Terapi tarafından postalanan herşey
-
Kimler ataizme meyillidir?
Evet Sayın yam yam işte size cevabımdır. Lütfen tüm forumdaki arkadaşlar bu hali gözlemlesinler ve katılımda bulunsunlar. Yeter artık. Her konuda böyle kulaktan duyma şeylerle hareket edilmeyeceğini görsünler. Bakınız sayın yam yam siz benim bir önceki yazmış olduğum yazıyı gene klasik olarak doğru okuyup doğru yorumlayamadınız. Ben bir önceki yazımda yazdığım cümleyi sizinde alıntı yapmış olduğunuz cümleyi Bilim ve Teknik derğisinden aldım. Fakat siz gene doğru okuyup doğru yorumlayamadınız kapasite meselesi bu tabiki !! Alman fizikçilerinin son hesaplarına göre Dünya ve Güneş arasındaki mesafe 100 yılda bir on metre kadar açılmakta. Alman fizikçi orada yörüngeden bahsetmiyor dünya ile güneş arasındaki mesafeden bahsediyor. Ben çizilen yörüngeden bahsediyorum sen ise yörüngedeki benim söylemiş olduğum o ufak sapmaların oluşturduğu genişlemeden bahsediyorsun. Bu genişleme bizzat Kur'an tarafından zaten bize “genişleyen evren” tabiriyle bildiriliyor. Bu nu zaten bilmeyen yok yani :) Gerçi sen şeker bulmuş gibi sevinmişsin ama .. Yoksa sen dünya ile güneşin arasındaki mesafenin hep aynı olduğunumu zannediyorsun yam yam :) Çok komiksin. Gene rasgele bi kopyalama yaptın ama olmadı sanırım he ne dersin yam yam.... Bazı bilgiler: Dünya’nın Güneş etrafındaki hareketi sırasında izlediği yola yörünge denir. Dünya’nın yörüngesinden geçen düzleme yörünge düzlemi veya ekliptik düzlem adı verilir. (Dünyamız Güneş çevresinde dolanırken yumurta biçiminde bir yol izler. Bu yola dünyanın yörüngesi denir. Yerkürenin içinden geçip, kutupları birleştirdiği varsayılan eksen dünyanın yörüngesine dik değildir. 23,5 derece eğik durumdadır. Bu nedenle Dünya üzerindeki herhangi bir yere Güneşin ışınları yıl boyu aynı eğimle gelmez. Yılın kimi zamanları ışınlar dik olarak gelir. Bu yörelerde gündüzler uzun, havalar sıcak olur. Kimi zaman ışınlar eğik gelir. Bu durumda da gündüzler kısa, havalar soğuk olur. Bu sıcaklık ayrımları mevsimleri oluşturur. Bir yılda dört mevsim vardır. ) Dünya yörüngesi 939 milyon km uzunluğundadır. Dünya bu yörüngede ortalama 107.118 km/h’ten (saniyede 30 km) daha hızlı dönmektedir. Dünya’nın güneşe olan ortalama uzaklığı 149.5 milyon km’dir. Dünya’nın yörüngesi elips şeklindedir. Bu nedenle Dünya’nın Güneşe olan uzaklığı yıl içerisinde değişir. Bilim ve Teknik yazmış olduğum mesajda yörüngeden bahsediyor yam yam uzaklıktan değil....... Çünkü çizilen bu yörünge vasıtasıyla yıl içersinde uzaklık değişimleri yaşanır. <<< Evet yam yam dünya o kadar büyük bir çapta yörünge izler ki, bu çapta olabilecek az bir miktar sapmamın ( yani yörüngedeki sapmadan bahsediyorum.) senin dediğin manada mesafe olarak karşılığı tahmin edemeyeceğin kadar büyüktür..İnanılmaz mesafeler oluşturur. >>>> Evet işte böyle muhteşem bir denge vardır….. Devam edelim…. Evrendeki büyük dengenin en önemli nedenlerinden biri, kuşkusuz gök cisimlerinin belirli yörüngeler izliyor olmasıdır. Yıldızlar, gezegenler ve uydular hem kendi etraflarında, hem de bağlı bulundukları sistemle birlikte dönmekte, evren tıpkı bir fabrikanın dişlileri gibi ince bir düzen içinde çalışmaktadır. Evrenin görebildiğimiz kısmında 100 milyardan fazla galaksi mevcuttur ve küçük galaksilerde yaklaşık bir milyar, büyük galaksilerde ise bir trilyondan fazla yıldız bulunur. Bu yıldızların pek çoğunun gezegenleri, bu gezegenlerin de uyduları vardır. Tüm bu gök cisimleri çok detaylarla hesaplarla saptanmış yörüngelere sahiptir. Ve milyonlarca yıldır her biri kendi yörüngesinde diğerleriyle kusursuz bir uyum ve düzen içinde akıp gitmektedir. Bunların dışında pek çok kuyruklu yıldız da kendisi için tespit edilmiş olan yörüngede yüzüp gider. Evrendeki yörüngeler sadece bazı gök cisimlerine ait değildir. Güneş Sistemimiz hatta diğer galaksiler, başka merkezler etrafında büyük bir hareketlilik gösterirler. Dünya ve onunla birlikte Güneş Sistemi her yıl, bir önceki yerinden 500 milyon kilometre uzakta bulunur. Gök cisimlerinin yörüngelerinden en ufak bir sapmanın bile sistemi altüst edecek kadar önemli sonuçlar doğurabileceği hesaplanmıştır. Tekrardan bakarsak Dünya yörüngesinde, normalden fazla veya eksik 3 milimetrelik bir sapmanın yol açabilecekleri, Bilim ve Teknik'in Temmuz 1983 sayısında şöyle tarif edilmektedir: Dünya, Güneş çevresinde dönerken öyle bir yörünge çizer ki, her 18 milde doğru bir çizgiden ancak 2,8 milimetre ayrılır. Dünya'nın çizdiği bu yörünge kıl payı şaşmaz; çünkü yörüngeden 3 milimetrelik bir sapma bile büyük felaketler doğururdu: Sapma 2,8 yerine 2,5 milimetre olsaydı, yörünge çok geniş olurdu ve hepimiz donardık; sapma 3,1 milimetre olsaydı, hepimiz kavrularak ölürdük. Gök cisimlerinin bir başka özelliği de, yörüngelerinin dışında bir de kendi etraflarında dönmeleridir. Kuran'daki "Dönüşlü olan göğe andolsun." (Tarık Suresi, 11) ayeti ise tam da bu gerçeğe işaret eder. Elbette, Kuran'ın indirildiği dönemde insanlık, günümüzdeki gibi uzayı milyonlarca kilometre uzaklara dek gözlemleyecek teleskoplara, gelişmiş gözlem teknolojilerine, modern fizik ve astronomi bilgilerine sahip değildi. Dolayısıyla uzayın, ayette bildirildiği gibi, "özen içinde yollar ve yörüngelerle donatılmış" (Zariyat Suresi, 7) olduğunu, o dönemde bilimsel olarak tespit edebilmek imkansızdı. Ancak o çağda indirilmiş olan Kuran-ı Kerim'de bu gerçek bizlere açıkça haber verilmiştir ve bu, Kuran'ın Allah sözü olduğunun delillerinden yalnızca bir tanesidir. Son bir ekleme. Evet bu yörünge öyle hassas ayarlanmıştır ki. Sapmaların hayatımız üzerindeki etkisi ihmal edilecek kadar azdır.. Yam yamın mesajında altını çizdiği gibi :))) Rabbim ne büyük Rahmet Sahibisin.. Teşekkür ederim Rabbim. yorumsuz........ Artık sana yorum dahi yapmayacağım.. Saygılarımla Terapi Kısa bir ilave.... yam yam mesajında demiş ki ; " Fizikçi, güneş ve dünya arasındaki mesafenin niçin açıldığının yerçekimi fiziğindeki bilgiler ve yöntemlerle açıklanamadığını........" alıntı yaptığın yerler dahi bir yerden sonra açıklama yapamıyor.....Sen neyin iddiasındasın yam yam ...?? Biz herşeyi açıklayabiliyoruz çok şükür. Çünkü bize Rabbimiz öğretiyor...... Yorumsuz....
-
Kimler ataizme meyillidir?
yam yam gene kopyala yapıştırlarla sadece inat yapıyorsun cevabımı bekle.. Her forumda aynı hatalara düşüyorsun okuduğunu dahi doğru anlayamıyorsun.... Sana akademik olarak bir cevap verecegim korkma bekle..
-
Aişe Konusu
..... Yapmayın sayın yam yam kaynaklardan doğru faydalanan bütününe bakın..Sadece kendi mantığınıza uyan kısımlara bakmayın. Okuduğunuz kaynaklarda binlerce örnek var Efendimizi öven, adalatinden güzelliğinden bahseden onlarada bakın....artık şu önyargı gözlüğünüzü çıkarın... Bakınız yukarda bizzat sizin yazdığınız beyanatta Hz. Aişe annemiz diyor ki, ben çocukluk çağımda artık iyi kötüyü yanlışı ayırt etmeye başladığım zamanda, yani doğduğum zamanda değil kendimi bildim bilelim ailem İslamı yaşıyordu diyor. Hz. Aişe annemiz demekki İslam dan önce doğmuştur. Kendisini bilmeye başladığındada İslam artık evleride yaşanır olmuştur. Demekki nübüvvetten önce doğmuştur. Cümleleri doğru okuyalım ve doğru yorumlayalım lütfen...
-
Kimler ataizme meyillidir?
Evet soruyorum. Ortada bir alem var değilmi. Bir düzen ve intizam var değil mi? yani bir varoluş var. Bunu kimse inkar edemez. Peki bu varoluşu nasıl açıklayabilirsiniz. Eğer yam yam sende varoluşu meydana getirme kabiliyeti ve gücü var ise. Sen bu varoluşu açıklayabilirsin. Buna gönülden inanıyorum. Mesela bu güne kadar hiç görmediğimiz ve asla bir emsali kainatta bulunmayan birşeyi yokluktan gözlerimizin önünde varlığa getir. Varoluşunun bizzat sendeki bir güç ve iktidardan kaynaklandığını görelim. Bizzat ben senin varoluşu açıklayabileceğini savunacağım. Eğer yoksa aşağıdaki cümlemi ciddi ve dikkatlice oku. Varoluşu var edilmişler açıklayamaz. Varoluşu bizzat Vareden açıklayabilir. O ise Kudret sahibi olan Yaratıcı'dır. O varoluşu gönderdiği ilahi kitaplar ve peygamberlerle açıklar, biz gibi varedilmişler ancak varoluşu gözlemleriz. Ya Varedenin sözüne kulak verir doğru gözlemlere ulaşırız, yada Varedenin sözüne kulak tıkar yanlış gözlemlerle tesadüf gibi akla ve bilime asla uymayan açıklanamaz yollara saparız. Bizler sadece birer gözlemciyiz. Bunu asla unutmayınız. Gerçekliğinizle yüzleşip kendinize geliniz.... Nasıl dünyada düzen yok..Senin saydıkların depremler volkanlar, dünyanın oluşurken geçirdiği serüven vs dahi o düzenin bir parçası yamyam:) Onların oluşabilmesi dahi bir düzenle intizamla gerçekleşiyor. Ben bir deprem uzmanıyım sana bir ara vakit bulunca öğretirim deprem esnasındaki inanılmaz hadiseleri... Dünyanın ve tüm evrenin varlığını sürdürebilmesini tesadüflere bağlamak çok büyük bir yanılgı . Aslında dünyadaki ve evrendeki düzen, tesadüfe kesinlikle yer olmadığının ve Allah'ın sonsuz gücünün açık bir delilidir. Çok küçük bir örnek.Böyle milyonlarca örnek var. Dünya, Güneş çevresinde dönerken öyle bir yörünge çizer ki, her 29 km'de bir doğru çizgiden yalnızca 2.8 milimetrelik bir sapma gösterir. Eğer bu sapma 0.3 milimetre az veya 0.3 milimetre daha fazla olsa, yeryüzündeki canlılar donarak veya kavrularak ölürlerdi. Küçük bir bilyenin bile milim şaşmadan aynı yörüngede dönebilmesi neredeyse imkansızken, dev kütlesiyle dünya böyle bir dönüşü gerçekleştirir. Dünya böyle bir yörünge çizmeyi Kim'den öğrenmiştir. Yam yam. Milyonlarca örnek verebilirim böyle......Haydi artık doğru sorular sormayı öğren
-
yamyam, merak ediyorum...
yam yam arkadaş, bütün bu araştırmalarını, dinine tutunacak ve içini ısıtacak deliller arayarak mı yaptın, yoksa fırsatlar arayıp bir an önce inkar etme psikolojisi ile mi yaptın. Söylermisin lütfen. Ne tür bir yaklaşımla bu araştırmaları yaptın. Öyle bir tanrı yok diyorsun... Neden peki? Dinimizde ne aradın da bulamadın ? Kısa bir not: Dinler birbirinden etkilenmemiştir. Benim ifade ettiğim din tanımına uygun olarak deriz ki: Bütün dinleri gönderen Allah'tır. Hepsinin kaynağı aynıdır. Fakat bir çokğu insanlar tarafından tahrip edilmiştir. Ta ki İslam gelene kadar. İslam son dindir. son din olduğu için koruyucusu bizzat Allah'tır. Dinlerin birbirine benzemesinin espirisi kaynağının aynı olmasıdır. Çünki tek bir kaynak var :) o da Allah. İnançsız insan yoktur. Her yaşam tarzı, her bakış açısı ve her türlü düşünce bir inanç sisteminin ta kendisidir. Saygılarımla yam yam arkadaşım bu konuyada cevap yazamadı henüz beklemedeyiz. Açıklama bekliyoruz...
-
Aişe Konusu
YAM YAM ısrarlar sorduğum sorulardan kaçıyorsun. Hiçbirisine oturupta detaylı açıklayıcı cevaplar veremiyorsun. Diline habire bazı meseleleri takmışsın. Konuyu deşip deşip duruyorsun. Sen öncelikle benim bütün yorumlarımı kütfen oku. Bütün yazdıklarımı lütfen vakit ayırıp incele ve tetkik et ve bana cevap ver. Tabiri caizse kaçak dögüşmeyi bırak oldumu.. Bak yamyam iyi oku Soru : Peygamberimizin Hz. Aişe ile evliliğini diline dolayanlar en çok onun yaşına takılıyorlar. Gerçekten Hz. Aişe annemiz çocuk denecek yaşta mı evlenmişti? Bununla ilgili bizleri bilgilendirirseniz memnun oluruz. Cevap : Hz. Aişe Validemizin doğum tarihiyle ilgili bir takım görüşler ileri sürülmüştür. Bunun sebebi ise o dönemde çocukların doğum tarihine önem verilmez ve tespit edilmezdi. Bilahare çocuk meşhur biri olursa insanlar onun doğum tarihiyle ilgilenir ve tespite çalışırlardı. İşte Hz. Aişe validemiz (r.a) için de böyle olmuştur. O’nun peygamberliğin dördüncü yılında doğduğunu söyleyenler, Mekke döneminin sonunda da Hz. Muhammed (s.a) ile evlendiğini iddia ederek; bu evliliği dokuz yaşında yapılmış gibi göstermeye çalışmışlardır. Bunun doğru olmadığını Hz. Aişe validemizden yapılan bir rivayet ortaya koymaktadır: "Hz. Muhammed henüz Mekke de iken ve bende oynayan bir çocuk iken "onların vadeleri kıyamettir. Kıyamet ne dehşetli ve ne acıdır!" mealindeki (kamer s. 46) ayet inmişti... (Buhari 1.cilt Telifil Kur’an bahsi)" Bu sure Mekke devrinin birinci döneminde(4. yıl) inmiştir. Hz.Aişe validemiz bu sure ve ayetleri net olarak hatırladığına göre yukarıdaki iddianın doğru olması mümkün değildir. Olayları ayrıntılarıyla hatırlayabilmek ve sokakta oynayan bir çocuk olması için en az beş veya altı yaşında(veya daha büyük) olması gerekir. Kamer suresi Mekke devrinin dördüncü yılında indiğine göre dördüncü yılda beş-altı yaşında olunca Hz. Peygamberle evlendiği zaman en az ondört – onbeş yaşında olması gerekir. Bunu doğrulayan bir başka delil ise kız kardeşi Esma’nın durumudur. Kardeşi Esma Abdullah bin Zübeyir’in annesidir. Esma yüz yaşına kadar yaşamış ve Hicretin 73. yılında vefat etmiştir. Hz. Aişe validemizden on yaş daha büyüktür. Hz. Ebu Bekir (r.a) kızı Esma ve oğlu Abdullah Abdul Uzza’nın kızı Kayleden, Hz. Aişe ile Abdurrahman ise Ümm-i Rümandan doğmuşlardır. Hz. Esma yüz yaşında ve hicri 73. yılda öldüğüne göre hicret esnasında 27 yaşında olması gerekir. Bundan on yaş küçük olan kardeşi Hz. Aişe validemizin de 17 yaşında olması gerekir ki bu da aşağı yukarı Buhari de Hz. Aişe’nin kendi hadisindeki ifadeye uygun düşmektedir. Bu dönemde inen Kur’an sure ve ayetlerini teferruatıyla hatırlayan bir çocuğun en az bu yaşlarda olması gerekir. Buna göre ise peygamberlikten dört yıl önce doğmuş olduğu kesinlik kazanmaktadır. Böyle olmasını gerektiren bir başka sebep ise Hz. Muhammed (a.s) ın eşinin vefatıyla çocuklarının bakıma ihtiyacının olmasıdır. Kızı Fatıma henüz çocuk yaşta ve bu işin üstesinden gelecek durumda değildir. Bu nedenle evini idare edip çocuklarına sahip çıkacak bir eşe ihtiyacı vardır. Dokuz yaşında bir çocuğun bunları yapması mümkün değildir. Ayrıca peygamberimizin kızı Fatıma (r.a) nın peygamberlikten bir yıl önce doğduğu ve hicretin ikinci yılında da Hz. Ali ile evlendirildiği bilinmektedir. Evlendiklerinde Hz. Ali 21 yaşından biraz büyük Fatıma’nın ise 15 yaşından biraz fazla olduğu bilinmektedir. Hz. Fatımayı Hz. Ali ile evlendirmeden önce Ebu Bekir ve Ömer(R.A) onunla evlenmek için peygamberimizden istemişler, ancak peygamberimiz onlara cevap vermemiş ve Hz. Ali ile evlendirmiştir. Buradan hareketle şunu söylemek istiyoruz: Bu bölgede ve bu zamanda kız çocukları dokuz yaşında evlenecek çağa geliyor ise niçin peygamberimiz evinde büyüttüğü Ali ile Fatımayı evlendirmek için 15-16 yaşına kadar beklemiştir? Yine dava arkadaşları onunla evlenmek istediklerine göre bu kadar süre (6-7 yıl) niçin beklemiş olsunlar? Hz. Muhammed (a.s) ile kendi kızını dokuz yaşında evlendirmiş olan Hz. Ebu Bekir niçin aynı yaşa gelince bu teklifi Hz. Muhammed (a.s) a yapmadı da yedi yıl bekledi? Bu noktadan bakıldığında da bu iddianın doğru olması mümkün görünmemektedir. Hz. Aişe validemiz peygamberimizle dokuz yıl beraber yaşamıştır. Onun Kur’an, hadis ve fıkıh ilimlerindeki yerini bütün islam alimleri teslim etmektedir. O devrinin en büyük alimlerini tenkit etmiş, çeşitli konularda fetvalar vermiş, Kur’an’ın ve sünnetin doğru anlaşılması konusunda insanlara önderlik etmiştir. Sünneti Kur’an’la test etmenin ilk örneklerini vermiştir. Bu birikimi henüz çocuk denecek yaşta bir insanın elde etmiş olmasını kabullenmek oldukça zordur. Bu konuyu aydınlatan bir başka rivayette şöyledir: Hz. Aişe validemiz henüz peygamberimizle evlenmeden önce Cübeyir bin Mut’im ile nişanlanmıştı. Mut’im Hz. Aişeyi oğluna almakla evine müslümanlığı sokacağını düşünerek bu nikahı feshetmişti. Hz. Ebu Bekir (r.a) islamı ilk kabul edenlerden biri olduğuna göre; bu olayın vukuu, islamın alenen duyurulmasından veya şuyu bulmasından önce olması gerekir. İslam alenen açıklanıp müslümanlar Kabe yürüyüşü veya Safa tepesi toplantısından sonra topluma deşifre olduktan sonra Ebu Bekir (r.a) ın müslüman olduğu bilinince kızını almaktan vazgeçmiş olması daha doğru görünmektedir. Bu olayda yine Hz. Aişe’nin peygamberimizle evlenmeden önce evlilik çağına geldiğini ve nişanlandığını göstermektedir. Hz. Aişe validemiz peygamberimizle dokuz yıl evli kalmışlardı. Peygamberimizin vefatı esnasında İse 27 yaşında idi. Peygamberimizden sonra da 48 yıl yaşamış ve hicri 58. yılda ve 74 yaşında vefat etmiştir. Sondan başa doğru gidersek 74 ten 48 i çıkartıp kalandan da evli olduğu yılı çıkartınca evlendiği yaşı bulmuş oluruz. 74 – 48 = 26; 26 – 9 = 17 kalır ki yaklaşık 17 veya 18 yaşında evlendiği gerçeği ortaya çıkar. Bu olayda birkaç yıllık bir yanılma payının olması aklen mümkün iken dokuz yıllık bir yanılmayı akıl asla kabul etmez. Bir insanın yaşının bu kadar önemli olmasının nedeni malum olduğu üzere bir dinin peygamberine uygun olmayan bir işin isnad edilmesidir. Müslümanlar inanırlar ki peygamberler meşruiyetin örneğidir. Onlar bir hata yaparsa Allah onların hatasını düzeltir. Böylece bir dini ilk yaşayan insanın kusursuz olmasını sağlayarak insanlara doğru bir örneklik sunar. Peygamberimizin gerek ailevi ilişkilerinde, gerekse toplumsal olaylarla ilgili düzeltilmesinin Kur’an da örneklerini de görmekteyiz. (Tahrim 1-5, Abese 1-4 ) gibi. Ancak bu konuyla ilgili hiçbir uyarı söz konusu değildir. Bu bizim için en temel meşruiyet sebebidir. Eğer böyle bir yanlış yapılmış olsa idi Allah asla ihmal etmez elçisini düzeltirdi. Allah'ın doğru bulduğunu kimse yanlış göremez ve diline dolayamaz. Müslümanlar "işittik ve itaat ettik, işittik ve iman ettik" derler ve teslim olurlar. Biz de bu minval üzere teslim olup inanıyoruz ki Allah'ın Rasulü en doğru olanı yapmıştır. Bu ve benzeri olayları diline dolayanlar hep olmuş, kıyamete kadar da olacaktır. Önemli olan inananların bunlara pirim vermemesidir. Siz bunların yanlışlığını yüz defa ispat etseniz, onlar yüz bir defa itiraz ederler. Çünkü onlar sizin inandıklarınıza sizin inandığınız gibi inanmayan insanlardır. Hz Ayşe (ra.) validemiz, peygamberimizle evlendiğinde kaç yaşındaydı? Cevap: Peygamberliğin gelişinden on yıl sonra, 50 yaşındayken eşi Hz. Hatice’yi kaybeden peygamberimiz (asm.) kendisine hem ev işleri ve çocuklarının bakımında yardımcı olacak, hem de İslâm’a davet faaliyetlerinde destek olacak eşlere ihtiyacı vardı. Bunun için bir yandan yaşlı ve dul bir kadın olan Sevde’yi, öte yandan da en yakın arkadaşı olan Hz. Ebubekir’ in kızı Hz.Ayşe’yi istetti. Hz. Peygamberin bu isteği, vahyin başlangıcından 10 yıl sonradır. Hz. Ayşe vahiy başlangıcından beş altı yıl önce doğmuştur. Dolayısıyla Hz. Ayşe’nin peygamberimizle evlendiği yaşın 17-18 olduğu ortaya çıkar. Bu konu, daha detaylı bir şekilde Mevlana Şibli’ nin “Asr-ı saadet” kitabında geçer. (İst. 1928. 2/ 997) Hz. Ayşe’nin evlendiği zaman yaşının büyük olduğunu, ablası Esma’nın biyografisinden kesin olarak anlıyoruz. Eski biyografi kitapları Esma’dan bahsederken diyorlar ki: “Esma 100 yaşındayken, hicretin 73. Yılında vefat etmiştir. Hicret vaktinde 27 yaşındaydı. Hz. Ayşe ablasından 10 yaş küçük olduğuna göre, onun da hicrette tam 17 yaşında olması icap eder. Ayrıca Hz. Ayşe, Hz. Peygamber’den önce Cübeyr’le nişanlanmıştı. Demek evlenecek çağda bir kızdı.” (Hatemü’l enbiya Hz. Muhammed ve hayatı, Ali Himmet Berki, Osman Keskioğlu, s. 210) yam yam sen acaba Hz.Aişe annemizin Peygamberimiz ile evlenmeden önce yukarda bahsedildiği gibi nişanlandığını fakat İslamiyet geldikten sonra inanç meselelerinden dolayı bu sözleşmenin iptal edildiğini araştırdığın kaynaklarda okumuyormusun? Yani Hz. Aişe annemizi Peygamberimizle evlenmeden önce evlenebilecek çağda bir genç kızdı. yam yam ne demek istediğimi anlayabiliyormusun yam yam......!!!!! Yukardaki çağrımı tekrarlıyorum. Tüm yazdıklarımı oku ve bana cevap ver artık.... Önyargısız ve insanların manevi değerlerine saygılı tüm insanlara selam olsun... Saygılarımla. Sen yorulma ben bazılarını buraya taşıyayım senin vaktin yoktur!!! Allah c.c. bizzat bizim gibi bir insan olan Muhammed (a.s) bize göndermiştir. Çünkü bizi en iyi anlayacak olan bizim gibi olandır. Bizim gibi acıkan, üzülebilen, yorulan, uyuyan, sevinen bizzat içimizden birisidir. O bize hayatı ve olayları nasıl yorumlamamız gerektiğini öğretendir. Allah (c.c.) Peygamber’inin hayatına tüm hayatları sığdırmıştır. Yetimlik mi dersiniz var, öksüzlük mü dersiniz var, yoksulluk mu dersiniz var, zenginlik mi dersiniz var, mazlumluk mu dersiniz var, hükümdarlık, devlet başkanlığımı dersiniz var, ordu komutanlığı mı dersiniz var, affetmek mi dersiniz var, cezalandırmak mı dersiniz var, babalık mı dersiniz var, dedelik mi dersiniz var, evlat acısı mı dersiniz var, eş acısı mı dersiniz var, bizzat öz vatanından çıkarılmak mı var…. Var da var. Bu konuları detaylı açıklayacağım ilerde inşAllah. Yokluğu bilmeyen yokluğu çekenin halinden anlamaz, yetimliği bilmeyen yetimlerin halinden anlamaz, öksüzlüğü bilmeyen öksüzlerin halinden anlamaz, zenginliği tatmayan nimetin şükrünün kıymetini bilmez, evlat açısı çekmeyen evlat açısı çeken bir ruhu tam olarak teskin edemez…..Anlamaya çalışsa bile tam olarak idrak edemez. Yetersiz kalabilir. İşte O büyük insan hepimizin hayatının bir aynasıdır. Hayatınızla ilgili çıkmazlarınız mı var gidin O’na başvurun göreceksiniz çözüm oradadır. Kimden bahsediyorum biliyor musunuz. Hayatı boyunca bir kez dahi şaka bile olsa yalan söylememiş birisinden bahsediyorum. Bizzat kendisini öldürmek isteyen düşmanları tarafından kendisine “El-Emin” sıfatı verilen bir Zat’tan bahsediyorum. O söylüyorsa doğrudur. Biz asla O’na yalancı diyemeyiz. Fakat O’nun getirdiğine inanmıyoruz diyorlardı düşmanları O’nun için. Medine’ye hicret edeceği gece kendisi hakkında ölüm emri verilmiş olmasına rağmen, bizzat kendisi hakkında ölüm emri verenlerin birbirlerine güvenmeyip Peygamberimize teslim ettikleri emanetlerinin teslim planlarını dahi büyük bir titizlikle yapacak kadar emanete riayet eden bir Zat’tan bahsediyoruz. Kız çocuklarının diri diri toprağa gömüldüğü bir devirde gelip kız çocuklarına “Cennet anaların ayakları altındadır” rütbesini veren bir Zat’tan bahsediyorum. Yani annenizin sevgisini kazanmadan, annenizin rızasını almadan cennete giremezsiniz diyordu. Hz. Ömer, bizzat kendi kız çocuğunu diri diri toprağa gömen Hattaboğlu Ömer, kendisi o zaman Mekke’nin dışişlerinden sorumluydu. Böylesine acımasız bir Ömer Hz. Muhammed (a.s) tanıdıktan sonra nasılda bir değişim geçiriyordu. Halife olduğu zaman geceleri uyumaz kendisine verilen vazifenin ağırlığıyla sokak sokak gezer ve acaba ulaşamadığımız ve derdine çözüm bulamadığımız bir muhtaç var mı yok mu diye sıkıntıdan patlardı.İşte Ömer böyle değişmişti. Adaletin sembolü olmuştu o Ömer. Kendisine davasından vazgeçmesi karşılığında (daha 43 yaşındayken ) en güzel kadınlarından istediği kadar verebileceklerini taahhüt eden karşıtlarına karşı “sağ elime güneşi sol elime ayı koysanız davamdan vazgeçmem diyordu.” Kalkıp böyle birisine 55 yaşından sonra hepsinin çok ciddi açıklamaları ve sebepleri olan evlilikleri hakkında, kendisini şehvete düşkünlükle suçlamak ne büyük insafsızlıktır değil mi? Şehvetine düşkün olsaydı çok daha genç bir yaştayken istediği kadar güzel genç kızı yanına alıp sefa sürmezmiydi sizce? O ne yaptı peki hepsini elinin tersiyle itti. Bizzat 3 yıl boykota karşı direndi. Yam yam mal varlığını soruyordu. Evet yam yam O Zat Hz. Hatice annemizle evlendiğinde annemiz zengin olduğu için belli bir rahatlığa kavuşmuştu. O dönem zengindi. Fakat peygamberlik geldikten sonra Mekke döneminde büyük boykotlar ve baskılar sebebiyle açlığı da gördü. Hakareti de gördü. Yani hayatında hem zenginlik oldu. Hem de yoksulluk. Hayat 1 yada 0 değildir yam yam. Siyah yada beyaz değildir yam yam. 1 ile 0 arasında çok rakam ve siyah ile beyaz arasında çok renk vardır yam yam. Hayatının tamamıma bak yam yam oldumu olayları kesintiye uğratırsan yanılırsın... Bu konuyu şu yorumumla neticelendirmek istiyorum. Sahih kaynaklardan anlaşıldığı üzere Hz. Aişe annemiz Efendimizden önce nişanlanmıştı. Bu da bize gösteriyor ki kendisi evlenebilecek çağda bir genç kızdı. Evlilik için en önemli etken insanın yaşı değildir. Evlenebilecek çağda ve olgunlukta olmasıdır. Yani aslında yam yam gibilerin ürettiği kısır tartışmalardır yaş meselesi. Kaynaklar her şeyi apaçık orya koyuyor. Asırlar boyu Efendimizin hayatıyla ilgili bu tip iddialar olduğu gibi şimdide olması mümkündür. Ama bu insanlar asla O’nun hayatında aradıklarını bulamayacaklar. Buldukları sadece kendi mantıklarıyla elde ettikleri kendi vehmi zanları olacaktır. Buna da sadece kendisi gibi olanlar inanacaktır. Hedefinize neyi koyarsanız ona ulaşırsınız. Hedefiniz inkar etmekse inkar edersiniz, iman etmekse iman edersiniz. Tercih sizin. Ama şunu unutmayın ki tercihinizden sorumlusunuz. Saygılarımla Terapi
-
HZ.MUHAMMED MUSTAFA
Sevgili Bilimselciye : Öncelikle daha bu bölüme yeni göndermiş olduğun mesajlardaki üslubun için teşekkür ederim. Seni yam yam ile aynı kefeye koymak doğru olmaz. Çünkü senin samimi olarak gerçeği araştıran birisi olduğuna daha çok inanmaya başladım ve bu beni çok sevindirdi. Mevlana konusunda ikna olman senin samimiyetiniz somut bir örneğidir. Teşekkür ederim bilimselci. Gelelim senin sorduklarınla ilgili cevaplarıma. Sevgili bilimselci ben sizlerin bizim gibi düşünmeniz şekilde bir talepte bulunmadım. Demek istedim ki, İslamiyet inanç sisteminde inananlar için Allah ve Peygamberi canlarından daha kıymetlidir. Ve mukaddestir. Rabbimiz buyurur ki : Ey iman edenler Allah ve melekleri Peygambere salat ve selam ederek O’nun şanını yüceltir, sizde O’nu andığınız zaman O’na karşı mutlaka dikkatli hitapta bulunun ve O’na salat ve selam söyleyin. Bu Peygamberimizin bizzat misyonuna duyulan bir saygının göstergesidir. Bu sebeple bizler, bizzat kendimizden daha önde tutuğumuz bir Zat’a karşı hem saygılı olmakla hem de başkalarının O’nun Zat’ına karşı en azından saygı duymasını sağlamakla mükellefiz. Benim “adam” kelimesine karşı tepkim öylesine bir tepki değildir. İnancımın bir gereğidir. Bakınız siz Araf Suresi 63. ayetin mealiniz yazmışsınız. Bildiğiniz gibi mealler birebir ayetlerin tam manalarını ifade edememektedir. Çünkü Arapça hem dil zenginliği bakımından, hem yüz binlerce kelimeyi bünyesinde barındırması bakımından, hem de edebiyatta zirveye ulaşması bakımından dünyanın en zengin dilleri sıralamasında en ön sıralardadır. Sizinde bildiğiniz üzereçÇevirilerde birebir anlamları vermek bazen mümkün olmamaktadır. Yazmış olduğunuz ayetin daha doğru bir meali şu şekildedir. “Sizi uyarabilsin ve sizde böylece yolunuzu Allah ve kitabıyla bulmuş olup, O’nun rahmetiyle onurlanırsınız diye, SİZİN KENDİ İÇİNİZDEN BİRİNİN ELİYLE, Rabbinizden size bir haber gelmesini niçin yadırgıyorsunuz ? (Araf Suresi 63. ayet). Allah c.c. bizzat bizim gibi bir insan olan Muhammed (a.s) bize göndermiştir. Çünkü bizi en iyi anlayacak olan bizim gibi olandır. Bizim gibi acıkan, üzülebilen, yorulan, uyuyan, sevinen bizzat içimizden birisidir. O bize hayatı ve olayları nasıl yorumlamamız gerektiğini öğretendir. Allah (c.c.) Peygamber’inin hayatına tüm hayatları sığdırmıştır. Yetimlik mi dersiniz var, öksüzlük mü dersiniz var, yoksulluk mu dersiniz var, zenginlik mi dersiniz var, mazlumluk mu dersiniz var, hükümdarlık, devlet başkanlığımı dersiniz var, ordu komutanlığı mı dersiniz var, affetmek mi dersiniz var, cezalandırmak mı dersiniz var, babalık mı dersiniz var, dedelik mi dersiniz var, evlat acısı mı dersiniz var, eş acısı mı dersiniz var, bizzat öz vatanından çıkarılmak mı var…. Var da var. Bu konuları detaylı açıklayacağım ilerde inşAllah. Yokluğu bilmeyen yokluğu çekenin halinden anlamaz, yetimliği bilmeyen yetimlerin halinden anlamaz, öksüzlüğü bilmeyen öksüzlerin halinden anlamaz, zenginliği tatmayan nimetin şükrünün kıymetini bilmez, evlat açısı çekmeyen evlat açısı çeken bir ruhu tam olarak teskin edemez…..Anlamaya çalışsa bile tam olarak idrak edemez. Yetersiz kalabilir. İşte O büyük insan hepimizin hayatının bir aynasıdır. Hayatınızla ilgili çıkmazlarınız mı var gidin O’na başvurun göreceksiniz çözüm oradadır. Kimden bahsediyorum biliyor musunuz. Hayatı boyunca bir kez dahi şaka bile olsa yalan söylememiş birisinden bahsediyorum. Bizzat kendisini öldürmek isteyen düşmanları tarafından kendisine “El-Emin” sıfatı verilen bir Zat’tan bahsediyorum. O söylüyorsa doğrudur. Biz asla O’na yalancı diyemeyiz. Fakat O’nun getirdiğine inanmıyoruz diyorlardı düşmanları O’nun için. Medine’ye hicret edeceği gece kendisi hakkında ölüm emri verilmiş olmasına rağmen, bizzat kendisi hakkında ölüm emri verenlerin birbirlerine güvenmeyip Peygamberimize teslim ettikleri emanetlerinin teslim planlarını dahi büyük bir titizlikle yapacak kadar emanete riayet eden bir Zat’tan bahsediyoruz. Kız çocuklarının diri diri toprağa gömüldüğü bir devirde gelip kız çocuklarına “Cennet anaların ayakları altındadır” rütbesini veren bir Zat’tan bahsediyorum. Yani annenizin sevgisini kazanmadan, annenizin rızasını almadan cennete giremezsiniz diyordu. Hz. Ömer, bizzat kendi kız çocuğunu diri diri toprağa gömen Hattaboğlu Ömer, kendisi o zaman Mekke’nin dışişlerinden sorumluydu. Böylesine acımasız bir Ömer Hz. Muhammed (a.s) tanıdıktan sonra nasılda bir değişim geçiriyordu. Halife olduğu zaman geceleri uyumaz kendisine verilen vazifenin ağırlığıyla sokak sokak gezer ve acaba ulaşamadığımız ve derdine çözüm bulamadığımız bir muhtaç var mı yok mu diye sıkıntıdan patlardı.İşte Ömer böyle değişmişti. Adaletin sembolü olmuştu o Ömer. Kendisine davasından vazgeçmesi karşılığında (daha 43 yaşındayken ) en güzel kadınlarından istediği kadar verebileceklerini taahhüt eden karşıtlarına karşı “sağ elime güneşi sol elime ayı koysanız davamdan vazgeçmem diyordu.” Kalkıp böyle birisine 55 yaşından sonra hepsinin çok ciddi açıklamaları ve sebepleri olan evlilikleri hakkında, kendisini şehvete düşkünlükle suçlamak ne büyük insafsızlıktır değil mi? Şehvetine düşkün olsaydı çok daha genç bir yaştayken istediği kadar güzel genç kızı yanına alıp sefa sürmezmiydi sizce? O ne yaptı peki hepsini elinin tersiyle itti. Bizzat 3 yıl boykota karşı direndi. Yam yam mal varlığını soruyordu. Evet yam yam O Zat Hz. Hatice annemizle evlendiğinde annemiz zengin olduğu için belli bir rahatlığa kavuşmuştu. O dönem zengindi. Fakat peygamberlik geldikten sonra Mekke döneminde büyük boykotlar ve baskılar sebebiyle açlığı da gördü. Hakareti de gördü. Yani hayatında hem zenginlik oldu. Hem de yoksulluk. Hayat 1 yada 0 değildir yam yam. Siyah yada beyaz değildir yam yam. 1 ile 0 arasında çok rakam ve siyah ile beyaz arasında çok renk vardır yam yam. yam yam sen acaba Hz.Aişe annemizin Peygamberimiz ile evlenmeden önce nişanlandığını fakat İslamiyet geldikten sonra inanç meselelerinden dolayı bu sözleşmenin iptal edildiğini araştırdığın kaynaklarda okumuyormusun? Yani Hz. Aişe annemizi Peygamberimizle evlenmeden önce isteyenler olmuş yam yam ne demek istediğimi anlayabiliyormusun yam yam......!!!!! Bu konu çok ayrıntılı ilerde anlatacağım inşAllah. Anlatmakla bitmez. Diğer bir konu: Bakınız Sevgili Bilimselci bizzat ben akademik çalışmalar yapan bir insan olarak çok ciddi varoluşsal krizler yaşamış birisiyim. Kendimi çok ciddi boşluklarda buldum ve hissettim. Ruhum asla rahatlayamadı ta ki Muhammed (a.s) bulana kadar. Ben huzuru aşağıdaki formülde buldum. Tavsiye ederim. Kabul etmek gibi bir zorunluluğunuzda yok tabiki.. Bizler şuna inanırız. Vicdanın ışığı din ilimleridir. Aklın nuru, gıdası fen ilimleridir. Bunların kaynaşması ile hakikat ortaya çıkar. İkisi ayrılmaz bir bütündür. Sadece dini ilimler kişiyi taassuba götürür. Sadece fen ilimleri kişiyi kendisini yüceltmeye götürür. Buhranlara sürükler. Fen ilimleri sebeplerle ve sonuçlarıyla ilgilenirken dini ilimler de bizi sebep ve sonuçların ışığında hakikate ulaştırır. Mesela çiçek ve suyu örnek verelim. Çiçeğin yaşaması için su bir sebep olarak yaratılmıştır. İki tane küçük saksı çiçeği alıp deney yapsak. İkisini yan yana koysak, birisini sulayıp ötekini susuz bıraksak. Gözlemleriz ki, su verilmeyen çiçek solar ve ölür. Siz eğer çiçek susuz kaldı ve öldü, demek ki çiçeğe hayat veren sudur derseniz büyük bir hataya düşersiniz. Su olmasaydı çiçek hayatta olmayacaktı hükmünden, su çiçeğe hayat verir hükmüne ulaşmak yanlıştır. Çünkü çiçeğin hayat bulması ve hayatını devam ettirebilmesi için su sadece sebeplerden bir tanesidir. Çiçek toprak, Güneş, hava, tohum vs… gibi daha çok bir çok sebebe de muhtaçtır. Bir şeyin yokluğu tek başına başka bir şeyin yokluğuna sebep verebiliyor bu doğru. Örneğimizde olduğu gibi. Fakat suyun varlığı tek başına çiçeğin varlığı için yeterlidir çıkarımı ise çok yanlıştır. Şu gibi bir maddeden çiçeğe hayat vermesini beklemek büyük bir yanlıştır. Hayat vermek nerede su nerede? Hayat vermek biz gibi yaratılmışlar içersinde en büyük donanıma sahip insanın dahi büyük bir acziyete düştüğü bir konudur. Bence bir çok konuyu soruları doğru soramadığımız için çözümleyemiyoruz. İşte yukarıdaki deneydeki gözlemler fen ilimleriyle ulaştığımız sonuçlardır. Tam burada bize dini ilimler imdada yetişir. Ve der ki işte su, hava, güneş vs. bunların hepsi sebeptir. Var eden, hayat veren değildir. Sudan, havadan, güneşten vs böyle bir şey beklemek bilinçli bir akıla terstir der ve bu sebepleri yaratan ve hayatı veren Allah’tır. Sonucuna ulaştırır bizleri. Bilim bu araştırmalarımız neticesinde bizi Allah’a ulaştıran bir memur olur. O yüzden ben bilimi çok seviyorum Bilimselci :) Nasıl ki ufacık bir çiçek susuz kalınca hayatını devam ettiremiyorsa, bu koca Alem ve Dünya ve Bütün galaksiler, Uzay Bir Yaratıcı olmadan milimetrik hesaplarla bu görüngelerde hayatlarını devam ettiremezler. Fen ilimleri ve dini ilimleri el ele verip bizleri bu sonuca ulaştırır. Sözlerimi aşağıdaki sorularla bitireyim. Şimdilik vakit ve metin uzunluğu devam etmemi engelliyor. Şu an gözlerinize fer veren Kim’dir? Şimdi hafızanızı ve aklınızı işleten Kim’dir? Nasıl hatırlıyorsunuz Harfleri ? Şimdi şuan işte şuan kalbiniz Kim’in elinde bir yumulup, bir açılıyor? Şuan bedeniniz büyük ve mükemmel bir fabrika gibi müthiş biz düzenle çalışıyor. Sırf karaciğeriniz 500 e yakın görevle meşgul. Bütün bunları onlara yaptıran Kim’dir.? Önyargısız ve samimi bir şekilde gerçeğin takipçilerine selam olsun.. Görüşmek ümidiyle… Saygılarımla Terapi
-
HZ.MUHAMMED MUSTAFA
Bilimselciye ; Bakınız lütfen her yorumunuzu kafanıza ve işinize gelen şekliyle yorumlamaktan artık var geçin. Her yorumunuzu cımbızla bir cümle çekerek yapıyorsunuz. Neden yam yamı savunma gereği hissettiniz anlayamadım doğrusu!! Neden yazının tamamını ve diğer başlıklar altında yazdıklarımla ilgili yorum yapmıyorsunuz da cımbızla bu konuyu aradan çekip bizlere gene kendi inancımızın bir parçası olan Mevlana hazretlerinden örnekler veriyorsunuz. Hem inanmıyorum diyorsunuz hem de bizzat bizim inancımıza ışık tutmuş insanlardan örnekler veriyorsunuz. Eğer bunu iyi niyetle yapıyorsanız o insanların diğer söylediklerine de kulak veriniz o zaman bizlerde samimiyetinize inanalım. Bakınız Bilimselci yam yam denen kişi Benim Peygamberimden "adam" diye sanki babasının oğluymuş gibi bahsediyor, ben kendisini uyarıyorum hemde gayet normal bir uslupla, sen bunları görmemezlikten gelerek konuyu gene işine geldiği gibi yorumluyorsun. Kimsenin herhangi bir inancın önemli bir insanına bu şekilde bir uslupla yaklaşma hakkı yok. Şunu unutmayınız Bilimselci evet bizim güzide dinimiz sevgiyi temel alır, fakat Mukaddesatını kabul etmese bile saygı duyanlara karşı sevgisini gösterir. Mukaddesatına hakaret eden, Mukaddesatını alaya alan kişilere karşı ise asla musammahası yoktur. MEvlananın o sözlerine bir bakınız orada demek istediği şey çok açık ve basittir. Hangi inançta olursan ol, hangi günahları işlemiş olursan ol. Gel yeter ki samimi ol. Allah rahmet sahibidir. Seni affeder. Ama yeter ki samimi olarak gel. İslam gömleğini giy, tövbe et. ve artık eski hayatına ve yaptıklarına asla dönme.... Yam yam gibi maksatlı bir şekilde Mukaddesada saldıranlar asla Mevlananın söylemi içersinde değildir. Bizler tarih boyu insanlığa kardeşliği, hoşgörüyü, iyiliği ögreten bir medeniyetiz. Bunun ispatı Tarihtir. Tabiki gerçek tarih birilerinin kendi isteğine göre değiştirdiği tarih değil..... Müslümanlar bizzat diğer din mensuplarıyla yüzyıllar boyu yaşamışlardır. Hemde sorunsuz. Ama temel ilke. Mukaddesata saygı ve huzuru bozmama ilkesine dayanmıştır. yam yam bu sınıfın dışında bir yol seçmektedir. Çok uzatmayacağım tekrardan aynı çağrıyı yapıyorum ve diyorum ki : Neden hep bizim sahamızda maç ediyoruz ? Ateizm nedir? ve yahut neyi savunuyorsunuz? kitabınız var mı? İlkeleriniz neler? teorileriniz nelerdir. İnsanlığın çıkmazlarına getirdiğiniz alternatifler nelerdir. Haydi sizde getirin savunduğunuz şeylerid e birazda biz bakalım. Siz ne kadar tutarlıymışsın. Ne kadar büyük kitleleri etkiliyormuşsunuz.. Haydi... Söyleyin bana beni neye çağırıyorsunuz. Öldükten sonra bana ne olacak ? bana doyurucu ve ruhumu teskin edici cevaplar veriniz....? İlk başlığımızda şu olsun. Evladını yeni kaybetmiş bir annenin yüreğindeki acıyı nasıl dindirebilirsiniz? Bu konuda insanlığa getirdiğiniz açılımalr nelerdir..Daha böyle binlerce soru soracağım sana... Mukaddesatımıza karşı lütfen saygılı olunuz. Saygılarımla Terapi
-
HZ.MUHAMMED MUSTAFA
İbretle bu yam yam denen kişiyi takip ediyorum. Yahu sende hiç mi saygı yok. Hiç mi yol yordam bilmezsin. Uğruna milyarlarca insanın ölümü dahi göze alabildiği büyük bir şahsiyete hiç mi saygın yok ta. O büyük peygamberden "adam" olarak bahsediyorsun. Peki yöneticiler ne yapıyor. Neden bu adama müdahale etmiyorlar. Neden uyarmıyorlar. Hani hakaret yoktu. Hani karşılıklı saygı vardı... İnanan kardeşlerim yam yam denen kişiye kardeşim demeyiniz. O kendi tercihini yapmış. Eğer inanıyorsanız onla kardeş olmanız mümkün değildir. Bu tip insanlar gözlerini olaylara kaparlar herşeyi işlerine geldiği gibi yorumlarlar. Sen hiç merak etme yam yam ben sana cevap vereceğim. Diğer konu başlıklarında verdiğim gibi. Peygamber (a.s) nin zenginliğinide, nasıl açlıkta çektiğini de, Hz. aişe annemizle olan evliliğinide... vs Fakat neden hep bizim sahamızda maç ediyor he? Ateizm nedir? kitabınız var mı? teorileriniz nelerdir. İnsanlığın çıkmazlarına getirdiğiniz alternatifler nelerdir. Haydi sende getir savunduğun şeyleride birazda biz bakalım. Sen ne kadar tutarlıymışsın. Ne kadar büyük kitleleri etkiliyormuşsun.. Haydi... İlk başlığımızda şu olsun. Evladını yeni kaybetmiş bir annenin yüreğindeki acıyı nasıl dindirebilirsiniz? Bu konuda insanlığa getirdiğiniz açılımalr nelerdir..Daha böyle binlerce soru soracağım sana... Sana yukarıda bahsettiğim konularla ilgili açıklamaları yapacağım. Fakat eger dediğim şeyleri yapmazsan kendi felsefenle alakalı olarak....Asla artık senin gibilerin dikkate alınmaması gerektiğini herkese ispat edeceğim.. Madem bu dünya tesadüflerle oluştu. Haydi yeni bir dünya yapın alternatif düzenler kurunda. Bizde siz neyi iddia ediyorsunuz görelim.. Bakın bizim inancımızı birilerine zorla kabul ettirmek gibi bir derdimiz yok! Biz tebliğ ederiz. İster inanın ister inanmayın bu sizin sorununuz. Biz inancımızdan memnunuz arkadaş... Gerçekten samimi olarak soru soran tüm kardeşlerimize kapımız açık. Fakat habire bindereden su getirip maksadı başka olan yam yam gibilere yapabilecek birşeyimiz yok. Birşeye inanmıyor olabilirsiniz. Önce saygılı olmayı ögrenin. İnsanların hassasiyet duyduğu konularda insanlarla inatlaşma yolunun kimseye faydası olmaz. Saygılarımla
-
ALLAH VAR
Bir önceki mesajın devamı.... "2 insan tiplemesi" Nietzsche bir felsefeciydi. Üniversiteden ayrılmış bir profesördü. Babaannem ise yalnızca bu gezegende yaşayan bir insandı. İlla ki bir etiket vermek gerekirse, ev hanımıydı. Babaannem okuma yazma bilmezdi. Hayatında hiç okul yüzü görmemişti. Nietzsche üniversitede ders verirdi. Bir düzine kitap yazmıştı. Nietzsche çok tanınmış biriydi. Bütün Avrupa ondan hayranlıkla bahsederdi. Babaannem ise yalnızca oturduğu köyünde tanındı. Kocası ölünce babamın evine taşındı. Bir bahçeye açılan odasında yıllarca yaşadı. Mahallede kendisini tanıyan sayılı insan dışında bir ünü, şöhreti yoktu. Nietzsche ve babaannem aynı gezegenin misafiri oldular. Dünyaya gelişleri ve gidişleri hemen hemen aynıydı. Her ikisi de bir anne ve babadan dünyaya geldiler. Kendi dışlarındaki dünya hemen hemen aynıydı. Her ikisinin üzerine aynı güneş doğdu. Gün geldi, aynı ayı seyrettiler. Her ikisinin de yaşadığı âlemde yıldızlar yukarıdaydı ve geceleyin görünürdü. Ve yıldızlar gündüz kaybolurdu. Mevsimler geldi geçti üzerlerinden. Sayılı günler yaşadılar. Sayılı baharlar, kışlar, yazlar yaşadılar. Başlangıç ve sonları aynıydı. Her ikisi de aynı donanımlara sahipti. Ne Nietzsche’nin fazlası, ne babaannemin eksiği vardı. Her ikisine de bir beden, bir akıl, ruh ve duygular verilmişti. Ve her ikisi de bunları bir yerden almamıştı. Her ikisine de dış dünyayı algılayacak ve iç dünyalarına taşıyacak beş duyu verilmişti. Nietzsche ve babaannem gezegene yokluktan getirildiler. Yaşamlarının ‘öncesi’ yoktu. Yaşadıkları yılların iki fazlasında nerede oldukları sorulsaydı her ikisi de "Bilmiyorum" diye cevaplayacaklardı. Her ikisi de bu gezegene misafir olmayı kendileri tercih etmedi. Kendi tercihleri olmayan bir yaşamı buldular kucaklarında. İşte bu yüzden, ikisi de şaşkındı. Bilmedikleri, tanımadıkları, anlamadıkları, bizzat tercih etmedikleri, kendilerinin plan ve projesi olmayan bir hayatı yaşamaya koyuldular. İşte bu yüzden, hayat bir soru oldu. Doyurucu bir cevap bulamadıklarında ise, sorun haline geldi. Çok fazla zamanları yoktu. Zaman her ikisinin de hayatlarını her an tüketiyordu. Yaşama tutunacak bir anlam bulmalıydılar. Yoksa yaşam her ikisi için ağırlaşıyordu. Bir karar vermeleri gerekiyordu. Tercih etmedikleri bir dünyada yaşamlarını sonsuza dek etkileyecek bir ‘tercih’te bulunmalıydılar. İlkin bu korkutucu geldi. Tercih yapmak zorunda oluşları onları diğer varlıklardan ayırıyordu. Bunu farkettiklerinde tedirgin oldular. Ayrıca, seçeneklerden yalnızca birini tercih etmek zorundaydılar. Bu kolay değildi. Birini tercih etmeleri diğer seçeneği safdışı bırakacaktı. Bu da korkutucu geldi. Tercihlerden birinin doğruluğunu kabul etmek diğerinin yanlışlığını içeriyordu. İşte o an, o karar verme aşamasında Nietzsche ile babaannemin yolları birbirinden ayrıldı. Çünkü farklı iki seçeneği tercih etmişlerdi. Birinin tercihi diğerinin tercihini dışlıyordu. Aynı gezegenin iki yolcusu iki ayrı yöne doğru gittiler. Birbirleriyle bir daha asla buluşmadılar. Bir ortak nokta asla bulamadılar. Birisi ‘zor,’ diğeri ‘kolay’ olanı tercih etmişti. Birbirlerinden sonsuz uzaktılar. Sonsuz bir ayrılığa düşmüşlerdi. devam edecek....inşAllah saygılarımla Terapi Devamı... ‘Kolay’ yolu seçen Nietzsche oldu. Yokluktan geldiğini biliyordu. Yaşamını kendisinin tercih etmediğini; bir zamanlar var olmadığını; yaşamı bir yerlerden almadığını biliyordu. Kendisine verilen yaşamın çok değerli olduğunu hissediyordu. Hele hele, sahip olduğu donanımlar hayranlık uyandıracak cinstendi. Koca kâinatın içinde bedenen bir hiç hükmündeyken kâinatı sorgulayan aklı, sonsuz şeyleri sevebilen duyguları, her daim ona seslenen vicdanı, ruhunda taşıdığı hazinelerdi. Kulaklarına hayrandı; sesleri işitmek ona müthiş bir haz veriyordu. Gözlerine hayrandı; binlerce rengi algılıyordu. Diline hayrandı; sayısız tat taşıyordu dünyasına. Sahip olduklarını ve hayatını, bedenini, kalbini, ruhunu, aklını nereden almıştı? Bunların bir zamanlar kendisi için var olmadıklarını aklına getirdi. Bu düşünce onu tedirgin etti. Sahip olduğu ve bundan büyük haz aldığı, gururlandığı tüm şeylerin bir anda elinden kayarak gittikleri duygusuna kapıldı. Kendisine yalnızca bir hiçlik kalıyordu. Ama kendisinde her ne var ise, hissettiği her ne ise, yaşadığı her ne ise, bütün bunların sahibinin kendisi olduğunu düşünmek ona müthiş bir tat veriyor, içinde bir duyguyu okşuyor, başarı duygusu uyandırıyordu. Bu düşünceye sımsıkı sarılmak gerektiğine kendisini inandırmak zorunda kalmıştı. Öyle ki, artık sahiplilik düşüncesinin bağımlısı olmuştu. Çünkü, sahip olduklarının kendisine verildiğini düşünmek, verenin kim olduğu sorusunu gündeme getirecekti. Bunun cevabı ise ağır geliyordu. Kendisine malettiği başarılı olma duygusunu tümüyle elinden alıp götürüyordu. Öyle ya, duygular kendinin değilse, onları bir veren olmalıydı. Kendisini duygularıyla birlikte var eden olmalıydı. "Tek başına yarattığım o kimseyi Bana bırak. Ona bol bol servet verdim. Gözü önünde duran oğullar verdim. Daha pek çok nimetleri önüne serdim. Sonra o daha da arttırmamı istiyor (vereni inkar edip kendisine malettiği halde o nimetlerin bu dünyada mutluluk da vermesini istiyor). Asla! Çünkü, o âyetlerimize karşı direnip dururdu." (bkz. Müddessir, 74:11). Bir Yaratıcıya inanmak Nietzsche’ye hep zor geldi. İnandığı an elinden her şey alınacaktı. Bizzat bu gezegende bağımsız bir varlığa sahip olmadığına inanacaktı. Bu hayatın bizzat kendisine ait olmadığına. Bu ona çok ürkütücü geliyordu. Yani, şimdi başarılar kendisine ait değil miydi? Hep başkası hesabına mı çalışıyordu? Bu narsizmini; içindeki benliğini, bağımsız bir varlığa sahip olma duygusunu incitiyordu. O bizzat var olduğuna inanmak istiyordu. Kendi hayatının yaratıcısı olduğunu hissetmek istiyordu. Aklı gerçi bunun böyle olmayacağını biliyordu. Ama narsizmi diretiyordu. Elindeki her şeyi Yaratıcıya teslim etmek! Elinizde ne var ne yok; hepsini, her şeyinizi elinizden çıkarmak demekti bu. "Düşündü, taşındı, ölçtü, biçti. Kahrolası, nasıl da ölçtü, biçti. Yine kahrolası, nasıl da ölçüp biçti! Sonra baktı. Sonra kaşını çattı, suratını astı. Sonra sırt çevirip kibirlendi." (bkz. Müddessir, 74:18-23). İnsanın kendi başına bir hiç olduğunu, aciz olduğunu, fakir olduğunu, sonsuz kusurlu olduğunu kabul etmesi dünyanın en zor işidir. Hayatın belki de en zorumuza giden, bizi en çok zorlayan seçimidir. İnsanın kendisinden vazgeçmesidir. Kendisine ait sandığı şeylerden vazgeçmesidir. Nietzsche asla bunu yapmadı. En kolay yolu seçti. Her şeyi sahiplendi. Elindekileri Yaratıcının verdiğini hiç kabul etmedi. Kendi başına var olmaya çalıştı hep. Hayatın anlamını kendi aklınca çözmeye uğraştı. Sorularını kendi bulmaya çalıştı. Çünkü bu kolayına geliyordu. Sorularımızın cevabını kendimizin bilmesi hep hoşumuza gider zaten. İçimizdeki narsizm bundan hoşnut olur. Bize haz uyandırır. Nietzsche Yaratıcıya, âhirete inananları hep küçümsedi. Küçümsedikçe zevklendi. Kolayına gidiyordu bu. "Üstün insanı öğretiyorum sizlere, insan aşılması gereken bir şeydir. Bağlı kalın yeryüzüne. İnanmayın sizlere dünya ötesi umutlardan bahsedenlere. Zehir saçanlardır onlar, bilerek veya bilmeyerek" diyordu. Hep "Kendim" dedi Nietzsche. "İnsan; aşılması gereken" derken, kendisini hiç aşmadı. Kendinden hiç vazgeçmedi. Bu yüzden Yaratıcı ile ilişki kurmadı. Kuramadı. Aslında kurmak istemedi. Yaratıcı ile ilişki kurmayı vicdanı istiyor, Yaratıcıya ihtiyaç duyuyordu. Ama işte o zaman her şeyini O’nun vermekte olduğuna inanması gerekiyor ve Nietzsche tam da bunu fark ettiği an vazgeçiyordu. Nietzsche "İnanan insanlar kolay yolu seçerler" demişti. Babaannem o tür insanlardandı. Dışarıdan bakıldığında, inanmak gerçekten kolay gibi görünüyordu. İnanmak insanın hayatına huzur, kalbine güven getiriyordu. Sonsuz gücü olan bir Yaratıcıya dayanıyordunuz. Ancak, Nietzsche’nin unuttuğu bir nokta vardı. Babaannem zor olanı seçmişti. Hayatın en zor kabulünü üstlenmişti: "Kendi başıma bir hiçim." Böyle derdi babaannem. "Bizler kendi adımıza, kendi başımıza yokuz ve hiçiz. Yokluktan getirildik" derdi. Hayatının başladığı o noktayı her daim canlı tutar ve bu şekilde yaşardı. Hayatı seçen biz değilsek, hayatla bize verilen herşeyin sahibi de biz olamayız. Her canlı, her varlık, her mahluk yaratılmıştır. Her varlık kendi başına bir hiçtir. Babaannem kendinden vazgeçmişti. Hiçliğin ‘kendi başına hiçlik’ kısmında yaşıyordu. İşte bu çok zor seçimden sonra Yaratıcı ile ilişkiye geçiyordu. Nasıl yaşaması gerektiği konusunda kendi başına bir fikri yoktu. Bu onun meselesi değildi. Nasıl yaşamasını Yaratıcısı belirleyecekti. Devam edecek... Devamı.. Yıllar yılı, onun o emin hali, benim için hep merak konusu oldu. Zayıflığı, çaresizliği, kendini muhtaç ve zayıf olarak algılayışı ne kadar derinse, endişe ve telaşlardan o kadar uzak ve kaygılar ona o kadar ıraktı. Bir gün bunu "Yaratıcı karşısında insanın acizliğinin verdiği emin olma hali" diye açıklamıştı. "Her an bütün kâinata sözü ve kudreti geçen Rabbin azametini hissediyorum" demişti. Babaannem kızgın güneşin altında saatlerce çalışırdı. Elleriyle ayrık otlarını toplardı. Ayrık otları buğdayın saplarının gelişmesini engelliyordu. Elleri toprak rengine bürünmüştü. Çok susadığını anladığında gölgede duran testiye doğru yönelir, ama hemen içmezdi. Önce kendi duygularını tartardı. Susuzluğu iyice duyumsamak istiyordu. Ağzının içi kupkuru olur, dudakları çatlardı. Testiyi eline aldığında bir süre beklerdi. Suyla arasındaki bağlılığı ve ilişkiyi düşünürdü. Yaşamla su, iç içeydi. Birazdan ağzına su zerrecikleri dokunacak ve sonsuz bir haz alacaktı. Bu hazzı biraz daha geciktirir, su zerrecikleri ile dudaklarından ağzına dolacak hazza ve lezzete şaşardı. Suya muhtaç olarak yaratılmaktan hoşnutluk duyardı. Acizliğin içinde güvenlilik sezerdi. Muhtaçlık onu ürkütmezdi. Aksine muhtaç olmak güvenli bir liman gibiydi; bir sığınaktı. Bu duyguları veren Yaratıcısına teşekkür ederdi. O anın geldiğini anladığında su zerrecikleri ağzına gelirdi. İki sevgilinin kucaklaşması kadar derin ve sıcaktı bu buluşma. Sanki onların buluşmasının hazzını hissederdi. Bu sefer de suyu veren Rabbine teşekkür ederdi. Yaratıcısına minnettarlık duyardı. Yaratıcıya minnettarlık Nietzsche’nin hiç yaşamadığı, yaşamayı da hiç istemediği bir duyguydu. Yaratıcıya minnettarlık duymak çok zordu. Kişinin kendisine minnettarlığı ise çok kolaydı. Babaannem zor olanı severdi. Testiyi bırakıp çalıştığı toprağa dönerdi. Toprağı eliyle eşeler, bir çukur kazardı. İçine tohumu özenle yerleştirir ve üç ay sonrasını düşlerdi. Tohumu filizlenmiş olarak hayalinde canlandırırdı. Tam o sıra gökyüzünde bir bulut kümesi güneşle arasına girmişse gölge tam onun üzerine düşerdi. Böylece biraz daha serinlerdi. Üzerine düşen, gölge değil de, Rabbinin koruyuculuğu idi. Babaannem okuma yazma bilmezdi. Hiç okula gitmemişti. Her daim "Bizim zamanımızda okul yoktu" diye açıklardı. Okula gitmemenin eksikliğini pek de hissetmemişti. Ama o çok iyi bir okuyucuydu. Toprağı, suyu, gökyüzünü, bitkileri çok iyi okur, onlardan derin anlamlar çıkarır, var oluşu ile bunlar arasında derin bağlar sezinlerdi. Duyguları çoğu zaman Yaratıcısı ile meşguldü. Yemek yaparken, tarlada çalışırken, hamur yoğururken, yayıkta sütten yağ çıkarırken hep konu gelir dolaşır, Yaratıcının büyüklüğü ile noktalanırdı. Nietzsche için ise davranışlarından çıkardığı sonuç kendi büyüklüğü olurdu. Babaannemin sanki iş güç yaparken asıl işi gücü Yaratıcıyı bilmek ve tanımaktı. İçi güven doluydu. Geçmişten gelen hüzünler yaşamıyordu. Çünkü yaşanılmış her şeyin bir anlamı olduğunu anlatırdı bize. Gelecek ise daha gelmedi derdi. Gelmemiş gelecekten gam ve hüzün almıyordu. "Yaşanacak her ne varsa bir hikmeti olur" derdi. "Hem zaten ölmeyecek miyiz? Asıl ben ölümden sonrası için hazırlanıyorum" diye tekrar ederdi. Nietzsche için kâinat anlamsız bir kitaptı. İşte bu yüzden Nietzsche yaşamı boyunca hep yalan söyledi. Yaşadığı her anda zulüm işledi. Gördüğü olayların kendi kendine olduğunu, hiçbir anlamı olmadığını söyledi hep. Anlamsız gördüğü her varlığı aşağılamış oluyordu. Onun nazarında her şey çirkin ve korkunçtu. Güzellik adına her ne varsa, Nietzsche bunları yokluğun karanlığına atıyordu. Nietzsche ilişkide olduğu herşeyi yok ediyor, öldürüyordu. Nietzsche kolay yolu seçiyordu. "Oysa o ne iman etti, ne namaz kıldı. Üstelik yalanladı, yüz çevirdi. Sonra da çalım satarak döndü, yakınlarının yanına gitti." (bkz. Kıyâme, 75:31-33). İman etmek gerçek bir sınavdan geçmektir. İman eden, nefis ve şeytanla sürekli mücadele etmek zorundadır. İman, narsist duyguların temsilcisi olan nefsin bizden yapmamızı istediği şeyleri yapmamayı gerektirir. Ona karşı koymayı, onun dizginlenmesine razı olmayı, sabretmeyi, direnmeyi, her an şuurlu bulunmayı, tetikte olmayı gerektirir. İman her an cihad işidir. Nefisle cihad etmek, ona boyun eğmemek ise en zorudur. İman etmek iradeyi nefse karşı kullanmaktır. Bu yüzden iman etmek zordur. İnsanın her an her istediğini yapmamasını, nefsini terbiye etmesini, nefsini ve kendine malettiği becerilerini Yaratıcısına teslim etmeyi gerektirir. Bu çetin bir karardır. Uygulanması yürek ve cesaret ister. Babaannem yürekli ve cesurdu. Nefsini terbiye etmek için çok mücadelelerden geçti. Nietzsche korkak ve yüreksizdi. Nefsinin istek ve arzularına karşı gelmemeyi yeğledi. Baştan teslim bayrağını çekti. İstek ve arzularına gem vurmak istemedi. Vursa da bunu kendi adına yaptı ve bundan narsistçe bir zevk duydu. Bunu kendi de biliyordu. "Evet, özürlerini ortaya koysa bile, insan kendi kendisinin şahididir (ne yaptığının farkındadır)." (bkz. Kıyâme, 75:14-15). Nietzsche bu gezegende kendine verilen ömür sermayesini kullanıp sınama zamanı sona erince öldü. Yıllarca migren ağrısı çekmişti. Sonunda, yakalandığı beyin frengisinden öldü. Ölmesinden bir müddet önce o ünlü sözünü söylemişti: "Tanrı öldü." Bu söylenmesi çok kolay bir sözdü. "Bir Yaratıcı var" demek ise zordu. Çünkü, "Tanrı öldü" demek, "Tanrı benim" temasını; "Bir yaratıcı var" ise, "Ben kendi adıma bir hiçim" temasını içeriyordu. Bu ise çok zordu. Nietzsche bu kolay sözü çok kolay söyledi. Nefsi bu sözden çok büyük haz alıyordu. Nietzsche iradesini nefsinin karşısına koyamayacak kadar yüreksizdi. Yaratıcıya karşı gelmenin narsistik ama bir o kadar da acı veren hazzını bir an yaşamıştı. Nietzsche o an bu sözüyle içindeki insanîliği öldürmüştü. Kendi Yaratıcısını, kendisine bu hayatı yaşama fırsatı veren Zâtı yok sayarken, Nietzsche, aslında kendisini öldürmüştü. "Tanrı öldü" diyen Nietzsche’ye hayatı veren Yaratıcısı, şimdi de ölümü veriyordu. Nietzsche bunu tam öldüğü an anladı. Herşey bir aynada görülür gibi aydınlandı. "Hayır, bir Yaratıcı var" diyecekti ki, sınama zamanı bitti. Öldü. Nietzsche kendi lisanına "Hayatı veren, ölümü de verendir" gerçeğini söyletemedi. Ama, cansız cesedi, onun yerine, mutlak bir Yaratıcının varlığını haber veriyordu. "Yüzler var ki, o gün asıktır. Elini kıracak bir azaba uğrayacağını bilir. Can boğaza gelip dayandığında. Etrafındakiler, ‘Şifa verecek kimse yok mu?’ dediğinde. Can veren kimse anlar ki ayrılık vaktidir. Bacakları birbirine dolaşır. Rabbinedir işte o gün sevkiyat." (bkz. Kıyâme, 75:24-30). "Nihayet onlardan birine ölüm gelip çattığında, ‘Ey Rabbim’ der, ‘beni dünyaya döndür. Tâ ki geride bıraktığım dünyada güzel bir amel işleyeyim.’ Heyhat, onun bu söylediği, boş bir sözden ibarettir. Arkalarında ise, diriltilecekleri güne kadar geri dönmelerine mani bir engel vardır." (bkz. Mü’minûn, 23:99-100). Babaannem yıllarca mide ağrısı çekti. Durumundan hiç şikayet etmezdi. Rabbinden hep şifa dilerdi. Yaşamının son yılında yemek borusu kanserine yakalandı. O da bu gezegendeki yaşam süresini ve sınavını tamamladı. Son nefesine kadar bir Yaratıcının varlığını ve uluhiyetini ilan etmeye çalışmıştı. Nefsi bunu yapmasını hiç istememişti. Yıllar boyu nefsi babaannem ile uğraştı durdu. Hep vehimler vermeye çalıştı. Kendi başına var olmasına; Yaratıcı adına değil, kendi adına yaşaması gerektiğine; herşeyin kendi başına var olduğuna; yaşamak için bir Yaratıcıya gerek olmadığına; hele şu modern teknoloji çağında Yaratıcıya hiç gerek olmadığına; insanın kendi yolunu kendisi çizmesi gerektiğine hep inandırmak istedi. Babaannem kolay pes eden biri değildi. Yürekliydi. Cesurdu. Zor olanı tercih etmeye çalıştı hep. Nefsin vehimlerine karşı koymaya çalıştı. Yaşarken yaşantısıyla tekrar edip durduğu gerçeği son anda da ilan etti: "Hayatı veren ölümü de verendir." Hayatı boyunca kâinatta hiçbir varlığın ilah olmayacağına inanmıştı. Ölüm anında bunu bir kere daha tekrar etti. "İlah olan ancak O’dur: Lâilâheillalah" dedi ve sustu. Kendine verilen görevi tamamlamıştı. Kendisi gibi hiçbir şeyin ilah olamayacağını, ancak Zât-ı Zülcelâl’in ilah olduğunu anlamak, kendi zâtında hiçliğini kabul etmek ve kendinde görünen bütün şeyleri O’na vermek, onun yaşama amacı olmuştu. Hem Nietzsche, hem de babaannem kabirlerine yalnız girdiler. Arkalarında herşeyi bırakarak. Nietzsche "Ben varken ölüm yok, ölüm varken ben yokum" derdi. Babaannem ise "Ben varken her daim ölüm var, ölüm varken ben her daim var olacağım" derdi. Nietzsche yanılmıştı. Zannettiği şekilde, ölüm var olunca yok olmamıştı. Yok olmamıştı, ama ruhu yokluk acısını çekmeye devam ediyordu. Ruhlar âleminde onu karşılayacak hiçbir yaşadığı an yoktu. Kendi adına yaşadığı her hal ve her an yok olmuştu. Dipsiz bir kuyuya doğru düşmeye devam ediyorduóbir de buna pişmanlık duygusu eklenerek. Bir imkân olsa yeniden başlamak isterdi. Ama o dipsiz kuyudan çıkış yoktu. Tercihini bilerek yapmıştı. Babannem ölünce Rabbi adına yaşadığı her anı ve her halini yanında buldu. O anların hiçbiri yok olmamıştı. Bu yüzden kolayca ölmüştü. Hiçliğe ve yokluğa değil, Rabbi adına yaşadıklarını karşılamaya gidiyordu.. Yaşadığı her ne varsa onlara razı olduğu ve sevdiği gibi, ölümü de sevmişti. Yaptığı tercihten pişman değildi Tercihini bilerek yapmıştı. "De ki. ‘Orada (yeryüzünde) yaşar, orada ölür ve oradan çıkarılırsınız.’" (bkz. A’raf, 7:25). Nietzsche ve babaannem yokken yeryüzüne gönderildiler. Yeryüzünde yaşadılar. Burada öldüler. Ve buradan çıkarıldılar. Ruhları yaşamaya hâlâ devam ediyor. Kendilerine ait olan, yalnızca birer tercihti. Bizim onlardan tek bir farkımız var. Hâlâ sınanmaya devam ediyoruz. Hâlâ tercihler yapıyoruz. Ve tercih ettiğimiz her şık, diğer şıkkın dışlanmasını da içeriyor. Bitti...... Saygılarımla Terapi
-
İSLAMIN YÜKSELİŞİ
Ne o bilimselci gerçeği aramakta ne kadarda samimisin. Yazıları dahi okumuyorsun..!!!!! vaktin yok demek. Konuya ne kadar da samimi ve duyarlı yaklaştığınızı ne güzel ispat ediyorsunuz!!!!!! Halbuki bu işi dava edinmiş olmanız gerekmez mi. Bu kadar araştırmacısınız ya !!! Terapi
-
allahın adaleti yokmu biz insanlar kadar
Bu tip düşünceler ve açmazlar hepimizim aklına geliyor. Bütün insanlar aynı sorularla karşı karşıyalar. Çünki hepsi imtihan oluyorlar. Bu soruları kendine sormak olması gereken bir durum. Bu tip sorular bizzat Allah tarafından bizlere gönderilen birer Rabbani mektuptur. Bu tip sorular bizlerin Yaratacı'yı bütün sıfatlarıyla tanımamız içindir. Önemli olan bu tür sorulara karşı bizim gösterdiğimiz tepkidir. Acaba bu soru ile bana anlatılmak istenen nedir? Bu soruyu araştırarak ben ne gibi güzel hakikatlere ulaşacağım şeklinde bir yaklaşım olabileceği gibi, ( ki zor olan budur. Çünkü insan burada geçici bir sıkıntıya girer. Araştırır. Düşünür. Tefekkür eder. Bedel ödeyerek kendisini geliştirir. İlerletir.) direk kolay yolu seçip itiraz etmek, inkar etmek tarzı bir yaklaşımda mümkündür. Kolay olan : Direk şeytanın gemisine binerek inkar etmektir. Allah insana imtihan vesile olarak bilinçli benlik vermiştir. Benlik ise her şeyi sahiplenir. Kendisini güçlü ve iktidar sahibi görmek ister. Şişer şişer narsistleşir. Kendi kendisine yetebildiği vehmine kapılır. Halbuki bunları sahiplenmeden kendi gerçekliği ile yüzleşmesi gerekmektedir. Bu yüzleşme kendisinin Yaratıcısı karşısındaki konumunu belirler. Çünkü kim ki kendini bilir Sanatkarını bilir, kimde kendini bilmezse Sanatkarını bilmez. Bu konuya daha sonra derinlemesine gireriz inşAllah. İlk seçenek görünürde bir miktar zor gibidir. Ama meyveleri çok tatlıdır. İnsan bilinçli bir şekilde arayarak Yaratıcı'sına ulaştığı an artık her şeye ulaşmıştır. Kim Allah'ı bulursa her şeyi bulur. Hadsiz korkulardan sıkıntılardan kurtulur. Rahata erer. Her şeye güç yetiren ve bizi bizden daha çok seven bir Yaratıcı'ya alternatif olarak hiçbir şey getiremezsiniz. Küçük bir örnek. Rabbimiz bizi öyle çok seviyor ki vücudumuzdaki bazı sistemler bizim ufak irademizle çalışıyor, fakat hayati önem taşıyan sistemler bizim irademiz dışında çalışıyor. Mesela kalbimiz. İrademiz dışındadır. Eğer irademize verilse idi, bir anlık dalgınımızda, bir anlık uyumamızda hayatımız son bulurdu. Demek ki kendi kendimize değil yetmek, bir kalbimize dahi hüküm geçiremiyoruz. İşte insan yani bizler böyle muhtacız. Hakikat bu. Gelelim soruya. Allah her yaratmış olduğu varlığa bir kader programı uygular. Bu kader programında yaratılmışlar için büyük rahmetler ve lütuflar vardır. Bir örnek verelim. Mükemmel bir sağlığa sahip insan düşünelim. Çok zengin. Dünyanın bütün nimetlerine sahip. Fakat Allah’ı unutmuş. Keyfini sürüyor. Diğer insan ise sakat birçok şeyden mahrum. Şimdi eğer dünya devamlı olsaydı. Burada sonsuza kadar kalsaydık bende “jön” gibi düşünürdüm. Fakat madem burası geçici. Madem burası esas yurdumuz değil. Madem biz burada gurbetteyiz. O zaman ne gam ne keder. Allah c.c bazı kullarını bu şekilde eksik yaratarak o kullarına peşinen Cenneti verir. Yeter ki hallerine şükretsinler. Ve o kulların o halleriyle diğer büyük nimet sahibi olan insanlara seslenir. Allah. Üzerinizdeki nimetimi hatırlayın. Gaflete düşmeyin. Beni tanıyın. Nimetlerin bedelini ödeyin. İmanlı bir insan böyle baktığında hem sakat insan hem de sağlıklı insan bu mektupları doğru okursa sonuçta esas yurdunda cennete kavuşur. Şu geçici aleme takılıp kalmaz. Ötelere uzanır. Peki cennet kolay mıdır. Ucuz mudur.? Bugün patronlar bir maaş vererek çalışanlarını ne kadar çok çalıştırır lar değil mi? Önemli olan yolda başımıza gelenler değildir. Önemli olan varacağımız yerin güzel olmasıdır. Allah yolda sıkıntılar vererek yanlış yerlere gitmemiz için bizi Rahmetinin bir yansıması olarak işte böyle uyarır.. Bana tuhaf gelen inkar edenlerin tavrı. İçlerindeki onlara Allah tarafından verilmiş olan şefkat duygusuyla gene o şefkat duygusunu veren Yaratıcı’nın merhametini sorgulamaları çok ilginç… Kim daha merhametli bizim gibi dünyayı cehennemlere çeviren insan mı yoksa Allah mı…?? Saygılarımla Terapi
-
anlayamıyorum
Sevgili "jön" kardeşimiz. Bu tip düşünceler ve açmazlar hepimizim aklına geliyor. Bütün insanlar aynı sorularla karşı karşıyalar. Çünki hepsi imtihan oluyorlar. Bu soruları kendine sormak olması gereken bir durum. Bu tip sorular bizzat Allah tarafından bizlere gönderilen birer Rabbani mektuptur. Bu tip sorular bizlerin Yaratacı'yı bütün sıfatlarıyla tanımamız içindir. Önemli olan bu tür sorulara karşı bizim gösterdiğimiz tepkidir. Acaba bu soru ile bana anlatılmak istenen nedir? Bu soruyu araştırarak ben ne gibi güzel hakikatlere ulaşacağım şeklinde bir yaklaşım olabileceği gibi, ( ki zor olan budur. Çünkü insan burada geçici bir sıkıntıya girer. Araştırır. Düşünür. Tefekkür eder. Bedel ödeyerek kendisini geliştirir. İlerletir.) direk kolay yolu seçip itiraz etmek, inkar etmek tarzı bir yaklaşımda mümkündür. Kolay olan : Direk şeytanın gemisine binerek inkar etmektir. Allah insana imtihan vesile olarak bilinçli benlik vermiştir. Benlik ise her şeyi sahiplenir. Kendisini güçlü ve iktidar sahibi görmek ister. Şişer şişer narsistleşir. Kendi kendisine yetebildiği vehmine kapılır. Halbuki bunları sahiplenmeden kendi gerçekliği ile yüzleşmesi gerekmektedir. Bu yüzleşme kendisinin Yaratıcısı karşısındaki konumunu belirler. Çünkü kim ki kendini bilir Sanatkarını bilir, kimde kendini bilmezse Sanatkarını bilmez. Bu konuya daha sonra derinlemesine gireriz inşAllah. İlk seçenek görünürde bir miktar zor gibidir. Ama meyveleri çok tatlıdır. İnsan bilinçli bir şekilde arayarak Yaratıcı'sına ulaştığı an artık her şeye ulaşmıştır. Kim Allah'ı bulursa her şeyi bulur. Hadsiz korkulardan sıkıntılardan kurtulur. Rahata erer. Her şeye güç yetiren ve bizi bizden daha çok seven bir Yaratıcı'ya alternatif olarak hiçbir şey getiremezsiniz. Küçük bir örnek. Rabbimiz bizi öyle çok seviyor ki vücudumuzdaki bazı sistemler bizim ufak irademizle çalışıyor, fakat hayati önem taşıyan sistemler bizim irademiz dışında çalışıyor. Mesela kalbimiz. İrademiz dışındadır. Eğer irademize verilse idi, bir anlık dalgınımızda, bir anlık uyumamızda hayatımız son bulurdu. Demek ki kendi kendimize değil yetmek, bir kalbimize dahi hüküm geçiremiyoruz. İşte insan yani bizler böyle muhtacız. Hakikat bu. Gelelim soruya. Allah her yaratmış olduğu varlığa bir kader programı uygular. Bu kader programında yaratılmışlar için büyük rahmetler ve lütuflar vardır. Bir örnek verelim. Mükemmel bir sağlığa sahip insan düşünelim. Çok zengin. Dünyanın bütün nimetlerine sahip. Fakat Allah’ı unutmuş. Keyfini sürüyor. Diğer insan ise sakat birçok şeyden mahrum. Şimdi eğer dünya devamlı olsaydı. Burada sonsuza kadar kalsaydık bende “jön” gibi düşünürdüm. Fakat madem burası geçici. Madem burası esas yurdumuz değil. Madem biz burada gurbetteyiz. O zaman ne gam ne keder. Allah c.c bazı kullarını bu şekilde eksik yaratarak o kullarına peşinen Cenneti verir. Yeter ki hallerine şükretsinler. Ve o kulların o halleriyle diğer büyük nimet sahibi olan insanlara seslenir. Allah. Üzerinizdeki nimetimi hatırlayın. Gaflete düşmeyin. Beni tanıyın. Nimetlerin bedelini ödeyin. İmanlı bir insan böyle baktığında hem sakat insan hem de sağlıklı insan bu mektupları doğru okursa sonuçta esas yurdunda cennete kavuşur. Şu geçici aleme takılıp kalmaz. Ötelere uzanır. Peki cennet kolay mıdır. Ucuz mudur.? Bugün patronlar bir maaş vererek çalışanlarını ne kadar çok çalıştırır lar değil mi? Önemli olan yolda başımıza gelenler değildir. Önemli olan varacağımız yerin güzel olmasıdır. Allah yolda sıkıntılar vererek yanlış yerlere gitmemiz için bizi Rahmetinin bir yansıması olarak işte böyle uyarır.. Bana tuhaf gelen inkar edenlerin tavrı. İçlerindeki onlara Allah tarafından verilmiş olan şefkat duygusuyla gene o şefkat duygusunu veren Yaratıcı’nın merhametini sorgulamaları çok ilginç… Kim daha merhametli bizim gibi dünyayı cehennemlere çeviren insan mı yoksa Allah mı…?? Saygılarımla Terapi ( "Allah'ın adaleti yokmu biz insanlar kadar" başlıklı konuyada bir cevaptır. )
-
YEMEKLERE NİÇİN TUZ ATIYORUZ
Güzel bir paylaşım olmuş Allah razı olsun. Evet hiçbirşey tesadüfi değil hepsi kudretli bir Yaratıcı tarafından mükemmel bir düzen ve hesapla yapılıyor. Herşeyde çok hassas dengeler var. Tesadüf denen şey bunları yapamaz. Çünkü tesadüf diye bişey yok. Olması akla uygun değil. Bu kadar mükemmel tasarımı nasıl tesadüf ve sebeplere bağlıyoruz anlamak mümkün değil. Sebepler sadece Yaratıcı'nın yaratma sanatının birer memurudur. Yapan değildir. Yaratıcı tarafından vazifelendirilmiş birer aracıdır. Bakıp görebilenler için herşey ama herşey O'nu (c.c.) anlatıyor.
-
ALLAH VAR
Hakikat "kaçınılmaz olan" demektir. Yani kimsenin düşüncesine, heveslerine ve isteklerine bağlı olmayan manasını içerir. Mesela yaşlanmak bir hakikattir. Kişinin istek ve arzularına göre değişmez. İstediğiniz kadar önlem alın engellemeye çalışın başaramazsınız. Mesela kainatta cereyan eden olaylar. Havanın durumu örneğin. Kimseye sorulmaz bugün havanın nasıl olmasını istersiniz diye. Kimisi güneşli olmasını ister yağmur yağar, kimisi kar yağmasını ister güneş çıkar. Her birisi mükemmel bir hadise olan bu olayların ( ki gerçekten böyle. Kar taneleri bir bine çarpıp büyük buz kütleleri olmaz. Yağmur büyük mühendislik hesapları gerektiren bir düzenle indirilir ), gerçekleşmesinde insanın katkısı % 0’dır. Mesela ölüm hayattaki en büyük hakikattir. Asla şaşmaz. Değişmez. Yok deseniz dahi yok olmaz vardır. Buna her gün dünya üzerinde ölen binlerce insan şahitlik ediyor. Burada kalamazsınız diyor. Size de bir gün "haydi kapı dışarı" denecek diyor. Bu gerçeği ister kabullenin, ister kabullenmeyin bir şey değişmez. Bu gerçektir. Hakikattir. Örnekleri artırabiliriz.. Bütün bunlar gösteriyor ki her şey bir düzen ve programla vücut buluyor. Ama insanın bunların hiçbirinde etkisi ve katkısı yok. Çünkü insan varoluşu kurgulayan değildir. İnsan varoluşu gözlemleyendir. Böyle sayısız hadisedeki ince hesapları gözlemleyen insan ister istemez şu soru ile karşılaşır. Bende ufak bir miktar irade var. Ben bu iradeyle kendi hayatımı dahi yoluna sokamıyorum. Yaptığım her işte bir şeyleri unutuyorum. Hatalar yapıyorum. Doğru yaptığım bir şeyi ilerleyen bir zamanda unutarak yanlış yapamıyorum. Vs…. Peki diğer insanlar ne yapıyor. Acaba onlar mı bu işleri yapıyor. Yağmurları bir şirket mi ihale almış yağdırıyor. Güneş’i başka bir şirket, Ay’ı bir başkası…. vs Çünkü birilerinin bu işleri yapması lazım. Yapan birisi olmalı yoksa olmaz. Çünkü siz bile en ufak bir şeyi kendi haline bırakın o öyle kalır. Durumunu değiştirmez. Peki der insan ben yapmıyorum bunları, başka insanlarda yapmıyor. (Buna bir ispat: 200 yıl öncesini düşünelim. O zaman yaşayanlardan 1 tanesi bile hayatta değil. Ama kainattaki bütün hadiseler aynı düzen ve programla devam ediyor. Hiçbir sapma yaşanmıyor.) Bütün bunları yapan KİM’dir? Bu duruma karşı gözlemci olan insan temele indiğimizde 2 tip davranış gösterir. 1-) Kendi gerçekliğiyle yüzleşen, haddini bilen, bir yolcu olduğunun farkına varan, gözlemlediği hadiselerin büyüklüğü karşısında kendi küçüklüğünü anlayıp, bir sığınak arayan insan. Bu insanlar kendilerinin çok değerli olduğunu (Çünkü Yaratıcı onu var etmekle ona büyük değer verdiğini ispatlamıştır. ) ama mutlak derecede de muhtaç olduklarını kabul edip Allah'ı bulurlar. Ki hakikat te böyledir. İnsan çok ama çok muhtaçtır... Gözle göremediği bir mikroptan dahi tir tir titrer... O mikroba karşı hiçbir şey yapamaz...Yalan mı...? örnekler artırılabilir. Uzatmak istemiyorum. Bu insan artık Yaratıcı’dan başka hiç bir şeyden korkmaz. Dünyaya bir kuyruklu yıldız çarpacak dense dahi hiç önem vermez. Çünkü Her şey Allah’ın kontrolü altındadır. Allah ise her şeye, her daim hakimdir. Asla hata, yanlış yapmaz. Madem der bu kuyruklu yıldıza dahi hüküm geçiren Allah’tır. Emri altında çalıştıran Allah’tır. O zaman kokmaya gerek yok O Rahmet Sahibidir. Asla bizim için kötü bir şey yapmaz. Bize kötü gibi gelen hadiseler bile sonucuna eriştiğimiz zaman iyiliğe dönüşebilir der. Artık kainatta çokluk içinde kaybolmayıp, çoklukta Bir’i (c.c) bulmuştur o insan. 2-) Kendi gerçekliğine yüz çevirip, heves ve isteklerin baskısıyla kendisini yücelten ve tek başına kendisine yeteceği vehmine kapılan insan. Bu bir vehimdir (aslında gerçek olmayan, gerçekmiş gibi sanılan bir durumdur.). Çünkü tarihte bu yolu seçipte pratikte uygulamayı başaran bir tek insan yoktur. Ölüm onların bu iddiasına tokat gibi cevap vermiştir. Haydi sana gelen ölümü geri çevirsene demiştir. Bütün dostlarını ve güvendiklerini çağır haydi. Kapına gelen ölümü geri çevirsene demiştir. Bu insanlar ise kendilerinin çok değersiz 5 para etmez olduklarını ama mutlak güçlü ve iktidar sahibi oldukları vehmine kapılırlar. Örnek olarak ünlü bir felsefeci “Nietzsche” verilebilir. "De ki. ‘Orada (yeryüzünde) yaşar, orada ölür ve oradan çıkarılırsınız.’" (bkz. A’raf Suresi , 7:25). Bizler şimdilik yeryüzünde yaşıyoruz ve yeryüzünde ölüyoruz. Buna şahitleriz. Kur’an-ı Hakim’in beyanıyla da çağlara hükmetmesinin bir delili olarak gene öldüğümüz yerden, yani yeryüzünden kabirlerimizden diriltileceğiz. Madem Allah vaat etmiş olacaktır. Bizler şimdilik ayetin ilk iki safhasını bizzat gözlemleyerek tasdik ediyoruz. Diğer gözlemimiz ise kıyamette olacaktır. Ve bütün bu yolculuğumuz boyunca ( hayat, ölüm, kabir, diriliş, mahşer, cennet, cehennem..) her daim yanımızda olacak olan Sadece Allah’tır. Azrail değil…..!!!!!! O sadece ölüm anı ruhumuzu almakla vazifelidir. Devam edecek inşAllah. Saygılarımla
-
ALLAH VAR
Sevgili Ahirzaman kardeşim yukarda yazdıklarım benim ilk denememdir. İnşallah devamı gelecek. Geldikçe siz kardeşlerimle paylaşmaya devam edeceğim. Bulanlar Hakk'ı buldu, Buldular can içinde. Kalanlar yolda kaldı, Kaldıran zan içinde. Arayan bulur mutlak, Tembele bulmak ırak. Kuluna o son durak, gönüller han içinde... Ey kendisine geçici bir süre hayat verilmişler, Öldüğünüzde yanınızda KİM olacak....??
-
ALLAH VAR
YARATAN RABBİNİN ADI İLE OKU Zaman durmuyordu. Ömrüm her geçen an tükeniyordu. Ruhuma bir acı çökmüştü. Kendimi yalnız bir başıma, çaresiz hissediyordum. Bana büyük bir lütuf olarak Yaratıcı tarafından verilen sermayem artık gençlik dönemini tamamlıyor, bilinmeze doğru hızla ilerliyordu. Elimden kaçan, tükenişine engel olamadığım anlarıma acıyordum. Hüzünleniyordum. Çocukluğumu hatırlıyordum. Okula ilk başlayışımı, üniversiteden mezun oluşumu hatırlıyordum. Ne çabukta geçmişti zaman ve ben artık 40’lı yaşlara gelmiştim. Halbuki hep çocuk ve genç olarak kalacaktım. Elimin altındakileri sonsuza dek muhafaza edecektim. Bu kocaman bir yalan, kocaman bir aldanma imiş. Artık anlamıştım. Bana Sanatkar’ımı tanımam için verilen ömür sermayesi, bundan önce geçen yıllar gibi çabucak tükenecekti. Ve bir gün ölecektim. Benden öncekiler nasıl gitmiş ise bende bir gün sessizce göçüp gidecektim. Ölüm beklenmedik bir anda gelip kapımı çalacaktı. Yaratıcı bana nasıl hayatı verdiyse, bir günde bana ölümü verecekti. Bir türlü bitmeyen işlerimi bir anda bitirecekti. Bende bir gün bir gelip geçmiş olacaktım. Bende bir gün bir fani olacaktım. Dünyanın gafleti, içinde yaşadığımız toplumun hali bana bu gerçeği, bu hakikati unutturmuştu. Ne çabuk ve ne çok unutmuştum. Nefsimin ve şeytanın vehimler ve yalanlar üzerine kurguladığı dünyaların kocaman bir yalan olduğu ile artık yüzleşmiştim. Bu çok zor bir yüzleşmeydi. Onca yıl durmaksızın önüme konulan engelleri aşmıştım. Biri bitince hemen öbürü karşıma çıkıyordu. Bitmiyordu. Artık yorulmuştum. Kendimi boşlukta çaresiz, bir başıma hissediyordum. Artık aklım, vicdanım ve kalbim bu gidişattan bunalmış feryat ediyordu. Bana soruyorlardı. “Nereden geliyordum?” , “Burada ne işim var dı?”, “Nereye gidiyordum?” “Öldükten sonra bana ne olacaktı?” ………… İşte tam bu an şeytan geldi ve dedi ki. Şimdi bunları düşünmenin zamanı değil. Daha çok vaktimiz var bunları düşünmeye. Haydi şimdi gel zevk edelim, eğlenelim. Özgürce sınırsız bir şekilde arzularımızı tatmin edelim. Bir daha mı geleceksin bu dünyaya? Her türlü zevkten sınırsızca tadalım. Evet her insan gibi bende tercih yapmak zorunda idim. Bu tercihi yapmakta her insan gibi bende özgür bırakılmıştım. Ama tercihimin sonucuna katlanmak zorunluluğum vardı. Ya nefsimi ve şeytanı dinleyecektim. Onlar ne derse yapacaktım. Allah ile olan irtibatımı ve bağımı koparacaktım. Ve bunun sonucuna da katlanacaktım. Çünki yaşadığım her anın, alıp verdiğim her nefesin hesabını verecektim. Bu istesem de, istemesem de, bilsem de, bilmek istemesem de kaçınılmaz olan büyük bir hakikatti. Seçebileceğim diğer tercih ise Yaratıcı’mın, Sahibim’in, Yoktan Varedici’min adına yaşamaktı. Onun emrine itaat edecektim. O’nu dinleyecektim. O’nun emir ve yasaklarına kulak verecektim. Nefis ve şeytana dedim. Eğer benim önümden ölümü, kabri ve mahşerdeki o çetin, o zor hesabı kaldırırsanız. Firak ve zevalin ruhumda açtığı derin yaralara merhem olabilirseniz. Elinizde böyle bir iktidar var ise sizi dinleyeyim. Sizin dediklerinizi yapayım. Eğer yok ise susun! Sizi dinlemeyeceğim. Çünki sizin beni çağırdığınız zevklerin hükmü “zehirli bala” benzer. Yerken bir an tad verir ama koca bir bünyeyi zehirler. Bir anlık tada karşılık günlerce zehrin tesiriyle ızdırap (hafakan) verir. Bununla da kalmaz, bana emaneten verilen bu nazenin bedeni kötüye kullandığım için emanete hıyanet cezasını da belime yükler. Akıllı olan her insan gibi tercihimi yapacaktım. Beni çok seven, beni her daim hatırlayan, beni hiçbir zaman unutmayan, beni her daim diri tutan, merhamet sahibi olan Rabbimi dinlemekten başka kurtuluş yolum yoktu. Bu kesindi. Apaçık bir gerçekti. Kendimi hesaba çekmeye karar verdim. Evet bunca yıl unutmuştum. Her gün bana verilen nihayetsiz nimetleri unutmuştum. Tüm kainatın bana hizmet ettiğini ve emrime verildiğini unutmuştum. Ömrüm şükretmekten uzak, gafletle dolu anlarla geçmişti. Artık bu gidişe dur demenin vakti çoktan gelmişti. Peki ne yapmalıydım? Nereden ve nasıl başlamalıydım. Bu duygular içindeyken Alemlerin Rabbi Olan Allah’ın ilk vahyi aklıma geldi. Şimdi hatırladım. Neden Kadir-i Zülcelal’in Peygamberimiz’e göndermiş olduğu ilk vahyin oku değil de, Yaratan Rabb’in adıyla oku diye indirildiğini. Kendi başına asla okumaya çalışma. Evet O’nun ismi ile okumalıydım. Her işime O’nun ismi ile “bismillah” ile başlamalıydım. Allah ile irtibatımı koparıp, şeytan ve nefse uyup kendi başıma okumaya kalkmamalıydım. Çünki benim gücüm, sıfatlarım, iktidarım, kabiliyetlerim çok ama çok azdı. Belki de yoktu. Ben bir yaratılmıştım. Mutlak muhtaçtım. Mutlak acizdim. Düşmanlarım nihayetsizdi. Varoluşuma hiçbir katkım yoktu. Demek ki kendi kendime de malik (sahip) değildim. İnsandım yani mutlak aciz ve fakirdim. Demek ki kendi başıma okumaya çalışmamalıydım. Kendi başına okumak beyhude bir çaba idi. Bu halimle benim her derdimi bilecek, her halimden haberdar olacak, her türlü ihtiyacıma cevap verecek olan Rabbime ne kadarda ihtiyacım olduğu hatırladım. O’nun ismi ile başlamaya ne kadar da muhtaç olduğunu hatırladım. Çünki insanın ona ihtiyacı olmayan Bir’ine ihtiyacı vardı. O ise Yaratandı. O ise Allah’tı. Her türlü noksanlıktan çok ama çok uzaktı. Mutlak güç sahibiydi. Her şeye güç Yetirendi. Her şeyin Sahibi Ancak O’ydu. Ya Rab şimdi hatırladım. Kendi gerçekliğimi şimdi anladım. Kendi başıma bir hiç olduğumu şimdi fark ettim. Sen yardım etmezsen değil bir şey yapmak, nefes dahi alamazdım. Affet unutuşumu. Bağışla hatalarımı. Mağfiret et günahlarıma. Ey insanoğlu sen kendini kendine malik (sahip) sanma. O yük ağırdır. Kaldıramazsın. Sınırsız ihtiyaçlarını karşılayamazsın. Bu yükü beline yükleme. Gel Rabbinin adı ile iste. Yüklerini bırak. O’na sığın O’na tevekkül et. Kaderde sana verilene razı ol, rahat et. Zahmeti at. Her daim bismillah de. O’nun ismini al. Kainattaki hadiselerin ve olayların karşısında tir tir titremekten kurtul. Allah’ın ismiyle okuduğun her hadisede asla yalnız bırakılmayacaksın. Asla hüsrana uğramayacaksın. Her daim yardım göreceksin. Allah’ın ismini almadığın her anda tek başına yalnız kalacaksın. Hadisatın karşısında titremekten kurtulamayacaksın. Demek ki hakiki selamet yalnızca İslam’dadır. Demek elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayatta saadet sadece imandadır. Ey Allah’ı unuttuğum ve Allah’tan uzak yaşadığım anlarım, helak olmuş zamanlarım hepinize ama hepinize geçmiş olsun………. Haydi şimdi kalk ve Yaratan Rabbinin adı ile oku. Çünki yaratılış gayen, bu dünyaya gönderilme sebebin sadece ama sadece Allah’ın adı ile kainat kitabını okuman, O’nu tanıman ve O’nu bulman içindir. Sen sadece bu ulvi gaye için yaratıldın. Bunu asla unutma! Ya Rab! Bizi, Senin Güzel Esmaları’nın tarif edicisi, öğreticisi, muallimi olan Zat’a (s.a.v) yoldaş eyle, ümmet eyle. Şu fani ömrümüzü Senin Güzel Hakikatleri’ne şahitlik ederek tamamlamayı ve bekaya ulaşmayı nasip eyle. Amin. Saygılarımla Terapi
-
ALLAH VAR
“İnsanı Allah yaratmadıysa, neden insan yalnızca Allah’a teslim olunca mutlu oluyor?” (–Blaise Pascal.) “Öğrenmek için sor; sıkıntı vermek için sorma.” ( –Hz. Ali ) ( Çok önemli bir ilke....) “Her yeşil yaprak, Allah’ın kudretini anlatan bir defterdir. Hepsinde de ****** olursan, yazık doğrusu!” (–Hafız-ı Şirazî ) Kendi gerçekliğimizi (Yaratılmış olmak, muhtaç olmak, çok zayıf olmak, her ançcürüyebilecek bir bedeni giyinmiş olmak.. vs) bilmeden Allah’ı bilmek bizi gurura sevkeder. Allah’ı bilmeden kendi zayıflığımızı bilmek bizi ümitsizliğe düşürür.Allah’ı bir peygamberin aracılığıyla bilenler, kendilerinin acziyetini de bilirler. Allah’ı kendi acziyetini tanımadan tanımış olanlar, Allah’ı değil, kendilerini yüceltirler. Büyüklük ve ilahlık taslarlar. İki aşırılıktan birisine düşerler. Akıldan başka hiçbir şeyi kabul etmezler ve inkara doğru hızla yol alırlar. Allah’ın varlığını isbat eden şey yalnızca arayanların O’na sıkı sıkıya sarılması değildir. Aramayanların körlüğü de varlığını isbatlar O’nun. İnançsızların huzurunu kaçırmamıza hiç gerek yok; kendileri bunu gayet iyi beceriyorlar. İnançsızlara muhatap olurken, onlara merhamet ederek başlamalıyız işe. Zira, içinde bulundukları durum onları yeterince mutsuz kılıyor. Üç tür insan vardır: Allah’ı bulanlar ve ona hizmet edenler; O’nu aramakla meşgul olup henüz bulamayanlar; O’nu ne arayan, ne bulan, zaten arayıp bulma çabası olmadan yaşayanlar. İlk gruba girenler mâkul ve mutlu, sonuncu grubun insanları boşlukta, çaresiz ve mutsuz, ortadakiler ise mutsuz ve mâkuldur. “Her kap, kendi içindekinin kokusunu verir.” ( –Abdülkâdir-i Geylânî) düsturuyla Evet Bir Yaratıcı var başlıklı konuyu açıyorum. Bu kısımda hedefimiz inanan kardeşlerimizin, herşeyde Allah'ın varlık delillerini arayan güzel tespitlerinin ve katılımlarının paylaşılmasıdır. Evet bizler iç alemimizi ve kazanımlarımızı ve imanımızın hayatımızdaki güzel yansımalarını buraya taşıyalım. İç alemimizi buraya yansıtalım inşAllah. Hissesi olan hissesini alır, susayan kana kana dilediği kadar içer. Susamayanlara veyahut susuzluğuna karşı duyarsızlık gösterenlere diyecek birşey yok.... vesselam Saygılarımla