır verilmiş demektir. ) ( Bakara suresi 269. ayet ) denilir. (74)Ahmaklık ve anlayışsızlık demektir. (75)Fatiha suresi 7. ayet. EYMEN ERDEM AKÇA
-
ONTOLOJİK AÇIDAN PSİKOLOJİ VE DİN
Bismillahirrahmanirrahim Hakikati Kâinat; Cenâb-ı Hakk’ın kendi kutsal varlığını Vâhidiyet ve Ehadiyet tarzında iç içe halkalar olarak kendi Mutlak Varlığına ayna kıldığı bir âlem. Kâinat içinde yeryüzü, Vâhidiyet içinde Ehadiyet-i İlâhiyeyi gösterdiği gibi yeryüzü içinde de insan, Vâhidiyet içinde Ehadiyet-i Rahmâniyeyi gösterir. Kur’ân-ı Kerim bu yüce ve kudsî hakikati her bir surenin başında olan Besmelede şifrelemiş. Besmele’de Cenâb-ı Hakk’ın üç ismi, en geniş tecellî alanlıdan en dar tecellî alanlı olanına doğru sıralanır: Allah, Rahmân ve Rahim… Allah ve onun ifade ettiği Uluhiyet ve Mâbudiyet hakikati bütün kemal vasıflarını içerdiğinden Cenâb-ı Hakk’ı ifade için Kur’an’da kullanılır ve Cenâb-ı Hakk’ın Celâlini yani ihtişamını ifade eder. Rahmân ismi de Allah ismi gibi kapsamlı bir isim olmakla beraber daha dar tecelli alanlıdır ve Cenab-ı Hakk’ın Cemâlî boyutunu temsil eder. Rahîm ismi ise Cenâb-ı Hakk’ın rahmet, şefkat ve cemalinin hususi, bireysel boyutunu temsil eder. Kur’ân’ın bu sırlarına vakıf Bediüzzaman Said Nursî şöyle der: “ Uluhiyet hakikati, yani Allah ismi kâinat aynasında, içerdiği bütün Güzel İsimler ve Sıfatlarla kendini sergiler, kâinata bilinç olur. Kâinatın tamamında, içerdiği sistemler ve onların faaliyetleri içinde görülen yardımlaşma, dayanışma, cevaplaşma ve birbirine sarılma hakikatleri kâinatın bir hayat ve kozmik bir bilinç sahibi olduğunu gösterir. Evet, faaliyet hayattan kaynaklanır; düzen ve sibernetik yapı küllî ve umumî bir bilinci ifade eder. Bu görünen haliyle kâinat Bismillah der. Rahmân ismi, içerdiği Mutlak Varlığa ait güzellikleri yeryüzü aynasında görülen hummalı yoğun faaliyette sergiler. Yeryüzündeki o hassas, sibernetik yapılı ekolojik denge, Rahmân isminin hükmünü icra ettiği bir aynadır, hükümranlık mahalli ve istiva edip stabil hale getirdiği arşıdır. Bitkilerin ve hayvanların yönetilmesi, terbiye edilmesi ve idaresindeki benzerlikler, ilişkiler, milyonlarca yıldır süren kesintisiz düzgünce akış, lütuf ve merhamet, yeryüzünde rızk hakikati ile kendini gösteren bir Rahmânî bilinç olduğunu ifade eder. Yeryüzünün bu mükemmel ve harikulade sistemi kainattaki umumî düzenden kopuk olmadığı için yeryüzü lisan-ı hâliyle Bismillahirrahman der. Rahîm ismi ise umumi Rahmânî bilincin içinde hususî, bireysel bir güzellik, merhamet ve şefkat ile kendini gösterir. Evet, insan, kapsamlı mahiyetinin gösterdiği üzere İlâhî merhametten gelen şefkat parıltıları, acıma duyguları ve coşkun rahmet ile Cenâb-ı Hakk’ı Rahîm ismiyle yansıtır. Fakat insan bu hususi ve coşkun rahmetin eseri olarak kâinattan ve yeryüzündeki ekolojik dengeden özerk bir bilince sahip olmuştur.(43) Duygularına diğer varlıklarda olduğu gibi Cenàb-ı Hakk tarafından fıtrî sınırlar koyulmamış. Buna binaen insan hâl diliyle, yâ Rahîm, der. ”(44) Besmele hakikati ve içerdiği isimler her bir alemde çeşitli suretlerde hükümlerini şöyle icra ederler: Bireyde> Ruh ve Akıl (Uluhiyet), kalb (Rahmaniyet), Nefis (Rahimiyet) Ailede>> Baba (Uluhiyet),(45) anne (Rahmaniyet),(46) çocuk (Rahimiyet) Dünyada> Gökyüzü (Uluhiyet), yeryüzü (Rahmaniyet),(47) insan (Rahimiyet) Kainatta> Zaman ( Uluhiyet ), mekan ( Rahmaniyet ), mümin insan ( Rahimiyet) Varlıkta> Allah (Uluhiyet), Cennet (Rahmaniyet),[48] İnsan-ı Kamil (Rahimiyet) (43)İnsanların bir çoğunun dinsizliğinin sebebi, bu, dengeye getirilmemiş marazî şefkatten kaynaklanır. ( Bediüzzaman Said Nursi, Kastamonu Lahikası, 79 ). Kâinattaki ve yeryüzündeki umumî adaleti ve hikmeti göremeyen bir insan bu sınırsız şefkatin kurbanı olur. Çünkü adalet ve hikmet bu şefkati sırat-ı müstakime getiren iki hakikattir. Kime şefkat edilir, kime edilmez, onu öğretirler. Aksi halde marazî şefkati olan bir insan, yüz kişinin kàtili bir zalime yersiz bir şefkat eder ve yüz kişiye şefkatsizlik ettiğini göremez. Evet, “ Allah’ın rahmetinden fazla rahmet, rahmet olmadığı gibi, Onun ihsanından fazla ihsan da ihsan değildir. ” ( Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Lemeàt, 655 ) Buradan da Cenàb-ı Hakk’ın nasıl, yerinde bir imtihan aracı seçtiği net olarak gözükür. (44)Lem’a’lar, 14. Lem’a, İkinci Makamın 1. Sırrı... (45)Hıristiyanlıktaki Baba-Oğul-Kutsal Ruh inancı bu sırra dayanır. Uluhiyet, Mutlak Varlığın Celâl boyutunu sembolize ettiği için böyle bir ifade kullanılmış. Tamamıyla gaybî olan bu bilgi fiziksel olarak anlaşılmış ve maalesef Freud gibi din düşmanlarına malzeme konusu olmuş. (46)“ Cennet, annelerin ayakları altındadır. ” hadîs-i şerîfi bu sırrı anlatır. ( Süyuti, el-Câmiu’s-Sağir, 3642; el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1335; el-Bânî, Sahihu’l-Câmiu’s-Sağir ve Ziyâdetuhu, 1259, 1260 ) Gayb aleminde ayaklar altında temessül eden şey arştır. Yani cennet ve anneler arş-ı Rahmâniyet’tir. (47)Taha suresi 5. ayette Rahmân’ın istiva ettiğinden bahsedilen arş, yeryüzü ve ondaki ekolojik dengedir. [48]“ Cennetin damı arş-ı Rahmân’dır. ” hadis-i şerifi bu sırrı anlatır. ( el-Münavi, Künuzü’l-Hakaik, s. 78 ) EYMEN ERDEM AKÇA
-
ONTOLOJİK AÇIDAN PSİKOLOJİ VE DİN
Tekâmül ( Evrim ) Hakikati Hem ilmen, hem aklen, hem mantıken, hem de dinen(34) sabit ki önce kâinat, sonra yeryüzü, sonra yeryüzünde hayat yaratıldı. Sonra bitkisel hayat ve sonra hayvani hayat mertebesi ve insan hakikati ortaya çıktı. Yeryüzündeki beslenme zincirine bakıldığında bu gayet âşikâre görünüyor. Çünkü bitkiler, toprak ve çamur yerken, hayvanlar bitkilerle ve diğer hayvanlarla, insanlar ise bitkiler ve hayvanlarla besleniyorlar. Görüldüğü üzere kâinat ağacı ve hayat ağacı büyümüş ve gelişme göstermiş. Meyve verecek hale gelmiş. Cenâb-ı Hakk’ın bu yaratma sistemini Bediüzzaman Said Nursî âyetlerle şöyle özetler: “ ‘ Bir şeyin olmasını murad ettiği zaman, Onun işi sadece ‘ Ol ’ demektir; o da daima oluveriyor. ’ ( Yâsin Sûresi, 82 ) ve ‘ Tek bir kuşatıcı sesledir ki, hepsi birden toplanıp huzurumuza getirilirler. ’ ( Yâsin Sûresi, 53 ) gibi ayetler eşyaların sırf bir emirle ve ânî bir şekilde var edildiğini, ‘ Allah'ın sanatıdır ki, herşeyi hikmetle ve zamana yayarak yaratmıştır. ’ ( Neml Sûresi, 88 ), ‘ O herşeyi özenerek ve tedrîcen yarattı. ’ ( Secde Sûresi, 7 ) gibi ayetler eşyaların halk edilmesi, ilim içinde büyük bir kudretle, hikmet içinde ince bir sanatla tedrici olduğunu gösteriyor. Evet, Cenab-ı Hakk, başlangıçta ikinci şekilde yaratmıştır. Birinci kısım ise yani hız ve sür’at ise, mislini iadedir…” ( Sözler 16. Söz, 2. Şua ). Böyle tedricî bir şekilde yaratmakla esmâ-yı hüsnâsının farklı farklı tecellilerine, sıfatlarının garip eserlerine aynalar elde ediyor. Hilkatte israf yoktur. İsteseydi eğer bir anda her şeyi halk edebilirdi fakat Kur’ân’da belirttiği üzere Cenâb-ı Hakk her şeyi sebepleri kullanarak, perdeler arkasında ve hikmeti gereği çeşitli aşamalardan geçirerek yapıyor. Buna binaen âlimler şöyle demişler “ Dünya dârü’l-hikmettir, her şey hikmet gereği yavaş yavaş yapılır, âhiret dârü’l-kudrettir, orada her şey bir anda olur. ” Bir ağacın her şeyi nasıl ki kendisinden büyüdüğü çekirdekte var idiyse aynen öyle de bu kainatın çekirdeği olan Nûr-u Muhammedî’de ( A.S.M. ) de bütün bilgiler vardı ve her şeyin böyle tedricen mükemmelleşerek oluşacağı yazılıydı.(35) Cenâb-ı Hakk bu hilkat sürecine ait bütün bilgileri insanın kalb denilen bilinçaltı hafızasında kodlamış ve onu bu hafızanın - tabir caizse- virüs tarayıcısı olmakla görevlendirmiş. Bunun için de onu kainatta kimseye vermediği özerk bilinçle donatmış.(36) İnsana benliğin verilmesinin asıl gayesi budur. Bu cihetten her insan, bir yönden taştır, kalbi taş gibi sertleşebilir; bir cihetten bitkidir, fizyolojik ihtiyaçları bunu gösterir; bir cihetten hayvandır, onlardaki canavarca(37) yapıyı fazlasıyla sergiliyor; hem de melek gibidir, meleklere has akıl, fikir, hayal ve saire özelliklere sahip. İnsandan istenen ise bu farklı şuur tabakalarını dinin gösterdiği daire içinde denge üzere nurlandırmak ve seviyelerini yükseltip cennete ehil hale getirmektir. Yani Ãdem olmaktır. Evrimin, son halkası Ãdem yani kendisine herkesin secde edip boyun eğdiği insan-ı kâmil olmaktır. Freud, insanın bitkisel yönünde boğulmuş ve onun Ãdemiyetini görememiş veyahut unutmuş. İnsan bu evrim sürecinin kalıntılarını bilinçaltında toplu halde taşıdığından zaman zaman bu sınırsız yönlerden bazıları ön plana çıkmış. Bunlardan birisi de yamyamlıktır yani hemcinsini yemek. Yamyamlık bir realitedir, Freud bunu doğru tespit etmiş ama maalesef yanlış uygulamış. Belki birkaç nümune onu doğrular mahiyette olsa da bütüne şamil kılınamaz. Yamyamlığın hakikati şöyle olmalı: Birinci olarak, insandaki bitkisel boyutun içerdiği yemek arzusunun da ifratı vardır. Eğer ki insan kendini frenlemezse her şeyi yiyebilir.[38] Kur’ân-ı Kerim insan sağlığı açısından en zararlı olan şeyleri – ki birkaç şeydir – yasaklamış ve onların haricindekileri “ eğer iğrenmezlerse ” kaydıyla helal kılmış. Yamyamlık. dinin gelmediği toplumlarda uygulanan ve din geldikten sonra yasaklarla ortadan kaldırılan bir geçici beslenme şeklidir.(39) İkinci olarak, eğer bitkilerin, hayvanların ve insanların hayat ağacı münasebetiyle kardeş olduğu düşünülürse zaten yamyamlık fıtrî bir haldir. Sadece Cenâb-ı Hakk, buna hudut çizmiş ve bir kısmını haram etmiş. İnsanın bitki yemesi veyahut herhangi bir hayvanı yemesi de hayat kardeşliği açısından bir cihetten yamyamlıktır. Gerçi Kur’ân bütün canlıların insana hizmetkar kılındığını söylüyor ama bu durum hakikati değiştirmez. Üçüncü olarak, ilkel insanlar çocuk seviyesinde bir zihnî yapıya sahip olduklarından her şeyi canlı görürler, ruhlu bilirler.(40) İnsanın yediği şeyin tesiri ve ruhânî özelliği insanın üzerinde kaldığı hakikatine(41) binaen onlar da düşman kabilelerini, rakiplerini ve bazen de yakın akrabalarını yiyebiliyorlardı. Bunu da kendilerince kutsal nedenlere bağlıyorlardı. Çünkü babasının ruhu kendine geçip onun bedeninde yaşayacaktı. Dördüncü olarak, ilkel insanlarda anaerkillik esas olduğu için bir kadını elde etme konusunda mücadeleler olurdu. Rakibini yenen ve öldüren bazı canavar ruhlular onu yemişlerdir. Bu hadise uzun zaman dünyada devam etti.(42) Beşinci olarak da, zaruretten dolayı insanlar açlıktan ölmemek için birbirlerini yemişlerdir. Fakat dengesizlik yapılmış ve günümüze kadar gelinmiştir. Din açısından insan kutsaldır. Bundan dolayı zarurette kalınmadıkça onun cesedine el sürülmez ve sürülse de karın doyuracak kadar değil açlık giderilecek kadar yenilir. (34)Bakınız, Tevrat, Tekvin Kitabı, 1. Bab; Kur’ân-ı Kerim, İbrahim suresi ve diğerleri... (35)Bu konuya dair, bakınız, Bakınız, Bediüzzaman Said Nursî, Badıllı Tercümesi Mesnevi-i Nuriye, Habbe Risalesi, 259 ve Sözler, 31. Söz ) (36)“ Biz emaneti yani özerk bilinci, benliği semâvâta, arza ve dağlara teklif ettik. Hepsi de onu yüklenmekten kaçındılar ve ondan korktular. İnsan ise onu yüklendi. Hakikat şu ki insan emanetin hakkını vermemekle çok zulüm işliyor ve çok cahillik ediyor. ” ( Ahzab suresi, 72. ayet ) (37)Cumartesi Yasağı’na uymayan bir grup Yahudi’nin maymun ve domuza çevrilmesi gaybî bir hadisedir. Kur’ân, gayb aleminden geldiğinden o alemin literatürünü kullanarak hadiseleri aktarır. O insanlar, maymun gibi karaktersiz ve aç gözlü ve domuz gibi sabit fikirli hale geldiler ve manen mesh oldular. İnsan eğer manevi yapısı açısından insansa, gayb aleminde de insan olarak temessül eder. Eğer manevi yapısı bozulursa, sergilediği baskın karakter hangi hayvan türüne ait ise gayb aleminde onunla temessül eder, görünür hale gelir. Kur’ân, inanmayanların ve inkar edenlerin hayvandan daha aşağı olduklarını çeşitli yerlerde ifade eder. ( A’raf suresi, Furkan suresi ve saire... ) (38)Nitekim şu an Çinliler, cenin yiyorlar. (39)Hazret-i Hamza’nın kalbini yemeye yemin eden ve Uhud Savaşı’ndan sonra kendisine getirilen Hazret-i Hamza’nın kalbini dişleriyle parçalayan Ebu Süfyan’ın hanımı Hind bu yamyamlığın Cahiliye Arapları’nda da olduğuna delildir. ( Siyer-i İbn-i Hişam ve diğer bütün siyer kitapları... ) (40)Onların bu inanışları doğrudur. Her şey Cenâb-ı Hakk’ın ilim-irade-kudret sıfatlarının tecellisidir. Hayatın kaynağı olan ruhun mahiyeti ilimdir. Buna binaen, ilim sıfatının göründüğü her yer ruhludur. Her bir şeye verilen isim, o şeyin ifade ettiği manayı anlatır. O mana da onun ruhudur. Yani icra ettiği fonksiyondur. Mesela, kalemin ruhu, “ kalemlik ” tir ve hakeza... Bu animizm değil umumî hayat kanununun gereğidir. “ Hayat bir birlik tecellisidir, tecelli-i vahdettir ” ( Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Lemeât, 640 ) ve birliğin görüldüğü her yer hayattardır. (41)Muhyiddin-i Arabî, Fütuhât-ı Mekkiyyesi’nde, “ insanın yediği hayvanların ruhlarının onun bedeninde kaldığını ve gitmediğini keşfen gördüğünü ve ilmen tespit ettiğini ” söylüyor. Bediüzzaman Said Nursî de, yenilen gıdaların insan karakteri üzerindeki kalıcı tesirlerini ifade sadedinde şöyle der: “ Acaba Batı Ülkeleri, bu kadar harika medeniyet ilerlemeleriyle ve fennî kemâlâtıyla ve hümanistçe bilimleriyle ileri gittiği halde, onların, o terakkilere ve kemâlâta ve ilimlere bütün bütün zıt olan materyalizm ve natüralizm karanlıklarında hınzırcasına saplanmalarında, domuz etinin yenilmesinin etkisi yok mudur? Soruyorum. İnsan beslendiği şeyle huyu, karakteri etkilendiğine delil ‘ kırk günde her gün et yiyen kalp katılığına düşüyor olduğu ’ darb-ı mesel hükmüne geçmesidir. ” ( Lem’a’lar, 9. Lem’a ) (42)Geçen asra kadar, Avrupa’da “ düello ” namı altında bu adet devam etti. EYMEN ERDEM AKÇA
-
ONTOLOJİK AÇIDAN PSİKOLOJİ VE DİN
Ontolojik Açıdan Psikoloji ve Din Hakk ( Mutlak Varlık) Varlık, Mutlaktır. O, saf şuur olan sonsuz bir ilim, sınırsız nurânî bir kudret ve mutlak küllî bir irade sahibidir. Onun, hayatı, konuşması, görmesi, işitmesi, bir şeyler oluşturması ( tekvin ) ve hatta irade sıfatı dahi, Onun sonsuz ilmine dayanır.(1) Mutlak Varlık olan Cenâb-ı Hakk, sınırlı görüntüler oluşturarak hem misilsiz cemâlini ve kusursuz kemâlini seyretmek, hem o görüntülere şuur vererek onları geliştirmek için tecellide bulunuyor. Cenâb-ı Hakk’ın her bir görüntüsü cüz’î olsun küllî olsun bir hakikate dayanır ve onu sergiler. Her bir hakikat, bir ism-i İlâhîdir, onu ifade eder. İsim ve sıfatlar Mutlak Varlıktan geldikleri ve her şey o esma ve sıfatların nokta belirlenmeleri olduğu için güzel ve mükemmeldirler. “ Lehü’l-esmâü’l-hüsnâ ” ( Bütün güzel isimler, belirlenmeler Ona aittir. )(2) (1) Bakınız, Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 16. Söz, 1. Şua... (2) Taha suresi 8. ayet... Bütün Yönleriyle Birlik Hakikati Cenâb-ı Hakk birlikler oluşturarak tecelli eder. Onun, vahdet, vâhidiyet, ehadiyet, tevhid ve vahdâniyet şeklinde çeşitli birlik tecellileri vardır. Bunları bir temsil aynasında şöyle görebiliriz: Bir ağacın kökündeki çekirdek vahdeti simgelerken, çekirdeğin açılıp içinden ağacın çıkıp büyümesi vâhidiyeti, ağacın meyve verip her çekirdeğin kalbinde içerdiği bütün bilgileri kodlaması ehadiyeti anlatır. Meyvenin şuurlu olduğunu nazara alırsak, onun, kendini ağacın hakikati ile birlemesi ve kendini onun ürünü kabul etmesi tevhidi; bütün meyveleriyle, dal ve budaklarıyla oluşturduğu sibernetik sistemle, ağacın tamamı vahdâniyeti anlatır. Her bir ağaç meyve için dikilir ve meyveden gaye de gelecek bir ağaçtır. Meyvenin çekirdeği bu vazifeyi görecek programı içerir. İşte kâinat da böyle bir ağaçtır(3) ve insan da onun meyvesidir. (4) (3)Necm suresi 14-16. ayetler, kâinatın hakikatinin gayb aleminde bir “ sidre ağacı ” olarak temessül ettiğini bildiriyor. (4)“ Allah, sizin cisimlerinize ve sûretlerinize değil, kalplerinize ve ona dayalı olan amellerinize bakar ” hadîs-i şerîfi bu espriyi ifade eder. Celâl, Cemâl ve Kemâl Cenâb-ı Hakk’ın esmâ-yı hüsnâsı ( güzel isimleri ) iki kategoriye ayrılır: Celâlî ve Cemâlî isimler… Kur’ân-ı Kerim’de(5) ve hadîs-i şerîfte(6) bunlar, Cenâb-ı Hakk’ın -her şeyi bunlar ile yapmasına binaen- “ iki eli ile ifade edilmiş ”. Kâinat esmâ-yı hüsnâya dayandığı için bütün âlemlerde bu isimlerin hükümleri görünür. Cenâb-ı Hakk bu isimlerden kaynaklanan zıtlıklarla oluşturduğu hakikatleri çarpıştırmakla hem kemâlâtını sergiliyor, hem hakikatleri -nisbî hakikatler oluşturmakla- çoğaltıyor hem de âhirete malzeme üretiyor. Şöyle ki: Bireyde> Akıl (celali), kalb (cemali), nefis (kemali) Ailede>> Baba (celali), anne (cemali), çocuk (kemali)( kız ise, cemali, erkek ise, celalidir) Dünyada> Gökyüzü (celali), yeryüzü (cemali), insan (kemali) Kainatta> Zaman ( celali ), mekan ( cemali), mümin ( kemali): kadın ( cemali ), erkek ( celali) dir. Ahirette> Cehennem (celali), cennet (cemali), A'raf (kemali) Varlıkta> Allah (Celali), Rahman (cemali), insan-ı kamil veya ism-i Rahim(kemali)(7) Cenâb-ı Hakk’ın Vâhidiyet tecellisi, kanunlar, sistemler ve bütünlük arz eden yapılarda görünmekle Celâlî iken, Ehadiyet tecellisi ise türler ve bireyleri gibi küllî manalar ve mahiyetler şeklinde görünmekle Cemâlîdir. İnsandan istenen şey ise bu ikisini birleyip cemâl içinde celâli, celâl içinde cemâli görmekle [8] kemâl ve kibriyâ sıfatlarını idrak seviyesine çıkmak ve Hakk’ın vahdâniyetini kavrayıp saf soyuta açılmaktır. (5)Sa’d suresi 75. ayet (6)İmam-ı Nevevî, Riyâzü’s-Salihîn, meşhur şefaat hadîsi... (7)Kâinattaki Uluhiyet ve yeryüzündeki Rahmâniyet tecellileri nasıl ki Cenâb-ı Hakk’ın bütün isimlerinin Ehadiyet tarzında farklı farklı tecelli ederek göründüğü noktalardır, aynen öyle de kâmil bir insan dahi Rahîm ismiyle Cenâb-ı Hakk’ın görüntüsüdür. Tevbe suresi 128. ayet bu ulvî hakikati beyan eder. (8)Cenâb-ı Hakk, nefis vasıtasıyla az dahi olsa, kadın içine bir erkeklik, erkek içine de bir kadınlık koymuş, ta ki anne veya babadan herhangi birisi çocuklar yetişmeden vefat ederse, erkek, annelik ve kadın da az da olsa babalık yapabilsin ve böylece aileden beklenilen vazife gerçekleşmiş olsun. Bir insanda bu iki zıt karakterin oluşuna dair, bakınız, Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Lemeât, 668 ve Carl Gustav Jung, Dört Arketip, Anima-Animus bahsi.. Ehadiyet ve Samediyet Cenâb-ı Hakk, mutlak manada faaldir ve Onun bu etkinliğini Ehad ismi anlatır. O, bir Ehadiyet Güneşidir(10) ve daima ışıklarını dalga dalga yayar ve Varlık Bilgisayarının ekranında görüntüler oluşturur. Bir görüntü vazifesini bitirir gider yerine başkası gelir.(11) Buradan da anlaşılacağı üzere her bir görüntü âcizdir; edilgendir, etken değildir ve pasiftir. Yapabileceği en fazla şey, kendisinde yansıyan Ehadiyet Güneşi’nin ışınlarının etkisini göstermektir.(12) Cenâb-ı Hakk’ın ehadiyet tecellisi, Onun, sahip olduğu bütün isim ve sıfatları ile sınırlı şekilde görüntüler oluşturduğundan,(13) O, her bir şeyde -bu ne olursa olsun- ilim-irade-kudret sıfatlarıyla görünür ve kendisine ait mükemmelliklere o şeyi ayna kılar. O şeyin, ayakta kalması, varlığını devam ettirmesi ve geliştirilmesi için gerekli şartların hazırlanması ve bunların da devam ettirilmesi Onun Samed ismiyle ifade edilir.(14) Evet, O hiçbir şeye muhtaç değildir fakat her şey Ona muhtaçtır.(15) Bu iki hakikat Mutlak Varlık olan Cenâb-ı Hakk’ın iki temel sıfatı olduğundan ve bunların mukabilleri olan acz ve fakrın bütün özellikleri ile beraber her bir alemde görünürler ve her bir şeyi kendilerine arş edinir, hükümlerini icra ederler. Bireyde> Akıl (Ehad), kalb (Samed), nefis (Aciz), nefis (fakir) Ailede>> Baba (Ehad), anne (Samed), Kız (Aciz) erkek (fakir) Dünyada> Gökyüzü (Ehad),(16) yeryüzü (Samed),(17) Kadın (Aciz), erkek(fakir) Kainatta> Zaman ( Ehad ), mekan ( Samed ), mümin kadın ( Aciz), mümin erkek ( fakir ) Varlıkta> Allah (Ehad), Cennet (Samed), Kadın (Aciz) ve Erkek (Fakir)>> İnsan-ı Kamil [18] Kâinattaki her bir şeyde olduğu üzere insanda da acz ve fakr, yani pasiflik ve muhtaçlık hakikatleri hükmediyorlar ve ebediyen de hükmedecekler. Bundan dolayı, kız çocuğu aczini hisseder ve kendisinin aczini telafi edecek Ehadiyet arşı olan babasına sığınır ve ondan şefkat umar. Çünkü âciz insan, aczinin derecesine göre çevresindeki her şeyden, sahip olduğu hayatını korumak için, korkar ve çekinir. Böyle bir hal ise dünyayı o kız için yaşanılmaz hale getirir. Oğlan ise fakrını hisseder(19) ve bunu giderecek Samediyet arşı olan ve bir açıdan onun için cennet gibi görünen anasına sığınır ve onun, şefkatle ihtiyaçlarını gidermesini bekler.(20) Bu iki hal fıtrîdir.(21) Çocuklar yetiştikçe eğer iman ile tanışmazsa yani Sonsuz Bir Varlığın olduğunu ve Onun Ehadiyet ve Samediyet’ini bulmazsa Gökyüzü ve Yeryüzünde takılıp kalır. Ya varlığa küser ateist olur veyahut da çeşitli şeylere tapar putperest olur. İnsandaki bu iki ontolojik değişmez hakikati bilmeden aile içindeki bu ilişkileri şehvet ile yorumlayan Sigmund Freud buna Oidipus Kompleksi ile bir açıklama getirmeye çalışmış. Evet, insanda şehvet vardır ve buna, İlâhî kudret tarafından -yalnızca imtihan hakikati gereği- sınır konulmamıştır. Din, bunu reddetmez. Bilakis şehvetin bu sınırsızlığını vurgular.(22) Ve bu şehvet hakikatinin umumî düzende yeri olduğundan bahsederek onun zararlı boyutlarını budayıcı tedbirleri, yasaklarıyla alır(23) ve onun dengelenmesi ile insanın umumî fıtrî düzene ayak uydurmasını sağlatır. Çünkü din, fıtrattan(24) ve o da dengeden, sırat-ı müstakîmden ibarettir. Bu durum din açısından bir zaaf değildir. Bilakis onun tabiattaki ekolojik düzenden kopuk olmadığını bilakis onun yansıması olduğunu gösterir. Bilakis şehvet hakikatini reddetmek bir zaaftır ve sorumluluktan kaçmak ve Âdem olamamaktır. Freud anlattığı her bir meselede bir hakikati görmüş ama ya her şeye teşmil etmiş veya yanlış uyarlamış. Buna binaen Freud’un yanlış yorumladığı Oidipus Komlepksi’nin gerçek manası şudur: Eski insanların, kavimlerin ve toplulukların esâtirî ve mitolojik karakterlerle anlattıkları bilgiler çoğunlukla gaybîdir, vahiy veyahut ilhama dayalı sembolik ifadelerdir. Bunları hakkıyla anlayabilmenin tek yolu gayb alemi literatürünü bilmektir. Yoksa hadiseyi olduğu gibi yorumlamak, rüyasında “ kendini buğday tanesi görüp gündüz horozdan kaçmak ” kadar anlamsız ve gülünç olur. Gayb aleminde insanın yetiştiği çevre ve toplum, onun annesi olarak görünür; onu etkileyen manevi, kültürel ve dinî bilgiler ve sistemler ise onun babası olarak temessül eder.(25) Buna binaen, erkek çocuk annesini arzular ve onu ele geçirmeye çalışır. Kız çocuk ise babasını arzular ve onu özler.(26) İnsanlık tarihinde, devlet başkanlarının tamamının erkeklerden veya erkek karakterli kadınlardan oluşması bu hakikati gösterdiği gibi, kadınlardan bir çok azîze, evliya ve gayb alemine açık insanın yetişmesi ve Hz. Meryem ve Hz. Hatice gibi insanlık tarihine yön veren simalar, bu Oidipus mitolojisinin gerçek manasının böyle olduğuna imza basar. (9)Cenab-ı Hakk’ın isimleri Ehadiyet tecellisi gereği iç içe ve beraberce tecelli ederler. Her bir çiçeğin güneş ışığının yedi rengini alıp yalnızca kendine ait rengi göstermesi gibi her bir ayna da kendi rengiyle Cenab-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarını yansıtır. Her bir şey Ehadiyet’e ve Samediyet’e ontolojik olarak aynadır ve onlar olmadan da var olamaz. Fakat kendisinde hangisi baskınsa onu yansıtır. Akılda, bin bir İlâhî hakikati anlamaya yatkın bir hal olduğundan, Ehadiyet; kalbde ise içerdiği mutlakiyetten ötürü Samediyet baskındır. Gelecek tablolar için de aynı hakikat geçerlidir. Bu, yansımada farklılaşma olması küllî bir kaidedir... (10)Cenâb-ı Hakk, kendisini insanın bilinçaltına “ güneş ve kral ” sembolüyle kodlamıştır. ( Bediüzzaman Said Nursî, 16. Söz, 1. ve 3. Şualar... ) Bu yüzden güneşi görmeyince insanlar sıkılırlar, bunalırlar. Güneşsiz Batı ve Kuzey Ülkeleri’nde dinsizliğin çok olması şayan-ı dikkattir. Buna mukabil dindarlığın yaygın olduğu ve bilfiil uygulandığı Doğu ve Güney Ülkeleri düşünülürse bu hakikat görünür. İstatistik olarak inceleme yapılabilir. (11)“ Ondan geldiniz ve Ona dönüyorsunuz...” (12)Kur’ân-ı Kerim, bu yüce hakikati şöyle ifade eder: “ Küllü şey’in hâlikun illa vechehu ” ( Bütün şey’ler, sınırlı varlıklar değişmeye, dağılmaya ve silinmeye mahkumdur. Ancak Onun Zât’ı başka... ” ( Kasas suresi 88. ayet ) ve “ Lâ yahlukûne şey’en ve hüm yuhlakûn ” ( O put yaptığınız şeyler, hiçbir şey yaratamazlar, çünkü onlar yaratılıyorlar, yani âciz ve pasiftirler, etkenlik sıfatı olan Ehadiyete mazhar değiller ki bir şeyler yapabilsinler. Kısacası, mutlak olmayan, mukayyeddir, eli-kolu bağlıdır, bir şey yapamaz. Ancak verileni gösterir. ) ( Nahl suresi 20. ayet ) (13)Cenâb-ı Hakk’a ait yedi sabit sıfatın cüz’î bir tarzda da olsa insan üzerinde görülmesi bu sırdandır. (14)Samediyet, Rubûbiyet ( terbiye edicilik ) ve Kayyûmiyet ( mutlakiyet yani boşluksuzluk ve istila edicilik ile her şeyi ayakta tutma ) hakikatlerini içerir.( Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Lemeât, 638 ve Şualar, 2. Şua ) (15)Yeryüzündeki mahluklar içinde en aktif ve özgür irade sahibi olan insanların dahi Cenâb-ı Allah’a karşı, diğer varlıklarla beraber, ontolojik olarak muhtaçlıklarını ifade eden: “ Yâ eyyühe’n-nâsu entümü’l-fukarâu ilallah. Vallâhu’l-ganiyyu’l-hamîd ” ( Ey insanlar! Hepiniz Cenâb-ı Allah’a karşı fakir ve muhtaçsınız. O ise mutlak manada zengindir ve görünen bütün kemâlât da Onundur. ) ( Fatır suresi 15. ayet ) bu sırrı anlatır. (16)Eski ve ilkel insanların “ Gök Tanrı ” ve “ Yıldırımlar İlahı ” ve saire ne kadar batıl inanışları varsa, bu, gökyüzünün etkin görünüşünden kaynaklanır. Oysa ki Cenâb-ı Hakk’tan başka etkin ve yetkin her hangi bir şey yoktur. “ İzzet ve azâmet-i ilâhî ister ki sebepler Kudret Eli’nin perdesi ola aklın nazarında; ta ki o Kudrete zahirî çirkinlikler isnad edilmesin. Tevhid ve Celâl-i İlâhî ister ki sebeplerin bir tesiri olmasın... ” ( Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 22. Söz ve Lemeât, 639 ) (17)Tabiat-perestliğin bir sebebi de tabiatın bir derece sabit ve insanların bütün ihtiyaçlarını gideriyor görünüşüdür [18]İman, Cenâb-ı Hakk’ın Ehadiyet ve Samediyet’ine inanmaktır. Hayatın hakikati, Ehadiyet tecellisine ve Samediyet cilvesine aynalık olduğundan ( Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 11. Söz ), iman ile bunu idrak eden müminlerden, “ Ve inne’d-dâre’l-âhirete le hiye’l-hayevân ” ( Âhiret diyarı ise her şeyiyle hayattardır, canlıdır ) ayetinin hükmünce, dünyadaki görüntü halindeki hayatlarının kıymetini bilenlere Cenâb-ı Hakk, hayatın aslını ve esasını cennette yaşattırmak için onları oraya alacaktır. (19)İnsan kalbi Cenâb-ı Hakk’ın Ehadiyet ve Samediyet’ine ayna olduğu için her bir insan, kendisinde noksan gördüğü kısmı tamamlayacak olanı arıyor. Kız Samediyet aynasıdır, Ehadiyet aynası arıyor; oğlan ise Ehadiyet aynasıdır, Samediyet aynası arıyor. Kız, hakikî Ehadiyet’i bulana kadar, oğlan da hakikî Samediyet’i bulana kadar bu aramaya devam edecek. Bulamadan da insanın ruhuna bu dünyada rahat yoktur. (20)Bu, anne-babaya çocukların yönelişlerini şefkatten değil de şehvetten diye anlamak ontolojiyi ve hatta tıbbı bilmemekten kaynaklanır. Çünkü tıbben de sabittir ki, şehvet, vücuttaki büyüme sonucunda, üreme hormonlarının çalışmasıyla başlar. Bu ise kız için 9, erkek için ise 12 veya 15 yaşlarında olur. Bundan evvelki süreler içinde cinsellik dürtü olarak ve bilinçli olarak değil refleks tarzındadır. Oysa şefkat daha insan doğar doğmaz insanda başlayan ve ömür boyu ondan ayrılmayan, bilakis gittikçe şiddetlenen bir hakikattir. Şehvet, nefis denilen id’den, şefkat ise kalpten gelir. Zaten, İlâhî Kudret, çocuğun ergenliğe girmesiyle beraber onun akıl mekanizmasını da çalıştırmaya başlatıyor ki imtihanı kolaylaşsın. (21)İnsan, bu arayışı otomatik olarak yapar. Çünkü bunlar fıtratına İlâhî Kudret tarafından pusula olarak konulmuşlar ta ki o insan dünyada cehennem ızdırabı yaşamasın. İman ile Cenâb-ı Hakk’ı Ehad ve Samed olarak bulan ve Ona iltica eden bir müminin “ ne korku ne de hüzün duymayacağını ” Kur’ân ifade eder. ( Yunus Suresi, 62. ayet ). Evet, korku, insanı gelecek zamanın belirsizliğini göstermekle ezer. Hüzün ise geçmiş zamanın kayıplarını hatırlatarak onun sabrını dağıtır. Böyle bir insana dünya, cehennemdir. (22)Kur’ân-ı Kerim, A’raf suresi 80. ayette “ daha evvel hiçbir canlının yapmadığı homoseksüelliği insanların yaptığından ” bahseder. (23)Aile bireylerinin yüzleri birbirlerine şefkat çağrışımı yapar, bu yüzden örtülmeleri gerekmez. Fakat mahrem bölgeleri bu çağrışımı yapmadığından, sefil ruhlarda şehevânî duyguları uyandırdığından, aile bireyleri arasında da örtülmesi gerekir. Bunun için bireylerin soyunma vakitlerinde “ izinsiz birbirlerinin yanlarına girmeleri ”, Nur suresinin 58-59. ayetleri ile yasaklanmıştır. Evlenilmesi haram kılınanlar Nisa suresinin 22-24. ayetlerinde tek tek sayılmış ve evlenilmesi uygun olanlar Maide suresinin 5. ayetinde teşvik edici bir üslupla hususi olarak belirtilmiş ta ki tabiatta cari olan “ neslin kaliteli devam ettirilmesi ” kanununa müminler intibak etsinler. Sünnetullah denilen fıtrî tabiî kanunlara uymayanlar cezasını görsünler. Değil aile içi evliliklerinin, yakın akraba evliliklerinin bile neslin devamına darbe vurması ve fıtrî ekolojik denge içinde aile içi ilişkilere benzer ilişkilerin çok nâdir oluşu ve olduğu durumlarda da hastalıklara yol açışı, dinin yasaklarının ve emirlerinin ne kadar yerinde ve dengeli olduğunu gösterir. Freud ve onu takip eden dengesizlerin kulakları çınlasın!.. (24)Rum suresi 30. ayet... (25)“ Biz peygamberler, babaları bir anaları ayrı kardeşleriz. ” ( Zübdetü’l-Buhari, 729 ) hadis-i şerifi ile " İnneme'l-mu'minune ihvetün..." ( Hakikat şu ki, Cenab-ı Hakk'ın Ehadiyet ve Samediyet'ine inananlar ancak kardeştirler, onlar hakikat kardeşidirler ) ( Hucurat suresi, 10) ayeti bu gaybî literatürü bize açar. (26)Şeytanın, Âdem’i “ mülk-ü lâyeblâ ”, yani yıkılmaz saltanat ( Taha suresi 120. ayet ) vaadiyle ve Havva’yı “ melek olma ” yani tamamen gaybî bir varlık olma ( A’raf suresi 20. ayet ) vaadiyle kandırması bu sırdandır. Hayat ve Kıyam Mutlak Varlık, mutlak hayat sahibidir. Onun tecellileri de hayata mazhardır, gölge tarzında olsa bile. Kâinat sistem olarak ve işleme tarzı olarak ve içindeki mahlukatın yapısı açısından büyük bir ağaca benziyor. Bu ağacın her bir parçası, hayata derecesine göre mazhardır. Cenâb-ı Hakk, kâinattaki bu her şeye sirayet edici, akıcı hayatı, bu hayat ağacının yaprakları hükmünde olan bitkilerde sınırlamış ve durgunlaştırmış, sonra hayvanlarda bunu biraz daha yoğunlaştırmış ve bu hayattan his ve şuuru süzmüş, insanlarda ise hayatı hayvanlara nazaran daha bir somutlaştırmış ve his ve şuurdan da aklı süzerek insana aklı ihsan etmiş.(27) Onu kâinatın kıyam ve bekasına sebep kılmış.[28] Çünkü kâinattan gaye hayattır, hayattan gaye ise onun meyvesi olan âhiret hayatıdır(29) ve bunun kapısını açacak vazifeyle de insan sorumlu tutulmuş ve ona göre de dizayn edilmiş. Evet, insan, aklı ve şuuru ile bu kâinata meyve verdirmekle sorumludur. Bunun yolu ise kendi hakikati gibi ayine-i Ehad-i Samed olan risâlete(30) kulak verip kâinatı satır satır okumak ve kendisinde, ibadetler ile âhirete onu ulaştıracak enerjiyi ve şuuru biriktirmektir. Âhiret, dünyaya göre kıyas kabul etmez derecede hayata mazhardır. Oraya girmenin yolu da o hayat seviyesine ve şuur ve akıl mertebesine ulaşmaktır. Bunu da sağlayan tek hakikat dindir. Din, insanın ve kâinatın anahtarıdır. Çünkü fıtratın teşhirgâhı olan kâinat ve arz, ve bu ikisinin çocuğu olan insanın özünden süzülmüş olan vahiy elbetteki onu açıp ona sonsuz hayatı ve sonsuz varlığı gösterebilir. Bunun canlı delili bütün beşer tarihidir. Felsefe ve onun talebeleri daha “ Varlık var mı, yok mu? ” meselesini çözememişken, din ve onun müntesibi olanlar varlığı, yaşamışlar, ve yaşıyorlar. Hayat ve Kıyam, Cenâb-ı Hakk’ın iki ism-i A’zâmını ifade eder: Hayy ve Kayyum... Bu iki isim her bir alemde kendilerini gösterirler: Bireyde> Akıl (Kayyum), kalb (Hayy), Ailede>> Baba (Kayyum), anne (Hayy),(31) Dünyada> Gökyüzü (Kayyum), yeryüzü (Hayy), Kainatta> Zaman ( Kayyum ), mekan ( Hayy ) Varlıkta> Allah (Kayyum), Cennet (Hayy) İnsanın ubudiyeti ile Cenâb-ı Hakk, kâinata dağıttığı hayatı ve şuuru toplar. Kur’ân’da insandan tek istediği şeyin bu olduğunu ifade eder.( Zâriyât Suresi 56. ayet ) İnsan kullukta bulundukça şuurunun arttığı ve şuuru arttıkça Cenab-ı Hakk’ı daha iyi tanıdığı için bir çok âlim bu ubudiyetten gayenin mârifet-i İlâhiye olduğunu söylemişler. Evet, insanın marifeti arttıkça şuuru artar ve saf şuur olan Cenâb-ı Hakkı tanımakla kendi bireysel varlığına varlık katar ve öyle bir hale gelir ki Cenâb-ı Hakk’ı Vâhidiyet çapında geniş ve Ehadiyet şeklinde hususî tecellileriyle bilecek seviyeye ulaşıp kendi hususî kemâline erişir.(32) Böylelerine tasavvufta “ Ferîd ” denilir ve ancak böyle insanlar ile bu kâinat ağacı meyve verir. (33) (27)Bakınız, Bediüzzaman Said Nursî, Lem’a’lar, 30. Lem’a, ism-i Hayy bahsi... (28)Bakınız, Bediüzzaman Said Nursî, Lem’a’lar, 30. Lem’a, ism-i Kayyum bahsi... (29)Bakınız, Bediüzzaman Said Nursî, Lem’a’lar, 30. Lem’a, ism-i Hayy bahsi... (30)Bakınız, Bediüzzaman Said Nursî, Lem’a’lar, 30. Lem’a, ism-i Hakem bahsi... (31)Çocuğun ilk öğretmeni annesi olduğundan ve anne, hayatın hakikati yoluyla Samediyetin içerdiği Kayyûmiyet ve Rubûbiyet hakikatlerine mazhardır. Buna binaen denilebilir ki anne olmadan çocukların terbiye edilmesi bir aile için mümkün değildir. Baba ne kadar isterse istesin bunu hakkıyla başaramayacaktır. Anne, bu cihetle ailedeki canlılığın kaynağıdır. O olmazsa, o aile, bitkisel hayat yaşayan bir cesede döner. (32)“ Varlığın, varlığı kemâl iledir; kemâlin kemâli devam iledir. ” ( Bediüzzaman Said Nursî, Badıllı Tercümesi Mesnevi-i Nuriye, Katre Risalesi, 110-111 ) Devam etmeyen, sabitleşmeyen kemâl, noksandır. (33)Bakınız, Bediüzzaman Said Nursî, Lem’a’lar, 30. Lem’a, ism-i Ferd bahsi ve Şualar, 2. Şua... EYMEN ERDEM AKÇA
-
Flew, Önemsiz Bir İnsan mı?
sevgili yamyam şu tesbitte haklısınız insan tanımadığı bir şeyi sevmez.Ama insan tanrıyı neden tanımıyor olsun ki.ewet tanımadığı ölçüde korkar,ama insanlarımız en basitinden benim gibi bir avam dahi Allah'ı ef'aliyle,esmasıyla ,sıfatıyla,şe'niyle tanırız.güzel bir çiçekle koklar, şefkat dolu bir çift elle tutarız ellerini,sıcacık bir çift bakışla bakarız ona derin derin.ya biz avam aslında epey seviyoruz Allah'ı.birde bunun havassı varki kimbilir onlar nasıl seviyordur.zaten bilmekten ziyade varlığı mutlak olana biz varlıkta kalmak isteğimizle kafir-mümin aşığız.öyle seviyoruz ki farkında değiliz.işte bizim aşık dediklerimiz bu aşkın farkına varanlardır.sadece farkı fark edenler sevgili yamyam.bakın cüz'i bir aşktan külliye geçmiş,sonludan geçmiş sonsuzu yakalamış bir çobanın hikayesini alıntıladım dilerseniz okuyun.. ÇOBANIN AŞKI..... Aşıktı delikanlı. Sevgilisinin isminden başka bir şey bilmediğinden mi, konuşmaya mecali olmadığından mı bilinmez, arkadaşı anlatıyordu onun halini: - Gözleri günlerdir uyku görmedi efendim, diyordu, yemiyor, içmiyor, işi gücü, gecesi gündüzü havası suyu o kız oldu sanki. Ne desem kâr etmiyor, son bir çare diye geldik size. Halbuki "sen bir garip çobansın, o padişahın kızı, davul bile dengi dengine" dedim ya, dinlemiyor efendim, ama herhalde aşkın gözü kördür diye de buna diyorlar, değil mi efendim... İhtiyar adam bu esnada gözlerini dikmiş, iskeletinin üstüne deriden bir zırh giydirilmişcesine zayıf, çelimsiz, saçı sakalına karışmış, uzaklara dalıp dalıp giden, gözlerinde aşktan gayrısı kalmayan diğer çobanı süzüyordu. Sonra bir ah çekti, yüzünü nefes almadan konuşmasını sürdüren delikanlıya çevirip tebessüm etti. - Kolay evlat kolay, dedi, çaresizseniz çare sizsiniz. Ve tane tane anlatmaya başladı. İki genç çobanın, çökmek üzere olan bu dağ kulübesinde dertlerine derman aradıkları ihtiyar adam, aslında padişahın bütün dertlerini paylaştığı, her meselesini danıştığı bir bilge idi. Yıllar önce padişah kendisini tanıyıp sevdiğinde bir tek şey istemişti ondan; burada yaşamaya devam edecekti ve kimsecikler bilmeyecekti kim olduğunu. O günden beri de bu kulübede yaşıyor, gelen geçene ikram edip, gül alıp gül satıyordu. Padişahın kızının aşkıyla eriyip muma dönen genç çoban ve yanındaki kadim dostu nereden bilsindi bu garip ihtiyarın padişahın gönlüne sultan olduğunu. Aşık genç, ihtiyar adamın anlattıklarını dinledikten sonra, her şeyin bittiği anda başlayan son ümide sımsıkı sarılanların o saf ve tertemiz teslimiyetiyle: - Sahiden bu kadar kolay mı efendim, dedi, yani o mağarada elimde tesbih , kırk gün Allah dersem sevdiğime kavuşabilir miyim, onunla evlenebilir miyim? - Evet , dedi bilge, kırk gün o mağarada gece gündüz Allah diyeceksin, kırk gün sonra padişahın kızı senindir. İki dost hemen yola çıktılar, aşık çobanın yüzüne kan, dizlerine derman, yüreğine yeniden can gelmişti. Arkadaşına sarılıp, elinde tespih, gönlünde aşk, yüzünde ümit çiçeklerinden örülme bir tebessüm, mağaranın yolunu tuttu. Gelir gelmez hiç vakit kaybetmeden diz çöktü, dualar etti, gözlerini kapattı, kalbini padişahın kızına bağladı, eline tesbihini aldı ve dudakları kıpırdamaya başladı: Allah, Allah, Allah... Günler günleri padişahın kızının hayaliyle tespih taneleri gibi kovalayadursun, mağaranın yakınındaki köyleri bir söylenti çoktan sarmıştı. Herkes birbirine karşı dağdaki mağarada gece gündüz Allah diyen gençten bahsediyordu. Cami çıkışında ihtiyarlar, çe ş me başında kadınlar, tarlada işçiler, top oynarken çocuklar, herkes onu konuşuyordu: - Şu karşı mağarada bir genç varmış, kendini Allah'a adamış, gece gündüz durmadan Allah diyormuş, Allah Allah ..." Aşık dostunun ne halde olduğunu merak eden genç çoban, mağaraya geldiğinde üç hafta geride kalmıştı bile. Bizimkinin gözleri kapalıydı, dudaklarının da kıpırdamadığını görünce, uyuyakaldı herhalde diye düşündü. Tespih tanelerinin parmaklarının arasında dolaşmaya devam ettiğini görünce de, bu nasıl uyku diye sordu kendine. Bu sırada gözlerini açan genç adam , karşısında arkadaşını görünce, günlerdir yalnızlığıyla paylaştıklarını birbiri ardınca anlatmaya başladı: Kırk günün yarıdan fazlası geçmişti, o durmadan Allah diyordu, ama ne padişahın kızı vardı, ne bir haber, ne bir ümit kırıntısı... Acaba, diyecek oluyor, yutkunuyor, hayır diyor, tespihine bakıyor, bir kalp gibi atan sağ el işaret parmağını sabitlemeye çalışıyor, avuçlarını sıkıyor, gözleri doluyordu. Vedalaştılar. Ay ışığında dostunun gözlerine yayılan başkalık dikkatini çekmişti genç çobanın. Aşık çoban yeniden eline tesbihini aldı, gözlerini kapattı, boynunu neye bağlayacağını bilemediği kalbine doğru büktü, dudakları kıpırdamıyordu artık, sustu gece, mağaranın duvarları sustu, tükendi her şey, hiç tükendi, an bitti, sadece bir söz kaldı: Allah... Kırk günün dolmasına üç-beş gün kala, mağaradaki dervişin namı bütün ülkeyi sarmış, nihayet sarayın koridorlarında konuşulur olmu ştu. Meselenin aslını merak eden padişaha, bu insanların bir yerde sürekli kalmadıklarından, bulundukları mekâna bereket getirdiklerinden, ne yapıp-edip bu dervişi ülkelerinde yaşamaya ikna etmeleri gerektiğinden uzun uzun bahsetti başveziri . Ne yapması gerektiğini artık bilen padişah, nasıl yapması gerektiğini bilemediği bütün zamanlarda yaptığı gibi, dağ kulübesinin yolunu tuttu. Hürmetle diz çöktü bilge ihtiyarın önünde. Derdini anlattı, derman diledi. Sarayının yanına bir saray yaptırmaktan, o dervişi veziri yapmaya, sancak-tuğ vermeye kadar saydığı her şey, bilgenin: - Hünkârım , gönül erleri mala-mülke, makama-mansıba itibar etmezler, demesiyle son buldu. Kaderdi bu, padişahlarla köleleri aynı eteğin önünde diz çöktürür, birinin derdini diğerine derman eyler, ikisini de aynı tebessümle bahtiyar ederdi. Güldü ihtiyar: - Neden kerimenizin nikâhını teklif etmiyorsunuz sultanım, dedi. Şaşırma sırası padişaha gelmişti. - Nasıl yani, diyebildi, bu şerefi bize lütfederler mi, kabul ederler mi? Kırkıncı günün güneşi batmak üzereydi genç aşığın mağarasının üstünden... Padişah ve ihtiyar bilge en önde, arkalarında vezirler, onların arkasında halktan meraklı bir kalabalık ve en arkada da olup bitenlere bir mana vermeye çalışan aşık çobanın arkadaşı, mağaraya doğru yürümeye başladılar. Bu arada bizim aşık kendinden öylesine geçmiş, tespihiyle öylesine bir olmuştu ki, gelenler içeri girseler ve bir tesbihten başka bir şey bulamasalar şaşırmazlardı. Padişah edepte kusur etmemeye çalışarak içeri girdi, ellerini birbirine bağladı, duyulması güç bir sesle; - Efendim , dedi, sizi ziyarete geldik. Yavaşça başını çevirdi aşık , sonra bütün vücuduyla döndü, gözlerinde en ufak bir şaşkınlık emaresi yoktu, sapsarı bir heykel gibiydi. Herkes heyecan içinde. Vezirler, halk, genç çoban, mağara, tespih, sessizlik, duvar... Hatta güneş bile batmaktan vazgeçmiş, kafasını mağaranın içine doğru uzatarak olan biteni görme telaşındaydı. Padişah meramını anlattı, türlü tekliflerde bulundu. Ne saray, ne vezirlik, ne tuğ ne de sancak, hiç birinde gözü yoktu dervişin. - Efendim , diyebildi en son, sessizce, benim bir kızım var efendim, zat-ı âlinize layık değil belki, ama lütfeder nikâhınıza alırsanız bizi bahtiyar edersiniz... Kırk günlük çile nihayet bitmiş, olmaz denilen olmuştu. İşte aşık maşukuna kavu ş acak , murad hasıl olacaktı. Bizimkinin arkadaşı sevinçten ağlıyordu. Soru ve cevap sanki bu soru sorulsun, cevabı verilsin diye yaratılmıştı. Sessizlik ilk defa bağırmak, haykırmak istiyordu ve bütün gözler genç adamdaydı. Usulca doğruldu oturduğu yerden, etrafını şöyle bir süzdükten sonra, gözlerini padişahın gözlerine dikti, sarhoş gibiydi. Kendinden emin bir ifadeyle: - Hayır , dedi, kızınızı istemiyorum. Birden ortalığı bir sessizlik kaplayıverdi. Padişah mahzundu, halk hayret içindeydi, vezirler şaşkınlıkla birbirine bakıyor, bilge tebessüm ediyordu. Aşık çobanın genç arkadaşı yaşlı gözlerini silip, birden ileri atılarak bozdu sessizliği. Dostunun yanına geldi, kulağına eğilip: - Sen ne yapıyorsun, dedi, kırk gündür bu çileyi ne diye çektin sen, neyi reddettiğinin farkında mısın? Güldü aşık çoban gözleriyle ihtiyar bilgeyi arayarak: - A dostum, dedi, ben kırk gün padişahın kızı için Allah dedim, Allah padişahla vezirlerini ayağıma getirdi. Ya bir de Allah için Allah deseydim... selam ile...
-
ATATÜRK İSLAM İÇİN NE DÜŞÜNÜYORDU?
papanın islam için söyledikleri kişisel bir yorumdur,ki cevapta verildi zaten http://www.turkish-media.com/forum/index.php?showtopic=61227 ABD büyükelçisi kendi kendine röportaj yapmadıysa eğer,yani kişiliği parçalanmış şizofreni hastası değildi ise,ben bunlara inanırım arkadaş.kaldı ki neden böyle bir şey yapmış olsun onuda anlayabilmiş değilim.aslında maksat atatürk'ün din hakkındaki görüşlerinden çok onun anlayamadığının ileri sürüldüğü surenin tefsiri,eşsiz,sonsuz manalarıdır..ama hiç birinizin yazıyı doğru dürüst okuduğunu zannetmiyorum,ben daha çok bu röportajdaki bu iddiaya takıldım ve onu ön plana çıkarmaya çalıştım.bi zahmet okuyuverin arkadaşlar...
-
ATATÜRK İSLAM İÇİN NE DÜŞÜNÜYORDU?
ABD büyükelçisinin atatürk hakkında olmayan birşeyi söylemekten bir çıkarı mı var?Niye yapsın?Kendi uydurdu o zaman o röportajı,ve sonra bu röportaj radikal gibi sizcede çok ciddi bulunan bir gazetede yayınlandı,bunlar hep uydurmaca zaten.hadi nurcuların amacı atatürkü karalamaktan başka birşey olmasın(ki asla değil),bunu nurcular yapmıyor ki?bu röportajı ne ben yaptım nede ben gazetemde yayınladım.nede nur talebesi biri yaptı vede onun gazetesinde yayınlandı.gerçekten anlamıyorum,hele politikanın her fırsatta bediüzzaman saidnursi HAZRETLERİNE saldırmasını şimdide buna fethullah gülen hocaefendiyi karıştırmasını hiç anlamıyorum.Biz kimseye delilsiz mesnetsiz hiç bir hali yakıştırmayız.örneğin vatan ve din uğrunda çırpınan tertemiz gönüller için vatan haini karalamasını yapmayız.bazıları iyi bilirler kimleri kastettiğimi.kaldı ki burda bir karalama da yoktur,sadece atatürkün din hakkındaki görüşleri,ve anlayamadığı leheb suresinin tefsiri...
-
ATATÜRK İSLAM İÇİN NE DÜŞÜNÜYORDU?
sevgili kardeşim kimsenin kimseyi karaladığı yokki şimdi yam yam bilimselci ve diğerleri,Allah'a inanmadıklarını açık bir şekilde belirtirken ben tutup başka bir yerde yam yamın fikri yapısını birilerine olduğu gibi anlatsam onu karalamış olmam ki.ben sadece olanı söylemiş olurum.karalamak iftira etmek demektir.hayır atatürk inançlı biriydide abd büyükelçisi onu inançsız mı göstermeye çalışıyordu,kendi fikri yapısı kendi hali.vatana hizmetleri olmuşsa bizde takdir ederiz ama bu farklı birşey,onun din hakkındaki görüşleri..kendisi bunu çirkin görmüyor ,gocunmuyor ve açıklıyorsa bize ne değil mi aksini söylemek?
-
Flew, Önemsiz Bir İnsan mı?
sevgili faust, arkadaşımızın yazısında dikkat ederseniz birini taklit etmek ve kişiyi ön plana çıkarmaktan ziyade,evvelden savunduğu ve temsil ettiği fikrin onunla birlikte değerin yitirdiğini açıklamak,ve bununla ilgili inanmayan arkadaşların fikirlerini almaktır.
-
ATATÜRK İSLAM İÇİN NE DÜŞÜNÜYORDU?
önce yazıyı oku,sonra buyur cevap ver,zira yazının belgesi belli.ve asla ebu leheb ile mustafa kemali karşılaştırmak gibi bir halde yok ortada.oku ,oku,okumadan yazmayın zira gülmekten kendimi alamıyorum.
-
PAPA'YA CEVAPLAR
her asırda şeriatler değişir sevgili agnostist,ama dinin özü,ruhu evrenseldir.zahmet edip yazıyı okusaydınız özde bir değişikliğin olamayacağını görürdünüz.zahmet edin de bir okuyun arkadaşım.ayrıca islam kimsenin terör anlayışından mesul değildir,ben seni yanlış anlasam senin suçun ne?demi yani
-
HAVVADA BU VARLIK AİLESİNİN BİR YÖNÜDÜR ADEMİN KABURGASIIDR
Kaburga Hadisi Sahih Bir Mucize İken Diyanet, Tevilini Bilmediği İçin, Onu Hadis Külliyatından Atmak İstiyor HAVVA DA BU VARLIK AİLESİNİN BİR YÖNÜDÜR, ÜYESİDİR, ÂDEM’İN KABURGASIDIR Âdem, insanlığın ruhî, kültürel, dinî, ilâhî boyutu demektir ki; kadın da, bu mânâda âde-miyete (insanlığa) ortaktır. İman ve hukukta eşittir. Fakat kadın, tabiatı, dolayısıyla maddeyi temsil ediyor. Onun için diyebiliriz ki, insanlığın umumî varlığı içinde madde ve tabiat, eğri ve yağlı bir kemik mesabesindedir. Evet, maddesiz olmaz, fakat insanlık, sadece mide ve madde değildir. Böyle düşünenler, madde gibi edilgen ve pasif olurlar. Kaburga kemiği gibi kırılmaya, yenilmeye mahkum olurlar. Ey insan! Katı, sert, semiz bir madde olarak kalmak istemiyorsan, âdem (insan) ol. Yüce değerlerden ibaret olan Allah’ın sıfatlarına ayna ol. Yer yüzünde Allah’ın meşru bir halifesi seviyesine çık! Evet, insanlığın tek başına ruhî gelişmesi yeterli değildir. Ona eş olacak, yalnızlığını paylaşacak bir yardımcıya ihtiyacı vardır. O da maddedir. Demek bu kaburga, sembolik bir ifadedir. Çünkü, daha önce anlatıldığı gibi, Tevrat’ın 1. bâbında insanlığın (kadını ile, erkeği ile) biyolojik yaratılışı tamamlanmış idi. İbranice ve Arapça, kardeş lehçe olduklarından, diyebiliriz ki, “Havva” kelimesi, ince, ve kıvrak özellikler taşıyan ve insanın ruhanî boyutunu zürriyetini içine ihtiva eden, dişil madde demektir (bkz. Müncid). “Havva canlı şey demektir.” Şeklindeki not, Tevrat’tan değil-dir. Açıklama olarak verilmiş bir dipnottur. Âdem ise, toprak renginde olan yaratık demektir. Havva’nın ebced değeri 22’dir, Âdem’in ise 46’dır. Evet, insan, kadın da, erkek de 46 kromozomdan bir araya geliyor. Ve 4+6=10 eder, bir mükemmel sona bakar. 22 ve 2+2=4 ise, düzene, maddeye ve maddednin dört köşeliğine bakıyor. Arapça’da da, İbranice’de de ebced harflerinin sayısal değerleri, hem tarihî bir gerçektir, hem de sayısal değerleri iki dilde de eşittir. KUR’AN’IN BU KONUDAKİ HÜKMÜ Kâinat, maddî yönüyle dişidir, edilgendir. Ruhî ve manevî yönüyle, bilinç yünüyle ilâhîdir, erkektir. Ve kâinattaki her maddî oluşun bir manevî ve ruhî yönü vardır. Onun için meleklerden söz eden ayetlerde, eğer asıl anlatılmak istenen, işin maddi yönü ise, dişi kipi ve dişi çoğullar kullanılır. Eğer o meleklerin ibadet, tesbih ve manevî yönleri söz konusu ise er-kek kipler ve çoğullar kullanılır. Meselâ, meleklerin maddî tabiî olayları idare etmeleri dişi kip ile ifade edilmiştir. Allah’a yaptıkları hamd ve ibadet de erkek kipi ile ifade edilmiştir. Bazı müfessirler bu farkı göremedikleri için melâike ile ilgili ayetleri mecrasından çıkarmış-lardır. Meselâ, Saffât 1-5 ayetleri, kâinatı düzene sokan, ona canlılık veren meleklerden; kâinatı dağıtan, onu entropiye tabi tutan meleklerden ve bu iki grubun üstünde, Allah’tan gelen zikre (üst eyleme, mesaja; birleştirici bir fonksiyona sahip, iki ayrı yönü bir hakikat yapan zikre) tabi olan meleklerden söz eder. Bunların belirgin bir hakikat olduklarına işareten onlarla yemin edilir. Yeminin cevabî cümlesinde, bizi yaratan, besleyen Allah’ın bir olduğu vurgulanır. Zikir, birleştirici, toparlayıcı bir eylem demektir. 13. ayette ifade edildiği gibi, maddeciler bu ruhtan mahrum kalıyorlar. Demek, kâinattaki şeklî ikililiğe bakıp şirke girmemek gerek. Kâinatta asıl olan mana ve tevhiddir. Tevhid bir ruhtur, bir zikir ve eylemdir, üstün bir kuvvettir, birbirine zıt şeyleri başka, güzel ve güçlü bir hakikat yapar. Niyazi Mısrî şöyle demiştir: “Lutf u kahrı şey-i vahid bilmedi çekti azap Ol azaptan kurtulan, olur sultan anlar bizi” Fakat kâinatın bu temel birliği ile beraber, ondaki ikililiğin de belli ölçülerde bir değeri vardır. Meselâ gayb âleminde meleklerle şeytanlar savaşırlar; maddî boyutta da yıldız kay-maları sembolik de olsa o işte kullanılıyor. Meselâ, insan maddî yönüyle bir çamurdur. Fakat ruhî ve manevî yönüyle çok yüce, mü-kellef bir görevlidir. Meselâ, insan mucizeyi görüyor, fakat onu tam tersi bir şekilde anlıyor, onu sihir sanı-yor. Allah’ı birleyeceğine, O’na eş koşuyor. Meselâ, insanlar somut olan dünyayı seviyorlar, öteki âlemleri unutuyorlar. İlâahir… (Bakınız, Saffât, 1-24). Bu ayetlerde bu değişik değerler, tek etek dizilmiştir. Bu surenin en sonunda da “Subhane Rabbike Rabbi’l-izzeti…” ayeti var. Meâlen şöyledir: “Seni ve bu sûrede adı geçen benzer peygamberleri İslâm ve denge üzere terbiye eden, onları tevhid ve hakikat zirvesine çıkaran Rabbin, o kâfirlerin sandığı ve tanıttığı eksik tanım-lamalardan yücedir. “Bütün peygamberlere selam ve dolayısıyla muvaffakiyet var. Sonuçta maddî, sosyal bütün yönleriyle kâinat, Allah’ın mükemmel sıfatlarını yansıtır; yani O’na hamd eder. ‘Vel-hamdu lillahi rabbi’l-âlemîn’ der. Özetlersek: Namazın ana umdeleri olan tesbih, hamd ve tekbirin her biri bu hakikatlerden birine bakıyor. Tesbih, Allah’ı eksik, kusurlu ve negatif şeylerden kutsal bilmektir. Hamd, Allah’ın bütün mükemmel değerlere ve nimetlere sahip olduğunu bilmek de-mektir. Tekbir, Allah’ın bu iki yönü dışında ve birleşiminde sonsuzluğunu, yüceliğini, aşkınlı-ğını, eşi ve benzeri olmadığını ifade eder. Onun için her hareketin sonunda tekrar edilir. İşte namaz, bu şekilde değişik ve farklı değerleri birleştirip barıştırdığı ve insanı tevhid zirvesine çıkardığı, dolayısıyla esenlik, barış, rahmet ve bereket olduğundan; sonunda, “Esse-lâmu aleykum ve rahmetullahi ve berekâtuhu” denilir. Ve bu konuda kadın-erkek arasında hiç ayırım yoktur. KABURGA MESELESİNE DELİL GETİRİLEN AYETİN HAKİKİ MEÂLİ ŞÖYLEDİR Nihilizimden kurtulmanın en mühim bir ilacı da yaratılışın işleyiş makanizmasını bilmektir… bedbenlikten ve zihinsel sıkıntılardan şifa bulmanın en mühim tedavisi de o yaratılış makanizmasına göre yaşamaktır. Bu sayede hayatın ve yaratılışın nimet oluşunu idrak etmektir ki, En’am sûresi tümüyle bu meselelere bakıyor. * Medeniyetin tarlası ve beşiği olan kadınlarla ilgili uzun sûrenin 1. âyetinin tefsiri: (Kur’an’dan en çok yanlış anlaşılan âyetlerden biri de, Nisa sûresinin bu 1. âyetidir. Sûrenin ve dolayısıyla âyetin 1. derecedeki anlamı, sosyal ve sınıfsal eşitliği, ve kadın erkek eşitliğini dile getirmek iken; sadece kuru ve hayali bir biyolojik izah gibi değerlendirilmiştir. Âyet meâl ve tefsir olarak bize diyor ki: “Ey bütün insanlar, (fakiriyle, zenginiyle, kadınıyla, erkeğiyle) sizi nefs-i vahide (tür birliği) içinde yaratan ve o türün eşlerini aynı cinsten (yâni erkeği kadından, kadını erkekten) yaratan, yâni o iki eşten nice erkekler ve kadınlar yeryüzüne dağıttıran Rabbiniz ve terbiye ediciniz olan Allah’a saygı duyun. Ve ismiyle birbirinizde dilekte bulunduğunuz O Allah’ın yasalarını ve hısım akraba bağlarını çiğnemekten sakının. Çünkü Allah ezeli ebedi olarak üstünüzde murakıptır.” (Nisa sûresi; 1)
-
ATATÜRK İSLAM İÇİN NE DÜŞÜNÜYORDU?
Atatürk İslam için ne düşünüyordu? Sherill'e göre Atatürk Tanrı'ya inanıyor ama dine inanmıyor. Atatürk'ün, biyografisini yazan ABD Büyükelçisi Sherrill'e açıkladığı 'dinle ilgili' düşünceleri ilk kez yayımlandı. Sherrill'in kitabına almayıp rapor olarak ABD Dışişleri'ne gönderdiği söyleşide Atatürk 'Agnostik olmadığını, tek tanrıya inandığını' söylüyor, dindar olmayan Türklerin yüksek sesli duaların cezbine kapıldığını belirtiyor 06/09/2006 (8713 kişi okudu) RADİKAL - İSTANBUL - Atatürk'ün din hakkındaki görüşlerine ışık tutacak yeni bir belge ortaya çıktı. 1932-1933 yıllarında Ankara'da görev yapan ABD Büyükelçisi Charles H. Sherrill'in hazırladığı ve Atatürk'ün kendi ağzından dinle ilgili görüşlerini içeren rapor ilk kez Toplumsal Tarih dergisinde araştırmacı yazar Rıfat N. Bali'nin hazırladığı yazıda yayımlandı. Büyükelçi, Ankara'da görev süresi boyunca Atatürk ile yaptığı görüşmelere ve gözlemlere dayanarak 'A Year's Embassy to Mustafa Kemal' adlı bir kitap hazırlamıştı. Eser ilki, 1934 yılında Atatürk yaşarken, üç kez Türkçeye çevrildi. Kitabın en ilginç bölümü Atatürk'ün dine bakışını içeren kısımdı. Bu bölümde yazar, Atatürk'le yaptığı uzun bir mülakata yer vermiş ancak Atatürk'ün sözlerinin bir kısmını kitaba almamış bunu da "Din konusundaki şahsi görüşleri hususunda söylediklerinin tamamını burada vermek hiç doğru olmaz" satırlarıyla dile getirmişti. Ancak Sherill, kitaba sadece bir bölümünü aldığı görüşmeyi özetleyerek bir rapora döktü ve ABD Dışişleri Bakanlığı'na gönderdi. ABD Dışişleri Arşivi'ndeki bu raporu, Bali Türkçeye çevirip Toplumsal Tarih'e yazdı. Aşağıda, raporun tam metni yer alıyor. ABD BÜYÜKELÇİLİĞİ Sayı:423 Ankara, 17 Mart 1933 Konu: Türkiye'de din MÜNHASIRAN MAHREM Saygıdeğer Hariciye Vekili Washington Beyefendi, Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal ile dün öğleden sonraki üç saatlik mülakatımda, hakkında yazmakta olduğum biyografinin sekiz bölümünü birlikte gözden geçirdiğimiz sırada Türkiye'de din meselesi bahis edildi. İncelememde Türkiye Cumhuriyeti'nde İslam dininin gelişimi konusuna oldukça yer verdiğime dikkatini çektim, biyografim için -yayınlanmak veya yayınlamamak kaydıyla- bana söylemek istediği kadarıyla sınırlı olmak üzere bu mevzudaki görüşünü bilmek istediğimi belirttim. Sözlerinin hangi kısmının efkârı umumiye(nin) (bilgisi) için olduğunu, hangi kısmının olmadığını belirterek mevzu hakkında teferruatlı bir şekilde konuştu. Galiba, altı ve yedi yaşındayken annesi onu bir sıbyan mektebine göndermek istiyordu. Burada öğretmen Kuran dersleri de verecekti. Bu, uzun Arapça bölümleri ezberlemek demekti. Diğer yandan babası oğlanın din eğitiminin verilmediği laik bir mektebe gitmesini istiyordu. Her ne kadar sonunda babanın sözü kabul edildiyse de annesi oğlanı Selanik'te geçerli olan geleneksel tören eşliğinde sıbyan okuluna gönderdi. Ertesi gün babası oğlanı okuldan aldı ve laik okula koydu. Buna çok üzülen annesi epey ağladı ve oğlanın teklif etmesi üzerine sıbyan okulundaki din hocası eve gelip ona Kuran eğitimini verdi. Bu sadece bir ay sürmesine rağmen anneyi tatmin etti. Bu, ömrü boyunca alacağı tek din eğitimiydi. 'Beşeriyetin Tanrı ihtiyacı' Agnostik olduğuna dair genellikle kabul görmüş inancı, kesinlikle reddediyor, ancak dininin sadece Kâinat'ın Mucidi ve Hâkimi tek Tanrı'ya inanmak olduğunu söylüyor. Ayrıca beşeriyetin böyle bir Tanrı'ya inanmaya ihtiyacı olduğuna inanıyor. Buna ilaveten dualarla bu Tanrı'ya seslenmenin beşeriyet için iyi olduğunu belirtti. Burada duruyor. Daha sonra teferruatlı bir şekilde neden o kadar inançlı bir Protestan Hıristiyan olduğumu sordu. Ben de ona, bu raporda yeri olmayan, sebeplerimi söyledim. Sadece bir genel mütalaa söyleyebilirim. Suallerinde tamamıyla samimiydi, bu da din konusunda yeterince zihin yorduğunu göstermekte. Daha sonra, 10 yıl önce inşa ettiği yeni Cumhuriyet'in Reisicumhuru olarak iktidara geldiği zaman İslam dininin durumu hakkında bilgi vermeye başladı. Şeyh-ül İslam'ı, medreseleri, Mahkeme-i Şer'iyyeleri ve bu mahkemelere riyaset eden kadılar, hocalar ve muhtelif dervişler dahil olmak üzere bütün ruhban sınıfını lağvetmeyi gerekli bulduğunu söyledi. Osmanlı'da geçerli olan bu ruhban yapıdan geriye kalan, müezzin olarak minarelerden halkı ibadete çağıran ve camilerde namaz kıldıran imamlardı. Ona az evvel tasvir ettiği bu yapıyı tamamıyla yok ettikten sonra Türk gençliği için, şayet kaldıysa, ne tür dini tedrisat kaldığını sordum. Kifayetsiz medrese sistemini tüm ülkeye yayılmış ilk ve ortaöğretim sistemiyle ikame ettiğini ve bu sistemin (talebeyi) üniversiteye dek götürdüğünü belirtti. Hz. Muhammed'in hayat hikâyesi ve daha ahlaklı yaşama konusundaki hikmetli düsturlarla dini tedrisat verildiğini, bu dini tedrisata Yeni ve Eski Ahit'te tasvir edilen diğer büyük dinleri ve Budist dini kitapları da dahil ettirdiğini söyledi. Daha sonra o ve ben bu modern Türk dini tedrisatı ile Birleşik Amerika'da ortalama pazar okulunda verilen dini tedrisatı mukayese ettik. Pazar okullarımızda verilen dini tedrisatın cuma sabahları kadınlar tarafından tüm ülkedeki Halk Evleri'nde verilip verilemeyeceğini sorduğumda böyle bir fikrin muvaffak olacağına dair pek şüpheli göründü, ancak yeni bir fikir olduğunu ve kaale alacağını söyledi. Bu amaçla kadın öğretmenlerin vazifelendirilmesi fikri ona cazip geldi, çünkü bu şekilde hocaların erkek partizanları, siyaset veya benzeri muhtemel başka mesele yaratacak ihtimallerden kaçınılmış olacaktı. Bursa hadisesi Bu çerçevede yakın tarihte olan Bursa hadisesi üzerinde serbestçe konuştu. Bu hadise Türklerce değil üç yabancı tarafından çıkarılmıştı: Bir Arnavut, bir Bulgar ve bir Rus. Hatta Üçüncü Enternasyonal tarafından kışkırtıldığını da ima etti. Muhtemelen sıkıntı verecek bu siyasi hareketi basit bir dil meselesine, ezanın Arapça yerine Türkçe okunması haline dönüştürerek gösterdiği siyasi maharetten ötürü kendisine iltifatta bulundum. Bu sözlerim Kuran'ın Arapçadan Türkçeye tercüme edilmesi için nasıl ve neden telkinde bulunduğu konusunda konuşmasına sebep oldu ve bu mevzuda yepyeni bir ufuk açtı. Türk halkının uzun zamandan beri ezberden okuduğu bazı Arapça duaların gerçek manasını anladığı zaman tiksineceğini söylüyor. Kuran'dan alınan bir Arapça bölüm okudu. Türkçe Kuran okutma nedeni Bu duada Hz. Muhammed amcası ile amca kızının yaptıkları bir şeyden ötürü cehenneme gitmeleri için beddua eder.* "Düşünen bir Türk'ün böylesi bir duayı okumaktan elde edeceği dini ilhamı veya dine ilgi göstermesini tahayyül edebilir misin?" dedi. Bu fikrini geliştirdikçe ben de gitgide Kuran'ın Türkçe okunmasını teşvik etmesinin sebebinin Kuran'ın Türkler arasında gözden düşmesi olduğu neticesine varıyorum. Daha sonra umumi ve şaşırtıcı bir beyanda bulunarak Türk halkının gerçekte hiçbir şekilde dindar olmadığını, aralarından camilere giden az sayıda kişinin alışkanlıktan veya yüksek sesle söylenen duaların cezbine kapılarak camiye gittiğini ileri sürdü. Saygılı bir şekilde bu bakışıyla mutabık olmadığımı, eşimle yaşadığımız tecrübeyi anlattım. İki Türk arkadaşımızın daveti üzerine 23 Ocak'ta Ayasofya Camii'ne gidip Kadir Gecesi'ne şahit olduk. Ona yüzde 20'si askeri üniformalı 10 bin mümin tarafından doldurulan caminin ne kadar kalabalık olduğunu, bütün müminlerin tam bir saat Gazi'nin de varlığını kabul ettiği Tanrı'ya doğrudan yönelttikleri dualarla nasıl yoğun bir şekilde ibadet ettiklerini anlattım. Bu kalabalık, bu ibadet ve müminlerin duaya yoğunlaşmaları hususunda izahat istemem, onun Türk gençliğinin din hakkında bilgi edinme fırsatı mevzusunda Türk hükümetinin kısıtlı bir rolü olması gerektiğine dair kanaatini dile getiren daha fazla beyanatlar vermesine neden oldu. Bu beyanatlarını bitirdiğinde şimdilik ortaöğretimde ve Dâr-ül-fünûn'un küçük ilahiyat bölümünde üç büyük din hakkında verilen tarihi tedrisattan fazlasını öğretmeye inanmadığı sarihti. Sovyetler gibi lağvetmeye karşıydı Ancak Sovyetler'in her türlü dini lağvetme fikriyle kesinlikle mutabık değil. Bellibaşlı camilerin hükümetçe muhafaza edilmeleri ve amaçları doğrultusunda kullanılmaları gerektiğinde ısrarlı. Üç büyük dinin ahlak öğretilerine dinden ziyade ahlak olarak inanıyor. Bize ihsan ettiği hayırlar için tek Tanrı'ya sık sık minnettarlığımızı dile getirecek ifadelerin eklenmemesi halinde şahsi dini inancının natamam olacağını söylediğim zaman şaşırdı, ancak alakadar göründü. Sadece yeni bir fikir olduğundan, bu fikri kaale alacağını söyledi. Benimle bu konuda daha fazla konuşma arzusunu ifade etti. Bu beni şaşırttı, zira Yusuf Akçura bey gibi samimi arkadaşları beni sürekli onunla din hususunda konuştuğum takdirde, Gazi'nin nazikçe 'dostluğumuz' olarak adlandırdığı münasebetlerimizin kesinlikle bozulacağı hususunda ikaz etmişlerdi. Konuşmamızın bu bölümünün sonunda, daha öncesi bir yabancı ile hiçbir zaman bu konuda bu kadar etraflı konuşmadığını ve özel dini inançlarını da hiç dile getirmediğini söyledi. Saygılarımla Charles H. Sherrill * Bu bölüm, Kuran'ın Tebbet Suresi'dir. 'Bismillahirrahmânirrahim. 1,2,3,4,5. Ebu Leheb'in iki eli kurusun! Kurudu da. Malı ve kazandıkları ona fayda vermedi. O, alevli bir ateşte yanacak. Odun taşıyıcı olarak ve boynunda hurma lifinden bükülmüş bir ip olduğu halde karısı da (ateşe girecek).' (R. N. Bali'nin notu) Sherrill'ın Kadir Gecesi izlenimleri "...uzun zamandan beri İstanbul Müzesi Müdürü olan Halil Bey, eşim ve beni Ayasofya Camii'nde Kadir Gecesi'ni izlemek için davet etti. Ayin boyunca o, eşi ve Evkaf Müdürü bizlerle birlikte oldu ve birçok sualime çok ilginç cevaplar verdi. (...) Ramazan ayının 27'nci gününün akşamındayız. Dünyanın her yerindeki Müslümanlar, gün doğuşundan gün batımına kadar hepimizin ibadet ettiği tek Tanrı'ya inanan Müslüman müminlerin dualarının (Tanrı katında) duyulacağı ve kabul edileceği hususunda eğitilmişler. Bu nedenle İslam (dini) bu geceyi Kadir Gecesi olarak çağırmakta. Alaycı mizaca sahip bazı insanların iddia ettikleri gibi kişinin dine verdiği kadarını elde ettiği doğruysa şayet o zaman on binin üzerindeki müminler her biri ve tamamı Kâinatın Yaratıcısı'na sunmakta oldukları bu dua saatinden çok şey kazanacaklardır! 'İslam en yüksek noktasında' Hıristiyan inançları açısından değerlendirirsek, İslam dini Türkiye'de engelsiz veya ruhani müdahale olmaksızın -saf protestancılık- en yüksek noktasında bulunuyor. Şahsi inanç burada en yüksek gücüne yükselmekte. Bu satırların yazarı gördüğü Hıristiyan toplulukların hiçbirinden 23 Ocak 1933 akşamı Ayasofya'da izlediği ibadet kadar etkilenmediğine ve şahit olduğu ibadetin samimiyetine ikna olduğuna şahitlik yapabilir. Bu kalabalığı cezbedecek ne musiki ne de kesif belagat sahibi bir hatip vardı. Her çeşit Türk oradaydı. Galerilerin altındaki geniş avluları kadınlar dolduruyordu, büyük merkezi alanda sıra sıra (yaklaşık yüz sıra) erkekler vardı. Her sırada omuz omuza yaklaşık seksen erkek. Her biri eğilip kalkan, konuşulanlardan bihaber, eğilen, secde eden ve her biri büyük Tanrı'nın Güç Evi ile şahsi temasını kurmaya niyetli. 'Biz ABD'liler kadar dindarlar' Burası Türk halkının ruhunu hissetmesi için uygun yer ve andı. Kişi Türk ırkının ne olduğunu gerçekten anlamak, Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran ve ilk Cumhurreisi olan Mustafa Kemal gibi bir önderin doğduğu ulusu anlamak için basit, dindar Türk'ü bu fırsatlarda görmesi lazım. Evet Türk halkı biz Amerikalılar kadar dindarlar, belki de daha fazla dindarlar." Elçinin kaleminden Bursa hadisesi "...Bursa'da 1 Şubat günü öğleden sonra Evkaf Müdürlüğü önünde toplanan yaklaşık 100 kişilik bir grup Türkçe ezan aleyhinde gösteri yaptı. Olayı 4 Şubat'ta Afyon'da haber alan Gazi Mustafa Kemal gezi programını iptal ederek Bilecik üzerinden 5 Şubat'ta Bursa'ya vardı. İçişleri Bakanı Şükrü (Kaya) ve Adalet Bakanı Yusuf Kemal (Tengirşek) beyler de Bursa'ya gelerek incelemeler yaptı. Mustafa Kemal, Bursa'dan ayrılmadan önce Anadolu Ajansı'na şu açıklamayı yaptı: "Bursa'ya geldim. Olay hakkında ilgililerden bilgi aldım. Olay aslında önemi haiz değildir. Herhalde cahil mürteciler Cumhuriyet adliyesinin pençesinden kurtulamayacaklardır. Olaya bilhassa dikkatimizi çevirmemizin sebebi, dini, siyaset ve herhangi bir tahrike vesile etmeye asla müsamaha etmeyeceğimizin bir daha anlaşılmasıdır. Meselenin mahiyeti esasen din değil, dildir. Kati olarak bilinmelidir ki, Türk milletinin milli dili ve milli benliği bütün hayatına hâkim ve esas kalacaktır." Kazanlı Tatar İbrahim'in başını çektiği olay, Bursa Ulucami müezzininin vazifesi başına gelmemesi üzerine Halil adında birinin ezanı Türkçe yerine Arapça okuması ve sivil polis memuru Hamdi Efendi'nin müdahalesi sonucu çıktı. Tatar İbrahim'in kışkırtmasıyla cami cemaatinden bir grup, "Dinini seven bizimle gelsin" diyerek Evkaf Müdürlüğü'ne doğru yürüyüşe geçtiler. Vilayet Konağı önüne gelen kalabalık, zabıta kuvvetlerince dağıtıldı ve tahrikçiler yakalandı. 23 kişinin yakalandığı olaydan sonra Bursa Ulucami hatibi Hafız Tevfik Efendi de İstanbul'da tutuklanarak Bursa'ya gönderildi. Ankara'ya dönen Adalet ve İçişleri Bakanları, Bursa'daki incelemelerini ve aldıkları tedbirleri Bakanlar Kurulu'na bildirdiler. 13-14 Şubat'ta soruşturma sona erdi. Aralarında Bursa müftüsü Nureddin Efendi, Ulucami hatibi Hafız Tevfik Efendi ve fabrikatör Gaffarzade Mehmet Efendi'nin de bulunduğu 24 sanık, 15 Şubat'ta Bursa Ağır Ceza Mahkemesi'ne sevk edildi. Daha sonra tutuklu sanıkların Çorum'a nakledilmesi emri geldi. Bursa olayı davası Çorum'da görüldü ve 1 Mayıs'ta karar açıklandı. Dört kişi beraat ederken, beş kişi ikişer yıl ağır hapis, yedi kişi birer yıl ağır hapis, yedi kişi de beş ay ağır hapis cezasına çarptırıldı. Bursa müftüsü Nureddin ve kâtibi Kamil efendiler, 12 Haziran'da beraat ettiler. Bursa olayının ardından İzmir ve Salihli'de de Türkçe ezan okumamakta direnen dört imam ve müezzin tutuklanarak mahkemeye sevk edildi." Not: Leheb suresinin nazm-ı maaniye göre yani söz ve mana dizimine ve etimolojik kurallara uygun olarak gerçek manası budur. LEHEB ( Alev ) SÛRESİ 111. Sûre; 5 ayettir. Bu kısa sûre beş ayetiyle insanlığın maddî medeniyetinin, maddî, kültürel gelişmesinin beş devresine işaret ettiği gibi; bu dönemlerin sonunu mucizevî bir şekilde gösteriyor. Fakat biri işârî, diğeri açık bu iki mucizeyi görmemiz için 17 nükteyi mütalaa etmemiz gerek; işte: 1- Bu sûrenin Kur’ân’daki sıra numarası 111’dir; önemli bir sonu ve bir zirveyi gösterir… Bu incelik, Kur’ân’ın 17. sûresinin 111 ayetiyle, diğer medenî, dinî, malî ve ahlakî boyutları ile beraber ifade edilmiştir. Geniş izah için Kur’ân’ın Evrenselliği adlı tefsirimizdeki bu 17. sûrenin izahına bakılabilir. Fakat 17. sûre insanlığın bütün yönleriyle miracını, yükselişini anlatırken bu 111. sûre sadece ekonomik ve maddî kültürel kalkınmasını anlatıyor. 2- Bu sûrenin bütün kelimeleri, maddî, ekonomik ve maddî kültürel literatürü işliyor, onlara işaret ediyor. Az sonra alt maddelerde göreceğimiz gibi… 3- Leheb ( alev ), maddî kültürün ve maddî kalkınmanın ve pozitivist bilincin sembolüdür. Yunan mitolojisinde anlatıldığı gibi; insanlık bunu Tanrı’dan çalmıştır ve maddî olarak tek taraflı bir şekilde gelişmeye başlamıştır. Evet bu tek taraflı gelişme, materyalist olduğu için ve Allah’a rağmen yükselmeye çalıştığı için, denge ve istikametten ibaret olan İslam’ın en baş düşmanı sayılır. Her ne kadar, ilmi ve araştırmayı esas almakla İslam’ın amcası da sayılsa, ve ondan yaşlı da olsa… Bilindiği gibi, Ebu Leheb, Hz. Muhammed’in amcasıdır. İşte, bakın, tarihte dinin ve İslam’ın iki baş düşmanı olmuştur: a ) Ebu Cehil ( Cehalet, karanlık ve vahşetin babası. ) Bu baş düşman daha önce tarihe karıştığı için, onun adı, Evrensel Kur’ân’a girmemiştir. b ) Maddeye, ekonomiye, materyalizme dayalı olan Ebu Leheb ise İslam’a akrabalığı olmasına rağmen daha zararlı olduğu ve kıyamete kadar devamlı olacağından, Evrensel Kur’ân’ın bir sûresini işgal etmiştir. 4- Ekonomi ve maddî kazanç sadece bedeni besler; dünyayı mâmur eder. Leheb ( alev ) ise, sadece dünyayı, maddeyi aydınlatır. Fakat din özellikle dengeden ibaret olan İslam, dünyayı da ahireti de aydınlatır; ruhu da besler, bedeni de… Bu iki kavram akraba oldukları halde birincisi tek taraflı gittiğinden, denge ve istikametten ibaret olan İslam’ın en birinci düşmanı sayılmıştır. Ve İslam zaferlerinin önü, ancak bu materyalist ekonomi ve materyalist felsefe ile kesilmiştir. 5- İki el, Kur’ân’da, Mâide ( sofra ) 64’te geçtiği gibi; Allah’ın, dünya-ahiret, geçmiş-gelecek, sağ-sol, madde-mana, musibet-nimet gibi çifter imkanlarını temsil eder. O sûrede geçtiği gibi; Yahudiler, kendi yanlış zanlarınca Allah’ın bir elinden ibaret olan ekonomik sistemin kapalı olduğuna inanıyorlardı. Ve bundan dolayı kendilerini faiz yemeye mecbur hissediyorlardı. Ayet ise, onlara şöyle cevap verdi: “ Hayır! Allah’ın iki eli de ( sonsuza dek ) uzanmışlardır. ( Mebsûtatâni…) Allah istediği gibi infak eder. ” Bu ayete bakarak diyebiliriz ki; Ebu Leheb’in iki elinden maksat, geçmiş ve gelecek imkanlar, kültürel ve maddî gelişmeler demektir; ki, bu materyalist sistem, tek taraflı gittiğinden hepten zarar ediyor. Yoksa bu sûrede Ebu Leheb’in biyolojik iki eli kast edilmiyor. Çünkü onlar zaten çürüdü gitti, evrensellik boyutu kalmadı… Sadece Kur’ân, onun kafir olarak öleceğini haber veriyor. Ve aynen öyle oldu. “ Tebbet ” Arapça lügatlerde geçtiği gibi; tamamıyla zarar etmek, hepten helak olmak, yerle bir olmak gibi manalara gelir. “ El ” ve “ Eller ” ise Arapça’da genellikle imkanlardan kinaye olarak mecâzen kullanılır. 6- “ We tebbe ” ( Ve kendi bedeni de helak oldu, zarar etti. ) Evet insan, materyalist olursa, ruha, ahirete inanmazsa veya inandığı halde İslam’ın dengesi üzere gitmezse en büyük zararı yapmış olur. Çünkü böyle bir insan için bedeninden daha değerli bir şey yoktur. Yani beden, ahiret gibi değerli bir ürünü meyve vereceğine materyalist sistemde hepten helak olur. Dünyanın en büyük zararı gerçekleşir. Bu sûre, 83 harfiyle bu maddî ömre bakar ve nasıl helak olduğunu gösterir. Seksen üç sene 1000 ay eder ki; bu sûredeki zararın telâfisi bin aydan söz eden Kadir sûresinde anlatılır. 7- Gınâ ( Zenginlik ) Materyalist sistem, ruha ve ahirete inanmadığı için insanın en temel güdüsü olan aşk-ı bekàyı maddî zenginlikle masturbe etmek ister. Fakat, “ ma ağna anhü” ( Onu asla muhtaçlıktan, fakirlikten kurtarmadı. ) 8- “ Mâlühü ” ( Onun malı ) Maddî medeniyetin, ekonomik dünyanın temel kıblesi, tanrısı, en temel değeri, vazgeçilmez rengi maldır. Arapça’da “ mal ” kelimesi, fon ve renk manasına gelir. İnsanı büyüler, gözünü kamaştırır. Fakat insanı gerçekten zengin etmez; ona sonsuzluğu, ebediyeti kazandırmaz. 9- “ We mâ keseb ” ( ve diğer kazanımları da ona bir fayda vermedi. ) Yani şöhret, sanat, bilgi, entellektüellik gibi tek taraflı kalan değerler de insanın sonsuzluğu arayan kalbinin ihtiyacını kapatmaz. 10- “ Bu materyalizmin şahs-ı mânevîsi ( kolektif kişiliği ) alevli bir ateşe dayatılacaktır.” İşte: a ) Materyalistçe kültürü ve sanâyiyi esas alan Avrupa, iki kere ateşli dünya savaşlarına maruz kaldı. b ) Dünya böyle materyalistçe bir hayatı devam ettirirse bir kıyametin kopmasına sebep olur, atmosfer yırtılır, insanlık ateşli taşlara ve ateşlere maruz kalır. c ) Dünya güneşin alevli sıcaklığı altında kavrulabilir. Kıyamet kopar diye bir işaret de anlaşılabilir. Ve geleceği haber veren bu cümlenin sayısal değeri de 1590 eder ki, çok belirtilerden bu hicrî tarihte böyle bir kıyametin olacağı tahmin ediliyor. Ve bu işaret değişik karinelerle teyid ediliyor. Geniş izah için Bediüzzaman Said Nursî’nin Kastamonu Lahikası’na bakılabilir. 11- “ Wemraetühü ” ( Ve hanımı da öyle olacak…) “ Hanım ”, sembolik dilde bir şeyin altyapısı ve bu konuda yapılan yatırımlar demektir. Evet, materyalist kültür ve sanayi insanlığa gerçek bir fayda vermediği gibi, bu sistemin altyapısı olan sayısız bilimsel araştırmalar ve üniversiteler de ahiret ve ebedilik konusunda bir fayda vermedi. 12- “ Hammâlete’l- hatab ” ( O altyapı sadece odun toplayıcılarıdırlar. ) Evet, materyalist dünya özellikle bu dünyanın altyapısı olan materyalist üniversiteler, odun yığınları gibi sayısız materyalleri topluyor. Fakat sentez yapıp alevlendiremedikleri için bilgileri karanlıkta kalıyor; kâinatı okuyamıyorlar; geleceği göremiyorlar. B. Said Nursî, bir doktora yazdığı bir mektupta “ odun yığınları ” tabirini bu manada kullanmıştır. 13- Öyle ki; bu hastalık, bu asırda dindarlara da bulaştığından, onlar dahi, binlerce dinî bilgi odunlarını biriktirip bir türlü yorumlayıp nurlandıramıyorlar. Yine insanlık karanlıkta kalıyor. Ayet 4’te işaret edildiği gibi, materyalizm sıtmasını artırıyor, kıyametin kopmasını hızlandırıyor, insanlığı zarara ve ölüme sürüklüyor. 14- “ Onun boynunda demirden ( veya değişik örgülerden ) bir halat vardır.” Boyun, esaretten kinayedir; işte herkes görebilir, materyalist insan esirdir. Materyalist Batı, bütün zenginliğine rağmen demirin ve değişik bağların esiridir. Üniversite dünyası edilgen ve feminal olduğundan onlara işâreten dişi zamir gelmiştir. Üniversitenin gerçekten hür olmadığını göstermiştir. Esaret ve baskı ve depresyon önce boyuna bağ olduğundan ayet el ve ayak değil de boyun kelimesini seçmiştir… Çok ilginçtir ki; Doğu insanı ellerinden kelepçeli ise, Batı insanı da boynundan bağlıdır. 15- “ Halat ”, örgü, ağırlık, kargaşa demektir. Halat, belli bir yükü taşımak içindir. Fakat bu öylesine anlamsız ve absürd bir halattır ki, kendisi başlı başına bir yük olmuş; insanın belini büküyor. “ Min mesed ” ( Demirden veya değişik örgülerden bir halat ) Yani materyalist kültür, materyalist sanayiye dönüştü. O da çetrefilli sosyal, elektronik ve felsefî örgülere dönüştü ve insanlık özellikle bilim dünyası esir edildi. “ Mesed ”, demirden ve değişik nesnelerden örülmüş şey demektir. Bu örgünün sonu hicrî 1529 olabilir ki, bu son iki cümlenin sayısal değeridir. Ve sûre 21 kelime olmakla 21. asrın sonuna kadar devam edeceğine işaret eder. 16- Kendisinin bilincine varan insanlık, ekonomik hayatını önce iki eliyle kazanıyordu; sonra bedeni ile… ( Buna 1. ayet işaret ediyor. ) Sonra mal ile; sonra sanat ile… ( Buna da 2. ayet işaret ediyor. ) Sonra ateşli savaşlar ve bu sayede kazanılan ganimetler ile…( Buna da 3. ayet işaret ediyor. ) Sonra altyapı hazırlıkları ile ve bilimsel gelişmelerle ve sanayi yığınakları ile geçindi. ( Buna da 4. ayet işaret ediyor ki, en materyalist dönem bu 4. dönemdir. ) Sonra bilgi ve elektronik çağı geldi. İnsanlığın boynuna kramplar girdi. ( Buna da, bu değişik bağ ve örgülere de 5. ayet işaret ediyor. Ki, bu dönem son dönem olacaktır. ) 17- Bu sûreden bir önceki sûre, İslam zaferlerinden söz ediyor. Ve bu dizayn, İslam zaferlerinin bu materyalist kültür ve sanayi ile mağlup edileceğini bildirdiği gibi bu mağlubiyetten ve bu materyalist yapıdan kurtulmanın yolunun da ihlas, tevhid, denge ve sonsuzluğu yakalamakla olacağını bildiriyor ki; 112. sûre olan İhlas sûresinde temel konu olmuştur. Şimdilik bu kadar yeter. İşte size bu sûrenin meâli: Siz de bu hakikatleri onda görebilirsiniz. Bahaeddin Sağlam 27. 01. 2004 111. Sûre LEHEB SÛRESİ 1- Ebu Leheb’in iki eli kurudu. Ve kendisi de kurudu. 2- Ne malı, ne sanatı onu kurtaramadı. 3- O alevli bir ateşe dayatılacaktır. 4- Hanımı da öyle olacak… Odun taşıyıcısı olarak… 5- Onun boynunda demirden bir halat vardır.
-
PAPA'YA CEVAPLAR
Bismillahirrahmanirrahim Son Dönemdeki Gelişmeler Sebebiyle Hz. Muhammed’in Şahsiyeti Üzerine Birkaç Not 1) Başta Kur’an’ın ondan fazla ayetiyle, İncil’in yüzden fazla ayeti, bize bildiriyorlar ki; din, varlığın logosu (mantığı, aklı, ruhu) dur. Varlık onunla ayakta duruyor ve onunla düzene giriyor. Fakat evrensel diyalektiğin gereği olarak bu ruh ve akılda çift kanatlılık oluşuyor. Zaman ve zemine göre bazen bir kanadı tercih edilir. Genelde ise iki kanat beraber götürülür çünkü asıl olan diyalektik ve onun birliğidir. Mesela; Musa, maddeyi, devleti, hukuku temsil ederken; Harun, velayeti, tasavvufu, maneviyatı temsil etmiş ki bütün Yahudi tarikatları Musa’ya değil de Harun’a dayanır. Ve Kur’an ’da Firavun’a karşı mucizeleri gösteren Musa iken, Tevrat’ta mucizeleri gösteren Harun’dur. Çünkü İslam’da madde-mana birliği oluşmuş, Musa adeta Harun olmuş. Yahudilikte ise bu ikisi ayrı kaldığından keramet ve mucizeleri Harun göstermiştir. Tıpkı İslam fakihleri değil de, mutasavvıfları kerametler gösterdiği gibi. Bu bir çelişki değildir, gerçeğin yansıtılmasıdır. Ve mesela; Muhammed, Muhammed olarak Ahmediyeti ile beraber maddeyi, devleti, hukuku, şeriatı ayakta tutarken; Ali ve diğer bir grup manevi sahabelerin kolektif kişiliği maneviyatı, tasavvufu, zühd ve takvayı icra etmişler. Ki İslam’da bütün tarikatların Hz. Ali’ye dayanması ve Alevilerin onu yüceltmesi boşuna değildir. Hz. Muhammed (a.s.m) buyurmuş ki: Harun’un Musa’ya nispeti neyse, sen ey Ali bana olan nispetin odur. 2) İşte din deyince bu bütünlük ve diyalektik yapı genellikle hatıra gelmez. Ya saf hukuk ve şeriat veya saf tasavvuf ve maneviyat akla gelir. Saf maneviyat ise tasavvufun gerçek lideri olan Hz. İsa’nın şahsiyetidir. Yani zor zamanlarda, kritik dönemlerde, hukukun icra edilemediği zamanlarda İsa gibi yaşayacaksın. Ki o ruh ve manevi logos o kaotik, karışık ve cansız topluma bir can olsun ve o toplum yeniden dirilsin. Bu manada Müslüman tarikatların hepsi Müslüman İseviler sayılırlar. Çünkü dünyayı, siyaseti, maddeyi, toplumda hukuku icra etmeyi bırakmışlar; ruhani terbiye ve canlandırma ile uğraşmışlar. Bediüzzaman’a göre deccal fitnesi ancak böyle bir ruhani kuvvetle durdurulabilir. Ki kendisi son 38 senesini böyle geçirdi ve böyle yaşadı. Ve mesela; Mevlana, bütün Moğol istilasını bu maneviyat ve ruh ile tersine çevirdi. O vahşi Moğolları on sene gibi kısa bir zamanda Müslüman etti ve yıkılan bütün Selçuklu eserlerini onların eliyle daha güzel bir şekilde imar etti. Bu bilgi tarih kitaplarında yazılıdır ve Amerikalılar belgeselini çekip yayınladılar. Abdulkadir Geylani ise, Abbasi döneminin bütün yıkıntılarını absorbe edip, İslam’ı yeniden diriltti, dağa, taşa bile ruh oldu. Şah-ı Nakşibend her yönüyle çoraklaşmış olan Orta Asya’yı yeni medeniyetlere gebe bırakacak şekilde ihya etti. 10’a yakın imparatorluğun kurulmasına altyapı oldu. İmam-ı Rabbani, Hindistan’ı mutlak anarşizmden kurtardı. 3) Evet, tarikatlar sadece birer ruh idiler. Osmanlı’nın kuruluşunda başta Bektaşilik bir ruh olarak zamk görevini görmüştür. Sonra bu Bektaşiler dejenere olunca Mevlana Halid devreye girdi. Fakat Mevlana Halid tasavvuf ile ilmi, manevi yapılanmayla maddi organizasyonu beraber götürünce ona Zülcenahayn ( çift kanatlı) denildi. Hatta Osmanlı hükümeti onun bu yapısından korktu, onu Şam’a sürgün etti. Fakat sonra, onun bu ikili boyutlu yapısı Kafkas cephesinde Rusların istilasına karşı büyük işe yaradı. 50 milyon müridi savaşa katıldı. İşte bu sinerji kutsal olmayan hiçbir harekette bulunamaz. Hulasa tasavvuf dinin tümü değil. Fakat tasavvuf ve maneviyat zor günün ilacıdır. Ki Hz. İsa 2000 sene önce böyle zor ve fırtınalı bir dönemde bir ruh oldu, Yahudilerin münafıklığını ve şekilciliğini bir miktar sildi ve 300 senelik bir sinerjiyle Roma gibi zalim, materyalist, maddeci bir devleti kilise haline getirdi. Fakat maalesef maneviyat kurumlaşınca kendi ölümlerini hazırlamış olurlar. Onun için Bediüzzaman demiş ki şeriat devleti dahi gelse biz bu görevimizi bırakamayız. Evet, Hz. İsa zamanında o fırtınalı günlerde savaş, şiddet, hükümet kurmak, şeriatı getirmek mümkün değildi. O (a.s) vahyin bütün boyutlarını temsil ettiği halde (aşağıdaki Meryem Suresi ile ilgili nota bakınız) sadece ruhani yönünü kullandı. Çünkü diğer kapılar kapalıydı. Ve başka çare yoktu. Roma’nın materyalizmini ancak o ruh eritebildi. İşte Hıristiyanlar, burada yanılgıya düşüyorlar. Çünkü O (a.s) bütün vahiylerin ismidir, kelam sıfatıdır; bu manasıyla zaman üstüdür, canlı vahiydir. Fakat 2000 sene önceki kesitte sadece ruhani boyutunu kullanabildiği için bazı bilim adamları Hıristiyanlığa ve İslami tasavvufa evrensel manasıyla din demiyorlar. Çünkü belli bir şeriatları yok. Yani bütün peygamberlere Cebrail vasıtasıyla vahiy gelirken; İsa’nın kendisi ise canlı vahiydir, Ruh tarafından Meryem’e verilmiştir. Ve evrensel manasıyla kâinatın ruhu ve mantığıdır. Onun için ahir zamanda, insanlığın tam bozulduğu dönemde yine onun misyonu gelir, işi kurtarır.( Bakınız, Yuhanna 1/1; Nisa, 171) Evet, Hıristiyanlar onun bu iki şahsiyetini birbirine karıştırıyorlar, onun için çelişkiye giriyorlar, bilim adamlarına karşı mağlup oluyorlar. O (a.s), bir yönüyle bütün vahiyleri temsil ediyor; bu cihetle Allah’ın kelam sıfatıdır, kâinatın mantığı ve ruhudur. Fakat 2000 sene önceki tecellisi, mesajları vermekle beraber eti kanı olarak çarmıha gerildi. Sonra başka renklerde ve dinler şeklinde ve tarikat ekolleri halinde dirildi, insana ruh oldu. Hıristiyanlar somutçu davrandıkları için Matta bab 16’da yasak edildiği halde sadece onun etine kemiğine takıldılar, etini kemiğini Tanrı yaptılar ve 1700’lü yıllarda kilise hurafeler bataklığına battı. Buna mukabil bilim adamları, feylesoflar ve mazlum halk kitleleri dine karşı gelip Fransız Büyük İhtilalini kopardılar ve kilisenin iktidarına son verdiler. Sonra Protestanlar bir miktar işi dengelemekle beraber kendilerini Ortaçağ’ın dengesizliklerinden tam kurtaramadılar. İşte bunun sonucu olarak Avrupa’da büyük dinsizlik cereyanları oluştu, bilimin gelişmesiyle beraber tam kuvvet buldular. İşte Papa hazretleri Avrupa’nın bu karanlık yüzünü göreceğine; temeli din, akıl ve diyalektiğe dayalı olan İslamiyet’i eleştireceğine; az da olsa aklı varsa dönüp Avrupa’ya yönelmeli ve Avrupa’da yerleşmiş olan bu köklü dinsizlik ve ateizmi gidermeli. Çünkü az da olsa Alman ırkından kaliteli adamlar çıkar. Papa, İslam dini akla uymuyor, şiddet kullanıyor derken; dini, hayatı kilisenin içinde mahsur kalan ve sosyal hayatta hiçbir aktivitesi olmayan İsa’yı kastediyor olmalı ki haklı bir payı olsun. Hâlbuki İsa evrensel manasıyla; mantıktır ve ruhtur. Ve bütün peygamberlere gelen de bir manada O’dur. Dolayısıyla dinde tekelcilik iddia etmek akılsızlıktır. Allah sonsuz olduğu ve ehadiyet tecellileri de sonsuz olduğu için tekelcilik iddiası saçma sapan bir milliyetçilikten başka bir şey değildir: Din milliyetçiliği. İşte bu hakikate rağmen ve Kur’an’ın bu konudaki 150 evrensel ayetine rağmen ve İncil’in sonsuz şefkat ve enginliğine rağmen Hıristiyanlar dinde tekelcilik iddia ediyor. Müslümanlar da onlardan geri kalmıyor. Hatta bazı Hıristiyan ve Müslümanlar dahi mezhepte bile tekelcilik iddia ediyorlar, kendilerinden başka herkesi kâfir sanıyorlar. Hâlbuki tekelcilik dinin evrenselliğine aykırıdır. Ve hiçbir dini dayanağı yoktur. Evet, İsa kurtuluş bendedir derken evrensel vahyi ve dini kastediyordu. 2000 sene önce çarmıha gerilen etini, kanını kastetmiyordu. Kâfir ile mümin arasındaki en bariz fark; biri somuta bağlanır diğeri ise sonsuzluğa ve soyuta bağlanır. İşte bu durumda Müslümanlar da Hıristiyanlar da kâfirlerden daha fazla somutçu olmuşlar. Artık kime ağlayacağımızı bilmiyoruz. Fakat eğer Papa’nın İslam’dan kastı Vehhabiler ve Yunan felsefesine karşı Müslümanlarca ve Hıristiyanlarca geliştirilen Kelam literatürü ise gerçekten Vehhabilerin ve Kelamcıların din ve Allah anlayışı akla yatkın değildir, Kur’an’a da uymuyor, İncil’e de uymuyor. Papa bir bilim adamıdır bunu belli etmesi lazım. Çünkü Vehhabiler Allah’ı gökte bir kral gibi düşünüyorlar; Kelamcılar da asıl varlık saydıkları kainat dışında şekilsiz, sınırlı bir Teo’ya inanıyorlar. Tahmin ediyorum, başta Papa olmak üzere bütün kilise liderlerinin Allah anlayışı böyledir. Ve asıl akıl dışılık onlarda vardır. Kur’an ve İncil ise Allah’ın sonsuz olduğunu ve varlığın ruhu ve bilinci olduğunu ve tenezzül ederek somut yazılım ve isimler olarak kendini bize gösterdiğini söyler ve Ehl-i Sünnet’e göre isim ile müsemma birdir. Büyük bir ihtimalle Papa hazretleri de Kelamcılar gibi düşünen bir teisttir; Allah’ı gökte bilen bir Vehhabi gibidir. Çünkü Vatikan kilisesi İncil’in yorumlanmasına karşıdır. İncil’in binlerce mucizelerinin ve mecazlarının farkında değillerdir. İncil üzere yaptığım tefsir kitabını ona tavsiye ederim. Bunu garipsemeyin çünkü Türkiye’de dini ve Kur’an’ı bilmeyen diyanet reisleri çıktığı gibi Hıristiyanlarda da İncil’i tam bilmeyen kardinaller de papa olabiliyor. Böyle bir dönemde, dindarların dinsizlere mağlup olduğu bir zamanda böyle şeyleri ortaya atmak benim bu kanaatimi pekiştiriyor. 4) Bütün dinler tarihinde olduğu gibi; özellikle İslam’da kan dökülmeden fakat çok şiddetli geçen bir savaş söz konusudur: Ehl-i Rey ile Ehl-i Rivayet arasında yani evrenselliği ve aklı esas alanlar ile zayıf da olsa rivayetleri esas alanlar arasında… Ehl-i Rey’in başında Ebu Hanife var. Ehl-i Rivayet’in başında da İmam Şafii var.Ehl-i Rey biz Kur’an’ı, aklı, ilmi esas alırız. Sahih ise işimize de destek olursa hadisi de alırız, derler. Bunlara mukabil Ehl-i Rivayet her şeye, her olaya bir rivayet bulup onu onunla çözmeye çalışır. Sahih olup olmadığını, yerinde kullanılıp kullanılmadığını incelemez. Ve maalesef Hıristiyanlık tarihinin %90’ı da böyle gelmiştir. İşte bu durumda aslen sahih olmakla beraber İslam’da 2000 mesele, Hıristiyanlık’ta 5000 mesele, Yahudilik’te 10.000 mesele var. Eğer biz bunları akıl ve ilim çerçevesinde yorumlarsak hepsi de mucize olurlar ve vahiy oldukları anlaşılır. Hiçbir dinsizin de bahanesi kalmaz… Sakın ümitsiz olmayın bu garip kardeşiniz, bu problemlerin 3000 tanesinin ilmi tevilini ve yorumunu yapıp neşretmiştir. Makalelerim, CD’lerim ve 2000 sayfalık kitaplarım buna şahittir. İşte buna rağmen Amerika’da Hıristiyan kongresi kurulmuş ve Kitab-ı Mukaddes asla yorumlanamaz diye karar almışlardır. Suudi hükümeti de devlet siyaseti olarak hiçbir ayet ve hadisi yorumlatmıyor. Ve böyle bir durumda karşımıza 9000 tane hurafe çıkar. İlahi adalet terazisinde dinsizler haklı çıkar, cennete gider, çünkü mazurdurlar. Ve dindarlar da cehenneme gider. Evet, bütün hukuk sistemlerinde mazeret ciddi bir sebep teşkil ediyor. Bu konuda Ahmet Yüksel Özemre’nin Umran dergisinde masonlarla ilgili yazdığı iki makaleye bakabilirsiniz. İncil’in Matta 25. babı ile kilisenin ilmihallerini veya Kur’an’ın Taha Suresiyle Müslümanların günlük ilmihallerini karşılaştırın, benim haklı olduğuma karar verirsiniz. 5) Hz. Muhammed (a.s.m), hiç kimseyi zorla dine davet etmemiştir ve hiç kimseyi dininden dolayı küçümsememiştir. Bilakis Medine’de Yahudilerle ortak devlet kurdu, onların dinini meşru kabul etti. Ki güç elindeydi. Ve o kadar mütevazıydi ki bir Yahudi’den borç isteyebiliyor ve karşılığında zırhını rehin bırakabiliyordu. Hz. Peygamber’in Yahudilerle savaşı din yüzünden değildi; Yahudilerin onunla devlet kurup sonra inanmışlara karşı Mekke kafirleriyle iş birliği yapıp askeri hıyanette bulundukları içindi. İşte Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin ayeti ( bir evvelki ayet olan Maide, 48’e bakılsa) anlaşılır ki sadece bu gibi gruplar içindir. Yoksa tarih boyunca Müslümanların Hıristiyan ve Yahudi dostları hep vardı. Papa’nın dediği gibi “ dinde zorlama yoktur” ayeti, Muhammed zayıf iken söylenen bir söz değildir, Medeni bir surede inmiştir. Olay onun vefatından iki sene önce olmuştur. Sebebi de bir Müslüman’ın Hıristiyan olmasıdır. Sahabeler onu öldürmek isterken Hz. Muhammed: “Dinde zorlama yoktur” dedi, olayı aynen bıraktı. Demek Papa siyaset yapacağına biraz tarih okusa daha iyi olur. Ve Hz. Muhammed, bazı rivayetlerin abarttığı gibi Yahudilerden 700 kişi değil de elebaşları olarak 20 kişiyi öldürdü. Bu abartmanın sebebi Emeviler’in kendi zulmüne fetva çıkarmak istemeleriydi. 6) Hz. Muhammed’in katıldığı savaşların çoğu, karşı taraftan gelen saldırıları savunmak için gerçekleşmiştir. Mesela Bedir’de müşrikler saldırdı, mesela Uhud’da müşrikler saldırdı, mesela Hendek’te müşrikler ve civar vahşi kabileler saldırdı. O hendek kazıyarak Medine’yi savundu. Ve mesela Tebuk’te 10.000 Müslüman’a karşı 100.000 Romalı saldırdı. Mekke fethinde ise kendisi savaş açtı ve hiç kimsenin burnu bile kanamadı. Şehir barışla teslim alındı. Huneyn savaşında ise Müslümanlar savaş düzenine girmedi, gayeleri sadece civar kabileleri İslam devletine katmaktı. Onun için başlangıçta mağlup oldular sonra toparlanıp savaşı kazandılar. Medine dönemindeki kabilelere gönderilen özel müfrezeler ise öncelikli olarak davet içindi. Savaşla karşılaşınca onlar da savaşıyordu. Ve Hz. Muhammed onlardan inanmalarını da beklemiyordu sadece teslim olmalarını istiyordu. Çünkü dünyaya yeni bir adalet düzeni gerekliydi, Hıristiyanlığın ruhaniyeti bunu tek başına gerçekleştiremiyordu. Roma Hıristiyan’dı, fakat aynı zamanda zalimlik yapıyordu. İran yönetimi ise daha da beterdi ve Arabistan üzerinde hak iddia ediyordu, Müslümanlara yaşama hakkı tanımıyordu. Hz. Muhammed sadece iki kere dindarları İslam’a davet etmiştir. Bir keresinde Medine’deki Yahudi alimlerini, çünkü onlar Tevrat’ın mecazi ifadeleri içinden çıkamıyorlardı. Bir keresinde de Necran Hıristiyanlarını, çünkü onlar da Vehhabiler gibi Allah’ı gökte biliyorlardı ve İsa’nın etine, kanına tapıyorlardı. Bununla beraber Hz. Muhammed onları serbest bıraktı, İslam devletine destek çıkmak şartıyla onlara emanname verdi ve dinlerinde kalmalarına izin verdi. ( Bakınız Hayatu’s-Sahabe, 2. cilt.) 7) Hz. Muhammed’in geldiği dönem ve toplum son derece cahiliyet içindeydi. O ise onlara başöğretmen oldu. Yani onlara şefkat etti. Son derece onlarla ilgilendi ve kendi kendilerine ilim öğrenip gelişmeleri için akıl ve ilme dayalı geniş bir yol açtı. Ki sahabelerin köleleri ikinci nesil olarak sahabeden daha âlim oldular ve kendilerine bakabilme seviyesine gelip azat edildiler. Şimdi ki Türkiye’de ise öğretmenler hatip veya vaiz, öğrenciler ise avamdır ki; İslam’da böyle bir sistem caiz değildir. İslam’da kadın-erkek herkese ilim farzdır. Bu peygamberin en büyük buyruğudur. İslam’da ruhbanlık yoktur, hadisinden maksat da budur. Yoksa bazıları kendini sırf ahirete verebilir. Bu dinen caizdir. İşte bu eğitim hamlesiyle beraber civarda o kadar vahşet ve bedeviyet vardı ki bazıları kılıçtan başka bir şeyden anlamıyordu. Hatta diyebilirim ki İsa’nın sonsuz mesajını, Kur’an’ın bilimsel temellerini işlevsiz bırakan, Ortaçağ’ın bu duygusal yapısıydı. Mesela Ali biz Muhammed gibi yaşamalıyız, derken; Muaviye hayır biz Roma kralları gibi yaşamalıyız, diyordu. Yani aralarındaki kavga şahsi bir kavga değildi, bir yaşam biçimi kavgasıydı. Yoksa Ali şahsi hakkından vazgeçebilirdi. Ebubekir ve Ömer’de vazgeçtiği gibi. Çünkü onlar Muhammed gibi yaşadı. Bu güce tapma meselesi maalesef bu asrımızda da devam ediyor. Mesela güçlü bir futbolcu 100 tane meşhur bir artistle beraber olabiliyor. Ve kınanmıyor, kıskançlık da olmuyor. Demek istediğim Ortaçağ’ı görmeyen, tatmayan bu sorunları anlamaz ve bilmez. Pekmezi tatmayan onun tadını bilmez. Hz. İsa’nın geldiği toplumda ise, bir yandan âlim fakat şekilci bir Yahudi toplumu vardı, öte yandan zalim de olsa medeni bir Roma devleti vardı. Mahkemeler vardı, polis kuvvetleri vardı, askeri güçler vardı. Dolayısıyla peygamberleri birbirine kıyas etmek ve birbiriyle dövüştürmek büyük bir yanlıştır. Çünkü onlar birer ruh ve candır; iklimin şartlarına göre şekil ve biçim alırlar. Özlerinden hiçbir şey kaybetmeden… 8) Hz. Muhammed’in çok evliliği de, onun ruhani bir peygamber olmaktan ziyade, yani Ahmed ve veli olduğu halde; hukuku, devleti, adaleti oturtmak için gelmiş olmasındandır. Onun hanımları, kadınlara ve diğer Müslümanlara dini kültürü aktaran öğrencileriydi. Fakat aynı evde yaşamak için ve dini pratize etmeleri için nikâh kıymaları şarttı. Ben bütün siyer kitaplarına baktım, onun beşer ve vejetatif olarak sevdiği sadece bir buçuk eşi vardı ki onlardan çocukları olmuştu. Hz. Hatice ki daha önce vefat etmişti. Bir de Mısır’dan gelen Mariye ki bu Mariye yüzünden başı epey derde girdi. Ayşe ve Hafsa onu kıskanmaya başladılar, Peygamber’e karşı geldiler, Buna rağmen Peygamber onları affetti ve onları hiç cezalandırmadı. ( Tahrim Suresine bakınız.) Hz. Ayşe ile ilgili olan 9 yaşında onunla evlenmesi ve onun yatağında vahyin gelmesi ve onun kucağında vefat etmesi, tamamıyla Emeviler’in uydurmasıdır. Bu konuda bizde çok delil var, isteyen müracaat eder. Çünkü Muaviye, Ayşe’yi bu şekilde yücelttikçe ( ki Ayşe masumdu ) Hz. Ali küçülmüş oluyordu. Arada kâr ve prim elde eden Muaviye oluyordu. Ve saltanatı o şekilde devam ettirdi. Unutmayalım ki İslam kültürünün yarısı Hz. Muhammed’in hanımları tarafından ümmete aktarılmıştır. Ve dünyevi bir maksat gütmemeleri için ayetlerce de uyarıldılar. Ve Hz. Muhammed kendilerine benim kadınlara ihtiyacım yoktur, dedi. Evlerinizde ilim ve irfanla uğraşın diye onları uyardı. ( Bakınız; Ahzap Suresi ) 9) İslam âlimlerinin çoğuna göre: İslam’da cihat %90’ı savunma amaçlıdır. %10’u da civar devletlere adaleti yerleştirmek içindir. Terör ise asla caiz değildir. Osmanlı savaşlarının çoğu dünyaya adaleti yerleştirmek içindi. Şimdiki Amerika’nın yaptığı gibi… Bunun delili de şudur: Hz. Muhammed hiçbir dindara dinini değiştir diye mektup göndermemiştir. Sadece siyasilere teslim olun diye mektuplar göndermiştir. Teslim olmak ise dinini değiştirmek demek değildir. Arap kabilelerinin çoğu sadece teslim olmuştu yoksa imana girmemişlerdi. Bu konuda Hucurat Suresi gayet açıktır. Yani Hz. Muhammed diyordu ki dünya zulüm altında inliyor, ben İsa ile Musa’yı birleştirip dünyaya yeni bir adalet getireceğim, siz ey siyasiler sakın bize engel olmayın. Cizye de dindar insanlardan alınmıyordu. Sadece dinini yaşamayanlardan alınıyordu. ( Bakınız Tevbe Suresi, 28 ) İşte bu adaletin bir örneği de İstanbul’un fethidir. Çünkü Ortodoks Rumlar Fatih’in hakimiyetini, Katoliklerin ve Latinlerin baskılarına tercih ediyordu. İslamiyet’in kısa bir müddette yayılmasının sebebi bu adalet anlayışıdır. Yoksa kılıçla o kadar iş becerilmezdi. Ve mesela Türklerle sadece bir lokal savaş olmuştur. Gerisi kendileri Müslüman olmuşlardır. Kürtlerde de durum öyledir. Sadece Diyarbakır bir miktar direnmiş, diğerleri kendileri teslim olmuştur. Demek PKK ve Doğu Perinçek yanlış bilgi veriyorlar. Ayrıca Doğu Perinçek, dinin amacı dünyadır, diyor. Kendisi siyasetin içinde büyüdüğünden ve bugünkü siyaset eşittir menfaat olduğundan onun öyle görmesi mazur sayılabilir. Çünkü kendisi hıyanetten başka manevi, ruhani, uhrevi bir değer görmemiştir. 10) Dinin birinci amacı; insanı sonsuz değerlere, ebediyete kilitlemektir, sırtını sonsuz ilahi bir kuvvete dayandırmaktır. İnsanı yetimlik halinden kurtarmaktır. Kafirlerin ise 3-5 günlük karışık dünya hayatından başka sermayeleri yoktur. Bizim bu davamızın milyarlarca yaşamış şahsiyetleri, yazılmış kitapları ve ispat edici bilimsel verileri vardır. Kimse başını kuma sokmasın. Fakat Hz. Peygamberin de buyurduğu ve sosyolojinin de gösterdiği gibi; dil, her 100 senede değişiyor. Onun için bir lider gelir, toplumu ve kültürünü yeniler. İşte bu vazife tamamıyla gerçekleştirilmediği için dinin metinlerinde değil de anlayışlarında yanlışlar oluşmuştur. İşin içinden çıkılmaz hale gelinmiştir. Onun için 300 sene önce Avrupa, kilisenin hurafelerine karşı Fransa aşırı giderek laikliği dinsizlik şeklinde algıladı. Buna mukabil Amerika ve İngiltere dine saygılı kalıp sitemlerini sekulerizm olarak yaşadılar. Herkes Hz. İsa’yı laik biliyor. Fakat işin gerçeği öyle değil. O (a.s) Matta 12. bapta devlet kutsal olmazsa, dine dayalı olmazsa yürümez diyor. Sonra 22. bapta bakıyor herkes münafıklaşmış, din özünü kaybetmiştir, hurafeler ortalığı kaplamıştır. Bu sefer dönüyor, “ Sezar’ın hakkı Sezar’a, Allah’ın hakkı Allah’a” diyor. Ve daha önce bütün dini kitaplarda devlet reisliği manasına gelen Davutoğlu lakabıyla övünürken; burada, hayır ben artık Davutoğlu değilim, Allah oğluyum, yani saf dinim, maneviyat ve ruhum beni dünyevi işlere karıştırmayın, diyor. Fakat bu geçici bir durumdu, çünkü başka bapta o günkü masonlara “ Siz eninde sonunda dine muhtaç kalacaksınız, iktidarı dine bırakın” diyor. Evet, insanlık temel kutsal değerlere dönmezse ve işin içine hurafe karışmaması için bilimden ve metodolojiden destek almazsa öyle bir anarşizme ve hayvanlığa düşecek ki hiçbir şeyle idare edilemeyecek. Bediüzzaman’ın tespitine göre dini bırakan laik devletler ancak rüşvet-i mutlaka ve istibdad-ı mutlak ile idare edilebilecekler. Yani partiler rüşvet dağıtacak, geri kalanını da ordu dipçikle tutacak. Bir gün gelecek bu bile elimize geçmeyebilir, insanlık mutlak hayvanlığa düşebilir. Bediüzzaman savunmalarında laikliği zamanın şartlarının zorlaması olarak kabul edebileceğini, dinsizlik olarak algılanırsa ölümüne dahi olsa kabul etmeyeceğini ve karşı koyacağını iddia eder. Ve Türkiye bir müddet Fransa gibi yaşadığı için kendisi bu açığı kapamak üzere sadece iman ve ahlak üzerine 6000 sayfa kitap yazar. İnsanlığın hayvanlığa düşmesini önler. Evet din ve kutsal değerler olmazsa insanlık mutlak vahşete düşer. Çünkü sosyolojik bir kaidedir: İnsanlar hayvan idi, (Bakınız Mesnevi Nuriye ) din ve bilim ile Âdem oldular. Eğer bu iki değer giderse yine hayvanlığa düşerler. Bu şekilde sosyal bir kıyamet kopar. Onun için dinler arası, medeniyetler arası diyalog değil de ittifak lazımdır. Çünkü Bediüzzaman diyalogu değil de ittifakı tavsiye ediyor. Çünkü diyalog çoğu zaman siyasi olarak dönüyor, ittifak ise dindarane ve samimi bir iş birliğidir. Papa bunları bilmiyorsa halimiz yamandır demektir. Son Bir Not: Papa’ya karşı İslam âleminden ilmi cevaplar verileceğine maalesef hep hakaret ve şiddet içeren ifadeler kullanıldı. İlmi cevaplar yine Avrupa’daki Hıristiyan dostlarımızdan geldi. Bu bir açıdan üzücü, bir açıdan sevindiricidir. Bu bilgi için Zaman Gazetesinin eylül sayılarına bakabilirsiniz. Bahaeddin Sağlam 0212 5284868
-
Darwin mevzusu
İmtihan saptırmak için değil güzel kardeşim geliştirmek için,bir üst bilinç seviyesine çıkartmak için,Allah kemdi öz varlığını emanet ettiği ve sevdiği kullarını neden ayetlerle saptırsınki,o tür ayetler zaman üstü,yani artık allah indinde olmuş bitmiş hüküm verilmiş bir şey içindir,kafir demekki öyle bşr hale geliyor ki bazan binbir delilde önüne getirilse (hafizanallah)kalp kokuşmuş,göz görmez olmuş,kulaklar adeta sağır anlamıyor.kalp mühürlenme ayeti falan hep bu manada.yoksa müdahil değil,genel bir yargı,yani ezelden ebede böyle olmuş ve olacakları kastediyor.hükmü verip o hükme mahkum etmiyor.ah şu zaman kaydından bir kurtulsan,allahı zamana tabi gibi düşünmesen neler anlayacaksın neler bu konuda hidayetini gönülden taleb ediyorum selametle,
-
SAID-I NURSI mi SAID-I KÜRDI mi?
>ALINTI >Hayret ki ne hayret,Sayin Enkas bütün cabasiyla bana Said-i >Nursi'nin neler oldugunu ve neler olmadigini anlatiyor,neredeyse >sanki onunla o günleri yasamiscasina beni inandirmaya >calisiyor,tabiiki onun da bir gayesi var,bu gaye illede Üstadlarini >kabul ettirmek gayesidir,ve diyorki ne olur karalamayin,kardesim ben >kimseyi durup dururken karalamaya hakkim varmidir?hayir..peki Sayin >Enkasin Üstadi ile ilgili bilgileri dogruda bizimkilermi yanlis >olan.Bir yandan gülüyor bir yandan agliyorum diye yazmis Sayin >Enkas;Bendemi aynisini yapsam acaba yani hem gülüp hemde aglasammi? > > > > >buraya kadar yazdıklarına cevap bile vermiyorum .kişiselleştirmemek adına. >>ALINTI >Simdi o kadar ilgincki;burada adlari seyhlere üstadlara cikmis >olanlar icin menfi birseyler yazildiginda,birileri hemen onlari >savunmaya geciyor > > > > >şeyh kelime karşılığı hırsız vatan haini demek değildir.neden acaba >şeyhler senin kadar bu vatanda söz sahibi değilmi.vergisini verip >askerliğini yapıyormu...başka bu vatanda yaşamanın haysiyetini >taşıyacak tüm kıstaslara en az senin kadar haizdirler....oldumu şimdi >arkadaşım.yakışık alıyormu? >> > > >ALINTI >tamam buda gayet normal tabiiki birileri birilrini >savunacaktir.yalniz ben sahsen,bu savunmalar >yapilirken*Efendim,sizin okudugunuz belgeler sahtedir >düzmecedir,dogrusu bizimkilerdir*diyen kisilerle hangi tartismayi >demokratik olarak yapabilirim.Adamlar Nuh diyor Peygamber >demiyorlar.Belge isterler verirsin,hayir efendim bunun kim oldugunu >biz biliriz derler.Ama kendi belgeleri en dogrusudur,neden en >dogrusudur?cünkü o belgeler ya bir tarikat mensubundan ya bir >Cumhuriyet ve Laiklik karsitindan alinmis belgeler oldugundan >dogrudur onlar icin > > > bana doğru düzgün bir belge getir deki >said nursi vatana ihanet etti. bu zamana kadar yapılan tüm >yargılamalarında isnat edilen suç rejimi yıkmaya yönelik eylem >içindedir den ileri geçmedi ve hepsindende beraat etti.bu vatanın >bir tane evladına sıkılan bir kurşunu yoktur.aksine yaptığı >hizmetleri ortadadır.> > > >ALINTI >Ben burada Said-i Nursinin dini bilgilerini sorgulamadimki, > > >Ya Allah aşkına sorgula merak ettim şimdi acaba senin ilmi >derinliğin ne ki?bizden esirgeme.> > > > >ALINTI >benim kabul edemedigim sey bu adamin Kurtulus savasi günlerinde >Kuvay-i Milliye karsiti olmasidir.bunun icin yeterli belgeler >mevcuttur. > > >aynı kuvai milliye bir süre sonra çerkez ethem gibi vatana hizmet >eden birisi içinde vatan haini yakıştırmasını yapmadımı.asıl olan >vatanın savunulması işiydi ve herkes burda tek yürekti.ama iş >başkalaşınca farklı konular gündeme gelince ayrılıklar söz konusu >oldu.burda da bazı spekülasyonlar yapıldı tabi mesela said nursinin >kuvai milliye karşıtı gibi gösterilip vatan hainliğiyle suçlanmasıda >bu propagandaların ürünüdür.> > >ALINTI >Kimlerle calistigi hangi cemiyete üye idi bunlar belgelerle >sabittir,birakin, yok efendim düsmana karsi savastida bilmem daha >neler,siz simdi kalkip Said-i Nursinin Ittihat ve Terakki >cemiyetinin üyesi oldugunuda kabul etmezsiniz,peki daha nasil belge >istiyorsunuzki?Illede Vakit,Zaman,Türkiye ve onlara benzer gazeteler >okumami istiyorsaniz ben bunu yapmam. >saygilarla > > > >burda da said nursi ve ittihat terakki ilişkisinden söz eden arkadaş >bilmezmiki yukarda savunuculuğunu yaptığı enver paşa kendisi bu >itthadın kurucularındandır ve övünerek anlattığı sarıkamış olayında >90 bin vatan evladının soğuktan donarak ve tek kurşun bile atamadan >ölümlerine sebep oldu.konu çok uzun araştırmak isteyenler >baksınlar.ayrıca said nursinin istanbulun işgaline karşı olan >tepkisini ve çalışmalarını bilmezmi...ruslarla çarpışıp kosturmaya >esir götürülen aziz üstad acaba orda tatil maksatlımı bulunuyordu. > >hamidiye alaylarıyla beraber doğuda rus ve ermenilere karşı yaptığı >mücadele ortadadır.fen ilimleriyle din ilimlerinin birlikte >okutulacağı, idealindeki üniversite düşüncesini hükümete iletmek >için istanbula gitmesi ve bununla ilgili uğraşı ortadadır.acaba üsta >bu büyük üniversiteyi vatan aleyhtarlığı içinmi yaptı dahası bu >okulu götürüp rusyada açmayımı planladı.üniversitenin yapılacağı >düşünülen yer van akdamar adasının hemen karşısıdır.dileyenler >araştırabilirler.hala bugün bile doğuda yaşanan sıkıntıların >temeline tam inilememişken aziz üstad buraya bir üniverste açmayla >acaba ne kadar ileri görüşlü olduğunu ıspatlamış değilmidir. fazla >tafsilata girmek istemiyorum ama son olarak bir husus daha varki >şeyh sait isyanında kendisinden destek almak için gelen kürt heyete >gidin!siz ahmedi mehmedemi kırdıracaksınız bu asker içinde yüzbin >evliya ve şehit var...ve ortada bir haksızlık olsa bile böyle bir >haksızlık başka bir haksızca hareketle düzeltilmez diyip isyancılara >destek olmadığını söylemiştir...ve daha nice hizmetler >niceleri...uzun ve bereketli bir ömürün ardından gelen ecel >şerbetini içen üstadın terekesi(mirası) taşınabilir tas ve tarak >gibi bir kaç parça eşyadan başkada bir şey değildi.insan en azından >iftira atarken dikkatli düşünmeli bence ... > >saygılar>
-
AGNOSTİSİZM
1-kader mevzuu zamanla ilgili bir mevzuudur.zamanla mukayyet olanlar anlayamaz.ve Allah hiçbir zaman zamanla mukayyet olmamıştır. 2-imtihan geliştirmek için yapılır,onun esprisi boşuboşuna keyfi bir denemke değil,bilakis geliştirmek için musibetlerle eğitmektir.musibetler maddi manevi gelişme unusurudur.derdi olmayan insanlara "ot gibi"deriz ya hani 3-aşırı şefkat adalete muhaliftir.allah kimseyi sudan sebeplerle cehenneme koymak istemez,aşırı şefkatle yetiştirilen çocuklar arsız edepsiz aptal olurlar,sadece şefkat asla dengeli bir hal değildir.eğer anne bir şefkat makinesinden ziyade bir mürebbiye ise,yavrusunu sosyal hayata hazırlamak adına ona zaman zaman ceza vermelidirki nerede nasıl davranacağını öğrensin.yoksa hep şefkat edeyim derse bu sefer en büyük zulmü kendisine yapar.eğer kafiri o ilahi manaları anlamaya elverişsiz haliyle cennete koyarsa cennet cehennemden daha ızdıraplı olur. 4-elhamdülillahi rabbil alemin imi kastettiniz pek anlamadım,ama her halükarda hamd ne demek,onun allaha has kılınması ne demek bunu açıklamak zorunda kalacağım.hamd.övülmeye layık olan tüm güzellikleri ve kemalatı içerir.ve bunları allaha has kılmaklada güzellik ve kemalatın sonsuza ve bütüne ait olduğunu cüz'i bir güzelliğin asla mutlak anlamda güzel olmadığını belirtmek içindir. 5-ve varlık mutlaktır.varlık başlı başına birlik tecellisidir.varlıkta asla şirke yer yoktur,şirk varlığı bölmek ve parçalamaktır,adeta bir anarşizm ve terörizmdir.bir sürü insan var,ama insanlık hakikati bir tane.bu hakikati bölmeye ve parçalamaya kimsenin gücü yetmez,temizlik türlü şekillerde tezahür eder ama temizlik hakikati bir tane .hadi böl bölebilirsen.yapamazsın ki.varlıkta öyle güçlü bir birlik göze çarparki asla şeriklere yer bırakmaz vesselam
-
DİNDEKİ ÇELİŞKİLER
1-kader mevzuu zamanla ilgili bir mevzuudur.zamanla mukayyet olanlar anlayamaz.ve Allah hiçbir zaman zamanla mukayyet olmamıştır. 2-imtihan geliştirmek için yapılır,onun esprisi boşuboşuna keyfi bir denemke değil,bilakis geliştirmek için musibetlerle eğitmektir.musibetler maddi manevi gelişme unusurudur.derdi olmayan insanlara "ot gibi"deriz ya hani 3-aşırı şefkat adalete muhaliftir.allah kimseyi sudan sebeplerle cehenneme koymak istemez,aşırı şefkatle yetiştirilen çocuklar arsız edepsiz aptal olurlar,sadece şefkat asla dengeli bir hal değildir.eğer anne bir şefkat makinesinden ziyade bir mürebbiye ise,yavrusunu sosyal hayata hazırlamak adına ona zaman zaman ceza vermelidirki nerede nasıl davranacağını öğrensin.yoksa hep şefkat edeyim derse bu sefer en büyük zulmü kendisine yapar.eğer kafiri o ilahi manaları anlamaya elverişsiz haliyle cennete koyarsa cennet cehennemden daha ızdıraplı olur. 4-elhamdülillahi rabbil alemin imi kastettiniz pek anlamadım,ama her halükarda hamd ne demek,onun allaha has kılınması ne demek bunu açıklamak zorunda kalacağım.hamd.övülmeye layık olan tüm güzellikleri ve kemalatı içerir.ve bunları allaha has kılmaklada güzellik ve kemalatın sonsuza ve bütüne ait olduğunu cüz'i bir güzelliğin asla mutlak anlamda güzel olmadığını belirtmek içindir. 5-ve varlık mutlaktır.varlık başlı başına birlik tecellisidir.varlıkta asla şirke yer yoktur,şirk varlığı bölmek ve parçalamaktır,adeta bir anarşizm ve terörizmdir.bir sürü insan var,ama insanlık hakikati bir tane.bu hakikati bölmeye ve parçalamaya kimsenin gücü yetmez,temizlik türlü şekillerde tezahür eder ama temizlik hakikati bir tane .hadi böl bölebilirsen.yapamazsın ki.varlıkta öyle güçlü bir birlik göze çarparki asla şeriklere yer bırakmaz vesselam
-
SİBERNETİK(İLMİN GERÇEĞİ)
SEVGİLİ LENA KENDİSİ DERKEN BENİM CÜZ'İ VE ASLA BÜTÜNDEN ,SONSUZDAN AYRILAMAYAN MUKAYYET VARLIĞIMI KASTEDİYORSUNUZ SANIRIM. Her cemal sahibi cemalini,her kemal sahibi de kemalini görmek ve göstermek istemesi sırrınca,alem yaratılmış ve (teşbihte hata olmasın)Allahın en önemli ve başarılı projesi insan zuhura gelmiştir.aslında dindarlar evrimi reddediyorlar ama bazı hakikatler evrimle(ki dindeki adı tekamüldür,yani karşılıklı gelişme ve geliştirme manasında)daha güzel açılıyor ve anlaşılıyor.yine bir ayetle açıklamamk kur-anında yüksek i'cazını görmek açısından daha iyi olur diye düşünüyorum"ONDAN GELDİNİZ,ONA DÖNECEKSİNİZ""Yani sonsuz soyut ilmi bir hakikatten geldiniz,kudrete büründünüz,HAYAT İLMİN KUDRETLE TEZAHÜRÜDÜR.HAYATTAN HİS VE ŞUUR SÜZÜLDÜ.His ve şuurdan bilinç yani akıl yani muhakeme gücü süzüldü.VE İNSANLIK HAYVANLIKTAN EN YÜCE VE YÜKSEK MERTEBEYE İDRAK SEVİYESİNE ÇIKTI,MEDENİYETLER KURDU,YANİ ÂDEM OLDU.İŞTE KUTSAL KİTAPLARDAKİ ÂDEM ESPRİSİ BUDUR.İnsanlığın şahsı manevisidir,arketiptir,bütüne bakar.tabi bu arada şunuda sorabilirsiniz.neden tedrici bir şekilde yapıyor da birden yapmıyor,yani neden adem meselesini yanlış anlayanların sandığı gibi insan birden en mükemmel halde yaratılmadı?Bu RAB isminin gereğidir,RAB terbiye eden geliştiren demektir.eğer ortada zaten maddi manevi mükemmel bir varlık varsa, RAB ismi nasıl zuhur edecektir,yani mükemmel olan nasıl gelişecektir.birde bu şeye benzer,bir filmi bir karede bitirmeye..halbuki allah istiyorki sonsuz mana üretsin,insanlık belli bir dönem ilk çağlarda putlara tapsın(beyinleri gelişmediği ve tufuliyet çağında oldukları için mazurdurlar)zaman zaman günah işlesin,sonra hatasını anlasın tevbe etsin,kimileri maddeci kimileri ruhani olsun,ilh.yani binbir çeşit varlık mmertebesi yaratmak istiyor.VE İSTEĞİDE GERÇEKLEŞİYOR.peki cehennem nedir?cehennem bir ameliyathanedir,varlıktan geri kalanları,bilinçleri gelişmemiş olanların bilincini bir üst seviyeye çıkarma ameliyesidir.yani cehennemdede gelişme vardır,gelişme kainatın en değişmez unsırlarındandır sayın lena.hani bir dönem bir reklam vardı"DEĞİŞMEYEN TEK ŞEY DEĞİŞMEDİR"diye.biraz dağınık oldu kusura bakmayın ama kısaca şöyle özetleyebilirim; Allah mutlak varlıktı,zuhur etmek istedi,ve adeta büyük dosyanın küçük dosyada ziplenmesi gibi insanı ve onun sonsuz manalara açık olan kalbini yarattı.(kalp ilahi tecelliler için bir çekirdektir ve bu çekirdek ancak iman suyuyla sulanırsa neşvü nema bulur)siz bu kalbi bilinç olarakta alabilirsiniz.zira insanı hayvandan ve bitkiden ayıran şey idraktir,akıldır.ve böylece insan sonsuz bilinçten geldi yine sonsuz bilince karışacak.aradaki süreçte yani evrim süreci kaçınılmazdır,ama ısraf ve abesiyet değildir,çünkü manalar üretilir.şimdilik bu kadar vesselam..
-
SİBERNETİK(İLMİN GERÇEĞİ)
Sibernetiğin keşfiyle birçokları ALLAH'I ,VARLIĞI,DİNİ,DÜZENİ ANLAMIŞ ve inkar edemeyecek hale gelmişlerdir.VAR diye birşey VAR oldukça,düzen devam etttikçe,denge sibernetiğin keşfiyle kanıtlanmış bir hakikat oldukça,Allahı inkar varlığı inkar kadar saçmadır.Çünkü o mutlak varlıktır.vesselam..