-
İçerik Sayısı
271 -
Katılım
-
Son Ziyaret
İçerik Tipi
Profil
Forumlar
Bloglar
Fotoğraf Galeresi
- Fotoğraflar
- Fotoğraf Yorumları
- Fotoğraf İncelemeleri
- Fotoğraf Albümleri
- Albüm Yorumları
- Albüm İncelemeleri
Etkinlik Takvimi
Güncel Videolar
Terapi tarafından postalanan herşey
-
SİNEK “Ey insanlar! Bir misal verilmektedir, şimdi onu dinleyin: Sizlerin Allah’ı bırakıp da taptıklarınız, bir araya gelseler, bir sinek bile yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapsa, bunu ondan geri alamazlar; isteyen de aciz, kendinden istenen de aciz!” Hac Suresi, 73 ÜNLÜ RESSAM SALVADOR DALİ, Paris’in en lüks otellerinden biri olan “Maurice”de kalırken, otel personelinden, yakalayabildikleri bütün karasinekleri toplayıp odasına getirmelerini istemişti. Bu tuhaf istek, personelin çok garibine gitse de, bir o kadar da eğlenceliydi. Kısa bir süre sonra Dali’nin odası yüzlerce sineğin bir arada pike üstüne pike yaptıkları ve koro halinde vızıldadıkları bir yer haline geldi. Dali’nin karasinek merakı o güne has mıydı yoksa karasineklere karşı özel bir ilgiyi her zaman duyar mıydı bilemiyoruz. Ancak şu kesin bir gerçek ki, karasinekler, insanların ilgisini fazlasıyla hak edecek kadar ilginç yaratıklardır. Eğer, özellikle şu yaz sıcaklarında sizleri canınızdan bezdirecek kadar rahatsız ediyor olmalarını bir kenara bırakıp, onlara küçük birer canavarmışlar gibi değil de, aynı yaşam ortamında hayat süren başka bir tür canlı varlık gözüyle bakabilirseniz; çok ilginç şeyler göreceğinizden emin olabilirsiniz. Fakat kendinizi iflah olmaz bir sinek düşmanı olarak tanımlıyorsanız, o zaman da, düşmanınızı daha yakından tanımak için, yine sizi, bu küçük canlılara dikkat etmeye çağırıyoruz. Kim bilir belki de bu yazının bir yerlerinde ‘sinek öldürmenin en kolay yolu’na dair bazı taktikler bulursunuz. Tabii öyle bir yol varsa! Ne zaman hayvanlar hakkında yazılmış bir popüler bilim yazısı okusam yazının bir yerlerinde mutlaka “Onlar Eski Mısır’da...” diye başlayan bir bölüme rastlamışımdır. Mesela, “Eski Mısır’da kediler kutsaldı. Eski Mısırlılar öküzlere taparlardı, gübreböcekleri ise uğurlu sayılırdı vesaire...” Eski Mısırlılar tuhaf insanlar doğrusu. Evet bu gelenek sinekler için bozulacak değildi ya, sıkı durun: “Eski Mısır’da sinekler cesaretin ve korkusuzluğun sembolü idiler.” Aslında Eski Mısırlılara sinekler konusunda hak vermeden edemeyeceğim, düşünsenize, bir çift sinek, kendisinin tanrı olduğunu zanneden firavunun burnunun üstünde ça! ça! ça! dans edip duruyorlar, onu uykusundan ediyorlar falan. Gerçekten de cesaret isteyen bir iş bu. “Medeniyetin olduğu yerde sinek vardır” diyor, Almanya’daki Eberswalde Entomoloji Enstitüsü’nün çiftkanatlılar bölümü sorumlusu Joachim Ziegler. Dünyanın pek çok yerini gezmiş. En son bir grup Japon bilim adamıyla Kafkaslar’daki sinek türlerini incelemek için bir araştırma gezisine katılmış. “Dünyanın her yerindeki sinekler neredeyse aynı. Bir sinek nerede yaşıyorsa orasını evi olarak kabul eder ve hiç yabancılık çekmez” diyor, Ziegler. Böylece kapıdan kovsak pencereden, bacadan ya da, buldukları herhangi bir delikten geri gelmelerine de bir bakıma açıklık getirmiş oluyor. “Biz daha kalabalığız siz gidin” diyemediklerine şükretmemiz gerekiyor belki de. HIZLI AMA KISA BİR HAYAT Soğuk hava tabakasının yeryüzünden uzaklaşmasıyla birlikte sinekler kozalarından çıkarlar. Maksimum dört haftalık bir ömürleri olan sinekler, bu zamanın çok büyük bir kısmını havada vızıldayıp uçarak geçirirler. Bu hızlı ama kısa maceralarına başlamadan önce bir metamorfoz geçirmeleri gerekir. Sıcak yaz günlerinde bu değişim evrelerini, yedi gün içinde tamamlarlar. Yumurtalar bir önceki nesil sinekler tarafından kokmuş bir et parçasına ya da çöplükte herhangi bir yere bırakılmışlardır. Yumurtadan çıkan larvalar bu besin değeri yüksek(!) ortamdan bol bol yerler. Larva bir süre sonra kabuklaşır ve içinde genç bir sinek oluşmaya başlar. Oluşum tamamlandığında kabuk yırtılır ve genç sinek dışarıya çıkar çıkmaz ilk olarak mide ve bağırsaklarında ne var ne yok hepsini kusar. Çünkü bunu yapmayacak olsa bir iki gün içinde kendisi çürümeğe başlar. Bu kusma işleminden sonra, şimdilik, küçük tıknaz ve fıçı gibi görünse de, o artık gerçek bir “musca domestica” dır. Siz ona kısaca karasinek de diyebilirsiniz. Karasineğin acelesi vardır. Hiç vakit kaybetmeden kanatlarını kurutur. Altı ayağını birbirine sürter. Tad alma alıcılarını kontrol eder ve uçuşa geçer. Bundan sonra da yorulmadan usanmadan havalarda vızıldayıp uçar. Hiçbir sinek doğduğu yerden beşyüz metreden fazla uzaklaşmaz. Bazıları yumurtadan çıktığı odadan ömür boyu ayrılmazlar. Onların yapması gereken tek iş, yemek yemek, kaçmak, yine yemek yemek ve türlerinin devamı için çiftleşmektir. Gece olunca kendisine korunacak bir yer bulur ve ertesi sabah hayatına yine kaldığı yerden devam eder. Her zaman tatlı birşeyler arar. Her zaman düşmanlarından kaçar. Joachim Ziegler, “Onlar herşeyden önce birer yemdirler” der. Bu küçük canlılar hayat zinciri içinde bitkiler âlemindeki buğday taneleri gibi önemli bir halkayı tamamlarlar. Onların neden bu kadar çok yaratıldığının bir hikmeti de burada saklıdır. Milyarlarca sinek milyonlarca kuşun yiyeceğidir. MÜKEMMEL BİR UÇUŞ TEKNİKLERİ VAR Bir karasineğin uçuşu, son derece kompleks bir iştir. Sinek önce, yön belirlemeye yarayan organlarını büyük bir titizlikle gözden geçirir. Daha sonra, ön tarafındaki denge organlarını ayarlayarak uçuş pozisyonunu alır. Son olarak, duyargalarının ucundaki alıcılar sayesinde, rüzgarın şiddeti ve yönüne göre kalkış açısını saptar. Ve nihayet havalanır. Ama tüm bunlar saniyenin yüzde biri kadar bir zaman sürmüştür. Uçuşa geçer geçmez kısa bir sürede hızlanabilir ve giderek saniyede 2 metre gibi bir hıza ulaşır. Sineklerin bilim adamlarını en çok şaşırtan özelliklerinden biri, tüm bu karmaşık hareketlere karşın son derece az sayıda nörondan meydana gelen bir sinir sistemine sahip olmalarıdır. Bu konuda çeşitli araştırmalar yapan biyolog Michael Dickinson şaşkınlığını şöyle ifade ediyor: “Her deney yaptığımızda, susam büyüklüğündeki sinir sisteminin, tüm bunları nasıl yapabildiklerini düşünüyoruz.” Bir sinek, nöronlarının çoğunu duyusal bilgi toplamak için kullanır; örneğin gözleriyle ışığı, kokuya duyarlı kıllarıyla kokuları alır ve kanatlarının arkasındaki uzun sopa şeklindeki jiroskoplarıyla (uçaklarda kullanılan ve uçağın ufuk çizgisine göre konumunu gösteren cihaz) dengeyi sağlar. Bu sinyaller sinir sisteminden geçer ve buradan da kanatlara emir gönderilir. Emirler son derece basit ve net olmalıdır, çünkü iki kanat çırpışı arasındaki süre, saniyenin birkaç binde biri kadardır. Bilim adamları sinek uçuşunu taklit eden robot sinekler geliştirebilmek için sinek uçuşunun detayları üzerinde hâlâ çalışmalar yürütmektedir. Bunun için kanatlardaki kuvvetlerin oluşumunun ve büyüklüğünün ölçülmesi şarttır. Ancak bu kompleks hareketlerin ölçümü, sineğin hızı nedeniyle neredeyse imkânsızdır. Bugüne kadar hiç kimse sineklerin uçuş mantığını matematiksel bir değer olarak ortaya koyamamıştır. Michael Dickinson’a göre, “Dünyadaki hiçbir bilgisayar, bize bu kuvvetlerin ne olduğunu söyleyemez.” Bir pilot için, dik açıdaki kanatları eğmek çok tehlikelidir. Uçak havalandıkça, kanadın üzerinde hareket eden hava akımının, kanadın kenarına tutunması da zorlaşır. Akım tamamen gittiğindeyse, uçak yüksekliğini kaybeder ve sendeler. Öte yandan, sinek uçağa göre avantajlıdır, çünkü kanatlarını tek bir pozisyonda tutmak zorunda değildir. Sinek kanatlarını öyle çabuk çırpar ki, kanadın uçuşu yönlendiren ucunun hava akımıyla bağlantısı kesilene kadar bir hareket daha gerçekleşir. Her hareketin sonunda sinek, kanatlarını kendi etrafında döndürerek, kanatların ters yönde çırpılmasını sağlar. Bu yeni bir girdap oluşturur ve hiçbir sendeleme gerçekleşmez. Michael Dickinson, sinekleri makineye benzetmekte ve şunları söylemektedir: “Sinekler harikulade canlılardır. Bir insan günde mutlaka bir sinek görüyordur, ancak onların farkına bile varmıyoruz. Burunlarımızın hemen ötesinde bu sıra dışı, küçük makineler geziniyor.” ... “Sinek Papazı” lakabıyla tanınan araştırmacı Adrian Point ise—kendisi gerçek bir “musca domestica” hayranıdır—“Biz insanların bunlar gibi bir helikopter yapması önümüzdeki yüz yıl içinde imkansızdır” diyor. “Onların harikulade hayvanlar olduklarını düşünüyorum. Bir defa kanatlarına güneş ışığı altında bakın. Gökkuşağının bütün renklerini orada görebilirsiniz. Hiçbir ressamın bu güzelliği resmedebileceğini sanmıyorum.” Sinek Papazı’nın bu ifadeleri belkide Salvador Dali’nin karasinek merakını da açıklıyordur. BİR SİNEĞİN KANADI Sinek kanatları yalnızca güneş ışığında parıldamakla kalmaz. Sinekler için son derece sağlam ve kararlı uçuş manevraları yapmalarını da sağlar. Karasinek iki kanada sahiptir. Bir bölümü vücudun içine gömülü olan bu kanatlar, sinirlere bölünmüş çok ince bir zardan oluşur ve birbirinden bağımsız hareket edebilir. Ancak uçuş halinde, tıpkı tek kanatlı uçaklarda olduğu gibi, tek bir eksen üzerinde gidip gelirler. Bu kanatların hareketini sağlayan kaslar, sinek uçmaya başladığında kasılır, inişe geçtiğinde gevşer. Uçuşa başlarken sinirlerin denetlediği bu kas ve kanat hareketleri, bir süre sonra otomatik hale gelir. Kanatların yüzeyinde ve başın arka kısmında bulunan dokunma organları, uçuş ile ilgili bilgileri anında beyine ulaştırır. Sinek, uçuş halindeyken yeni bir hava akımıyla karşılaşırsa, bu dokunma organları hemen beyne gerekli sinyalleri gönderir. Kaslar da beyinden gelen sinyallere göre kanatları bu yeni duruma uygun biçimde çalıştırmaya başlar. Sinek bu organları sayesinde, kendisine karşı kalkan bir sinekliğin havada oluşturduğu fazladan rüzgarı hemen algılar ve çoğu kez uçup kurtulur. Karasinek, kanatlarını bir saniyede 200 defa çırpabilir. Bu hareket için, dinlenme sırasında harcadığı enerjinin yaklaşık yüz katı bir enerji harcar. Bu açıdan oldukça güçlü bir yaratıktır. Çünkü insan metabolizması normal temposuna oranla en fazla 10 kat daha enerji harcayabilir. Üstelik insan böyle yoğun bir enerji tüketimini en fazla bir kaç dakika sürdürebilir. Oysa karasinek kanatlarını bu ritimle tam yarım saat boyunca çırpabilir ve bu tempoda bir kilometreden fazla mesafe katedebilir. Sinekler kaçarken kanatlarını açmadan önce oldukları yerde zıplarlar. Bu sebeple yanlardan gelebilecek herhangi bir darbe ile onları avlamak çok zordur. Ancak üsten gelecek darbelere karşı kanatlarını açamadan yakalanmaları mümkündür. Sineklerin vücudu, olabilecek en verimli şekilde donatılmıştır. Vücudunun arka kısmında bulunan cinsel organları ile dişi sinek çiftleştikten 7 gün sonra 2000’e yakın yumurta yumurtlar. Sineklerin altı tane tüylü bacağı vardır. Bu bacaklar çok fonksiyonludurlar. Bunlar sayesinde hissedip tad alabilirler. Sineklerin yiyecekler üzerinde neden uzun uzun volta attıklarını buradan anlayabiliriz. Tadına bakıyorlar! Karasineklerin biz insanları kıskandıran, çoğu zaman da çileden çıkartan bir özelliği de tavanda yürümeleridir. Yerçekimi gereği tavanda duramamaları ve yere düşmeleri gerekir... Ama bu imkansızı gerçekleştirebilmesi için özel sistemlerle yaratılmıştır. Bacaklarının uç kısımlarında çok küçük vantuzlar vardır. Dahası bu vantuzlar belli bir yüzeyle temas ettiklerinde yapışkan bir sıvı salgılar. İşte bu yapışkan sıvı sayesinde karasinek tavana asılı kalabilir. Tavana doğru yaklaştığında bacaklarını öne doğru uzatır ve tavana dokunduğunu hissettiği anda, geldiği yönün tam aksine doğru bir takla atarak tavan yüzeyine karınüstü tutunur... 360 DERECELİK GÖRÜŞ AÇISI Karasineklerin göz sistemi ise başlı başına bir mercek harikasıdır. Kafatasının önünde her biri 3000 tek gözcükten (ommatid) oluşan iki çift parlak göz bulunur. Bu gözler optimum ışıkta çalışırlar. Karanlıkta ise, arta kalan ışığı güçlendiren bir sistem devreye girer ve bu gece görüş sistemi ile en azından düşmanlarını görebilirler. Ayrıca her ommatidin yüzü farklı bir yöne baktığından karasinek önünü, arkasını, her iki yanını, üstünü ve altını görebilir. Biz insanlar sinemada film seyrederken, saniyede 20, gün ışığında 60 kare resim kayda geçirirken, bir karasinek aynı süre içinde 200 kare resmi kayda geçirebilir. Böylece etrafındaki hareket nasıl olursa olsun sinek onu hemen farkeder. Onunla baş edebilmek için çok hızlı ve çok kurnaz olmak gerekir. KÜÇÜMSENEMEYECEK BİR YARAR Karasineklerin kokmuş etten hoşlandıklarını söylemiştik. Evet, bu tiksindirici gibi gözükse de oldukça faydalı bir meraktır. Hayvanlara ya da insanlara ait olsun ölü bir bedenin böyle çabucak ortadan kalkmasını bir bakıma sineklere borçluyuz. Uygun hava şartlarında (20-30 OC ) bir cesede bırakılan yumurtalar kısa bir süre sonra 2 mm. boyuna erişirler. Bir hafta sonra da sineğe dönüşürler. Bu sinekler tekrar yumurtlarlar ve bu böyle devam edip gider. Yaz aylarında bir ölü, mesela bir köpek ölüsü bir hafta içinde iskelet halini alır. Bu ilk bakışta ********* gibi görünse de cesetlerin ortalarda aylarca kalması ile kıyaslandığında son derece harika bir olaydır. Sineklerin bu özellikleri adli tıp uzmanlarının dikkatini çekmiş ve yapılan araştırmalar neticesinde cesetler üzerinde bulunan sinek yumurtaları ya da larvalardan yola çıkarak cinayetlerin ne zaman işlenmiş olabileceğine dair kesine yakın bilgiler edinmişler. UZUN ÖMÜRLÜ MEYVELER İÇİN Şu an için sineklerin uçuş tekniğine benzer tekniklerle uçan bir araç üretmemiz imkânsız gibi görünüyor. Ancak sineklerden ilham alarak hiçbir şey yapılmıyor da değil. Bilim adamlarının sineklerden alınan bir protein ile ürettikleri sprey, meyvelerin ömrünü uzatıyor. Gıda uzmanı Marty Marchall 1.000.000 kara sinekten topladığı proteinleri elmaların kararmasından sorumlu olan enzimlerle karıştırmış. Böylece enzimler nötr hale gelmiş. Elde edilen ürünle işlem gören elmalar hem daha sert görünümlü olmuşlar hem de daha uzun ömürlü. İşte size tam anlamıyla bir “sinekten yağ çıkarma” olayı! Siz bu yazıyı okurken belki de birkaç sineğin tacizine uğradınız. Bilemiyorum. Ama eminim onlara bakışınız artık eskisi gibi değil. Bu küçük, cüretkar yaratıklar harikulade yaratılışlarıyla etrafınızda vızıldarken bir yastık ya da sineklik darbesiyle onları duvara yapıştırmadan önce, hiç değilse bir süre seyredin. (P.M.’den tercümeler: F. Afife Gürsoy) KAYNAKLAR: 1-P.M Magazin, Nisan 2003 2-Hürriyet Bilim Dergisi, Mart 2003
-
“Aslında, yaşamın akıl sahibi bir Varlık tarafından meydana getirildiği o kadar açıktır ki, insan bu açık gerçeğin neden yaygın olarak kabul edilmediğini merak etmektedir. Bunun (kabul edilmemesinin) nedeni, bilimsel değil, psikolojiktir.” (Fred Hoyle ) Böyle birçok Bilim adamının fikirlerini ve görüşlerini buraya taşıyabiliriz. Bunları söyleyen insanlarda Prof. ünvanı olan insanlar. Ve bu insanlarda "educational system" ( egitim sisteminin) birer parçalarıdır. Demek ki İNKAR'IN TEMELİNDE BİLİMSEL GERÇEKLER YATMAMAKTADIR. İNKAR'IN TEMELİNDE PSİKOLOJİK TERCİHLER YATMAKTADIR. BU AYRIM ÇOK ÖNEMLİ.... Saygılar
-
Mühendislik Perspektifinden Kıyamet
Terapi şurada cevap verdi: ahirzaman başlık Dini Konular - Din - Dinler
Klasik basit meal okumalarından elde edilen yetersiz ve eksik bilgilerle KOCA HÜKÜMLER vermek ve dilini dahi bilmediğinizi Kur'an-ı Kerim'in ayetlerini bu yetersiz ve eksiz bilgilerinizle yorumlamak kadar DOĞMA birşey olamaz.... Bakınız başka bir mealde o kısım nasıl açıklanmış:. 104. O gün kitap sayfalarını dürer gibi semâyı düreriz. Sonra da, ilk yaratışa başladığımız gibi onu tekrar geri getiririz.(20) Bu Bizim sözümüzdür; mutlaka yerine getireceğiz. (20) Bu tasvirler, modern teorilerin beklentilerine uygun şekilde, kâinattaki genişlemenin durarak geriye doğru bir daralmaya geçmesini ve yıldızların ve galaksilerin üst üste kapanmasını akla getirmektedir. 51:47’ye de bakınız. 51:47 ise... 47. Göğü elimizle Biz bina ettik ve Biz genişleticiyiz.(7) (7) Uzak galaksilerin ışık tayfları üzerinde yapılan incelemeler, bu galaksilerin bizden uzaklaşmakta olduğunu, uzaklaşma hızlarının da, aramızdaki mesafe ile orantılı olarak arttığını göstermiştir. Bu da bütün galaksilerin birbirinden uzaklaşmakta olduğunu ortaya çıkarmakta, bu ise evrenin sürekli bir genişleme içinde bulunduğunu göstermektedir. Bu ve bununla ilgili diğer gözlem ve hesaplara dayanılarak geliştirilen modern teoriler, evrenin bir başlangıcının bulunduğunu ve bu başlangıç ânından itibaren sürekli bir genişleme içinde olduğunu kabul etmektedir. Âyetteki “Biz genişleticiyiz” ifadesi, halen devam etmekte olan bir fiili belirtmektedir ki, bunu, “Hâlâ da genişletiyoruz” şeklinde anlamak mümkündür. 21:30 ve 21:104 ile karşılaştırıldığında da bütün bu tasvirlerin, bir bütünlük içinde, modern teorilere uygun bir evren modelini desteklediği ortaya çıkacaktır. ESAS AŞMAMIZ GEREKEN DOĞMATİK VEHİMLERİMİZDİR.... Sevgiler.. -
Yazının devamı....... "BİLİM ADAMLARININ DİNEYÖNELİŞİ" Erwin Schrödinger, What is Life’ında “Bilimin insanlığa en büyük bağışı, ‘Bizler kimiz? Nereden geliyoruz ve nereye gideceğiz?’ gibi dehşetli soruların cevabını bulmak ya da en azından akılları bu konularda rahatlatmak olacaktır” der. Ama, 1964 Nobel tıp ödülü sahibi John Eccles’in kanaatince, bu sorular ilmin boyunu aşar: “Bilim, şu haliyle ne herhangi birimizin var oluş hikmetini açıklayabilir, ne de şu temel sorulara cevap getirebilir: Ben kimim? Neden buradayım? Neden yaşıyorum? Öldükten sonra ne olacağım? Bunlar bilimin sınırlarını aşan sırlardır.” Robert Jastrow da aynı görüştedir: “Bilim asla yaratılış sırrının üstündeki perdeyi kaldıramayacak.” California Teknolojisi Enstitüsünden astrofizikçi Jesse Greenstein’ın düşüncesi de bu merkezdedir: “Din ve felsefenin dışında kalmaya çalışıyoruz, ama zaman zaman bilimin dışında birşeyler aramaya zorlanıyoruz.” 1961 Nobel tıp ödülü sahibi Peter Medawar da, The Limits of Science’ında (Bilimin Sınırları), bilimin gerçekten cevaplamak istediğimiz “Biz neden buradayız?” gibi sorulara cevap veremediğini yazar. İşte bu acziyeti, Allah’ın varlığını zaten kabul ve teslim eden bilim dünyasını vaktiyle terk ettiği, sırtını döndüğü din ile yeniden tanışmaya yöneltti. Din ile bilim arasında varlığı ileri sürülen mevhum ayrılık, buzdan duvar yumuşadı, eridi ve bilim adamlarının bir kısmı yeniden dine yöneldiler. Meselâ İlya Prigogine’e göre, “İnsan ve tabiat arasında, insan ve insan arasında yeni münasebetler ağına ihtiyaç var. Bilimsel ve dinî değerler arasındaki eski a priori [peşin] ayrımı artık kabul edemeyiz.” “Bilim ile din neden çatışsın ki?” diye sorar Roger Sperry. “Esasen, bu din-bilim çatışması şartlanması, materyalist felsefenin bilim olarak kabul edildiği zamanlardan kalmadır. Bilim olsa olsa materyalizmle çatışır; dinle değil.” “Ben niçin’i bilmek istiyorum” diyen John Wheeler da bilimin vahye yönelişini ister: “Zannediyorum, geçmişteki büyük insanların—peygamberleri kastediyor olsa gerek—bize anlattığı dinî değerlere bağlı kalmamız icap ediyor.” Bu kabil ifadeler, bilim dünyasında birbiri ardınca gelirken, bir ABD’li düşünürden bir teklif gelir. Texas Üniversitesi beşerî bilimler profesörü Frederic Turner, “Kâinat dev bir piramit gibi; piramidin en altında matematik var, onun bir üstünde fizik yer alıyor, böylece en üste doğru çıktıkça sanat ve felsefe geliyor ve onların da üstünde ilâhiyat yer alıyor” deyip, biyoloji ve fizik ile din arasında ayrım yapmayan bir bilim anlayışını teklif eder. “Bu başarıldığında, bilim Rönesanstan sonraki en büyük devrimi yaşayacak; ilâhî-tabiî ayrımı sona erecektir.” Bugün dahi, “Bilim yaratılışımızı incelemekle Allah’ı tanımamıza imkân verir” diyen bilim adamları olduğuna göre, o gün çok da uzak olmasa gerek. Kimbilir, belki de fazla uzak olmayan bir gelecekte, bilim adamları terk ettikleri, daha önce kendilerine rakip gördükleri vahiy önünde teslim-i silah edecekler. Nitekim John A. Wheeler “Daha yolun başlangıcındayız. Bir gün gelecek...” diyor, ve onun başladığı sözü, Robert Jastrow şöyle tamamlıyor: “..... Aklın gücüne inanarak yaşamış bir bilim adamı için, serüven beklenmedik şekilde sona erer. O cehalet dağlarını tırmanmıştır; en yüce zirveyi fethetmek üzeredir, en son kayaya doğru kendini çeker ve tam o sırada, asırlardır orada oturan bir grup ilâhiyatçı ‘hoşgeldin’ diyerek onu karşılar.”
-
"BİLİM ALLAH'I TANIYOR" “Herkes serüven hikayelerini sever. İşte, bütün zamanların en büyük serüvenlerinden biri de, şimdi temel fiziğin—ve bütün bilimlerin— alacakaranlık dünyasında yaşanıyor. Bu serüvenin kahramanları, ilim adamları. Peşinde koştukları şey de, hayallerin bile erişemediği değere sahip bir büyük ödül: kâinatın kilitli kapılarının anahtarı.” —Paul Davies İŞTE BU YAZI, o nefes kesici serüvenin özetidir. Ve işte şu iki çift söz, o serüvenin gelişme çizgisini gösterir: Sene 1879, biyolog Charles Darwin: “Bir kapı menteşesinin insan tarafından yapıldığını iddia ettiğimiz gibi, bir midye kabuğundaki mafsalın harikulâde akıl sahibi bir varlık tarafından yapılmış olduğunu iddia edemeyiz.” Sene 1943, fizikçi Erwin Schrödinger: “Şu bir gerçektir ki, tek bir çark dişi—siz isterseniz bir kapı menteşesi deyin—kaba bir insan yapısı değil, ama ancak Rabbimizin mükemmel bir şaheseridir.” Garip. Topu topuna yarım asır arayla, iki bilim adamı, bilim adına birbirine bu kadar zıt iki çift söz etmişlerdir. Bu sözlerin ikisi birden doğru olamaz. Sadece biri doğrudur. Ama yanlış hangisidir? İki sözden birisi aktır, peki hangisi karadır? Bize sorarsanız, ikincisi! Zira, son asırda, gözle görülen âlemde derinleşip atom için dünyalara, galaksiler arası uzayın derinliklerine dalan; dev teleskoplar, elektron mikroskopları ve atom içi partikülleri tanımak için kurulan dev akseleratörler ile ‘âlem içinde âlemler’i gezen, gören nice bilim adamı, bilim dünyasına herşeye hükmeden bir Yaratıcının haberini getirdiler. İlmiyle Allah’ı tanıyan bu bilim adamları da, inkârcı bilim adamları da bilim adına konuşuyor. Yoksa böylesi bir tezat bilimin özünde mi var? Veyahut... 1980 Nobel tıp ödülü sahibi nörofizyolog Roger Sperry, 1983’te verdiği bir söyleşide böylesi bir soruyu keser ve şöyle der: “Onlar, meselâ Darwin, bilimi materyalizmin yorumu olarak kabullenmiştir.” Oysa, “bilimin kendisi materyalizmle çatışır.” Yani, aslında bilimi inkârcılığın kalesi olarak kullanan bilim adamları, öncelikle inkârcıdırlar ve bilimi inkârlarına âlet etmek istemişlerdir. Şimdilerde, düne kadar materyalizme inanmış bilim adamlarının esiri olan, 1933 Nobel fizik ödülü sahibi Schrödinger’in ifadesiyle, ‘mâlûm materyalizmin ıztırabını tekrar tekrar çeken’ bilim, zincirleri yavaş yavaş kırıyor gibi. Yarın, belki de, nörofizyolog Karl Pribiam’ın “torunları—ve bizim çocuklarımız—burunları bir karış havada inançsız bilim adamlarına rastgelmeyecekler.” "KAPILAR ARALANIRKEN" Çünkü, ‘kâinatın kilitli kapıları’ hafiften aralanıyor gibi... O aralıktan süzülen ışık huzmeleri, daha şimdiden pek çok bilim adamının dünyasını ışıtır oldu bile. Hangi zincirlerden söz ediyoruz? İşte biri: “Madde yoktan var olmaz, var yok olmaz. Dolayısıyla madde ezelîdir, kâinatın başlangıcı yoktur, o doğmamıştır ve yok olmayacaktır.” Bir başkası: “Her sonucun mutlaka sebebi vardır.” Yani, her zaman, her yerde, her olayda mekanik sebep-sonuç zinciri işler; sebeple sonucun birlikte ‘yaratılışı’ değil, ‘oluş’ vardır. Dün astronomiden biyolojiye her bir bilim sahasında top oynayan bu hükümleri bugün ileri süren herhangi biri, sıklıkla “Acaba?”yla mukabele görüyor. Bilimin gördüğü, gören gözlere de gösterdiği kâinat tablosu hayli değişti çünkü. Bugünkü bilim adamlarının gözünde kâinat dev bir ‘devr-i daim’ makinesini andırmadığı gibi, bir sebep-sonuç halkasıyla da işlemiyor. Halbuki, Newton’ı düne kadar ‘asırların en büyüğü’ yapan, böylesi bir anlayıştı. Vâkıa, Newton halefleri gibi dinsiz biri değildi; ama Allah’a, kudretini sadece kâinatın başlangıcında göstermiş, daha sonra devreden çıkarmış bir ‘İlk Muharrik’ olarak inanıyordu. Bu ‘İlk Muharrik’ kâinatı en başından yaratmış, kanunlarını koymuştu. Bu kâinat makinesi, o zamandan beridir, sebep-sonuç kanunlarıyla kendi kendine işleyip duruyordu. Sonrakiler bu kâinat tablosunu aldılar ve o ‘İlk Muharrik’i dahi defterden silerek kabul ettiler. Gerçi Yaratıcıya inanan bilim adamlarının nesli hepten tükenmiş değildi, ama hâkim olan inançsızlar oldu. Yaratılışın yerini ‘oluş,’ Yaratanın yerini ‘maddenin ezeliyeti’ fikri aldı ve Newton’ın tahtının hemen yanına Darwin oturdu. Tablodaki boşluklar, ‘evrim’in fırça darbeleriyle dolduruldu. Kâinat bir düzenin değil, düzensizliğin, tesadüflerin eseridir artık. Dünya, ‘uzayın ölçülemez derinliğinde, önemsemeye değmez bir galaksinin ucundaki küçücük bir yıldızın minik bir gezegeni’dir. Tabiat uyumsuzluk, çirkinlik, mücadele, asalaklık, işe yaramaz organlar, anlamsız acılar, sancılar ile dolu bir vahşet yeridir. İnsan ise, ‘vücudun ve beynin faaliyetlerinin toplamı’dır. Kısacası, materyalizmin bilim dünyasında kök salması ile kâinat ve dünya kararmış, hayat anlamsızlaşmış, insan silikleşmiş, herşey adi bir maddî görünüşe dönüşmüştür. Tâ ki, yirminci asır içinde, bilim materyalist yorumu içinde ezeliyet verdiği maddenin gitgide daha da derinine indiğinde, beklemediği, materyalist yorumu için ölümcül olan darbelere peşpeşe muhatap olana kadar. Yirminci asırda bilim, en azından bir önceki asırda olduğu kadar materyalizmin, inkârın, inançsızlığın oyuncağı olmadı. Bilakis, onu kökünden sarsan, temelinden yıkan gelişmelerin de sahnesi oldu. Nasıl mı? • Big Bang ile maddenin ezeliyeti fikri sarsıldı; • Kara deliklerin keşfiyle “Madde yok olmaz” fikri yok oluşa doğru yol aldı; • Atom içi âlemlerde maddenin silikleştiğini, herşeyin ‘kendi zâtında var-yok arası dalgalanmalar’a dönüştüğünü ortaya koyan ‘kuantum’un keşfiyle, ayrıca bu ‘kuantum’lar âleminde hiçbir şeyin önceden kestirilemeyeceğini öngören ‘belirsizlik prensibi’ ile sebep-sonuç zinciri kırıldı. İşte bu yüzden, Timothy Ferris’in ‘kâinatın sınırını arayışı’ anlatan The Red Limit’te yazdığı gibi, “ancak gördüğünü kabul etme ve sebep-sonuç zinciri kavramları çökmüştür.” “Bir sebep-sonuç açıklaması, artık tarafımızca—biz bilim adamlarınca—asla kabul görmeyecektir” der Ferris. Superforce yazarı fizikçi Paul Davies ise, bu gelişmeleri şöyle özetler: “Fiziksel dünyanın temelini oluşturan katı birimler, bir bir eridi, hepsinin yerini mistik bir okyanusun var-yok arası dalgalanmaları aldı. Yeni fiziğin bu mistik yönelişi, çoğu insanın zihninde felsefî ve dinî dönüşümler başlattı; hepsi bu keşifleri, halihazır modern teknoloji toplumunun temeli olan materyalist, katı dünyadan bir silkinme olarak gördüler.” Böyle olması da gayet normal. E. Squirer’a göre: “Yakın çevremizde gördüğümüz bariz kast ve plan delillerinden, kâinatın başlangıcında da planlama ve irade olduğu inancına geçmemiz, gayet normal bir adım.” Bu adım, Big Bang zemini üstünde atılmıştır. NASA’nın Goddard Uzay Araştırmaları Enstitüsü Direktörü Robert Jastrow, God and the Astronomers’ında (Allah ve Astronomlar) bazı inkârcı astronom, fizikçi, kozmolog, kimyacı v.s.’ler “Garip bir şekilde buna karşı çıktılar. Kızdılar, anlamsız ifadelerle üstüne sünger çektiler, ama” der, “bilim, Big Bang teorisiyle dünyanın ezelî olması gereken bir Gücün eseri olarak meydana geldiğini ispatladı.” Paul Davies’in yorumu da şöyledir: “Artık kâinatın başlangıcını tam bir yokluğa, tam bir hiçliğe komşu edebiliyoruz. Hiçbir bilimsel problem, herşeyin bu hiçlikten nasıl meydana geldiği sorusu kadar temel olabilir mi? Bu kâinattan münezzeh [yaratık olmayan] Biri olmaksızın gerçekleşebilir mi?” Davies, “Çağımızın en önemli keşfi, yaşadığımız kâinatın ezeliyyen var olmadığı gerçeğidir” der ve kendi sorusunu cevaplandırır: “Dolayısıyla, bilim, ‘Kâinat nasıl var oldu? Niye böyle, bu haliyle yaratıldı?’ gibi, bu zamana kadar karşılaşmadığı dev sorularla yüzyüze geldi. Asırlarca insanlık yokluktan hiçbir şey meydana gelemez sanmıştı. Ama bugün herşeyin bir hiçlikten meydana geldiğini biliyoruz. Big Bang, yalnızca ilâhî bir veri, sebep-sonuç zincirinin işlemediği bir olay olarak anlaşılabilir.” “Sebep-sonuç zincirinin işlemediği bir olay.” Robert Jastrow, bu nokta üzerinde durup şu hükme varır: “Bu haliyle Big Bang, ‘Her sonucun, her neticenin bir sebebi vardır’ temel düsturuna ters düşüyor, uyuşmuyor. Ve şimdi, en büyük netice olan kâinatın doğuşu determinist modern bilimin bu düsturunu bozuyor, çürütüyor.” Davies’in ilâvesiyle, “Asırlık ‘Hiçten birşey yaratılmaz’ inancı da yıkılmıştır.” "MADDEERİYOR!" Evet, Big Bang ile maddenin ezeliyeti fikri yıkılmış; ‘oluş’ yerini ‘yaratılış’a bırakmış, bilhassa 19. asırda terk edilen Allah inancına tekrar dönülmüştür. Fakat bu, Newton’ın ‘İlk Muharrik’ olarak kabul ettiği bir Yaratıcı değil; kâinata her an müdahale eden, ‘her an yaratan’ bir Allah’tır. Bu noktada, Big Bang’in, materyalizmin bağrında açtığı gediği kuantum mekaniği büsbütün genişletmektedir. Yirminci yüzyılın fiziğinde, atom nötron, proton ve elektrondan oluşan, davranışı sebep-sonuç zinciriyle izah edilebilir bir temel parçacık olmaktan çıkmıştır. Lepton, gluon, kuark, graviton, W+, W-, Z° gibi yeni yeni alt parçacıkların keşfi ile derinleşen ve bütün kâinatın temellendiği bu âlem, daimî dalgalanmaların yaşandığı bir mahiyet taşımaktadır. Fizikçi Dr. Yamina Bouguenaya’nın belirttiği gibi, kuantum mekaniğinin âleminde “parçacıklar sadece hareket ediyor değildir, aynı zamanda kendileri de hareketten ibarettir. Yani, maddenin varlığı ve maddenin hareketi birbirinden ayrılmaz. Her ikisi de aynı mekân-zaman gerçeğinin farklı cephelerinden ibarettir.” Bu noktadan bakıldığında, daimî geliş-gidişler, daimî yaratılıp-yok edilişler yaşanmaktadır. “Kâinatın temelinde devamlı bir yaratılış-yok ediliş sözkonusu olduğuna göre” der Bouguenaya, “kâinat başlangıçta yaratılmış ve daha sonra yaratılış olayı durmuş değildir; her an devam eden bir yaratılış olayı vardır.” Nobel sahibi kimyacı İlya Prigogine, bu gerçeği, “Zaman, yaratılıştır” diye özetler. ‘Kara delikler’in isim babası, doksan küsur yaşıyla kuantum fiziğinin yaşayan en büyük ismi olarak bilinen John Archibald Wheeler’in tesbitiyle, bu gözle bakılınca, ‘Big Bang’de meydana gelen temel süreçlerin milyar kere milyarcası bütün zaman boyunca, gözlerimiz önünde, bizler işin farkında olmadan’ devam etmektedir. Wheeler, ‘mütemadiyen Big Bang’lerle doğan ve yok olan kâinatlar’ tablosu çizer ve “Yaratılış hadisesi, gözümüzün önünde, durmaksızın devam mı ediyor?” diye sorar. “Zamanımızın bütün soruları içinde bundan daha derin, daha heyecan verici, idrâkimizde daha belirgin ilerleme temin eden, daha mânidar bir başka soru aklıma gelmiyor.” Paul Davies, bu en anlamlı sorunun ilim dünyasındaki akislerini şöyle tesbit eder: “Zamanı yaratan bir Allah kavramı, O’nun kâinatı ‘her an elinde tutarak’ yarattığını gösterir. Kâinatı sadece başlatıp bırakan bir Allah anlayışı yerine, her an yaratan bir Allah anlayışını getirir. Böylece ‘İlk Muharrik’ mânâsında ele alınan eski Yaratıcı anlayışı, zamanın da yaratıldığını anlamamızla, yerini kâinata her an müdahale eden, her olayda hâzır ve nâzır bir Yaratıcı anlayışına bıraktı.” Bouguenaya’nın yorumu ise şöyledir: “Buna göre, Yaratıcı, kâinat üzerinde devamlı kudretini gösteren, kudretini çektiği anda bütün kâinatın yokluğa yuvarlanacağı, İslâmî tarifiyle Kayyum bir Yaratıcı olmalıdır. Allah mütemadiyen, hiç duraksamaksızın kâinatı—kâinatları—yaratır. Doğrudan doğruya; hiçbir aracı olmadan.” Özetlersek: • Big Bang’ın gözler önüne serdiği gibi, kâinatın Yaratıcısı vardır. Kâinat kendiliğinden olagelmiş değil, bir Yaratıcı tarafından yaratılmıştır. • Allah kâinatı yaratıp de bırakmış değildir. Atom içi âlemlere inildikçe görülmüştür ki, Allah ‘zerre’ye her an hükmederek, kâinatı her an yaratır. Bu mânâda sabit bir kâinat yoktur; ‘daimî yaratılış ile tazelenen kâinatlar’ vardır. • Kâinat yaratılmıştır. Kâinat, yani herşey, her an yaratılır. Ve herşey herşeyle bağlı olarak yaratılır. Bu son noktaya, God and the New Physics’inde (Allah ve Yeni Fizik) şöyle paragraf açar Davies: “Kâinatın temelini teşkil eden atomlara katı bir varlık vermeden önce, kâinatın bütününe ihtiyaç duyarız. Hangisi önce gelir? Atom mu, kâinat mı? Cevap, hiçbiri. Küçük-büyük, basit-karmaşık, kozmik-atomik herşey, karşılıklı birbirine muhtaç ve bir gerçeğin ayrılmaz birer parçasıdır. Biri birisiz olmaz. Kâinat, temelinde derin bir birlik, yekparelik saklar. İşte bu yekparelik, bize herşey olmadan hiçbir şeyin olamayacağını söyler.” "BİRLİĞEYÖNELİŞ" Aslında bu gerçek, Batı dünyasında geçen asırda dile gelmiştir. Ama bir ilim adamınca değil, bir şair tarafından ifade edilmiştir: “Herşey Uzak ya da yakın Birbirine bağlanmış Gizlice, ölümsüz bir El tarafından Tek bir çiçeği bile koparamazsın Bir yıldızı yerinden oynatmadan.” Francis Thompson, bu mısraları, ilhamını vahiyden alarak terennüm eder. Bu gerçeği anlamak, ‘küçüğün büyüklere, basit şeylerin karmaşık şeylere bağlandığını görmek,’ Paul Davies gibi bilim adamlarında da ‘büyük bir hayranlık uyandırıyor.’ “Zira bu, dünyanın bütün dinlerinin paylaştığı bir birlik anlayışını fısıldar.” Bu ‘fısıltı’yı, David Bohm, “Kuantum mekaniği, birbirinden çok uzak şeylerin sebep-sonuç zinciri olmaksızın birbirine bağlandığını ortaya çıkarmıştır. Herşey herşeyle bağlıdır” diye özetler. Aynı hüküm, benzer ifadelerle John A. Wheeler’ın da dilindedir: “Kuantum teorisi gösteriyor ki, herşey herşeyle bağlıdır.” Ve şimdi, bilim dünyasının en büyük hülyası, bu birliği, semavî dinlerin haber veregeldiği bu birliği ‘tarif eden formülü yazmak.’ Yani, Weinberg-Selâm-Glashow modeli ile inşasına başlanan ‘büyük birleşme teorisi’ni tamamlamak. Niye? Fizikçi James Trefil’in tesbitiyle, “Onlar, kâinattaki bütün etkileşimleri idare eden tek bir Varlığı tanımak ümidindedirler.” Bu ümit gerçek olacak mı? Cevabı Wheeler veriyor: “Bir gün gelecek, bütün eşyayı tek, harikulâde bir görüntü içinde anlayacağız. Bu görüntü öylesine sade, öylesine güzel olacak ki, hepimiz birbirimize ‘Ah, biz ne aptalmışız! Nasıl oldu da bunu bu kadar zaman anlayamadık. Başka türlüsü olamazdı herhalde’ diyeceğiz.” O gün, kâinat yekpare bir gerçek halini alacak. Bilim adamları da, pirenin midesinden güneş sistemine, sivrisineğin gözünden Samanyoluna, bahçelerden galaksilere herşeyi birbirine bağlayan, her an beraberce yaratan bir Allah’ın gücünün, kudretinin, ilminin, hükmünün, nakşının... sonsuzluğu karşısında huşû ile eğilecekler. Erwin Schrödinger’in, bu yazının başında yer alan sözü, işte böylesi bir bakış açısıyla gerçek ifadesini bulur. Bir daha tekrarlarsak, “Tek bir çark dişi bile, kaba bir insan yapısı değil, ama ancak Rabbimizin kuantum mekaniği esaslarıyla gerçekleşen en mükemmel bir şaheseridir.” Herşeyle beraber ona; onu teşkil eden atomlara hükmü, iradesi, kudreti geçen bir Allah olmasa, bırakın bütün kâinatı, bir çark dişi dahi kâinat kadar imkânsız olacaktır. İşte bunun için biyolog W. H. Thorpe, “Tabiatın düzeni, şekli, yapısı ve devamlılığı, tamamıyla Allah’ın yaratışına ve iradesine bağlıdır” der. İnkârdan imana erişen Louis Pasteur, işte bunun için, ‘dünyanın her yerinde sonsuzluk kavramının kaçınılmaz ifadelerini’ görür. “Allah’a iman, böyle bir sonsuzluk fikrini taşır. Bilimin ve sanatın idealleri, bu sonsuzluğun akisleriyle aydınlanır.” Yaratılan, her an yaratılan, herşey herşeye bağlı olarak yaratılan kâinattaki her bir varlık, bu göz ile bakıldığında, bambaşka bir mânâ kazanır. Atomdan galaksilere, enzimlerden insan vücuduna kadar herşey, ama herşey, karmaşık ama düzenli, intizamlı, çok çeşitli ama birlik içinde; parça parça ama yekvücut görüntüsü ile, Yaratanın vasıflarını bildirir. Hepsi, bir ağızdan Yaratanı bildirir ve aynı zamanda tesadüfü, şirki, tabiatı, hayatı kör tesadüfler ile açıklayan evrimci anlayışı tard eder. Nitekim, İngiliz Jeoloji Derneği başkan yardımcısı Jim Brooks, The Origin of Life’ında (Hayatın Menşei), enzimler, DNA gibi kompleks moleküler yapıların tesadüfen, şans eseri var olduğunu düşünmenin imkânsızlığını gözler önüne serer. Bir evrimci, antropolog Stephen Jay Gould dahi, kâinatta var olan mükemmel dizaynların evrimci zihniyeti sarstığını itiraf eder. “Onlar, evrim teorisinin değil, kemal sahibi, herşeyi mükemmel yaratan bir Yaratıcının delilidirler.” Harvard Üniversitesinden genetikçi Richard Lewontin’in ifadesiyle, “Dikkatlice, sanatkârane tanzim edilmiş bu organizmalar hem Darwinizme meydan okurlar, hem de herşeyi tanzim eden bir Munazzıma işaret ederler.” "HERBİLİM O’NDAN GELİR O’NA GÖTÜRÜR" Bu anlayış ile, bilimler Allah’ı tanımanın bir yolu olarak beliriverir. Geçen asırlarda, Kepler ‘geometri ile,’ Galile ‘matematik alfabesi üzerine’ kâinat kitabını yazan bir Allah inancına ulaşmıştır. Her ne kadar sonradan bazılarınca mekanik/determinist bir kâinat anlayışına alet edilirse de, bu tesbitler ‘her bilim dalının Allah‘ın bir ismine dayandığı’ hükmünün tasdikçisiydi belki de. Şimdilerde ise, E. Squirer gibi bir bilim adamı, ‘Allah’ın şuurlu ilmiyle yapılan planlama ve iradenin neticesi doğan’ fizik ile meşguldür. Dolayısıyla, fizikteki her yeni gelişme, onun için, Allah’ın iradesini biraz daha anlamanın ifadesidir. Rus fizikçi Alexander Polyakov, aynı mantığı matematik üstüne kurar. “Biliyoruz ki, tabiat mümkün olan en mükemmel metematik ile nazmedilmiş, düzenlenmiştir. Çünkü onu Allah yarattı” der. Onun için de, matematik, Allah’ın tam bir mükemmellikle, bir düzen ile ayrı ayrı nakışlarla yaratışını tanımanın yoludur. Şöyle bir duralım ve bilimin ortaya koyduğu tesbitler ışığında ‘kâinat’ı yeni baştan değerlendirelim: • Herşeyden önce, kâinatın bir başlangıcı vardır, yani kâinat yaratılmıştır. Onu yaratan Allah’tır. • Kâinat bir defa yaratılıp da bırakılmış değildir; her an yaratılır. Onu yaratan Allah, kâinat üstünde devamlı kudretini gösteren, Kayyum bir Yaratıcıdır. • Kâinatı, bütün zaman ve mekânı yaratmak, ancak zaman ve mekândan münezzeh olana mahsustur; Allah Ezel ve Ebed Sultanıdır. • Kâinattaki hadde hesaba gelmez varlıklar, bir birliğe işaret ederler, yani onları yaratan Birdir, Vâhid’dir. • O, birlik içinde hadsiz bir çeşitlilik ile yaratır; çünkü Ehad’dir, çokluğu birlik içinde yaratandır. • Kâinatta bir noksanlık, çirkinlik yoktur, herşey en güzel şekilde yaratılır; Allah Cemîl’dir. • Kâinatı bu şekilde yaratmak, ancak her bir zerreye, yani herşeye hükmü geçen bir Allah’a mahsustur; Allah Hâkim’dir. • Herşeye hükmetmek, ancak herşeye gücü yeten bir sonsuz kudret sahibine mahsustur; O Kadîr’dir. • Herşeye her an hükmedip kudretiyle var etmek, ancak gelmiş gelecek herşeyi bilen, hiçbir şey O’nun bilgisi dışında olmayan bir yaratıcıya mahsustur; Allah Alîm’dir. Bilimin kâinattan getirdiği haberler ile, Allah’ın daha nice isim ve sıfatını böylece anlamak mümkün olamaz mı? Böylesi bir kâinat tablosu içinde, kâinatta hayatın var olduğu şu dünya ile, topyekûn kâinatın bütünlüğü de ayan beyan belirir. Nitekim, astrofizikçi Freeman Dyson, hatıralarını anlattığı, ayrıca teknolojik ve endüstriyel gelişme beraberinde gelen tahribatı nazara verdiği The Disturbing Universe’ünde, “Kâinata baktığımızda ve bizim için, bizim faydamıza olacak şekilde çalışan fiziksel ve astronomik hadiseleri incelediğimizde” der, “sanki kâinat bizim gelişimizden haberdarmış gibi gözüküyor.” Aynı noktaya işaretle, Paul Davies, “Şu yaşadığımız kâinat” diye söze başlar; “çok garip bir yer. Hızlı gelişmeler ve statik düzensizlikler, kâinatı hayat için sevimsiz hale getirebilir, ama... Bizler mi şanslıyız, yoksa bizim için en uygun yerde yaşadığımızı gösteren bazı derin işaretler mi bunlar? Dünya çok özel bir yer gerçekten” diye devam eder. Popüler bilim yazarı Jeanne Hopkins’in dediği gibi, “Hayat, hiç olmazsa bildiğimiz kadarıyla, kütle, sıcaklık, kimyevî terkipler ve diğer pek çok levazımatın hazır olmadığı bir gezegende teşekkül edip gelişemez. Burada olmamız gerçeği, zaman ve mekândan müteşekkil bu küçük köşemizde, bildiğimiz kadarıyla sadece bu küçük köşede, hayatı imkânsız kılacak bütün muhtemel tehlikelerin ortadan kaldırılmış olmasını gerektiriyor.” Wheeler’ın düşünceleri de bu merkezdedir. Güneş ve gezegenlerin âhengine işaret ederek, bu âhengin ‘hayata imkân verecek şekilde, mükemmel olarak ayarlandığını’ söyler Wheeler. Davies’in de işaretlediği gibi, “Hayat, mekanik olarak çalışan bir kâinat içinde hasbelkader çıkmış birşey değildir. Kâinat denen mucizenin ayrılmaz bir parçasıdır.” NASA’dan astronom John Keefe’in tesbitiyle, “Eğer kâinat en mükemmel incelikle yapılmasaydı, biz asla vücuda gelemeyecektik. Benim açımdan bu şartlar gösteriyor ki, kâinat, içinde yaşayacak insanlar için yaratıldı.” Şimdi de, R. Estling’i dinleyelim: “Genelde kâinatın düzeni, bilhassa yeryüzü öyle hassas olarak insana göre ayarlanmıştır ki, verilecek hüküm kaçınılmaz olarak şudur: Kâinatı ve yeryüzünü bu şekilde bizi de düşünerek yaratan, nasıl bir isim takarsanız takın, Allah’tır. Ben ısrar ediyorum ki, bütün bunları, izahı hiçbir surette mümkün olmayan şans yapıyor demek, düşünülemeyecek kadar tesadüflere, sayılamayacak kadar mucizelere ihtiyaç gösterir.” Bütün bu tesbitler, fizikçi Fikret Kortel’in de belirttiği gibi, bizi “Kâinat, hayatı meyve vermek üzere yaratıldı” sonucuna götürür. “Ama” der Paul Davies, “hayat sadece bir basamaktır. Hayatın önemi, insan düşüncesinin ortaya çıkışında bir köşe taşı oluşundadır.” Aynı hükmü Wheeler da tekrarlar. Ona göre, “fiziğin ortaya koyduğu gerçekler, aklın kâinatta imtiyazlı bir yeri olduğunu gösterir. Bu, zeki seyirciler topluluğu olmadan belki de hiçbir şeyin anlamlı bir varlığa sahip olamayacağını ortaya koyuyor.” Kulak olmadan sesin, iştahlı mideler olmadan meyvelerin anlamı olmayacağı gibi... Paul Davies, Wheeler’a da atıf yaparak, “Yeni fizik, insan şuurunu kâinatın merkezine yerleştirir” der. “Kuantum fiziği, içinde kâinatı seyreden bir seyirci olmadan anlamsızdır.” Yani, kuantum fiziğine göre, “insan şuuru kâinatta tek başına bağımsız olarak var olan herhangi bir düzen değil, bütün varlık nizamının gerçekleştiği, aksettiği bir aynadır. Yani, kâinatın gayesi, hayat vasıtasıyla insan zihnine düşünce konusu olmaktır.” Demek oluyor ki, kâinat, hayatı; hayat da, insanı meyve vermek için yaratıldı. Koestler’in dediği gibi, “İnsan, dünya üzerinde ne bir lüks oyuncak, ne de kromozomlarına asılmış bir kukladır.” Arthur Eddington’ın yazdığı gibi, insan “varlığın sırları ile iyice sersemleşip ‘Bütün bunlar niçin?’ sadası kalbinden yükseldiğinde,” belli duyu organları aracılığıyla edindiği tecrübelere bakıp, “İşte hepsi, atomlar, ve boşluk, kaçınılmaz bir yokluğa doğru sürüklenen ateşten küreler, kuvvetler ve matematik rakamlar!” diyerek gerçek cevabı vermiş olmaz. Bilakis, kâinatın, hayatın ve insanın ‘niçin’i tek bir cevabın çatısında toplanmalıdır.
-
Peki Bilim zamanımızdaki müthiş gelişmesine rağmen bir tek hücre dahi yapamazken binlerce yıl önce yaşam nasıl oluştu o zaman bilim çok mu ilerdeydi ?
-
ALTINCI SÖZ "Allah, inananlardan, mallarını ve canlarını, Cennet karşılığında satın almıştır" mealindeki âyetin bir açıklaması. Yetenek ve organlarımızın Allah için nasıl kullanılabileceğine dair pratik örnekler.” "Allah mü'minlerden canlarını ve mallarını, karşılığında Cenneti onlara vermek suretiyle satın almıştır." (Tevbe Sûresi, 9:111.) NEFİS VE MALINI Cenâb-ı Hakk’a satmak ve O’na abd (kul) olmak ve asker olmak ne kadar kârlı bir ticaret, ne kadar şerefli bir rütbe olduğunu anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciği dinle: Bir zaman bir padişah, raiyetinden (halkından) iki adama, herbirisine emaneten birer çiftlik verir ki, içinde fabrika, makine, at, silâh gibi her şey var. Fakat fırtınalı bir muharebe zamanı olduğundan hiçbir şey kararında kalmaz; ya mahvolur veya tebeddül eder (degişir), gider. Padişah, o iki nefere, kemal-i merhametinden, bir yaver-i ekremini (yüksek rütbeli bir memurunu) gönderdi. Gayet merhametkâr bir ferman ile onlara diyordu: "Elinizde olan emanetimi bana satınız; ta sizin için muhafaza edeyim, beyhude (boşuna) zayi olmasın. Hem muharebe bittikten sonra size daha güzel bir surette iade edeceğim. Hem güya o emanet malınızdır; pek büyük bir fiyat size vereceğim. Hem o makine ve fabrikadaki aletler benim namımla ve benim tezgâhımda işlettirilecek; hem fiyatı, hem ücretleri birden bine yükselecek. Bütün o kârı size vereceğim. Hem de siz, âciz ve fakirsiniz. O koca işlerin masârifâtını (giderlerini) tedarik edemezsiniz. Bütün masarifatı ve levâzımatı (lazım olan şeyleri) , ben deruhte ederim (üzerime alırım). Bütün varidatı (gelirleri) ve menfaatı size vereceğim. Hem de terhisat zamanına kadar elinizde bırakacağım. İşte beş mertebe kâr içinde kâr! "Eğer bana satmazsanız, zaten görüyorsunuz ki, hiç kimse elindekini muhafaza edemiyor. Herkes gibi elinizden çıkacaktır. Hem beyhude (boşa) gidecek; hem o yüksek fiyattan mahrum kalacaksınız. Hem o nazik, kıymettar aletler, mizanlar, istimal edilecek (işlenecek) şahane madenler ve işler bulmadığından, bütün bütün kıymetten düşecekler. Hem idare ve muhafaza zahmeti ve külfeti başınıza kalacak. Hem emanette hıyanet cezasını göreceksiniz. İşte beş derece hasâret (zarar) içinde hasâret (zarar)! "Hem de bana satmak ise, bana asker olup benim namımla tasarruf etmek demektir. Adi bir esir ve başıbozuğa bedel, âli bir padişahın has, serbest bir yaver-i askeri (gözde bir askeri) olursunuz." Onlar şu iltifatı ve fermanı dinledikten sonra, o iki adamdan aklı başında olanı dedi: "Baş üstüne! Ben maaliftihar (memnuniyetle) satarım, hem bin teşekkür ederim." Diğeri mağrur, nefsi firavunlaşmış, hodbin, ayyaş, güya ebedî o çiftlikte kalacak gibi dünya zelzelelerinden, dağdağalarından (karışıklıklarından) haberi yok, dedi: "Yok, padişah kimdir? Ben mülkümü satmam, keyfimi bozmam." Biraz zaman sonra birinci adam öyle bir mertebeye çıktı ki, herkes haline gıpta ederdi. Padişahın lûtfuna mazhar olmuş; has sarayında saadetle yaşıyor. Diğeri öyle bir hale giriftar olmuş ki (yakalanmış ki), hem herkes ona acıyor, hem de "Müstehak!" diyor. Çünkü hatasının neticesi olarak, hem saadeti ve mülkü gitmiş, hem ceza ve azap çekiyor. İşte, ey nefs-i pürheves (heveslerinin peşinde koşan nefis)! Şu misalin dürbünüyle hakikatin yüzüne bak. Amma o padişah ise, Ezel-Ebed Sultanı olan Rabbin, Hâlıkındır. Ve o çiftlikler, makineler, aletler, mizanlar ise, senin daire-i hayatın içindeki mâmelekin (sahip olduğun şeyler) ve o mâmelekin içindeki cisim, ruh ve kalbin ve onlar içindeki göz ve dil, akıl ve hayal gibi zahirî ve batınî (görünmeyen) hasselerindir (organlarındır). Ve o yaver-i ekrem ise, Resul-i Kerîmdir. Ve o ferman-ı ahkem (sağlam esaslar içeren buyruk) ise, Kur'ân-ı Hakîmdir ki, bahsinde bulunduğumuz ticaret-i azîmeyi (büyük ticareti) şu âyetle ilân ediyor: "Allah mü'minlerden canlarını ve mallarını, karşılığında Cenneti onlara vermek suretiyle satın almıştır." (Tevbe Sûresi, 9:111.) Ve o dalgalı muharebe meydanı ise, şu fırtınalı dünya yüzüdür ki, durmuyor, dönüyor, bozuluyor ve her insanın aklına şu fikri veriyor: "Madem her şey elimizden çıkacak, fânî olup kaybolacak. Acaba bâkîye tebdil edip (çevirip) ibka etmek (bakileştirmek) çaresi yok mu?" deyip düşünürken, birden semavî sada-yı Kur'ân işitiliyor. Der: "Evet, var. Hem beş mertebe kârlı bir surette, güzel ve rahat bir çaresi var." Sual: Nedir? El cevap: Emaneti sahib-i hakikîsine (hakiki sahibine) satmak. İşte o satışta beş derece kâr içinde kâr var. Birinci kâr: Fânî mal beka bulur. Çünkü Kayyûm-u Bâkî (her şeyi her an ayakta tutan Zat) olan Zat-ı Zülcelâle verilen ve O’nun yolunda sarf edilen şu ömr-ü zâil (geçici ömür) , bâkîye inkılâb eder (dönüşür), bâkî meyveler verir. O vakit ömür dakikaları, adeta tohumlar, çekirdekler hükmünde, zahiren fena bulur, çürür; fakat âlem-i bekada saadet çiçekleri açarlar ve sünbüllenirler ve âlem-i berzahta (kabir aleminde) ziyadar (parlak), munis (sevimli) birer manzara olurlar. İkinci kâr: Cennet gibi bir fiyat veriliyor. Üçüncü kâr: Her âzâ ve hasselerin (duyuların) kıymeti birden bine çıkar. Meselâ akıl bir alettir. Eğer Cenâb-ı Hakk’a satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan, öyle meş'um (kötü) ve müz'iç (bunaltan) ve muacciz (rahatsız edici) bir alet olur ki, geçmiş zamanın âlâm-ı hazinanesini (hüzün veren acılarını) ve gelecek zamanın ehvâl-i muhavvifanesini (dehşetli korkularını) senin bu biçare başına yükletecek; yümünsüz (bereketsiz) ve muzır (zararlı) bir alet derekesine iner. İşte bunun içindir ki, fâsık adam, aklın iz'aç (sıkıntı) ve tacizinden kurtulmak için, galiben (çoğunlukla) ya sarhoşluğa veya eğlenceye kaçar. Eğer Mâlik-i Hakikîsi’ne satılsa ve O’nun hesabına çalıştırsan, akıl öyle tılsımlı bir anahtar olur ki, şu kâinatta olan nihayetsiz rahmet hazinelerini ve hikmet definelerini açar. Ve bununla sahibini saadet-i ebediyeye müheyya eden (hazırlayan) bir mürşid-i Rabbanî (Allah’a yönelten yol gösterici) derecesine çıkar. Meselâ göz bir hassedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder. Eğer Cenâb-ı Hakk’a satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan, geçici, devamsız bazı güzellikleri, manzaraları seyirle şehvet ve heves-i nefsaniyeye (nefsin yasak arzu ve isteklerine) bir kavvad (çirkin işler için yol gösterici) derekesinde (aşağı derecesinde) bir hizmetkâr olur. Eğer gözü, gözün Sâni-i Basîr’ine satsan ve O’nun hesabına ve izni dairesinde çalıştırsan, o zaman şu göz, şu kitab-ı kebir-i kâinatın (büyük kainat kitabının) bir mütalâacısı (tefekkür edicisi) ve şu âlemdeki mucizat-ı san'at-ı Rabbaniyenin (Allah’ın sanat mucizelerinin) bir seyircisi ve şu küre-i arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübarek bir arısı derecesine çıkar. Meselâ dildeki kuvve-i zâikayı (lezzet alan kuvveti) Fâtır-ı Hakîm’ine satmazsan, belki nefis hesabına, mide namına çalıştırsan, o vakit midenin tavlasına ve fabrikasına bir kapıcı derekesine iner, sukut eder. Eğer Rezzâk-ı Kerîme satsan, o zaman dildeki kuvve-i zâika, rahmet-i İlâhiye hazinelerinin bir nâzır-ı mâhiri (becerikli gözlemcisi) ve kudret-i Samedâniye matbahlarının (Rızıkların Vericisi’nin mutfağının) bir müfettiş-i şâkiri (şükreden denetleyicisi) rütbesine çıkar. İşte, ey akıl, dikkat et! Meş'um (kötü) bir alet nerede, kâinat anahtarı nerede? Ey göz, güzel bak! Adi bir kavvad nerede, kütüphane-i İlâhînin mütefennin (alim) bir nâzırı (gözlemcisi) nerede? Ve ey dil, iyi tat! Bir tavla kapıcısı ve bir fabrika yasakçısı nerede, hazine-i hassa-i rahmet nâzırı (Allah’ın özel hazinelerinin gözlemcisi) nerede? Ve daha bunlar gibi başka aletleri ve âzâları kıyas etsen anlarsın ki, hakikaten mü'min Cennete lâyık ve kâfir Cehenneme muvafık (layık) bir mahiyet kesb eder (özellik kazanır). Ve onların herbiri öyle bir kıymet almalarının sebebi, mü'min imanıyla Hâlık’ın emanetini O’nun namına ve izni dairesinde istimal etmesidir (sarf etmesidir). Ve kâfir hıyanet edip nefs-i emmâre (kötülügü emreden nefis) hesabına çalıştırmasıdır. Dördüncü kâr: İnsan zayıftır; belâları çok. Fakirdir; ihtiyacı pek ziyade. Âcizdir; hayat yükü pek ağır. Eğer Kadîr-i Zülcelâl’e dayanıp tevekkül etmezse ve itimad edip teslim olmazsa, vicdanı daim azap içinde kalır. Semeresiz meşakkatler (neticesiz zorluklar), elemler, teessüfler (üzüntüler) onu boğar. Ya sarhoş veya canavar eder. Beşinci kâr: Bütün o âzâ ve aletlerin ibadeti ve tesbihâtı ve o yüksek ücretleri, en muhtaç olduğun bir zamanda Cennet yemişleri suretinde sana verileceğine, ehl-i zevk ve keşif (imanın zevkine varan) ve ehl-i ihtisas ve müşahede (tefekkür ehli) ittifak etmişler. İşte bu beş mertebe kârlı ticareti yapmazsan, şu kârlardan mahrumiyetten başka, beş derece hasâret (zarar) içinde hasârete (zarara) düşeceksin. Birinci hasâret: O kadar sevdiğin mal ve evlât ve perestiş ettiğin (aşırı bağlandığın) nefis ve heva ve meftun olduğun (aşık olduğun) gençlik ve hayat zayi olup kaybolacak, senin elinden çıkacaklar. Fakat günahlarını, elemlerini sana bırakıp boynuna yükletecekler. İkinci hasâret: Emanete hıyanet cezasını çekeceksin. Çünkü en kıymettar aletleri en kıymetsiz şeylerde sarf edip nefsine zulmettin. Üçüncü hasâret: Bütün o kıymettar cihazât-ı insaniyeyi (duyu ve organlarını) hayvanlıktan çok aşağı bir derekeye düşürüp (indirip) hikmet-i İlâhiyeye iftira ve zulmettin. Dördüncü hasâret: Acz ve fakrınla (güçsüz ve fakir olmanla) beraber, o pek ağır hayat yükünü zayıf beline yükleyip zeval ve firak sillesi (geçici ve ayrılacak olma tokatı) altında daim vâveylâ (feryad) edeceksin. Beşinci hasâret: Hayat-ı ebediye esasatını (baki hayatın temellerini) ve saadet-i uhreviye levazımatını (ahiret hayatındaki mutluluk için gerekli olanları) tedarik etmek için verilen akıl, kalb, göz ve dil gibi güzel hediye-i Rahmâniyeyi, Cehennem kapılarını sana açacak çirkin bir surete çevirmektir. Şimdi satmaya bakacağız. Acaba o kadar ağır bir şey midir ki, çokları satmaktan kaçıyorlar? Yok, kat'a ve asla! Hiç öyle ağırlığı yoktur. Zira helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur. Ferâiz-i İlâhiye (farzlar) ise hafiftir, azdır. Allah'a abd ve asker olmak öyle lezzetli bir şereftir ki, tarif edilmez. Vazife ise, yalnız bir asker gibi, Allah namına işlemeli, başlamalı. Ve Allah hesabıyla vermeli ve almalı. Ve izni ve kanunu dairesinde hareket etmeli, sükûnet bulmalı. Kusur etse, istiğfar etmeli. "Yâ Rab, kusurumuzu affet. Bizi kendine kul kabul et. Emanetini kabzetmek (almak) zamanına kadar bizi emanette emin kıl. Âmin" demeli ve O’na yalvarmalı.
-
Hepimizin ortak yönleri var. Mesela hepimiz insanız. Aynı donanımlara sahibiz. Bu sebeple bu temel ortak noktamız bile birbirime saygılı ve hoş bir üslupla yaklaşmamıza yeterli bir sebeptir.... Adaleti ve saygıyı her zaman ön planda tutmak zorundayız... Birbirimizi incitmeyelim ve düşüncelerimize saygı gösterelim ve asla HAKARET etmeyelim... Saygılar
- 2.558 cevap
-
- Allahın varlığı
- Allahın yokluğu
-
(ve 1 diğerleri)
Yapıştırılan Etiketler:
-
Sevgili yam yam paylaşımın için çok teşekkür. Böyle çalışmalarının devamını bekleriz. Bu arada bir soru sormuş olalım. Ortada bir güneş var mı? var. Güneş kendi enerjisini kendi içersinde üretir demişsin. Bu tanımın çok önemli ve değerli... Ya Güneşte müthiş bir zeka ve akıl ve şuur var enerjisini üretmeyi biliyor..... Ya da..... Saygılar
-
Kusursuzluk ve mutlak doğru sadece Mutlak Yaratıcı (c.c.)' ya mahsustur. Bütün yaratılmışlar ise sadece sönük aynalar hükmündedir. Bu sebeple tüm kesin, net ve mutlak ifadeler Kudreti Sonsuz Yaratıcı (c.c)'ya mahsustur. Evet böyle bir Evren için ve böyle gözler önündeki bir hayat için Mutlak Bir Yaratıcı (c.c) elzemdir. Biz inananların Mutlak Yaratıcısı Allah'tır. Sizleri bilmem... Saygılar..
-
KÜFÜR - İSYAN “İman, bir mânevî tuba-i cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise, mânevî bir zakkum-u cehennem tohumunu saklıyor.” İman ve ibadet, insanı en zirvelere çıkaran iki hususiyet olduğu gibi; küfür ve isyan dahi, onu en alçaklara indiren iki özelliktir. Küfür, Allah’ı tanımamak; isyan, O'nun emirlerine karşı gelmektir. Ehl-i zındıkanın üstadı olan şeytan, tarihin her devrinde insanları küfür ve isyana sevk edecek şeyler bulmuştur. Günümüzde de, “tesadüf-tabiat-sebepler” gibi bahanelerle, bir kısım insanları iman ve ibadet yolundan çevirmektedir. Bediüzzaman, “kör kuvvet- serseri tesadüf- sağır tabiat” ifadeleriyle, bu batıl mabutların portresini çizer. Bunların mahiyetine geçmeden önce, küfrün ne olduğuna bakalım. Evet, küfür, • Bütün kâinata karşı bir tahkir (hakaret) • Bu varlıklarda cilveleri, nakışları görünen Allah’ın bütün mukaddes isimlerini inkâr ile red • Cenabı Hakkın hakkaniyet ve doğruluğunu gösteren nihayetsiz delilleri yalanlama • Bütün bu sebeplerden dolayı, nihayetsiz bir cinayet • Umum mahlukatın ve esma-yı İlâhiyenin hukukuna bir tecavüz • Bir fenalık • Bir tahrip • Bir adem-i tasdik • Hz. Peygamberden geldiği kesin olan bir şeyi inkârdan hasıl olan bir zulmet • Ruh cevherini bozan bir musibet • Sıkıntıların kaynağı • Sonsuz nimetlere nankörlük • Mânevî bir cehennemin çekirdeğidir. Zerreler (Atomlar) Küfür ehlinin temelsiz temellerinden biri, kâinatı ezeli kabul edip, her şeyi atomların rast gele hareketleriyle izaha kalkışmalarıdır. Atomlar enfüsi ve afaki cezbeli iki hareketle Allah’a zikir ve tesbih etmektedir. Mevlevi gibi zikreden ve dönen o atomları, ehl-i küfür, kendi kendine sersem gibi dönüp oynuyor sanmışlar. Halbuki zerreler, • Kadir-i Ezelinin kanunuyla hareket eden küçücük memurları • Onun emriyle hareket eden bir ordusu • Kader kaleminin uçları (Her bir zerre bir kalem ucu) • Kudret kaleminin noktaları (Her bir zerre bir nokta) • Herbiri mânevî, Rabbani, muazzam, hadsiz başlı bir fonoğrafın birer plağı hükmünde olan masnu’ların üstünde dönen ve tahmidat-ı Rabbaniye kasideleriyle o masnuatı konuşturan ve tesbihat-ı İlâhiye neşidelerini okutturan birer iğne başıdır. • Canlı cisimler, o gezgin zerreler için terbiye gördükleri - Birer mektep - Birer kışla - Birer misafirhanedir. Kâinattaki hareket, • Kudret kaleminin Samedani mektupları yazmak için işlemesi, kâinattaki hareketi ve hareketliliği meydana getirmektedir. Bu hareketin ismi tahavvülat-ı zerrattır. Yani atomlar bir yerde sabit kalmamakta, daima hareket ile yeni yeni eserlerde yer almaktadırlar. Anasır (elementler), • Masnuatın tarlasıdır. Allah’ın yarattığı ve hayranlıkla seyrettiğimiz eserler, elementlerden meydana gelmiştir. Bu elementler, değişik bünyelerde yer alarak, farklı farklı görüntüler meydana getirirler. Bütün İlâhî masnuat, elementlerle dokunmaktadır. Bunu,—bir benzetmeyle—alfabe ve kitaplar şeklinde de anlayabiliriz. Bütün kitaplar, alfabedeki harflerle yazılmıştır. Onun gibi, bütün varlıklar da, elementler alfabesiyle meydana getirilmiştir. Ehl-i küfür, kâinattaki hareketi ve atomların tahavvülatını tesadüf ile açıklamaya çalışır. Onlara göre, ezelden beri var olan atomlar, tesadüfen değişik bünyelerde yer alırlar; tesadüfen hayat oluşur, tesadüfen insan meydana gelir. Halbuki tesadüf, • Cehlimizi örten gizli bir İlâhi hikmetin perdesidir. Kâinatta tesadüfe tesadüf edilmez. Tesadüf olarak görünen şeyler, gerçekte İlâhi birer tasarruftur. Meselâ, tesadüfi zannolunan afetler, • Gadab-ı İlâhi’nin eserleridir. Sözgelimi, afetlerde bazan kullanılan rüzgârlar, tesadüfen değil, Allah‘ın emrettiği şekilde eserler. Kör kuvvet, Ehl-i küfrün esassız esaslarından biri de, Allah’ın kudretini kör bir kuvvete irca etmeleri;. "gezegenler arası çekim kuvveti, itme-çekme kuvveti, suyun kaldırma kuvveti..." gibi isimlere takılıp, Allah’ın kudretinden gaflette bulunmalarıdır. “Allahın kudreti, mahiyetiyle meçhul, mu’cizeleriyle malumdur.” Gördüğümüz ve görmediğimiz bütün varlıklar, o kudretin tezahürüdür. Fakat o kudretin nasıl bir kudret olduğu, bizce bilinmemektedir. Kudret, • İmanda en ehemmiyetli bir esas • Haşir ve neşrin en kuvvetli bir temel taşı • Pek çok imani meselelere ve Kur’âni gerçeklere en lüzumlu bir medardır. Ehl-i küfrün, böyle bir kudretin tezahürünü, itme-çekme... şeklindeki kanun ve kuvvetlere vermesi, en büyük cehalettir ve körlüktür. Çünkü, bu kanun ve kuvvetler, • Allah’ın fıtrî şeriatı • Adetullah’a birer isim. (Bunlar Allah’ın koyduğu kanunlardır ve kâinattaki nizamı netice veren Allah’ın âdet ve sünnetine birer isim.) • Allahın terbiye eden kudretinin bir cilvesidir. Bu Rabbani kudretin bir cilvesiyle vücut sahasına çıkan varlıklar, “İlâhi kudretin mücessem kelimatıdır.” (İlâhi kudret, gözle görülür kelimeler hükmünde olan varlıklarla kendini tanıttırmaktadır). Uzay merkezindeki tuşlarla, Mars’a gönderdikleri insansız uzay aracını yönlendiren insanlık, fiziki sırların ortaya çıkmasıyla, zamanla İlâhi kudreti daha iyi anlayacaktır. Ve eğer bir gün insanlık, düşüncelerini ekrana mücessem bir görüntü olarak yansıtabilirse, “Kün=ol!” emriyle eşyaya vücud veren İlâhi kudreti anlamakta daha az zorlanacaktır. Çünkü Allah’ın zatî, ezeli kudreti, • En latif, en has bir nur • Bütün nurların nurudur. Tabiat, • Ehl-i küfrün batıl mabutlarından biri olup, örümcek ağından daha zayıf iken, özellikle asrımızda pek çok insan, bu ağa takılmışlar. Bediüzzaman, küfürde kullanılan tabiat için, “tabiat tağutu” ifadesini kullanır. Tabiat tağutu, • Dalaletin menbaı yani kaynağı • Küfrün temel taşı • Küfrün dayanak noktası • Bir bataklık • Zulümat ve evhamın menbaıdır. Halbuki gerçekte tabiat, • Ancak bir san’at olabilir, Sani’ olamaz • Bir nakıştır, nakkaş olamaz • Ahkâmdır, hakim olamaz • Kanundur, kudret değildir, Kadir olamaz • Mistardır, masdar olamaz. • Kâinatın yaratılışında yürürlükte olan itibari kanunların toplamı ve neticesi • Allah’ın kanunlarının bir mecmuası • Kader-i İlâhinin bir nevi defteri • Kudret-i Rabbaniyenin bir nevi programı • Kadir-i Zülcelalin bir nevi fıtri şeriatıdır. (Fiziki âlem bir cesede benzetilirse, tabiat bu cesedin unsur ve azalarının fiillerini intizam ve rabt altına alan Allah’ın fıtri kanunları olur. Nasıl ki insanın davranışlarını kanunlar kontrol altında tutar, büyük bir insan olan tabiat da Allahın kanunlarına tabidir.) Yaratılmış olan tabiatın yaratıcı olmayacağı bu derece açık iken, tabiat fikriyle küfre düşenler hakkında Bediüzzaman, “insan suretinde ahmak sarhoşlar” ifadesini kullanır. Böyle ahmak sarhoşlar “İlâh olarak hiçbir şeyi kabul etmiyoruz” deseler bile, tabiatı ilah kabul etmekten kurtulamamışlardır. Sebepler, • İlâhi kudret, şu âlemde sebeplerle tasarrufta bulunur. Yağmur buluttan, meyveler ağaçlardan, insanlar anne-babadan gelirler. Neticelerin sebeplere bağlanması, bir kısım insanların sebepleri putlaştırmasına sebep olmuştur. Halbuki sebepler, • Kudret-i ezeliyenin tasarrufuna ince bir perde • Birer bahane • Birer zarf • İlâhî san’atlara bir kılıf • Rahmanî hediyelere birer tablacıdırlar. Neticelerin sebeplere bağlanması, ufukta yer ile göğün görünüşte birleşmesi gibidir. Halbuki, aralarında yerden göğe mesafe vardır. Bir kalemin yazmakta vasıta olması gibi, sebepler de İlâhi tasarrufa vasıtadır. Kalem kendisi yazmaz, kalemle yazılır. Onun gibi, meselâ, bulut yağmur vermez. Fakat Allah bulutla yağmur gönderir. Putlar, • Eskide ve günümüzde küfür ehlinden pek çok kimse, bir takım şeyleri putlaştırmaktan kurtulamamıştır. Küçük putunu yanında taşıyan ve yolculuğu esnasında ona ibadet eden cahiliyye Arabıyla, elli metrelik Buda heykeli karşısında secdeye varan Budist profesör arasında, aslında bir zihniyet farkı yoktur. Şekiller değişse de, bakış aynı bakıştır. Bediüzzaman’a göre, gölgeli-gölgesiz suretler, • Ya bir zulm-ü mütehaccir (taşlaşmış bir zulüm) • Ya bir riya-yı mütecessid (cesed giymiş bir gösteriş) • Veya bir heves-i mütecessim, yani cisimleşmiş bir hevestir. İnsanoğlu, putlaştırdığı batıl mabudlardan kurtulmakla, gerçek hürriyeti elde edecektir. Zira, gerçek hürriyet, Allah’a kul olmaktır. Allah’a hakkıyla kul olmayanlar, kullara kul olmaya mahkumdurlar. Günahlar, İman sahibi kişi, küfür ve isyandan uzaktır. Fakat, irili ufaklı bir kısım günahlardan tamamen uzak kalması, adeta mümkün değildir. Fakat tevbe ve istiğfarla, günahların kalb ve ruhta meydana getirdiği kirlerden temizlenebilir. Evet günahlar, • Ebedi hayatta daimi hastalıklardır. • Bu dünyevi hayatta dahi kalp, vicdan, ruh için mânevî hastalıklardır. Asrımızın günah dosyası hayli kabarıktır. Bediüzzaman, bu asrın portresini “hasta-gaddar-bedbaht” şeklinde çizer. Bu asrın hassasını da şöyle belirtir: “Dünya hayatını baki hayata bilerek tercih etmek” (Kırılacak bir cam parçasını, baki elmaslara—bildiği halde—tercih etmek). Böyle bir asırda takva büyük önem kazanmıştır. Takva, • Yasaklardan ve günahlardan kaçınmaktır. Günahların adeta örf haline geldiği bir toplumda, günahlardan uzak kalmak büyük bir mücadele ister. Çünkü içimizden nefis ve heva, dışımızdan da şeytan veya şeytan fikirli insanlar, bizi daima günaha teşvik etmektedirler. Nefis, devekuşu Şeytan, sofestai Heva, bektaşi gibidir. Şu vecize ile bahsi noktalayalım: “Helal dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur.”
- 2.558 cevap
-
- Allahın varlığı
- Allahın yokluğu
-
(ve 1 diğerleri)
Yapıştırılan Etiketler:
-
ONDÖRDÜNCÜ NOTA: Tevhide dair dört küçük remizdir. Birinci Remiz: Ey esbabperest insan! Acaba garib cevherlerden yapılmış bir acib kasrı görsen ki, yapılıyor. Onun binasında sarfedilen cevherlerin bir kısmı yalnız Çin'de bulunuyor. Diğer kısmı Endülüs'te, bir kısmı Yemen'de, bir kısmı Sibirya'dan başka yerde bulunmuyor. Binanın yapılması zamanında aynı günde şark, şimal, garb, cenubdan o cevherli taşlar kolaylıkla celbolup yapıldığını görsen; hiç şübhen kalır mı ki, o kasrı yapan usta, bütün Küre-i Arz'a hükmeden bir hâkim-i mu'cizekârdır. İşte herbir hayvan, öyle bir kasr-ı İlâhîdir. Hususan insan, o kasırların en güzeli ve o sarayların en acîbidir. Ve bu insan denilen sarayın cevherleri; bir kısmı âlem-i ervâhtan, bir kısmı âlem-i misalden ve Levh-i Mahfuz'dan, ve diğer bir kısmı da hava âleminden, nur âleminden, anâsır âleminden geldiği gibi; hâcâtı ebede uzanmış, emelleri semavat ve arzın aktarında intişar etmiş, râbıtaları, alâkaları dünya ve âhiret edvârında dağılmış bir saray-ı acib ve bir kasr-ı garibdir. İşte ey kendini insan zanneden insan! Madem mahiyetin böyledir; seni yapan ancak o zat olabilir ki: Dünya ve âhiret birer menzil, arz ve sema birer sahife, ezel ve ebed dün ve yarın hükmünde olarak tasarruf eden bir zat olabilir. Öyle ise insanın mâbudu ve melcei ve halâskârı o olabilir ki; arz ve semaya hükmeder, dünya ve ukba dizginlerine mâliktir. İkinci Remiz: Bazı eblehler var ki, güneşi tanımadıkları için, bir âyinede Güneşi görse, âyineyi sevmeye başlar. Şedid bir his ile onun muhafazasına çalışır. Tâ ki içindeki Güneşi kaybolmasın. Ne vakit o ebleh; Güneş, âyinenin ölmesiyle ölmediğini ve kırılmasiyle fena bulmadığını derketse, bütün muhabbetini gökteki güneşe çevirir. O vakit anlar ki, âyinede görülen Güneş; âyineye tabi değil, bekası ona mütevakkıf değil.. belki Güneştir ki, o âyineyi o tarzda tutuyor ve onun parlamasına ve nuruna meded veriyor. Güneşin bekası onunla değil; belki âyinenin hayatdar parlamasının bekası, Güneşin cilvesine tâbidir. Ey insan! Senin kalbin ve hüviyet ve mahiyetin, bir âyinedir. Senin fıtratında ve kalbinde bulunan şedid bir muhabbet-i beka, o âyine için değil ve o kalbin ve mahiyetin için değil.. belki o âyinede istidada göre cilvesi bulunan Bâki-i Zülcelâl'in cilvesine karşı muhabbetindir ki, belâhet yüzünden o muhabbetin yüzü başka yere dönmüş. Madem öyledir. "Ya Bâki Ente-l Bâki" de. Yâni Madem sen varsın ve bâkisin; fena ve adem ne isterse bize yapsın, ehemmiyeti yok!.. Üçüncü Remiz: Ey insan! Fâtır-ı Hakîm'in senin mahiyetine koyduğu en garib bir hâlet şudur ki: Bazen dünyaya yerleşemiyorsun. Zindanda boğazı sıkılmış adam gibi "of, of" deyip dünyadan daha geniş bir yer istediğin halde, bir zerrecik bir iş, bir hâtıra, bir dakika içine girip yerleşiyorsun. Koca dünyaya yerleşemiyen kalb ve fikrin, o zerrecikte yerleşir. En şiddetli hissiyatınla o dakikacık, o hatıracıkta dolaşıyorsun. Hem senin mahiyetine öyle mânevî cihazat ve lâtifeler vermiş ki; bazıları dünyayı yutsa tok olmaz. Bazıları bir zerreyi kendinde yerleştiremiyor. Baş, bir batman taşı kaldırdığı halde; göz, bir saçı kaldıramadığı gibi; o lâtife, bir saç kadar bir sıkleti, yâni gaflet ve dalâletten gelen küçük bir hâlete dayanamıyor. Hatta bazen söner ve ölür. Madem öyledir; hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem'a, bir işarette, bir öpmekte batma! Dünyayı yutan büyük letaiflerini onda batırma. Çünki çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar. Nasıl küçük bir cam parçasında; gök, yıldızlariyle beraber içine girip garkoluyor. Hardal gibi küçük kuvve-i hâfızanda, senin sahife-i a’mâlin ekseri ve sahâif-i ömrün ağlebi içine girdiği gibi; çok cüz'î küçük şeyler var, öyle büyük eşyayı bir cihette yutar, istiab eder. Dördüncü Remiz: Ey dünya perest insan! Çok geniş tasavvur ettiğin senin dünyan, dar bir kabir hükmündedir. Fakat, o dar kabir gibi menzilin duvarları şişeden olduğu için birbiri içinde in'ikas edip göz görünceye kadar genişliyor. Kabir gibi dar iken, bir şehir kadar geniş görünür. Çünki o dünyanın sağ duvarı olan geçmiş zaman ve sol duvarı olan gelecek zaman, ikisi mâdum ve gayr-ı mevcud oldukları halde, birbiri içinde in'ikâs edip gâyet kısa ve dar olan hazır zamanın kanadlarını açarlar. Hakikat hayale karışır, mâdum bir dünyayı mevcud zannedersin. Nasıl bir hat, sür'at-i hareketle bir satıh gibi geniş görünürken, hakikat-ı vücûdu ince bir hat olduğu gibi; senin de dünyan hakikatça dar, fakat senin gaflet ve vehm ü hayalinle duvarları çok genişlemiş. O dar dünyada, bir musîbetin tahrikiyle kımıldansan, başını çok uzak zannettiğin duvara çarparsın. Başındaki hayali uçurur, uykunu kaçırır. O vakit görürsün ki: O geniş dünyan kabirden daha dar, köprüden daha müsaadesiz. Senin zamanın ve ömrün, berkten daha çabuk geçer; hayatın, çaydan daha sür'atli akar. Madem dünya hayatı ve cismanî yaşayış ve hayvanî hayat böyledir; hayvaniyetten çık, cismaniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına gir. Tevehhüm ettiğin geniş dünyadan daha geniş bir daire-i hayat, bir âlem-i nur bulursun. İşte o âlemin anahtarı, Marifetullah ve Vahdaniyet sırlarını ifade eden "Lâ İlâhe İllâllah" kelime-i kudsiyesiyle kalbi söylettirmek, ruhu işlettirmektir.
-
Sevgili berker 18 "İnkar" işte bu kelime çok önemli. İnkarcılarda bir mantık, bir tutarlılık aranmaz. Çünkü inkar bir tutarsızlığın, bir hezeyanın, vehimlere dalmanın neticesidir. Onlara gözlerin gördüğü apaçık delillerde de gelsek genede kabul etmez, bir inkara uzanan yol bulurlar. İmtihanın güzelliği burada. Tercihlerimiz neticesinde önümüzde alternatifler açılır. Önemli olan Gerçeği mi tercih ettik? yoksa vehim ve muhal kurguları mı? İşte burada farkımız ortaya çıkacak ve burada ayrılacağız.. İş döner dolaşır "benlik" kavramına dayanır. Benliği çok iyi anlamak lazım. Benlik bizi Yaratıcı ya ulaştırıp kurtuluşumuza vesile olabilir. Zaten bu maksatla bize verilmiştir. Sahiplenme duygusunu az da olsa anlayabilmemiz için .... Ya da benlik tam tersini yaparaz gerçekliğini unutup, vehimlere dalıp, ona verilen herşeyi bir emanet olarak görmeyip sahiplenir. Bizi Yaratıcı'dan koparır. Ama burada sıkıntı başlar benlik çırpınır durur. Nefsin sınırsız isteklerinin faniler tarafından karşılanmasını bekler. Sormuştum. "Ben kendimden nefret ediyorum" cümlesinden ne anlıyorsunuz diye ama arkadaşlar o kısma girmekten çekindiler.. Bu çırpınma beraberinde kızgınlık getirir. Benlik elinin yetişemediği şeye karşı düşman kesilir. Bu acziyetiyle yüzleşmekten kaçmaktır. Peki ne olur. Vehmine gerçeklik giydirir. Hayali kurgular kurarak acziyetini unutmak ister.. Madem gerçek hayat acziyetimi görmemi ve Allah'a sığınmamı gerektiriyor. Ben de bundan kaçıyorum. Kendime vehmi dünyalar kurgulayacağım ve o dünyada hayallere dalacağım der. İşte inançlı benlikle ile inkarcı benlik burada ayrılır. Ama olmaz. Bu vehimdir. Gerçek asla öyle değildir. Acziyetiyle yüzleşmekten kaçtıkça hırçınlık ve sıkıntılar artar.. Düşmanlık buradan beslenir. Allah bana ne verdi ki ? Madem Allah var dı....? vs şeklinde sorular tamamen bu kızgınlığın neticesinde şimarık benliklerin ürettiği sorulardır.. Bu konu çok uzun ve derin...Çok sıkmayalım arkadaşları şimdilik bu kadarıyla yetinelim.. Sonuç olarak denilebilir ki Bazen Benlik duvarlarını yıkmak Koskacı bir Kainatı yıkmaktan daha zordur. Allah bizi muhafaza etsin... Bu cümleyi çok severimmm:) Saygılar
- 2.558 cevap
-
- Allahın varlığı
- Allahın yokluğu
-
(ve 1 diğerleri)
Yapıştırılan Etiketler:
-
Kullarına Tapan Tanrılar KİNATI SANİİNE TESLİM EDEN insanlar, tek bir ‘ilah’ tanırlar. Kâinatı Sâniine teslim etmeyenlerin ise, tek bir Zâta vermekten kaçındıkları ‘ilahlık’ niteliğini her bir şeye kolayca dağıttıkları görülür. Bu bakımdan, ‘ateist’ler, aslında ‘politeist’tirler. Meselâ, açın ateist bir bilim adamının yahut filozofun kitabını; bir atoma, DNA gibi bir moleküle, bir hücreye dahi herşeyin herşeyle ilgisini bilir mutlak bir ilim izafe ettiklerini görürsünüz. Bir ‘ilah’ı reddedenler, gariptir, sayısız ‘ilah’lar icad ediyorlar. Mülkün ötesinde melekûtu göremeyen basiretsiz gözler, mahlukat cinsinden olan herşeye bir nevi ‘ilah’ gözüyle bakıyorlar. Özellikle de, diğerlerinden biraz daha önde gözüken herşeyi ve herkesi ‘ilah’ gibi görüyorlar. Kimilerinin Güneşi veya Ayı ilah edinmesinin, kimilerinin nemrutlara veya firavunlara tapmasının ardında, Tek bir İlahı reddetmenin getirdiği bu çelişki yer alıyor muhakkak. Ve, binlerce yıldır var olan bu vâkıa, varlığını bugün de sürdürüyor. Şu dünyadan göçüp giderek faniliğini, dolayısıyla ilah olmaktan nihayet derecede uzaklığını bilfiil ilan etmiş kimi insanların mezarları başında,ósanki o el’an herşeyi görüp idare ediyormuş gibióonun ‘yüce huzuru’na ‘arz-ı hürmet’ veya ‘arz-ı şikayet’ edenlere rastlıyoruz sözgelimi. Keza, gün geçmiyor ki, dillerde veya sayfalarda ‘gençliğin yeni ilahı’ gibi lâflar dolaşmasın. Oysa, bu ‘ilah’ların hepsi, sen ben gibi ölümlü bir insandırlar. Yalnızca bir açıdan biraz öne çıkmışlardır. Ya sesi başka insanlara göre biraz daha güzel bir şarkıcı, ya fiziksel görünümü biraz daha alımlı bir aktör veya aktris, ya başkalarına göre daha iyi oynayan bir sporcu, veyahut insanları kendine bağlamayı bilen karizmatik bir politikacı, öne çıkan tek bir özelliği yüzünden kolayca ‘ilah’ oluvermiştir. Üstelik, bu özellikler aslında kendilerinin olmadığı halde. Nitekim, bugün "Sana tapıyorum" türü mektuplar alan alımlı aktris, otuz sene sonra kendi malı sandığı güzelliğin zerresini dahi korumayı başaramayacak; bugün ‘müthiş bir devlet adamı’ olarak anılan politikacı otuz yıl sonra ‘ilginç‘ beyanatları ile herkesi güldüren bir bunak konumunu alacak; bugün "En büyük benim" diye bağıran bir sporcu otuz sene sonra Parkinson hastalığına tutulup adımlarını bile zor atacaktır. Bu vâkıaya rağmen, birileri birilerinde gördükleri bazı öne çıkmış özellikleri onların ‘zâtî’ malı zannedip ona bir nevi uluhiyet izafe eder; işin garibi, istisnalar hariç, uluhiyet izafe ettikleri insanlar da bunu reddetmezler. Nedense, bu densizlik karşısında "Ben kim, ilah kim?" diyen çok az insan vardır. Binlerce yıldır "İnsanın en büyük gayesi tanrılaşmaktır" diyen felsefe çizgisinin çocukları, kendilerine ‘yeni ilah’ filan dendi mi, pek de sevinirler. Akla yanlış, ruha ters, kalbe ise sevimsiz gelen bu tanım, nedense nefsin çok hoşuna gider. Zira, nefsin en büyük zaafı, kusurlardan münezzeh bir tanrı gibi anılmaktır. Kendini Mâbuda lâyık özellikler ile övüp duran nefis, "İlahımsın" gibi, "Sana tapıyorum" gibi sözler karşısında mest olur. Sağda-solda, ‘gençlerin yeni ilahı’ gibi tanımlarla gençlere poz verir durur. Ve işte bu noktadan itibaren, bu sözde ilahları hakikat ehline karşı maskara yapan bir süreç işlemeye başlar. Asıl İlahı tanımayan insanlar, bu yeni ‘ilah’ı, başkalarından daha farklı ve iyi bularak ‘ilah’ edinmişlerdir. Ne var ki, tek bir ilahı bulamayan bu kişilere güvenmeye de gelmez. Onu ‘yeni ilah’ edindikleri gibi, bir gün ‘ilahlar çöplüğü’ne atabilirler de. Şimdiye dek, kaç tanrı-kralı, kaç tanrı-filozofu, kaç tanrı-sanatçıyı çöpe atmışlardır kimbilir. Hele hele, herşeyin hız kazandığı modern çağda, insanlar gömlek değiştirir gibi ‘ilah’ değiştirmektedir. Otuz yıl önce ‘gençlerin ilahı’ olan James Dean’i bugün hatırlayan bile kalmamıştır neredeyse. Müzik dünyasının ‘ilah’ları ise, üç ayda bir değişmektedir. Bu bakımdan, yeni sözde ‘ilah,’ hayranlarının, yani ‘kul’larının ilgisini ve hayranlığını korumak için, sürekli tetikte olur. ‘Kul’larının ondan neler istediklerini sürekli izler; ve, kesinlikle ‘değişim’ istediklerini bilir. O yüzden, ‘kullarının istekleri doğrultusunda’ bir gün sarı saçla çıkar karşılarına, başka bir gün yeşil saçla. Bir dönem saçını beline kadar uzatır, başka bir dönem kökten kazıtır. Hayranlarının ilgisini canlı tutmak için, kendini sürekli acaiplikler, ilginçlikler ve esasen maskaralıklar yapmaya mecbur bilir. Böylece, "Sana tapıyorum" diye mektuplar döşeyen ‘kul’larını memnun etmek için, o ‘kul’ların isteklerinin güdümüne girer. Ezel ve Ebed Sultanı olan tek bir Mabudun kulu olmayı reddeder, yüzbinlerce fani insanın isteklerine köle olur. Rabbine kul olmayı reddedip ilahlık taslar; kendi kullarına kul olma çelişkisine duçar olur. Tek bir Zâtın rızasına sırtını döner; binlerce faninin rızasını tahsile mecbur kalır. Bir tek Rabbe secde etmekten kaçar; rububiyetten sonsuz derecede uzak hayranlarına karşı secdeye durur. Herşeyi yaratan bir Rabbin teveccühüne sırt çevirip, kendindeki Allah vergisi özellikleri kendine mal eden şu veya bu konumdaki ‘ilah-taslağı’ insanlara bakın: Hepsinde bu çelişkili hali görürsünüz. Kadîr-i Zülcelâl, O’nu tanımaktan kaçınan sözde ‘ilah’ları, kendi ‘kul’larının kulu yaparak cümle âleme maskara etmektedir.
-
Sene 1879, biyolog Charles Darwin: “Bir kapı menteşesinin insan tarafından yapıldığını iddia ettiğimiz gibi, bir midye kabuğundaki mafsalın harikulâde akıl sahibi bir varlık tarafından yapılmış olduğunu iddia edemeyiz.” Daha ne söylenebilir ki.. Bizler akıl sahibiyiz..Konuya derinlemesine bile girmeye değmez.. Yorumsuz.. Sevgiler
-
KUR'ANI ÖĞRENMEK İÇİN HADİS OKUYUN Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’ân âyetlerinin açıklanmasında Hadisin yerini hiçbir şeyin dolduramayacağını Kenan Demirtaş'a anlatıyor. İslâm tarihinde çözülmelerin yaşandığı ve Kur’ân ruhundan uzaklaşıldıgı zamanlar âlimler çıkış yolunu Sünnetin içinde aramışlar ve orada da bulmuşlardır. Çünkü Kur’ân’ı en iyi anlatan şüphesiz Peygamberdir. İşte Hadis ve Sünnet konusunda uzman olan Prof. Dr. İbrahim Canan bize bu yolu anlattı ve hadisleri tefsir açısından değerlendirdi. Bilindiği gibi Prof. Dr. İbrahim Canan, ilâhiyat camiasında birçok ilim adamının yetişmesine vesile olmuş bulunmaktadır. Bu arada Sünnetle ilgili birçok eser yazmış ve özellikle Kütüb-i Sitte gibi büyük bir hadis külliyatını tercüme ederek milletimize Peygamber çizgisini anlatmıştır. İslâm âlimlerinin hepsi, Kur’ân’ı açıklamada Peygamber (a.s.m.) sünnetini birinci kaynak olarak görmüşlerdir. Bunun dayandığı bir gerçek var mı? Evet, peygamberlik görevi sadece Kur’ân’ı getirmekle bitmez; onu açıklamak, izah etmek ve nasıl tatbik edileceğini göstermek, onun görev sınırları içindedir. Meselâ şu âyetler onun İlâhî görevlerinden bir kısmını belirtiyor: “Hak dini onlara açıklasın diye, her peygamberi Biz kendi kavminin lisanıyla gönderdik.”(İbrahim Sûresi,14-4) “O kimseler ki, yanlarındaki Tevrat ve İncil’de vasıflarını yazılı buldukları ümmî peygamber olan Resulullaha uyarlar. O peygamber ise kendilerini iyiliğe sevk edip kötülükten sakındırır; temiz ve güzel nimetleri onlara helâl, habis olanları ise haram kılar; daha önce kendilerine yüklediğimiz ağır yükleri ve üzerlerindeki bağları onlardan kaldırır. İşte ona îmân eden, ona hürmet eden, düşmanlarına karşı ona yardımda bulunan ve onunla indirilmiş olan nûra uyanlar, kurtuluşa erenlerin tâ kendisidir.”(A'raf Sûresi, 7-157) “Allah ve Resulü bir meselede hükmünü verdiği zaman, bir mü’min erkeğin yahut bir mü’min kadının artık işlerinde başka bir yolu seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resulüne isyan ederse, apaçık bir sapıklığa düşmüştür.” (Ahzab Sûresi ,33-36) “Hayır! Rabbine and olsun ki, onlar, aralarındaki anlaşmazlıklar için senin hükmüne müracaat edip, sonra da verdiğin hükme gönüllerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın tam bir teslimiyetle râzı olup uymadıkça iman etmiş olmazlar.” (Nisa Sûresi, 4-65) “Peygambere itaat eden Allah’a itaat etmiş olur. Kim bundan yüz çevirirse, seni öylelerinin üzerine muhâfız olarak göndermedik; sen ancak doğru yolu gösterip tebliğ etmekle mükellefsin.”(Nisa, 4-80) “Peygamber size ne emretmişse alın, neyi yasaklamışsa ondan da kaçının. Allah’tan korkun. Muhakkak ki Allah’ın azâbı pek şiddetlidir.”(Haşir Sûresi, 59-7) “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir” (Âl-i İmran Sûresi, 3-31) Evet, buna benzer âyetler Peygamberimizin (a.s.m.) görevini, sadece Kur’ân’ı insanlara getirmekle sınırlı olmadığını belirtiyor. Bunu biraz açabilir miyiz? 1. Efendimizin bir görevi özet şeklinde olan âyetleri açıklamaktır: Meselâ Kur’ân “Namaz kılın” diyor, ama namaz nasıl kılınacak? “Rükû ve sücud yapın” diyor, ama rükû ve sücud nasıl yapılacak, teferruat vermiyor. Kıyam nasıl yapılacak, ayrıntı yok. İşte Peygamberimiz “Ben nasıl namaz kılıyorsam öyle kılın” diyerek âyet-i kerimeyi şekil ve muhteva olarak açıklıyor ve nasıl tatbik edilebileceğini gösteriyor. Namaz, oruç, zekât, hac gibi Kur’ân-ı Kerimde mücmel (özet) olarak gelip açıklanmayan emirleri Peygamberimiz açıklıyor. 2. Efendimizin görevleri arasında, anlaşılması zor olan âyetleri açıklamak da vardır. Meselâ âyet-i kerîmede, “Onlara karşı gücünüzün yettiği her türlü kuvveti ve cihad için ayrılıp eğitilmiş atları hazır tutun ki, onunla Allah’ın ve sizin düşmanlarınızı ve bunlardan başka sizin bilemediğiniz, fakat Allah’ın bildiği düşmanlarınızı korkutasınız” (Enfâl Sûresi,8-60) buyuruluyor. Bu âyette “Kuvvet ve savaş atlarını hazır bulundurun” tabiri geçiyor. Sahabe Peygamberimize sormuş: “Kuvvet nedir?” Peygamberimiz, “Bilin, kuvvet atmaktır, kuvvet atmaktır, kuvvet atmaktır” diye üç defa tekrar etmiştir. Her devrin değişen atma vasıtalarına süratle, vakit kaybetmeden ayak uydurmamızı emir buyurmuştur. 3. Sonra Kur’ân-ı Kerimin mutlak ve âm (sınırsız ve genel ifadeli olan) âyetlerini takyitle tahsis ediyor, yani onlara sınır getiriyor. Meselâ, “Allah alışverişi helâl, faizi ise haram kıldı”(Bakara Sûresi,2-275) buyuruyor. Bu âyet-i kerîmeye göre her şeyin alışverişi helâldir. Ama Peygamberimiz buna bir sınır getirerek domuzun ve içkinin alışverişini yasaklamıştır. Demek meşru alışverişin sınırlarını bu şekilde açıklamış oluyor. Diğer bir örnek ise şu âyet-i kerimedir: “İman eden ve imanlarına zulüm bulaştırmamış olanlar—korkudan emin olmak işte onların hakkıdır ve doğru yola eriştirilenler de onlardır.”(En'am Sûresi,6-82) Sahabe bu âyet gelince telâşlanıp Peygamberimize sormuş: “Hepimiz nefsimize zulmediyoruz. Yâ Resulallah, bizde zulme düşmeyen var mı?” Peygamber (a.s.m.) “Şirk pek büyük bir zulümdür” âyetini hatırlatarak buradaki zulmün şirk olduğunu açıklamıştır. Dolayısıyla bu neviden olan Kur’ân-ı Kerimdeki anlaşılması zor olan âyetleri Peygamberimiz açıklıyor. 3. Sonra Kur’ân’da olan meseleler ayrıca Peygamberimiz tarafından tekraren teyit ve te’kid edilmiştir. Böylece onun daha iyi anlaşılması sağlanmıştır. Bu da bu sadette söylenebilir. 4. Peygamberimizin bir de şâri’ yönü, yani, Kur’ân’da olmayan hükümleri koyma yetkisi var. Meselâ, yiyeceklerden haram olanların isimleri iki âyet-i kerimede belirtilir. Ama onların hiçbirisinde eşek eti geçmez. Peygamberimiz Hayber Seferi sırasında, ehlî (evcil) eşek etini haram etmiştir. Bunlar niçin Kur’ân’da açıklanmamış da Peygamberimize bırakılmıştır? Kur’ân bütün teferruatı verseydi ciltlerle dolu bir kitap olurdu. Halbuki bu da Kur’ân’dan istifademizi zorlaştırır. Bu bakımdan meselelerin bir kısmının açıklamasını Peygamberimize bırakmıştır. Peygamberimize bıraktırmasının da ayrıca birtakım maslahatları var. Çünkü birtakım meseleler zaman içerisinde neshedilmiş, yürürlükten kalkmıştır. Hem hadislerin bir kısmı bize zayıf hadisler şeklinde gelmiştir. Bu zayıf hadislerle amel ihtilâf getirmiştir. İhtilâf ise ümmet için rahmettir. Halbuki Kur’ân-ı Kerimde kesin olarak bütün bu meseleleri zikretmiş olsaydı, orada ihtilâf etme şartımız azalırdı. Dinimizin gelişen zamana ve toplum şartlarına göre esnekliği azalabilirdi. Halbuki dinimizin üstün bir yönü—kanatimce—zamana ve zemine göre yeni yorumlara imkân tanımasıdır. Bu güzel birşeydir. Hattâ dahası var. Peygamberimiz de âlimlere bir marj bırakmıştır. Dinimizin güzelliği bu. Âlimler Kur’ân-ı Kerim ve Sünnetten hareketle hüküm koymada birtakım temel kaideler belirtmiş ve usul koymuştur. Âlimler bu usullerle yeni meseleleri yoruma kavuşturuyor. Böylece başka şeriata ve kültür sistemine ihtiyaç hasıl olmadan, kanun alma ihtiyacı duymadan yeni şartlara göre kanunlarımızı kendimiz koyabiliyoruz. Nitekim Osmanlının son dönemlerine kadar bütün ortaya çıkan yeni ihtiyaçlarımız kendi değerlerimiz çerçevesinde kanunlaştırılmış, Kur’ân ve Sünnetten çıkartılmıştır. Halkımız hadislerle Kur’ân-ı Kerimi nasıl öğrenecek? Meselâ Yâsin Sûresini hepimiz çok okuyoruz. “Peygamberimiz acaba bu sûreyi nasıl tefsir etmiş” diye öğrenmek istesek, bunu nereden bulacağız. Bir usulü, yöntemi var mı bunun? Öncelikle Kur’ân, Kur’ân ile tefsir edilir. Çünkü bir âyet diğer bir âyeti açıklar. Bir konu bir yerde bir yönü anlatılır, diğer bir yerde diğer bir yönü anlatılır ve hakeza. Fakat Peygamberimizin de Kur’ân’la ilgili çokça tefsiri vardır. Buharî’nin en geniş bölümlerinden birisi Tefsir’dir. Tirmizî’nin en geniş bölümlerinden birisi yine Tefsir bölümüdür. Kaldı ki Buharî ve Tirmizî’de yer almayan tefsire müteallik hadisler, başka kaynaklarımızda verilmiştir. Ben bazan matematiği uygulayarak diyorum ki: bir doğru iki noktadan geçer. Aynı şekilde Kur’ân-ı Kerimden çıkaracağımız bir mânâda Kur’ân-ı Kerim çıkış noktasıdır. İkinci bir nokta olarak Hadise atıf yapmazsak, o zaman o tek noktadan binlerce görüş çıkabilir. Halbuki din nedir? Tevhid, birlik, beraberlik dinidir. O âyetten herkes kendi kafasına göre bir yorum değil, gerçeğe uygun yorum çıkaracaktır. Acaba Peygamber ne demiştir, ona bakacağız. Peygamber sözlerinde yoksa, acaba Sahabe ne demiştir, Tabiîn ne demiştir, Etbeuttabiîn ne demiştir, onlara bakacağız. Onlar Kur’ân’ı aslına uygun şekilde anlama şansına bizden daha çok sahipti. Hadislere ne derece güvenilir? Hadislere güvenmemek için bir sebep yok. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Kur’ân-ı Kerim insanları Peygamberimize yöneltiyor, “Onun getirdiğini alın, onun yasakladıklarından kaçının” diyor. Yani Kur’ân ikinci bir kaynağı olarak devamlı şekilde Peygamberimizi nazara veriyor. İkincisi Peygamberimiz kendisini öne sürüyor, Sünnetine dikkat çekiyor ve Sünnetle bu işin yürüyeceğini Peygamber Efendimiz ifade ediyor. Meselâ Peygamberimiz Hz. Muaz’ı Yemen’e gönderiyor. “Orada ne ile amel edeceksin” diyor. Hz. Muaz “Kur’ân’la amel edeceğim” diyor. “Kur’ân’da bulamazsan?” diye soruyor Peygamberimiz. “Sizin sünnetinizle,” diyor Hz. Muaz. “Sizin sünnetinizde bulamazsam, içtihadımla” diyor. Peygamberimiz bundan çok memnun kalıyor. İslâm ulemasının hepsinin elinde delildir bu hadis. İçtihadın gerekli olması hususunda, Sünnetin delil olması hususunda bu delildir. Dolayısıyla Resulullahın sağlığında Sahabe ikinci kaynak olarak hadisi bilmektedir. Hz. Ömer anlatıyor: “Ben emsalim bir kardeşimle münavebe yaptım. Bir gün o tarlaya gidiyor tarla işlerini yürütüyor, ben Resulullaha gidiyorum, orada Resulullahı dinliyorum. Akşam gelince emsalim olan kardeşime o gün Resulullahtan gördüğümü, duyduğumu anlatıyorum. Ertesi gün ben tarlaya gidiyorum, emsalim kardeşim Resulullahı takibe gidiyor, duyduğunu, gördüğünü akşam bana anlatıyor. Böylece Peygamberimizi her gün yakından takip etme fırsatı buluyoruz.” Bir Sahabî diyor ki: “Ben Resulullahtan her duyduğumu yazardım. Bana dediler ki, ‘Resulullah da bir insandır. Bazan öfkeli halde konuşur, bazan sükûn halinde konuşur. Herşeyini yazmak doğru değildir.’ Bunun üzerine vazgeçtim. Ama duyduklarım aklımda kalmaz hale geldi. Onun için yine Peygambere gidip durumu anlattım. ‘Yâ Resulallah, senden güzel şeyler işitiyor ve bunları yazıyordum. Fakat Ensar böyle böyle söyledi. Bunun üzerine vazgeçtim. Ama şimdi yazmayınca da rahatsızım, ne yapayım?’ dedim. Resulullah mübarek ağzını göstererek ‘Bundan haktan başka birşey çıkmaz, yaz’ buyurdu.” Yine Resulullaha uğrayanlar oluyor ve hafızalarından şikâyet ediyorlar. Peygamberimiz onlara “Sağ elini yardıma çağır” buyuruyor, yazmalarını söylüyor. Bir başka şey daha söyleyeyim. Enes (r.a.) çok hadis rivayet edenlerin arasında yer alır ve Müksirûn denilen yedi kişiden biridir. Müstedrek’te rastladığım bir hadiste Hz. Enes diyor ki: “Ben Resulullahtan gündüzleri hadis yazar, geceleri tashih etmesi için ona okurdum.” Yani, Peygamberimiz onun yazdıklarını düzeltiveriyor. Ondan sonra hadis ilminde talebelerin öğrendiği hadisleri hocalara götürüp okuması, arz etmesi söz konusu olmuştur. Talebe yazdığını, ezberlediğini hocanın önünde okur, hoca onu tashih ederdi ve öyle icazet alınırdı. Bütün hadislere Kur’ân tefsiridir diyebilir miyiz? Evet. Peygamberimiz (a.s.m.) yaşayışı ile Kur’ân-ı Kerimi pratiğe dökmüştür. Dolayısıyla Kur’ân’ın insanlardan istediği ideal hayat tarzı ve şekli Peygamberimizde kendini göstermektedir. Bunu eğer kulluk noktasından ele alırsak, Allah’a karşı kulluğumuzun nasıl olması gerektiğini en mükemmel şekilde Peygamberimiz göstermiştir. İbadetlerin hepsini Peygamberimiz en mükemmel şekilde yerine getirmiştir. Peygamberimizin kulluğu, Kur’ân-ı Kerimin bizden istediği kulluğun en mükemmel şeklidir, bütün yönleriyle. Beşerî münasebetler de öyle. İnsanlarla ve komşularıyla olan münasebetlerinde en güzel örnekleri göstermiştir. Karı-koca münasebetlerinde en güzel karı-koca münasebetlerini ortaya koymuştur. Çocuk terbiyesinde, çocuklara karşı nasıl davranılması gerektiğini göstermiştir. Demek ki Peygamberimiz (a.s.m.) bütün hayatının her safhasında, her kesitinde, her karesinde en güzel örnek olarak Kur’ân-ı Kerimin idealini temsil etmiştir, yaşamıştır, göstermiştir. Müslümanlar bunu imkânları nispetinde aynen Peygamberden alabilirler. Bir hadiste Hz. Ayşe Peygamberimiz ahlakını “Onun ahlâkı Kur’ân ahlâkıydı” diye ifade ediyor. Dolayısıyla Peygamberimiz ahlâk yönüyle de Kur’ân-ı Kerimin ahlâkını şerh etmiştir, açıklamıştır. Belki hepsini kelama dökmemiştir, ama fiile dökmüştür. Onun her sözü, her fiili ve her davranışı, Kur’ân-ı Kerimin ruhunun tefsiridir. Diğer yandan, eski milletlerle ilgili kıssalara da açıklama getirmiştir. Hz. İbrahim’in bazı Kur’ân’da olmayan meselelerini Peygamberimizin hadislerinde bulabiliyoruz. Demek ki, Kur’ân’ın temas ettiği, insanlığa getirmek istediği, vermek istediği, hukuk olsun, ahlâk olsun, yaşayış tarzı olsun, bütün derslerin hepsini Peygamberimizin hayatında, bazan sözleriyle, bazan fiilleriyle, bazan tahlilleriyle bulabiliyoruz. Şimdi Kur’ân-ı Kerimde “Yiyin, için, israf etmeyin” buyuruluyor. Başka bir âyette de, tebziri yasaklıyor. tebzir, israfın kardeşidir. Şimdi bu iki âyeti daha iyi anlamak için Peygamberimizin uygulamasına bakalım: Efendimiz israfa gayet net bir sınırlama getirmiştir ki, bunun en canlı örneği abdesttir. Abdest alırken suyu israf etmemek için ölçülü kullanırdı. Üç avuç suyla organları yıkamayı emir buyurmuştur. Fazlası mekruhtur. Bu miktarla sınırlamış Peygamberimiz. Sahabe şaşırıyor ve diyor: “Yâ Resulallah, suyun tasarrufu için mi?” “Hayır,” diyor Peygamberimiz. “Nehir kenarında olsan bile organlarını üçer defa yıkayacaksın.” Ben hadislerde gördüm, Ebu ed-Derdâ’dan gelen bir rivayet: “Birgün Peygamberimiz bir yere giderken nehre rastlamış. Oradan bir kap su getirmişler Peygamberimize. O da onunla abdest almış ve bir miktar su artmış. Biz olsak o suyu şöyle etrafa serpiveririz. Halbuki Peygamberimiz buyuruyor ki: ‘Gidin, bunu nehre boşaltın. Ola ki ileride bir canlının kursağına gıda olur.” Bir de, fazla yesek, fazla konuşsak, zamanımızı boş yere geçirsek, israf yapmış oluruz. Bunlar da bizim geri gelmeyecek israflarımız. Veya bir kibrit çöpünün yakılması da israftır. Bunlar da mekruhtur. Günde beş defa abdest alırken suyun israf edilmemesiyle, tabiata karşı saygı dersi verilmiştir. İsrafın hayatın diğer alanlarında da ciddî bir mesele olduğu, abdest örneğiyle ders veriliyor. Şimdi, “İsraf etmeyiniz” âyet-i kerimesinin açıklanmasına bakınız. Demek âyet-i kerimeyi okuduğumuz zaman bu âyetlerin hadis-i şeriflerde nasıl açıklandığına bakmamız lâzım. Hadis kültürümüz ne kadar geniş olursa Kur’ân-ı Kerimi o nisbette anlamış oluruz. Ben sonuç itibarıyla şöyle bir şey söyleyebilir miyim? Kur’an-ı Kerimden bir ayet okuduğumuz zaman, bunun anlamını meallerden ve tefsirlerden öğrenmeye çalışacağız. Ancak bununla yetinmeyeceğiz, hadis kültürümüzü çoğaltacağız. Bol miktarda hadis öğrenerek bunlarla hayatımızı şekillendireceğiz. Bu şekilde Kur’ân’ı okuduğumuzda onun anlamını Efendimizden bizzat öğrenmiş gibi olacağız. Kesinlikle. İşte bunu anlayan âlimlerimiz, meselâ Taberî, bir âyetle ilgili aklına ne kadar hadis gelmişse hepsini yazmıştır. Taberî tefsirinde çok hadis naklediyor diye bazıları tenkit bile etmiş. Kırk ciltlik tefsirinin büyük bir bölümü hadislerle doludur. Ama hadislere baktığımız zaman, âyetleri daha iyi anlıyoruz. Çünkü hadisin verdiği nur başka, kendi tefekkürümüzle çıkartacağımız mânâ başka. Benim görüşüm, Kur’an-ı Kerimi hadislerle anlamaya yönelmek en güzeli
-
İlginç Bir bakış açısı paylaşmak istedim... Kendine Tapan Ateistler ÖYLE ŞEYLER VARDIR Kİ, ‘tanım gereği,’ başka bir şeyi daha içerirler. Onu, zımnındaki bu şeyden bağımsız biçimde tarif edemezsiniz. Sözgelimi, bir kitaptan söz ediyorsanız, ‘yazar’ının varlığını inkâr edemezsiniz. Kitap varsa, yazarının da varlığı mutlak bir zorunluluktur. Keza, bir daldan söz ediyorsanız, o dalın ait olduğu ağacın varlığını da kabul etmeniz gerekir. Bir ‘hizmet’ten söz ediyorsanız, hizmet edenin ve hizmet edilenin varlığını teslim zorunluluğu vardır. İşte, bir kitap için yazar, bir dal için ağaç, bir ‘hizmet’ için hizmet eden ve edilen ne denli bir zorunluluk taşıyorsa, insan için ‘ubudiyet’ de o derece zorunluluk arzeder. İnsan, ‘tanımı gereği,’ ubudiyet üzere olan bir varlıktır. Bütün mesele, onun ibadet edip etmemesi değil; kime ibadet ettiğidir. Bu bakımdan, insan, ya Allah’a kul olur ya da başkalarına köle. Ya Allah’ın rızasını tahsile çalışır; ya da O’nun yerine ikame ettiği toplum, devlet, çağ, nefis gibi sözde-ilahların rızasını tahsile. Nitekim, meselâ ‘insanın özgürlüğü’nden dem vurup Allah’a isyan eden ‘büyük’ filozofların kendi nefislerinin isteklerine karşı özgür olmaya çalıştıklarını hiç gördünüz mü? Felsefe tarihi vaktinin önemli kısmını zevk ve sefahat peşinde geçiren; pantolon değiştirir gibi metres değiştiren bir dizi filozofu kaydeder. Yine felsefe tarihi, böyle şeylerle meşgul olmayıp tam bir riyazete girişen, ama bundan hareketle kendinin ‘kusursuz’luk ve ‘mükemmel’liğinden dem vurma gibi basit bir ‘gurur sarhoşluğu’ sergileyen filozoflar da barındırır. "Tanrı öldü" diyen Nietzsche’nin "Üstün İnsan" ideologu olması boşuna mıdır? Sözün kısası, hiçbir ateist, gerçekten ateist değildir. Ateist demek, kelimenin iddia ettiği üzere, ‘tanrısız’ veya ‘tanrı-tanımaz’ demek değildir. Ateistler, yalnızca Tek bir Tanrı’yı tanımazlar. Buna karşılık, çağ, toplum, alışkanlık, zevk, devlet, ırk, kadın, para, şöhret, sebepler, tabiat, tesadüf gibi çok sayıda tanrıları vardır ve tüm bunların da başında kendi nefisleri gelmektedir. Velhasıl, ateizm, "Ben esasen kendime tapıyorum" sözünün usturuplu bir ifadesinden ibarettir.
-
DÖRDÜNCÜ KATRE: Kur'anın felsefî mesail-i kevniyenin bir kısmında ihmal ile, bir kısmında ibham ile, öteki kısmında icmal ile işaret ettiği derece-i i'cazı “Altı Nükte” zımnında izah ediyoruz. Birinci Nükte: S: Ne için Kur'an da, hikmet ve felsefe gibi kâinattan bahsetmiyor? C: Felsefe hakikattan udûl etmiş, kâinata mana-yı ismiyle bakarak, kâinatı kâinat hesabına istihdam ediyor. Kur'an ise, Haktan hak ile nâzil olmuş, hakikata gidiyor. Mevcudata mana-yı harfiyle bakarak Hâlıkının hesabına istihdam ediyor. S: Ulvî ve süflî ecramın mahiyetleri, şekilleri, hareketleri hakkında fennin verdiği beyanat gibi beyan lâzım iken, mübhem bırakılmıştır? C: Bu gibi mes'elelerde ibham daha mühimdir. Ve icmal daha cemil ve güzeldir. Çünki Kur'an, istitradî ve tebeî olarak Cenab-ı Hakk'ın zâtına, sıfatına istidlâl için kâinattan bahsediyor. İstidlâlin birinci şartı, delilin neticeden daha zâhir ve malûm olması lâzımdır. Eğer fencilerin iştihası gibi “Şemsin sükûnuna, arzın hareketine bakmakla Allah'ın azametini anlayınız.” demiş olsaydı, delil müddeadan daha hafî olurdu. Ve insanların ekserisi, ekser zamanlarda fehmedemediklerinden inkâra zehab ederlerdi. Halbuki, irşad ve hidayet zamanlarında cumhurun derece-i fehimleri nazara alınarak ona göre söz söylemek îcabeder. Maahaza ekseriyete yapılan müraattan, ekalliyette kalanın mahrumiyeti neş'et etmez. Çünki onlar da istifade ediyorlar. Amma mes'ele makûse olursa, ekseriyet mahrum kalır, istifade edemez. Çünki fehimleri kasırdır. Ve sâniyen: Belâgat-ı irşadiyenin şe'nindendir ki, avamın nazarına, âmmenin hissine, cumhurun fehmine göre hareket yapılsın ki; nazarları tevahhuş, fikirleri kabulden imtina' etmesin. Binaenaleyh cumhura olan hitabın en belîği zâhir, basit, sehl olmasıdır ki âciz olmasınlar. Muhtasar olsun ki, melûl olmasınlar. Mücmel olsun ki, lüzumlu olmayan tafsilden nefret etmesinler. Ve sâlisen: Kur'an mevcudatın ahvalinden ancak Hâlıkları için bahseder. Mevcudatın zâtlarına ait değildir. Bu itibarla Kur'anca en mühim, kâinatın Hâlık'a nâzır olan ahvalidir. Fen ise, Hâlık'ı işe katmıyor. Kâinatın ahvalinden bizâtiha bahsediyor. Ve keza Kur'an bütün insanlara hitab eder. Ve ekseriyetin fehmini müraat eder ki, tahkiki bir marifet sahibi olsunlar. Fen ise, yalnız fenciler ile konuşur. Avamı nazara almıyor. Avam taklidde kalıyor. Bu itibarla fennin tafsilâtını ihmal veya ibham, maslahat-ı âmme ve menfaat-i umumiyeye nazaran, ayn-ı isabet ve ayn-ı hikmettir. Ve râbian: Kur'an bütün zamanları tenvir ve bütün insanları irşad eden bir kitabdır. Bu itibarla irşadın belâgatı îcabınca, ekseriyeti, nazarlarında bedihî olan mes'elelere karşı mükâbereye, mugalataya îka' ve icbar etmemek lâzımdır. Ve onlarca mahsus, meşhud, maruf olan bir şeyi lüzumsuz yerde tağrir etmemek lâzımdır. Ve keza vazife-i asliyece ekseriyete lâzım olmayan şeyin ihmal veya icmali lâzımdır. Mes'ele, şemsin zâtından, mahiyetinden bahsetmek değildir. Ancak, âlemi tenvir etmekle, hilkatin nizam merkezi ve âleme mihver olması gibi hârika şeyleri ihtiva eden vazifesinden bahsetmekle, Hâlıkın azamet-i kudretini efkâr-ı âmmeye ibraz etmektir. İkinci Nükte: وَجَعَلْنَا الشَّمْسَ سِرَاجًا S: Ne için şems “sirac”la tavsif edilmiştir. Halbuki ehl-i fence, şems arza tâbi değildir ki ona sirac olsun. Belki arz ile seyyarat kendisine tâbi olan bir merkezdir? C: “Sirac” tabiri şöyle bir tasvire işarettir ki: Âlem bir saray gibidir. Mevcudatı, o sarayın müştemilâtı, tezyinatı makamında olduğu gibi, şems de, o saray halkını tenvir eden İlahî bir lüküstür. Ve keza “sirac” tabiri Cenâb-ı Hakk'ın rubûbiyetinden doğan vüs'at-ı rahmetine ve o rahmet içinde derece-i in'am ve ihsanına bir ihtar ve azamet-i saltanatı içinde vahdaniyetine bir ilândır ki, müşriklerin mabud ittihaz ettikleri kocaman şems, âlem sarayında lüküs vazifesiyle muvazzaf müsahhar bir memur ve bir hizmetkârdır. Malûmdur ki, lâmba hizmetini gören camid bir şeyin ibadete, yani mabud olmaya hiç liyakatı var mıdır? Üçüncü Nükte: Kur'an'ın takib ettiği makasıd-ı esasiye ve anasır-ı asliye: Ubudiyetle tevhid, risalet, haşir, adalet olmak üzere dörttür. Diğer bahsettiği mes'eleler ancak bu maksadlara vesilelerdir. Bu itibarla vesilelerde yapılacak tafsilât, ol babdaki kavaide muhaliftir. Çünki malayani ile iştigal, maksadı geri bırakıyor. Bunun içindir ki, bazı mesail-i kevniyede Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan ihmal veya ibham veya icmal yapmıştır. Ve keza Kur'anın muhatablarından kısm-ı ekseri avâmdır. Avâm sınıfının hakaik-i İlahiyenin ince ve müşkil kısmına fehimleri kadir değildir. Ancak temsil ve icmaller ile fehimlerine yakınlaştırmak lâzımdır. Bunun içindir ki Kur'an, kesret ile temsilleri zikrediyor. Ve istikbalde keşfedilecek bazı mesailde de icmal yapıyor. Dördüncü Nükte: Bu Nükte mütercim tarafından tayyedilmiştir. Beşinci Nükte: Müellif-i muhteremi tarafından tayyedilmiştir. ALTINCI KATRE: Kur'an başka kelâmlar ile mukayese edilmez. Aralarında münasebet yoktur. Evet kelâmın ulviyetine, kuvvetine, hüsnüne, cemaline kuvvet veren mütekellim, muhatab, maksad, makam olmak üzere dört şeydir. Ediblerin zannettikleri gibi yalnız makam değildir. Demek, bir kelâmın derece-i kuvvetini anlamak istediğin zaman; fâiline, muhatabına, gayesine, mevzuuna bak. Bunların dereceleri nisbetinde kelâmın derecesi anlaşılır. Evet meselâ: O kelâm emir veya nehiy olursa, irade ve kudreti tazammun ettiğinden derecesine göre tezauf ediyor. Meselâ: Kur'anın يَا اَرْض ابْلَعِى مَاءَ كِ وَيَا سَمَاءُ اَقْلِعِى âyetiyle, sema ve arza verdiği emrin tazammun ettiği yüksek ve kat'î irade ve kudret ile derhal semaî sehab çekilir, arz da suyunu yutar. Ve keza arz ve semaya اِئْتِيَا طَوْعًا اَوْ كَرْهًا âyetiyle verilen emri itaatla kabul etmelerinden, o emirdeki irade ve kudretin derece-i kuvveti ve dolayısıyla kelâmın derece-i ulviyeti tebarüz eder. Fakat, insanların camidata verdikleri emirler, mütekellimindeki irâde ve kudretin za'fiyeti nisbetinde ruhsuz, hayalî hezeyanlardan farkları yoktur. İ’lem Eyyühel-Aziz! Cenâb-ı Hakk'ın “A'lem, Ekber, Erham, Ahsen” gibi esmâ ve sıfât ve ef'alinde kullanılan ism-i tafdil tevhide naks değildir. Çünki maksad, bizzât ve hakikî bir mevsufu gayr-ı hakikî veya aklî bir imkânla veya vehmî bir mevsufla tafdil etmektir. Ve keza izzet-i İlâhiyeye de münafî değildir. Çünki maksad, sıfat ve ahval-i İlahiye ile mahlukatın sıfat ve ef'ali arasında bir müvazene yapmak değildir. Yani, ikisini bir seviyede tuttuktan sonra, bunu ona tafdil etmek değildir ki, sıfat-ı İlâhiyeye bir naks olsun. Evet masnuattaki kemalât, Cenab-ı Hakk'ın kemalinden in'ikas eden bir gölge olduğuna nazaran, masnuat, sıfât-ı İlâhiye ile müvazene hakkına mâlik değildir.
-
Şimdi Düşünelim. Acil bir hastamız var ve imkanlarımızda çok kısıtlı. Çaresiz bir durumdayız. Biraz empati yaparak bu durumu muhayyilemizde kurgulayalım. Herhangi bir sosyal güvencemiz de yok..Yapabileceğimiz bir şey yok gibi ...Elimizden bir şey gelmiyor. Hastamızın ise acilen tedavi olması şart. Hastalık şartları dikkate almaz. Bizlerin içinde bulunduğumuz durumdan bağımsızdır. O an çok ciddi bir çaresizlik içinde bulunduğumuz anda bir yardımseverin yardım eli bize uzanıyor. Bu yardım çok ama çok anlamlıdır değil mi? Bu durumu bizzat yaşayanlar ve yardımseverler ve bu işlere vesile olan vakıflar ve yardımsever kuruluşlar çok iyi bilirler. Peki tam bu noktada bir duralım. Bu hadiseyi GERÇEK bir şekilde yorumlayama çalışalım. Bilimsel olarak (psikolojik olarak) ... Şimdi bu hadiseyi şöyle açıklayabiliriz. Ne var ki bunda birisinin bir ihtiyacı vardı. Elinde imkan olanlarda o ihtiyaç sahibi kişiye yardım etti. Problem çözüldü. vs. vs. Peki burada problemin çözülmesindeki sebepleri bir araya getirmek mi daha GERÇEK tir yoksa tam da ihtiyaç duyulan anda ihtiyaca yetişmedeki lütuf ve yardımseverlik mi? Yani yapılan yardımın MADDİ BOYUTUMU daha gerçekçidir Yoksa o esnadaki yaşanan DUYGULAR mı? Sizce Hangisi Daha Gerçek ? (Ya da bu hadise de şöyle yapmış olsak: Sürekli konunun maddi boyutunu anlatsak dursak, şöyle işe yaradı para, şöyle çözüm oldu. vs.. desek ama yardım sever kişinin iyiliğini, yardımseverliğini, tam da ihtiyaç duydugumuz bir anda bize olan ihsan ve lütfunu unutsak. O kısımları es geçsek duyguları dışlasak...Ne kadar abesle iştigal etmiş oluruz değil mi...?) Veyahut , İnsan sadece maddeyle mutlu olabiliyor mu ? İnsanın ruhunu sadece madde doldurabiliyor mu? İnsana sadece madde yetebiliyor mu? Bu konuda biraz fikir jimlaştiği yapalım istedim.. Katkılarınız için teşekkürler..
- 2.558 cevap
-
- Allahın varlığı
- Allahın yokluğu
-
(ve 1 diğerleri)
Yapıştırılan Etiketler:
-
Devam ediyormuyuz arkadaşlar ?
-
TÜRBANINI ÇIKARTANLAR BAŞÖRTÜSÜYLE GİREBİLECEKLER MİDİR GİRMEK İSTEDİKLERİ YERE
Terapi şurada cevap verdi: bekir başlık Dini Konular - Din - Dinler
Sayın arkadaşlar anayasayı bir şekilde yorumlayıp önümüze getirerek bu işi çözdük mü? Okullarımızda başörtüsünü yasaklayarak muasır medeniyet seviyesine eriştik mi? YÖK başörtüsü ve ülke gündemini takip ederek siyaset yaptığının %1 kadar bilimsel bir gelişme ve çalışma ortaya koyabildimi? Cumhuriyet dönemi boyunca 2001 yılına kadar geçen süre içersindeki zihniyet ülkemizi dünyanın en büyük ekonomilerinden birisi yaptı mı...? Sorular.....Sorular.....Sorular... Ne oldu şimdi elimize ne geçti neyi başardıkda bizden sonraki nesillerin önünü açtık... Yasakları savunanlar bir de kalkıp İslamın özgürlükleri kısıtladığından dem vurmaz mı ? İstimdatın her türlüsüne HAYIR!!!!! -
+++1
-
TÜRBANA BİR PARÇA BEZ GÖZÜYLE BAKANLARA SESLENİYORUM
Terapi şurada cevap verdi: fakir başlık Dini Konular - Din - Dinler
Hurriyetin genel olarak bir çok haberinin yanlı ve yanlış olduğuna ve bu konuda defalarca tekzibe uğradığına bizzat şahitim.. Ki bu haber doğru bile olsa inanç esaslarımızla örtüşmüyor..