Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Terapi

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    271
  • Katılım

  • Son Ziyaret

Terapi tarafından postalanan herşey

  1. ÖLÜM HAKİKATI Ölüm o kadar kat'i ve zahirdir ki; bu günün gecesi ve bu güzün kışı gelmesi gibi ölüm başımıza gelecek. Bu hapishane nasılki mütemadiyen çıkanlar ve girenler için muvakkat bir misafirhanedir. Öyle de: Bu zemin yüzü dahi, acele hareket eden kafilelerin yollarında bir gecelik konmak ve göçmek için bir handır. Herbir şehri yüz defa mezaristana boşaltan ölüm, elbette hayattan ziyade bir istediği var. ......Madem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor; elbette bu ecel celladının elinden ve kabir haps-i münferidinden kurtulmak çaresi varsa, insanın en büyük ve herşeyin fevkinde bir endişesi, bir mes'elesidir. ......Ölüm ya i'dam-ı ebedidir; hem o insanı, hem bütün ahbabını ve akaribini asacak bir darağacıdır. Veyahut başka bir bâki aleme gitmek ve iman vesikasıyla saadet sarayına girmek için bir terhis teskeresidir. Ve kabir ise, ya karanlıklı bir habs-i münferid ve dipsiz bir kuyudur veyahut bu zindan-ı dünyadan bâki ve nurani bir ziyafetgâh ve bağistana açılan bir kapıdır. Asa-yı Musa - 13 ......"Sizlere müjde!. Mevt; idam değil, hiçlik değil, fena değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in'idam değil, belki bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir; bir tebdil-i mekândır. Saadet-i Ebediye tarafına vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır." Asa-yı Musa - 201 ......Ey bîçâreler! Mezaristana göçtüğünüz zaman, "Eyvah! Malımız harap olup, sa'yimiz heba oldu; şu güzel ve geniş dünyadan gidip; dar bir toprağa girdik." demeyiniz.. feryad edip me'yus olmayınız... Çünki: Sizin herşey'iniz muhafaza ediliyor. Her ameliniz yazılmıştır. Her hizmetiniz kaydedilmiştir. Hizmetinizin mükâfatını verecek; ve her hayır elinde; ve her hayrı yapabilecek bir Zât-ı Zülcelâl sizi celb edip, yer altında muvakkaten durdurur. Sonra huzuruna aldırır. Ne mutlu sizlere ki, hizmetinizi ve vazifenizi bitirdiniz. Zahmetiniz bitti, rahata ve rahmete gidiyorsunuz. Hizmet, meşakkat bitti, ücret almağa gidiyorsunuz. Asa-yı Musa - 202 ......Ey insan! Bilir misin nereye gidiyorsun? Ve nereye sevk olunuyorsun? Otuzikinci Söz'ün âhirinde denildiği gibi: Dünyanın bin sene mes'ûdane hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmiyen Cennet hayatının; ve o Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rü'yet-i cemâline mukabil gelmeyen bir Cemîl-i Zülcelâl'in daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun. Mübtelâ ve meftun ve müştak olduğunuz mecâzi mahbublarda ve bütün mevcudat-ı dünyeviyedeki hüsün ve cemâl, O'nun cilve-i cemâlinin ve hüsn-ü esmasının bir nevi' gölgesi.. ve bütün Cennet, bütün letâifiyle, bir cilve-i rahmeti.. ve bütün iştiyaklar ve muhabbetler ve incizaplar ve câzibeler, bir lem'a-i muhabbeti olan bir Ma'bud-u Lemyezel'in, bir Mahbub-u Lâyezâl'in dâire-i huzuruna gidiyorsunuz. Ve ziyafetgâh-ı ebedîsi olan Cennet'e çağrılıyorsunuz. Öyle ise, kabir kapısına ağlıyarak değil, gülerek giriniz. Hem şu kelime şöyle müjde veriyor, diyor ki: Ey insan! Fenâya, ademe, hiçliğe, zulümata, nisyana, çürümeye, dağılmaya ve kesrette boğulmaya gittiğinizi tevehhüm edip düşünmeyiniz! Siz fenâya değil, bekaya gidiyorsunuz. Ademe değil, vücud-u dâimîye sevk olunuyorsunuz. Zulümata değil, âlem-i nûra giriyorsunuz. Sahib ve Mâlik-i Hakikî'nin tarafına gidiyorsunuz... Ve Sultan-ı Ezelî'nin payitahtına dönüyorsunuz. Kesrette boğulmaya değil, vahdet dairesinde teneffüs edeceksiniz. Firaka değil, visale müteveccihsiniz!.. Asa-yı Musa - 203 - 204 * * * ***************************** Dost istersen ALLAH yeter. Evet, o dost ise herşey dosttur. ***************************** Yaran istersen KUR'AN yeter. Evet, ondaki enbiya ve melâike ile hayâlen görüşür ve vukuatlarını seyredip ünsiyet eder. ***************************** Mal istersen KANAAT yeter. Evet, kanaat eden, iktisat eder; iktisat eden, bereket bulur. ***************************** Düşman istersen NEFİS yeter. Evet, kendini beğenen, belayı bulur, zahmete düşer; kendini beğenmiyen safayı bulur, rahmete gider. ***************************** Nasihat istersen ÖLÜM yeter. Evet, ölümü düşünen, hubb-u dünyadan kurtulur ve ahiretine ciddi çalışır. Mektubat - 282 Benimde bir katkım olsun istedim.. Saygılar Rabbim hepimize yardım etsin önümüzde zor bir yolculuk var.... Hepimizi ve tüm ölmüşlerimizi bağışlasın affetsin...Çünkü aldandık ve aldanıyoruz....
  2. Hadiseleri tamamıyla her yönüyle bir bütün olarak ele alır açıklayabilir ve çözümleyebilirsek işte o zaman gerçekçi sonuçlara ulaşabiliriz sevgili yam yam saygılar...
  3. İslamiyet asla doğmatizmi kabul etmez. Bizlerin temelde 4 adet dayanağı vardır. 1-) Kur'an-Kerim 2-) Peygamber Efendimiz 3-) Kainat Kitabı (Bütün Bilim Dalları bu kapsamlı başlığın içine girer.) 4-) Vicdan Bunların hepsi somuttur. asla soyut şeyler değildir. Gözlerimizin önündedir. Kısaca bakacak olursak, İslamiyet bu 4 temel esasın kabul ettiği ve doğruladığı şeylere hakikat yani GERÇEK tanımlaması yapar. Bunlardan asla hiçbirini devre dışı bırakmaz. Zaten bu yüzden gerçek iddiası taşımaktadır. Ve sürekli bu kontrolü yapmamızı bize emreder.. Asla göz ardı etmek yada gözden kaçırmak gibi bir çelişkisi yoktur. Tam tersi bizleri Doğrulamaya (Verification) sevkeder. Birilerinin iddia ettiği gibi "Önce kabul et sonra nasılsa inanırsın" düşüncesi tamamen İslam inancına ve imana zıttır. İslamiyetin metodolojisinde Eserden Sanatkara giden bir yol vardır. Yani Gözlemden Sonuca gidilir. Dikkat li ve önyargısız gözlemlerin neticesinde insan Allah'ı bulur ve kabul eder. Şimdi Bak! Hiç düşünmezmisiniz! şeklinde bir çok verilebilecek örnekle Allah bizlerden Kainatı Bilimin yardımıyla gözlemlememizi ve Kendisini doğrulamamızı ister. Burada vicdan devrededir. İnsan vicdanını iflas ettirmemişse sürekli Evet! Evet doğru söyledin sesleri yükselecektir. Bu kaçınılmazdır. Eğer gerçeğin ve hakikatin peşindeyseniz ve daha önemli GERÇEĞİ açıklıyorum iddiasındaysanız, olayları TAMAMEN bir bütün olarak ele alıp açıklamalısınız. Eğer bunu yapamıyorsanız tutarsızsınız demektir. Ama iddianız hadiseleri belli boyutlarıyla ele alıp açıklamaksa o zaman kendi içinizde tutarlı sayılırsınız ama asla GERÇEĞİ açıklama ve öğretme iddiasında bulunamazsınız
  4. YARATILIŞ MUCİZELERİ Zafer Araştırma Grubu ESKİDEN ÇOCUKLAR, “Ben nasıl oldum?” gibi bir soru sorduklarında; ya azarlanırlardı, ya da tuhaf cevaplarla atlatılmaya çalışılırlardı: “Eee, seni leylekler getirdi yavrum!” “Annenle birlikte bir dere kenarında dolaşıyorduk ki, taşların arasında seni bulduk! Çok şirindin aldık eve getirdik!” “Tarlada.. Kocaman bir lahananın göbeği içindeydin, çok şirindin…” Şimdiki çocukların böyle cevaplara itibar edeceğini hiç beklemeyin. Zamanımızın on yaşındaki bir çocuğu, insanın yaratılışı hakkında Aristo’dan daha çok şey biliyor! Sıradan bir lise öğrencisi, 16 yy. embriyologlarından fazla bilgiye sahip! 1677 yılında ilk nesil mikroskoplardan birini kullanarak erkek üreme hücresi olan Spermleri inceleyen Hamm ve Leeuwenhoek, incelemeleri sonucunda, her bir sperm hücresinin içinde her şeyiyle tamam bir insan bulunduğunu öne sürdüler. Bu sperm hücresi rahme düşüyor ve orada büyüyerek doğacağı hâle geliyordu onlara göre. Ne tuhaf değil mi? Tek bir sperm hücresinin içinde mikroskobik bir insan var. Eğer bu mikroskobik insan bir erkek ise, onun da sperm hücreleri olmalı. Ve onun spermlerinde de, herşeyiyle tamam birer insan bulunmalı! Tabi, mikroskobik insanın spermlerinde bulunan öteki mikromikroskobik insanların erkek olanlarının spermlerinde de, yine mikromikromikro insanlar bulunuyordu, Hamm ve Leeuwenhoek’a göre. 18. yy.’da kadın yumurtası keşfedildi ve bilim adamları “Yanılmışız!” dediler. “O mikro insancıklar, sperm hücrelerinde değil yumurta hücrelerinde bulunuyormuş!” 19. yy’a geldiğimizde ise insanoğlu nasıl yaratıldığını anlama noktasında önemli bir adım attı ve anne karnındaki yaratılışın safha safha, merhale merhale, aşama aşama olduğunu keşfetti. Batı’lı bilim adamları sonsuza kadar uzanıp giden minik insancıklar fikrinden kurtulmanın rahatlığını yaşarken, Müslüman bilim adamları, bir Kur’an mucizesine şahit olmanın heyecanı içindeydiler. Çünkü Allah, ‘rahimlerde olanı’ bindörtyüz yıl kadar önce insanoğluna âyet âyet bildirmişti. “And olsun, Biz insanı çamurun özünden yarattık. Sonra ona sağlam bir karar yerinde bir nutfe yaptık. Sonra nutfeyi aleka hâlinde, alekayı mudga hâlinde yarattık. Mudgayı da kemik halinde yarattık; kemiklere ise et giydirdik. Sonra da onu bambaşka bir yaratışla inşa ettik. Yaratıcıların en güzeli olan Allah’ın şânı ne yücedir!” —Müminun, 12-14 “Ey insanlar! Kıyamet gününde diriltilmekten şüpheniz varsa, şu bir gerçek ki, Biz sizi önce topraktan, sonra bir nutfe’den, sonra bir aleka’dan, sonra kısmen şekillenmiş, kısmen şekillenmemiş bir çiğnem etten yarattık—tâ ki size âyetlerimizi açıklayalım. Dilediğimizi belirlenmiş bir vakte kadar rahimlerde yerleştiririz. Sonra sizi bebek olarak çıkarır, sonra olgunluk çağınıza kadar büyütürüz…” — Hacc, 5 BU BİZİM MACERAMIZ Her birimizin, annelerimizin rahminde olan gelişmemiz büyümemiz ve orada dünya için hazırlanmamız, çok önceden hazırlanmış bir plânın, programın gerçekleştirilmesinden başka bir şey değildir. Birbirini hiç tanımayan, bilmeyen ve birbiriyle görüşmemiş iki ayrı insanın vücudunda, bizim bütün programımız hazırlanmaktadır. Kısacası, bizleri meydana getiren iki hücre nedir, özellikler nelerdir, nerede ve nasıl yapılmaktadır? Bu iki ayrı vücuttaki iki hücre, birbirlerine nasıl hazırlanmaktadır? Buluşmaları nasıl sağlanmakta, bir araya geldiklerinde yaratılış mucizesi olan bir vücudu, nasıl meydana getirmektedirler? Bugünkü bilgilerimizin, bilemediklerimiz yanında, denizden bir damla olduğunu dikate alarak, insan yaratılışında ne derece harika olayların cereyan ettiğini çok daha iyi düşünebiliriz. HAYAT PROGRAMININ KURULDUĞU YER Anne ve babalarımız, hatta onların anne ve babalarını vücuda getiren spermle yumurta hücresi buluştuklarında, bizim vücut programımız hazırlanmaktaydı. Çünkü bizim vücudumuzun temel taşı olacak sperm ve yumurta hücresinin taslakları, anne ve babamızın cinsiyet organlarına, onlar annelerinin karınlarında altı haftalıkken yerleştirilmeye başlanır. Yani büyük baba ve büyük annelerimiz kendi annelerinin rahimlerinde henüz altı haftalık iken, baba ve annelerimizi meydana getirecek olan hücrelere sahip olurlar. İşte bu iki hücre, milyonlarca kardeş hücrelerle beraber, bizim vücut inşaatımız başlayıncaya kadar, birbirlerinden tamamen habersiz, anne ve babalarımızın vücudunda muhafaza edilirler. SPERM HÜCRELERİ Spermin enine kesitleri incelendiğinde, ortada bir çift ve kenarlarda ise 9 çift boyuna uzanan lifler vardır. Bunları çelik bir halatın ince tellerine benzetebiliriz. Kuyruk bu sayede elastikiyet, esneklik ve hareket kabiliyeti kazanabilmektedir. Bu şekliyle sperm hücresi, oldukça tehlikeli olan yolculuğa çıkabilecek bir yapıya sahiptir. Hareket için gerekli enerjinin temini, enerji üretim ünitesinin yerleştirilmesi; hareket organı olan kuyruğun, hücrenin oval yapısı bozularak kendisine verilmesi; yumurta hücresine ulaştığında, içeriye giriş için devamlı tamiratı yapılan bir zarın geçilebilmesini sağlayan eritici enzimlerin baş kısma yerleştirilmesi.. tesadüflerin eseri olabilir mi? Olgunlaşan sperm hücreleri, eğitim görmek ve depo edilmek üzere her bir testisin arkasında yer alan “epididimis”e geçerler. “Epididimis”ler sperm hücrelerinin özel eğitim ve bakım gördükleri bir yerdir. Epididimis, yumurta hücresi ile gerçekleştirilecek olan mucizevî randevunun son hazırlıklarının yapıldığı bir eğitim merkezidir. Sperm hücrelerine yüzme burada öğretilir. Hareket için lüzumlu enerji ile, beslenmede gerekli gıda burada temin edilir. Yumurta hücresi ile karşılaştığında içeri girişi sağlayan enzimler, sperm hücresinin baş kısmına, yine burada paketlenirler. YUMURTA HÜCRELERİ Doğumdan sonra bebekteki yumurta hücresinin gelişimi bilemediğimiz bir mekanizma ile durdurulur. Yumurta hücrelerinin sınırlılığı sebebiyle olsa gerek ki çok daha itina ile muhafaza edilirler. Özel bir bakıma alınarak gelişmeleri sağlanır. Yumurta hücresi gelişmesini, ancak bir sperm hücresi tarafından döllenmesiyle tamamlayabilir. Aksi halde, olgunluğa erişemeden körelir, atılır. Yumurta hücresi yumurtalıklardaki gelişimini tamamladıktan sonra, sperm hücresi ile buluşmak üzere yerinden çıkarılarak karın boşluğuna bırakılır. Bu, yumurta hücresi için çok riskli bir hadisedir. Çünkü karın boşluğunda iken sperm hücresi ile karşılaşması, karşılaşsa bile döllenebilme şansı oldukça zayıftır. Ancak yumurta hücresini bu tehlikeli durumdan kurtaran “yardım eli” derhal yetişir. Rahimden yumurtalıklara uzanan 15-20 cm uzunluğunda iki adet tüp (fallopian tüp, tuba uterina) yumurta hücresini gayet nazik bir şekilde yakalayıp içine alır. MUCİZEVİ TEMEL ATMA TÖRENİ Büyük bir itina ve gayet hassas sistemlerle yaratılan bu iki hücre, bir insanın yaratılmasında, temel taşı olabilme maksadına yöneliktir. Bu maksadın gerçekleşmesi için bir araya getirilmediği takdirde, yalnız başlarına bir kıymet ifade etmezler. Ondandır ki, bu iki hücrenin bir araya gelerek harika bir sarayın temelini atma hadisesi yanında, şu âna kadar anlattığımız fevkalâde ilgi çekici hadiseler bile sönük kalmaktadır. Yaratılıp, geliştirilerek olgunlaştırılan sperm ve yumurta hücrelerinin yerlerinden alınıp, çetin bir yolculuktan sonra birleşmelerine “döllenme” (fertilizasyon) veya “ilkah” diyoruz. Her iki hücrenin, yerlerinden ayrıldığı andan itibaren, birleşinceye kadar yapılan seyahat içerisinde birbirinden hârika olaylarla karşılaşırız. Yumurta hücresi ile yapılacak randevu için, 200-300 milyonluk bir sperm ordusu yolculuğa başlar. Bu büyük ordudan büyük çoğunluğu yolculuk esnasında hayatını kaybeder. Yumurtaya ulaşabilen sperm hücresi 500 ile 1000 civarındadır. Yumurta hücresi ise bunlardan ancak bir tanesi ile döllenecektir. Hangisi ile? Yumurta hücresine en erken ulaşanla mı, en son gelenle mi, en kuvvetli ve sağlam olanla mı, en zayıfı ile mi; hangisi ile döllenecektir? Bu arada, kendisini bekleyen yumurta hücresi, her ne kadar emin bir yerde muhafaza ediliyorsa da, döllenmek için 24 saati vardır. Bu süre içinde döllenme gerçekleşmezse, kabiliyetini yitirir ve işe yaramaz hale gelir. Acaba ilk defa karşılaşacağı sperm hücresi, nerede ve hangi tehlikelerle mücadele etmektedir? Sperm hücrelerini oldukça uzun ve pek çok tehlikelerle dolu bir yolculuk beklemektedir. Zira hazne ortamı yüksek denebilecek derecede asit karakterlidir. Bu asitlik derecesi ise sperm hücreleri için öldürücüdür. Ancak, bu tehlikeye karşı tedbirler, sperm hücreleri henüz hazneye gelmeden alınmış durumdadır. Spermleri asitli ortamdan korumak için, üç bezden gelen sıvı etraflarını çevirmiştir. Ayrıca sperm hücreleri, âdeta bir dayanışma göstererek, birbirlerine iyice yaklaşırlar. Yollarına toplu halde devam ederler. Ne tarafa gidileceği de belli değildir. Çünkü yumurta hücresinin, mevcut iki yumurta kanalından hangisinde olduğu bilinmemektedir. Yumurta hücresi, kendilerinden yaklaşık 20 cm uzaktadır. Bu mesafe, boylarının yaklaşık 3000 katıdır ki, başka bir ifadeyle, 170 cm boyundaki bir insanın 5000 m’yi yüzerek geçmesi demektir. Yön tayini konusunda bir görüşe göre, yumurta kanalından hazneye doğru akan sıvının spermler tarafından takip edilerek yumurtaya ulaştıkları ifade edilir. Bu, tıpkı nehirdeki balıkların yukarı doğru yüzmelerine benzemektedir. Böylece spermler ve yumurta hücresinin buluşma hadisesi fevkalâde bir ustalık ve maharetle gerçekleşmektedir. Ancak yumurtaya ulaşmak onu döllemek için kâfi değildir. Çok sağlam bir yapıya sahip yumurta zarının delinip, içeriye girilmesi gerekmektedir. Zarla karşı karşıya kalan sperm hücresinin baş kısmındaki akrozom derhal çatlar ve içindeki enzimler zona pellusidayı eritir. Spermin içeri girmesiyle kuyruk kopar, dışarıda kalır—tıpkı görevini yapan uzay aracının yakıt tankı gibi. Yumurta hücresini saran zar, derhal kendisini yenilemeye başlar ve asla ikinci bir sperm hücresinin içeriye girmesine müsaade etmez. Ancak, bu değişme hadisesinin nasıl bir mekanizma ile yürütüldüğü bilinmemektedir. TOPLU İĞNE UCU KADAR BİRŞEY Yumurta hücresinin sperm tarafından döllenmesiyle, bir insanın ana rahmindeki hayatı başlamış olmaktadır. Zigot, yumurtanın sperm tarafından döllenmesiyle başlayıp 16 adet hücre oluncaya kadar geçen zaman (3 gün) içindeki hâlidir. Zigotta embriyonal hayata açılacak olan insanın bütün bir programı şifrelenmiştir. Bütün bu genetik (ırsî ve kalıtımla ilgili) özellikler kromozomların ancak %15’ini teşkil eden DNA moleküllerinde şifrelenmiştir. ESRARLI FAALİYET Bugün insan vücudunda en az 200 çeşit farklılaşmış hücre bulunduğu bilinmektedir. Bunların hepsi tek bir hücreden (zigot) oluşmaktadır. Embriyolojinin en zor, fakat en cazip konularından birini oluşturan hücrelerin farklılaşması hadisesi hemen hemen tamamen meçhuldür. Bu sahadaki sorular âdeta cevaplarından daha caziptir. Meselâ, “Zigot neden çoğalıyor, onun çoğalmasını etkileyen faktör nedir?” “Mekanizması nasıldır?” “Çoğalırken hep aynı olması beklenen hücreler nasıl bir sistemle ikaz edilip değişmeye başlıyorlar?” “Değişmede belirlenen hedefi nereden biliyorlar?” “Tanımadıkları beyin, akciğer, mide, rahim, göz ve kulak gibi organların ihtiyacı olan farklı hücreleri nasıl belirliyorlar?..” tarzındaki sorular henüz cevapsız kalan binlerce sorudan yalnızca birkaçıdır. Kullanılmayan veya kullanılmaması gereken genler ise ömür boyu bloke edilip pasif halde muhafaza edilirler. Burada da yine karşımıza, cevabını bulamadığımız bir yığın soru çıkmaktadır. “Komşu kardeş hücrenin hangi genlerini aktif tutması ve hangilerini de bloke edip çalıştırmaması gerektiği, hangi sistemle tayin edilmektedir?..” Bu gibi sorularla birlikle, ceninin teşekkülüne baktığımızda, genlerin anne rahmi hayatında idrakimizi aşacak bir mükemmellikte faaliyet gösterdiğini görürüz. Hücre değişikliği tamamlanınca da artık o genler tamamen bloke olup bir daha çalışmamaktadır. Hücreler bilmedikleri dünya şartlarına göre değişikliğe uğramaktadırlar. Böylece ışığa karşı hassas göz hücresini; acıyı, tatlıyı, sancıyı, sıcağı, soğuğu alacak sinir hücrelerini; ses titreşimlerini hissedecek kulak hücrelerini ve gıdaları sindirecek sindirim sistemi hücrelerini yapıyorlar. Bütün bilinmeyenlere rağmen rahimde daima düzenli faaliyetler nasıl cereyan etmektedir? Buna en güzel cevabı veren, şüphesiz, kâinatın ezelî tercümesidir: “Rahimlerde olanı Allah bilir” (Lokman suresi, 34) “Şimdi gürdünüz mü rahimlerde döktüğünüz meniyi? Onu insan biçiminde siz mi yaratıyorsunuz, yoksa Biz miyiz yaratan?” (Vakıa suresi, 58-59) Hücre değişikliği hadisesi henüz izah edilmekten çok ötelerde bulunurken, karşımıza bir de organ teşekkülü çıkmaktadır. Ancak, burada da yine birçok soru ile karşı karşıya kalıyoruz. “Hiç, el, kalp ve beyin görmemiş hücreler nasıl olur da el, göz, kalp ve beyin yapar?” “Nasıl olur da dünyanın şartlarından haberdar olmayan hücreler onun şartlarına göre gerekli olan organları belirler ve yaparlar?” Organların teşekkülü hadisesinde, dört önemli hususla karşılaşmaktayız. Bunlar, sebep-netice sistemi içerisinde izah edilememektedir. 1) Sayıları nasıl belirleniyor? 2) Vücutta en uygun yerlerini nasıl alıyorlar? 3) Şekillerini ve yapılarını bir kalıptan çıkmışçasına, fakat kalıp olmaksızın nasıl alıyorlar? 4) Görev ve faaliyetlerini nasıl belirliyorlar?.. Gerçekten de cenindeki hücreler kullanılarak ihtiyaç duyulan bütün organlar, bir anatomiste ders verecek mükemmellikte belirlenmektedir. Bunu hücreler nasıl bilecekler? Organların adedinin belirlenmesinde görülen önemli nokta da, bir grup hücre bir organı yapmaya başladığında, başka bir grup hücrenin aynı organdan ikinciyi yapmamasıdır. Tabii ki, ceninde görülen bu haberleşme sisteminin esası da bilinmemektedir. Bütün bunları, vücuttaki organları, sayıları itibarıyla nazara aldığımızda fevkalâde bir ilim ve hikmet içerisinde belirlendikleri anlaşılır. Embriyonal hayatta iken organların tayin edildikleri yerlerde gelişmeleri de fevkalade ince hesaplara dayanır. Beyin en iyi muhafaza edileceği kafatası içine yerleştirilir. Gayet hassas sinir ağının temelini teşkil eden omuriliğin bulunduğu yer kafatasından daha az harika değildir. Dilimizin, gözlerimizin, kulak, burun, el, ayak ve daha yüzlerce organımızın da uygun yerlere konduğunu görmekteyiz. Meselâ, embriyonal hayatta ilk basit barsak, boru şeklinde oluşur. Sonra bu borunun belirli yerlerinde bazı hücreler, başka bir hedefe yönelik olarak faaliyet göstermeye başlar. Mideyi yapacak hücreler o bölgede çoğalarak ona torba şeklini verirler. Midenin hemen alt kısmında iki çıkıntı görülür. Bunlardan birisi pankreası, diğeri ise karaciğeri yapar. Mideye uzanan yemek borusundan bir çıkıntı kök gibi uzamaya başlar; hedefi, 80 metrekarelik bir alana sahip akciğerleri yapmaktır. Başlangıç itibarıyla aynı olan bu hücreler, bir ikaz, bir emir alarak, tanımadıkları bu organları yaparlar!.. Ceninde organlar gelişirken, vücut denen bir bütünün ihtiyacına cevap verecek tarzda görev taksimi ve iş bölümü yapılır. Yapılacak işler ve gelişmeler dünyanın şartlarına göre belirlenir. Orada kullanılmayan gözler dünyadaki ışık şiddetine, kulaklar da dünyadaki seslerin özelliklerine göre inşa edilir. Aynı şekilde, mide ve diğer sindirim organları dünyadaki besin maddeleriyle uygun çalışabilecek bir fizyolojik sistemle donatılır. Organların teşekkülü başlı başına bir mucizedir. Cenin bu yönüyle plânlı ve programlı bir şekilde; bir yaratılıştan diğerine dönüşmektedir. Kâinat kitabını bize okuyan Kur’an bu hakikati şöyle ifade ediyor: “Rahimlerde size dilediği gibi bir şekil veren O’dur. Ondan başka ilâh yoktur; O herşeyin mutlak galibi ve sonsuz hikmet sahibidir.”— Âl-i İmrân,6 
  5. Bu konuda sınırsız deliller varken deriz ki . Aklımızı başımıza alıp biraz mantıklı muhakeme yapabilirsek sadece aşağıdaki sözler bizler için yeter de artar bile... “Bir iğne ustasız olmaz, bir harf katipsiz olamaz. Nasıl bu muhteşem kainat sahipsiz ve ustasız olur? Elbette bu muhteşem kainatın bir sahib-i ebedisi, bir malik-i ezelisi vardır. Semada yıldızlar kadar, zeminde çiçekler kadar Allah’ın varlık ve kudret delilleri okunmaktadır. Bütün mevcudat, Allah’ın sanatıdır, düzgün, ölçülü ve mükemmel olarak yaratılmışlardır. Elbette sanat, sanatkarını gösterir, eser ustasından haber verir.” ( ----Sözler----) Hiç mümkün müdür ki? Allah yok demek. Allah olmasaydı hiçbirşey olmaz dı. O varlığı zorunlu olan Zat'tır. İlaveten Bir alıntı yapalım... Soru : Bazı çevrelerce , “Allah kendisinden büyük bir varlık yaratabilir mi?” şeklinde bir soru ortaya atılıyor. Bu soruya nasıl cevap vermemiz gerekir? Cevap: Soru çelişkili bir mantık oyunudur ve tek kelimeyle demagojidir. “Allah’tan büyük” ve “yaratmak” kavramları birlikte sunulmuş ve sonucu olmayan bir soru ortaya atılmıştır. Allah’ın büyüklüğü denilince çok şeyler hatıra gelir. Meselâ, bunlardan birisi ezeliyettir. Allah ezelîdir, varlığının evveli yoktur. Buna göre soru şöyle oluyor: Allah kendisinden daha önce var olan bir mahluk yaratabilir mi? Büyüklüğün bir yönü de sonsuz kudrettir. Buna göre soru şu şekli alır: Allah kendi sonsuz kudretinden daha fazla kudrete sahip bir mahluk yaratabilir mi? Yaratılan, sonradan olmuş olacağından onun için ezeliyet düşünülemeyeceği gibi, yaratılan bir varlığın kudreti de sonradan verilmiş olacağından böyle bir kudretin sonuz olması da muhaldir. Buna göre soru, bir cevap almaktan çok zihin bulandırmaya yönelik bir oyundur. Bu sorununun bir cevabı olamayacağını soru sahipleri de pek ala bilmektedirler. Bu soruyu çeşitli yönlerden incelemek mümkündür. Birincisi, soruda çelişki söz konusudur. Bu soruyu soranlar, yaratıcı ve bir olan Allah’tan, varlığı muhal olan bir ortak yaratmasını istiyorlar. Sonra mahluk olacak o yaratığın yaratıcıdan daha büyük olabileceğine ihtimal vermekle, apaçık bir çelişki sergiliyorlar. Yaratılanla yaratıcının hiçbir cihetle birbirine benzemeyeceği açık bir gerçektir. Bir insan, yazdığı kitaplara ve bir usta ortaya koyduğu eserlere benzemeyeceği gibi, Allah da mahlukatına hiçbir cihetle benzemez. İkincisi, bu soruda, hayal ile gerçek birbirine karıştırılmıştır. Hayalen gökyüzündeki koca güneşin gelip cebimize girmesi mümkün olduğu hâlde, bu olayın gerçekleşmesini akıl kabul edemez. Üçüncüsü: Bu soru ile, yaratılması düşünülen varlığın şu anda mevcut olmadığı kabul edilmektedir. Hayal edilen varlığın yaratılması, Allah’tan beklenmekte, böylece Allah’ın yaratıcı olduğu, o hayalî varlığın ise mahlûk olacağı kabul edilmektedir. O hayalî varlığın yaratılması, Allah’tan istendiği gibi, onun büyüklüğü, gücü, dirayet ve azameti de Allah’tan istenmektedir. Bu öncüllerden, Allah’ın nihayetsiz büyük, yegâne yaratıcı, ezelî ve ebedî mutlak kâdir olduğu; o mevhum varlığın ise yaratılmaya muhtaç, aciz, zelil, miskin olduğu sonucu çıktığı hâlde, tam tersine o hayalî varlığın Allah’tan büyük olup olmayacağı sorulmaktadır. Soru ile yapılmak istenen kıyas, çelişkili hükümlere dayandırılmıştır. Dolayısıyla, bu sorunun iddia olma vasfı yoktur. Meselâ “Sonsuzdan daha büyük bir sayı yazılabilir mi?” sorusu, böyle çelişkili bir varsayıma dayanır. Bu sebeple hiçbir ilmî değere sahip değildir. Çünkü sonsuzdan büyük bir sayı olamaz ki, böyle bir soru sorulabilsin. Eğer sonsuz sınırsız bir büyüklüğün sembolü ise, hiçbir rakam, sonsuz ile kıyaslanamaz. Sonsuzdan büyük bir rakam düşünülse, o zaman da sonsuzluk gerçeği ortadan kalkar. Sonlu bir rakamın, sonsuzdan büyük olma çelişkisi ve imkânsızlığı ortaya çıkar. Bu soru da çelişkili kıyaslardan olduğu için mantıkça ve ilim bakımından hiçbir kıymeti yoktur. Bu soru ile, bir yazarın, yazmış olduğu kitaba, kendi bilgisinden daha fazla bilgi koyması, güneşin kendi ışığından fazlasını bir su damlacığına vermesi gibi bir muhal talep edilmektedir. “Allah, kendinden daha büyük bir varlık yaratabilir mi?” sorusu, “Allah kendi kemâlinden daha fazlasını, bir mahluka verebilir mi?”, “Yarattığı o mahluk kâmil, kendisi eksik olabilir mi?” anlamına gelir. İlim adamları, üç çeşit varlık mertebesi olduğundan söz ederler. Vacip (olması zaruri), mümkin (olup olmama ihtimali aynı olan), mümteni (varlığı imkânsız). Mesela bir heykel ve onu yapan heykeltıraş düşünelim. Heykele nispetle heykeltıraşın olması vaciptir. Yani hiçbir heykel heykeltıraş olmadan olmaz (İğnenin ustasız, harfin katipsiz olamayacağı gibi.). Bu heykel yapılmadan önce, heykeltıraş için onu yapıp yapmamak mümkindir. Yani isterse yapar isterse yapmaz. Heykeltıraşa nispetle heykelin daha usta, daha yetkin, daha güçlü, daha bilgili olması ise mümtenidir. Eğer yukarıdaki soru bağlamında vücut mertebelerini ele alacak olursak, Allah’ın varlığı vaciptir. Yaratılmış ve yaratılacak olan her şeyin vücudu mümkin, Allah’ın şeriki, benzeri ve eşinin bulunması ve herhangi mahlukun kendisinden büyük ve güçlü olması ise mümtenidir. Bu soru ile Allah’ın yaratacağı o mahlukun “mümkin” olması kaçınılmaz iken, onun vacip olması hatta bu noktada daha ileri bir varlık mertebesine sahip olması istenmektedir. Soruyu soran kimse “büyüklük” kavramını da yanlış yorumlamaktadır. Allah’ın büyüklüğü yarattıklarına nispetle ortaya çıkan bir büyüklük değildir. Bütün isimleri ve fiilleri sonsuz olan Allah’ın zatı hiçbir mahluka benzemediği gibi, büyüklüğü de mahlukatın büyüklüğüne benzemez, ölçüye girmez, tasvire sığmaz, takdirle bilinmez. Mahlukatın büyüklüğü birbirine göredir, Allah’ın büyüklüğü ise sınırsızdır, nihayetsizdir. Mehmet Kırkıncı
  6. Hiç fark etmez... O zaman bizlerde Allah'ı tanıyalım ve öğrenelim öncelikle ,o zaman doğru sorular üretmeyi başarırız. Ne dersiniz ?
  7. Sevgili arkadaşlar sorduğum sorulara verilen cevaplar içersinde elbetteki doğrular var var fakat kanaatimce yetersiz ve eksik. Bizlerin bilime karşıt insanlar olarak algılamak doğru değildir. Bizler için bilimde referanstır dinde.. Dinimiz bizlere yol gösterir, önümüze büyük hedefler koyar. Bilim ise dinimize bürhanlık eder..Konu özetle budur.. Bunu defalarca anlattık.... "Vicdanın ziyası ulumu diniyyedir, aklın nuru fünunu medeniyyedir. Bunların ikisinin imtizacından hakikat tecelli eder.." Tekrar konumuza dönersek, Konuyu yeni sorularla açalım. Hepsini en son bağlarız. Toparlarız..inşAllah Ben kendimdem nefret ediyorum? cümlesinden ne anlıyoruz.? Kimler "ben" der ? Sevgiler
  8. İlgiyle takip ediyorum. Çok şeyler öğreniyoruz sağolasınız. Benimde bir katkım olsun.. Bana bir harf öğretenin 40 yıl kölesi olurum Hz.Ali (Bilim ve Teknik Dergisi Aralık 2004 Sayı 445'den alınmıştır. Hz. Ali Efendimiz çok manidar bir hakikati bize öğretmiş. İşte dinimizin bize öğretisi...ve İlime verdiği önem..Saolsun Bilim ve Teknik Dergisi'de bize hatırlatmış..) Sevgiler..
  9. Mazlumun dini olmaz. Zulmün haklı bir yanıda olmaz. Zulüm zulümdür kimden gelirse gelsin... Ben senin temiz yüreğinin acılarına sahip çıkıyor ve saygı duyuyorum sevgili berceste.. Rabbim bu yüreğini samimiyetine şahit yazsın.. Vesselam..
  10. "Yâ İlâhenâ! Rabbimiz sensin! Çünki biz abdiz. Nefsimizin terbiyesinden âciziz. Demek bizi terbiye eden sensin!.. Hem sensin Hâlık! Çünki biz mahlûkuz, yapılıyoruz. Hem Rezzak sensin! Çünki biz rızka muhtacız, elimiz yetişmiyor. Demek bizi yapan ve rızkımızı veren sensin. Hem sensin Mâlik! Çünki biz memlûküz. Bizden başkası bizde tasarruf ediyor. Demek mâlikimiz sensin. Hem sen Aziz'sin, izzet ve azamet sahibisin! Biz zilletimize bakıyoruz, üstümüzde bir izzet cilveleri var. Demek senin izzetinin âyinesiyiz. Hem sensin Ganiyy-i Mutlak! Çünki biz fakiriz. Fakrımızın eline yetişmediği bir gına veriliyor. Demek gani sensin, veren sensin. Hem sen Hayy-ı Bâki'sin! Çünki biz ölüyoruz. Ölmemizde ve dirilmemizde, bir daimî hayat verici cilvesini görüyoruz. Hem sen Bâki'sin! Çünki biz, fena ve zevalimizde senin devam ve bekanı görüyoruz. Hem cevab veren, atiyye veren sensin! Çünki biz umum mevcudat, kalî ve hâlî dillerimizle daimî bağırıp istiyoruz, niyaz edip yalvarıyoruz. Arzularımız yerlerine geliyor, maksudlarımız veriliyor. Demek bize cevab veren sensin. 20. Mektup'tan.....
  11. Evet çok haklısın "yüklenen anlam" değil, "Allah'ı gerçekten tanıyamamanın doğurduğu "büyük bir hezeyan" olan bu soruyu sormak gerçekten abesle iştigal olmuş......:)) Doğru sorular doğru cevaplara götürür, öncelikle sorgulamaya sorularımızdan başlamak gerekir....Acaba doğru soru sormayı biliyor muyuz ?
  12. Ben inananlar olarak bizlerin "inançlı benlik" tanımlamasından anladıklarımızı ve dinimizin bizlere öğrettiğini aktardım. Kabul etmeyebilirsiniz.Böyle bir zorunluluk tabi ki yok. Fakat bizlerin kendimizi bu şekilde ifade etmemize müsade edin lütfen. Ortada bir yanlış yok. Evet Aynen anlattığımız gibiyiz. İsterseniz de anlatmaya devam edebiliriz. İnanmış olduğumuz inanç sistemi bize böyle öğretiyor. Bunun aksini düşünmek İslam'ın inanç esaslarını tam olarak anlayamamanın yada özümseyememenin bir yansımasıdır. Bırakalım inanan insanlar kendilerini kendileri tanımlasın. Bu onların en doğal hakkı. Her hadisede olduğu gibi burada da asıl husus, neye baktığımız değildir. Hangi şeye bakıyor olursak olalım, ona nasıl baktığımızdır. Çünkü kuracağımız cümleler ve varacağımız sonuçlar hep bu temelden beslenmektedir. Bir sual? Bakış açımız kâinatı anlama tarzımızı belirliyor; peki bakış açımızı ne belirliyor? İkinci Sual? İnsan aynaya baktığında ne görür?
  13. 1-) İnançlı benlik kendisini geliştirmekten asla kaçınmaz. Sürekli gelişim halindedir. İki günü eşit olsa kendisini zarar da sayar. Sürekli gayretli ve çalışkandır. Sürekli yenilikler peşinde öncülük rolü oynar. Sadece Kazanımlarını sahiplenmez...Kendisine mal etmez. Sadece "ben" demez. 2-) İnançlı benlik bulunduğu durumu yeterli görmez. Asla olduğu gibi kalmaz. Her an yeni bir heyecana ve yeni keşiflere açıktır. Karakter sahibi olmak ise söylemlerin ve eymelerin tutarlı olması ve bu sürecin uzun soluklu olmasıyla alakalıdır. Benlik oturmuş karakterlerde müthiş bir inkişaf vasıtasıdır. Önünde sınırsız bir özgürlük alanı vardır keşifler için.. Ama bu keşifler asla inançlı benliği şimartmaz. Tam tersine Yaratıcı'sını daha iyi tanımasına vesile olur. 3-) İnançlı benlik "herşeyi ben bilirim" vehmine kapılmadığı için başkalarına da değer verir. Başkalarının paylaşımlarından da faydalanır. Hayat artık bir yardımlaşma ve paylaşma halini alır. Kendisi de hedefler belirler önüne koyan hedefleri de dikkate alır. Eğer önüne konan hedefler tutarlı ve makul ise kabul edip ona ulaşmaktan gocunmaz. Bundan zevk alır. 4-) İnançlı benlik herşeyi, gözlemlediğimiz her şeyi en az Evren kadar değerli kabul eder. Çünkü hepsi Yaratıcı'yı tanıtan ve yansıtan bir aynadır. Bu sebeple Kainatta degersiz, gereksiz hiçbir şey yoktur. 5-) İnançlı benliğin tıpa tıp benzemeye çalıştığı başka bir benlik yoktur. Sadece faydalı ve değerli olan bütün kazanımları kendinde de uygulayabilme gayretindedir. Ortada bir güzellik varsa bunu ortak kazanım kabul eder. Paylaşmaktan asla korkmaz. Ve kaçınmaz... 6-) İnançlı benlik kendi gerçekliğinin farkına varır. Vehimlere düşmez. Sınırlarını bilir. Kendisinin bir sınırı olduğunu asla unutmaz. Yetersizliğini bir hırçınlaşma vasıta yapmaz. Evet ben yapılmışım der. Oradan beni yapana ulaşır. "Mesela bir kediyi beslediğinizi düşünün. Büyük haz alırsınız. Kedinin ihtiyacını giderdiğiniz için. Kediye süt verdiniz ve karnı doydu. Benlik bundan haz alır. T am ben kediyi doyurdum diyecekken aklına gelir. Kediyi doyurma işlemine geri döner. Kediyi doyurma işleminin başlangıcına ulaşır. Neden kediyi doyurma ihtiyacı hissettim? İçimdeki şefkat ve acıma duygusundan dolayı ? Peki bu duygular olmasa doyururmuydum ?hayır! Demek ki doyurma işlemi duyulan şefkatle başlıyor. O zaman bu duyguları içimde oluşturan kim ben mi ? Hayır! Peki beslemeye vesile olan sütü ben mi yaptım? Hayır! Peki kediyi var edip benden süt istemesini ben mi sağladım? Hayır! (vs.. vs... daha geniş ele alırız ilerde) O zaman benim bu doyurma işleminde etkim ne? Sadece vesile olmak. İşte inançlı benlik bu gerçekle yüzleşip kediyi doyurma işlemini sahiplenecekken buna hakkı olmadığını anlar. O yüzden inançlı benlik dürüsttür. Hırsızlık yapmaz..... Evet der bunların hepsini yaptıran Yaratıcı'dır. O zaman kediyi doyuran da beni bu işe vesile ederek mutlu eden de Yaratıcıdır. Der.. 7-) İnançlı benlik daima zor olan yolu seçer. Asla kolaycı değildir. Önce sahiplenir, sahiplenme duygusunu tadar ve öğrenir. Sonra sahiplenme hakkının olmadığı gerçeğiyle yüzleşme cesareti göstererek hakkı Hak Sahibine teslim eder. İşte inançlı benliğin en büyük cesareti ve en önemli ve erdemli özelliği budur... Ne mutlu gerçekliğiyle yüzleşme cesareti gösteren benliklere.. Devam etmek ümidiyle Sevgiler...
  14. "Narsistleşmiş benlikler" kendi kendine yeteceği vehmine kapılırsa, kendi gerçekliğini kabul etmemek için direnir. Benliğin ilk deneyeceği yol hiçbir şekilde acz-i mutlak, fakr-ı mutlak vs.. olduğunu kabul etmemek olacaktır. Benlik buradan beslenmektedir. Buradan soluklanmaktadır. Benlik kendisine yaşama alanları buldukça bu deneyimini artırır. Kendisini hep bağımsız düşünür. Öyle bir noktaya gelir ki bu tevehhümü artık "hakikat" zanneder. Ama bilmez ki bu dahi vehimdir. Bu şekilde hayatın bütün sıkıntılarını ve yüklerini beline yükler. Fakat problem buralarda başlar. Gerçek asla böyle değildir. Ne kadar kendi kendime yeterim iddiası taşırsa o kadar burnu sürter. Kendisine acziyetini hatırlatan en ufak şeylere dahi tahammül edemez. Mesela havanın güzel olmasını ister, ama kainattaki hadisat onun heva ve hevesine tabi değildir. Yağmur yağar. Bu yağmur ona acziyetini ve hükümsüzlüğünü hatırlatır. Kızgınlık başlar. Saçları dökülür. Bakar ki saçları bile onu dinlemiyor. Kızar, hırçınlaşır... Uyku bastırır uyumicam der ama gözlerini açtığında saatlerce uyumuştur. Nasıl uyuduğunu dahi hatırlamaz... Hele ki ölüm benliğin sarsıldığı en büyük hakikattir. Ve gözlerimizin önünde ki en büyük GERÇEK tir. Zaten bütün mesele "benlik davası" başlığı altında yatmaktadır. "Ademinde vücud, vucüdunda adem vardır" Diyor Bediüzzaman. Bence hepimiz insanız ve "benlik" hepimizin ortak çözüm bekleyen noktası. Benliği çözümleyebilirsek birçok hadise otomatik olarak çözülecektir. Allah cc. hepimizin yardımcısı olsun.. Bu konuya devam etmek faydalı olacaktır bence...
  15. Güzel bir yazı hoşuma gitti paylaşmak istedim...Genel olarak hepimizle alakalı... "YORUM" İNSAN OLMAK ÜRKÜTÜCÜ ve korkutucu. Çünkü insandan başka hangi varlık “böyle, hissediyorum, düşünüyorum, öyle olduğunu zannediyorum, kanaati taşıyorum, biliyorum, olmalı, yanlış, doğru, “ sözcüklerini kullanabilir? Bu yük insandan başka hangi varlığın kalbine yüklenmiştir? Her insan yaşadıklarına, kainatta olana, öteki insanlara bir yorum getirir. İnsan hayatta pasif bir algılayıcı değildir. Aktif bir yorumcudur. Korkutucu olan da budur. Ama insanın görevi ve sorumluluğu da budur. (bakın bir budur kelimesi kullandım). İnsanın aktif yorumlayıcılığı ona verilen benlik, bilinç ve cüzi iradenin bir ürünüdür. Kendisinin de içinde bulunduğu kainatı içine taşıyarak ona bir yorum getiren insan yaptığı yorumu da içine katar. Sanki bir nevi yorumlar katoloğu oluşur belleğinde, kalbinde, duygularında. “Ümidsizim ve gelecek diye bir şey yok” diyen bir insanın sözcükleri hayatına ait bir yorumdur. Bu yorumuyla kişi gerçekte her ne ise veya her ne olacaksa ondan bağımsız olarak muhayyilesinde kurguladığı-yorumladığı bir varoluş halini anlatır. Umudsuzluktan dem vuran böylesi bir yorum örneğin bir kaç sene sonra kişinin kendisine yanlış görünür ve bu yorumu nasıl yaptığına hayıflanır. Yorumlar illa da gerçeklik her ne ise ondan bağımsız demiyorum. Tersine insanın yorumları gerçeklik her ne ise ona yaklaştığı oranda insan kalbini ve ruhunu besler. İnsanın bir nevi vazifesi kainatı yorumlamaktır. İnsansız olarak da kainat orada durmaktadır zaten. İnsanın kainatın işleyişine katacağı bir şey yoktur. İnsan güneşin doğuşuna ya da batışına ne katabilir? Rüzgarın bir yaprağın elinden tutup onu ileri geri hareket ettirmesine ne katkısı olabilir? Hiç. Ama insan yorumları ile varlıkların varoluş gerçekliklerinin kendi zihninde temsillerini kurar. Rüzgarla yaprağın birlikteliliğini Yaratıcının isimlerinin tecellisi olarak yorumlayan bir insanın bu yorumu onun zihninde bir temsil olarak oturur. İnsanın içine katılır. Belleğinin bir parçası olur. Ya da yukardaki adlandırmam ile “Yorumlar Katoloğu”nun bir parçası olur. O katoloğa yazılır. Yorumlar kataloğumuz kabardıkça, tüm yorumlarımız harmanlanarak bizimle ilgili bir ipucu verir. Buna göre kişiliğimiz ve karakterimizin rengi oluşur. Kişiliğimiz ile yorumlarımızın niteliği ve niceliği arasında yakın bir ilişki sözkonusudur. Hayat boyu her olayı olumsuz, ümidsiz, değersizleştirici tenkidci yorumlayan bir insanın yorumlar kataloğu da aynı tonda olacak ve aynı tonda da bir kişilik inşa edilecektir. Kişilik yerleştikçe bu kişiliğin yapacağı yorumlar da benzer bir eksende yürüyecektir. Hayatı ve kainatı olumlu, ümidli, değerlileştirmek için tenkidci yorumlayan bir insanın yorumlar kataloğu ve kişiliği de aynı tonu taşıyacaktır. İnsan bir varoluş halini seçemez. Örneğin güneşin hareketini, yağmurun yağmasını, rüzgarın dalların elinden tutup hareket ettirmesini, bir yazarın yazısını, kendiyle ilgili söylenenleri, bedenindeki hastalıkları, yaşlanmayı, ölümü vs. seçemez. Ancak insan kendi yorumlarını kendi seçer. Özgür iradesini kullanır ve gözlem alanında olan oluşlar ile ilgili yorum yapar. Yorumlama kişinin kendi açısından varoluşun oluşumu kadar önemlidir. Çünkü varlık zaten oradadır. İnsan varlığa, o varlığın gerçekliğine en uygun yorumu yapmakla sorumlu olmakla birlikte; insan yorumlama ile o varlığın yapısını ve varoluş gerekçesini bozamaz. Zaten orada olan varlık insanın yorumu ile o insan için bir anlam ifade eder yada sadece bir saçmalıklar yığınıdır. Dolayısı ile yorumun o varlık için kaçınılmaz bir varoluş etkisi yoksa da yorum o varlığın o insan için ifade edeceği anlamı son derece etkiler. Yani insan yorumları ile en hakikatli yorumu yapmakla sorumlu olsa da o varlığın kimyasını değil kendi kişiliğinin kimyasını ya bozar ya da şifaya vesile kılar. Her an yorumlar katoloğumuzu dolduruyoruz ve bundan sorumluyuz. Ölümümüzden sonra bu yorumlar katoloğu önümüze serilecek. Korkutucu ve ürkütücü. Sevgiler
  16. Var edilmek bir sürprizdir, kocaman bir sürpriz! Yokluğun koynunda yokluğundan bile habersiz silinip gitmek üzereyken, hatta silinmeye bile gerek duymayan siliklik içindeyken, var edildin. Sen yoktun ve varlığın yokluğuna tercih edildi. Can verildi tenine, nefes verildi cesedine. Bir insan yüzüyle süzüldün âlemin eşiğinden içeriye. Hayat sahibi kılındın; hayat sofrasına buyur edildin. İnsan olman irade edildi. Sadece insanların çağrıldığı, insan olmayanın çağrılsa bile tadına varamayacağı eşsiz bir ziyafete buyur edildin. Sürpriz! Varsın, hayattasın ve insansın. "Senai Demirci" Allah senai abimizden ebediyyen razı olsun.... Sevgiler..
  17. Neyse bence konumuza devam edelim....Arkadaşlar... Sorularımıza cevaplar arayalım... Evet "Biz bu dünyaya neden geldik" Hepinize saygılar ve sevgiler...
  18. Sevgili berceste sanırım Risalelerden paylaşımlar yaparak aralarda da dualaşarak buradaki paylaşımımızı artırabiliriz diye düşünüyorum... Ama genel temayül nasılsa o şekilde hareket edelim derim... Sevgiler.
  19. Hayırlısı bizler ortaya koyarız isteyen kabul eder isteyen red edip inkar eder... Saygılar....
  20. Dualarımdasın sevgili GeceKuşu... Sevgiler... bu arada sorularımıza tekrar cevap arayalım... Ben bu dünyaya neden geldim ? Ölünce bana ne olacak? Birde çiçekler neden güzeldir.?
  21. Sevgili GeceKuşu arkadaşım sana saygım ve sevgim var. Yukardaki diyaloglar ve üsluplarda ortada. Kişisel bir söylemim yok. Sadece yürütülen mantığa karşı eleştirilerim var.. Kimsenin delirmesine de gerek yok.. Asla bu konuları kişisel platformlara çekmeyeceğim... Benim yukarda vurgu yaptığım noktalar gayet net.... Benim ve muhatabımın üslubunu tekrardan gözden geçirmeniz temennisiyle...Bak mesela "yam yam" arkadaş bana "kıvırma" demiş....Uyarı alması gereken benmiyim o mu? Sana saygımdan dolayı daha fazla cevap vermiyorum... Sevgiler...
  22. AA yapmayın sayın yam yam arkadaş. Bu üslup size hiç yakışmıyor. Sinirlenmeyin.. Hiçbirşeyi kulak ardı etmiyorum... Lütfen basit manevralarla birilerini kötüleme yöntemlerini bir kenara bırakınız da Size bir yol gösterdim somut bir yol...O yolu gerçekleştiriniz.. Bizlerde sizlere destek olalım he ne dersiniz ...? Herşeyi yok sayıp herşeye daha en baştan bir "damga" vurmakla bu işler olmuyor. Yani birşey " Yaratılışcıysa= At çöpe" öylemiii... Yok böyle birşey kusura bakma... Bu arada... Benim inanç sistemim bu. Ben inanç sistemimi referans alarak cevaplar vermeye çalışıyorum. Maksadım kimseyi sinir etmek filan değil... Ben herşeyden önce buradaki herkesi "insan" olduğu için seviyorum. Ki benim inanç sistemime göre hepimiz Allah'a aitiz. Bu sebeple aramızda zaten önemli bir bağ var.... Fakat ; Beni lütfen itham etmekten vazgeçin. Tahammül etmek zorunda değilsiniz bana. Söylediklerim ve değindiğim konular seni sıkabilir sinirde edebilir..Ben ne yapabilirim ki susayım mı? Okumazsın olur biter....
  23. "Birinci Levha" Ehl-i gaflet dünyasının hakikatini tasvir eder levhadır. Beni dünyaya çağırma, Ona geldim fenâ gördüm. Demâ gaflet hicab oldu Ve nur-u Hak nihan gördüm. Bütün eşya u mevcudat Birer fâni muzır gördüm. Vücut desen, onu giydim, Ah, ademdi, çok belâ gördüm. Hayat desen onu tattım azap-ender azap gördüm. Akıl ayn-ı ikab oldu, bekàyı bir belâ gördüm. Ömür ayn-ı heva oldu, kemâl ayn-ı heba gördüm. Amel ayn-ı riya oldu, emel ayn-ı elem gördüm. Visal nefs-i zevâl oldu, Devâyı ayn-ı dâ gördüm. Bu envar zulümat oldu, Bu ahbabı yetim gördüm. Bu savtlar nây-ı mevt oldu, Bu ahyâyı mevat gördüm. Ulûm evhâma kalb oldu, hikemde bin sekam gördüm. Lezzet ayn-ı elem oldu, Vücutta bin adem gördüm. Habib desen onu buldum, Ah, firakta çok elem gördüm. "İkinci Levha" Ehl-i hidayet ve huzurun hakikat-i dünyalarına işaret eder levhadır. Demâ gaflet zevâl buldu, Ve nur-u Hak ayan gördüm. Vücut burhan-ı Zât oldu, Hayat, mir’ât-ı Haktır, gör. Akıl miftah-ı kenz oldu, Fenâ, bâb-ı bekàdır, gör. Kemâlin lem’ası söndü, Fakat şems-i cemâl var, gör. Zеvâl ayn-ı visal oldu, Elem ayn-ı lezzettir, gör. Ömür nefs-i amel oldu, Ebed ayn-ı ömürdür, gör. Zalâm zarf-ı ziya oldu, Bu mevtte hak hayat var, gör. Bütün eşya enîs oldu, Bütün asvat zikirdir, gör. Bütün zerrat-ı mevcudat Birer zâkir, müsebbih gör. Fakrı kenz-i gınâ buldum, Aczde tam kuvvet var, gör. Eğer Allah’ı buldunsa Bütün eşya senindir, gör. Eğer Mấlik-i mülke memlûk isen Onun mülkü senindir, gör. Eğer hodbin ve kendi nefsine mâliksen Bilâ-addin belâdır, gör, Bilâ-haddin azaptır, tad, Bilâ gayet ağırdır, gör. Eğer hakikî abd-i hüdâbin isen, Hudutsuz bir safâdır, gör, Hesapsız bir sevap var, tad, Nihayetsiz saadet gör. Ey nefsim! Kalbim gibi ağla ve bağır ve de ki: Fấniyim, fâni olanı istemem. Âcizim, âciz olanı istemem. Ruhumu Rahmân’a teslim eyledim; gayr istemem. İsterim, fakat bir yâr-ı bâki isterim. Zerreyim, fakat bir şems-i sermed isterim. Hiç ender hiçim, fakat bu mevcudatı umumen isterim.
  24. Allah razı olsun kardeşimiz...
  25. O zaman öncelikle kendisini araştırmacı olarak tanıtan arkadaşımız ileri düzeyde ingilizce öğrensin, sonra bu siteleri tek tek çürütsün..... Sonra hep beraber HY konusunu ele alalım.. Şöyle bir metod vardır. Bir insanın görüş ve fikirlerini çürütmeye kalkmadan direk olarak çamur atmak ilk metoddur. Bu sayede o insana karşı bir antipati ve önyargı oluşturmak kolaylaşır... Bu sayede fikirleri ve önerileri konuşmaya vakit kalmaz ::))) ne güzel dimi Ama bu artık ilkel ve çağdışı bir yöntemdir.. Millet uyandı baylar....Yemezler... Saygılar...
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.