Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Terapi

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    271
  • Katılım

  • Son Ziyaret

Terapi tarafından postalanan herşey

  1. Ortada çürütecek ne var ki? tamamen hiçbir ilmi geçerliliği olmayan copy ve paste 'lerden başka ? ben çürütülecek birşeyler göremiyorum.
  2. Sevgili Gece Kuşu Hem bilimsellikten bahsediyorsunuz. Hem mantık ve akıldan bahsediyorsunuz. Hemde hala objektif olamıyorsunuz. Haksöz ve evrensel mesaj ne kadar tutarlı yazılar yazıyor bir bakın ve görün..!!!! Dikkat ediyorum. Genelde bizim gibi inançlı insanlara karşı bir tepkiniz var siz gibilerin otomatik olarak. Bizim en ufak bir tepkimizi nerelere çekiyorsunuz başkaları hakaretler ediyor. İyi okuyun onların mesajlarını gıkınız bile çıkmıyor.. İsterseniz bir sürü örnek verebilirim. Benden daha önce daha ilmi ve akademik olmamı istediniz. "ALLAH VAR" başlığı altında uğraştım o kadar yazdım. Bir fikir bile belirtmediniz. O kadar sorular sordum cevap bile veremediniz. Şimdi kalkmış hakemlik yapıyorsunuz. Pes doğrusu "Cevabı daha önce yazdım sanırım okuyamamışsınız. tekrarlayayım" Önceki mesajlarımda Nur Suresi ile biz inananlara ne anlatılmak istendiği ifade etmiştim. Buyrunuz Efendimizin hayatına bakalım.. İşte "Bizzat Yaşayan Kur'an" olan peygamberimizin uygulamalarından bir kaç örnek. Bakın Hz. Peygamber o ayetleri nasıl anlamış ve uygulamış. Daha nasıl bir cevap bekliyorsunuz ki anlayamadım... Artık Peygamberimizde örtünme ayetlerini yanlış anlamıştır yada aşağıdaki hadisler yalandır vs. tarzında yaklaşımlarda bulunmazsınız umarım. Yazdıklarım 14 asırdır bütün İslam alemi tarafından ittifakla kabul edilmiştir. Buna devletimizin kurumu olan Diyanette Dahildir. Buluğa ermiş müslüman bir hanımın namaz kılarken saçlarını ve diğer avret mahallini örtmesi gerektiği Hz. Aişe’den rivayet edilen bir hadis ile sabittir. Peygamberimiz (a.s.) şöyle buyurmuştur: “Allah buluğ çağına ulaşmış kadının başörtüsüz namazını kabul etmez.” (Hakim en-Neysabûrû, Müstedrek; I, 251. Ebu Dâvûd, Salat, 85. No: 641. I, 422. Tirmizî, Salat, 277. No: 377. II, 215. İbn Mâce, Tahâre, 132. NO: 655. I, 214. Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 150, 218, 259. İbn Huzeyme, hadisin sahih, Tirmizî, Hasen, Hakem ise Müslim’in şartlarına göre sahih olduğunu söylemiştir.) Ayrıca Peygamberimizin eşlerinin evlerinde baş örtüsü ile namaz kıldıklarını (Malik, Salat, 10. No: 35-36) ve Peygamberimizin başı açık namaz kılan genç kızlara müdahale ettiğini ve buluğa eren kadınların başlarını örterek namazlarını kılmaları gerektiğini bildiren hadisler mevcuttur. (Ahmed, VI, 96, 236, 238; Tirmizî, Salat, 84. No: 640. I, 420; Ebu Davud, Salat, 85. No: 642. I, 422) Peygamber zamanından günümüze kadar ki uygulama da böyledir. Bu konuda İslam toplumunun ortak görüşü hasıl olmuştur. Şimdi tamda burada ama bunlar namaz kılarken söylenmiş diyenler olursa eğer bizde deriz ki: Bu ifadede "namaz kılarken" kaydı vardır, bu kayıt bizi yanılgıya düşürmemelidir; çünkü meselemiz, kadının avret yerlerinin tesbitidir, namazda örtülen yerler avret yerleridir ve yukarıdaki ifade başın avret olduğunu açıklar ve kesin olarak ortaya koymaktadır. (Ayrıca bak. Cessâs, Ahkâmu'l-Kur'ân, c. III, s. 316) "Kadının eli ve yüzü müstesna olmak üzere bedeni ve saçının avret (kapatılması gerekli uzuv) olduğunda fıkıh âlimleri ittifak etmişlerdir. Nûr ve Ahzâb sûrelerinde yer alan âyetleri ile bunları açıklayan hadîslerin, "yüz, el ve ayaklar" dışında kalan yerlerin örtülmesi gerektiğini kesin ve bağlayıcı olarak ifade ettiğinde birleşilmiştir. Çünkü, Allah Teâlâ örtünme ile ilgili âyetlerde şöyle bir seyir takip etmiş ve arka arkaya açıklamalar getirmiştir: ( Bu seyiri iyi takip edin ve okuyun.) a) Erkeklerin gözlerini haramdan korumalarını, iffetlerine sahip olmalarını istemiş, ancak bu davranışın onları ruhen temiz kılacağını bildirmiştir. Kadınların da gözlerini haramdan (cinsî arzuyu uyandıracak yerlere bakmaktan) sakınmalarını, iffetlerini korumalarını emretmiş, hemen bunun arkasından zarûrî olarak açıkta kalanlar (eller, ayaklar ve yüz) müstesnâ bütün vücudu kapatmalarını, güzel ve çekici yerlerini (zînet) nâmahreme açıp göstermemelerini istemiştir. c) Başörtülerini boyun ve göğüslerini örtecek şekilde bağlamalarını emretmiştir. d) Örtülecek ve açıkta bırakılacak yerleri sınırladığı gibi vücudunu kimlere karşı örteceğini ve kimlere karşı açabileceğini ayrıntılı olarak açıklamıştır. e) Son âyetin sonunu "Ey mü'minler! Hep birden Allah'a tövbe ediniz ki, kurtuluşa eresiniz!" şeklinde getirmiştir; bu ifade, gerek daha önceki davranışlar ve gerekse bu âyet geldikten sonra ona uymayan hareketlerin günah olduğuna, bunlardan kurtulmak için Allah'a tövbe edilmesi gerektiğine işaret etmektedir. (Nûr: 24/29-31) f) Bu âyetler nâzil olunca Müslüman kadınlar, bulundukları yerden ayrılmadan, etekliklerinin uygun yerlerini yırtarak başörtülerini bununla bağlamışlar ve bundan sonra hiç aksatmadan bu emri yerine getirmişler, Hz. Peygamber (s.a.) de bu âyetin uygulanmasını titizlikle takip etmiştir. Bütün bu karîne, delil ve işaretler, konumuz olan örtünme emrinin bağlayıcı olduğunu kesin olarak ortaya koymaktadır. Bu emir âdete de bağlı değildir; çünkü o zaman cârî olan âdeti olduğu gibi bırakmak için değil, değiştirmek ve ıslâh etmek için gelmiştir, başörtülerini omuzlarından arkaya atarak boyun ve göğüslerini açıkta bırakan cahiliye kadınlarına yeni bir örtünme şekli öğretmiş, İslâmî örtüyü tarif etmiştir. Hicretten sonra uzunca bir süre (yedi, sekiz yıl) içinde parça parça indirilen Nur sûresinde iki âyet örtünme ve iffeti koruma vazifesi ile ilgili idi. Bu sûre iner inmez İslam kadınları başörtülerini, boyun ve gerdanlarını da örtecek şekilde bağladılar, on dört asır hiçbir âlim örtünme emrini farklı anlamadı; yüz, eller ve ayaklar dışında bütün vücudun, uygun giysilerle örtülmesinin farz olduğu hükmünde ittifak edildi (icmâ meydana geldi). Peygamber Efendimizin yanında değildik fakat bizlere bıraktığı sünnetinin ve hadislerinin takipçileriyiz ? Senin gibi hadisleri inkar eden ve bize sadece Kur'an ayetleri delil olarak yeter diyenleride iyi biliyor ve tanıyoruz...Hatta peygamberimize bile gerek yok kitap bize yeter diyenleride..... İşte Allah'ın örtünmeyle ilgili gönderdiği ayetleri ve Peygamber efendimizle sahabesinin uygulamaları. Konu apaçık ortadadır. Kimse Bu dini Allah'ın Peygamberinden daha iyi anladığı iddiasında bulunmasın!!! Daha nasıl bi cevap istiyorsunuz anlayamadım doğrusu!!!!!
  3. 24/52- Kim Allah’a ve Resülüne itaat eder, Allah’tan korkar ve O’na karşı gelmekten sakınırsa, işte onlar başarıyı elde edenlerin ta kendileridir. 24/54- “Allah’a itaat edin, peygambere itaat edin” de. Eğer yüz çevirirseniz bilin ki ona yüklenen sorumluluğu ancak ona ait; size yüklenen görevin sorumluluğu da yalnızca size aittir. Eğer ona itaat ederseniz doğru yola erersiniz. Peygambere düşen ancak apaçık bir tebliğdir. 24/56- Namazı dosdoğru kılın, zekatı verin, Resüle itaat edin ki size merhamet edilsin. 26/105- Nûh’un kavmi de Peygamberleri yalanladı. 26/106- Hani kardeşleri Nûh, onlara şöyle demişti: “Allah’a karşı gelmekten sakınmaz mısınız?” 26/107- “Şüphesiz ben size gönderilmiş güvenilir bir peygamberim.” 26/108- “Artık Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin.” 26/109- “Buna karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir.” 26/110- “O halde Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin!” 26/123- Âd kavmi de peygamberleri yalanladı. 26/124- Hani kardeşleri Hûd, onlara şöyle demişti: “Allah’a karşı gelmekten sakınmaz mısınız?” 26/125- “Şüphesiz ben, size gönderilmiş güvenilir bir peygamberim.” 26/126- “Öyle ise Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin.” 26/127- “Buna karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir.” 26/128- “Siz her yüksek yere bir alamet bina yapıp boş şeylerle eğleniyor musunuz?” 26/129- “İçlerinde ebedi yaşama ümidiyle sağlam yapılar mı ediniyorsunuz?” 26/130- “Tutup yakaladığınız zaman zorbaca yakalarsınız.” 26/131- “Artık Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin.” 26/141- Semûd kavmi de Peygamberleri yalanladı. 26/142- Hani kardeşleri Salih onlara şöyle demişti: “Allah’a karşı gelmekten sakınmaz mısınız?” 26/143- “Ben size gönderilmiş güvenilir bir peygamberim.” 26/144- “Öyle ise Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin!” 26/145- “Buna karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir.” 26/146,147,148- “Siz buradaki bahçelerde, pınar başlarında, ekinlerde, meyveleri olgunlaşmış hurmalıklarda güven içinde bırakılacak mısınız?” 26/149- “Bir de dağlardan ustalıkla evler yontuyorsunuz.” 26/150- “Artık Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin.” 26/160- Lût’un kavmi de peygamberleri yalanladı. 26/161- Hani kardeşleri Lût onlara şöyle demişti: “Allah’a karşı gelmekten sakınmaz mısınız?” 26/162- “Şüphesiz ben size gönderilmiş güvenilir bir peygamberim.” 26/176- Eyke halkı da peygamberleri yalanladı. 26/177- Hani Şuayb onlara şöyle demişti: “Allah’a karşı gelmekten sakınmaz mısınız?” 26/178- “Şüphesiz ben size gönderilmiş güvenilir bir peygamberim.” 26/179- Artık Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin. 3/132- Allah’a ve Peygambere itaat edin ki size merhamet edilsin. 3/32- De ki: “Allah’a ve Peygamber’e itaat edin.” Eğer yüz çevirirlerse şüphe yok ki Allah kafirleri sevmez. 3/50- “Benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı olarak ve size haram kılınan bazı şeyleri helâl kılmak için gönderildim ve Rabbiniz tarafından size bir mucize de getirdim. Artık Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin.” 3/51- “Şüphesiz Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyleyse ona ibadet edin. İşte bu, doğru yoldur.” 33/33- Evlerinizde oturun. Önceki cahiliye dönemi kadınlarının açılıp saçıldığı gibi siz de açılıp saçılmayın. Namazı kılın, zekatı verin. Allah’a ve Resülüne itaat edin. Ey Peygamberin ev halkı! Allah sizden ancak günah kirini gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor. 33/70,71- Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve doğru söz söyleyin ki Allah sizin işlerinizi düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın. Kim Allah’a ve Resülüne itaat ederse, muhakkak büyük bir başarıya ulaşmıştır. 4/13- İşte bu (hükümler) Allah’ın koyduğu sınırlarıdır. Kim Allah’a ve Peygamberine itaat ederse, Allah onu, içinden ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetlere sokar. İşte bu büyük başarıdır. 4/59- Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ulu’l-emre (idarecilere) de. Herhangi bir hususta anlaşmazlığa düştüğünüz takdirde, Allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah ve Resûlüne arz edin.20 Bu, daha iyidir, sonuç bakımından da daha güzeldir. 20 4/69- Kim Allah’a ve Peygambere itaat ederse, işte onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle ve iyi kimselerle birliktedirler. Bunlar ne güzel arkadaştır. 4/80- Kim peygambere itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur. Kim yüz çevirirse (bilsin ki) biz seni onlara bekçi göndermedik. 43/63- İsa, apaçık mucizeleri getirdiği zaman şöyle demişti: “Ben size hikmeti getirdim ve hakkında ayrılığa düştüğünüz şeylerden bir kısmını size açıklamak için geldim. Öyle ise, Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin.” 43/64- Şüphesiz Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyleyse O’na kulluk edin, işte bu doğru bir yoldur. 46/30- Dediler ki: “Ey kavmimiz! Şüphesiz biz, Mûsâ’dan sonra indirilen, kendinden önceki kitapları doğrulayan, gerçeğe ve doğru yola ileten bir kitap dinledik.” 46/31- “Ey kavmimiz! Allah’ın dâvetçisine uyun, ona iman edin ki, günahlarınızı bağışlasın ve sizi elem dolu bir azaptan kurtarsın.” 47/33- Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin. Amellerinizi boşa çıkarmayın. 48/17- Köre güçlük yoktur, topala güçlük yoktur, hastaya güçlük yoktur. (Bunlar savaşa katılmak zorunda değillerdir.) Kim Allah’a ve Peygamberine itaat ederse, Allah onu, içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyar. Kim de yüz çevirirse, onu elem dolu bir azaba uğratır. 49/14- Bedevîler “İman ettik” dediler. De ki: “İman etmediniz. (Öyle ise, “iman ettik” demeyin.) “Fakat boyun eğdik” deyin.2 Henüz iman kalplerinize girmedi. Eğer Allah’a ve Peygamberine itaat ederseniz, yaptıklarınızdan hiçbir şeyi eksiltmez. Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” 2 5/92- Öyleyse Allah’a itaat edin, peygambere itaat edin ve Allah’a karşı gelmekten sakının. Şayet yüz çevirirseniz bilmiş olun ki elçimize düşen sadece apaçık tebliğdir. 58/12- Ey iman edenler! Peygamber ile başbaşa konuşacağınız zaman, başbaşa konuşmanızdan önce bir sadaka verin. Bu, sizin için daha hayırlı ve daha temizdir. Şâyet (sadaka verecek bir şey) bulamazsanız, bilin ki Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. 58/13- Başbaşa konuşmanızdan önce sadakalar vermekten çekindiniz mi? Bunu yapmadığınıza ve Allah da, sizi affettiğine göre artık namazı kılın, zekatı verin, Allah’a ve Resülüne itaat edin. Allah bütün yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır. 64/12- Allah’a itaat edin, peygambere de itaat edin. Eğer yüz çevirirseniz, bilin ki elçimize düşen sadece apaçık bir tebliğdir. 71/1- Şüphesiz biz Nûh’u, kavmine, “Kendilerine elem dolu bir azap gelmeden önce kavmini uyar” diye peygamber olarak gönderdik. 71/2- Nûh şöyle dedi: “Ey kavmim! Şüphesiz, ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım.” 71/3,4- “Allah’a ibadet edin. Ona karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin ki sizin günahlarınızı bağışlasın ve sizi belli bir vakte kadar ertelesin. Şüphesiz, Allah’ın belirlediği vakit gelince ertelenmez. Keşke bilseydiniz.” 8/1- (Ey Muhammed!) Sana ganimetler hakkında soruyorlar. De ki: “Ganimetler Allah’a ve Resûlüne aittir. O halde, eğer mü’minler iseniz Allah’a karşı gelmekten sakının, aranızı düzeltin, Allah ve Rasûlüne itaat edin.” 8/20- Ey iman edenler! Allah’a ve Resûlüne itaat edin ve (Kur’an’ı) dinlediğiniz halde ondan yüz çevirmeyin. 8/21- İşitmedikleri halde, “işittik” diyenler gibi de olmayın. 8/45- Ey iman edenler! (Savaş için) bir toplulukla karşılaştığınız zaman sebat edin ve Allah’ı çok anın ki kurtuluşa eresiniz. 8/46- Allah’a ve Resûl’üne itaat edin ve birbirinizle çekişmeyin. Sonra gevşersiniz ve gücünüz, devletiniz elden gider. Sabırlı olun. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir. 9/71- Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin dostlarıdır. İyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar. Namazı dosdoğru kılar, zekâtı verirler. Allah’a ve Resûlüne itaat ederler. İşte bunlara Allah merhamet edecektir. Şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir. Bakınız Rabbimiz Peygambere itaat ediniz diyor..Hemde bir çok yerde...Siz peygambere itaatten ne anlıyorsunuz ...Allah'ın Hükümleriyle Hz.Peygamberin hükümleri farklı şeyler değildir. Bunları karşı karşıya gösterme çabası beyhude bir çabadır. Kur'an'da her hüküm vardır. Peygamber (a.s) ise yeni bir hüküm getirmemiştir. Sadece Allah'ın hükümlerini bizlere açıklamış ve bu hükümleri nasıl doğru anlayıp uygulayacağımızı bizlere öğretmiştir. Mesela örtünme konusu. Esas Siz bana Peygamber Efendimizin 1 tane hükmünü gösterin Kur'an-ı Kerimle örtüşmeyen Sizlere derim ki. Konuyla ilgili yeterli açıklamalarda yapıldı. Herkes istediği gibi inanmakta hürdür. Ama Samimi Müslümanlar Allah ve Peygamberinin öğrettiği şekilde inanırlar..Sizin inançlarınız size Bizim inançlarımız bize.... Herkes nasıl olsa ahirette hakikati öğrenecek.....
  4. Sevgili 'a.y.h.a.n' hayattaki en kolay şey inkar etmek ve yalanlamaktır. Çok haklısın... Ben şunu merak ediyorum. Bu peygamber hiçmi konuşmamıştır. Hiçmi sorulan sorulara açıklama getirmemiştir.? Yada hiçbir kimse Peygamber Efendimize soru sorma ihtiyacı duymamışmıdır...? Sahi ya Peygamber Efendimiz ne yapmıştır 23 yıllık peygamberliği boyunca susmuş ve sadece gelen ayetleri Ey insanlar buyrunuz yeni gelen ayetler başınızın çaresine mi bakınız demiştir...!!! Hz.Peygamber Veda hutbesinde buyuruyor: "Ey mü'minler! "Size iki emanet burakiyorum, onlara sarilip uydukca yolunuzu hic sasirmazsiniz. O emanetler, Allah'in kitabi Kur-ân-i Kerim ve Peygamberin (a.s.m) sünnetidir. Gerçi sen şimdi veda hutbesinide inkar edersin..... Ayetleri getirenin Peygamber olduğunu kabul ediyorsun ama değilmi.......!!! Çok ilginç Komik olmayın. Biraz tutarlı olun...... Bu konuyu burada kapatıyorum...
  5. Ayetler inanmak ve yaşamak için vardır eleştirmek için değil bu 1. Allah neden Peygamber gönderdi? Açıklar mısın? Sadece Kitap gönderse olmaz mıy dı? Peygamber neden var ki?
  6. Peygamber kimin peygamberi? Peygamberi kim gönder di? Peygamber kimin hükümleri uyguluyor? Yoksa sende Peygamber bir postacı mı? haksöz dersine çok iyi çalışmıssın ama boşuna uğraşıyorsun dedimya bu konular artık popüler değil başka konular bul... Böyle inanmakta serbestsin....Ama inancının arkasında dur....Ve sonuçlarına katlan.... Bizler senin gibi inanmıyoruz...
  7. Buyrunuz : Lokman Suresi 6. Ayet: "İnsanlardan bir de öylesi vardır ki, halkı bilgisizce Allah yolundan saptırmak ve dini alaya almak için boş söz ve eğlencelere müşteri çıkar. Onlar için aşağılayıcı bir azap vardır." Sen bir defa "hadis" ten maksadın ne olduğunu dahi bilmiyorsun. Hadis İslam dinin en temel kaynaklarındandır. Senin yazdığın mealde geçen hadis kelimesiyle benim kastettiğim hadis farklı şeyler!!!!! Allah'ın peygamberimi Allah'ın dinini saptıracakmış....? Bir ilave daha: "Sünnet`i terk edip yalnız Kur`an ile amel etmek yeterlidir diyorsan eğer"""" Deriz ki: Bazı ehliyetsiz insanları görüyoruz ki, yalnız Kur`an-ı Kerim`in getirdiği İlâhî hükümleri kabul edip, dinin diğer temel kaynakları olan Sünnet, İcma ve Kıyas`ı reddediyorlar. Maksatları ise, halkın itikadını bozmak ve saptırmaktan ibarettir. Bunlar, Kur`an`ı tek mezhep kabul edip, sünnet-i Peygamberiyeyi ve İslâm`ın diğer delillerini hafife alırken işlerine gelen hadisleri kabul edip, gelmeyenleri reddederler. Şuurlu müslümanları aldatamadıkları gibi takdir de göremezler, buna haklan da yoktur. Malumdur ki, müslümanlar Kur`an-ı Kerim`de nazil olan İlâhî hükümlere inanıp onlara uymaya mecbur oldukları gibi, hadislerle buyrulan dinî hükümleri de kabul etmeye mecburdurlar. Bunlar asırlardan beri tefsir, hadis, fıkıh ve diğer sahalarda yazılmış olan bütün ilim ve fikir ehlinin takdirini kazanan çok kıymetli eserleri hiç dikkate almazlar. Evet, Kur`an-ı Azimüşşanın gölgesine sığınarak yanlış yönlendirmede bulunan bir kimse hiç olmazsa şunu bilmelidir ki, bir müslüman ne kadar bilgisiz de olsa Kur`an`ı Azimüşşanın Allah kelamı olduğununa katiyyen şüphe ve tereddütü olmadığı gibi sünnet-i seniyyenin de İslâm`ın ikinci bir delili ve dayanak noktası olduğunu kesin olarak bilir ve öyle de inanır. Şu halde, "İslâm dininin esası yalnız Kur`an`dır, biz yalnız onda olan hükümler ile amel ederiz, onun haram dediğine haram, helal dediğine helal deriz" diyerek sünneti dikkate almamak ona kıymet vermemek Peygamberimizin değerini ve görevini idrak etmemektir. Kur`an`ı tebliğ eden ve en başta tefsir eden O`dur. Peygamberimiz (a.s.m.) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmaktadır: "Bana Kur`an-ı Kerim ve onunla birlikte, bir onun kadarı daha (yani sünnet) verildi." Başka bir hadis-i şerifte de, "Bir kişiye, koltuğuna yaslanmışken hadisim ulaşır da, aramızda Allah`ın kitabı var, ondaki helali helal, haramı da haram sayarız, derse (bilsin ki) Resûllullah `ın haram kıldığı da Allah `ım haram kıldığı gibidir." buyurulmuştur. Ulemanın bir kısmı şöyle der: Sünnetin getirdiği her hükmün, uzak veya yakın, Kur`anda aslı vardır. Sünnet, sonuçta Kur’ana’a ulaştırır. Onun öz halinde anlattığını açıklar, anlaşılmayan konuları ise açığa kavuşturur. Şatıbî, Kur`an ile yetinme fikrine sahip olanların sünnetten ayrılan nasipsiz kişiler olduğunu söyledikten sonra, "Bid`at ehlinden bir çoğu hadisi terk edip Allah`ın kitabını yanlış yorumlayarak hem kendileri sapıttı, hem de başkalarını sapıttırdılar." der. "Muhakkak ki, O zikri (Kur`an`ı) biz indirdik biz, şüphesiz O`nun hıfzedicisi de biziz." âyeti ile bu iki esastan Kur`an-ı Azimüşşan`ın lâfızları gibi manalarını da muhafaza etmeyi garanti altına almıştır. İslâm alimleri buradaki korumanın Kur`an`ı olduğu gibi sünneti de kapsadığını beyan etmişlerdir. Bu âyet-i kerime Kur`an`ın tefsir ve izahı mahiyetinde olan Peygamberimizin sünnet ve hadislerini de yani "Biz sana Kur`an`ı, insanlara indirilen hükümleri beyan etmen için indirdik" âyeti ile teminat altına almıştır. Çünkü âyette bildirilen "beyan" Kur`an`ın manasındandır. Bu beyan ise ancak Peygamberimizin sünnet ve hadisleri ile olur. "Resûlullah`ın size getirdiklerine yapışınız. O`nun size yasak ettiği şeylerden de uzak olunuz. Allah`dan korkunuz. Çünkü Allah`ın vereceği ceza ağırdır." Elmalılı Hamdi Yazır Hazretleri tefsirinde bu âyete şöyle meal verir: "Peygamber size her ne verdiyse onu alın, almayın dediğini almayın, yapmayın dediğini yapmayın ve Allah`dan korkun da Allah`ın ve Peygamberin emirlerine karşı gelmekten ve birbirinizin hakkını yemekten, devlete hıyanet eylemekten sakının...." Şu hale göre Kur`an sünnetsiz, sünnet de Kur`ansız düşünülemez. Bunlardan birini ihmal etmek, İslâm dinini anlamamaktan doğan bir hastalıktır ve bir dalalettir. Tabiri caiz ise Kur`an bir güneş ise sünnet-i seniyye onun ziyasıdır. Birisi için diğeri feda edilmez. Evet, nasıl Cenâb-ı Hakk, hafızlar ile Kur`an`ı hıfzetmişse, İslâm alimlerinin vasıtası ile de sünnet ve hadisleri muhafaza etmiştir. Bak haksöz sana bir tavsiye. Binlerce bilim adamı ve ehil insanlar var. Onların ittifak ettiği konuları bırak daha başka şeyler bul...Bunlar artık bayatladı... Madem bilgili birisin akademik birşeyler ortaya koyda bizlerde dikkatle inceleyelim..Tabi birde üslup problemin var. Onu nasıl çözeceğiz bilemiyorum....
  8. Evet artık bu konuya son cevabımı yazıyorum..Çünki aşikar bir konu Buyrunuz. Önceki mesajlarımda Nur Suresi ile biz inananlara ne anlatılmak istendiği ifade etmiştim. Buyrunuz Efendimizin hayatına bakalım.. İşte "Bizzat Yaşayan Kur'an" olan peygamberimizin uygulamalarından bir kaç örnek. Artık Peygamberimizde örtünme ayetlerini yanlış anlamıştır yada aşağıdaki hadisler yalandır vs. tarzında yaklaşımlarda bulunmazsınız umarım. Yazdıklarım 14 asırdır bütün İslam alemi tarafından ittifakla kabul edilmiştir. Buna devletimizin kurumu olan Diyanette Dahildir. Buluğa ermiş müslüman bir hanımın namaz kılarken saçlarını ve diğer avret mahallini örtmesi gerektiği Hz. Aişe’den rivayet edilen bir hadis ile sabittir. Peygamberimiz (a.s.) şöyle buyurmuştur: “Allah buluğ çağına ulaşmış kadının başörtüsüz namazını kabul etmez.” (Hakim en-Neysabûrû, Müstedrek; I, 251. Ebu Dâvûd, Salat, 85. No: 641. I, 422. Tirmizî, Salat, 277. No: 377. II, 215. İbn Mâce, Tahâre, 132. NO: 655. I, 214. Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 150, 218, 259. İbn Huzeyme, hadisin sahih, Tirmizî, Hasen, Hakem ise Müslim’in şartlarına göre sahih olduğunu söylemiştir.) Ayrıca Peygamberimizin eşlerinin evlerinde baş örtüsü ile namaz kıldıklarını (Malik, Salat, 10. No: 35-36) ve Peygamberimizin başı açık namaz kılan genç kızlara müdahale ettiğini ve buluğa eren kadınların başlarını örterek namazlarını kılmaları gerektiğini bildiren hadisler mevcuttur. (Ahmed, VI, 96, 236, 238; Tirmizî, Salat, 84. No: 640. I, 420; Ebu Davud, Salat, 85. No: 642. I, 422) Peygamber zamanından günümüze kadar ki uygulama da böyledir. Bu konuda İslam toplumunun ortak görüşü hasıl olmuştur. Şimdi tamda burada ama bunlar namaz kılarken söylenmiş diyenler olursa eğer bizde deriz ki: Bu ifadede "namaz kılarken" kaydı vardır, bu kayıt bizi yanılgıya düşürmemelidir; çünkü meselemiz, kadının avret yerlerinin tesbitidir, namazda örtülen yerler avret yerleridir ve yukarıdaki ifade başın avret olduğunu açıklar ve kesin olarak ortaya koymaktadır. (Ayrıca bak. Cessâs, Ahkâmu'l-Kur'ân, c. III, s. 316) "Kadının eli ve yüzü müstesna olmak üzere bedeni ve saçının avret (kapatılması gerekli uzuv) olduğunda fıkıh âlimleri ittifak etmişlerdir. Nûr ve Ahzâb sûrelerinde yer alan âyetleri ile bunları açıklayan hadîslerin, "yüz, el ve ayaklar" dışında kalan yerlerin örtülmesi gerektiğini kesin ve bağlayıcı olarak ifade ettiğinde birleşilmiştir. Çünkü, Allah Teâlâ örtünme ile ilgili âyetlerde şöyle bir seyir takip etmiş ve arka arkaya açıklamalar getirmiştir: a) Erkeklerin gözlerini haramdan korumalarını, iffetlerine sahip olmalarını istemiş, ancak bu davranışın onları ruhen temiz kılacağını bildirmiştir. Kadınların da gözlerini haramdan (cinsî arzuyu uyandıracak yerlere bakmaktan) sakınmalarını, iffetlerini korumalarını emretmiş, hemen bunun arkasından zarûrî olarak açıkta kalanlar (eller, ayaklar ve yüz) müstesnâ bütün vücudu kapatmalarını, güzel ve çekici yerlerini (zînet) nâmahreme açıp göstermemelerini istemiştir. c) Başörtülerini boyun ve göğüslerini örtecek şekilde bağlamalarını emretmiştir. d) Örtülecek ve açıkta bırakılacak yerleri sınırladığı gibi vücudunu kimlere karşı örteceğini ve kimlere karşı açabileceğini ayrıntılı olarak açıklamıştır. e) Son âyetin sonunu "Ey mü'minler! Hep birden Allah'a tövbe ediniz ki, kurtuluşa eresiniz!" şeklinde getirmiştir; bu ifade, gerek daha önceki davranışlar ve gerekse bu âyet geldikten sonra ona uymayan hareketlerin günah olduğuna, bunlardan kurtulmak için Allah'a tövbe edilmesi gerektiğine işaret etmektedir. (Nûr: 24/29-31) f) Bu âyetler nâzil olunca Müslüman kadınlar, bulundukları yerden ayrılmadan, etekliklerinin uygun yerlerini yırtarak başörtülerini bununla bağlamışlar ve bundan sonra hiç aksatmadan bu emri yerine getirmişler, Hz. Peygamber (s.a.) de bu âyetin uygulanmasını titizlikle takip etmiştir. Bütün bu karîne, delil ve işaretler, konumuz olan örtünme emrinin bağlayıcı olduğunu kesin olarak ortaya koymaktadır. Bu emir âdete de bağlı değildir; çünkü o zaman cârî olan âdeti olduğu gibi bırakmak için değil, değiştirmek ve ıslâh etmek için gelmiştir, başörtülerini omuzlarından arkaya atarak boyun ve göğüslerini açıkta bırakan cahiliye kadınlarına yeni bir örtünme şekli öğretmiş, İslâmî örtüyü tarif etmiştir. Hicretten sonra uzunca bir süre (yedi, sekiz yıl) içinde parça parça indirilen Nur sûresinde iki âyet örtünme ve iffeti koruma vazifesi ile ilgili idi. Bu sûre iner inmez İslam kadınları başörtülerini, boyun ve gerdanlarını da örtecek şekilde bağladılar, on dört asır hiçbir âlim örtünme emrini farklı anlamadı; yüz, eller ve ayaklar dışında bütün vücudun, uygun giysilerle örtülmesinin farz olduğu hükmünde ittifak edildi (icmâ meydana geldi). Peygamber Efendimizin yanında değildik fakat bizlere bıraktığı sünnetinin ve hadislerinin takipçileriyiz ? Senin gibi hadisleri inkar eden ve bize sadece Kur'an ayetleri delil olarak yeter diyenleride iyi biliyor ve tanıyoruz...Hatta peygamberimize bile gerek yok kitap bize yeter diyenleride..... İşte Allah'ın örtünmeyle ilgili gönderdiği ayetleri ve Peygamber efendimizle sahabesinin uygulamaları. Konu apaçık ortadadır. Kimse Bu dini Allah'ın Peygamberinden daha iyi anladığı iddiasında bulunmasın!!! Saygılı ve önyargısız tüm insanlara sevgiler.... Terapi
  9. Kim kişiselleştiriyor ben mi??? Hala gülüyorum....
  10. Bak sen şu konuşana..... haksöz Çaylak Grup: Üyeler İleti Sayısı: 13 Katılım: Dün, 01:49 PM Üye Numarası: 25143 evrensel_mesaj Çaylak Grup: Üyeler İleti Sayısı: 13 Katılım: Dün, 01:53 PM Üye Numarası: 25144 Ne kadar ilginç değil mi?? Bizler kimseyi aldatmıyoruz. Yazdıklarımız ortada. Toplumdaki yerimizde ortada. Kariyerimizde... Uslubunuzu bir düzeltin sonra sizinle sonuna kadar gidelim oldumu. Seviyenizi alçaltmayın....Ne ilksiniz nede son olursunuz !!!!
  11. Evet gene klasik!!!! Bir arkadaş çıktı meydana basit meal okumaları ile ayetleri yanlış yorumladı ve çarpıttı. Beni hayrete düşüren konu ise bunu yapan arkadaşın bizzat başkalarını ayetleri çarpıtmakla suçlaması, çok ilginç hemde çok.!!!! Yukardaki yazı ismine hiç yakışmamış haksöz arkadaş.....Zira söylediklerimiz HAK olmalı !!!! Bu forumda defaatle mealleri yanlış yorumlayan ve ayetleri çarpıtan arkadaşlara cevap yazdım durdum. Ama malesef hala aynı yanlış ısrarla devam ediyor. Ayeti Kerime aşağıda: 31. Mü’min kadınlara söyle: Onlar da bakışlarını sakınsınlar, iffetlerini korusunlar, zorunlu olarak görünenin(4) dışında ziynetlerini göstermesinler; örtülerini, yakalarını kapatacak şekilde örtsünler.(5) Kocalarından, babalarından, kocalarının babalarından, oğullarından, kocalarının oğullarından, erkek kardeşlerinden, erkek kardeşlerinin oğullarından, kız kardeşlerinin oğullarından, kendi kadınlarından,(6) ellerinin altında bulunan kölelerden, erkeklikten kesilmiş hizmetçilerinden ve kadınların mahremiyetlerine henüz vakıf olmayan çocuklardan başkasına ziynet yerlerini göstermesinler. Saklı ziynetlerini fark ettirmek için de ayaklarını yere vurmasınlar. Hepiniz Allah’a tevbe edin, ey mü’minler, tâ ki kurtuluşa eresiniz. (4) Örtünün dış tarafı ile el, yüz ve ayaklar. (5) Başörtüsünü arkaya salarak göğüs kısmını açıkta bırakmak şeklindeki bir Cahiliyet dönemi âdetine karşı, saçlarla beraber, boyun, gerdan ve göğüs kısmının da örtülmesi gerektiği vurgulanmıştır. (6) Müslüman kadınlar. Bir görüşe göre de bütün kadınlar. Yukarda açık bir şekilde görüleceği üzere kadınlara ziynet (mahrem) yerlerinizi örtün denmektedir. Mahrem yerlerde el, yüz ve ayakları dışında kalan her yerdir.Yani saçlarda, boyunda dahildir. Örtülerini yakalarını kapatacak şekilde örtmeler ise haksözün söylediği manaya asla gelmemektedir. (5) nolu açıklamada bunun cevabı vardır!!!!! Diğer yazılan ayetlerle ilgili açıklama yapma gereği bile duymuyorum.... Herkes almış eline mealleri din alimliğine soyunmuş vay halimize !!!!!! Saygılarımla Terapi
  12. Kaldığımızdan yerden devam edelim. “Bölüm 4” KÂİNAT KONUŞUYOR "Yedi gökle yer ve onların içindekiler Onu tesbih eder. Hiçbir şey yoktur ki, Onu övüp Onu tesbih etmesin." Kur'an, İsrâ Suresi (117): 44 İrili ufaklı yüz otuz üç risaleden oluşan Risale-i Nur Külliyatında en fazla referans verilen âyet, yukarıda baş kısmının Türkçe anlamı verilen İsra Suresi'nin 44. âyetidir. Her şeyin her an tesbih ettiğini Nursi, çok basit anlatımlarla okuyucusunun dikkatine sunar: "Gel, şimdi bir ağaca dikkatle bak. İşte, bahar mevsiminde yaprakların muntazaman (devamlı ve sürekli olarak) çıkması, çiçeklerin mevzunen (ölçülü olarak) açılması, meyvelerin hikmetle, rahmetle büyümesi ve dalların ellerinde, masum çocuklar gibi, nesimin (hafif ve latif bir tarzda rüzgarların) esmesiyle oynaması içindeki lâtif ağzını gör... Şimdi kuşlara bak. Onların söyleşmeleri ve cıvıldaşmaları bir Sâni-i Hakîmin intak (nutka gelmesi) ve söyletmesi olduğuna delil-i kat'î (kati delil)ise, hayret verir bir tarzda birbirine o seslerle müdavele-i hissiyat (hislerle alışverişinde bulunmaları) ve ifade-i maksat (birbirlerine gayelerini ifade) etmeleridir." Bu örnekleri, "Dinle de yıldızları, şu hutbe-i şirinine (şirin tatlı sözlerine)... Hep beraber nutka gelmiş... vahdete(birliğe)... kudrete şahitleriz biz." gibi, şiirselleştirilmiş ifadelerle de zenginleştirmek mümkündür. İnsanın günlük hayatında iç içe yaşadığı taşların, madenlerin, rüzgârların, ırmakların, denizlerin, çiçeklerin, meyvelerin, sebzelerin, ayın, güneşin güzelliklerinden, faydalarından, insan için menfaatli özelliklerinden, yağmurun şapırtılarının anlamsız olamayacağına o kadar sıklıkla referans verilir ki, nerdeyse Risale-i Nur'un yarısı şu dünyadaki varlıkların anlamlı, faydalı, maksatlı yaratılmış olduklarından bahseder denilse, mübalağa edilmiş olmaz. Hatta Nursi, evrenin o derece anlamlı, sanatlı ve faydalı amaçlar güdülerek yaratılmış olduğuna dikkati çekerek, “insan aklının evrendeki bu anlamlı düzeni çalışarak oluşturduğu fen bilimleri kütüphanesini, bu evren kitabından aldığını ve ona göre yazdığını söyler.” Risale-i Nur'da İslâm, dinin temel inanç esaslarının anlatımı, tamamen şu görünen dünyadaki eşyanın yapmış olduğu tesbihata dayandırılır. Nursi, bu anlatım tarzını Kur'an'dan aldığını söyler. Onun gözünde tesbihat, bir konuşmadır (tekellüm); bir konuşturmadır (intak); bir lisandır, anlamlı bir keyfiyettir; bir açıklamadır, eşyanın yapmış olduğu görevin neler olduğunu açıklar; bir ilândır, Rabbin özelliklerinin (esma ve sıfatının) neler olduğunu bildirir; bir tanışmadır (taarrüf), insana Rabbini tanıtır; bir tanımadır (marifet), insan eşyanın tesbihatına muhatap olarak Rabbini tanır; bir davettir, insanı Rabbini tanımaya çağırır; bir sevgi mesajıdır, bir tebessümdür, Rabbin merhametini gizlice muhtaç kullarına bildirir; bir şehadettir, gayb aleminin bu dünyada tanıklığını yapar; bir tenzihtir, eşyanın üzerinde görünen özellikler, Yaratıcısının kusursuz, noksansız, mutlak özelliklere sahip olduğunu gösterir. Evrende her bir varlığın tesbih ettiği haberini Kur'an'dan işiten kimsenin zihninde, kâinat dirilir, sanki ayakta zikir yapan bir âlem ile karşılaşır. Karanlık gökyüzünde birer cansız ateş yığını gibi görünen yıldızlar veya yeryüzünde ilk bakışta anlaşılamayan gizemli yaratıklar vahyin getirdiği bu haberle hep birlikte birer ağız olup anlamlı kelimeler söylemeye başlar. Nursi, her varlığın tesbih görevini yaptığını düşünen kimsenin gözünde, yeryüzü bir kafa, kara ve denizler birer lisan ve bütün hayvanlar ve bitkiler zikir yapan kelimeler şeklinde gözüktüklerini söyler. Kâinat bir bütün halinde sanki bir insandır, büyük bir sesle zikreder. Küçük parçacıkları ise küçük sesleriyle o büyük sese katılarak hep beraber Yaratıcılarının noksansızlığını, mutlaklığını ilân ederler. Sanki 'Lâ ilâhe illâ Hû' diyerek zikrederler. a- Daimî Faaliyet Nursi, Rahman Suresi'nin "O her an bir tasarruftadır" anlamındaki 29. ayeti ile, Bürûc Suresi'nin "Dilediğini daima yapan Odur" anlamındaki 16. ayetinin tefsirini yapmaya şöyle bir soru ile başlar: Kainatta gözlemlediğimiz, insanı hayrette bırakan şu faaliyetin sırrı nedir? Neden şu durmayan faaliyet durmuyor ve her şey daima dönüp tazeleniyor? Cevap olarak da, yaratıklarda gördüğümüz çeşitliliğin, Yaratıcının İsim ve Sıfatlarının sonsuz çeşitlilikte tecelli etmesinden kaynaklandığını söyler. Bu İsim ve Sıfatların bütün incelikleriyle nakışlarını göstermeleri için de, bir kitap gibi olan kâinatın, bir mektup gibi olan her bir mevcudun, her an tazelenmesi ve yenilenmesi gerekir. Onlar yeniden yeniye anlamlı bir şekilde yazılmalı ki, bütün şuur sahipleri tarafından daima okunsun ve onların sonsuz anlamları ifade ettikleri anlaşılsın. Kâinatta gözlemlenen faaliyetin daimî oluşunu sık sık gündeme getiren Nursi, okuyucularının bu olguyu algılamalarına yardımcı olmak için, önce yaratılıştaki asırlık değişmeleri, sonra yıl içerisindeki değişmeleri, her mevsimde bir kâinatın gidip yeni bir kâinatın geldiğini, hatta her günde yepyeni bir dünyanın birbiri arkasına takılıp zincirleme bir surette zamanın şeridine asıldığını anlatır. Nursi'nin dünyasında, "hadsiz zerrât (zerreler) tarlasında" yeniden yeniye yaratılan fani mevcudat ve olaylar zaman nehrinin içinde sürekli akıp giderler. Her şey, her an, gerçekte yaratılışta hiçbir etkisi olmayan, yalnız zahirî olan sebepleriyle beraber vefat ederler. "Her sene, her gün bir kâinat ölür, bir tazesi yerine gelir." Okuyucusunun gözünde daima değiştirilen bir evren vardır. Her varlık bir modeldir. Yani, Yaratıcının yaratma emirlerine "itaat ve inkiyad (boyun eğme) ile istidatlarına (kabiliyetlerine) göre bir nevi (çeşit) ibadet yaparlar." Bu modeller değişik anlamları ifade etmek üzere bir kitabın cümleleri gibi dizilirler. Her bir zaman dilimi bu anlamlara ayrı bir boyut kazandırır. Dama yeniden yazılan ve bütünlüğü hiç bozulmayan bu kâinat kitabını dikkatli okuyan bir kişinin Yaratıcıyı tanıması kaçınılmazdır. Çünkü, Nursi'ye göre, bir fiilin fâilsiz, bir sıfatın o sıfatı kendinde taşıyan bir mevsufsuz (vasıfsız), veya bir sanatın sanatkârsız olması mümkün değildir. Evrendeki fiiller ise iç içedir ve daimîdir. Bir ağacı inceleyen kişi, "bir maddeden inşa" edilen o ağacın, şeklinin, onu ağaç yapan sıfatların, "belki zerratından başka bütün keyfiyat (özellikler) ve ahvallerinin (durumlarının)" yalnız o ağaca mahsus olmak üzere "hiçten icad" edilerek ibdâ (yoktan örneksiz yaratma) suretinde yaratılışını görür. "Bir maddeden inşa" suretindeki yaratılışında kullanılan zerratının da, Yaratıcının "memurları" olduğunu ve fakat "icraatçıları" olmadığını anlar. Bu memurların da, "Yaratıcının kudretinin icraatını ilân" etmek üzere yaratıldıklarını görür. Bu iki türlü yaratma fiilini gözlemlemek için, aynı ağacın bir dalına baktığında da, yalnızca o dala mahsus olmak üzere şekil, sıfat ve keyfiyatın hiçten icad edilerek verildiğini anlar. Bu şekilde ağacın en küçük birimine de baksa, o birimin yaratılışında "maddeden inşa" suretinde icadını ve aynı zamanda, o maddeye has şekil, sıfat ve keyfiyatlarının da "maddesiz ibdâ (maddesiz yoktan örneksiz yaratma)", suretinde hiçten icadını gösteren bir fiille karşılaşacaktır. Böylece, her cismin bir inşa ve bir de ibdâ suretinde iç içe yaratılışını müşahede ederek (gözlemleyerek), Nursi'nin "faaliyet-i mustevliye (sonsuz faaliyetler)" dediği, sınırlı âlemdeki sınırsız ve daimî yaratılış faaliyetini gözlemlemek mümkün olur. Bu sonsuz faaliyet, her şeyin varlık alemindeki konumuna en uygun şekilde, kasten, merhametle, en büyük ile en küçük arasında bir fark olmaksızın, sonsuz kolaylık ve bollukla Yaratanın, yaratık cinsinden, yani sınırlı olamayacağını bildirir. Aynı zamanda, daima değişen ve tazelenen eşyanın en küçük birimiyle birlikte daima yenilenmesi, bu Yaratıcının İsim ve Sıfatlarının sonsuzluğuna işaret eder. Meselâ, mevcudatın düzenli, ölçülü, anlamlı bir şekilde yaratılıyor olmaları, Yaratıcının ilminin sonsuzluğuna; vücutlarının korunmaları, canlı olanların canlılıklarını sürdürmeleri, Onun mutlak Kayyum ve Hayat Veren olduğuna delildir. Bu örneklerde görüldüğü gibi, hem daimî, hem de kapsamlı, daima değişen ve yenilenen sonsuz yaratılış, Yaratıcı İlâhın, görmek, işitmek, konuşmak, hikmetli ve kudretli olmak gibi vasıflarının sonsuz olması gerektiğini kavramamıza yardımcı olur. b. "Taharrük tekellümdür (Hareketlilik Konuşmadır)" "Bizi her şeyi konuşturan Allah konuşturdu." Kur'an, Fusillet Suresi (41):21 Faaliyetin daimî ve kapsamlı olduğuna dikkat edilince, yaratıkların isterse zerrelerine, isterse zerrelerinin terkibiyle yaratılan, meselâ, bir kuş formuna bakılsın, Yaratıcının sürekli bir şekilde anlam aktarması yaptığı görülür. Eşyanın zaman içerisinde bütün zerreleriyle birlikte hep anlamlı bir şekilde hareket halinde olması, Nursi'ye göre, kâinatı zevkle dinlenecek bir musiki-i İlâhiye olarak görmemize imkân verir. Kâinat bir bütün halinde, sonsuz nağme çeşitleriyle ses verip tesbih eden, Yaratıcılarının vasıflarını anarak ilân eden İlâhî bir orkestradır. Bu da, evrenin daima zikir halinde olması demektir. İnsan ise, bu zikri duyan, anlayan ve aynı zamanda ona katılabilecek kabiliyetle donatılmış bir ser-zâkirdir (baş zikircidir). Her insan kafası, kâinatın sessizce yapmış olduğu bu zikrin manalarını kelimelere dökerek seslendirebilecek bir baş zâkirdir. Yani, kâinatın konuşmasına kendi konuşması ile katılabilecek kabiliyettedir. Nursi'nin benzetmelerinde insan kafası, bir aynasız fotoğraf, bir telsiz telgraf veya bir plâksız fonoğraf gibidir. Bir film şeridinin sabit bir karesine bakılması gibi, kâinatın bir anına bakılırsa, Nursi, böyle bir sabit kareyi gül çiçeğine benzetir. Birbiri içinde sarılı sonsuz gül yapraklarının her biri, çeşit çeşit yiyeceklerle donatılmış sonsuz sofraları içermektedir. Her bir sofra kendi lisanıyla Yaratıcısının ne kadar Rahim, Kerim, Rezzak olduğunu ilân eder. Her bir canlı, ölçülü, düzenli ve faydalı haliyle, Yaratıcısının Hayat veren, İrade ve Hikmet Sahibi olduğunu söyler. Anlamlı yaratıkların içinde bir de konuşan insan yaratanın, mutlaka kendisinin de konuşur olduğunu, yani Kelâm sıfatı ile mevsuf (vasıflı) olduğunu anlamak zor değildir. Kehf Suresi'nin, "De ki: Rabbinin kelimelerini yazmak için bütün denizler mürekkep olsa, hatta bir o kadarını daha getirip ilâve etsek, Rabbinin kelimeleri tükenmeden o denizler tükenirdi." Anlamındaki 109. ayetinin tefsirinde geçen "kelimat" (kelimeler) sözcüğünün, Nursi, evrende görünen her bir yaratık demek olduğunu belirtir. Bunlar, mücessem (maddi cisme bürünmüş) kudret kelimeleri veya ilmin hikmetli kelimeleridir. Özellikle, canlılar aleminin küçücük yaratıkları birer kelime-i Rabbaniyedir. Yaratıcısının Mütekellim (Konuşan) olduğunu ilan eden mahlûkatın devamlı hareket halinde olması, bu Yaratıcının kelâmının nihayetsiz olduğunu gösterir. Bununla birlikte, evrenin her bir cüz'ününün (parçasının), tam bir ahenk halinde bir bütünlüğü olan İlâhi musikiye katılması, bu Mütekellim'in hem varlığına, hem birliğine ve hem de sonsuzluğuna (mutlakiyetine) delâlet eder. Nursi, Rabbin kelâm sıfatının tecellisi olan vahiy ve ilhamlarla konuşmasındaki kelimeler ile, mücessem kelimeler diye adlandırdığı, İrade ve Kudret sıfatlarının tecellileri olan yaratıklar, arasında önemli bir ilişki görür. Mücessem kelimeler olan yaratıkların hal dilleriyle, vahyin konuşma dilinin kelimeleriyle gönderdiği haberin doğruluğuna şahitlik yaptıklarını eserlerinin tümünde tekrar tekrar dile getirir. Nursi'ye göre, bu maddî ve cismanî olan âlem-i şehadet bir ceset, bir suret, bir kitabın lâfzını ifade eden cümleler gibidir. Nasıl ki ceset, ruha dayanır, onunla ayakta durur. Lâfız da manaya dayanır, ona göre nurlanır. Bu cismanî âlem lâfzının manası, bu kâinat kitabının yazarının özelliklerini belirten Esma-i İlâhiyeye dayanır, onlara bakar, onları ifade eder. Şu âlemdeki bütün güzellikler, kendilerinde görünen manalarının manevî güzelliklerinden ileri gelir. Bu manaların hakikatleri de Esma-i İlâhiyeden gelir ve onların bir çeşit gölgeleridir. Bu gölgeler daima değişmektedirler. Her bir canlının vücudu bir kelime ise, bu kelime söylenir, yazılır ve sonra fenaya girip kaybolur. Fakat kendi vücuduna bedel, manasını, suretini, insan ise ruhunu, hem de mislini, dünyevî faydalarını, yani zahirî vücutlarından daha kıymetli olan manevî vücutlarını kendi yerlerinde bırakır sonra giderler. Meselâ, der Nursi, bir önceki bahar mevsiminde yaratılan yaprak, çiçek, meyve gibi varlıklar, bu bahardakinin benzeridir. Farkları itibarîdir (varsayılandır). O itibarî fark da, hikmetli birer kelime, rahmetli birer söz, kudreti gösteren birer harf gibi olan bu yaprakların, çiçeklerin, meyvelerin işaret ettikleri manaların inceliklerini, değişik anlamlarını, Nursi'nin ifadesiyle, "nukûş-u esmâ-i ilâhiye (İlahi isimlerin nakışlarını)" yi yansıtması içindir. Bir mevcudu oluşturan parçalarının bütünüyle olan ilişkisinden de Esma-i İlâhiyenin nakışlarındaki incelikleri okumak mümkündür. Nursi, bu okumayı örneklendirmek için, bir ağacın gövdesinden çıkan dalları başa, o dallardan çıkan ince dalları dillere, o dallardaki düzenli dizilmiş meyveleri de kelimelere, ve tüm ağaçtaki harika özellikleri taşıyan tohumcukları da harflere benzetir. Bu ağacın konuşması tek bir cümle değil, birden fazla başta, yüzlerce dillerle ve binlerce kelimelerle yapılan bir konuşmayı ifade eder. Her bir tohumda ise, bu ahenk içinde yapılan konuşma tekrar dile getirilir. Yani, bir harf küçüklüğündeki tohum, tüm ağacın ifade ettiği belki de bir kitap kadar geniş bilgiyi içermektedir. Bu iç içelik, yaratıcının her şeyi mucizevî bir şekilde yarattığını gösterir. Yani, Yaratıcı, tek başlarına anlamsız küçük parçaları birleştirerek, anlamlı büyük bir ağaç yaratmamaktadır. Her bir küçük parçanın içerisinde, hologramda olduğu gibi, büyük parçanın bütün özellikleri yerleştirilmiştir. "Bir kelimeyi yazan, harfini yazanın gayrisi (başkası) değildir." der Nursi, "Bir kitabı yazan sayfayı yazanın gayrısı (başkası) olması mümkün olmadığı gibi." Hem evren öyle bir kitaptır ki, her bir harfinin içinde bütün evrenin ifade ettiği manayı taşıyan ince kitapçıklar yazılır. Evren öyle yaratılmış ki, onu kim yarattıysa dünyayı o yarattı; dünyayı kim yarattıysa canlıları o yarattı; canlıları kim yarattıysa bir ağacı, dallarını, meyvesini ve tohumlarını o yarattı, demek zorundayız. Özetle, Nursi, sanatlı ve anlamlı bir kitaba benzettiği evreni, statik (durağan) bir kitap değil, dinamik (hareketli, aktif) bir kitap olarak sunar. İlâhi kudret, daimî faaliyetiyle, kâinatı bütün parçalarıyla birlikte ahenk içinde konuşturur. Güya göklerin ve yerin müteharrik (hareket eden) varlıklarının hareketleri, evrenin konuşmasındaki kelimelerdir. Bu taharrük (devamlı hareket halinde yaratma) ise bir tekellümdür (evrenin konuşturulmasıdır). Faaliyetin sürekliliği sonucu, varlık âleminde görünen eşyanın tekrar zevali (yenisi getirilince eskisinin fena âlemine gönderilmesi) bir tesbihtir (o eşyada görünen özelliklerin eşyanın kendisine ait değil, bilâkis onlara, Yaratıcılarını tanıtmak üzere verilmiş özellikler olduğunun ilânıdır). Demek, evrendeki sürekli hareketlilik, Yaratıcının, kendisini şuur sahiplerine Esmasıyla tanıtan bir konuşturmasıdır. Evreni bir kitaba benzeten düşünürlerden Nursi şu iki noktada farklılık gösterir: Evren, devamlı değişerek konuşmasını tazeleyen İlâhi bir kitaptır. Ve, bu konuşma Yaratıcıyı, Esma-i Hüsnasının sonsuz mertebedeki tecellileriyle tanıtmak amacıyla yaptırılır. “KÂİNATLA KONUŞAN KELÂMLA DA KONUŞUR” "Hiç imkân var mı ki, bu kâinatın Sânii, mahlûkatını yüz bin dillerle birbiriyle konuştursun ve onların konuşmalarını işitsin ve bilsin ve kendisi konuşmasın? Haşa!" Bediuzzaman Said Nursi Madem her bir harfi binlerce manayı içeren bu evren kitabını yazan, onu irade ve ihtiyar (istek) ile düzenlemiş, süslemiş ve bilerek yazmıştır. Öyleyse, bu kitabın anlamını da bildirmesi gerekir. "Elbette nasıl ki yapan bilir", der Nursi, "öyle de bilen konuşur." Eğer anlamlı bir kitabın manası doğru anlaşılmazsa, hiç yazılmamış gibi olur. Bir zatın varlığını gösteren en açık ve kuvvetli delil konuşmasıdır. Şu mevcudat, yaratılışlarındaki harikalık ile, Yaratıcılarının ilim ve kudretinin sonsuzluğuna delâlet ettiği gibi, daima konuşmaları ile de kelâm-ı İlâhînin sonsuzluğuna işaret eder. Nasıl ki, Yaratıcı, kendini tanıttırmak için sonsuz diller olan şu harika varlıklarla kemalâtını (mükemmelliğini) ilân ediyor, elbette kendi sözleriyle dahi kendi sonsuzluğunu bildirmesi gerekir. Her yarattığı eserde ilim ve kudretiyle kendinin Alîm ve Kadîr özelliklerine sahip olduğunu gösteren Yaratıcı, bilinçli insana, anlamlı bir konuşma yapacak özellikte yarattığı şu evrenin tanıklığı altında kendinin Mütekellim de olduğunu bildiriyor. Madem Mütekellimdir, öyleyse, varlığını ve birliğini yalnızca yaratıkların tanıklığına bırakmamalı, kendine lâyık bir kelâm ile de konuşmalıdır, der Nursi. Evrenin yaratıcısını merak eden insan, Ona muhatap olmak ister. Kendisini yarattığı, ihtiyaçlarını karşıladığı ve bu güzel dünyada misafir ettiği için memnuniyetini ifade etmek ister. Fakat, yaratık cinsinden olmayan Yaratıcıya nasıl muhatap olacağını, teşekkürlerini nasıl ifade edeceğini bilemez. Dünyadaki güzellikleri yaratarak kendini insanlara fiilen sevdiren Yaratıcı, onlarla konuşup, onları kendine muhatap alıp sohbet ederek de sevdirmesi, Onun rahmetinin gereğidir. Madem teşekkür etme ihtiyacı vermiş. Kendisine nasıl teşekkür edileceğini bu sohbetinde bildirmesi beklenir. Şu dünyayı mükemmel bir saray gibi yaratan, sonsuz nimetleriyle misafirlerine ikramda bulunarak fiilen ve halen konuşan şu sarayın sahibi, onlarla kavlen ve kelâm ile konuşması niçin beklenmesin? . Nursi sorularına şöyle devam eder:Şu evrenin Yaratıcısı, her cins yaratığı kendi aralarında konuştursun, anlaşmalarını sağlasın, özellikle insanları bilinçli bir konuşma özelliği ile donatsın da kendisi söz ile konuşamasın veya konuşmasın. Böyle bir ihtimali kabul etmek ne kadar makuldür? Bir dilin binlerce çeşit tad alma özelliğine karşı yüz binlerce çeşit nimetler yaratan, insanlara böylece rahmetini ve şefkatini gösteriyor. İnsanları, bu nimetlerin nereden geldiğini, niçin gönderildiğini, kendilerini de niçin böyle kafile kafile gelip, biraz burada kalıp tekrar gittiklerini merak edecek, konuşarak soracak özellikte yaratıyor. Böyle bir Yaratıcı hiç mümkün müdür ki, bu ziyafet yerindeki misafirlerin sorularına kendi konuşmasıyla cevap vermesin, elçileri vasıtasıyla bu gizemli yaratılışın sırlarını onlara bildirmesin? . Evren ile insan arasındaki ilişkiyi, Rububiyet-ubudiyet (Rablik kulluk) ilişkisi olarak değerlendiren Nursi, antika sanatlarla süslenen şu evreni, Rububiyetin tecelli ettiği bir sanat tablosuna benzetir. Bu tabloda görünen güzellikler üzerinde düşünen, onları takdir eden ve onlar için teşekkür eden insan ise ubudiyet ile görevlidir. Rububiyetin bütün haşmetiyle tezahür etmesine mukabil, bilinçli yaratılmış insanların ubudiyetlerini en güzel ve kapsamlı bir şekilde ifa etmeleri için eğitilmeye ihtiyaçları vardır. İşte, bunun için Rab, uluhiyetin (ilahlığının) azametini hakkıyla anlayabilecek kapasitede yarattığı insan nevini muhatap alıp konuşmalı ve onlara bu mükemmel evreni yaratmasındaki maksadı açıklamalıdır. Ayrıca, dünyada her şeyin geçici oluşu gerçeği karşısında, kendi geleceğini ciddi boyutlarda endişe ile merak eden insan, acizliğine karşı bütün kâinata gücü yeten bir Rabbe sığınmaya muhtaç yaratılmıştır. Bu kâinatın İlâhi olan Zat, madem insanı, bu dünyada başıboş olmadığını, bir sahibinin bulunduğunu anlamaya muhtaç yaratmıştır. Öyleyse, kendini onlara konuşmasıyla da bildirmesi gerekir. İnsanın acıkmasına karşı binlerce çeşit yiyeceklerle karşılık veren, güzelliği sevmesine karşı her şeyi süsleyerek fiilen cevap veren Zat, sözleriyle de insana muhatap olup konuşması gerekir. Bu sözler, vahiy diye adlandırılan kutsal metinlerdir. Şimdi ise, Yaratıcının "sözü ve kelâmı denilen" ve on dört asırdan beri insanlara kelamullah olduğu iddiasıyla muhatap olan kutsal kitap Kur'an'ı ele alacağız. İnşAllah daha sonra.... Devam edecek…… Saygılarımla Terapi
  13. Bazı arkadaşlar ısrarla anlamak istemiyor görmemezlikten geliyor ama tekrar etmek zorundayım sevgili arkadaşlar: Kur'an-ı Kerimde ki Ayet şu şekildedir. 34. Allah’ın onlara fazladan vermiş olduğu nimetler ve mallarından yaptıkları harcamalar sebebiyle, erkekler kadınlar üzerinde yönetici ve koruyup gözeticidirler. Saliha kadınlar ise itaatkârdırlar;(1) Allah kendilerini nasıl korudu ise, onlar da kocalarının yokluğunda onların hukukunu korurlar. Geçimsizliğinden(2) korktuğunuz kadınlara öğüt verin; sonra onları yataklarında yalnız bırakın; sonra da hafifçe dövebilirsiniz.(3) Eğer size itaat ederlerse, artık onlara karşı bahane aramayın. Çünkü Allah her şeyden yüce, her şeyden büyüktür. Dipnotlar:Açıklamalar (1) Allah’a itaat eder, kocalarının haklarını gözetirler. (2) Nüşuz. Bu kelime 128’inci âyette de kocalar hakkında kullanılmıştır. Bir sonraki dipnotunda gelecek olan Tirmizî hadisinde ise, “apaçık bir ahlâksızlık, mesela aldatma olabilir.” deyimi geçmektedir. Dikkat ediniz bu kısma lütfen... (3) İnsanlar arası ilişkilerin bir hukuk, bir de fazilet yönü vardır. 2:237’de işaret edildiği gibi, Kur’ân bir yandan hukuku belirlerken, bir yandan da insanlara bunun daha ötesini göstererek onları bir fazilet yarışına çağırır ki , dünya hayatının asıl amacı da, böylece, kimin daha güzel işler yapacağını belirlemektir. Âyette, erkeğin ve kadının karşılıklı sorumlulukları belirtilirken, bu sorumlulukların bir aile yuvasını tehdit edecek ölçülerde ihlâl edilmemesi için önlemler de aşamalı olarak belirtilmiştir. Bu aşamaların en başında güzelce öğüt vermek vardır. Ancak öğüt fayda vermez de iş inatlaşmaya giderse, bu defa yatağını ayırma şeklinde bir önlem devreye girecek, o da sonuç vermezse, en son çare olarak, hafifçe dövmeye başvurulabilecektir. Bu önlemler, meselenin vahamet kazandığı ve yuvayı tehdit etme istidadı taşıdığı yerde devreye girebilecek ve son derece dikkatle, hakka tecavüz etmeden ve Allah’tan korkarak başvurulacak olağanüstü önlemlerdir;yoksa aile içi ilişkilerde kocanın karısını dövmesini esas alan bir uygulama değildir. Bu, işin hukuk tarafıdır. Hafifçe dövme hadisesi ekstrem bir olaydır. Genelleme yapmak yanlıştır. Belkide milyonda bir insanın karşılaşacağı hadisedir. Ki islam bunu hukuk gereği olarak koymuş hemen başvurun hakkınızdır dememiş. Olayları çarpıtmayalım..Çok daha detaylı bilgi için İslam hukuku uzmanlarına başvurulabilir. Şimdi buradan çıkarak konuyu aaa İslamda kadın dövmek te varmış şeklinde bir genellemeye götürmek ne kadar tutar lıdır...? Lütfen söyler misiniz...? Bundan önceki ve sonraki âyetlerle birlikte konu bir bütün olarak incelendiğinde görülecektir ki, Kur’ân’ın aile hayatında gerek erkeğe, gerekse kadına gösterdiği hedefler, karşılıklı hukuka riayet etmenin de ötesinde, bir fazilet yarışı niteliğini taşımaktadır. Bu yarışta örnek alınacak ise, hiç kuşkusuz, Kur’ân’ın canlı timsali olan Peygamber Efendimizdir ki, O'nun hayatı boyunca bir kadına el kaldırmak bir yana dursun, kalp kırıcı bir söz söylediğini dahi gören olmamıştır. Onun tavsiye ve buyrukları da hep kadınlara iyi muamele yönünde olmuştur. Peygamberimizin bu konudaki yakınmaları az değildir. Lütfen burayı iyi okuyunuz ve dikkate alınız... Oldumu sayın arkadaşlar.... Bir hadislerinde “Sizden birisi, karısını köle döver gibi dövmeye kalkışıyor; halbuki akşam onunla aynı yatakta yatacaktır” (Buhârî, Tefsir: 91; Müslim, Cennet: 49) buyuran Peygamberimiz, başka bir defa da “Birçok kadın Muhammed ailesine gelerek kocalarını şikâyet ediyor. Kadınlarını döven o kimseler sizin hayırlınız değildir” (Ebû Davud, Nikâh: 42) şeklindeki sözleriyle, konunun ciddiyetine karşı ümmetini uyarmıştır. “Mü’minlerin imanca en mükemmeli, ahlâkı en güzel olanıdır; hayırlılarınız da kadınlarına karşı hayırlı olanlardır” (Tirmizî, Radâ’: 11) buyruğu da Peygamberimizin iyi bilinen hadislerindendir. Ünlü Vedâ Hutbesinde ise, Peygamber Efendimiz, bu âyeti tefsir ederek uygulanmasına açıklık getirirken, aynı zamanda, kadınlara karşı iyi davranmayı da vurgulamıştır: “Ashâbım! Size, kadınlara iyi davranmanızı tavsiye ediyorum. Çünkü onlar sizin himayenize verilmişlerdir. Apaçık bir ahlâksızlık işlemedikleri takdirde, onlar üzerinde zorbalığa hakkınız yoktur. Eğer apaçık bir ahlâksızlık işleyecek olurlarsa, onları yataklarında yalnız bırakın, sonra da acıtmayacak şekilde dövün (ki buradaki maksat yukarda anlatılmıştır..) . Size itaat ettikleri takdirde, artık onlara karşı bahane aramayın.” (Tirmizî, Radâ’: 11.) İtaatten kasıt olarak yanlış şeyler anlamayalım. Kadınlık görevidir.Namusunu koruması, evine bakması, kendisinden beklenen vazifeleri yerine getirmesi vs. manalarını içerir.. Şimdi basit meal okuma mantığıyla : (Ki bunun Tefsir ilimiyle asla bağdaşmadığını defaatle anlattım.. Artık anlayın lütfen..) İslam kadınları dövmeyi teşvik ediyor emrediyor diyebilir misiniz? Ve birde günümüz medeni insanlığının kadınlarıma yaptıklarına bir bakınız birazda onları tetkik ediniz.? Saygılarımla Terapi
  14. Sevgili Lena Ortada karışan bir şey yok herşey aşikar. Ortada tek bir tane mühür var. Ortada Tek Bir tane Yaratıcı var.. :) Saygılar..
  15. Kainattaki Her şey anlamlıdır konumuza devam…İnananlar olarak Anlatacak çok şeyimiz var.. “Bölüm 3” Dikkatle okumaya devam edelim lütfen “KONUŞMANIN HARFLERİ: ATOMİZM” "Bir noktayı yerinde icad etmek için, bütün kâinatı icad edecek bir kudret-i gayr-i mütenahi lâzımdır" (Bir noktayı yerinde icat etmek için, bütün kainatı icad edecek bir sonsuz, nihayetsiz, bitmez kudret gereklidir.) Said Nursi. İnsanoğlu kapasitesi elverdiği kadarıyla kâinatı anlama çabasını her zaman gösterdi. Kâinatı anlamak, onun en küçük birimi olan zerreyi doğru anlamakla başlar. İslâm toplumunda, Democritus'tan başlayan ve Aristocularla devam eden atom anlayışına karşı çıkış, hicri 2. asırda (miladi 7. asırda) yaşayan Dirâr b. ’Amar'dan gelir. Dirar b. ’Amar, zerrenin, cevher ve araz (essence and accidents) denilen iki farklı parçadan oluştuğunu savunan anlayışı reddeder. Ona göre cisim, yalnızca arazların kümeleşerek bir bütün teşkil etmiş halidir. Zerre, var edildiği andaki arazların hepsinin bütünüdür. İslâm düşünce tarihinde Sunnî Kelâmın esasını oluşturan Eş'arı (ölümü hicri 303) atomculuğunun özü bu anlayışta yatar. Daha sonraları Ebu Bekir Bakıllani (ölümü hicri 403), İmam Gazali (ölümü hicri 505), Fahreddin Razi (ölümü hicri 606) gibi zatlar bu görüşü desteklemişlerdir. Eş'ari atomculuğunun Batı dünyasındaki ismi Occasionalism'dir. Buna göre, her şey veya her olay, özünde fanidir. Dünya, zaman ve mekan itibariyle birbirini zorunlu kılmayan, her birine kendine has muayyen (özel), somut şahsiyet verilmiş varlıkların bulunduğu bir yerdir. İlâhî iradenin dışında varlıklar hiçbir surette kendiliklerinden birbirleriyle bağlı değildirler. Birbirlerini etkilemedikleri gibi, bir anda var olan zerrenin, ikinci ana geçişteki zerre ile de zorunlu ve kendiliğinden bir ilişkisi yoktur. Birbirine bağlı gibi görünen A ile B, birbirleriyle bağlı olmak onların tabiatında olduğundan değil, Allah onların böyle görünmelerini irade ettiğindendir. Kâinatta gözlemlenen her sonucun sebebi, doğrudan doğruya Allah'tır. Bu açıklamaların sonucu olarak, Occasionalism'in, felsefecilerin ve pozitivist bilimcilerin anladığı manadaki sebep-sonuç ilişkisini reddettiğini söylemek mümkündür. Eş'ari atomculuğu, Allah'ın kudretinin mutlak oluşunu tam anlamıyla tasdik etmek ve bir şeyin yalnızca varlık alemine gelmesinde değil, aynı zamanda, o şeyin bir andan diğer ana geçişte varlığını sürdürmesinde de Allah'ın doğrudan müdahalesinin bulunduğunu vurgular. Yani, bir atom, varlığını, yaratıldığı bir andan ikinci bir ana bizzat kendisi taşımaz. Bakillâni'nin ifadesiyle, "Varlığını ikinci bir ana taşıyor gibi görünen bir atom, ikinci ana geçmeden bu alemden fena alemine (yok olma alemine) gider, ikinci anda artık ikinci bir atom yaratılmıştır." Bu ifadeden şu sonuç çıkar: Allah bir atomu yarattığı zaman, onun hem cevherini ve hem de arazını aynı anda yaratır. Eş'ariler bir anda var olan atomun, bir sonraki anda var olan atom ile, onun varlığını zorunlu kılan bir ilişkinin olmadığını söyleyerek, eşya arasında hiçbir yatay ilişkinin bulunmadığını savunurlar. Bu anlayış, Aristocu sebep-sonuç ilişkisi kavramını red demektir. Her şeyin veya her olayın yegâne sebebi olarak tanımladıkları Allah anlayışı,kendileri de yaratılmış olan ikincil sebeplerin etkenliklerini tamamen reddeder. Fani, yaratılmış hiçbir şey, bir başka şeyin varlığına hiçbir surette sebep olamaz. Eşyanın tabiatında bir şeyi var etmeye yeterli sebep olacak güç ve özellik yoktur. Eşyanın ne özünde ve ne de arazlarında kendine ait bir özelliğin varlığını kabul etmeyen Eş'arilerin görüşünde, 'tabiat kanunları' nesnel bir gerçekliğe sahip değildir. Onlara göre, 'tabiat kanunları' denen şeyler, Allah'ın iradesiyle belirlenmiş, tamamen zihnî kavramlardır; haricî vücutları yoktur. Eşyanın varlık âlemine geliş biçimine bakılınca, değişmez 'kanun' gibi görülen durum, yalnızca Allah'ın yaratma tarzıdır. Eşyanın sabit, değişmez bir tarzda var edilişi, Yaratıcının ilminin, kudretinin, hikmetinin, düzenli yaratma iradesinin sonsuzluğunu gösterir. (Eş'ari Atomculuğu konusunda daha geniş bilgi için, Majid Fakhry'nin A History of Muslim Philosophy ve Islamic Occasionalism London: Allen and Unwin, 1958 adlı eserlerine ve Bakar, Tawhid and Science, 80-100 sayfalarına bkz.) Buraya kadar Eş'arilerin, gözlemlenebilen Kâinatın en küçük birimi olarak kabul edilen zerreyi nasıl anladıklarını ana hatlarıyla sunmaya çalıştık. Şimdi ise, Said Nursi'nin konu hakkındaki görüşlerini özetlemeye gayret edelim. Nursi de, sebep ile sonuç arasında yatay bir ilişkinin olmadığını vurgulayan Eş'ari anlayışına katılır. Risale-i Nurlar’da sonuçların var olmalarında, sebeplerin etkili olduğu (causation) görüşü tereddütsüz reddedilmekle birlikte, her sonucun bir sebep ile beraber yaratılışının (causality) Yaratıcıyı tanıma ve tanıtmada önemli bir vesile olarak kullanıldığı görülür. Nursi, bu noktada Eş'arilerden önemli bir metodolojik farklılık sergiler. Her sonucun bir faili vardır. Eğer yaratık varsa, mutlaka Yaratıcısı olmalıdır. Fakat, esas problem, bu Yaratıcının nasıl tanımlanacağındadır. Nursi, eserlerinin birçok yerinde, sebep gibi görülen yaratıkların, sonuçları etkileyecek hiçbir özelliğe sahip olmadıkları gerçeğini dile getirir. Her sonucun mutlaka bir faili vardır ve bu fail, ancak sonuçta görülen tüm özellikleri verebilecek kapasiteye sahip bir Fail olabilir. Nursi, Faili tanımak için sonuçtaki özelliklere bakmak gerektiğini Kur'an'ın bir usulü olarak algılar. Sonuçlara verilen özelliklerden Failin mutlak vasıflarını (Esma-i İlâhiyeyi) tanımanın, ancak, yaratık âleminde sebep-sonuç ilişkisine (causality) dikkat etmekle mümkün olabileceğini savunur. Sebeplerle sonuçların beraber bulunması bir iktiran (birarada bulunma) dır, illet (Yaratıcı sebep) zannedilmemelidir. Fail, "müsebbebi [sonucu] sebep ile beraber halk ederek, cilve-i esmasını ve hikmetini göstermek için, bir tertip ve tanzim ile zâhirî bir sebebiyet, bir mukarenek [yanyanalık]" vermiştir. Çünkü, her sonuç, tüm evren ile tam ahenk içinde olacak şekilde vücut bulur. Sonuçta gözlemlenen bu özellikleri verebilmek için, bütün evreni kapsayan bir ilim, kudret, irade... sahibi olmak gerekir. Bu dünyada sebep görevini yapan eşyanın kendileri de yaratılmaktadırlar. Sonuçları yaptıklarını iddia edecekleri ne bir ilme, ne bir kudrete ve ne de bir iradeye sahiptirler. <<<< Kuran, 16:20; Allah’tan başka yakardıkları hiçbir şeyi yaratamazlar. Üstelik onlar yaratılıp durmaktadırlar. >>>>>> <<<<Kuran, 7:194-195; Allah’tan başka taptıklarınız sizler gibi kullardır. Eğer doğru iseniz, hemen onları çağırın da size yardım etsinler. Onların yürüyecek ayakları var mı? Yada tutacakları ellerimi var? Yoksa işitecek kulaklarımı var? De Ki: Ortak koştuklarınızı çağırın, sonra biz düzen( tuzak) kurunda bana göz açtırtmayın……>>>>> "Demek, esbab-ı zâhiriye (görünen sebepler) hiçtir. Yalnız bir Kadîr-i Zülcelâl onları halk edip hikmetiyle esbaba bağlayarak gönderdiğini gösteriyor." Sebep ile sonuç arasındaki ilişkinin, veya bir anda var edilen atom ile ikinci bir anda varlık âleminde görünen atom arasındaki ilişkinin sorumlusu, doğrudan doğruya her şeye gücü yeten Faildir (Allah’tır). Nursi'nin ifadesiyle, "Kadir-i Külli Şey, esbabı halk etmiş (sebepleri yaratmış), musebbatı [sonuçları] da halk ediyor. Hikmetiyle, müsebbebâtı esbaba (sonuçları sebeplere) bağlıyor. Kâinatın harekâtının tanzimine dair kavânîn-i adetullahtan (Allah’ın kanunlarından) ibaret olan... tabiat-ı eşyayı iradesiyle tayin etmiştir. Ve o tabiatın vücud-u haricîye mazhar olan veçhini [yaratık âlemindeki görünümünü] kudretiyle icad etmiş ve eşyayı o tabiat üzerinde halk etmiş, birbirine mezc etmiş"tir. (katmıştır.) 'Tabiat kanunları' tanımında da Nursi, Eş'ari geleneğini sürdürür. Naturalistlerin 'tabiat' dedikleri şey, mevhumdur (Aslı olmayıp evham mahsulüdür), itibaridir, nesnel dünyada vücudu yoktur. Nursi, 'tabiat' denen şeyin ancak bir sanat olabileceğini, sani' (Sanatkar) olamayacağını; bir nakış (süs) olabileceğini, nakkaş (Süsleme san'atkârı) olamayacağını; bir nizam olabileceğini, nâzım olamayacağını; yaratılıştan çıkarılan hükümler olabileceğini, hâkim olamayacağını; Yaratıcının yaratmadaki düsturları olabileceğini, fail ve yaratıcı olamayacağını; bir kanun dense bile, yaratıcı bir kudret olamayacağını söyler. Ona göre, 'tabiat kanunları' değil de, yaratıcının evreni bir bütün halinde yaratmasında gözlemlenen manevî ve yanlız vücud-u ilmisi bulunan ahkâmlar ve düsturlar vardır. Bu ahkâmlar, yaratıcının mutlak, yani sınırsız ve değişmez olan isimlerinin bir kanun şeklinde evrende tezahür etmesidir. Meselâ, Yaratıcının her zaman ve her yerde kasıtlı, düzenli, hikmetli, rahmetli, bilerek yaratması, evrende, irade, nizam, hikmet, rahmet, ilim kanunları olarak gözlemlenir. Bu kanunlar da, Yaratıcının her zaman ve her yerde mutlak Mürid, Nâzım, Hakîm, Rahîm, Alîm olduğuna işaret ederler. Nursi, zerre ve hareketi konusunda da Eş'ari çizgiyi takip eder. Bir zerrenin bir anda bulunduğu konumunu, bizzat kendisi kendinden kaynaklanan bir özelliğine dayanarak belirleyemeyeceğini savunur. Zerre, sonsuz imkânat içinde herhangi bir pozisyonda bulunması mümkün iken, birden bire en anlamlı, en uyumlu, tüm evrenin yaratılışının amacına en uygun konumu takip ederek, belirli bir özelliğe bürünüp, o konuma mahsus bir keyfiyeti takınıp, düşünen insanları bile hayretler içerisinde bırakacak hikmetli bir sonuç sergileyecek bir pozisyona girer. Nursi, bu durumun, mutlaka bütün evreni yaratacak kudrette bir Yaratıcının olmazsa olmaz varlığına tanıklık ettiğini söyler. Her bir zerre, evrende geçerli olan umumî dengeyi korur. Diğer tüm zerrelerle olan her bir ilişkisinde ayrı bir görevi ifa eder. Aklı ve iradesi olmayan bu zerrenin, evrenin tüm zerreleriyle bilinçli bir ilişki ağının içerisinde bulunması, ancak Yaratıcısının kast ve hikmetini gösterir, Onun birliğinin delillerini sergiler. Böylece, yaratıcısına bir bürhan (delil) olur. O halde, der Nursi, "Allah'a giden yollar, yaratıklarının nefesleri (her bir andaki hareketleri) adedincedir." Zaman içerisinde zerrelerde gözlemlenen sürekli değişikliklerin, materyalist ve natüralistlerin vehmettikleri gibi tesadüfen, anlamsızca, kasıtsızca,kendi kendine oluşan bir hareket olamayacaklarını savunan Nursi, onların, ezelî Yaratıcının şu Kâinat kitabındaki yaratılış cümleciklerini yazarken kudret kaleminin titreşimlerini ve akışını temsil ettiklerini söyler. Çünkü bütün mevcudat gibi zerreler ve her bir zerre, her bir anındaki hareketinde 'Bismillah' der, yaratıcısının isimlerini, özelliklerini yansıtır, dile getirir. Nursi, zerrenin hareketini şöyle tanımlar: "âlem-i gaybdan (gayb aleminden) âlem-i şehadete (şahitlik ettiğimiz aleme) ve ilimden kudrete geçmelerinde olan bir ihtizazdır, bir harekâttır." Zamanı ise, Allah'ın ilminin şu mümkün âlemdeki "mevt (ölüm) ve hayata, vücut ve fenâya daima mazhar olan eşyada mütebeddil (değişen) bir defteri ve yazar bozar bir tahtası" olarak tanımlar. Nursi'ye göre, her bir zaman dilimi bir modeldir; her bir mekân da bir modeldir. Yaratıcısı, zaman içerisinde, "taze taze birer kâinatı zeminde kuruyor, birer yeni dünyayı icad ediyor, birer âlemi alıp da diğer muntazam bir âlemi getiriyor:" Nursi, zaman içerisinde yenilenen dünyanın, insanların rahatlıkla gözlemleyebilecekleri bir dilimini örnek olarak alır. Meselâ, bir bahar mevsimindeki kudret mucizeleri, rahmet hediyeleri diye adlandırdığı meyveler, sebzeler, çiçekler hikmetli birer kitap gibi her mevsim yeniden yazılır. Her mevsimde, rahmet mutfağı taze olarak kurulur. Nursi, bu gibi örneklerle, "mücedded" (daima yenilenen) yaratıklara nasıl her mevsim, benzer fakat değişik sanatlı elbiseler giydirildiğine dikkati çekerek zaman ve mekânın "emir" ile "yeniden, yoktan, hiçten yapılıp" vazife yapmak üzere gönderildiğini anlatır. <<<<((((( Dipnot: Risale-i Nur'da zerrelerin hiçten icad edilmeleri, sebeplerin yaratmada tesirsiz olduğunu göstermek için konu edinilir. Yoksa, "Bütün eşya bir tek zâta isnad edildiği takdirde icad etmek, 'adem-i mutlaktan çıkarmak' mânâsına gelmez." der, Nursi. Eğer evren tek bir Yaratıcının eseri değilse, sebeplerin etkisiyle tesadüfen oluştuğu ve yoktan yaratılmadığı savunulmak zorunda kalınır. Nursi'nin kendi ifadesiyle, "hiçbir zerreyi, bir maddeyi hiçten, yoktan icad edemediklerinden ve güvendikleri esbab ve tabiatın ellerinde hiçten icad gelmediği cihetle, ahmaklıklarından diyorlar: Bir Yaratıcı olmaksızın 'Yoktan var olmaz, var da yok olmaz'." Bizim gözlemlediğimiz dünyada, "Yalnız, harekat-ı zerrat (zerre hareketi) ile, tesadüf rüzgârlarıyla bir terkip ve tahlil ve dağılmak ve toplanmak suretinde bir vaziyet-i itibariye tahayyül (hayal) ediyorlar." Halbuki, "Kadir-i mutlakın iki tarzda, hem ibdâ' (numunesiz yapma), hem inşa (vücuda getirme) suretinde icadı var. Varı yok etmek ve yoğu var etmek en kolay, en suhuletli (basitçe), belki daimî, umumî (genel) bir kanunudur." Evrenin bir Yaratıcısı olduğunu kabul etmeyen ve bu "Âlemde adem-i mutlak (mutlak yok olmak) yoktur. Ancak terekküp (karışmak,birleşmek) ve inhilâl (çözülüp ayrılma) vardır" diyen materyalist bilimin anlayışını eleştiren Nursi, "Âlemde Cenab-ı Hakkın sun'uyla (yapmasıyla) terkip (karıştırma) vardır. Allah'ın izniyle tahlil vardır. Allah'ın emriyle icad (yapma) ve idam (yok etme) vardır." diyerek bu alemdeki yaratılışta sebepler zincirinin determinist yorumuna itiraz eder. Mutlak kudret sahibi Yaratıcının 'yoktan var eden ve var olanı da yok eden' bu daimî ve umumî kanunun işleyişini şu şekilde özetler: "Eğer bütün eşya tek bir zata isnad edilse, kâinatı hiç yoktan icad etmek bir hurma fidanını icad etmek kadar, bir hurma fidanını da bir meyve kadar kolay olur." Çünkü, "Eğer eşya Ferd-i Vahide (Eşi ve Benzeri olmayan Allah’a) verilse, bir kibrit çakar gibi, eserleriyle azameti anlaşılan o nihayetsiz kudretiyle, hiçten icad eder. Ve ihatalı, nihayetsiz ilmiyle, her şeye mânevî bir kalıp hükmünde bir miktar tayin eder. Ve o âyine-i ilmindeki her şeyin suretine ve plânına göre, kolayca, her bir şeyin zerreleri o kalıb-ı ilmî içine yerleşir, muntazaman vaziyetlerini muhafaza ederler." Eşyayı yoktan, hiçten yaratmasının, Zât-ı İlâhî açısından değil, sonuçların sebeplere bağlanarak yaratılan şu bizim gözlemlediğimiz dünya açısından geçerli olduğunu anlamaktayız. Nursi, Yaratıcı için ademin, yani yokluğun söz konusu olamayacağını şöyle ifade eder: "Fenâ-yı mutlak ise, hakikat değildir. Çünkü, Zât-ı Akdes-i İlâhî madem sermedî ve daimîdir; elbette sıfâtı ve esmâsı dahi sermedi ve daimîdirler... Cenâb-ı Hak öyle bir Kadir-i Mutlaktır ki, adem ve vücut, kudretine ve iradesine nisbeten iki menzil gibi, gayet kolay bir surette oraya gönderir ve getirir... Hem adem-i mutlak (mutlak yokluk) zaten yoktur. Çünkü bir ilm-i muhît (her şeyi kuşatan ilim) var. Madem daire-i ilm-i İlâhînin (Allah’ın ilim dairesinin) harici (dışı, hakim olmadığı yer) yok ki, bir şey ona atılsın. Daire-i ilim içinde bulunan adem (yokluk) ise, adem-i haricîdir ve vücud-u ilmîye perde olmuş bir ünvandır." Zerrelerin kendilerine bakan yönüyle bir hiç, Yaratıcılarına bakan yönüyle ise sabit bir hakikatı olduğunu, Nursi şöyle özetler: "her şey, mânâ-yı ismiyle (kendini anlatan şekliyle) ve kendine bakan vehicte (yönüyle) hiçtir ; kendi zatında müstakil ve bizatihi sabit bir vücudu yok. Ve yalnız kendi başıyla kaim (Baki) bir hakikati yok. Fakat Cenab-ı Hakka bakan vecihte ise, yani mânâ-yı harfiyle (Yaratıcısını anlatan şekliyle) olsa hiç (kıymetsiz) değil. Çünkü onda cilvesi görünen esmâ-i bâkiye var. Mâdum değil; çünkü sermedî (sonsuz) bir vücudun gölgesini taşıyor. Hakikatı vardır, sabittir, hem yüksektir. Çünkü mazhar olduğu bâki bir ismin sabit bir nevi gölgesidir." ))))>>>>>>>>> Dipnot bitti. Konuya devam edelim..: Bu anlatımlarda Nursi'nin hedefi, zerrenin hem zaman ve hem de mekân boyutunda doğrudan doğruya Yaratıcısını tanıtma görevi yaptığını belirtmektir. Zaman içinde hareket eden zerrelerdeki değişmeleri, Nursi, tek bir kalemden çıkan bir mektubun yazılışı esnasındaki hareketlere benzetir. Bu durum Yaratıcının Tekliğine işaret eder. Mekân boyutundaki değişiklikleri de dâima tazelenen aynalara benzetir. Bu aynalar, Yaratıcının isimlerinin ayrı ayrı vasıfları olduğunu ve sonsuz değişik düzeylerde tecelli ettiklerini gösterir. Nursi, eserlerinde, zerrenin hareketini daima parça-bütün içinde değerlendirir. Bir zerre tek başına değil, ilişkili olduğu bütün içinde anlamlandırılmalıdır. Kâinattaki düzen o kadar iç içedir ki, "Kâinatı halk edemeyen, bir zerreyi halk edemez. Bir zerreyi tam yerinde halk edip muntazam vazifeleriyle çalıştıran, yanlız kâinatı halk eden Zat olabilir." sonucuna ancak parça-bütün ilişkisi göz önünde bulundurularak ulaşılır. Aynı ilişkiyi kurarak, bir zerrenin hemen mukarinindeki (bitişiğindeki), sebep gibi görünenlerin, o zerrenin Yaratıcısı olamayacakları kolaylıkla anlaşılabilir. İslâmî düşünce geleneğinde gerek Kur'an'ın anlaşılmasında ve gerekse insanın anlaşılmasında bu bütüncül yaklaşıma sıkça rastlanır. Tefsir biliminde, Kur'an'ın bir ayeti, Kur'an'ın tümü dikkate alınarak anlaşılmalıdır. (Yukardan da anlaşılabileceği gibi Birçok arkadaşın tek bir ayeti, ayetlerin tam olarak karşılığı olmayan meallerden alarak yorumlamaları Tefsir bilimine tamamen zıttır. Ve hatalı bir yaklaşımdır. Hatalı yaklaşımlardan elde edilen sonuçlarında ne kadar tutarlı olacağı aşikardır..!!!!) Çok ama çok önemli İnsanı anlama çabasında da, her bir insanın 'küçük bir kâinat' olduğu, onun tüm kâinat ile iç içeliği sürekli vurgulanır. Nursi, bunlara ilâveten, kâinatın bütününden ayrı olarak ele alınamaz olan bir zerrenin dahi bu bütün içerisinde değerlendirildiğinde anlaşılabilir olduğunu savunur. Schleiermacher, anlamanın vazgeçilmez bir şartı olarak, "Bir parçanın anlamı ancak onun bulunduğu bağlamdan (context), yani parçası olduğu bütünden çıkarılır." (Nakleden, Gadamer, Truth and Method, 167.) derken aynı noktaya parmak basar. Parçadan bütüne geçme ve bütünün içinde parçayı anlama ve anlatma çabası, Risale-i nur'da yaygın olarak bulunur. Allah'ın birliğini anlatırken, kendine has bir anlam yüklediği 'ehadiyet (bütün varlıklarda tek tek görülen birlik mührü)' ve 'vahidiyet (genelde görülen birlik mührü)' kelimelerini, 'ehadiyetten vahidiyete geçiş' ve 'vahidiyet içinde ehadiyeti görme' gibi ifadelerle birbirlerine geçişli olarak kullanılır. Okuyucuların dikkatini çekmek için kullanılan örneklemelerde de bu geçişler tekrarlanır. Bu iç içelikte varılan sonuç: “Bir göze yerleştirilen atomun, ancak evrenin tümünün Yaratıcısının eseri olabileceğidir.” Örnek olarak şu alıntıyı yapabiliriz: "Şu kitabın bir noktası olan hurdebini bir huveynat [mikroskopik bir bakteri] ki, çok defa büyütüldükten sonra görünür. Dikkat et: Nasıl mu'ciznûmâ , hayret-fezâ bir misâl-i musağğar-ı kâinattır! [bu Mucize , hiçbir sebebin yaratamayacağı, insanları hayrette bırakacak, evrenin küçültülmüş bir örneğidir]... Onu yazan, bütün kâinatı da o yazmıştır:" "Parçadan bütüne ve bütünden parçaya sürekli dönüşler yapılmalıdır. Bu dairesel dönüşüm anlamanın vazgeçilmez bir özelliğidir." (Nakleden, Gadamer, Truth and Method, 167.) derken Schleiermacher, metinlerin anlaşılmasında parça-bütün ilişkisinin ihmal edilemezliğini dile getirir. Yalnız şurası unutulmamalıdır ki, insanların sınırlı kapasiteleri ile kullandıkları cümlelerde ve yaptıkları işlerde bu parça-bütün arasındaki geçişli dairesel döngü evrensel anlamda kullanılmaz; yalnızca kısmen geçerlidir. Devam edeceğiz inşAllah..Katkılarınızı bekliyoruz.. “Bölüm 4”’te görüşmek üzere Saygılarımla Terapi
  16. Bir katkıda benim olsun.. İslamiyet inanç esaslarında sizlerin söylediği şekilde bir molla boyutu vs. Asla yoktur. Bu tarz eğilimler ve düşünceler o bölgenin insanlarını bağlar. Molla kelimesi ile bugünki Bilimselci arkadaşımızın söylemiş olduğu akımı ayırt etmek gerekir. Molla kelimesi " Eskiden büyük âlimlere verilen isim. Büyük kadı. Efendi, hoca, Medrese talebesi." vs birsürü mana içerirken, Şia İfrat ve tefrit ve dünyevi sebebler yüzünden Ehl-i Sünnet ve Cemaat Mezhebinden ayrılan bir fırkadır. şeklinde tanımlanır. Bizlerde inanan insanlar olarak bu tarz yönelişlere karşı uyanık olmak durumundayız. Ben bir çok yazmış olduğum çalışmalarımda Dini ilimlerle pozitif bilimin asla birbirinden ayrılamayacağını ve bunlar arasındaki ayrımında asla mümkün olmadığını defaatle ifade ettim. Bence bizler her zaman olduğu gibi Esas kaynaklara yönelirsek bir çok problemimizi halletmiş oluruz. İslam inancının temel 2 kaynağı vardır. Kur'an-ı Kerim ve Efendimizin Sünneti... Saygılar
  17. Sevgili arkadaşlar. Bakınız yeryüzünde hangi inanç sistemi olursa olsun, yaklaşım olarak bizler inanç sistemini yaşayanlara bakarak yorumlamamalıyız. Tabiki teoride herkesin inandığı gerçekleri yaşaması gerekir. Fakat söylem eylem birliği bugün bir çok insanın başaramadığı bir hadisedir. Ve bu insanların problemidir. İnanç sistemlerinin değil. O sebeple ben hiçbir inanç sisteminin savunucularına bakılarak yargılanmasını doğru bulmuyorum. İnanç sistemine ait temel ilkeler ve ölçüler bellidir. Esas bakılması gereken yer orasıdır. İnsanların hataları ve yanlışları insanları bağlar, inanç sistemlerini değil. Ama konunun şu yönü gerçekten doğru. İnsanlar inandıkları ve savundukları doğruları azami derecede yaşamalıdırlar. Bu konuda haklısınız. Fakat yapılan yanlışları kişilere değilde savundukları davalarına mal etmekte tabiki doğru değildir. Bugün özellikle müslümanlar İslamiyeti doğru öğrenmeli ve yaşamalıdır. Bizler eğer İslamiyetin hak ettiği doğruları hayatımızda göstermiş olsaydık. Hiçbir şey anlatmamıza gerek kalmazdı. Hal dilimiz herşeyi bir güzel anlatırdı. Biz müslümanların birinci görevi söylem ve eylem tutarlılığıdır. Sevgiler.. Terapi
  18. Peygamber Efendimiz (s.a.v) Aşağıdaki karşılaştırmada Efendimizi kabul edip dünyasına davet edenlerin neler kazanacağı ve O’nu dünyasından söküp atanların neler kaybedeceği kısaca özetlenmiştir. Peygamber Efendimizden Önce: • Kainat umumi bir matem yeriydi. Her şey amaçsız ve tesadüf gibi algılanıyordu. • Bütün mevcudat (var edilmiş her şey) mana aleminde birbirine düşmandı. • Bütün cansız varlıklar birer cenazeydi. • İnsanlar ebedi yokluğa mahkum yetimler hükmündeydi. Öldükten sonra kendilerine ne olacağını açıklayacak, ruhlarındaki ölümün verdiği yok olmanın acısını dindirecek kimseleri yoktu. Peygamber Efendimizden Sonra: Yukarda özetlediğimiz konulara ait denklemler Efendimizin getirdiği hakikatlerle aşağıdaki hale dönüşmüştür. • Kainat O’nun nuruyla birden şenlenerek çoşup taşan muhteşem bir zikir ve şükür mescidine dönüşmüştür. Her şey O’nun nuruyla mana kazanmıştır. • Mevcudat artık birbirine düşman değil, kardeş olmuş, dost olmuştur. (İnsanlar eskiden acaba bu güneş patlarda bize zarar verir mi, acaba yıldızlar gelip dünyamıza çarpar ve bizi yok eder mi ? şeklinde var edilmiş olanları düşman olarak algılamaktan kurtulmuştur. Çünkü O’nun nuruyla biliriz ki her şeyin dizgini Allah’ın elindedir. Her şey O’nun emrinde çalışır. Zarar da menfaatte Yüce Yaratıcının elindedir. O sebeple hiçbiri başıboş değildir. Demek ki korkmaya gerek yoktur. Örnekler artırılabilir. ) • Cansız varlıklar, cenaze hükmünden kurtulup, Allah’ın sonsuz hikmetine sahip olmuş, insanların emrine verilmiş birer memur mertebesine inkilab etmiştir. Her birisi başıboşluktan kurtulmuş ve Yaratıcısının Esmalarına ayine olma şerefine kavuşmuşlardır. ( Mesela bir çiçek solmaya yüz tutmuşken, Yaratıcısının Yaratma Sanatının güzelliğine ayna olması yönüyle artık bir memur olmuş ve yokluktan kurtulmuştur. Hayat bulmuştur. Amaçsızlıktan ve başıboşluktan kurtulmuştur.) Ve tabi ki en büyük değişim biz insanların durumunda yaşanmıştır. Çünkü Var edilmişler içersinde en fazla donanıma sahip olanlar bizleriz. İşte Hz.Muhammed (a.s)’in nurunun insanlığa lütfettiği en büyük kazanım şudur ki. İnsanlar ebedi bir yokoluşla karşı karşıyadır. Dünyaya geliriz, sımsıkı buraya bağlanırız. Ailemiz, işimiz ve sevdiklerimiz olur. Müthiş bir temel kurarız burada. Ve asla bitsin istemeyiz. Uzun uzun hedeflerimiz vardır. Fakat hiç beklenmedik bir anda birden bütün işlerimizi bitiren bir ölüm gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kalırız. Bizlere tercih hakkı tanınmaz. Tolerans gösterilmez. İşlerimizin çokluğuna ve fazlalığına bakılmaz. O an geldiğinde bir yardımcıda bulamayız. Peki ne olacak yok mu olacağız. ? Öldükten sonra bize ne olacak…? İşte Hz.Muhammed (a.s)’in nuru insanlığı ebedi bir yokoluşun çaresizliği karşısında yalnız bırakmaz, insanlığı bu çaresizliğinden alır, onu sonsuz saadetler ülkesi olan Cennet’e davetli aziz bir misafir rütbesine yükseltir. Kısacası gecemize gündüze, kışımızı bahara çevirir. Varlığının kaç bahara bedel olduğunu bilmeyenler, yokluğunun ıstırabını nasıl duysunlar Sevgili Efendim. ? Buyurunuz var mısınız ? Ebedi bir yokoluşa sırt dönüp, sonsuz cennetlere davetli birer misafir olmak ister misiniz..? Saygılarımla Terapi
  19. Sevgili Aynur k yukarda veda hutbesinde bahsedilen ve bazı ayetler geçen bu ifadenin ne anlatmak istediği hakkında açıklamalar yaptım. Oraya bakabilirsiniz. Eğer yetersiz kalırsa sorularınıza ilave cevaplar verebiliriz. Saygılarımla Terapi
  20. Kaldığımız yerden devam ediyoruz inşAllah... Lütfen dikkatlice zaman ayırarak okuyalım. Çok ama çok önemli.... “Alem Tasavvuru” Düşünürlerin çoğu evrenin bir kitap gibi anlamlı olduğunu söylediler ve onu yorumlamaya çalıştılar. Spinoza gibi bazı düşünürlere göre, bir metni bile yorumlamanın metodu, evreni yorumlama esasına dayanır. (Gadamer, Truth and Method, 159.) Evrenin anlamlı bir kitap olduğunu söylemek doğrudur ama, esas sorun bu kitabın tanımının nasıl yapılacağındadır. Anlamlı bulmakla birlikte, hiçbir mantıksal gerekçeye dayanmaksızın, evreni, rastlantılar sonucu kendi kendine var olan bir kitap gibi görenler, onu 'tabiat kitabı' (book of Nature) olarak nitelendirdiler. Bu anlamlı kitabın bir Yazıcısının olması gerektiğini kabul edenler ise onu, 'İlâhi kitap' (book of God) olarak gördüler. Bir İslam Alimi olan Nursi, bir harfin bile yazıcısız olamayacağını apriori olarak anlayabilen insanlar, "nasıl bir harfinde bir kitap yazılan şu kâinat kitabını kâtipsiz zannediyorlar?" diye hayretini dile getirir.O’nun gözünde kâinat, antika bir kitap gibidir. Her bir harfi sanki zümrüt, elmas, inci gibi kıymetli taşlarla yazılmış, okumasını bilen ya da bilmeyen herkesin hayretle karşıladığı bir kitap. Hakikatini anlamak isteyenler için o kıymetli mücevherlerin her biri, anlamındaki güzelliklere işaret eder. Bu Zat, her bir varlığın evrensel bir hakikati olduğunu savunur. Ona göre her şey, düşünebilen yaratıkların incelemeleri için Rableri tarafından gönderilmiş bir mektuptur. Harika bir sanat eseri olan bu mektubun her harfi yazarının özelliklerini tanıtır. Bu özellikler ise, her zaman her yerde görünen evrensel hakikatlerdir. Küçük ya da büyük her bir mevcudu sonsuz anlam ifade eden şu evrenin dayandığı hakikatler ise, Yaratıcısının Esma-i İlâhiyesidir. ( İlahi sıfatlarıdır.) Evreni anlamanın ancak Yaratıcısı ile ilişkilendirilmek suretiyle mümkün olduğunu savunan Nursi, bu ilişkilendirilmenin Yaratıcının İsimleri aracılığı ile yapılması gerektiğini vurgular. İslâm düşünce tarihinde Esma-i İlâhiyeye dayandırılarak evreni anlama çabaları, aslında, Kur'an'ın rehberliğinde düşünme geleneğinin bir ürünüdür. Örneklerini daima herkesin her zaman gözlemleyebileceği varlıklardan seçen Kur'an'a (Örnek olarak Kur'an'ın şu âyetlerine bkz. 80:24-32, 79:27-33; 88:17-20; 30:50; 36:77-81; 16:3-2. ) uyarak Nursi de, risalelerinde basit örneklerle evren-Esma-i İlâhiye ilişkisini okuyucularına göstermek ister. Meselâ, bir çiçeği ele alır ve herkesin bildiği özellikleriyle Yaratıcısının İsimlerini nasıl zikir ettiğini uzun uzun anlatır. Yani, çiçek bir görev yapar. Kendini Yapanın vasıflarını ilân eder. Bilinçli, düşünen insanlar da bu ilânı okuyup anlamakla görevlidir. Yeryüzü de bir çiçek gibidir, o da bir tesbih görevi yapar. Yani, üzerinde ilân ettiği Yapıcısının özelliklerinin, ancak tüm evrenin Yapıcısına lâyık özellikler olduğunu, yani Onun, Yaratıcı tanımına uymayan eksikliklerden uzak olduğunu gösterir. Görünüşte bilinçsiz katı madde gibi görünen her bir mevcudun, canlı ve bilinçli, birbirleriyle bağımlı, iç içe geçmiş tesbih görevleri vardır. Bir ağaç, hem bütün bir ağaç olarak, hem de o ağacın yaprakları, meyveleri, çiçekleri de ayrı ayrı kendi başlarına bir bütünlük içinde Yaratıcılarına tanıklık yaparlar. Her mevcut anlamlı bir cümledir. O mevcudu oluşturan parçaları ise birer kelimedir. İnsanlar konuşurken kurdukları cümlelerin kelimeleri ve harfleri o cümlenin tüm anlamını taşımazlar. Nursi'nin gözlemlerinde, evrenin kullandığı dilde ise durum tamamen farklıdır. Her cümlenin taşıdığı mesajın tümünü, hologramda olduğu gibi, o cümleyi oluşturan her bir kelime de aynen taşımaktadır. Büyüklük ve küçüklük, bütün ya da parça oluş, ilân ettiği mesaj itibariyle, yapmış olduğu tesbih görevi itibariyle, farklı değildir. Bir meyvenin hücresi de ancak Yaratıcısının ilmi, iradesi ve gücü ile hareket ettiğini söyler. Bir ağaç büyürken de aynı ilânı yapar, gökyüzü denizinin oluşturduğu cümlenin kelimeleri olan güneş, yıldızlar ve gezegenler de hareket ederken aynı anlamı insanlara taşırlar. İnsan, varlıkların anlamsız olamayacağını anladığı zaman, onların ifade ettiği anlamları anlamaya başlar. Değilse, büyük veya küçük, bütün veya parça, tek başına veya birleşik olarak hiçbir şey insan için hiçbir anlam ifade etmez. Her şey ya tümüyle anlamlıdır, ya da hiçbir şeyin hiçbir anlamı yoktur. Çünkü evren bütün sözcükleriyle aynı mesajı taşıyan bir cümledir. Varlıkların anlam taşıma görevlerinin büyüklük ve küçüklükleriyle ters orantılı olabilecek bir sanat özelliğine de sahip olduklarına dikkati çeken Nursi, bir insanın en az tüm bir kâinat kadar yaratılış harikası olduğunu söyler. Bir çiçek bir yıldızdan daha az mesaj taşımaz. Bir çekirdek içindeki potansiyel ağaç, yani vücudu takdir edilmiş bir kaderî ağaç, bahçede cismanî vücut verilmiş bir ağaçtan daha vurgulu bir şekilde Yaratıcısının özelliklerini ilân eder. Çıplak gözle görülemeyecek kadar çok küçük bir zerre üzerine partiküllerle yazılmış bir kitap, gökyüzünde yıldızlarla yazılmış bir kitaptan daha harika bir sanat mucizesi olabilir. Nursi, evrenin anlamını anlamada rehber olarak kabul ettiği Kur'an ile evren arasında bir bütünlük kurar ve evreni, "cismânî bir Kur'ân-ı Sübhânî" olarak tanımlar. Kâinat ile Kur'an'ı özdeşleştiren bu ifadenin altında Kur'an ayetleri ile yaratılış ayetlerinin aynı kaynağı ve aynı özellikleri paylaştığı görüşü yatar. Anlam yaprakları bir gül goncası gibi iç içe sarılmış şu kâinat kitabının her sayfası bir kitap, her satırı bir sayfa kadar mana ifade eder. Kur'an ayetleri de, her devirde her insanın her halet-i ruhiyesine karşılık gelecek değişik anlamları içerir. Şimdiye kadar ortaya çıkan bütün fen bilimleri, keşfettikleri kurallarıyla, varlıkların dillerini inceleyerek aslında Yaratıcının özelliklerini çalışa gelmişlerdir. İslam düşüncesinde, yaratıcı ile yaratıklar, yani, Allah ile dünya arasındaki ilişkinin bilgisi, aslında, Allah'ı tanıma bilgisi olarak algılanır. Osman Bakar'ın ifadesiyle, "Bir Müslümanın Allah'ı tanıma çabasının temelli bir bölümünü, İlâhî yaratma fiilinin bir sonucu olan evren hakkındaki bilgisi oluşturur." (Osman Bakar, Tawhid and Science (Kuala Lumpur: Secretariat for Islamic Philosophy and Science, 1991), 62. Dikkatle incelenince, varlıkların taşıdıkları özelliklerin, Yaratıcılarının Esma ve Sıfatlarının yansımaları olduğu ortaya çıkar. Yaratıkları incelemek, Nursi'ye göre, İlâhi yaratma fiilini ve bu fiilin eserlerini Esma-i İlâhiye dürbünleriyle incelemek anlamında olmalıdır. Bu isimlerin müsemmasına, bu sıfatların sahibi olan Zat'a ancak bu yolla ulaşılabilir. Vahyin getirdiği haberlerin ışığı altında Kâinatı incelemek ve kâinatın şahitliği altında vahyi tasdik etmek demek olan Kur'an-kâinat denkliği böylece kurulmuş olur. Eğer bu denklik bozulursa, Yaratıcının kudretinin ve ilminin birer yansıması olan ve varlıkları bir düzen altına alan İlâhî yaratma fiilinin kanunları, bağımsız yaratıcı bir kudret sahibi gibi görülmek zorunda kalınır. Yaratıcının sonsuz özelliklerine şahitlik yaptığı için 'alem-i şehadet' diye anılan şu evrenin parçalarını bir düzene koyan "şeriat-ı fıtriye-i kübra-yı İlâhiyenin cilveleri" [Allah'ın yaratmasının evrensel kurallarının görüntüleri]ne, 'doğallık' izafe etmek gibi bir yanlışlık ortaya çıkar. Nursi, Yaratıcının evrensel kurallarının iki türlü olduğunu söyler. Biri, Allah'ın kelâm sıfatının tecellisi olan, âlem-i asgar diye nitelendirilen insanların davranışlarını düzenleyen ve insana uyması tavsiye edilen kurallardır. Diğeri, Allah'ın irade sıfatının tecellisi olan, makro insan diye nitelendirilen evreni (insan-ı ekber olan âlemi) düzenleyen ve evamir-i tekviniye, sünnetullah, kavanin-i âdetullah, yani yaratılış kanunları adıyla anılan kurallardır. Bunlar, itibarîdirler, yani var sayılırlar ve gözlemlenmeden apriori (zihinsel) olarak bilinemezler. İnsanlar ancak yaratılış gerçekleştikten sonra, yaratıcının yaratma biçiminden ampirik gözlemlerine dayanarak aposteriori kurallar çıkarabilirler. Yaratılış kuralları bilgi cinsindendir, varlık âleminde vücutları yoktur. Dolayısıyla, kudreti gerektiren yaratma fiili bunlara izafe edilemez. Bu kuralların, Yaratıcının kudret sıfatının özelliği olan tesir ve icada, yani yaratmaya kabiliyetleri olduğu hiçbir surette ne ispat edilebilir (provable), ne de doğrulanabilir (verifiable). Bu yaratılış kurallarına tabiat (nature) adını takmak tamamen yanlıştır. İslam geleneğinde, Allah'ın kanunlarının hem insan hayatında hem de âlemin yaratılışında aynen hakimiyetini sürdürdüğünü düşünmek oldukça yaygındır. Bu ikisi arasındaki fark, Allah'ın iki ayrı sıfatının tecellisinden kaynaklanır. Bir şeyin varlığı ancak Allah irade ederse mümkün olur; kendisi için irade edilen var oluş kuralına zorunlu olarak teslim olur. "Her bir varlığın var oluş kuralını bilmek, o varlığın İlâhi iradeye teslim oluş şeklini bilmek demektir.”( Bakar, Tawhid and Science, 71.) Bir teslimiyet dini olan İslamiyette bilimsel çalışmaların amacı da, varlıkların Allah'ın iradesine teslim oluşlarının kurallarını bulmak ve bu kurallar ağının dokumasıyla kendilerini gösteren İlâhî isimleri insanlara tanıtmak olmalıdır. Kur'an ile gönderilen anlatıma dayalı, yani sözlü kuralların, kâinatta görünen yaratılış kuralları ile iç içeliğini 'ayet' kelimesi güzel bir şekilde ifade eder. Kur'an'da ayet sözcüğü, hem Kur'an'ın cümleleri için ve hem de varlıkların her biri için kullanılır.(Örnek olarak şu ayetlere bakılabilir: 30:20-25; 45:3-13.) Bu durum, İslam dininde Kur'an gibi kâinatın da bir İlâhî vahiy olarak algılandığını gösterir. Gazali, kâinattaki her varlığın daha üst âlemde bulunan bir şeyin ayeti, sembolü olduğunu söyler. Evren bir ayet olarak algılanırken dikkat edilmesi gereken nokta, bu kelimenin imaj, kopya veya suret anlamına gelmediğidir. Ayet, kendinden başka bir şeye işaret eder ve işaret ettiği şeyin herhangi bir özelliğini kendinde bulunduramaz. Gadamer, "... gösterge (sign), kendi içeriğinde olan bir şeye işaret etmez. Hatta, işaret ettiği şeyin içeriğinin bir benzerini dahi kendisinde bulundurması gerekmez." (Gadamer, Truth and Method, 373) der. Demek ki, evrenin kendi Yaratıcısına bir ayet olduğunu söylemek, onun Yaratıcısına ait bir özelliği içermediğini belirtmek anlamına gelir. Evren, yalnızca, bilinçli bir gözlemleyici olan insanın kavrayabileceği dilde Yaratıcısını ilân eden ayetler bütünüdür. Nasıl ki, Kur'an, insan aklının kavrayabileceği düzeyde Yaratıcısının konuşmasıdır, yani tenezzülât-ı İlâhiyedir. Kâinat da, insan aklının kendi kapasitesince anlayabileceği düzeyde insana konuşan İlâhî kudret ve irade dilinin bir konuşmasıdır. O da bir tenezzülât-ı İlâhiyedir. Bu kısmında ulaşılan sonuçlar, Kur'an ile kâinat arasında ilişki kurmanın aşamalarındaki farklılığı belirtecek bir karşılaştırma yaparak özetlenecek Sevgili arkadaşlar.. Evreni yaratılmış olarak algılayanlar, evren ile kutsal metin arasında bir ilişki görürler. Çünkü her ikisi de Yaratıcıdan gelmektedir ve dolayısıyla vahiydir. Bu sonuç, Risale-i Nur'da benimsenmekle birlikte, onun farklılığı, bu iki vahiy türünü birbirleriyle ilişkilendirme biçimindedir. Bu ilişkilendirme biçimini üç aşamada değerlendirirsek, Risale-i Nur, üçüncü aşamayı temsil eder. Birinci aşama Kur'an: Kitap Kâinat: Kitap Her ikisi de Allah'ın vahyidir. Aralarında birbirlerinin anlaşılmasına yardımcı olan bir ilişki görülmez. - Kur'an kitabı Allah'ın Kelâm sıfatından, kâinat kitabı da Allah'ın İrade sıfatından gelir. - Kur'an, tarihsel bir kutsal metin olarak algılanır. - Kur'an'dan dinî ilimler, kâinattan fen bilimleri çıkarılır. Her iki bilimin de oluşumunda kullanılan metodlar birbirlerini etkilemezler. İkinci aşama Kur'an: Kelâm-ı İlâhî Kâinat: Kitap Her ikisi de Allah'ın vahyidir. Aralarında bir ilişki görülür ve bu ilişki tek yönlüdür: Kâinatın tanımı, Kur'an'dan alınan habere göre yapılır. - Madem Kur'an her şeyin Yaratıcısının Allah olduğunu söyledi. Öyleyse, kâinatın Yaratıcısının Allah olması gerektiği sonucuna ulaşılır. - Kur'an, Allah'ın İlm-i Ezelîsinden gelir ve fakat belli bir tarih dilimindeki konuşmasıdır. - Metodolojisinde, Allah'ın kitabı olan Kâinat, Kur'an ile gelen haberin doğruluğunu tasdik için şahit olarak kullanılmaz. - Dini ilimlerin oluşumunda kâinattan yararlanılmadığı gibi, kâinattan çıkarılan fen bilimlerinin oluşumunda da Kur'an'dan yararlanılmaz. Üçüncü aşama (Risale-i Nur'un bulunduğu aşama) Kur'an: Tekellüm-ü İlâhi Kâinat: Konuşan kitap Her ikisi de Allah'ın vahyidir. Aralarında karşılıklı ve sürekli ilişki vardır. Kur'an, kâinatı tefsir eder; kâinat, Kur'an'ın davasına bürhandır (Delildir.) - Kâinat, Kur'an'ın rehberliğinde okunur. Kur'an'ın davasına da kâinat şahitlik eder. - Kur'an Allah'ın İlm-i Ezelîsinden gelir ve her zaman "taze nazil oluyor" gibi okunur. - Kur'an, Allah'ı İsimleriyle bildirir. Kâinat da bu gaybî haberin doğruluğuna, kendisini Yaratanın İsimlerini ilân ederek şahitlik yapar. Böylece, marifetullaha ulaşmak için bir metodoloji çıkar. - Dini ilimler ile fen bilimleri birbirleriyle öyle kaynaşırlar ki, aralarında alan farkı kalkar; din ilimleri ve fen bilimleri ayırımı anlamsızlaşır. Devam edecek inşAllah.. Buyrunuz efendim.. Saygılarımla Terapi
  21. Arkadaşlar!!!! Gerçekten ayıp oluyor. Bu ne biçim bir ifadedir. "orumcek kafanizdan" kurtulunn artik! Tüm katılımcıları bu tip şeylere karşı sessiz kalmamaya davet ediyorum.. Unutmayınız ki sevgili erdoğan arkadaşımın güzel bir tespitiydi bu. Anlatacak bir şeyi olmayanlar , karşısındaki insanlara ve düşüncelerine hakaret ederler....! Ne güzel bir tanım oldu değil mi!
  22. Siyaset yapmayı sevmem. Fakat gerçeklerin ve doğrularında savunuculuğunu yapmaktan çekinmem..!! Bizleri yıllardır yöneten zihniyetin bizleri ne gibi krizlere sürüklediğini ve bizleri ne hale getirdiğini görmeyenlere son 10 yıldır ekonomimizdeki krizleri hatırlatırım. Bu krizleri yaşatan zihniyet hangi zihniyettir söylermisiniz lütfen.....???? Son 3 yıldır ekonomideki olumlu bir çok düzelmeyi hangi zihniyet başarmıştır. Onu da söyleyiniz lütfennn...?
  23. Hayatımda bunca çelişkili açıklamayı bir arada görmedim. Bazen en ufacık bir şeyde dahi dürüstlükten, ahlaktan dem vuranlar, yalanı bizlere tariflemeye ve öğretmeye çalışanlar bakıyorumda başka platformlarda nelerde söylüyorlar hayret doğrusu.... Bizler maksat ne olursa olsun amaç ne olursa olsun herkesin dürüst ve samimi olması gerektiğini savunuyoruz. "Köprüyü geçene kadar ayıya dayı demek" şeklinde mantıkları savunanlarıda hayretle gözlemliyoruz. Ne kadar da adil ve dürüst insanlarmışsınız... İslamda yalan yokmu diyecekleri duyar gibiyim. İslamda yalana müsade verilen durumlar ortadadır. Konuyla asla bağlantısı yoktur. Ne yani sayın arkadaşlar Bu memleketin kurulmasında büyük katkıları olan ve bu memleketin öz evladı olan Atatürk Türk Milleti ni aldatmışmıdır? Kandırmışmıdır? takiyye mi yapmıştır. ? Sahtekarlık mı yapmıştır ? Milletimiz bu kadar aptalmıdır? Değersiz midir? Akılsız mıdır? Bırakın böylesine mesnetsiz iddiaları birazcık tutarlı olun. Eğer Atatürkün yaptığı davranış dediğiniz gibiysede objektif olun dürüst olun ve GERÇEKLERİ SÖYLEYİN... Bir insan ancak savaş halinde düşmanını kandırabilir. Öz vatanının insanını kandırmak bilmem nasıl ifade edilir sizler daha iyi bilirsiniz.....??
  24. Sevgili Bilimselci: Buyurunuz yazmış olduğunuz ayete karşı açıklamamız: 34. Allah’ın onlara fazladan vermiş olduğu nimetler ve mallarından yaptıkları harcamalar sebebiyle, erkekler kadınlar üzerinde yönetici ve koruyup gözeticidirler. Saliha kadınlar ise itaatkârdırlar;(1) Allah kendilerini nasıl korudu ise, onlar da kocalarının yokluğunda onların hukukunu korurlar. Geçimsizliğinden(2) korktuğunuz kadınlara öğüt verin; sonra onları yataklarında yalnız bırakın; sonra da hafifçe dövebilirsiniz.(3) Eğer size itaat ederlerse, artık onlara karşı bahane aramayın. Çünkü Allah her şeyden yüce, her şeyden büyüktür. Dipnotlar: (1) Allah’a itaat eder, kocalarının haklarını gözetirler. (2) Nüşuz. Bu kelime 128’inci âyette de kocalar hakkında kullanılmıştır. Bir sonraki dipnotunda gelecek olan Tirmizî hadisinde ise, “apaçık bir ahlâksızlık, mesela aldatma olabilir.” deyimi geçmektedir. (3) İnsanlar arası ilişkilerin bir hukuk, bir de fazilet yönü vardır. 2:237’de işaret edildiği gibi, Kur’ân bir yandan hukuku belirlerken, bir yandan da insanlara bunun daha ötesini göstererek onları bir fazilet yarışına çağırır ki, dünya hayatının asıl amacı da, böylece, kimin daha güzel işler yapacağını belirlemektir. Âyette, erkeğin ve kadının karşılıklı sorumlulukları belirtilirken, bu sorumlulukların bir aile yuvasını tehdit edecek ölçülerde ihlâl edilmemesi için önlemler de aşamalı olarak belirtilmiştir. Bu aşamaların en başında güzelce öğüt vermek vardır. Ancak öğüt fayda vermez de iş inatlaşmaya giderse, bu defa yatağını ayırma şeklinde bir önlem devreye girecek, o da sonuç vermezse, en son çare olarak, hafifçe dövmeye başvurulabilecektir. Bu önlemler, meselenin vahamet kazandığı ve yuvayı tehdit etme istidadı taşıdığı yerde devreye girebilecek ve son derece dikkatle, hakka tecavüz etmeden ve Allah’tan korkarak başvurulacak olağanüstü önlemlerdir;yoksa aile içi ilişkilerde kocanın karısını dövmesini esas alan bir uygulama değildir. Bu, işin hukuk tarafıdır. Hafifçe dövme hadisesi ekstrem bir olaydır. Genelleme yapmak yanlıştır. Belkide milyonda bir insanın karşılaşacağı hadisedir. Ki islam bunu hukuk gereği olarak koymuş hemen başvurun hakkınızdır dememiş. Olayları çarpıtmayalım..Çok daha detaylı bilgi için İslam hukuku uzmanlarına başvurulabilir. Bundan önceki ve sonraki âyetlerle birlikte konu bir bütün olarak incelendiğinde görülecektir ki, Kur’ân’ın aile hayatında gerek erkeğe, gerekse kadına gösterdiği hedefler, karşılıklı hukuka riayet etmenin de ötesinde, bir fazilet yarışı niteliğini taşımaktadır. Bu yarışta örnek alınacak ise, hiç kuşkusuz, Kur’ân’ın canlı timsali olan Peygamber Efendimizdir ki, onun hayatı boyunca bir kadına el kaldırmak bir yana dursun, kalp kırıcı bir söz söylediğini dahi gören olmamıştır. Onun tavsiye ve buyrukları da hep kadınlara iyi muamele yönünde olmuştur. Peygamberimizin bu konudaki yakınmaları az değildir. Bir hadislerinde “Sizden birisi, karısını köle döver gibi dövmeye kalkışıyor; halbuki akşam onunla aynı yatakta yatacaktır” (Buhârî, Tefsir: 91; Müslim, Cennet: 49) buyuran Peygamberimiz, başka bir defa da “Birçok kadın Muhammed ailesine gelerek kocalarını şikâyet ediyor. Kadınlarını döven o kimseler sizin hayırlınız değildir” (Ebû Davud, Nikâh: 42) şeklindeki sözleriyle, konunun ciddiyetine karşı ümmetini uyarmıştır. “Mü’minlerin imanca en mükemmeli, ahlâkı en güzel olanıdır; hayırlılarınız da kadınlarına karşı hayırlı olanlardır” (Tirmizî, Radâ’: 11) buyruğu da Peygamberimizin iyi bilinen hadislerindendir. Ünlü Vedâ Hutbesinde ise, Peygamber Efendimiz, bu âyeti tefsir ederek uygulanmasına açıklık getirirken, aynı zamanda, kadınlara karşı iyi davranmayı da vurgulamıştır: “Ashâbım! Size, kadınlara iyi davranmanızı tavsiye ediyorum. Çünkü onlar sizin himayenize verilmişlerdir. Apaçık bir ahlâksızlık işlemedikleri takdirde, onlar üzerinde zorbalığa hakkınız yoktur. Eğer apaçık bir ahlâksızlık işleyecek olurlarsa, onları yataklarında yalnız bırakın, sonra da acıtmayacak şekilde dövün. Size itaat ettikleri takdirde, artık onlara karşı bahane aramayın.” (Tirmizî, Radâ’: 11.) İtaatten kasıt olarak yanlış şeyler anlamayalım. Kadınlık görevidir.Namusunu koruması, evine bakması, sosyal hayatta aktif vs. manalarını içerir.. Şimdi basit meal okuma mantığıyla : İslam kadınları dövmeyi teşvik ediyor emrediyor diyebilir misiniz? Ve birde günümüz medeni insanlığının kadınlarıma yaptıklarına bir bakınız birazda onları tetkik ediniz.? Saygılarımla Terapi
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.