Terapi tarafından postalanan herşey
-
RASULULLAH’A İTAAT ve SÜNNETE SARILMAK
“RASULULLAH’A İTAAT” Allah’a inanan ve itaat eden bir müslüman, Resulullah’a da inanmak ve itaat etmek zorunda olduğu halde,bazı kimseler, Peygambere itaat meselesine böyle bakmıyorlar. Kendisine itaat edilmesi gerekenin sadece Allah olduğunu söylüyorlar.Ayetlerde geçen Peygambere itaat emrinin,onun getirdiği dini, Kuranı kabul etmek olduğunu ileri sürüyorlar.Peygamber (a.s)’in,Kuran’da olan emir ve yasakların dışında yeni bir hüküm getiremeyeceğini iddia ediyorlar. Peygamber’e itaatin , sağlığında kendisine ,vefatından sonra da sünnetine uymak olduğunu belirten ve itaatın aynı zamanda Kuran’ın temas etmediği konularda Rasulullah’ın ortaya koyduğu esasları kabul etmek anlamına geldiğini söyleyen İslam alimlerine karşı çıkıyorlar. Diğer bir ifade ile ,hadisi şerifleri tamamen devre dışı bırakıyorlar. Bu konuda daha önce muhtelif defalar kez yazdık. Kuran’ı Kerim’de Peygambere itaat konusunda onlarca ayet bulunduğunu söyledik.Bu yazımda ise, Allah Teala’nın Peygambere itaat konusundaki bazı emirlerini,surelerin sırasına göre okuyacağız. Bu yazının, bulundukları yerlerde Resulullah sevgisini gönüllere fidelemeye gayret eden , onun sünnetinin ve hadislerinin vazgeçilmezliğini anlatmaya çalışan kardeşlerime faydalı olacağına inanıyorum.Sureti Hak’tan (inananlardan olduğunu söyleyerek) görünerek “Bize Kuran yeter”diyenlere bu 32 ayeti gösteriyoruz. Bu kadar surede ve bu kadar defa Allah’ın Resulu’nu kendi adıyla birlikte anmasının ve kendisi ile birlikte ona da itaat edilmesini emretmesinin ,hatta bazen sadece Resulullah’dan bahs ederek ona itaat edilmesini buyurmasının elbette bir manası olmalıdır,diyerek herkesi bu ayetler üzerinde düşünmeye davet ediyorum Allahu Teala Kuranı Kerimde şöyle buyuruyor: 1. “(Rasulum!) De ki: Eğer Allahı seviyorsanız bana uyunuz ki Allahda sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” (Ali İmran suresi :31 ) 2. “De ki: Allah’a ve Resulu’ne itaat edin.Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kafirleri sevmez.” (Ali imran :32) Birbiri ardından gelen bu iki ayette, önce Allah sevgisinden bahsediliyor ve bu sevgisinin itaati gerekli kılacağı hatırlatılarak Allaha ve peygambere uyup itaat etmenin vazgeçilmezliği belirtiliyor. 3. “Allaha ve Resulune itaat edin ki rahmete kavuşturulasınız.” (Ali imran : 132 ) 4. “Kim Allah’a ve Peygamberi’ne itaat ederse, onu ,içinden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır; orada süresiz kalmak üzere ;işte büyük kurtuluş budur.”(Nisa suresi :13 ) 5. “Ey iman edenler! Allaha itaat edin.Peygambere ve sizden olan ulu’l emre (idarecilere) de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allaha ve Rasulune götürün.(Onların talimatına göre halledin);bu hem ha-yırlı hem de netice bakımından daha güzeldir.”(Nisa suresi : 59 ) 6. “ Hayır, Rabbine yemin ederim ki , aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem kabul edip sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan onu kabullenmedikçe , iman etmiş olmazlar.” (Nisa suresi: 65) (Demek ki: Allah’ın Rasulu’de hüküm verebiliyor değil mi? Ayet isteyenlere cevabımızdır.) 7. “Kim Allaha ve Resule itaat ederse , işte onlar, Allahın kendilerine lutuflarda bulunduğu peygamberler, sıd-dıklar , şehidler ve salih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır.” (Nisa suresi: 69 ) 8. “Kim Resule itaat ederse Allaha itaat etmiş olur.Yüz çevirene gelince , seni onların başına bekçi gönderme-dik.(Nisa suresi: 80 ) 9. “Allah’ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasıda hükmedesin diye sana kitabı hak ile indirdik; hainlerden taraf olma!” (Başka bir ayet daha…)(Nisa suresi: 105 ) 10. “Allah’a itaat edin. Resule de itaat edin ve (kötülüklerden) sakının. Eğer (itaatten )yüz çevirirseniz bilin ki Resulümüzün vazifesi apaçık duyurmak ve bildirmektir.”(Maide suresi: 92 ) 11. “Siz gerçek müminler iseniz Allahdan korkun, aranızı düzeltin, Allaha ve Resulune itaat edin.”(Enfal S:1 ) 12. “Ey iman edenler! Allaha ve Rasulune itaat edin; İşittiğiniz halde O’ndan yüz çevirmeyin.” (Enfal S:20 ) 13. “Ey iman edenler! Hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman , Allaha ve Resulune uyun.” (Enfal S: 24 ) 14. “Allaha ve Resulune itaat edin;birbirinizle çekişmeyin” (Enfal S: 46 ) 15. “Mümin erkeklerle mümin kadınlar birbirlerinin yardımcılarıdır. Onlar iyiliği emreder , kötülükten alıkorlar; namazı kılar ,zekatı verirler; Allaha ve Resulune itaat ederler. İşte onlara Allah rahmet edecektir.” (Tevbe S:71 ) 16. “(Bazı insanlar:) “ Allaha ve peygambere inandık ve itaat ettik”diyorlar; ondan sonra da içlerinden bir kısmı yüz çeviriyor. Bunlar inanmış değillerdir.”(Nur suresi : 47 ) Bu ayet kerime, sadece diliyle “Allaha ve peygambere inandım”demenin yeterli olmadığını ifade etmektedir. Mümin olabilmek için herşeyden önce gönlüyle iman etmek, ibadeti ve yaşayışıyla inandığını isbat etmek ve her meselede Allahın ve Rasulunun hükmüne gönül hoşluğu ile razı olmaktır. 17. “Aralarında hüküm vermesi için Allaha ve Rasulune itaat edildiklerinde, müminlerin sözü ancak < işittik ve itaat ettik > demeleridir. İşte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir.”(Nur suresi : 24 ) (Bir başka ayet daha) 18. “ Her kim Allaha ve Resulune itaat eder, Allah’tan korkar ve O’na karşı gelmekten saygı ile sakınırsa, işte kur-tuluşa erenler bunlardır.”(Nur suresi : 52 ) 19. “ De ki : Allaha itaat edin; Peygambere itaat edin.Eğer yüz çevirirseniz şunu bilin ki Peygamberin sorumluluğu kendisine yüklenen (tebliğ görevini yapmak ), sizin sorumluluğunuz da size yüklenen (görevleri yerine getirmeniz) dir.Eğer ona itaat ederseniz, doğru yolu bulmuş olursunuz. Peygambere düşen, sadece açık seçik duyurmaktır. (Nur suresi : 54 ) 20. “Namaz kılın, zekatı verin: Peygambere itaat edin ki merhamet göresiniz.” (Nur suresi : 56 ) 21. “(Ey müminler!) Peygmberi, kendi aranızda birbirinizi çağırır gibi çağırmayın ...artık peygamberin emrine karşı koyanlar , başlarına bir fitne gelmesinden veya kendilerine korkunç bir azabın isabet etmesinden kaçınsınlar” (Nur suresi : 63 ) 22. “Yemin ederim ki, sizin için, Allahın huzuruna çıkmayı umanlar, ahiret gününe inananlar ve Allahı çok çok ananlar için Allahın Rasulu güzel bir örnektir.”(Ahzab suresi : 21 ) Bu ayeti kerime , Hz.peygamberin hem sözleriyle hem de fiil ve hareketleriyle bize delil ve örnek olduğunu, kendisine uymanın ve itaat etmenin kaçınılmazlığını açıkça ortaya koymaktadır. 23. “Allah ve Rasulu bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadının o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur.Her kim Allaha ve Rasulune karşı gelirse apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.”(Ahzap suresi: 36 ) 24. “ Kim Allaha ve Rasulune itaat ederse, büyük bir kurtuluşa ermiş olur.” (Ahzab suresi : 71) 25. “ Ey iman edenler! Allaha itaat edin, Peygambere de itaat edin ve yaptıklarınızı (amellerinizi) boşa çıkarma-mayın.”(Muhammed suresi: 33 ) 26. “ Kim Allaha ve Peygmbereine itaat ederse, Allah onu, altından ırmaklar akan cennetlere koyacaktır.Kim de yüz çevirirse, onu acı bir azab ile cezalandıracaktır.”(Fetih suresi : 17 ) 27. “Ey iman edenler! Allahın Rasulunun önüne geçmeyin. Allahtan korkun .Şüphesiz Allah işitendir,bilendir.” (Hucurat suresi : 1 ) Önemli bir açıklama daha:Allah’ın ve Resulu’nun önüne geçmemek demek, söylenen söz, yapılan iş ve çıkarılan hükümlerde Hz.peygambere aykırı davranmamak, ona karşı saygılı olmak ve ona uyup itaat etmek demektir. 28. “ Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamberin sesinden fazla yükseltmeyin ve birbirinizle yüksek sesle konuştuğunuz gibi, ona yüksek sesle hitab etmeyin ki, farkına varmadan amelleriniz değerini kaybetmesin” (Hucurat süresi : 2 ) 29. “ Eğer Allaha ve elçisine itaat ederseniz, Allah amellerinizden hiçbir şeyi eksiltmez.”(Hucurat suresi : 14) 30. “ Allaha ve peygamberine itaat edin. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.”(Mücadele suresi: 13 ) 31. “Peygamber size neyi verdi ise onu alın, neyi yasakladıysa ondan da sakının .”(Haşr süresi : 7 ) Bu ayeti kerime , Peygamber (s.a.v.) a itaat konusunda ki ayetlere açıklık getirmekte,ona itaatin bir sınırı bulunmadığını belirtmekte ve Rasulullahın buyurduğu her şey “başım gözüm üstüne “ diyerek yapmaya mecbur olduğumuzu ve bunu Allah Tealanın emrettiğini hiçbir itiraza yer bırakmayacak şekilde açıkça ortaya koymakta dır. 32.” Allaha itaat edin, Resulune de itaat edin;yüz çevirirseniz, bilin ki , Resulumuzun görevi sadece apaçık bir tebliğdir.”(Teğabun suresi : 21 ) Demek olu yor ki, Resulü Zişana itaat etmeyen kimse Allaha itaat etmemiş olur. Allahın Kitabına sarılmak nasıl bir görevse, Resuli Kibriya’nın sünnetine sarılmak da öyle bir görevdir. Bunun böyle olduğunu kabul edip etmemek Yukarıda ki ayetlerde belirtildiği üzere, herkesin kendi bileceği iştir.Bu dünya imtihan ve denenme yeridir. Allaha ve Rasulullaha itaati emreden bu ayetlerin gönlümüzde ki imanı ve itaat duygusunu iyice perçinlemesini niyaz ederiz. Saygılarımla Terapi
-
FAiz YİYENLERE ALLAH SONSUZ CEHENNEMİ LAYIK GÖRÜYOR
Yukardaki ayeti okuduk ve aşağıdakileri anladık: 64- De ki: Ey kitap ehli! Sizinle bizim aramızda ortak olan bir söze geliniz. Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, deyin ki: "Şahit olun biz müslümanlarız". Burada çeşitli vicdanların, muhtelif milletlerin, farklı dinlerin, çeşitli kitapların, temelli bir vicdanda, hak bir sözde (İslamda) nasıl birleşebilecekleri, İslâm'ın insanlık âleminde ne kadar geniş, ne kadar açık, ne kadar doğru bir hidayet yolu, bir hürriyet kanunu öğretmiş olduğu ve artık bunun Arap ve Arap olmayana ait olmadığı tam olarak gösterilmiştir. cümlesinde toplanan vicdanî birlikten daha geniş, daha hakim hiçbir vicdan bulmak mümkün değildir ki onun arkasına düşülsün. Dinî gelişmeler, vicdanların ayrılık ifade eden özelliklerinde değil, bütünlüğünde ve genişliğindedir. Bütün özgürlük ve eşitlik davasının esası bu bir kelimede, bir vicdanda toplanır: İşte özgürlük ve eşitlik davasının bütün çözüm anahtarı buradadır. Birbirimizi rab, mevla, mutlak hükmedici tanımıyalım; bütün hareketlerimizi bir Hakk'ın emriyle ve Allah'ın rızasıyla ölçelim. Allah'ı bırakıp da onun gerisinde ve hakkın dışında bir bağımlılık anlaşmamız olmasın; hepimiz Allah'a kul olalım ve kendimizi ancak O'na boyun eğmiş bilelim; birbirimize de ancak bu açıdan uyalım ve bağlanalım; hiç birimizin hakkına tecavüz etmeyelim; Allah'ın onu görevlendirdiği vazifeye de Allah için itaat edelim. Asıl anlaşma ve asıl vicdan, bir Allah'ın emrine uyma olunca, her anlaşmazlık, hak düşüncesi ve hak kanunu ile çözümlenir. Ve hiçbir kimsenin şahsî isteği hakim olmaz. Buna göre İsa'yı da rab tanımıyalım. Onu da Allah'ın bir kulu ve bir elçisi tanıyalım. Aynı şekilde papalar, krallar, başkanlar hep böyle, birbirine Allah'a itaatları ve hakkı araştırmaları açısından bakalım. Ortaya atılan bir soruya karşı Resulllah (s.a.v.) kitap ehli (yahudi ve hıristiyanlar)dan iman edenlere: "Siz hani papaların ve diğerlerinin sözlerine, yalnızca onların sözleri olduğu için itaat etmez miydiniz? İşte o, onları rab edinmektir." buyurmuştur. Burada sözün gelişi en çok Hz. İsa'ya "rab" diyen hıristiyanlara yöneliktir. Bugün bazı İncil tercemelerinde bunun muallim (öğretmen) demek olduğu gösterilmişse de akide-i teslis (üçleme inancı) varken bu yorum yeterli olamaz. Hatta, "Ona kitabı ve hikmeti öğretir." (Âl-i İmrân, 3/48) âyetinin delaletine göre gerçek öğretici yine Allah'tır. Saygılar Terapi
-
İSLAMI HADİSLERLE YOZLAŞTIRMAYA ÇALIŞANLAR
Sevgili sedelina olaya başka bir boyut katmışsın. Teşekkürler.. Evet hadisleri ve sünneti büsbütün inkar etmek başkadır. Hadislerin hangilerinin sahih olduğunu tespit etmek bambaşkadır.. Hadis ilmi diye bir ilim var arkadaşlar.Bu bir dini ilim. Bu alanda bir çok çalışma yapılmış. Buyrunuz: Sünnetin Kur'an dan sonra ilk basvurulacak merci olmasi ve Kur'an'in pratige geçirilmesi açisindan Islami ilimler arasinda hadis ilimlerinin ne kadar önemli oldugunu belirtmeye hacet yoktur. Kur'an ayetleri bize hiç bir bozulma olmadan ulastigi için onun orijinalligini arastirmaya gerek yok ise de, bize ulasan sünnetin hangilerinin ne dogrulukta ulastigini arastirmak hadis ilimlerinin konusu olmustur. Bugün Islam'a gönül vermis, onun derdini kendine dert edinmis herkesin hadis ilimlerine dair temel bilgileri -- yalnizca ana hatlari ile de olsa -- bilmesi gerektigi kanaatindeyiz. Nasil ki matematik ile ilgili dört islem gibi temel bilgileri bilmek bir insani matematik uzmani yapmiyorsa, temel hadis usulü bilgilerini bilmek de bir müslümani muhaddis yapmayacaktir. Ama yine de bu bilgiler, hadis ögrenirken, hadis eserlerine bakarken, onlarin saglikli ulasip ulasmadigini anlamada yardimci olacak, o kisiyi hadis/haber alma ve verme suuru ile donatacaktir. Iste bu düsünce ile müteakip bölümlerde hadis ilimlerine temel seviyede küçük bir giris yapmak amaçlanmaktadir. HADIS ILIMLERI Hadis ilimleri deyince ilk olarak akla ilm-u dirayet-il-hadis gelir. Bu ilim dalinda hadisin kuvvet derecesi, dogrulugu, bizlere saglikli bir biçimde ulasip ulasmadigi arastirilir. Dirayet/Rivayet ikilisi bir bakima kalite/kantite ikilisine benzer. Mesela tek bir kanaldan gelen dirayeten güçlü bir hadisin, bir kaç kanaldan gelen yani rivayeten güçlü gözüken bir hadisden daha sahih olmasi pek ala mümkündür. Hadis ilimlerinden bir digeri de ihtilaf-ul-hadis'dir. Bu ilim dali sihhaten ayni kuvvette olup birbiri ile uyusmayan iki hadis arasindaki ihtilafi çözmekle mesgul olur. Bu durumlarda muhaddisler ve fakihler cem ve te'lif, tercih, nesh ve tevakkuf denilen metodlar kullanirlar. Hadis rivayet eden kisilerin rivayete ehil olup olmadiklarini arastiran ilim dalina da cerh ve ta'dil veya nakd-i rical denir. Bu ilim dali hem sahislar hakkinda bilgi toplamak, hem de bu bilginin objektifliginin saglanmasi açisindan ve bu kimselerin hangi kriterlere göre hadis rivayetine ehil olup olmayacaklarinin tesbiti bakimindan çok zor ve çok mesuliyetlidir. Iste bu yüzden Buhari, Yahya b. Main, Ahmed b. Hanbel, Hafiz Zehebi gibi az sayida alim bu isin hakkini verebilmislerdir. HADIS ISTILAHLARI Her ilim dalinin bir terminolojisi oldugu gibi hadis ilimlerinin de istilahlari vardir. Hadis istilahlari anlasilmadikça hadis usulü de anlasilamaz. Hadis istilahlari çok sayida oldugu için asagida sadece bir kismina temas edilecektir: Ravi hadisi rivayet eden kisidir. Bir ravi hadisi baskasindan aldiginda aldigi kisiye o ravinin seyh'i denir. Hadisi alan ravi de talib'dir. Hadis almaya ahz, baskasina rivayet etmeye de eda tabir edilir. Sened hadisi rivayet eden raviler zinciridir. Cerh ve ta'dil ilminde ravilerin kalitesini belirtmek icin sika (hadis rivayetine tam ehil kisi) dan vadda (hadis uyduran kisi) ya kadar çesitli tabirler kullanilir. Bir ravi, durumu arastirildiktan sonra, ya bu iki uçtan birinde, ya da arada bir yerde degerlendirilir. "Sika" da iki sart aranir: Adl ve zabt. Adl ravinin hadisi bozmadan rivayet eden dürüst bir müslüman olmasi, zabt ise hafizanin kuvvetli olmasi özelligidir. Hadisin ne sekilde rivayet edildigi de önemlidir. Bunlardan bazilarina sema, kiraet, icazet denir. Sema talibin seyhden dogrudan isitmesidir. Kiraet ise talibin hadisleri bir yazili metinden okuyarak seyhine arzetmesi, seyhin de onlari rivayet ettigini onaylamasidir. Burada, yazili belgelere günümüzde haber bakimindan verilen önemi göz önüne alarak bir noktaya dikkat çekmekte yarar var: Sema hadisçilerin nazarinda en saglam ahz yoludur. Her ne kadar ilk hicri asirlarda hadislerin yazilmasi vukubulmus aksini iddia eden müstesriklere gereken cevaplar verilmisse de bu, semanin birinci derecedeki önemini azaltmaz. Çünkü hadis tahsilinde asl olan kalitedir. Mesela tarihi bir vesika bulunsa hadisçiler su sorulari soracaklardir: Bu vesikayi kim yazmistir? Bu kimse haber vermede ne kadar dürüsttür? Vesikada yazdigi haberleri ögrenip yazincaya kadar hafizasinda bozmadan tutabilmis midir? Olayi bizzat kendisi mi müsahade etmistir yoksa baskasindan mi almistir? Yazdigi haber siyasi ise, bu kisi taraf midir veya ona yazdirilmis midir? Daha sonra bu vesikada tahrifat yapilmis midir? Görüldügü gibi vesikanin sahte olmadigi bilinse bile bu yetmemektedir. Halbuki haberin dogrudan raviden dinlenmesinde bu zorluklar en aza iner. Elbette ki ravi hadisi ahz ederken seyhin hadisi hem ezberden bilip, hem de yazdigi bir kagittan okumasi daha da kuvvetlidir. Bu konuda hadisçilerin nasil titiz davrandigina dair bir örnek verelim: Tirmizi (r.a) bir hadisi senedi ile rivayet ettikten sonra bu hadisdeki seyhi Abd b. Humeyd'in, Muhammed b. Fadl'in sunu anlattigini söyler: "Yahya b. Main ilk benim önümde oturdugu zaman bu hadisi sordu. Ben de Hammad b. Seleme bize tahdis etti (diyerek hadisi edaya basladim) Yahya dedi ki keske defterinizden rivayet etseniz? Ben de defterimi getirmek üzere kalktim. Elbisemden tuttu ve önce bana (hafizanizdan) yazdirin. (Defteri getirmeden önce) tekrar size kavusamamaktan korkuyorum dedi. Bunun üzerine hadisi yazdirdim, sonra çikip defterimi getirdim ve ona (hadisi) okudum." Muhaddislerin ravilerin kalitesi üzerinde ne kadar dikkatle durduguna da Imam Malik su sözleri ile isaret etmektedir: "Bu ilim, yani hadis ilmi dindir. Artik dininizi kimlerden aldiginiza dikkat ediniz. Su direklerin dibinde Rasulullah (s.a.v) söyle buyurdu diyenlerden yetmis zat gördüm ki her hangi birisine beytülmali teslim ederseniz yine emin sayabilirsiniz. Böyle iken onlarin hiç birisinden ahz etmedim. Çünkü bu isin ehli degillerdi. Sonra memleketimize Ibn-i Sihab-i Zühri gelince hepimiz kapisina kosup üst üste yigilirdik." Hadislerin çesitli yönlerden siniflandirilmasi: Sihhat yönünden: Sahih: Asagidaki üç sarti saglayan hadise denir: senedinde kopukluk olmamasi (muttasil olmasi) Bütün ravilerin sika olmasi Illet ve sazlik bulunmamasi Bu son sartin arastirilmasi zor olup, bunda ancak Buhari gibi büyük hadis mütehassislari derinlesebilmislerdir. Illet ve sazlik olmasi durumu, ilk bakista hadisin sened ve ravi yönünden saglam gözükmesine ragmen, metin veya senedde gizli bir bozukluk olmasi halidir. Eger muallel (illetli) veya saz ise hemen zayif hadis mertebesine iner. Hasen: Sahih hadisin sartlari bunda da geçerlidir. Su farkla ki ravilerden birisi iyi olmasina ragmen hafiza gücü gibi bir bakimdan sika mertebesine çikamamissa o hadis "hasen" olur. Hasen hadis sahihden asagi fakat ona yakin, zayif hadisden yukarda bir yerdedir. Zayif: Genelde sahih ve hasen sartlarini, senedde kopukluk (munkati) olmasi, ravilerden bir veya bir kaçinin zayif görülmesi, illet, ve diger sebeplerden dolayi saglayamayan hadisdir. Mütevatir: Yalan üzerine birlesmesi aklen imkansiz olan bir grup insanin rivayet ettigi hadisdir. Bu sart her tabakada tahakkuk etmelidir. Mütevatir hadise "kesin" gözü ile bakildigindan inkari tehlikeli görülmüstür. Mamafih mütevatirlerin sayilari pek azdir. Mevzu: Uydurma hadisdir. Kimi alimlere göre mevzu hadis, zayif hadislerin en düsük derecesidir. Bir baska görüse göre de mütevatir ve mevzu hadisler, ilki kesin oldugundan, ikincisi de uydurma oldugundan hadis arastirmalarina dahil edilmezler. Sahibi yönünden: Merfu: Peygamber (s.a.v) e ait olan hadisdir. Mevkuf: Söz veya fiilin sahabiye ait oldugu hadisdir. Maktu: Söz veya fiilin tabiiye ait oldugu hadisdir. Bir hadisin merfu olmasi onun sahih oldugunu göstermez. Merfu bir hadis pekala sahih, hasen veya zayif olabilir. Senedde uzunlugu yönünden: Ali: Senedin muttasil olmakla birlikte az sayida raviden olusmasidir. Nazil: Seneddeki ravi sayisinin çok olmasidir. Elbette ki hadisin az sayida insandan geçerek muhaddise ulasmasi tercih edilir. Mamafih nazil bir hadisin ali'den daha sahih olmasi da mümkündür. Hadislerin sihhatlerine göre hükmü: Sahih ve hasen hadisler ictihada elverisli kabul edilirler. Zayif hadisler ise müctehidin metoduna, hadisin zayiflik derecesine, kendini destekleyen baska hadisler olup olmamasina göre kabul veya red edilirler. Zayif hadisler genelde ictihada elverisli görülmese bile "fedail-i a'mal" konularinda, yani insanlari iyi amellere tesvik etme babinda anlatilabilirler. Çünkü zayif hadis, mevzu hadis gibi uydurma olmayip ictihadda, helal, haram gibi onemli konularda istifade edilebilecek kuvvete çikamamis hadisdir. Mevzu hadisle, zayif hadis arasindaki bu fark hatirda tutulmalidir. Mevzu hadislere gelince, muhaddisler bunlarin asilsiz oldugu belirtilmeksizin söylenmesinin, yazilmasinin haram oldugunu söylerler. Çünkü böyle bir hadisi gören kisi onu peygamberimize ait sanacaktir. Mevzu hadisler asilsiz olduklari belirtilerek insanlari bunlara karsi uyarmak için söylenip yazilabilir. Hadisde metin ve sened tenkidi: Bir hadisin makbul olup olmadiginin arastirmasi iki safhadan geçer: Metin tenkidi Sened tenkidi Metin tenkidi hadisin metninin incelenmesi ile içinde tutarsizliklarin olup olmadiginin, daha kuvvetli ve yaygin hadislerle çelisip çelismediginin arastirilmasidir. Sened tenkidi ise senedin yapisinin incelenmesi ve tarihi bilgilerle ravilerin ömürlerine bakarak kopukluk olup olmadiginin, ravilerin rivayete ehil olup olmadiginin arastirilmasidir. Metin ve senedden bahsetmis iken muhtemel bir süphenin izalesi için muhaddisler nazarinda hadisin metin ve senedden olustugu bilinmelidir. Bazen büyük muhaddislerden bahsedilirken yedi yüz bin hadis yazmistir, bir milyon hadis toplamistir gibi ifadelere rastlanir. Bunlar süphesiz kabaca rakamlar olmakla birlikte, yine de okuyucuya mübalagali gelebilir. Gerçekten de peygamberimizin nübüvvet yillari, bilhassa hicret sonrasi günleri göz önüne alinirsa bu rakamlar çok fazladir. Ama her hadisin muhaddislerce sened ve metni ile birlikte bir bütün olarak görüldügü bilinirse durum anlasilir. Mesela Ahmed Naim Tecrid-i Sarih tercümesinde söyle der: "'Ameller niyetlere göredir' hadisini Hafiz Ebu Ismail-i Ensari-i Herevi yalniz Yahya b. Said-i Ensari ashabina varmak üzere yedi yüz tarikten kayd ve zabt eylemisdir." Yani yalniz bu hadisin yedi yüzden fazla senedi var demektir ki hadis sened ve metni ile birlikte bir bütün sayildigindan bu metinde yedi yüzden fazla hadis var demektir. Artik diger hadisler de nazar-i dikkate alinirsa hadis sayisinin ne kadar kabarik rakamlara ulasacagi tasavvur edilebilir. Bu rakamlari daha da artiran bir diger husus sahabe ve tabiinin söz ve fiillerine de hadis denmesidir. (Yukarida tarifi geçen mevkuf ve maktu hadisler) Böylece bir milyon, su kadar yüz bin gibi ifadelerin hiç de mübalagali olmadigi ortaya çikar. SONUÇ Hadis ilmi dünyada yalnizca müslümanlara has bir ilim olup tarihçilere parmak isirtmis, bu ilmi degersiz göstermek isteyen müstesrikleri de bir çok sikintilara sokmustur. Dünya tarihinde, peygamberimizden baska, hayati ve risaleti, bütün ayrintilari ile ve çok titiz metodlarla günümüze kadar ulasan baska hiç bir sahsiyet yoktur. Bu sebeple, hadis ilmi müslümanlarin medar-i iftiharlari olup ayni zamanda sünneti bize ulastirdigi için ona sahip çikmak, onun metodolojisini, bize biraktigi muhtesem ilmi mirasi sonraki nesillere aktarmak vazifemiz olmalidir. Hadislerden bahsederken de, uluorta ve kulaktan dolma seyleri degil, muteber kitaplardan aldigimiz hadisleri söyleyerek, ilmimiz az da olsa, sünnete asik, mesuliyetini müdrik bir müslümana yarasir titizlik gösterilmelidir. Ayrica, muhaddislerin hadis rivayeti ve metin/sened tenkidi metodlarindan bugünkü haber alma/verme ve degerlendirmede ögrenecegimiz bir çok dersler vardir. Hadis ilimleri hakkinda daha çok bilgi için, bu yaziyi hazirlamada çok faydalanilan Ahmed Naim'in Tecrid-i Sarih tercemesinin birinci cildine yazdigi nefis mukaddimesine bakilabilir. Bilhassa 82. ve 91. sayfalarda yazdigi çok kaliteli "Metodolojiden bir bahis" ve "Bir Mukayese" ünvanli makalelerinin okunmasi hararetle tavsiye edilir. Bundan baska Subhi es-Salih'in Ulum-ul-Hadis'i (Türkçesi: Hadis Ilimleri ve Istilahlari) da bu konuda agir olmayan, kolay anlasilir bir kitaptir. Saygılarımla Terapi
-
ALLAH VAR
Sevgili Ahirzaman birçok arkadaş okuyup anlayamıyor diye oturdum bilinmeyen kelimelerin manalarını metine ekledim. Sizlerle paylaşayım. İsterseniz "Sözler" şeklinde bir başlık atıp 1. sözdende başlayabiliriz. Buyrunuz 8. Söz istifadenize sunulmuştur. SEKİZİNCİ SÖZ "Fenalığı kendinden, iyiliği Allah'tan bil" mealindeki âyetin bir açıklaması. İnananların ve inanmayanların dünya hayatındaki kazanç ve kayıplarına dair bir karşılaştırma. "Allah Teâlâ ki, O’ndan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. O ezelî hayat sahibidir ve kayyûmdur; varlığı için hiçbir sebebe ihtiyacı olmadığı gibi, herşey O’nun yaratmasıyla vücut bulur." (Bakara Sûresi, 2:255.) "Şüphesiz ki Allah katında makbul olan din İslâm dinidir." (Âl-i İmran Sûresi, 3:19) ŞU DÜNYA ve dünya içindeki ruh-u insanî ve insanda dinin mahiyet ve kıymetlerini; ve eğer din-i hak olmazsa dünya bir zindan olması; ve dinsiz insan en bedbaht mahlûk olduğunu; ve şu âlemin tılsımını açan, ruh-u beşerîyi zulümattan kurtaran (Lâ ilâhe illâllah) olduğunu anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle: Eski zamanda, iki kardeş uzun bir seyahate beraber gidiyorlar. Git gide ta yol ikileşti. O iki yol başında ciddî bir adamı gördüler. Ondan sordular: "Hangi yol iyidir?" O dahi onlara dedi ki: "Sağ yolda kanun ve nizama tebaiyet (uyma) mecburiyeti vardır. Fakat o külfet içinde bir emniyet ve saadet vardır. Sol yolda ise serbestiyet ve hürriyet vardır. Fakat o serbestiyet içinde bir tehlike ve şekavet (sıkıntı) vardır. Şimdi intihaptaki (seçmedeki) ihtiyar (tercih) sizdedir”. (seçim size aittir) Bunu dinledikten sonra, güzel huylu kardeş sağ yola ("Tevekkeltü alâllah" Allah’a dayandım ve güvendim.) deyip gitti ve nizam ve intizama tebaiyeti (uymayı) kabul etti. Ahlâksız ve serseri olan diğer kardeş, sırf serbestlik için sol yolu tercih etti. Zahiren hafif, mânen ağır vaziyette giden bu adamı hayalen takip ediyoruz: İşte bu adam, dereden tepeden aşıp, git gide ta hâli (boş) bir sahrâya girdi. Birden müthiş bir sada işitti. Baktı ki, dehşetli bir arslan, meşelikten çıkıp ona hücum ediyor. O da kaçtı, ta altmış arşın derinliğinde susuz bir kuyuya rast geldi. Korkusundan kendini içine attı. Yarısına kadar düşüp elleri bir ağaca rast geldi, yapıştı. Kuyunun duvarında göğermiş (yeşermiş) olan o ağacın iki kökü var. İki fare, biri beyaz, biri siyah, o iki köke musallat olup kesiyorlar. Yukarıya baktı, gördü ki, arslan, nöbetçi gibi kuyunun başında bekliyor. Aşağıya baktı, gördü ki, dehşetli bir ejderha, içindedir. Başını kaldırmış, otuz arşın yukarıdaki ayağına takarrüp etmiş (yaklaşmış). Ağzı kuyu ağzı gibi geniştir. Kuyunun duvarına baktı, gördü ki, ısırıcı muzır haşarat, etrafını almışlar. Ağacın başına baktı, gördü ki, bir incir ağacıdır. Fakat, harika olarak, muhtelif çok ağaçların meyveleri, cevizden nara kadar, başında yemişleri var. İşte, şu adam, sû-i fehminden (kötü anlayıştan), akılsızlığından anlamıyor ki, bu adi (sıradan) bir iş değildir. Bu işler tesadüfî olamaz. Bu acip işler içinde garip esrar var. Ve pek büyük bir işlettirici var olduğunu intikal etmedi (kavrayamadı). Şimdi bunun kalbi ve ruh ve aklı şu elîm vaziyetten gizli feryat ve figan ettikleri halde, nefs-i emmâresi, güya bir şey yokmuş gibi tecahül edip (bilmemezlikten gelip) , ruh ve kalbin ağlamasından kulağını kapayıp, kendi kendini aldatarak, bir bahçede bulunuyor gibi, o ağacın meyvelerini yemeye başladı. Halbuki o meyvelerin bir kısmı zehirli ve muzır (zararlı) idi. Bir hadis-i kudsîde Cenâb-ı Hak buyurmuş: ] "Kulum Beni nasıl tanırsa, onunla öyle muamele ederim." İşte bu bedbaht adam, sûizan ve akılsızlığıyla, gördüğünü adi ve ayn-ı hakikat telâkki etti (gerçek zannetti) ve öyle de muamele gördü ve görüyor ve görecek. Ne ölüyor ki kurtulsun, ne de yaşıyor; böylece azap çekiyor. Biz de şu meş'umu (uğursuzu) bu azapta bırakıp döneceğiz. Ta öteki kardeşin halini anlayacağız. İşte şu mübarek akıllı zat gidiyor. Fakat biraderi gibi sıkıntı çekmiyor. Çünkü güzel ahlâklı olduğundan güzel şeyleri düşünür, güzel hülyalar eder, kendi kendine ünsiyet (dostluk) eder. Hem biraderi gibi zahmet ve meşakkat çekmiyor. Çünkü nizamı bilir, tebaiyet eder (tabi olur), teshilât görür (kolaylıklar görür). Asayiş ve emniyet içinde serbest gidiyor. İşte, bir bahçeye rast geldi. İçinde hem güzel çiçek ve meyveler var; hem bakılmadığı için murdar (pis) şeyler de bulunuyor. Kardeşi dahi böyle birisine girmişti. Fakat murdar (pis) şeylere dikkat edip meşgul olmuş, midesini bulandırmış, hiç istirahat etmeden çıkıp gitmişti. Bu zat ise, "Herşeyin iyisine bak" kaidesiyle amel edip, murdar (pis) şeylere hiç bakmadı. İyi şeylerden iyi istifade etti. Güzelce istirahat ederek çıkıp gidiyor. Sonra, git gide, bu dahi evvelki biraderi gibi bir sahrâ-i azîmeye (büyük bir ovaya) girdi. Birden, hücum eden bir arslanın sesini işitti, korktu. Fakat biraderi kadar korkmadı. Çünkü, hüsn-ü zannıyla ve güzel fikriyle, "Şu sahrânın bir hâkimi var. Ve bu arslan o hâkimin taht-ı emrinde (emri altında) bir hizmetkâr olması ihtimali var" diye düşünüp tesellî buldu. Fakat yine kaçtı. Ta altmış arşın derinliğinde bir susuz kuyuya rast geldi, kendini içine attı. Biraderi gibi, ortasında bir ağaca eli yapıştı, havada muallâk (asılı) kaldı. Baktı, iki hayvan, o ağacın iki kökünü kesiyorlar. Yukarıya baktı arslan, aşağıya baktı bir ejderha gördü. Aynı kardeşi gibi, bir acip vaziyet gördü. Bu dahi tedehhüş etti (dehşete düştü)-fakat kardeşinin dehşetinden bin derece hafif. Çünkü güzel ahlâkı ona güzel fikir vermiş; ve güzel fikir ise, ona her şeyin güzel cihetini (yönünü) gösteriyor. İşte, bu sebepten şöyle düşündü ki: "Bu acip işler birbiriyle alâkadardır. Hem bir emirle hareket ederler gibi görünüyor. Öyleyse bu işlerde bir tılsım vardır. Evet, bunlar bir gizli hâkimin emriyle dönerler. Öyleyse ben yalnız değilim. O gizli hâkim bana bakıyor, beni tecrübe ediyor, bir maksat için beni bir yere sevk edip davet ediyor." Şu tatlı korku ve güzel fikirden bir merak neş'et eder (ortaya çıkar) ki: "Acaba beni tecrübe edip kendini bana tanıttırmak isteyen ve bu acip yolla bir maksada sevk eden kimdir?" Sonra, tanımak merakından, tılsım sahibinin muhabbeti neş'et etti (ortaya çıktı). Ve şu muhabbetten, tılsımı açmak arzusu neş'et etti (doğdu). Ve o arzudan, tılsım sahibini razı edecek ve hoşuna gidecek bir güzel vaziyet almak iradesi neş'et etti (doğdu). Sonra, ağacın başına baktı, gördü ki, incir ağacıdır. Fakat başında binlerle ağacın meyveleri vardır. O vakit bütün bütün korkusu gitti. Çünkü kat'î anladı ki, bu incir ağacı bir listedir, bir fihristedir, bir sergidir. O mahfî (gizli) hâkim, bağ ve bostanındaki meyvelerin nümunelerini, bir tılsım ve bir mucize ile o ağaca takmış ve kendi misafirlerine ihzar ettiği (hazırlandığı) et'imeye (yiyeceklere) birer işaret suretinde o ağacı tezyin etmiş (süslemiş) olmalı. Yoksa, bir tek ağaç, binler ağaçların meyvelerini vermez. Sonra niyaza başladı. Ta tılsımın anahtarı ona ilham oldu. Bağırdı ki: "Ey bu yerlerin hâkimi! Senin bahtına düştüm. Sana dehalet ediyorum (sığınıyorum) ve sana hizmetkârım ve senin rızanı istiyorum ve seni arıyorum." Ve bu niyazdan sonra, birden kuyunun duvarı yarılıp, şahane, nezih ve güzel bir bahçeye bir kapı açıldı. Belki, ejderha ağzı o kapıya inkılâb etti (dönüştü) ve arslan ve ejderha iki hizmetkâr suretini giydiler ve onu içeriye davet ediyorlar. Hattâ o arslan, kendisine musahhar (boyun eğmiş) bir at şekline girdi. İşte ey tenbel nefsim ve ey hayalî arkadaşım! Geliniz, bu iki kardeşin vaziyetlerini muvazene edelim (karşılaştıralım). Ta, iyilik nasıl iyilik getirir ve fenalık nasıl fenalık getirir, görelim, bilelim. Bakınız, sol yolun bedbaht yolcusu, her vakit ejderhanın ağzına girmeye muntazırdır (hazırdır), titriyor. Ve şu bahtiyar ise, meyvedar ve revnaktar (göz alıcı güzellikte) bir bahçeye davet edilir. Hem o bedbaht, elîm bir dehşette ve azîm bir korku içinde kalbi parçalanıyor. Ve şu bahtiyar ise, leziz bir ibret, tatlı bir havf (korku), mahbub (sevimli) bir marifet (tanıma, bilme) içinde garip şeyleri seyir ve temâşâ ediyor (hoşlanarak seyrediyor). Hem o bedbaht (talihsiz), vahşet ve meyusiyet (ümitsizlik) ve kimsesizlik içinde azap çekiyor. Ve şu bahtiyar ise, ünsiyet (dostluk) ve ümit ve iştiyak (şiddetli istek) içinde telezzüz ediyor (lezzet alıyor). Hem o bedbaht, kendini vahşî canavarların hücumuna maruz bir mahpus hükmünde görüyor. Ve şu bahtiyar ise, bir aziz misafirdir ki, misafiri olduğu mihmandar-ı kerîmin (ikramı seven ev sahibinin) acip hizmetkârlarıyla ünsiyet edip (dost olup) eğleniyor. Hem o bedbaht, zahiren leziz (görünüşte tatlı) , mânen zehirli (hakikatte zehirli) yemişleri yemekle azabını tacil ediyor (çabuklaştırıyor). Zira o meyveler, nümunelerdir: Tatmaya izin var, ta asıllarına talip olup müşteri olsun. Yoksa hayvan gibi yutmaya izin yoktur. Ve şu bahtiyar ise, tadar, işi anlar, yemesini tehir eder (erteler) ve intizar (beklemek süretiyle) ile telezzüz eder (lezzet alır). Hem o bedbaht kendi kendine zulmetmiş. Gündüz gibi güzel bir hakikati ve parlak bir vaziyeti, basiretsizliğiyle kendisine muzlim (karanlıklı) ve zulümatlı bir evham, bir cehennem şekline getirmiş. Ne şefkate müstehaktır ve ne de kimseden şekvâya (şikayete) hakkı vardır. Meselâ, bir adam, güzel bir bahçede, ahbaplarının ortasında, yaz mevsiminde, hoş bir ziyafetteki keyfe kanaat etmeyip kendini pis müskirlerle (içkilerle) sarhoş edip kendisini kış ortasında, canavarlar içinde, aç, çıplak tahayyül edip (hayal edip) bağırmaya ve ağlamaya başlasa, nasıl şefkate lâyık değil, kendi kendine zulmediyor, dostlarını canavar görüp tahkir ediyor (hakaret ediyor). İşte bu bedbaht dahi öyledir. Ve şu bahtiyar ise, hakikati görür. Hakikat ise güzeldir. Hakikatin hüsnünü (güzelliğini) derk etmekle (kavramakla), hakikat sahibinin kemaline (kusursuzluğuna) hürmet eder, rahmetine müstehak olur. İşte, "Fenalığı kendinden, iyiliği Allah'tan bil" (Nisa Suresi 4:79) olan hükm-ü Kur'ânînin sırrı zâhir oluyor (ortaya çıkıyor). Daha bunlar gibi sair (diğer) farkları muvazene etsen (karşılaştırsan), anlayacaksın ki, evvelkisinin nefs-i emmâresi (kötülüğü emreden nefsi) ona bir mânevî cehennem ihzar etmiş (hazırlanmış). Ve ötekisinin hüsn-ü niyeti (güzel niyeti) ve hüsn-ü zannı (güzel görmesi) ve hüsn-ü hasleti (güzel huyu) ve hüsn-ü fikri, onu büyük bir ihsan ve saadete ve parlak bir fazilete ve feyze mazhar etmiş (kavuşturmuş). Ey nefsim! Ve ey nefsimle beraber bu hikâyeyi dinleyen adam! Eğer bedbaht kardeş olmak istemezsen ve bahtiyar kardeş olmak istersen, Kur'ân'ı dinle ve hükmüne mutî ol (itaat et) ve O’na yapış ve ahkâmıyla amel et. Şu hikâye-i temsiliyede olan hakikatleri eğer fehmettinse (anladınsa), hakikat-i dini ve dünyayı ve insanı ve imanı (dinin, dünyanın, insanın ve imanın gerçeğini) ona tatbik edebilirsin. Mühimlerini ben söyleyeceğim; incelerini sen kendin istihrac et (araştırıp bul). İşte, bak: O iki kardeş ise, biri ruh-u mü'min ve kalb-i salihtir (itaat edenin kalb). Diğeri ruh-u kâfir ve kalb-i fâsıktır (günahkar insanın kalbi). Ve o iki tarikten (yoldan) sağ ise, tarik-i Kur'ân (Kur’an yolu) ve imandır. Sol ise, tarik-i isyan (isyan yolu) ve küfrandır. Ve o yoldaki bahçe ise, cemiyet-i beşeriye (insan toplumu) ve medeniyet-i insaniye içinde muvakkat (geçici) hayat-ı içtimaiyedir (toplum hayatı) ki, hayır ve şer, iyi ve fena, temiz ve pis şeyler beraber bulunur. Âkıl odur ki, "Huz mâ safâ, da' mâ keder" (duru ve saf olanı al, karışık ve bulanık olanı bırak) kaidesiyle amel eder, selâmet-i kalble gider. Ve o sahrâ ise, şu arz ve dünyadır. Ve o arslan ise, ölüm ve eceldir. Ve o kuyu ise, beden-i insan ve zaman-ı hayattır. Ve o altmış arşın derinlik ise, ömr-ü vasatî ve ömr-ü galibî olan altmış seneye işarettir. Ve o ağaç ise, müddet-i ömür ve madde-i hayattır. Ve o siyah ve beyaz iki hayvan ise gece ve gündüzdür. Ve o ejderha ise, ağzı kabir olan tarik-i berzahiye (kabir yolu) ve revâk-ı uhrevîdir (ahirete açılan yer). Fakat o ağız, mü'min için, zindandan bir bahçeye açılan bir kapıdır. Ve o haşerat-ı muzırra (zarar veren böcek) ise, musibât-ı dünyeviyedir (dünyadaki musibetlerdir). Fakat, mü'min için, gaflet uykusuna dalmamak için tatlı ikazât-ı İlâhiye ve iltifatât-ı Rahmâniye hükmündedir. Ve o ağaçtaki yemişler ise, dünyevî nimetlerdir ki, Cenâb-ı Kerîm-i Mutlak, onları âhiret nimetlerine bir liste, hem ihtar edici (hatırlatıcı), hem müşabihleri (benzerleri), hem Cennet meyvelerine müşterileri davet eden nümuneler suretinde yapmış. Ve o ağacın, birliğiyle beraber muhtelif başka başka meyveler vermesi ise, kudret-i Samedâniye’nin sikkesine (tastikine) ve rubûbiyet-i İlâhiyenin hâtemine (mührüne) ve saltanat-ı Ulûhiyetin turrasına işarettir. Çünkü bir tek şeyden her şeyi yapmak, yani, bir topraktan bütün nebatat ve meyveleri yapmak, hem bir sudan bütün hayvanâtı halk etmek, hem basit bir yemekten bütün cihazât-ı hayvaniyeyi (hayvanın organlarını) icad etmek; bununla beraber her şeyi bir tek şey yapmak, yani, zîhayatın (canlıların) yediği gayet muhtelifü'l-cins (çeşit çeşit) taamlardan (yemişlerden) o zîhayata bir lâhm-ı mahsus (özel et) yapmak, bir cild-i basit dokumak gibi san'atlar, Zat-ı Ehad-i Samed olan Sultan-ı Ezel ve Ebed’in sikke-i hassasıdır (özel mührüdür) , hâtem-i mahsusudur (özel damgasıdır), taklit edilmez bir turrasıdır (yani bu vasıflar sadece Allah (c.c) aittir.). Evet, bir şeyi her şey ve her şeyi bir şey yapmak, her şeyin Hâlık’ına has ve Kadîr-i Külli Şey’e mahsus bir nişandır, bir âyettir. Ve o tılsım ise, sırr-ı imanla açılan sırr-ı hikmet-i hilkattir (yaratılış gayesinin sırrıdır). Ve o miftah (anahtar) ise, (Yâ Allah, Lâ ilâhe illâllah "Allah Teâlâ ki, O’ndan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. O ezelî hayat sahibidir ve kayyûmdur. (Başlangıç, nihâyet ve yeniden oluş gibi hallerden münezzeh ve ezelden ebede kâim, dâim ve var olan Allah (c.c.). Bütün eşyanın ancak kendisi ile kâim olduğu Cenâb-ı Hak) Varlığı için hiçbir sebebe ihtiyacı olmadığı gibi, her şey O’nun yaratmasıyla vücut bulur." (Bakara Sûresi, 2:255.) Ve o ejderha ağzı bahçe kapısına inkılâb etmesi ise işarettir ki, kabir, ehl-i dalâlet ve tuğyan için vahşet ve nisyan içinde zindan gibi sıkıntılı ve bir ejderha batnı (karnı) gibi dar bir mezara açılan bir kapı olduğu halde, ehl-i Kur'ân ve iman için, zindan-ı dünyadan bostan-ı bekaya ve meydan-ı imtihandan ravza-i cinâna (cennet bahçelerine) ve zahmet-i hayattan rahmet-i Rahmân'a açılan bir kapıdır. Ve o vahşî arslanın dahi munis (dost) bir hizmetkâra dönmesi ve musahhar (boyun eğen) bir at olması ise, işarettir ki, mevt (ölüm), ehl-i dalâlet için, bütün mahbubâtından (sevenlerinden) elîm bir firak-ı ebedîdir (acı verici sonsuz bir ayrılıktır.). Hem kendi cennet-i kâzibe-i dünyeviyesinden (aldatıcı dünya cennetinden) ihraç (çıkarılma) ve vahşet ve yalnızlık içinde zindan-ı mezara (mezar karanlığına) ithal (girme) ve hapis olduğu halde, ehl-i hidayet ve ehl-i Kur'ân için, öteki âleme gitmiş eski dost ve ahbaplarına kavuşmaya vesiledir. Hem hakikî vatanlarına ve ebedî makam-ı saadetlerine girmeye vasıtadır. Hem zindan-ı dünyadan bostan-ı cinâna bir davettir. Hem Rahmân-ı Rahîm’in fazlından (cömertliğinden), kendi hizmetine mukabil ahz-ı ücret etmeye (ücret almaya) bir nöbettir. Hem vazife-i hayat külfetinden bir terhistir. Hem ubudiyet ve imtihanın talim ve talimâtından bir paydostur. Elhasıl: Her kim hayat-ı fâniyeyi (geçici dünya hayatını) esas maksat yapsa, zahiren (görünüşte) bir cennet içinde olsa da, mânen (hakikatte) cehennemdedir. Ve her kim hayat-ı bâkıyeye (sonsuz ahiret hayatına) ciddî müteveccih (yönelmiş) ise, saadet-i dâreyne mahzardır (dünya ve ahiret mutluluğuna erişecektir.). Dünyası ne kadar fena ve sıkıntılı olsa da, dünyasını Cennetin intizar (bekleme) salonu hükmünde gördüğü için hoş görür, tahammül eder, sabır içinde şükreder. (Allah’ım, bizi saadet, selâmet, Kur'ân ve iman ehlinden eyle Âmin. Allah’ım, Efendimiz Muhammed'e ve âline ve ashâbına, Kur'ân'ın bidâyet-i nüzulünden zamanın nihayetine kadar onu okuyan her bir okuyucunun okuduğu her bir kelimenin temevvücât-ı havâiye (hava dalgalarının) aynalarında Rahmân'ın izniyle temessül eden (yansıyan) bütün kelimelerinin bütün harfleri adedince salât ve selâm et. Ve bunlar adedince, bize, anne ve babamıza, erkek ve kadın bütün mü'minlere rahmetinle merhamet et, ey Erhamürrâhimîn. Âmin. Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamd olsun.) Saygılar... Terapi
-
İSLAMI HADİSLERLE YOZLAŞTIRMAYA ÇALIŞANLAR
Bakınız GeceKuşu gene sizden beklediğim cevaplar geldi. Benim için yazdıklarınızı bizzat aynayı kendinize doğrultarak okumanızı tavsiye ediyorum. Kendinizi tetkik edin ne kadar tutarlısınız bir bakın.. Çok kısa bir cevap vereceğim..Diyorsunuz ki " Cevap 3- Ben o yada bu başlıkta verdiğiniz cevaplarda kendi içinde tutarlılık ve doğru bilgi göremiyorum... " Bende derim ki: Mesela Allah Var bölümünde ısrarla cevap istiyorum. Yazdıklarımı oku ve yukarda söylediğini ispat et... ( Niçe hakkında yazdım, başka konularda yazdım ama nerde paylaşım katkı eleştiri..) Eleştiri bir insana cevap verme psikolojisi ile olmaz. Eleştiri başkadır. Karşındakıni yok sayma gayreti bambaşkadır.Mutlak ben doğruyum. Diğerleri yanlış böyle bir mantık yok.. Ben burada yanlış bulduğum şeyleri delilleriyle yazıyorum. Kimseye saldırmıyorum... Biz inananların ALLAH VAR bölümünde Kainattaki herşey anlamlıdır şeklinde devam edecek olan bir tezi var. Benim inanç esaslarımını kaynak alan bir tez. Buyur sende buna benzer geniş, akademik, anlamlı ve tutarlı bir tez ortaya koy görelim. Bizim tezimize, benzer bir çalışmayla farklı bir tezle cevap ver.Yalan olanlar nelermiş görelim.....Laf üretmeyi bırakın.. Yazdıklarımın hepsi O alana hakim ilim adamlarının ittifak ettiği şeylerdir.. Literatürde yer etmiştir. Mesela benim bazen referans verdiğim risale-i nurlar bugün üzerinde doktora tezleri yapılan ve anlamak maksadıyla enstitüler kurulan bir kaynaktır. İnkar edemezsiniz. Sağdan soldan kopyalama şeyler değil....Hakeza diğer verdiğim kaynaklarda aynı..Bunlar sizler için birşey ifade etmeye bilir ama onbinlerce bilim adamı için büyük anlamlar ifade ediyor..görmemezlikten gelemezsiniz.. Varsa bir iddianız tezinizi hazırlarsınız seminerler var . Herkesin önü açık. Çıkar tezinini paşa paşa savunursunuz. Ve tutarlıysa merak etmeyin kabul görür ve bilim dünyasında yerinizi alırsınız. Çünkü insanların çoğu vefalıdır. Emeğe ve hakikate sahip çıkar hiç merak etmeyin.. Ama madem bu zemindeyiz. Burada ahkam keser gibi bol bol başlık açmayın. Birkaç konuya yönelelim istifade edelim. Konular arasında kaybolup gitmeyelimmm... Vakit buldukça bu çalışmalar sizlerle paylaşılacak. Ama vakit ayırıp önem verip katkıda bulunun farklı tezlerle karşımıza çıkın... Münazara bu şekilde yapılır... 15 güne yakın oldu. O konuya bir cevap bile vermediniz. Ama buraya hemen cevaplar peşpeşe geliyor... Lütfen o makaleyi inceleyin eleştirilerinizle katkıda bulunun uluslararası bir semimer çalışmasıdır o katkınız olmuş olur. Madem burdayız faydalanalım değil mi... yanlış mı..? Başka bir ayrıntı. Haksöz birçok yerde uslup hatası yapıyor. Nerdesiniz. Neden uyarmıyorsunuz ? görmemezlikten geliyorsunuz. Sonrada kalkıp bize tutarlı olmaktan adil olmaktan dem vuruyorsunuz...? Artık çıkmak zorundayım.. Tutarlı tüm insanlara selam ve saygılar... Terapi
-
ALLAHIN DİNİNDE BAŞÖRTÜSÜ YOK
Sevgili arkadaşlar çok haklısınız bende artık bunun farkındayım. Ama olsun. Sizler en azından yazmaya gayret ettiklerimizi okuyorsunuz. İstifade ediyorsunuz. Eminim ki onlarında iç dünyalarında mutlaka bazı şeyler oluyordur. Ama onların gayret etmesi lazım. İstemeleri lazım..
-
Mezhepler arasında ki çelişkiler, buyurun burdan yakın!
O kadar ithamlarda bulunuyoruz. İnsanları bol bol suçluyoruz sonrada birbirimizi suçlamayalım diyoruz.. Çelişkiler diz boyu... Bir Allah düşünün ki Onca kural koyuyor, insanlara çağrıda bulunuyor, bir çok hüküm veriyor.. Ama bazı konularda ben hüküm koymayayım siz kafanıza göre takılın diyor... Ne büyük tutarsızlık... Sizlerden ricam lütfen ilmi ve akademik münazara zeminleri oluşturalım forumu takip o kadar zorlaştıki onlarca manasız başlık var. Bu konuya biz çözüm bulmamız gerekiyor.. Münazaralarımız (o kadar vakit ayırıyoruz) bari hepimize birşeyler katmış olsun... Lütfen kaliteli konular ve cevaplar... Terapi
-
Mezhepler arasında ki çelişkiler, buyurun burdan yakın!
Ali İmran Suresi 19. Ayet "Allah katında hak din İslâmdır. Kendilerine kitap verilmiş olanlar ise, onlara bilgi ulaştıktan sonra, sırf aralarındaki kıskançlık yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Kim Allah’ın âyetlerini inkâr ederse bilsin ki, Allah’ın hesap görmesi pek çabuktur." Ali İmran Suresi 85. Ayet "Kim İslâmdan başka bir din ararsa, bu ondan asla kabul edilmez; âhirette de o hüsrana düşenlerden olur." Konu gayet net...
-
Mezhepler arasında ki çelişkiler, buyurun burdan yakın!
Enaniyetimizde zirvede!!! Bu senin getirdiğin yeni bir din mi evrensel_mesaj ( yukarda bizlere tavsiye ettiğin)
-
FAiz YİYENLERE ALLAH SONSUZ CEHENNEMİ LAYIK GÖRÜYOR
Bu hükmüde Kur'an-ı Kerimden mi alıyorsun acaba ? Yahu senin neye inandığını ve neyi savunduğunu anlamakta güçlük çekiyorum....
-
ALLAH VAR
Sayın arkadaşlar Kainattaki her şey anlamlıdır konumuza katkılarınız bekliyoruz... Saygılar
-
Mezhepler arasında ki çelişkiler, buyurun burdan yakın!
Eğer yukarda söylediklerini kabul ediyorsan işte o insiyatif Allah'ın Rasulünündür. İslamın ilk şartı Şehadettir. Yani Allah'tan başka ilah olmadığına ve Hz.Muhammedin O'nun kulu ve Elçisi olduğuna şehadettir. Neden Allah birçok yerde Allah ve Rasulu demiştir ? İyi düşünün Bakınız evrensel_mesaj ben yukarda uğraşıp bir yazı yazdım aradan daha 5 dakka geçmeden cevap yazdınız. Yukarda yazdıklarım 5 dakika içersinde okunup doğru anlaşılacak kadar kısa değil...Demek ki maksadımız herşeye bir cevap yetiştirmek anlamak ve anlaşmak değil....Bu tespitlerim için üzgünüm ama bu şekilde münazara edilmez... Lütfen samimi ve iyi niyetli olalım.
-
FAiz YİYENLERE ALLAH SONSUZ CEHENNEMİ LAYIK GÖRÜYOR
Gecekuşu ve Bilimselci arkadaşlar haksöz faiz hakkında birşeyler yazmış buyrunuz katkılarınız bekliyoruz. Bakalım bu konuda neler söyleyeceksiniz.. Buyrunuz katılımızını bekliyoruz
-
Mezhepler arasında ki çelişkiler, buyurun burdan yakın!
"benim mezhebim yok çünkü yolunda olduğum elçininde mezhebi yoktu o da benim gibi kuranın hükümlerine tabiydi, kuranda geçmeyen konular içinde şu hükme tabiydi" maide101:Ey iman edenler! Açıklanırsa hoşunuza gitmeyecek olan şeyleri sormayın. Eğer Kur'an indirilirken onları sorarsanız size açıklanır. (Açıklanmadığına göre) Allah onları affetmiştir. (Siz sorup da başınıza iş çıkarmayın). Allah çok bağışlayıcıdır, aceleci değildir. demiş haksöz Bu doğru değil...Kur'anda geçmeyen konular diye birşey olamaz...Din tamamlanmıştır. Kemale ermiştir.Yukardaki ayet umumu ilgilendiren bir konu hakkında inmemiştir. Yukardaki ayet insanların sorduğu bazı luzumsuz ve ısrarlı sorular neticesinde indirilmiştir. Ayetin tefsiri .......( Ey iman edenler, bir takım şeyler vardır ki size açıklanır ve beyan edilirse gücünüze gider, üzülmenizi gerektirir, böyle olması düşünülen şeylerden soru sormayınız. Çünkü cevabında kederlenirsiniz. Akıllı olanlar ise kendi üzülmesine sebep olacak şeyi yapmaz. Ve eğer Kur'ân'ın indirildiği sırada, yani vahy zamanında böyle şeylerden soru sorarsanız. Size onlar açıklanır, cevabı verilir, bundan dolayı da kederlenmeniz muhakkak olur. Bunun için Peygamber'e bunları sormayınız. Onlar öyle şeylerdir ki Allah bunlardan sizi affetmiş, sorumlu tutmamıştır. Malûm ya Allah gafûrdur, halîmdir. Birçok şeyleri affeder. Bunun için geçen geçti, Allah affetti, fakat bir daha böyle bir şey yapmayınız. Anlaşılıyor ki bunlar, haber verilmesi ve açıklanması sahiplerini rezil edecek olan gizli sırlar veya sorulması edepsizlik ve terbiyesizlik olan münasebetsiz, faydasız veya mânâsız, şeyler kabilinden haberlere ilişik sorular, yahut derinleştirilmesi, güç yetiştirilemeyecek birtakım meşakkatli teklifleri gerektirecek duyulmamış, işitilmemiş şeylerle ilgili sorulardır. Nitekim Hz. Ali'den rivayet olunduğu üzere "İnsanlar üzerine o Beyt'i haccetmeleri, Allah'ın bir hakkıdır" (Âl-i İmrân, 3/97) âyeti nazil olduğu zaman Resulullah bir hutbe okumuş, Allah Teâlâ'ya hamd ve senadan sonra, "Allah üzerinize haccı farz kıldı" buyurmuştur. Esed oğulları'ndan Ukâşe b. Mihsan ve bir rivayette Süraka b. Mâlik de: "Her sene mi ey Allah'ın resulü?" dedi. Resulullah cevap vermedi, o da üç kere tekrar etti,bunun üzerine, "Hayır, fakat 'evet' demeyeceğime nasıl emîn oldun, vallahi 'evet' desem vacib olacaktı, vacib olsaydı dayanamayacaktınız, terkederseniz de kâfir olacaktınız. Şu halde benim sizi terkettiğim müddetçe siz de beni terkediniz, sizden öncekiler hep çok soru sormaktan ve peygamberlerine karşı ihtilâf etmekten yok oldular. Bir şey emrettiğim zaman, gücünüz yettiği kadar tutunuz. Bir şeyden yasakladığım zaman da çekininiz" buyurdu. Aynı şekilde Hz. Enes ve Ebu Hüreyre'den rivayet edildiği üzere, "İnsanlar, Resulullah'a birçok şeyler sormuşlar, hatta ısrar ve direnme derecesine varmışlardı. Bir gün Resulullah kızgın bir şekilde hutbeye çıktı, Allah'a hamd ve senâdan sonra:' Sorunuz, Allah'a yemin ederim ki şu makamda bulunduğum müddetçe her ne sorarsanız açıklayacağım' buyurdu. Ashâb-ı kirâm başlarına bir tehlike gelmek üzere bulunduğundan korktular. Enes (r.a.) demiştir ki, 'Sağıma, soluma baktım, herkes başına elbisesini çekmiş ağlıyordu. Kureyş'ten Beni Sehm'den Abdullah b. Huzafe denilen adam ki, erkeklerle bir münâkaşa ettiği zaman babasından başkasına nisbet edilirdi. Kalktı: "Ey Allah'ın Nebisi, benim babam kim?" dedi. Peygamberimiz de: "Baban, Huzafe b. Kays ez- Zührî'dir" buyurdu. Diğer biri de kalktı: "Benim babam nerede?" dedi, "ateştedir" buyurdu. Sonra Hz. Ömer (r.a.) kalktı: "Biz, Rab olarak Allah'a, din olarak İslâm'a, Resul ve Nebi olarak Muhammed Aleyhisselâm'a razı olduk, biz fitnelerden Allah'a sığınırız, henüz bir cahillikten ve şirkten yeni kurtulduk. Şu halde bizi affet ey Allah'ın Resulü" dedi, Resulullah'ın kızgınlığı da yatıştı'. Ki bu âyetlerin nüzul sebebi bu olaylar olduğu rivayet edilmiştir. ))))) Şeklindedir. Yani ortada tabi olunacak bir hüküm yoktur. Ortada bir usul ve terbiye ögretimi vardır... Kur'anda geçmeyen konular diye birşey olamaz...Din tamamlanmıştır. Kemale ermiştir. Maide Suresi 3. ayet..........Bugün sizin dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım, sizin için din olarak İslâmı seçtim.(Dinin tamamlandığını bildiren bu âyetten sonra, sadece Bakara Sûresinin 281’inci âyeti nazil olmuş, yeni herhangi bir hüküm inmemiştir. Bu âyetin inişinden seksen iki gün sonra da Peygamberimiz vefat etmiştir. ) Bakınız. Kur'anı Kerimde gerekli olan bütün hükümler vardır. Ama ana hatlarıyla. Kur'an-ı Kerim bir çok konuda detaylara girmez. Detayları Peygamber Efendimiz bizlere öğretmiştir. Ve Bu detaylar hakkında hükümler koymuştur. Bu hükümler Kur'an ile çelişmez tam tersine Kur'an-ı Kerim'in o konu hakkındaki hükümlerinin doğru ve eksizsiz anlaşılmasını sağlar....Bu detaylarda zaten Kur'an daki hükümlerin doğru anlaşılmasına yardımcıdır. Yeni hükümler ve kanunlar değildir. Örnekler verelim.. Sünnetin Kur’ân-ı Kerim’den ayrı bir teşrî’ kaynağı olmasının ve Kur’ân gibi bazı şeyleri helâl, bazı şeyleri de haram kılarak, farz, vacib, sünnet, müstehab, mübah, âdâp, mekruh, müfsid adına ölçüler koymasının yanı sıra, Kur’ân-ı Kerim’in mücmelini tafsil, mübhemini tefsir, umumunu tahsis ve mutlağını takyid fonksiyonu da vardır. Şimdi, bazı misallerle bu hususu da kısaca açıklamaya çalışalım: Sünnetin Kur’ân’ı Tefsiri “İman ettiler ve imanlarına zulüm karıştırmadılar: İşte, emniyet onlar içindir ve onlar, hidayete ermişlerdir.”(En’âm/6: 82) âyeti nazil olunca, zulüm Kur’ân’da had bilmezlik, sınırı aşmak gibi çeşitli mânâlarda kullanıldığından, ashâb endişeyle Resûlüllah’a gelerek, “Hangimiz var ki, zulmetmemiş olsun?” dediler. Bunun üzerine de Allah Resûlü (s.a.s.), bu âyette kastedilen zulümle ilgili olarak şu açıklamada bulundular: “O, sizin zannettiğiniz gibi değil; o, Hz. Lokman’ın oğluna dediği gibidir: ‘(Oğulcuğum): Allah’a şirk koşma; muhakkak ki şirk, büyük bir zulümdür’ (Lokman/31: 13)”.7 2. Sünnetin Mücmeli Tafsil Etmesi Sünnet-i Seniyye, pek çok müphemi tefsir etmesinin yanı sıra, pek çok mücmel mes’eleleri de tafsîl etmiştir. Meselâ Kur’ân-ı Kerim’de: “Namazı ikâme edin.” diye emredilir; fakat, namazın nasıl kılınacağı açıklanmadığı gibi, ne zaman kılınacağı da açıklanmaz. Bütün bunların açıklanmasını, Hz. Cebrail’in rehberliğinde Peygamber Efendimiz yapmıştır.8 Allah Resûlü, namazın farzları, vacibleri, müstehabları, mekruhları, müfsidleri, rükûu, sücûdu, kıraati, tahiyyâtı ve selâmla namazdan çıkılmasında da biricik kaynaktır. 3. Sünnetin Bazı Hükümleri Tahsîsi Kur’ân-ı Kerim’de mirastan umumi olarak bahsedilir ve, “Allah size çocuklarınız hususunda farz kılıyor: Erkeğe, iki kadının payı kadar vardır.” (Nisâ/4: 11) buyurulur. Umumî mânâda, nebî olsun velî olsun, safiy olsun, mukarreb olsun, herkes bu âyetin şümûlüne dahildir. Ancak, Efendimiz’in dâr-ı bakaya rihletlerinden sonra, kızı Hz. Fatıma, Hz. Ebû Bekir’den babasının mirasını almaya geldiğinde, Resûlüllah’ın Halifesi (r.a.) kendisine, Resûlüllah’tan duyduğu şu hadîs-i şerifi okudu: “Biz peygamberler topluluğu geriye miras bırakmayız. Bizim bıraktığımız, ancak sadakadır.”9 Bu hadîs-i şerifiyle Efendimiz (s.a.s.), Kur’ân’ın umumî bir hükmünü tahsis etmiş olmaktadırlar. Aynı şekilde: “Kâtil mirasçı olamaz.”10 hadîsi de, kâtilin mirasçı olamayacağını, meselâ, babasını öldürenin babasından, amcasını öldürenin amcasından, dayısını öldürenin dayısından, kardeşini öldürenin de kardeşinden miras alamayacağını hükme bağlayarak, Kur’ân-ı Kerim’in mirasla alâkalı umumî hükmünü bu noktadan tahsis etmiştir. 4. Sünnetin Bazı Ahkâmı Takyîdi Kezâ: “Mallarınızı aranızda (çalıp çırparak, ihtikârla, irtişâyla, ribâ ile) bâtıl bir surette yemeyin; ancak anlaşma ve karşılıklı rızaya dayalı ticarî mübadeleyle yiyin.” (Nisâ/4: 29) âyetini de, yine sünnet-i mütahhara bir hususta takyîd etmiş; “Meyveleri, tam belirli hâle gelinceye kadar satmayın.”11 diyen Allah Resûlü (s.a.s.), âyette anlatılan hususa ayrı bir kayıt daha getirmiştir. Saygılar Terapi
-
İSLAMI HADİSLERLE YOZLAŞTIRMAYA ÇALIŞANLAR
"BAKMAK VE GÖRMEK... " Bir insan bir ağaca bakarken; estetik duygu ve düşünce içerisinde olan bir insan, farz edelim ki; bu insan bir ressam olsun. O ressam o ağaca bakarken; salt estetik kaygılar taşıyacak ve “bu ağacın üzerinde ne güzel yeşil yaprakları, rengarenk çiçekleri, meyveleri ve dalları üzerine konmuş kuşları var. Bu ağacın ne güzel gölgesinde yatılır, uyunur ve aynı güzellikte bir resmini dahi yapabilirim” diye düşünecek ya da böyle düşünmeden kendini alıkoyamayacaktır. Ama aynı objeye yani aynı ağaca bakan bir kereste tüccarı, salt ticari duygu ve düşüncelerinden ötürü bu ağaca estetik kaygılarla değil de ticari kaygılarla bakacağı içindir ki; “oh ne güzel bu ağaçtan ne biçim kereste çıkar, kim bilir kaç para eder” diye düşünmeden edemeyecek ve o ağacın bütün güzelliklerini görmezlikten gelecek, ya da kafasındaki tek düşünce olan, ondan çok iyi kereste çıkacağına ve çok para kazanabileceğine odaklanmış olduğu içindir ki, gerçekten o güzellikleri fark etmeyecek, görmeyecektir bile. Yukardaki yazı çok hoş fakat bizlerle bir alakasını göremedim..Bizlerin inancımız üzerinden ticaret yaptığını iddia ediyorsanız iddianızı belgelerinizle ispat etmek zorundasınız sayın DİPnot
-
HZ.MUHAMMED MUSTAFA
"-Allah'ın en sevdiğine bir salat ve selam niyetine." HAYATA AİT ELİMİZDE her ne ki güzel bir şey var bu nerden gelmiştir? Bütün hayırlar, güzellikler Onun ikramıdır. Ve siz bütün güzelliklere ve hayırlara en güzel vesile olansınız. Siz işte bu yüzden bize verilen bu güzelliklerin, hayırların, kemalin içindesiniz. 1400 yıl geride kalmadınız. Size ihtiyacımız buraya bedeninizle gelmeniz değil. Bizi bedeninizle kapımızı çalıp ziyaret etmenizi de arzuluyor değiliz. Çünkü siz zaten burdasınız. O kadar çok burdasınız ki. Bakın. Sağ eliyle yemek yiyorsa bir insan ve bunu siz yaptığınız için yapıyorsa bu eylemin içinde siz varsınız. Bir çiçeği incitmeyen bir insan davranışındaki bu nezihliği sizden başka kimden öğrenmiştir ki? Ayı neden seviyoruz biliyor musunuz? Siz sevmeseydiniz ayı nasıl sevebilirdik? Gecenin vakti gözlerinizi dikip “Seni Yaratanla beni yaratan aynı” dediğiniz için gözlerimiz gökyüzüne çevriliyor. Her ayı seyredişimizde aydaki nur sizin nurunuzun tecellisidir. Ve nurunuzla siz burdasınız. Yoksa ayı seyretmenin bir anlamı olur muydu? Ya da aydaki anlamı biz başka nasıl bulurduk? Siz buradasınız. Yemeğe başlarken bismillah dememizde. Namaza başlama biçimimizde. Namazdan sonraki dualar sizin dualarınız değil mi? Cevseni neden okuyoruz ki? Cevsenin her bir satırında siz burada değil misiniz? Siz tamda hayatımızın merkezindesiniz. Evimize girerken sağ adımımızı atmamızdasınız. Ağzımızdan nazik sözcüklerin çıkmasındasınız. İhtiyacı olan bir insanın ihtiyacını gidermemiz sizin kalbinizdeki merhametin bir sonucu değil mi? Hayat yolunda eğer zerre kadar doğruluğun içindeysek bu doğrulukta siz yok musunuz? Hayatımızdaki her iyiliğin sizin nurunuzdan çıktığının farkındayız ve bu kalbimizi kalbinize bağlıyor. Eğer bir insan bizden korku değil emniyet, düşmanlık değil kardeşlik ve dostluk hissediyorsa bu sizin burada olmanızdandır. Siz kainatın en emniyet duyulacak insanıydınız. Biz de sizin yolunuzda düşe kalka da olsa yol almaya çalışan yolcular. Sizi özlüyoruz evet. Ama her özlemimiz size benzemek için gösterdiğimiz gayretimizle, sizin gibi yaşayabilme tutkumuzla gideriliyor. Çünkü siz “güzel ahlak” idiniz. Biz de güzel ahlakı hallerimize kattıkça o hallerin içinde sizi buluyoruz. Sizi istersek birçok şeyle hatırlarız. Hayata bakışınızda, çocuğunuzu sevme biçiminizde, ayı seyrederken ağzınızdan dökülen sözlerle, Rabbinize tanıklık etme biçiminizle, giyim biçiminizle, dişlerinizi günde birden çok misvakla temizlemenizle. Ve sizi her hatırlamamız gerçekte Onu hatırlamaktır. Sizin hayatınızda Onu bir an bile unuttuğunuz olmadı değil mi? Bu sizin hayattaki en büyük onurunuz oldu. Biz de sizi hayatımızı katmakla onurlanıyoruz. Bize ne umud veriyor biliyor musunuz? Biz de sizin dünyanızda çok önemli olduk. Bizim üzerimize o kadar titrediniz ki. Sizin ne çok dualarınızdaydık. Hüzünlerinizde, acılarınızda, şefkatinizde, merhametinizdeydik. Size sonsuz karşılık vermek isterdik. Biz size sonsuz karşılık verecek takatte değiliz. Ama Rabbimizden size sonsuz karşılık vermesi için duadayız. Hayatımıza elimizden geldiğince sizi katmaya çalışıyoruz. Daha çoğunu yapmak isterdik. Bu niyete sahibiz. Kalbimizin size olan özlemini gidermemiz için kalbimize yardım edecek misiniz? Bu hayatta olmayabilirsiniz. Ama hayatımızdasınız. Sizi her özlediğimizde sizin yaşam tarzınızı yaşam tarzı kılma gayretimiz ruhumuzu teskin edecek. Biz size tutundukça siz de bizi ebediyete taşıyacaksınız. İşte o zaman bütünüyle özlemimiz gidecek. Sizinle ebedi olarak özlem gidermenin bir bedeli olmalı değil mi? Ve biz inşaallah bu bedeli onur duyarak ödeyip size hem şimdi hem de öteki dünyada kavuşacağız. Seni çok seviyoruz Sevgili Efendim... Saygılarımızla Terapi
-
İSLAMI HADİSLERLE YOZLAŞTIRMAYA ÇALIŞANLAR
"Hz.Peygamber" Ağaç meyve için dikilir. Âlem, Muhammed-i Arabî için yaratılır. Bir sınıfta öğretmen esasında yalnız bir öğrenci için dersini tam anlatır—onu en iyi anlayan öğrenci için. Bir’ler her zaman önemlidir. Bir Muhammed-i Arabî’nin ubudiyeti hatırına, koca bir kâinat yaratılmıştır. Peygamberimizin hiçbir fiili yoktur ki, HÜVE’yi göstermesin, O’nu bildirmesin. Bugün biz “lâ ilahe illallah”ı kolaylıkla söylüyorsak, “muhammedun resulullah”tan dolayıdır. Yamaçlar kalabalık, zirveler yalnızdır. En çok istifade edilen insan olarak Resûlullah (a.s.m.), aynı zamanda, en az anlaşılan insandır da. Çünkü, onun anlattığı hakikati onun kendi iç dünyasında anladığı derecede anlayan başka bir kimse yoktur. Peygamber başka bir insandan almamış; almadan vermiştir. Hz. Peygamber peygamber olduğu için öyle dua ediyor değil. Öyle dua edebildiği için Rabbimiz onu peygamber seçiyor. Kap küçükse çabuk dolar. Resûlullah’ın kabı genişti ve devamlı genişliyordu. O yüzden, her daim tefekkür ve tezekkür üzere idi, o yüzden günde yetmiş kez daha da fazlasını yapamadığı için istiğfar ediyordu, o yüzden “Seni lâyık olduğun surette sena edemem. Sen kendini sena ettiğin hal üzeresin” diye Rabbine yakarıyordu... Dağa çıkıp inmeyen adama dağcı demezler. Resûlullah miraca çıkmış, ama dönmüştür. Peygamber vasfı böyle bir tavrı gerektirir. Resûlullah’ın ne düşündüğünü ve nasıl yaşadığını öğrenmek istiyorsan, Kur’ân’ı oku! Kur’ân, Resûlullah’ın hayatını yansıtır; neyi nasıl yaşadığını, neye nasıl baktığını, neye nasıl ve niye inandığını bize gösterir. Resûl-i Ekrem’in hayatı Kur’ân’dır. Her zaman Bismillah şuuruyla yaşar, Fatiha şuuruyla devam eder… “Soruyu ben sorarım, cevabı da ben bulurum. Peygambere ihtiyacım yok” demek, kendisini Resûl-i Ekrem’in ve onun getirdiği hakikatin yerine koymak demektir. Resûle tâbi olmayan, kendine tâbi oluyor. Nefisler peygambersiz bir din arzu ediyorlar; tâ ki kafalarına göre yorumlamaları mümkün olsun… Sünnet-i seniyyesiz bir dinî anlayış, eksik ve hatta sakat bir dinî anlayıştır. Aklın anladığını tashih etmek yerine Resûlullah’ın sözünü tashihe kalkışmamalı. Peygamber ‘insanüstü’ olsaydı, bana rehber olmazdı. “O başkaydı, ben onun gibi olamam” diyemeyiz. Elimizden geldiğince onun gibi olmaya çalışmalıyız… Peygamberimizi hatırladıkça, çok önemli bir mahluk olduğumu hissediyorum. Çünkü, benim en küçük bir halim ihmal edilmiyor. Nübüvvete tâbi olmak, insanın kendisi ve kâinatla barışık olmasıyla ilgilidir. Mirac Resulullah’ın 52 yıllık hayatının tasdikidir; sünnetin teyididir. Mirac elliiki yıl boyu yaşanmış bir yolculuğun tasdikidir. Resûlullah’ın birebir kendisine benzetmeye çalıştığı tek kişi yoktur. Herşey gayet açık (obvious) değil mi? İnanan ve saygılı tüm kardeşlere Selamlar Terapi
-
İSLAMI HADİSLERLE YOZLAŞTIRMAYA ÇALIŞANLAR
Hayatımda gördüğüm en büyük çelişkilerden birincisi: "Varsayalım ki bir sözün peygamberin ağzından çıktığı % 100 doğru olsa bile yinede dinde delil olamaz.Zira peygamber evrensel değildir. O yaşadığı dönemim ve şartların etkisinden bağımısz konuşamaz.Evrensel olan ise Allahın sözüdür" demiş ve saçmalamış gene haksöz. Bir peygamber düşünün getirdiği ayetler ve mesajlar evrensel kendisi evrensel değil....!!!! Haksöz bence senin akli problemin var!!! Hayatımda gördüğüm en büyük çelişkilerden ikincisi: haksöz en başta tamamen peygamber efendimizin sözlerini ve sünnetini inkar ediyor du şimdi kabul ediyor ve diyor ki eğer söylemiş bile olsa delil olamaz ....Bunların cevabını da sana tokat gibi Başörtüsü yok bölümünde verdim... Hayatımda gördüğüm en büyük çelişkilerden üçüncüsü: haksöze hak veren insanlar mesela Gecekuşu ve Bilimselci...Enterasan bu insanlar ayetleri ve Yaratıcı'yı inkar ediyorlar. Ama ne hikmetse yanlış bir Yaratıcı inancı olmasına rağmen haksözle beraber aynı safta yerlerini alıyorlar.... Hayatımda gördüğüm en büyük çelişkilerden ..........devam dahi etmeye değmez Artık bu kadar çelişkinin olduğu bir ortamda buyrunda paylaşımdan söz edin...Pes doğrusu Haksöz sana son bir tavsiye Bu anlattığın saçmalıklar için bir enstitü kur ve kendini vitrine çıkar bakalım. Haydi sana meydan....Boyunun ölçüsünü al..ok Eğer doğru sözlü isen dediğimi yaparsın....
-
ALLAHIN DİNİNDE BAŞÖRTÜSÜ YOK
Nisâ, 4/59, 59. Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e ve sizden olan ülülemre (idarecilere) de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz Allah'a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız onu Allah'a ve Resûl'e götürün (onların talimatına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir. Nisâ,64-65, 64. Biz her peygamberi -Allah'ın izniyle- ancak kendisine itaat edilmesi için gönderdik. Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah'tan bağışlanmayı dileseler, Resûl de onlar için istiğfar etseydi Allah'ı ziyadesiyle affedici, esirgeyici bulurlardı. 65. Hayır, Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar. Nisâ,69-70 69. Kim Allah'a ve Resûl'e itaat ederse işte onlar, Allah'ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddîkler, şehidler ve salih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır! Nur, 24/54 54. De ki: Allah'a itaat edin; Peygamber'e de itaat edin. Eğer yüz çevirirseniz şunu bilin ki, Peygamber'in sorumluluğu kendisine yüklenen (tebliğ görevini yapmak), sizin sorumluluğunuz da size yüklenen (görevleri yerine getirmeniz)dir. Eğer ona itaat ederseniz, doğru yolu bulmuş olursunuz. Peygamber'e düşen, sadece açık-seçik duyurmaktır. Cum’a, 62/2 2. Çünkü ümmîlere içlerinden, kendilerine âyetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara Kitab'ı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen O'dur. Kuşkusuz onlar önceden apaçık bir sapıklık içindeydiler. Al-i İmrân, 31-32 32. De ki: Allah'a ve Resûlü'ne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez. Şûrâ, 42/52-53 52. İşte böylece sana da emrimizle Kur'an'ı vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle doğru yola eriştirdiğimiz bir nur kıldık. Şüphesiz ki sen doğru bir yolu göstermektesin. 53. (O yol) göklerin ve yerin sahibi olan Allah'ın yoludur. Dikkat edin, bütün işler sonunda Allah'a döner. Enfal, 8/20,46 20. Ey iman edenler! Allah'a ve Resûlüne itaat edin, işittiğiniz halde O'ndan yüz çevirmeyin. 46. Allah ve Resûlüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin; sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir. Konu benim açımdan kapanmıştır artık...
-
İSLAMI HADİSLERLE YOZLAŞTIRMAYA ÇALIŞANLAR
Çok haklısın sanırım boşuna uğraşıyoruz......En azından vazifemizi yaptık. Hakkı ortaya koyduk
-
ALLAHIN DİNİNDE BAŞÖRTÜSÜ YOK
Devamı.... Meselâ, “dünyanın üç yüzü”nü, onun getirdiği nurla görüyorum. Çünkü o hem dünyanın, eğer Rabbine nisbet edilmezse ne kadar fani, geçici, faydasız ve aldatıcı olduğunu öğretiyor; hem Rabbi adına bakılırsa, “âhiretin tarlası” olduğunu öğretiyor; hem de onda cilvesi görünen fiillerle Rabbimizin isim ve sıfatlarını öğretiyor. Onun “dünya” haberlerinin özünü, ancak bu üç yüzle birlikte kavrıyorum. Aslında ben tek yüzlü sayılırım. Nefsim ve ona bağımlı duygularım tek bir yüzde takılmış. Hep dünyanın fani yüzüne baktırıyor. O yüzde şartlandırıyor. Sonunda, sanki dünya bu yüzden ibaretmiş gibime geliyor. O kadar ki, sevgili peygamberimin sözlerine de bu “yüz”den anlamlar biçiyorum. Kendi telâkkimi onun dersiyle tadil ve tashih edeceğim yerde, onun sözünü kendi kafama uyduruyorum. Sözgelimi, para-pul peşinde durmaksızın koşturmamın mazereti olarak, “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi âhiret için çalışın” hadisini anıyorum. Evet, öyle diyor sevgili Resul. Ama benim anladığımı demiyor. Âhiret için çalışmayı tavsiye ederken, “Hiç ölmeyecekmiş gibi” diyor. Çünkü, onun nazarıyla bakınca biliyorum: Dünyanın âhirete ve esma-i hüsnaya bakan yüzünde, ölüm zaten yok. Fena da, zeval de yok. Dünyaya dünya namına muhatap olup, âhirete ve Rabbimin isimlerine ayna oluşundan gaflet ettiğimde ise, “yarın ölecekmişim gibi”yi hatırlamam gerekiyor. Tâ ki, ölümü hatırlayıp, beka yerinin burası olmadığını düşüneyim. Bekayı istiyorsam, Bâkî-i Hakikî’nin yolunda, onun beka yurdu olan âhirete göre yaşamam gerektiğini düşüneyim. Şu dünyada iken Rabbimin bâki ve sonsuz isimlerine götürecek izlere erişeyim. “Dünyada ya bir yabancı veya bir yolcu gibi ol” derken, yine bu imtihan dünyasından gelip geçişi ders veriyor. “Benimle bu dünyanın misali, sıcak bir yaz gününde bir ağaç altında gölgelenip, sonra bırakıp giden kimsenin misali gibidir”i de bu anlamda söylüyor. Belki yine bu yüzden, “Lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz” diyor. Bu yüzden, arasıra kabristanı ziyaret ediyor. Bu yüzden “Ölmek için tevellüd edip dünyaya gelirsiniz, harab olmak için binalar yaparsınız” haberini veriyor. Onun getirdiği nur, dünyanın hem bu fani yüzünü apaçık gösteriyor, hem de şu fani dünyada Onun esmasının tecellilerini görüp baki bir âleme liyakat kazanmanın yolunu öğretiyor. Bu uğurda, gerçi ne atom-altı parçacıklardan söz ediyor, ne de Satürn’deki halelerin mahiyetinden. Onun nuruyla, kâinat, maddesi itibarıyla değil, taşıdığı mânâ itibarıyla değişip genişliyor. O nurla bakılınca, mahlukata artık mahlukat hesabına bakılmıyor. Kesret artık vahdeti bildiriyor. Çokluk Bir’e bakıyor. Esbab kendini tesirden azlediyor. Yerini Esma-ı Hüsnaya bırakıyor. Tabiat istifa ve ıstıfa ediyor, “âdetullah”a dönüşüyor. Çünkü, getirdiği nur, sebep olunan şey, yani müsebbeb ile sebebin arasını açıyor. Uzaktan bakınca göğü dağa bitişik zanneden bir gözün sahibiyim. Akıl gözüm, aynı şekilde, onun gibi, sonucu sebebe bağlı zannediyor. Sebeple sonucun beraberce yaratılışını göremeyip, sonucu sebebin yaptığına hükmediyor. Oysa onun getirdiği nur ile, “esbab”ın sultanı olan insana zor sorular sunuluyor: “Söyleyin bakalım! Ektiğiniz ekini siz mi bitiriyorsunuz? Yoksa Biz miyiz bitiren? İsteseydik...” “Söyleyin bakalım! İçtiğiniz suyu buluttan siz mi indiriyorsunuz? Yoksa Biz miyiz indiren? İsteseydik...” “Söyleyin bakalım! Tutuşturduğunuz ateşin ağacını siz mi var ediyorsunuz? Yoksa Biz miyiz var eden?…” Böylesi ikazlar eşliğinde, şartlanmaları aşıyorum. Sonucu sebebin elinden alıyorum. İkisini birden Rabbimin esmasına teslim ediyorum. Nasıl etmem ki? Mahlukatın en şereflisi olan Resul-i Ekrem, o kadar sık “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki...” dedikten sonra? Bütün nefisler Onun kudret elinde. O “ol” demeden, şu yazı bile doğamıyor. “Tarih ve siyer gemisi”yle Asr-ı Saadeti gezerken, onun hayatından, “sebebin tesirden azl”ine dair mükemmel örnekler buluyorum. Ap açık mucizelere muhatap oluyorum. Meselâ, ordunun su arar hale geldiği zorlu bir seferde, Rabbinin izniyle, parmaklarından musluk gibi sular akıyor. Sonra, “Haydi, temiz ve mübarek suya geliniz” diyor. Ve ekliyor: “Suyun artışı ise Allah’tandır.” Bir başka seferde, yine susuzluk çekiliyor. Bir kuyudaki az bir suyu alıp götürmekte olan bir kadının kırbasından su alınıyor. Bir kaba koyuyor. Bereketle dua ediyor. Tekrar kırbaya boşaltıyor. Tüm ordu, bereketlenen o az suyla tüm kap-kacağını dolduruyor. O ise, kadına hitaben, “Biz” diyor, “senin suyundan almadık. Belki Cenab-ı Hak bize hazinesinden su içirdi.” Bu sırrı bir daha ders vermek için, “Nalın tasması gibi en adi birşeye bile muhtaç olduğunuzda, onu Allah’tan isteyin” diyor. Bunu kendi hayatıyla belgeliyor. Diğer tüm mahlukların hayatını da şahit gösteriyor. Meselâ, kuşları delil getiriyor. “Eğer Allah’a hakkıyla tevekkül etseydiniz, kuşu rızıklandırdığı gibi, sizi de rızıklandırırdı” diyor. “Kuş sabah aç gider, akşam tok döner.” Diğer bir kuş, başka bir dersin vesilesi oluyor. Bir seferde, bir sahabi, elinde bir yavru kuşla yanına geliyor. Anne kuş da, ansızın gelip, kendini yavrusunu tutan ellere atıyor. Yavrusunu kurtarmaya çabalıyor. Herkes hayret içindeyken, o, “Bu kuşa mı hayret ediyorsunuz?” buyuruyor. “Onun yavrusunu aldınız, o da, merhametinden kendisini sizin ellerinize, yavrusunun yanına attı. Allah’a yemin ederim ki, Rabbiniz size bu kuşun yavrusuna gösterdiği merhametten daha fazla merhamet eder.” Bu örneğin ışığında, kendimde ve sair mahluklarda görünen cüz’i numunecikler ile de Rabbimin esmasını tanıma dersi alıyorum. Sözgelimi, az önceki olayda, Rabbimin Rahîm ismine şahit oluyorum. Onun gibi, nerede cüz’î bir ilim alâmeti görsem, onun Alîm ismine gidiyorum. Bana verilmiş cüz’î irademle Mürid ismini, cüz’î iktidarımla Kadîr ismini, cüz’î malikiyetimle Mâlik ve Melik ismini tanıyorum. Bundan da öte, muazzam bir sırrın daha farkına varıyorum. Anlıyorum ki, o “acziyeti içinde sultan”dı. Âcizliğini en azamî derecede hisseden kul oydu. O yüzdendir ki, her daim, Kadîr-i Mutlak’ın dergâhından yardım talep ediyor. Fakrını doruk noktada hissediyor. O yüzden Ganiyy-i Mutlak’ın mutlak ve hudutsuz hazinesi önüne açılıyor. Bir ümmi olarak, hiçbir bilgiyi kendine mal etmiyor. Ve en derin sırlar, ona bildiriliyor. Bu acz ve fakr tavrı, hayatının her adımında gözümüze görünüyor. Meselâ, devesi kayboluyor. Ehl-i nifak söylenmeye başlıyor: “Tuhaf şey, peygamber olduğunu iddia eder, gökten haber verir. Halbuki devesinin nerede olduğunu bilmiyor. “ Kızmıyor, kızarmıyor, üzülmüyor. “Aslında iyi bilirim ama” kabilinden, ancak bizim gibi aczini anlamaktan aciz insanlara yakışan izahlara girişmiyor. Kulluğundan, ve bir kul olarak acizliğinden emin, “Ben bilmem” diyor rahatlıkla. “Vallahi, ben Allah bana ne bildirirse, ancak onu bilirim.” Ve bu teslimiyete mukabil, Alîm olan Allah ona o anda devenin yerini ilham edince, ekliyor: “Allah bana bildirdi ki...” Diğer bir devesini, bir seferde bir bedevi geçiyor. Ashab üzülüyor. Onun devesi hep en önde olsun istiyorlar. O ise, “Allah’ın ileri götürdüğünü geri bırakacak yok” diyor. “Geri bıraktığını da ileri götürecek yok. Vermediğini verecek yok. Verdiğine mani olacak yok.” Başka bir vesileyle, “Allah’ım, Senin gücün yeter, halbuki benim yetmez. Sen bilirsin, halbuki ben bilmem” buyuruyor. ( Bu kadar in düşünen bir Peygamber farklı hükümler koyabilir mi haşa.....Tutarlı olun biraz haksöz ve taraftarları) Güçsüzlüğünü Kadîr-i Mutlak’ı tanımanın; bilmeyişini Alîm-i Mutlak’ı bilmenin vasıtası kılıyor. Yağmur dilerken “Gani Sensin, fakir ise bizleriz. Üzerimize rahmeti yağdır” buyuruyor. Yağmur geldiğinde ise, yine Ona yöneliyor: “Allah’ın herşeye kâdir olduğuna, kendimin de Onun kulu ve resülü olduğuna şehadet ederim.” Keza, “Sen Rabbimsin, ben ise kulunum” diyor. Her daim acz ve fakr ile Ona ilticanın usulünü veriyor. Getirdiği nuru göremeyenler tarafından Taif’te taşlanıyor. Rabbine dönüyor. “Allah’ım, insanlar karşısındaki zayıflığımı, güçsüzlüğümü ve çaresizliğimi sana söylüyorum. Ey erhamürrahimîn, sen zayıfların Rabbisin. Ve sen benim Rabbimsin” diyor. “Tüm karanlıkları aydınlatan, ve bu dünyayı da, ahireti de düzene sokan Nuruna sığınıyorum. Dilediğine yardım etmek Senin elindedir. Senden başka Kadîr ve Kaviyyü’l-metîn yoktur.” Kendi aczini, kendisi gibi her bir insanın aczini, ve de tüm mahlukatın aczini bildiği için, her daim yalnız Ona dayanıyor kısacası. Ondan istiyor. Ona dua ediyor. İnsana verilmiş acz, zaaf, fakr gibi vasıfların getirdiği nurla nasıl da nurlandığını görmem, bu sayede, hiç de zor olmuyor. Gerçi, akıl ve kalbimin önünde, onu perdeleyen engeller yine de var. Ne ki, “siyer gemisi”ne bindikten sonra, istediğim kadar perdeli olayım, bunu rahatça görüyorum. Çünkü, güneş gibi, ap açık ortada duruyor. O zaafını, aczini ve fakrını en azami mertebede biliyor; ve zaaf, acz ve fakrdan münezzeh Rabbine, tüm isimleri ile yöneliyor. En ziyade muhtacımız, en çok isteyenimiz de o. Gördüğü tüm güzelliklerin perdesiz devamını, yani bekasını istiyor. Kendine ve ümmetine, başlayıp da bitmeyen ebedî bir saadet istiyor. Beka istiyor. Cennet istiyor. Ve, tüm mevcutların aynalarında güzelliklerini gösteren bütün ilahî isimler ile beraber istiyor. O esmadan şefaat talep ediyor. Bu sırrı görünce, “Ubudiyet-i Ahmediyenin ruhu duadır”ı da anlıyorum. Onun muazzam duası ile, acz ve fakrımız, zaaf ve ihtiyacımız nurlanıyor. Kalb ve akıl nurlanıyor. O nurlanmanın içerdiği dua ve niyaz ile, insan nazlı bir sultan, nazenin bir halife halini alıyor.”O nur olmazsa, kâinat da, insan da, hatta herşey dahi hiçe iner”di zaten. Üç ayrı “yüz”de, Rabbini esmasıyla tanıyıp tanıtıyor, sevip sevdiriyor sevgili Resul. Ona her bir ismiyle yöneliyor. Her bir isme de, tüm kainatı arkasına alarak, yani tüm kainatın o isme ettiği şahitliği özümseyip Rabbine sunarak muhatap oluyor. Sonuçta, “Allah’ım” diyor, “Sana esmanın hepsiyle niyaz ederim.” Cevşen’inde bunu öğretiyor.Her günkü tesbihatında, her bir anında bunu öğretiyor. Meselâ, teheccüde kalkıyor. Namazını kılıyor, dua ediyor. Duası içinde hamd ve niyaz ediyor. Bütün güzel isimlerin, bütün kemal sıfatların sahibi olarak, Halikını övüyor. “Ya Rab” diyor. “Her hamd Senin içindir. Sen, göklerin ve her yerin ve bunlardaki herşeyin Müdebbirisin.” Devam ediyor: “Yine her hamd Senin içindir. Sen, göklerin ve her yerin ve bunlardaki herşeyin Nurusun.” Hamd ve niyazını sürdürüyor: “Yine her hamd Senin içindir. Sen göklerin ve her yerin ve bunlardaki herşeyin Malikisin.” Yahut, “İlahi” diyor, “yalnız Sana hamdolsun ki, göklerin ve yerin Nuru Sensin. Yalnız sana hamdolsun ki, gökleri, yerleri görüp gözetmekten ****** olmayan Kayyum Sensin. Yalnız Sana hamdolsun ki, göklerin, yerlerin ve içlerinde olanların Rabbi yalnız Sensin.” Bu sırdandır ki, ondan aldığı dersle Hz. Âişe, Rabbine şöyle yöneliyor: “Rabbim, Esma-i Hüsnandan bizim bildiğimiz, bilmediğimiz bütün isimlerinle Sana münacat ederim. Her vechiyle büyüklerin büyüğü olan isminle Sana dua ederim. Her kim Sana bu isimlerinle dua ederse, icabet edersin Rabbim.” Ve Resul-i Ekrem, gaybî bir hazineden geldiği için hiç eksilmeyen tebessümüyle, “İsabet ettin, isabet ettin” buyuruyor. Her haliyle dua ediyor sevgili Resul. Meselâ, kalblerin iman ve ubudiyete açılmasına mani perdeleri fethedip açmak üzere bir gazveye çıkıyor. İlgili yere vardığında, “Allah’ım” diyor, “göklerin ve gölgeledikleri şeylerin Rabbi; yerlerin ve yüklendikleri şeylerin Rabbi; şeytanların ve saptırdıklarının Rabbi; rüzgarların ve savurdukları şeylerin Rabbi! Senden bu köyün hayrını, halkının hayrını ve içinde bulunanların hayrını isteriz. Köyün şerrinden, halkının şerrinden ve içinde bulunanların şerrinden Sana sığınırız.” Sefer dönüşünde ise, bu kez zaferin hakiki sahibine şükrederek, “Bir tek olan Allah’tan başka ilah yoktur, onun ortağı yoktur” diyor. “Mülk Onundur, hamd Onadır, O herşeye kadirdir. Biz dönenleriz, tevbe edenleriz, kulluk ve secde edenleriz, Rabbimize hamdedenleriz.” Mağfireti için, affı için yalnız Rabbine yöneliyor. “Çünkü Gaffâr ve Rahîm sensin.” Hem, “Melik Sensin. Senden başka hak mabud yoktur.” Hem “Sen benim Rabbimsin, ben Senin kulunum... günahlarımı toptan mağfiret et. Zira Senden başka günahları mağfiret edecek yoktur. Bir de beni en güzel ahlâka sevket, bana en güzel ahlâkı gösterecek senden başkası yoktur. Beni ahlâkın kötülerinden geçir. Beni kötü ahlâktan geçirecek Senden başkası yoktur...” Geleceğe dair bir mesele zuhur ediyor. Yine Rabbine yöneliyor. Onun Alîm ismini bilip zevk etmenin huzuruyla, “Ya Rab, hakkımda hayırlısını bildiğin için, Senden hayırlısını dilerim” diyor. Yine Rabbinin Kadîr ismine sığınıyor. “Ve Senin kudretin yetiştiğinden, Senden beni kudretlendirmeni dilerim.” Böylesi binler dua ve niyaz ile, bize de yolumuzu öğretiyor. “Ahlâk-ı ilahiye ile ahlâklanınız” nebevî düsturunu yaşamanın yolunu hayatıyla gösteriyor. Böylece anlıyorum; “ahlâklanma”nın özü, onun çok kez ifade buyurduğu şu bir cümleye bağlı: “Sen benim Rabbimsin, ben Senin kulunum.” Bu sırrın talimiyle anlıyorum; ahlâklanmanın özü, kendi nihayetsiz aczimi görüp, Kadîr-i Mutlak’ın nihayetsiz kudretine sığınmamda saklı. Fakrımı bilip, onun sonsuz rahmetine sığınmamda saklı. Kusurumu görüp, Cemil-i Zülkemal’in cemal ve kemaline sığınmamda saklı. Çünkü sevgili Peygamberim öyle yapıyor. Sonsuz bir acz, zaaf, fakr ve ihtiyaçla yoğrulmuş insanlığımı, bütün isimler kendisinin olan Allah’a kulluğun temeli ve harcı yapıyor. Sonra “Rabbim bana edebi güzel bir surette ihsan etmiş, edeblendirmiş” diyor. Bunca yolculuğun ardından, ben de buna şehadet ediyorum. Hakikaten, Rabbimiz, sevgili Peygamberi en güzel surette edeblendirmiş. Zira, benim çoğu kez yaptığımın aksini yapıyor. Bana, âcizliğimi iyice gördüğü anlarda Rabbime dönüp, isteğim yerine gelince “Ben becerdim” dememin yanlışlığını gösteriyor. “Ben edeblendim” demiyor. “Rabbim beni edeblendirdi.” Said Nursî de şahidi bunun: “Edebin envaını, Cenab-ı Hak, Habibinde cem’etmiştir.” Fiil, hal ve sözleri, ondaki edebin gerçekten Rabbinden geldiğinin delilleri. Meselâ, dağınık haldeki saçını düzeltiyor. Soruyorlar: “Ya Rasulallah, niçin?” Cevaplıyor: “Allah Cemîldir, cemali sever.” Her bir işini tek sayılar ile bitirmeyi seviyor. Suyu üç yudumda içiyor. Tesbihatını otuzüç kez tekrarlıyor. Bir eve girmeden üç kez sesleniyor. Rüku ve secdede Rabbini üç, beş, yedi yahut dokuz kez tazim ediyor. Neden? “Allah Birdir, bir’i sever.” Gününü vitrle, yani tek rekatlı bir namazla bitiriyor. Neden? “Allah Tektir, tek’i sever.” Hem “hediyeleşiniz” diyor; hediye vermenin en eşsiz örneğini hayatıyla arzediyor. Çünkü “Allah Muhsindir, ihsanı sever.” Hem, “Temizlik imandandır” buyuruyor. Böylece Allah’ın Kuddüs olduğunu bilip bildiriyor. Kendisine karşı işlenmiş kusurları affediyor. Allah Gafurdur çünkü, affetmeyi sever. Adaletle hükmediyor. Allah Âdildir, adaleti sever. Kendisine kılıç çeken Mekke’nin fakirlerni doyurup giydirecek kadar merhamet gösteriyor. Allah Rahîm ve Rahmandır, merhameti sever. Hannândır, şefkati sever. (işte gerçek bir muallim... ) Bu ölçüyü anlamamla birlikte, onun Sünnet-i Seniyyesinin kendi hayatım için önemini kavrar gibi oluyorum. İlk okuduğumda abartılı gelen bir hükmün hikmetini de şimdi bir nebze anlıyorum. Beni Resulullah hakkındaki peşin hükümlerimden kurtaran, bana onu tanıtıp sevdiren Risale-i Nur, Esma-i Hüsna’nın cilvelerinin “şeriat ve sünnet-i seniyyenin ahkamları içinde intişar” edip göründüğünü yazıyordu. Şimdi şimdi gerçekten öyle olduğunu anlıyorum. Anlıyorum ki, onun her fiilinde Ona giden bir yol var. Her hali Onun bir ismini ders veriyor. Her sözü, Onun esmasına ulaşarak sonlanıyor. Sünneti ile, kâinat cümlesine “nokta” oluyor Resûl-i Ekrem. Onun sünneti olmayınca, cümle eksik kalıyor. Tamamlanmıyor. Dahası, bir cümle ancak tamamlanınca cümle haline geldiğine göre, anlamsızlaşıyor. (çünkü Sünneti seniyye ile ayetler çelişmez. Sünneti seniyyei bizzat Allah c.c. teşkil ediyor. ) Sünneti Seniyye Allah'ın kitabının nasıl anlaşılması gerektiğini bize öğretir. Hükümleri ve dayanağı zaten Ayetlerdir. Yukarda bir çok yerde ispat ettik. Sünneti Seniyye Allah'ın kitabının hayata geçmiş halidir..[/u] Daha nasıl bir cevap istiyorsunuz ki......Allah ve Rasulü ayrılmaz bir bütündür....Boşa uğraşmayın. Tüm bunları gördüm ya, onun sünnetine revan olayım istiyorum artık. Onun sünnetine göre yaşayıp, Rabbimi onunla tanımak istiyorum. Onun kendisini Ona sevdirdiği Rabbinin sevgisine ben de muhatap olmak istiyorum. Bunun için, onun da seveceği bir hayat yaşamak istiyorum. “Mahbubiyet derecesine çıkan bir ubudiyet”le ona ve Ona kavuşmak istiyorum. İstiyorum; çünkü o da istemişti. Ve isteyene, istediği verilmişti. Artık konuya tam bir açıklık getirildi. Sevgiler Terapi Hala kabul etmeyenleri kendi dünyaları ile başbaşa bırakıyorum...Ben vazifemi yaptım. Hakkı söyledim..
-
ALLAHIN DİNİNDE BAŞÖRTÜSÜ YOK
Buyrun Size Peygamber Efendimizin Hayatından örnekler. Peygamberimiz ile Allah'ı ayrı farklı göstermeye çalışanlara cevaptır....Bakınız Efendimizin Rabbine olan bağlılığına ve hassasiyetine Peygamberin hükümlerini farklı şeyler miş gibi gösterenlere ithaf olunur...Bazı kelimeler biraz anlam olarak ağır gelebilir ama haksöz çok bilgi li birisi anlar... O BİR KUL ve peygamber idi. Ben de bir kulum. O kul olduğunu biliyordu. Benim nefsim kabullenmiyor. O bir güldü; şebnemlerinde, bize rahmetle gülen bir kâinat sundu, ve ardında güller bırakıp Rabbine döndü. Biliyor, ama hâlâ zakkumlar peşinde koşuyorum. Onun dünyama getirdiği güzelliğin de, tüm bu güzelliğin onun elçiliği ile geldiğinin de farkındayım. Zaten bu yüzden onu anlatmak istiyorum. Fakat sürekli gel-gitler ve kaç-göçler yaşanan; kâh onunla minare başına çıkan, kâh onsuz kuyu dibine inen bulanık hayatımla, anlatamamaktan korkuyorum. Bu istek ve bu korkudur ki, hem onu yazma çabamı, hem de hâlâ hiçbir şey yazamayışım sonucunu getiriyor. Senelerdir düşlüyor, aylardır düşünüyor, dokuz haftadır yazmaya çalışıyorum. Artık ümitsizim. Ne onu yazabileceğimden umutluyum; ne de, yazmış bile olsam, anlatmış olabileceğimden. İçin için “Onu ben nasıl anlatabilirim?”i soruyorum. İçimden çoğu kez “Anlatamazsın” cevabı yükseliyor. Ama yine de onu anlatmak istiyorum. Ona ayna olmak istiyorum; gölge olmaktan korkuyorum. Pencere olmak istiyorum; perde haline gelmekten korkuyorum. Onunla aramdaki engelleri görür gibiyim. Aramızda, sözgelimi, sıra sıra dizilmiş asırlar var. Akıl gözümü, onun uzağındaki on dört asrın dünyama getirdiği tozlar, tortular, sisler ve karanlıklar perdeliyor. Gerçi, o asırlar üstü bir haberin elçisiydi; ama benim her frekansa açık kulağım, bu haberi pek iyi seçemiyor. Onun nuru tüm âlemi aydınlığa bürümüştü; ne var ki, perdelenmiş gözümle, ben alacakaranlık kuşağını yaşıyorum. O çok yakınımdayken, ben uzağındayım onun. Çalıştığım şu masayı dahi ışık elleriyle kucaklayan güneşe ne denli uzak isem, o kadar uzağındayım. Oysa, o bana güneşten bile yakın. İçimi ışıtıyor. Karanlıkta kalmış duygularım, onun getirdiği hakikatın nuruyla nurlanıyor. Biliyorum ki, “nurlu akıl”ların, “münevver kalb”lerin, “nurlanmış acz”lerin sırrı onun nurunda gizli. Ama “sebepler gecesi”ndeyim. “Celb-i rızk” için, “geçim” için, “kendini kanıtlamak” için, şunun-bunun için toprağa eğilmiş nefsimin gözü, o semavî kandili göremiyor. Bir gece adamıyım. Nefsim karanlığın getirdiği evham ve hayaller ile beslenirken, gecede daralan ruhum sabah hasreti duyuyor. Gece gurbetinden çıkıp, arasıra, sabah buluşmaları yaşamıyor değilim. Zaman zaman onun nuru şöyle bir dünyama uğruyor. Ne ki, karanlığa alışmış gözüm, gündüz güneşiyle kamaşıp yumuluyor. Gözlüksüzüm de. Gecenin bir vaktinde, narin bir dalın yahut bir çiçeğin taçyaprağının ucuna tutunan; güneş doğar doğmaz “nâr-ı aşk” ile yanıp ışık merdiveniyle sevgili güneşine koşan bir reşha-misal değilim. Onun getirdiği nurun önüne çöküp latif, şeffaf ve nuranî olmak vardı. Ama hâlâ karanlık dehlizlerde iz sürüyorum. Sönük kafa fenerim önümü görmeye yetmiyor lâkin. Sağa-sola yalpalayıp, aklî ve kalbî yaralar alıyorum. “Saadet asrı”nı yaşıyor değilim kısacası. Yaralıyım. Onu yanıbaşında hissedenler; her daim onun sohbetiyle yaşayanlar, “saadet”i yudumlamışlardı her keresinde. Ben elemi de yudumladım. Onu yanıbaşında hissedenlerin asrıydı Asr-ı Saadet. Oysa ben, o saadet güneşine perde çeken asırların en karanlığının ucundayım. “Helaket-felaket asrı” dedikleri çağın çocuğuyum. Ruhum yine de onu arıyor. Kafa fenerim ruhumu çelmeliyor. Hazır zamanın gözden ırak olanı gönülden de ırak kılan medeni engizisyonu, kıskacını aklımdan bırakmıyor. Tüm anlayışım ustaca gizlenmiş bir engizisyonla şekilleniyor. O yüzden, onunla aynı kelimeleri konuşsam bile, çok farklı şeyler kavrıyorum. O bir dünyadan söz açmıştı; benim dünyam galiba o dünya değil. Dünyası dünya-ötesini de içine alıyordu; ben ötesizim. Hayatı ölümden sonrasını da kapsıyordu; ben sonrasızım. Gördüğü tüm zahirî şeylerin bir de iç yüzü vardı; ben yüzsüzüm. Duyguları yedi kat semada kanat çırpmıştı; ben dünyaya mıhlanmışım. O “ayağa can Veren”i konuşmuştu; ben “ayak”ı konuşuyorum. O güzelim hilali Yaratanı anlatmıştı; ben hilale takılı yaşıyorum. Ne de olsa, helâket-felâket asrının çocuğuyum. Benim asrımın adı, “Asr-ı Saadet” değil. Asrımın parıltılı ve karanlık, yoğun ve boş, süslü ve kof sahilinde, mimsiz medeniyetin ruhuma biçtiği elbiseyle dolaşıyorum. Elbise ruhuma dar geliyor. Sahil içimi daraltıyor. Çünkü ben sonsuzu özlüyorum; o ölümü ve elemi öğretiyor. Aklım öteleri arıyor; o “zaman” ve “tarih”e hapsediyor. Ya da rakamlar peşinde koşturuyor —ama “bir”den başlayıp, “sonsuz”a ulaşmadan. Çokluk içinde dağılmış bir zihnin sahibiyim. Kalbim bölük-pörçük. Nefsim geniş, ruhum dar. Çünkü bu asrın çocuğuyum. Seneler boyu onun dersini aldım. O dersle gerçeğin tersini aldım. Öyleyken, ben o sevgili Resul’ü anlatamam. İstesem de anlatamam. Olsa olsa, onu anlayamadığımı anlatırım. Yahut, tüm perdelere ve engellere, tüm yetersizliğime ve sığlığıma rağmen, ne kadar anlayabildiğimi anlatırım. Hepsi bu. Biliyorum, o da insandı. Onun içtiği su, bizim içtiğimiz H2O’ydu. Kokladığı gül, soluduğu hava, seyrettiği güneş, yediği hurma, okşadığı kuzu, içtiği süt, bindiği deve, avuçladığı kum, seyre daldığı yıldızlı ve yaldızlı gökyüzü bizimkinin aynıydı. Ona, bize verilmeyen birşey verilmiş değildi. Şeffaftı zaten, kendisine verilen semavî hediyeyi aynıyla bize aktarmıştı. Ona verilen bizden alınmış değildi yani. Ona gelen vahiy hediyesi aynıyla duruyordu; dünyamıza girmiyorsa, bizim meselemizdi bu. Hem, ona da kalb, ruh, akıl, binlerce duygu, el, göz, kulak ve dudak verilmişti. O da bizim gibi âciz, zayıf, muhtaç, ümmî, fakir ve çaresiz idi. Onu farklı kılan ne başka bir kâinatta yaşamış oluşuydu; ne de verilmiş imkânların farklılığı. O da bizim içtiğimiz suyu içmişti. Ama bizim boğulduğumuz sulara asla dalmaksızın. Bizim baktığımız manzaraları seyretmişti. Ama bizim gördüğümüzün ötesine ulaşarak. Bizim sorduğumuz soruları sordu. Ama ona bizim erişemediğimiz cevaplar geldi. Onun da “gelecek” meselesi vardı; ne ki, onun için gelecek ölüm anında bitmiyordu. O da çalışıp yorulmuştu; ama ne için, ne adına ve nereye doğru olduğu bilinen bir çalışmaydı bu. Ona da hayat verilmişti; ama onun için hayat “ölü olmanın tersi”nden ibaret değildi. Keza, ölümün de onun için ap ayrı bir anlamı vardı. Sözün kısası, onun yaşadığı dünyadayız. Ona verilmiş kabiliyetlerle yaşıyoruz. Yine de, “dünya”mız onunki ile örtüşmüyor. O üç yüzlü bir dünyadan haber vermişken, biz kuru, sığ ve kof tek yüzlü tanımlara takılıp kalıyoruz. O dünyada bir yolcu veya bir misafir gibi olmanın yolunu öğretmişken, biz “dünyanın oluşumu”na dair, “kozmik fırtına”lı, “merkezkaç kuvvet”li, “magma”lı tanımlarla oynaşıyoruz. O güneşi Rabbimizin semavî bir kandili olarak bildirirken, biz “Çekim alanında dokuz mu, on mu gezegen var?” sorusunda dolanıp duruyoruz. O yağmuru “Rahmet”ten bekliyordu, biz buluttan. Onun ekmeği Rezzak’tan gelen bir “rızık” idi, bize göre “besin maddesi”. Nice şey onun için “nimet”ti, bizim için “mal”. Onunla aramda, gizlisiyle ve açığıyla, işte böylesi engeller bulunuyor. Gerçi Muhammed ismini duymadım değil. Hem de çok duydum. Ama, her bir mevcuda yamadığımız “mânâ-yı ismî” elbisesini ona da biçerek duydum. Kim miydi? “571’de doğmuş, 632’de ölmüş.” Sonra? “Darmadağınık haldeki Arapları, getirdiği dinle bir bayrak altında toplayıp, büyük bir uygarlığın kurucusu yapmış.” Sonra? “Dünya tarihinde önemli bir yeri olan çok büyük bir lider?” Sonra? Asrımın dimağı, çoğu kez “sonrasız” kalıyor. Çünkü, zamanı düz bir çizgi halinde görünce, her yeni asrı bir öncekinden ileride sanıyorum. O yüzden, onu, ne kadar büyük de görsem, 1400 sene öncesinde görüyorum. Yanısıra, kendimi ve yaşadığım çağı ondan 1400 sene ileride görüyorum. O semadan haber getirmiş olsa dahi, kendi dünyevî nazarımla, onu da bir “dünyalı” gibi görüyorum. Oysa, zaman düz bir çizgiden ibaret değilse eğer; bu âleme diğer bir âlemden göçerek geliyor ve buradan göçünce diğer bir âleme gidiyor isek, o bizim hayli önümüzde. Bizim henüz gidemediğimiz yere, o 1400 yıl önce gitti. Orada, on dört asırdır bizi bekliyor. Günler geçtikçe ondan daha bir kopmuyoruz, biraz daha ona yaklaşıyoruz. Ne var ki, aklım kavrasa bile, nefsim bunu kavramıyor. O hep ardımdaymış gibi yaşıyorum. Neticede, çoğu kez dünyama girmiyor bile. Girse de, bin yıllık sislerin ardında, belli-belirsiz görünüyor. Kendi dar zihnimin ve dünyalı asrımın şablonuyla yorumladığım birisi olarak beliriyor. Galiba, birçok çağdaşım da bu hali paylaşıyor. Bu hali yaşadığım için, seneler boyu, deyim yerindeyse, biraz şaşakalmış durumdayım. Bilhassa o güzelim “risale”yi okuduğum zamanlar, yoğun bir şaşırma süreci yaşıyorum. Çünkü, çağdaşım olan “bir insan,” sevgili Resul’ü bana beklemediğim bir tasvirle anlatıyor. Yazdığı her bir güzel risaleyi, “Kur’ân’ın nuru ve Resul-i Ekrem’in dersi”nin meyvesi olarak sunarken, bana kendi uzaklığım içinde ona yakın olmanın sırrını da veriyor. Onu okurken, bu çağda yaşıyor olmanın bir mazeret olmadığını anlıyorum. Dilerse, bu asırda bile olsa, insanın onun yolunu yol edinebileceğini kavrıyorum. Ama bir şartı da var: asrının mahkumu olmamak. Nitekim, “risalet-i Ahmediye”yi anlatırken, “İstersen gel, Asr-ı Saadete, Ceziretü’l-Araba gideriz” diye söze giriyor Said Nursî. Neden? “Hayalen olsun, onu vazife başında görüp ziyaret ederiz.” Vazife başında. Yani, doğrudan doğruya. Perdesiz. Bunun için ise, bazı hazırlıklar gerekiyor: “Mimsiz medeniyetin giydirdiği libastan soyun.” “Zamanın denizine gir.” “Tarih ve siyer sefinesine bin.” Senelerdir, böylesi yolculukları özlüyorum. Gerçi ne mimsiz medeniyetin giydirdiği dar ve boğucu elbiseden tam olarak sıyrıldım; ne de tam anlamıyla tarih ve siyer gemisine bindim. Yine de, “risale” kılavuzluğunda yapılan kısa kısa yolculuklar dahi, “onunla kâinat” ile “onsuz kâinat” arasındaki farkı anlamama yetiyor. Böylesi yolculuklarla anlıyorum: sevgili Peygamber, kâinatın gözbebeği sanki. Herşey onun bakışıyla anlam kazanıyor. Geçmiş ve gelecek onun getirdiği nur ile aydınlığa kavuşuyor. Onsuz âlem ise, tam bir karanlık; gri değil, alaca değil, zifirî bir karanlık. Delili mi? İslâmdan önce Ömer, İslâmdan sonra Ömer... Ebu Bekir ile Ebu Cehil... Cahiliyye ile Asr-ı Saadet... Benim asrım ise alacakaranlığı temsil ediyor. O yüzden, bu fark, kendi asrımda o denli belirmiyor. Gece ile gündüz arasındayım. İşime geldiği zaman gecenin karasına sığınıyor, işime geldiği zaman “Henüz gündüz” diye avunuyorum. Zira “ülfet”im var. Resul-i Ekrem gelmiş. Tüm kâinata Rabbi adına bakmış. Tüm kâinata Rabbinin nurunu yaymış. Bize her fiilden Ona giden bir yol bırakmış. Binlerce sahabinin, milyonlarca evliyanın ve asfiyanın önderi, imamı olmuş. Onlar, getirdiği nuru, herşeye rağmen bugünlere taşımışlar. Bu halin rahatlığı içinde, bu nurun kıymeti nazarımda tam belirmiyor. Tıpkı, güneşin doğuşuna ülfet edip alışmam gibi. Güneş her gün doğuyor, gün boyu bana konuşuyor, ve gidiyor. Sonra tekrar doğuyor. Her bir doğuşu ayrı bir haber, her bir dolanışı ayrı bir harika, her bir batışı ayrı bir güzellik sunduğu halde, ülfetim çoğu kez güneşe hiç baktırmıyor. “Güneş zaten doğar ve batar” diyorum. Sanki hiçbir hikmet, hiçbir harika, hiçbir rahmet yokmuş gibi, sanki sıradan birşeymiş gibi muhatap oluyorum. Ona muhtaç yaratılmamışım, o olmasa da yaşarmışım gibi geliyor. Herhalde, Resul-i Ekrem’e ve getirdiği vahye de öyle nazar ediyorum. Örülen tüm duvarlara, çekilen tüm perdelere, taşınan tüm sis bulutlarına rağmen büs bütün karanlığı yaşamıyorsam; belli-belirsiz de olsa hâlâ birşeylerin farkına varabiliyorsam, bunun, onun getirdiği hediye sayesinde olduğunu görmezden geliyorum. Sanki, o olmasa da ben Rabbime inanırdım gibime geliyor. O olmasa da, çiçeğe “Ne güzel yapılmış” diye bakardım gibime geliyor. Oysa, bugün bir hakikati görüyorsam, aslında onun elçiliğiyle görüyorum. Bir sırrı anlıyorsam, risaleti sayesinde anlıyorum. “Lâilaheillallah”ı, o “Muhammedün resulullah” olduğu için diyebiliyorum. Yoksa, onun ubudiyeti ve risaleti olmasaydı, hiçbiri olamazdı. Kendi hayatım da, kâinatın vücudu da anlamsız ve abes kalırdı. Çünkü Rabbimiz kâinatı yaratmış, sonra, şu kâinata bakan her akıl mutlaka onun Rabbimizin eseri olduğuna hükmetmiş değil. Her bir akıl sahibi, kâinatta görünen nakışlarla bir Nakkaş’ı, güzelliklerle bir Cemîl’i, sanatlı yapılışlarla bir Sânii, intizam ve düzenle bir Munazzım’ı görmüş; kendiliğinden, kâinatı Rabbi’nin isim ve sıfatlarının aynası bilmiş değil. Öyle olsaydı, bu sırrı en ziyade, her biri birer deha olan filozoflar bulurdu. Ne ki, onların maddede boğulmuş, her biri diğerini çürüten, yine her biri kendi içinde çelişen tabloları, gerçeğin öyle olmadığını gösteriyor. Ben, herşeye rağmen, kâinata bakıp “ne güzel yapılmış” diyebiliyorsam, kâinata muhatap olmanın usulünü bildiren bir muallim sayesinde diyorum. Bir Resul-i Ekrem —ve diğer tüm peygamberler— sayesinde diyorum. Onun irşadı, rehberliği, tarifi, talimi, teşrifi, elçi ve dellal ve gösterici oluşu sayesinde diyorum. Kâinata bakan; ve içindeki en küçük sineğin bile çok hikmetler ve vazifeler kanadına takılarak, ince bir nakışla işgördüğünü gören aklım, “Bunda büyük bir iş var. Bu boşuna böyle olamaz” demekle kalmıyorsa; ardından ondaki büyük sırrı görebiliyorsa, o öğretici ve gösterici sayesinde görebiliyor. Sözgelimi, onunla gelen “Göklerdeki ve yerdeki herşey Allah’ı tesbih ederler” mealindeki âyetle birlikte olduğu gibi. Bu âyetten, şu halimle, ne habersizim, ne de haberdar. Habersiz değilim; çünkü böyle bir âyeti biliyor ve mânâsına itiraz etmiyorum. Haberli de değilim; çünkü kendi kafamdaki “yer,” “gökler,” “uluhiyet” ve “tesbih” anlayışını tartmadan, üstünkörü kabullenip geçiyorum. Halbuki, onun getirdiği böylesi manidar haberlerin gerçek kıymetini anlamak için, Said Nursî beni 1400 yılı aşan bir yolculuğa çağırıyor. Gidiyorum. Kendimi Cahiliyet asrında tasavvur ediyorum. Gökte güneş yok. Hattâ ay bile yok. Çok uzaklarda belli-belirsiz bir-iki yıldız var sadece. Herkes şu dünyadan gelip gittiğini ap açık görüyor; ama nereden gelip nereye gittiğini göremiyor. Her bir çiçeğin nakşını görüyor; o nakışların ne anlama geldiğini göremiyor. Dahası, üç günde solan birşeyin bu denli güzel oluşuna bir anlam veremiyor. Herşey cehalet ve gaflet perdesi altında. Herşey kör tabiata ve serseri tesadüfe emanet edilmiş. Hiçbir şey bize konuşmuyor. Veya konuşuyor da, işitilmiyor. Hiçbir şey imdadımıza yetişmiyor. Geliyor, ve istemeye istemeye gidiyoruz. Sanki karanlıktan gelip, karanlıkta kalmış sırlarıyla, yine karanlığa dönüyor herşey. İşte öylesi bir karanlığın ortasına, aydınlık yüzlü bir elçi, bir haber getiriyor: “Göklerdeki ve yerdeki herşey Allah’ı tesbih eder.” O haberlerle birlikte, sanki düğmeye basılmış gibi, herşey aydınlanıyor. Geçmiş ve geleceği, aydınlık kuşatıyor. Ölmüş veya yatmış mevcutlar “Tüsebbihu” yahut “Sebbeha” sadasıyla, işitenlerin zihninde diriliyor. Ayağa kalkıp zikre başlıyor. Küçücük çiçekler Onun adını fısıldar, koca küreler Onun adını haykırır bir hal alıyorlar. Kuşlar dilleniyor, ağaçlar dilleniyor, zerreler ve yıldızlar dilleniyor. “Tüsebbihu” sadasıyla, âdeta, işitenin nazarında, gökyüzü bir ağız ve bütün yıldızlar birer hikmetli kelime, birer hakikatli nur sûretini bürünüyor. Yeryüzü bir baş, denizler ve karalar birer dil, bütün hayvanlar ve bitkiler birer tesbih kelimesi sûretini alıyor. Kur’ân’a muhatap olduğumda, Resulullah’a bildirilen böylesi nice hakikatin farkına varıyorum. Onun getirdiği Kur’ân’ın nuruyla bakarak “varlık” diyegeldiğim şeyleri birer mevcut ve mahluk ve de masnu olarak görür hale geliyorum. Herşey Onu bildiriyor: güneş ve doğuşu, ay ve güneşin ışığını yansıtışı, gece ve üstümüze yorgan oluşu, gündüz ve hayatımıza beşik oluşu, gökyüzü ve üstümüzde duruşu, dağlar ve hazineli direkler gibi dikilişi... Yahut yerde biten ekinler, gökte uçuşan kuşlar, denizde yüzen balıklar... Yahut deve, inek, örümcek, sivrisinek, arı, karınca... Yahut düşen bir yaprak, çatlayan bir taş... Yahut incir ve zeytin… Hepsi de, onun getirdiği nur ile, benim için karanlığını ve katılığını yitiriyor. Her biri süslü, hikmetli, doğrudan Onu bildiren birer mektuba dönüşüyor. Dünyamın o nurla ne denli aydınlandığını , o nurun olmadığı bir dünyanın ise ne denli karanlıklı olduğunu böylece daha bir anlıyorum. Said Nursî, “...getirdiği nur ve hediye ile, benim bu dünyamı tenvir ettiği gibi, herkesin dünyalarını tenvir ediyor, nimetlendiriyor” diye boşuna demiyormuş meğer. Çünkü, o sevgili Resul, getirdiği vahiy nuruyla, aksi halde asla kavrayamayacağım bir âlemden işaretler sunuyor. Kendisine vücud verilmiş âciz, zayıf, fani biriyim ben. Yaratılmışım. Neyim varsa verilmiş; hiçbiri mutlak değil. İradem cüz’î. İktidarım kısıtlı. Gözümün görmesi, kulağımın duyması, aklımın kavraması, bir yere kadar. Öteleri, şu kâinatın dışını kavrayamıyor. Şu kâinatı bile tamı tamına kavrayamıyor. Ama Kur’ân, beni ve kâinatı yaratan Rabbimin kelamı olarak, bana kâinatın ardında, işgören bir Fail’i bildiriyor. Mülk âlemine nazar eden akıl gözüme, melekûtu bildiriyor. Şehadet âleminden, gayb âlemini haber veren şahitler getiriyor. Gölgeden asıla, perdeden pencereye sevkediyor. Çünkü, kâinatı yorumlayışı o kadar açık, o kadar net ve tutarlı ki… Âdeta “Kur’an’ın içinde öyle bir göz var ki, bütün kâinatı görür, ihata eder ve bir kitabın sahifeleri gibi kâinatı göz önünde tutar, tabakatını ve âlemlerini beyan eder. Bir saatin sanatkârı nasıl saatini çevirir, açar, gösterir, tarif eder. Kur’ân dahi, elinde kâinatı tutmuş, öyle yapıyor.” Ve ben, Resul-i Ekrem’le gelen ve bana benden ve kâinatımdan haber veren Rabbimin kelamının rehberliğinde baktığımda, kâinatın rengi değişiyor. Lekeler temizleniyor. Karanlık görünen yerlerde bile aydınlık izler buluyorum. Kesif şeyler saydamlaşıyor. Mikroptan kuyrukluyıldıza, sanki beni altetmeye hazır halde bekliyor gördüğüm tüm mevcutlar birer kardeş, birer dost halini alıyor. Onlarla enis oluyorum. Her biri, kendi zikir ve tesbihini bana dinlettiriyor. İç dünyalarını bana açıyorlar. Süslü zarflarını açıp, birer mektup olarak dünyama geliyorlar. Tüm âlemlerin Rabbi olan Rabbimin rahmetine, hikmetine, kudretine.. elçi oluyorlar. Sanırım, herşey, onun nuru ile bu yüzden alâkadar. Çünkü o, Rabbinin nurunu görüyor ve gösteriyor. Anlıyor ve anlatıyor. Tanıyor ve tanıtıyor. Seviyor ve sevdiriyor. Rabbinin gönderdiği nura ayna olduğu gibi, mahlukların ettiği zikir, dua ve tesbihlerin de aynası oluyor. Tüm kâinatı barındıran kalb gözbebeği ile, bütün yaratılmışların ibadetlerini, kendi namına, celâl ve cemal sahibi Mabud-u Zülcelâle takdim ediyor. Rabbinin vekili olup, bütün mevcutları kendi hesabına söylettiriyor. Duasında ve tesbihatında, bunu açıkça görüyorum. Bütün hayatında, ve hayatının bütün anlarında buna dair deliller görüyorum. Meselâ, bir günün bitiminde “gözü uyur, kalbi uyumaz” halde yatağa uzanırken, “Allah’ım” diye sesleniyor: “Gökleri ve yeri idare eden, Arş-ı Azîme malik olan, bizi ve herşeyi kumanda eden, daneyi ve çekirdeği yarıp patlatan, Tevrat’ı, İncil’i ve Kur’ân’ı indiren Sensin. Evvel Sensin, Âhir Sensin, Zahir Sensin, Bâtın Sensin.” Bir süre sonra uyanıyor. Her uyanışı küçük bir haşir örneği olarak sunarcasına, “Öldükten sonra bizi dirilten Allah’a hamdolsun” diyor. Yatağından kalkıyor. Kuddüs olan Rabbine ibadet etmek üzere, abdest alıp temizleniyor. Âlemlerin Rabbinin huzuruna pâk bir yüzle çıkmanın zeminini hazırlıyor. Ardından, dışarı çıkıyor. Gecenin ıssızlığında, göğün kandilli yüzünü seyrediyor. O seyr ile mest iken, tefekkür halinde, Kur’ân’ı terennüm ediyor. “Gerçekten göklerin ve yerin yaratılmasında ve günün ve gecenin ard arda gelişinde akıl sahipleri için âyetler vardır” mealindeki âyetleri okuyor. “Onlar ayakta iken, otururken ve yan uzanıyorken, Allah’ı zikredip göklerin ve yerin yaratılışı üzerine düşünerek, ’Rabbimiz, sen bunları boşuna yaratmadın’ derler.” Teheccüde duruyor. Ağlıyor. Hz. Bilal sabah namazına çağırmak üzere geliyor. Görünce, “Ya Rasulallah, niçin ağlıyorsun?” diyor. O cevaplıyor: “Allah bana şu âyeti indirdikten sonra, artık nasıl ağlamam?” Sonra, birçok gününde, gündüz vakti Ebu Talha’nın güzel sular ve çiçeklerle süslü hurmalığına uzanıyor. Hurma ağaçlarının geniş yaprakları altında, tenezzühe çekiliyor; Rabbini tefekkür ve tezekkür ediyor. Mescidde yahut başka bir yerde, ashabıyla Rabbini konuşuyor. Yakınlarından, kendine yazık ederek küfürde kalmış birisinin cenazesi geçiyor. Soruyorlar: “Buna da ayağa kalkacak mıyız?” Cevaben, “Evet” diyor, “kâfir cenazesine de kalkınız. Çünkü siz o kâfir cenazesine kalkmıyorsunuz. Belki beşerin ruhlarını kabzeden Cenab-ı Hakka tazim ederek kalkıyorsunuz.” Belki de, az bir süre sonra yağmur başlıyor. İhramını sıyırıp, göğsünü yağmura açıyor. Soruyorlar: “Ya Rasulallah, bunu niçin yaptın?” “Her an, lâilaheillallah diyerek, imanınızı yenileyin” sözünün sahibi bir elçi olarak cevaplıyor: “Bu, Rabbimizin henüz yarattığı birşeydir de onun için.” Bir diğer yağmur esnasında, yağmura karşı iki ayrı bakış açısını ders veriyor. Bize “mânâ-yı ismî” ve “mânâ-ı harfî”yi öğretiyor: “... Her kim Allah’ın fazl ve rahmeti ile üzerimize yağmur yağdı dedi ise...” “...Her kim de falan ve falanın nev’i ile üzerimize yağmur yağdı dedi ise...” Rüzgâr esmeye başlıyor. Rüzgâra, “mânâ-yı harfî” ile, onu Yaratan adına bakmanın en güzel dersini veriyor. “Rüzgâr,” diyor, “Allah’ın verdiği bir rahatlıktır. Gâh rahmet getirir, gâh azab.” O halde ne yapmalı? “Koptuğunu görünce, getirdiği hayrı Allah’tan dileyin. Getirdiği şerden de Allah’a sığının.” Ve secdeye kapanıyor. Ubudiyetin belki en pürüzsüz tezahürü olan ve Resul-i Ekrem’in çoğu kez ashabına “Uyudu mu acaba?” dedirtecek denli uzun süre kaldığı secdede, kimi zaman, şu güzelim kelimeleri fısıldıyor: “Yüzüm, kendisini yaratıp şekillendirene, kulağını ve gözünü açana secdededir. Ahsenü’l-hâlıkîn olan Allah’ın şanı ne yücedir!” Her bir anında görünen, her bir haline yansıyan, her bir sözüyle taşınan bir iman ve ubudiyet örneği sunuyor sevgili Resul. Kendi hayatıyla, getirdiği nurun bir hayatı nasıl nurla doldurduğuna delil oluyor. O nura muhatap olunca hayatın ve kâinatın nasıl da değişiverdiğinin en mükemmel örneğini arzediyor. Onun hayatına bakarken, yanıbaşındaki ashabının onun getirdiği nurla hayatlanmış hayatlarına bakarken, “Zât-ı Ahmediye’nin (asm) nuruyla âlemin şekli değişti” sözünün daha bir farkına varıyorum. Devam edecek...
-
ALLAHIN DİNİNDE BAŞÖRTÜSÜ YOK
"Dogma, alternatifi olmayan faraziyeler bütünü... Ortaya bir alternatif çıkınca, dogmacılar teleşa düşüyorlar..." "1400 senedir yanlışlıkları nasırlaşmış artık... O nasırları kazıyıp atacaklarını sanmıyorum kafalarından.." Bu senin görüşün Bilimselci sadece seni ve senin gibi düşünenleri bağlar.Ortada telaş vs de. Yok.
-
ALLAHIN DİNİNDE BAŞÖRTÜSÜ YOK
Sevgili Berceste Teşekkür ederim. Demekki anlamak istenince anlaşılabiliyormuş yazılanlar. İkinci olarak ta Bir yorumunuza daha katılıyorum. Bir sürü gereksiz topik açarak forumun işlevi kısıtlanıyor. Belli temel konular vardır. Bunlar konuşulur. Her aklımıza gelene topic açarsak dikkatte dağılır. Konulara hakimiyette. Son bir şey: Ortada sistematik bir tahrik var. Maksat paylaşım değil malesef... Bakınız dün de söyledim .Tekrar ediyorum. Lütfen dürüst olalım. haksöz Bugün, 11:26 Çaylak Grup: Üyeler İleti Sayısı: 29 Katılım: Dün, 01:49 PM Üye Numarası: 25143 evrensel_mesaj Bugün, 11:28 Çaylak Grup: Üyeler İleti Sayısı: 29 Katılım: Dün, 01:53 PM Üye Numarası: 25144 Binlerce kilometre uzakta olduğunu söyleyen insanların hep aynı zamanlarda ,hep aynı saatlerde foruma katılmaları, aynı zamanlarda kayıt yaptırmaları ve ileti sayılarının bile aynı olması çok ilginç değil mi? Önce Dürüst olalım... Bakınız bence bir çok başlığı kapatıp "Tesettür" başlığı açsak daha ilmi ve akademik olur. Başörtüsü ve konuştuğumuz diğer bir çok konu temelde kendisine tesettürü referans alır. Tesettürü ve hikmetlerini anlamayan başörtüsünüde anlayamaz başka şeyleride... Lütfen objektif olalım. Önyargısız olalım. Birilerine samimi olarak birşeyleri anlatmak derdin de olalım... Samimi insanlara sevgiler
-
İSLAMI HADİSLERLE YOZLAŞTIRMAYA ÇALIŞANLAR
Vay be Gece Kuşu seni hayretlerle takip ediyorum. ..... Haydi farklı bir kaç isimle tekrardan üye olun. Çevrenize reklam yapın herkes gelsin ve üzerime oynayın bakalım..Hiç problem değil. Ben buraya birilerini çürütmek ve birilerinin ağzının payını vermek için üye olmadım. Ben buraya fikirlerimi söylemek için üye oldum. Fikirlerim ortada buyrun çürütün filan demiyorum dikkat edin. Katkıda bulunun paylaşın. Ama maksat başkaysada söyleyin erdemli bir şekilde.. Bakınız bir çoğunuz bir Yaratıcı'yı inkar etti. Bir konu hallolmadan öbürüne geçilmez. Bunların her biri tek tek irdelenmeli çözülmeli. Bende Bir Yaratıcı Var Dedim. Fikirlerimi ortaya sundum. Devam da ediyorum. Buyrun katkıda bulunun Size Akademik cevaplarımı "ALLAH VAR" kısmında verdim. Daha da bitmedi devam edecek. Haydi önce orada konuyu bitirelim. Bunlara sıra gelir. Merak etmeyin. Hepinize cevap veririz. Allah'ın Dini Herşeye yeter. Ama burada bir sistem ve metod olmalı. Konular birer birer ele alınmalı ve çözülmeli. Ben yoğun bir insanım. Zaman problemim var. Artık her bir şeye cevap vermeyeceğim. Eğer samimi iseniz konuları tek tek derinlemesine inceleyelim. Böyle olmaz bu işler. Benim önerim. ALLAH VAR başlığını bir sonuca bağlayalım sonraki konuyu siz belirleyin buyrun meydan...