Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

GeceKuşu

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    3.724
  • Katılım

  • Son Ziyaret

  • Lider Olduğu Günler

    30

GeceKuşu tarafından postalanan herşey

  1. Kiralamak; 1. Kira ile vermek. 2. Kira ile tutmak.
  2. İnsanları birleştiren etkinin duygular, ayıranın ise fikirler olduğunu biliyor muydunuz?..

    1. tülvent

      tülvent

      Hem nasıl biliyorum...

  3. Haa.. Sonuç?.. Ne olabilir acaba?.. "Abi" dediğine göre yanıtı ben vereyim dedim kendimce Siz nesiniz muhabbetinden bir sonuç çıkmaz... Çıkabilecek olanlarda sanal olur. Anlamak için birbirimizi, gözünün içine bakmak, ses tonunu duymak önemli... Kendi payıma Ben, benim... Neyi nasıl algılıyorsam o İşte... Başkaları için mi? O zaman onlar nasıl algılıyorlarsa beni öyle biri olsam gerek... Özetle "1. Kavramlara, 2. Anlayış ve görüşe, 3. Tarza, 4. Düzene" göre farklılaşır her şey... .
  4. Şeriatçılar İKTİDARDA Şimdi ne oluyor? Türk Ceza Kanunu’nun 163. maddesi dinsel görüşleri yasaklıyor. Niye yasaklıyor acaba? Madde çok ilginçtir, “Devletin hukuki temel nizamlarını din esaslarına göre uydurmayacaksın”, suçtur 5 yıldan 15 yıla kadar. Bakın, Köprü dergisinde Süleyman Demirel’in konuşmalarına. Eğer ben cumhuriyet savcısı olsam ve yasakçı bir düzeni benimsesem, Süleyman Demirel hakkında 163. maddeden tereddüt etmeden dava açardım. Ya da teke tek, son derece uygar, ilerici ve nazik DYP’nin kayyumu Hüsamettin Cintonik, “Büyük Türkiye, Allah’ın ve Kuran’ın egemen olacağı büyük Türkiye gelecek” diyor. Bu tam 163. maddelik bir suç. Onlara niye işlemez? Her Allah’ın günü Allah’tan dinden söz eden ve uygulamalarını din esaslarına göre, bankacılığı vakıfları din esaslarına göre düzenleyen Özal hakkında niye hiçbir savcı dava açmaz? Çünkü bizim hukukçumuz, düzenden yana olan kişilere dava açmamaya koşullanmıştır. Refah Partisi değil mi şimdi, günah keçisi onlar. O daha az dini sömürsün, ona dava açılır. O nedir? Din duygularını kendi ekonomik ve siyasal sömürü düzenleri için kullananlara yasak yok. Yasak sadece bu kurulu düzeni şurasından burasından eleştirenlere karşı. O zaman biz gerçek demokratlar isek düşüncelerine katılmadığımız insanların cezalarına da karşı çıkmalıyız. 163’üncü maddeye de 141 ve 142’ye karşı çıktığımız aynı inançla karşı çıkmalıyız. Hem demokrasi bunu gerektirir bunun için hem de Türkiye’deki bu maskeli balonun son bulması için. Çünkü Türkiye’de şeriatçılar bugün iktidardadır. Bugün şeriatçı milletvekilleri vardır. Bugün şeriatçılar, dün, önceki gün dinledim açık oturumu, Kemal Anadol’un açıkladıkları çok doğrudur; birtakım şeyhler tarikat reisleri için Bakanlar Kurulu, Cumhurbaşkanı imzasından geçti, kararnameler çıkardı, başka yerlere gömüldü. Bir şeyi Kemal eksik bıraktı, o tarihte ben bunu eleştiren yazı yazdım, telekse verdim ve sıkıyönetim yasağı geldi, bu konuyu eleştirmek yasaktır. Işık Kansu_27 Ocak 2012
  5. KINANAMAZ AMA 15 YILA MAHKÛM OLUR. Bizim anayasamız başta, biliyorsunuz bizim anayasamız Magna Carta’dan bu yana yazılmış en güzel anayasadır. Çünkü başında değerli bir hukukçunun bulunduğu bir komisyon tarafından hazırlandı. Prof. Dr. Orhan Aldıkaçtı, kendisi armatör. “Gemilerde talim var bahriyeli yârim var”, Orhan Aldıkaçtı o. Bir tane Dündar Kılıç’ın avukatı vardı, o da anayasayı yazdı. Çok güzel bir anayasa. Bu anayasa aslında kopya bir anayasa, kopya çektiler. Niçin kopya? Diyor ki bir maddesinde, “Kimse inancından düşüncesinden dolayı kınanamaz”, Batı’da öyle. Kınanamaz, 15 yıla mahkûm olur. 15 yıla mahkûm olur, ama kınanamaz, ayıp. Niye? Hapse girdin diye ayrıca kınamayacaksın. Bu mu? Bu komik duruma nasıl düşer insanlar, koskoca hukukçular? Herkeste bir kompleks var. Benim de bir kompleksim Orhan Aldıkaçtı’yla topluluk önünde anayasayı tartışmak. Anayasayı hazırladığı günden beri yazılar yazdım, tartışmaya çağırdım gelmiyor. Televizyona benim çıkmam yasak, eski solcularımızdan Tunca Toskay Bey yasakladı. Geçenlerde bir öğrenci sordu, “E nerede tartışacağız” dedim, sonra aklıma geldi. Gemileri vardır, gemilerde tartışırız, açılırız bir yerlere. Böyle anayasayı nasıl yazarlar, Türkçesi bozuk, niyeti bozuk. Almış bir anayasadan “kınanamaz” diye, Mussolini’den de ceza yasası maddesi koymuş 15 yıl diye.
  6. Ayrıcalıkla yönetilmez Şimdi, barış, demokrasi... İnsandan şüphelenmemek gerekir önce. Bu memleketin yazarı, çizeri, aydını, niçin bu memleketi kıyama sürüklesin? Sizin birtakım kafanızda problemleriniz varsa, ülkeyi birtakım ayrıcalıklara dayanarak yönetmek istiyorsanız, aydınlar buna karşı çıkıyorsa; sorun burada. Süleyman Demirel, Turgut Özal, bunlar hiç fark etmez. Bunlar aynı saz heyetindedirler, biri darbuka çalar, diğeri meydan sazı çalar. Bunlar hiç fark etmez. Zerre kadar fark yok. Genelkurmay Başkanıvekili Öztorun, Pınarcık olayından sorumluymuş. Peki şimdiki olaydan kim sorumlu? O zaman Başbakan sorumlu. Bunlar aslında kendi güçlerini kanıtlamak için birtakım kavramları kötüye kullanıyorlar. Aşırı cereyan örneğin... Birdenbire televizyonlar falan bozulur ya, aşırı gelmiştir cereyan, odur. İkincisi, bir komşu bir yerden elektrik çalar, o da aşırı cereyandır. Mesela biz Bulgarlardan elektrik aldık yıllarca, NATO tatbikatı yaptık sonra onlara karşı. Bunlar da aşırı cereyandır. Bir de böyle kavramlar vardır, “aşırı cereyan”, “sapık ideoloji”, “aşırı düşünce”… Ne demektir bunlar inceleyelim. “Aşırı solcu” ne demek, “aşırı sağcı” ne demek, “aşırılık” ne demek? Aşırılık için bir ölçü vermek gerekir, bir merkez vereceksiniz ki o merkeze göre birisi aşırı olsun. Kim kime göre aşırı solcu? “Aşırı sağa, aşırı sola karşıyım”, ben de aşırı ortaya karşıyım. Bunlar manasız laflardır. Bunları söyleyeni ciddi bir hukuk profesörü varsa, sınıfta çaktırması gerek.
  7. Amaç kârı muhafaza Türkiye’de birtakım insanlar suç işlerler, onlara dokunulmaz. Ebediyete giden her on yılda bir arkadaşımız hapsoluyor. Sadece maddi değerlere bağlılar bunlar. Muhafazakâr; kârın muhafazası, sadece kâr gelsin başka bir şey yok. Yıllarca devletin savcısı, bilirkişisi uğraştı, biz gittik geldik. Ne gerek var buna? Türkiye’de birtakım insanlar suç işlerler, onlara hiç dokunulmaz. Birtakım insanlar suç işlemezler, bizim Ali Sirmen gibi ikide bir abone, sıkıyönetim abonesi. Millet elektrik, su abonesidir, Ali Sirmen de sıkıyönetim abonesidir. Ebediyete giden her on yılda bir arkadaşımız hapsoluyor. Niye? Efendim Barış Derneği’ymiş, Sovyetçilikmiş, TKP’ymiş. Biri sordu bana “Ali Sirmen TKP’li mi?” diye, hayır, Galatasaraylı bildiğim kadarıyla. Niçin bunlar? Şimdi aslında bizim milli ve manevi değerlere bağlı arkadaşlarımız var ya, tarih de bilmezler. Enver Paşa gitti Orta Asya’da öldü Türkleri kurtarmak için derler. Bilirler mi ki en koyu Lenin işbirlikçisi Enver Paşa’dır, Bakû Kongresi’nden bellidir. Enver Paşa Lenin’le anlaşmış, Mustafa Kemal Sakarya’da yenilse Sovyetler Müslümanlardan oluşan bir Kızıl Ordu’yu Enver Paşa’yı başına geçirerek Türkiye’ye yollayacaktı. Mustafa Kemal başarıya ulaşınca Sovyetler de Enver Paşa’yı harcıyor. Tabii bunları bilmez bizim milli ve manevi değerlere bağlı arkadaşlarımız. Sadece maddi değerlere bağlılar bunlar. Muhafazakâr; kârın muhafazası, sadece kâr gelsin başka bir şey yok. Ne biçim muhafazakâr toplum ki Çırağan Sarayı’nı kumarhane yapar. Bu kadar maddi ve manevi değerleri, biz bağlıyız aslında manevi değerlere. Bunlar maddi değerlere bağlılar, çok açık.
  8. GeceKuşu

    Rus gelinlere referans

    Bakan Davutoğlu Rus gelinlere referans verdi Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Türk-Rus evliliklerini değerlendirdi: 'Rus gelinler Türk aile yapısına çok uygun. Danışmanlarımdan biri de Rus gelin aldı...' 'HANIMIN GÖZLEMLERİ...' Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun 2 günlük Rusya ziyareti sırasında Sohbet arasında, Türk-Rus evliliklerine de dikkat çeken Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu şu değerlendirmeyi yaptı: "İki ülke ilişkilerini daha da geliştirmek için Türk- Rus evliliklerinin sayısını artırmak önemli. Rus gelinler Türk aile yapısına çok uygun. Rus aile kültürü, Türk aile kültürüne çok yakın. Rus gelinler eşlerine çok bağlı, saygılı. Danışmanlarımdan biri de Rus gelin aldı. Ayrıca benim hanımın çok sayıda Rus hastası var. Onun da gözlemleri Türk aile yapısına çok uygun oldukları yönünde." *** Sevgili Davutoğlu, 2 günlük ziyaretle ne ve nasıl oldu da Rus kızların Türk aile yapısına uygun olduğuna "ikna" oldunuz? *** @BenKadinim Sevgili Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, madem Rus kızlara referans oluyorsunuz #bizedereferansol lütfen yoksa evde kalacağız.
  9. GeceKuşu

    TÜBİTAK

  10. *** Hep bir yerlere, bir şeylere yetişme telaşındasınız değil mi? Hiç vaktiniz yok, “fast life”, “fast food”, “fast music”, “fast love”… Dikte ettirilen “yükselen değerler”, “in” ler, “out” lar… Buna benzer bir odada, şanslıysanız gökyüzünü görebilen bir pencere ardında bitecek hepsi. Dostluğu klavyelerinde, yaşamı monitörlerinde arayanlar, size sesleniyorum! Hangi tuş daha etkilidir ki sıcacık bir gülüşten, Ya da hangi program verebilir bir ağaç gölgesinde uyumanın keyfini? Copy-paste yapabilir misiniz dalgaların sahille buluşmasını? İçinizi ısıtan gün ışığını gönderebilir misiniz maille arkadaşlarınıza? Sevgiyi tuşlarla mı yazarsınız? Öpüşmek için hangi tuşlara basmak gerekir? Ya da geri dönüşüm kutusunda saklanabilir mi kaybolan zaman? Doğayı bilgisayarlarına döşeyenler, neden görmezsiniz bahçedeki akasyanın tomurcuklandığını? Ve ıslak toprak kokusu var mıdır dosyalarınız arasında? Koklamak, duymak, dokunmak, yok mu yaşam skalanızda? Bilgi toplumu oldunuz da, duygu toplumu olmanıza megabaytlarınız mı yetmiyor?
  11. GeceKuşu

    Çocuklar kime emanet

    Çocuk evinde altına kaçıran çocuklara dışkılarını yalattılar. Konunun devamı... için..
  12. Bir gün seminere başlamadan önce kısa boylu güler yüzlü birisi geldi, Hocam elinizi öpmek istiyorum, dedi. Ben el öptürmekten pek hoşlanmadığım için, yanaktan öpüşelim, dedim, öpüştük. Aramızda şöyle bir konuşma yer aldı: - Hayrola, neden elimi öpmek istedin? - Hocam, üç yıl önce sizin bir seminerinizi katıldım. Hayatım değişti. O seminerden sonra daha mutlu bir ailem var ve size teşekkür etmek istiyorum; onun için elinizi öpmek istedim. - Ne oldu, nasıl oldu? - Üç yıl önce şirketimizin organize ettiği iki günlük bir seminerde bizimle beraberdiniz. O seminerin bitişine doğru dediniz ki, "Bir insanın anavatanı çocukluğudur. Çocukluğunu doya doya yaşayamamış bir insanın mutlu olması çok zordur. Bir annenin, bir babanın en önemli görevi, çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına olanaklar yaratmaktır." Bir süre sustu, bir şey hatırlamak ister gibi düşündü, sonra konuşmaya devam etti: - Hatta daha da ilerisi için söylediniz; dediniz ki, "Bir ulusun en önemli görevi çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına olanaklar yaratmaktır." Ben bir baba olarak sizi duyduğum zaman kendi kendime düşündüm: Ben bir baba olarak çocuğumun çocukluğunu doya doya yaşamasına fırsatlar yaratıyor muyum? Böyle bir sorunun o zamana kadar hiç aklıma gelmediğini fark ettim. Ben ne yapıyorum, diye düşündüm. Benim yaptığım sanırım birçok babanın yaptığının aynısıydı. Dokuz yaşındaki oğlum ben işten eve gelince beni görmemeye, benden kaçmaya çalışıyordu. Neden kaçmaya çalışıyordu, biliyor musunuz, Hocam? - Hayır, neden? - Çünkü onu görünce hemen şu soruyu soruyordum. "Oğlum bugün ödevini yaptın mı?" Tuhaf tuhaf bakıyor, gözünü kaçırıyor, daha da sıkıştırınca, hayır anlamına gelen, "cık" sesini çıkarıyordu. Kızıyordum, söyleniyordum, "Niye yapmıyorsun ödevini!" diyordum. Aramızda sürekli tartışmalar, sürtüşmeler oluşuyordu. Tabii bunun sonucunda bütün aile huzursuz oluyordu. Burada biraz sustu, soluklandı. Sanki hatırlamak istemediği anılar vardı; onların üstesinden gelmeye çalışıyordu. Sonra konuşmaya devam etti: - Ben sizin seminerinizden çıktıktan sonra düşünmeye başladım. "Ben ne biçim babayım," diye kendime sordum. Seminer için geldiğim İstanbul'dan çalışma yerim olan Kayseri'ye gidinceye kadar düşündüm; otobüste bütün gece düşündüm ve sonra kendi kendime dedim ki, eşimle konuşayım, biz birlikte bir karar alalım. Diyelim ki bu çocuk isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama doya doya çocukluğunu yaşasın. - Radikal bir karar! - Evet, uçta bir karar, ama bu karar içime çok iyi geldi, Hocam. Gerginliğim, üzüntüm gitti, içim rahat etti. Ben eve gelince eşime dedim ki, hadi gel otur, konuşalım. Yemekten sonra oturduk konuştuk, çocuklar yattı biz konuşmaya devam ettik. Seminerde anlatılanları aktardım, böyle böyle böyle diye izah ettim ona ve en nihayet dedim ki, ya benim gönlümden ne geçiyor sana söyleyeyim. Bizim oğlumuz var ya bizim oğlumuz, o isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama çocukluğunu yaşasın! Şimdiye kadar onun çocukluğunu yaşamasıyla ile ilgili pek bir çaba göstermedik, bir bilinç göstermedik, oluruna bıraktık. Gel şimdi değiştirelim bunu. - Eşiniz ne dedi? - Hocam biliyor musun ne oldu? - Ne oldu? - Karım hayretle bana baktı ve dedi ki, "Bu ne biçim seminer be! Kim bu adam? Öyle şey mi olur; yok bizim ki çocukluğunu yaşayacakmış! Bizim çocuk çocukluğunu yaşarken öbürküler sınıflarını geçecek ilerleyecek! Öyle şey olmaz." - Anlıyorum; anne olarak çocuğunun geride kalmasını istemiyor, kaygılanıyor! - Fakat hocam ben pes etmedim, bırakmadım, mücadeleye devam ettim. Her gün, her akşam gece yarılarına kadar karımla konuştum. Üç gecenin sonunda bana, peki ne halin varsa gör, dedi. - Pes etti, yani. Peki, sen ne yaptın? - İşte onu dediği günün sabahı eşofmanımı, ayakkabımı şöyle kapının yanına bıraktım işe gittim; işten dönünce oğlumun gözüne baktım ve dedim ki, oğlum bugün doya doya oynadın mı? Bana hayretle baktı ve "Hayır!" anlamına gelen "cıkk" dedi. O zaman, hadi gel beraber aşağıya ineceğiz, oynayacağız, dedim. Eşofmanımı giydim, ayakkabımı giydim, onunla beraber sokağa çıktık. Pencereden arkadaşları bakıyorlarmış, onlar da sokağa çıktılar; birlikte sokakta oyun oynadık. Akşam saat altıdan sekiz buçuğa kadar sokaktaydık. Eve gelince toz toprak içindeyiz, beraber banyoya girdik, duş yaptık. Havluyla kuruladım, çok mutluyduk ve o günden sonra işten dönünce her gün onunla oynamaya başladım. Her gün, her gün, her gün oynadım. Yedi gün sekiz gün sonraydı galiba, bir gün banyodan çıkarken onu kuruluyorum havluyla, kolumu tuttu, bana döndü ve dedi ki, baba ya, ben seni çok seviyorum. Hocam nefesim durdu, gözüm yaşardı, konuşamadım. Çünkü farkına vardım ki, şimdiye kadar sevdiğini hiç söylememişti. Düşündüm, şimdiye kadar hiç söylemediğinin farkında değildim; belki ömür boyu söylemeyecekti. "Ne büyük tehlike!" diye düşündüm. Ömür boyu onun bana bu cümleyi söylemediğinin farkında olmayacaktım. - Demek farkına vardın, seni kutlarım. Senin farkına vardığın bu durum birçok anne ve babanın farkında olmadığı gizil, örtük ama önemli bir tehlike! - İçimde bir şükür duygusu, havluyla çocuğumu kuruladım ve giydirdim ve artık her gün oyun oynamaya devam ettik. Zaman geçti, iki hafta sonra okul, öğretmen veli buluşması için okula davet etti. Daha önceki veli buluşmalarında öğretmen, "Sizin oğlunuz akıllı bir çocuk, ama ödevleri kargacık burgacık yazıyor, dikkat etmiyor. Sınıfta arkadaşlarını rahatsız ediyor, onları itiyor kakıyor, lütfen onunla konuşun. Ödevlerine ilgi gösterin, sınıfta arkadaşlarını rahatsız etmesin. Ödevlerini doğru dürüst yapsın," demişti. O nedenle öğretmen buluşmasına gitmekten çekiniyordum. Bu davet gelince ben eşime dedim ki, hadi okuldaki buluşmaya beraber gidelim! Yok, dedi, sen tek başına gideceksin, ben gelmeyeceğim. - Eşiniz gelmek istemedi! - Hayır istemedi. Ya beraber gidelim, diye ısrar ettim hayır hayır sen yalnız gideceksin dedi. Ben yalnız gittim ve diğer veliler geldikçe sıra bende olduğu halde sıranın arkasına geçtim, sıranın arkasına geçtim ki başka kimse olmadan öğretmenle konuşayım, diye. Mahcup olacağımı düşünüyordum. Her şeyin daha kötüye gittiğini düşünüyordum. En nihayet bütün veliler öğretmenle konuşmalarını bitirip gittiler. Sıra bende! Öğretmenin karşısına geçtim, bana baktı gülümsedi, siz ne yaptınız bu çocuğa, dedi. Hiç cevap vermedim, önüme baktım. Lütfen söyleyin ne yaptınız bu çocuğa, dedi. "Çok mu kötü hocam?" diye sordum. Gülümsedi, hayır, kötü değil, dedi. "Artık sınıfta arkadaşlarını hiç rahatsız etmiyor, ödevleri iyileşti, tam istediğim öğrenci oldu. Ne yaptınız bu çocuğa siz?" - Herhalde bir baba olarak çok mutlu oldunuz? - Hocam biliyor musunuz öğretmenin karşısında ağlamaya başladım. İnanamıyordum kulağıma, içimden, vay evladım, biz sana ne yaptık şimdiye kadar, duygusu vardı. Eve geldim, karım yüzüme baktı, gözlerim ağlamaktan kıpkırmızı. "O kadar mı kötü?" diye sordu. Ona da cevap veremedim Hocam, ona da cevap veremedim! Ağladım. Daha sonra anlattım. Hocam onun için sizin elinizi öpmek istedim, teşekkür ediyorum. Benim oğlumun ve onun küçüğü kızımın hayatını kurtardınız. Ailemin mutluluğu kurtuldu. Hakikaten bir insanın anavatanı çocukluğuymuş. Anavatanı mutlu olan bir çocuk çalışmasını, okulunu her şeyini bütün gücüyle yapar ve orada başarılı olurmuş. "Gel seni yeniden kucaklayayım!" dedim. Kucaklaştık. "Çocuklar Gülsün diye!" yaşayalım. Çünkü insanın anavatanı çocukluğudur. Çocuklar gülerek, oynayarak büyürse, sonunda büyükler güler. Büyükler mutlu olup gülümseyince tüm ülke, tüm insanlık güler. Çocukların gülmesine hizmet veren herkese selam olsun! Doğan CÜCELOĞLU
  13. *** Türkiye'de 2011 yılında en çok ''İskender'' romanıyla Elif Şafak, ''S*ktir et'' romanıyla John C. Parkin, ''İsim, Şehir, Hayvan'' ile Yılmaz Özdil okunurken, yabancı müzikte gerçek adı Isabelle Geffroy olan genç sanatçı ZAZ en çok satanlar listesinin başında yer aldı. D&R ve müzik ve kitap marketler zinciri ile Taksim ve Kadıköy'de 2 şubesi bulunan Mephisto Kitapçısı'ndan derlediği bilgilere göre, bu yıl en çok okunanlar arasında ''İskender'' romanıyla Elif Şafak, ''S*ktir et'' ile John C. Parkin, ''İsim, Şehir, Hayvan'' ile Yılmaz Özdil ilk sırayı paylaştı. Mevlana ve Şems'i anlatan ''Aşkın Gözyaşları'' ve ''Aşkın Gözyaşları 2'' ile Sinan Yağmur, yaşlı bir Alman profesörün İstanbul'a gelmesiyle başlayan anılara yolculuğunu anlatan ''Serenad'' ile Zülfü Livaneli ve bu yıl art arda çıkardığı 3 kitabıyla Ayşe Kulin de okurun favori yazarları arasında yer aldı. En çok satan ilk 10 kitap şöyle: D&R Mephisto --------------------------- ---------------------------- 1- John C. Parkin ''S*ktir et'' 1- Elif Şafak ''İskender'' 2- Yılmaz özdil ''İsim, Şehir, Hayvan'' 2- John C. Parkin ''S*ktir et'' 3- Elif Şafak ''İskender'' 3- Bejan Matur ''Dağın Ardına Bakmak'' 4- Sinan Yağmur ''Aşkın Gözyaşları'' 4- Chuck Palahniuk ''Ölüm *******'' 5- John Verdon ''Aklından Bir Sayı Tut'' 5- Nazım Hikmet ''Büyük insanlık-Kendi Sesinden Şiirler 6- Zülfü Livaneli ''Serenad'' 6- Zülfü Livaneli ''Serenad'' 7- Canan Efendigil Karatay - Karatay Diyeti 7- ''İstanbul Hatırası( Yabancılar için'' 8- Ayşe Kulin - Hayat 8- Rojin Canan Akın-Funda Danışman ''Bildiğin gibi değil'' 9- David Nichols - Bir Gün 9- Murathan Mungar ''Şairin Romanı'' 10- Sinan Yağmur - Aşkın Gözyaşları 2 10- Patti Smith ''Çoluk Çocuk Yerli klasikler En fazla satın alınan yerli müzik albümleri sıralamasına bakıldığında ise müzikseverler klasiklerden vazgeçmedi ve yılların eskitemediği sanatçıların albümlerine yöneldi. Tür olarak ise pop müzik yine en çok tercih edilen tür oldu. Yerli albümlerde en çok satan 10 eser şöyle: D&R Mephisto ---------------------------- ------------------------------- 1- Nilüfer ''12 Düet'' 1- Sezen Aksu ''Öptüm'' 2- Ajda Pekkan ''Farkın Bu'' 2- Kardeş Türküler ''Çocuk Haklı'' 3- Sezen Aksu ''Öptüm'' 3- Ajda Pekkan ''Farkın Bu'' 4- Funda Arar ''Aşkın Masum Çocukları'' 4- Türkan Kandıralı ''May Star Moon'' 5- Sıla ''Konuşmadığımız şeyler var'' 5- Hüsnü Şenlendirici ''Hüsn-ü Hicaz'' 6- Tarkan ''Adımı Kalbine Yaz'' 6- Nilüfer ''12 Düet'' 7- Ebru Gündeş ''Beyaz'' 7- Cafe İstanbul ''Bu Çalan Ne'' 8- Sibel Can ''Seyyah'' 8- Candan Erçetin ''Aranjman 2011'' 9- Model ''Diğer Masallar'' 9- Halil Sezai ''Seni Beklerken 10- Serdar Ortaç ''Gold 2011'' 10- Cafe İstanbul ''Bu Çalan Ne-2'' Yabancı müzik Türkiye'de 2011 yılında yabancı müzik kategorisinde Edith Piaf'ı hatırlatan buğulu sesi ve sıra dışı duruşuyla 2011'in hem parlayan yıldızı hem de en çok satan şarkıcısı ise gerçek adı Isabelle Geffroy olan ''ZAZ'' oldu. ''En Beğenilen Fransız Şarkıcı'' unvanının sahibi genç sanatçı, 1980 yılında Fransa'da doğdu. 5 yaşından itibaren müzik teorisi, keman ve koro şarkıcılığı dersleri alan sanatçı, ''Fifty Fingers'' isimli Blues grubuyla sahne hayatına ilk adımı attı. Sokak şarkıcılığı yapan ZAZ, Paris sokaklarında gerçekleştirdiği konserler sayesinde keşfedildi. 2009'da gerçekleştirilen ''Generation Reservoir'' isimli yarışmada birincilik kazanan genç şarkıcı, 2010 tarihli çıkış albümü ''ZAZ'' ile zirveye yükseldi. ''Je Veux'' parçasıyla Türkiye'de de büyük popülarite kazanan ZAZ'ın, Akbank Caz Festivali kapsamında İstanbul'da verdiği konser de müzikseverlerden büyük ilgi gördü. En çok satan 10 yabancı albüm şöyle: D&R Mephisto -------------------- ---------------------------- 1- ZAZ ''ZAZ'' 1- ZAZ ''ZAZ'' 2- Reina 3 - Various Artists 2- Amy Winehouse ''Back to Black'' 3- Lamour en Paris - Various Artists 3- Amy Winehouse ''Lioness-Hidden Treasures'' 4- Cafe de Pera Story 4- The Empirotechnes ''Komşudaki Sesimiz'' 5- Reina 2 5- Adele ''21'' 6- 360 İstanbul Lounging 6- Buika ''Nina de Fuego'' 7- Number One Hits 2011 7- 360 İstanbul Lounging ''360 İstanbul Lounging'' 8- 101 Film Müziği 5 CD 8- Loxandra ''Almost like in the past'' 9- Sounds of Anjelique Vol: 5 9- ''Radyo Voyage Collection Vol:1'' 10- The Best Lounge and Chilout Album 10- Le Trio Joubran ''Majaz''
  14. Türkiye kara listede ilk sırada! Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde (AİHM) geçen yıl en fazla mahkum edilen ülkeler sıralamasında Türkiye ilk sırada yer aldı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) Başkanı Nicolas Bratza, Strasbourg mahkemesinin, 2011 yılı çalışmalarıyla ilgili basın toplantısı düzenledi ve geçen yıl ülkeler aleyhinde alınan insan hakları ihlalleriyle ilgili kararlar hakkında bilgi verdi. Bratza tarafından verilen bilgiye göre, Türkiye geçen yıl 159 davada, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin en az bir maddesini ihlalden dolayı AİHM'de mahkum edildi. Türkiye'yi bu sıralamada 121 davayla Rusya, 105 davayla Ukrayna izledi. Yunanistan 69, Romanya 58, Polonya 54 davada yine AİHS'nin en az bir maddesinin ihlali dolayısıyla geçen yıl Strasbourg Mahkemesi tarafından mahkum edildi. AİHM Başkanı, Strasbourg mahkemesinde bekleyen davaların sayısının giderek artmasına dikkati çekerek, üye ülkelerin ulusal yargılarının, AİHM içtihatlarına ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne daha fazla saygı göstermeleri çağrısı yaptı. İnsan haklarının kesinlikle lüks bir konu olarak değerlendirilmemesi gerektiğinin altını çizen AİHM Başkanı, son ekonomik kriz nedeniyle hukuk devleti ve insan haklarının korunması konusunun bazı üye ülkelerin öncelik gündeminden düştüğü gerekçesiyle eleştirdi. AİHM'den alınan bilgilere göre, Türkiye'nin mahkum edildiği davaların önemli bir kısmını, yargılama süresinin uzunluğu, adil yargılama hakkının ihlali, kötü muamelenin yasaklanması, etkili soruşturma hakkının ihlali ile mal ve mülkiyet hakkının korunmasıyla ilgili şikayetler oluşturuyor.
  15. Bunların hiçbiri sınıf tahakkümü kurmazlar. Bunlar hep barıştan yanadırlar, bunlar demokrasiden yanadırlar ama ne tesadüfse ailecek hep zengin olurlar. Turgut Özal, Korkut Özal, Malatyalı yoksul bir ailenin çocuğu ikisi de. Bugün zenginler. Bize herhalde aritmetiği iyi öğretmediler; anlamıyorum ben, bu kadar yılda nasıl zengin olunur? Bu mobilya prensi Yahya Demirel konusunda da ben hiç anlayamamıştım, nasıl böyle zengin oluyorlar? Demek ki bu düzen aslında birtakım ayrıcalıklara dayanan bir düzendir. Ve birtakım yasalar getirmişlerdir, anayasa getirmişlerdir, ceza yasası getirmişlerdir. Ceza yasası da biliyorsunuz, Mussolini’den kalma bir yasadır. Mussolini’nin aziz hatırasına hürmeten tutuyoruz biz ceza yasasını. Nedir orada, efendim işte sosyal sınıflar veya başbakana hakaret, cumhurbaşkanına hakaret. Oradaki krala hakaret maddesiyle aynı, orada kral naibine hakaret, bizde cumhurbaşkanına hakaret. Işık Kansu cumhuriyet_26 Ocak 2012
  16. Önce ABD’ye git zayıfla.. Bazı kavramlar var ki artık sağcı kavram solcu kavram gibi anlaşılacak neredeyse. Örneğin anavatan. Anavatandaş kim? Turgut Özal, Korkut Özal, Bozkurt Özal, Efe Özal, Zeynep Özal, Semra Özal. Biz de üvey. Nasıl öz evlat olunuyor? Şöyle olunuyor: Önce Amerika’ya gideceksiniz, zayıflayacaksınız. Şimdi Ali Sirmen arkadaşım diyalektik dedi. Diyalektik, sözcük olarak solcu bir sözcük. Niye stratejik demiyor? Sağcı bir sözcük. Orada taktik, stratejik birtakım eğitimlerden geçiyor, yani kilosu düşüyor, o anlamda. Ve geliyor Türkiye’ye, başbakan da oluyor. Başbakan oluyor, ertesi gün bir kararname çıkarıyor. Daha hükümet güvenoyu almamış, daha bakanlar çikolatalarını açmamışlar. 14 Kasım, 16 Kasım günkü Resmi Gazete’yi okuyun. Arap finans kuruluşlarına resmi olanak sağlayan kararname. Yani kim, kardeşi Korkut Özal’a para olanakları sağlıyor, o kadar. Bunlar efendim, anavatandaş. Anavatan Partisi’nin genel sekreteri ‘hodri meydan’ bakışlı Mustafa Taşar, o da bir tesadüf. Oradan 80 milyon, oradan 122 milyon kaldırıp gidiyor. Ara bul kardeşini. Onlar da tabii yarın iktidardan düşünce “Namerdim kendim için bir şey istersem” diyecekler. Bunlar hep başkaları için isterler. Süleyman Demirel yeğeni için istiyor, kendisi için istemiyor, kardeşi için istiyor. Özal da kardeşi için istiyor, kendisi için istemiyor. Bu kadar açık. Şimdi üvey vatandaş kim? İşçi, köylü, memur, aydın. Öz vatandaşlar da anavatandaşlar da bunlar. Peki bu anavatandaşların marifetleri nedir başka? Örneğin Irak’tan petrol alacağız değil mi, petrolü karayoluyla kim taşıyacak? Korkut Özal taşıyacak. Peki kim karar verecek buna? Ağabey Özal, Turgut Özal karar verecek. Peki bundan fon kesilip kesilmemesine kim karar verecek? Bozkurt Özal karar verecek. Bozkurt Özal kim? Devlet Planlama Teşkilatı’nın başındaki bir adam, yani kardeş. Türkiye Cumhuriyeti bugün aslında çok partili bir saltanat düzeni içersindedir. Sultan hanımlar var, prensler, prensesler var. Davullar zurnalar her şey var.
  17. Molla bozuntusu KİM? Efendim, gerçekten biz suç işlemeyiz. Herkesin bir hüneri var. Biz suç işlemeyiz, mümkün değildir. Şimdi dilekçe davasında hep beraber sıralandık oraya. Dilekçeye imza atanlar arasında Hıfzı Veldet Velidedeoğlu var. Türkiye’de bütün hukukçuların babası. Yani o suç işleyecek ve savcı da bunu fark edecek. Olmaz böyle şey, mantığa aykırı. DGM’de savcılık yapmış, yargıçlık yapmış, askeri yargıçlık yapmış albaylar, bu bildireye imza atacaklar, suç olacak, olmaz. Ben size devletin nelerle uğraştığını anlatmak için, başımdan geçen bir olayı anlatayım. Ben bir tarihte avukattım, İlhan Selçuk da yine Cumhuriyet gazetesi yazarı. 1965’te İlhan Selçuk bir yazı yazıyor. O tarihte 1961 Anayasası yürürlükte, bugünün hürriyet kahramanı Süleyman Demirel de henüz başbakan olmuş. Tartışma şu: “Anayasa sosyalizme açık mıdır kapalı mıdır?” Tabii Süleyman Demirel inşaat şantiyesi sandığı için ‘kapalıdır” diyor. Alparslan Türkeş ve Cevdet Sunay da “kapalıdır” diyorlar. İlhan Selçuk da bir yazı yazmış. Diyor ki “Bir molla bozuntusu da çıkar, ‘anayasa sosyalizme kapalıdır’ der.” Bunun üzerine derhal İstanbul Cumhuriyet Savcılığı dava açıyor İlhan Selçuk hakkında. “Cumhurbaşkanı’na hakaret”, 158’inci madde. Tam iddianamesini düzenleyecek savcı, Süleyman Demirel avukatı Osman Ercan aracılığıyla dilekçe veriyor, “İlhan Selçuk bana hakaret etmiştir, ‘molla bozuntusu’ benim” diyor. Savcı şaşırıyor, bilirkişi demiş ki “cumhurbaşkanına hakaret.” Tekrar bilirkişiye başvuruyor, “Başbakan böyle diyor, ne yapacağız” diye. “Efendim, hem Cumhurbaşkanı’na hakaret hem Başbakan’a hakarettir” diyor bilirkişi. Savcı ne yapsın, Cumhurbaşkanı’na hakaretten mahkûmiyete, Başbakan’a hakaretten beraatına karar verilmesini istiyor. Mahkeme tam tersine karar veriyor, Başbakan’a hakaretten mahkum ediyor, Cumhurbaşkanı’na hakaretten beraatına karar veriyor. Ben o aşamada avukat olarak devreye girdim, Yargıtay dilekçesini yazıyorum. Madde şöyle: “Bir hakaret açıksa yapılmazsa”, mesela “ekonominin Napolyonu” desem, kim? Yani onun gibi bir şey. Kime yöneldiği açıkça belli olacak. Ben dedim ki, “Bir kere ‘bir molla bozuntusu’ dendiğine göre bu ‘iki molla bozuntusu’ değil.” Neyse, sonunda beraat…
  18. Gazeteci suç işlemez Gazetelerde okudum, bilmiyorum hangi arkadaş, devleti boş yere masrafa sokuyorlar. Biz bir kere suç işlemeyiz, bu bir. Kolay kolay işlemeyiz. Şimdi bandı alacaklar bir para, arkadaşı görevlendiriyorlar bir masraf, sonra kaç gün bunları dinleyecekler, hukukçulara dinletecekler. E biz biraz hukuku biliyoruz, niçin suç işleyelim durup dururken? Şimdi biz de biraz hukuk fakültesini bitirdik. Anlıyoruz, suç işlemiyoruz. Şimdi ne olacak? Haydi… İşin içinden çıkamayacaklar, savcı Sulhi Dönmezer’e başvuracaklar, İstanbul’da. Peki bunlar üçü birden diyecek ki suç vardır. Biz itiraz edeceğiz, üç bilirkişi daha seçilecek, yoktur diyecek. Mahkemeye gideceğiz, mahkemeden beraat ya da mahkûmiyet alacağız, Yargıtay’a gidecek. Niye bu kadar devleti meşgul ediyorsunuz? Eğer biz Türkiye’de suç işlemiş olsak, bugüne kadar müebbet hapse mahkûm olur 8 kere idam edilirdik. E biz biraz hukuku biliyoruz. Niçin suç işleyelim durup dururken? Bazı sözcükler vardır, örneğin ‘hükümet’ derseniz suçtur, ‘iktidar’ derseniz sosyolojik anlamı vardır, suç değildir. Biz bunu bildiğimiz için suç işlemeden suç işleriz. Yasaları biliyoruz, Mussolini’yi daha yakından tanıyoruz, yasalar belli. Devlet bütün gücünü Uğur Mumcu’yla Ali Sirmen telefonda ne konuşuyorlar, bunu izlemek yerine gitsinler Güneydoğu’da halk bir kıyımla karşı karşıya. Kanlı çetelere teslim edilmiş halk. Benim telefonumu dinleyeceğine yıllarca, Abuzer Uğurlu’nun telefonunu dinleseydi…
  19. İnsanlar niçin hapis yatar? İnsanlar niçin hapis yatar, niçin acı çeker?.. Niçin Ziverbey Köşklerinden, Otağ-ı Hümayun denen işkence karargâhlarından geçer. Niçin? Bunun bir nedeni var. Daha iyi dünya, daha iyi demokrasi, daha iyi sosyal adalet, ekmek ve özgürlük için. Birtakım insanlara niçin işkence yapılıyor? Birtakım insanlar 5 yıldan 15 yıla kadar niçin hapsedilirler? İşte bugünkü düzen gibi bir düzen sürsün diye. Bugün Türkiye’de bazı sözcükler yasaktır ve sakıncalı çağrışımlara yol açarlar. Bir tanesi ‘barış’, bir tanesi ‘örgüt’, bir tanesi “sınıf”. Şimdi biliyorsunuz ‘derslik’ deniyor okullarda sınıf yerine. Dikkat ediyor musunuz? Derslik! Ne olur, sınıftan sınıf mücadelesi çıkar, sınıf mücadelesinden proletarya diktatörlüğü, sınıf tahakkümü çıkar. Peki, bu sınıf tahakkümü ne biçim şeydir işadamları, sanayi odaları, ticaret odaları kurmaz? Onların sınıfları yok mu? Onlar sınıf egemenlikleri kurmazlar mı? Kurmazlar efendim. Aile terbiyeleri müsaade etmez. Nasıl kurmaz? Bugün aslında kurulu olan düzen, işadamlarının, toprak sahiplerinin, komprador burjuvazinin egemenliğindeki düzendir. Nedir bir sosyal sınıfın öteki üzerindeki tahakkümü?.. Küçükken hatırlarsınız, bir tekerleme vardır. “Bir berber bir berbere gel beraber bir berber dükkânı açalım demiş” diye. Bir sosyal sınıf öteki sosyal sınıfa nasıl tahakküm kurar?.. Örneğin Ankara’nın Dikmen semtinde bir küçücük dernek sınıf tahakkümü kurmak suçundan mahkûm oluyor. Üç beş kişilik dernek sınıf tahakkümünü nasıl kurar? Ceza hukukunun temel kuralı vardır, tahakkümü kursa kursa egemen sınıflar kurar. Ticaret odası kurar, Sakıp Sabancı kurar, Vehbi Koç kurar. Sakıncalı sözcüklerden biri bu; Sınıf, sınıf tahakkümü. Işık Kansu cumhuriyet_25 Ocak 2012
  20. Ya laiklik ya İslamcılık. Biliyorsunuz, Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devrimi yaptı. İtalya’dan ceza yasası aldık, Fransa’dan idare hukuku ilkeleri aldık, İsviçre’den medeni hukuku aldık, Almanya’dan ceza yargılaması hukukunu aldık. Bir gülmece dergisindeki şu tanım olayları yeterince sergiliyor: Türk vatandaşı tanımı. Diyor ki, “Türk ne demektir? Türk kimdir? Türk vatandaşı İsviçre medeni kanununa göre evlenen, İtalyan ceza yasasına göre cezalandırılan, Alman ceza muhakemeleri usulüne göre yargılanan, Fransız idare hukukuna göre idare edilen ve İslam hukukuna göre gömülen kişidir.” O dönemde böyle yasaların alınması zorunluydu, çünkü toplum bir yol ağzındaydı. Ya Batılı laik sistem, ya şeri hukuk. Mustafa Kemal ve düşün arkadaşları Batılı ve laik sistemi benimsediler. 1928 yılında anayasadan devletin İslamcı devlet olduğunu belirten madde kaldırıldı, 1930 yılında da okullardan din dersleri. 1939 yılında da köy okullarından din dersleri kaldırıldı. Bunlar ne için yapıldı? Laiklik için yapıldı. Çünkü, dünyada ya olayları teokratik açıdan göreceksiniz, böyle bir eğitim anlayışınız olacak ya da laik anlayışınız olacak. Karma ekonomi gibi hem İslamcı hem laik anlayış olmaz. Ya laiklik ya İslamcılık. Eğitim bu. Mustafa Kemal ve düşün arkadaşları, laisizmi benimsediler. Köy Enstitüleri olayını bu süreç içinde değerlendirmek gerekir. Köy Enstitüleri 40’lı yılların başında çıktı, ortalarına ve sonlarına doğru yıkıldı. Niçin? Çünkü Türkiye 40’lı yıllarda da bir yol ayrımındaydı. Dünyada büyük bir savaş yaşanmaktaydı. Nasyonal sosyalist rejimlerle Marksist rejimler ve burjuva demokrasileri arasında, bunların orduları arasında sıcak savaş yaşanıyordu. Türkiye bu sıcak savaşta, bu savaşa katılmama siyaseti gütmekteydi. Bir çeşit duyarlı siyasetle iki tarafın gelişimini de izlemekteydi ve bir denge politikası izliyordu. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Köy Enstitülerini destekledi. Köy Enstitüleri fikri bugün önemi daha çok anlaşılan Tonguç Baba’nın çalışma, düşünce ve ideolojisiyle ortaya çıkmıştı. Saffet Arıkan’ın bakanlığı döneminde genel müdürlüğe getirilen Hakkı Tonguç, daha sonra Hasan Âli Yücel’le birlikte çalıştı. Hasan Âli Yücel, bugün bakıyoruz, yeniden değerlendiriyoruz, oğlu Can Yücel’in şiirinde yazdığı gibi “çağın en güzel gözlü maarif müfettişi”, gerçekten bu toplumun özlediği, hümanist ilerici bir aydın.
  21. Bir gün savcı olacaklar Mumcu, “Hukuk fakültesinde okuyup da daha önce imam hatip mezunu olanlara burs veriyorlar. Burs verilen öğrenciler de sınavsız yargıç ve savcı oluyorlar. 2000 yılına doğru baktığımızda, vali ilahiyat fakültesi mezunu, emniyet müdürü İslam enstitüsü mezunu, kaymakam imam hatip mezunu olacak” diyordu Hangi iktidar din sömürüsüne dayanmış, mutlaka yıkılmıştır. CHP iktidarı, ‘49 yılında din derslerini kabul etti. Yıkıldı, kurtaramadı bu ödün. DP, 1957’de Said-i Nursi’nin cüppesini bayrak yaptı. Ne oldu? Yıkıldı. Süleyman Demirel 1960’ların ortasında Nurcuların, tarikatların, Süleymancıların sakallarını okşadı. Ne oldu? Yıkıldı. Hac seferleri düzenleyen ANAP ne oldu, yüzde 20’ye indi. Halka güvenmek gerekiyor. Her kim ki din sömürüsünü kullanır, bir süre yararlı olur belki, ama sonunda mutlaka seçim sandığında yenilgiye uğrar. Halk affetmiyor, din sömürüsünü affetmiyor halk. Bu son derece önemli bir sonuç, olgu ve gerçektir. Köy Enstitüleri üretim içinde eğitim, eğitim içinde üretim ilkesini benimsemişti ve köy çocuklarını Atatürk devrimlerinin ve Kemalizmin toplumsal yapısını kurmakla görevlendirmişlerdi. Ancak şimdi ne oluyor? Aynı köy çocukları kapanan Köy Enstitüleri yerine imam hatip okullarına gidiyorlar. Gidiyorlar da ne oluyor? 1983 rakamlarına göre Diyanet İşleri Başkanlığı’nda 46 bin personel var. Bu 46 bin personelin 23 bini ilkokul mezunu. O zaman bu ilahiyat fakülteleri, İslam enstitüleri ne işe yarıyor? Bu imam hatip okulları ne işe yarıyor? Ne işe mi yarıyor? Bunlar imam, hatip olmuyorlar, hukuk fakültelerine gidip yargıç ve savcı oluyorlar. Siyasal bilimler fakültelerine gidip kaymakam oluyorlar. Yapılan bir araştırma, kaymakam yetiştiren bölümlerin öğrencilerinin yüzde 41’inin ilahiyat kökenli olduğunu ortaya koyuyor. Hukuk fakültesinde okuyup da daha önce imam hatip mezunu olanlara burs veriyorlar. Burs verilen öğrenciler de, sınavsız yargıç ve savcı oluyorlar. 2000 yılına doğru baktığımızda, vali ilahiyat fakültesi mezunu, Emniyet müdürü İslam enstitüsü mezunu, kaymakam imam hatip mezunu olacak. Yurttaşın oyuyla bu iktidarı değiştirmek ve devleti tepeden tırnağa ilerici düşüncelerle donatmak, ancak o koşulla Köy Enstitüleri de kurulabilir. Bugün çeşitli siyasal rejimler depremler yaşıyor. Bu depremler düşünceleri, inançları yeniden değiştiriyor. Ama biz şu 21. yüzyıla girerken görüyoruz ki, Türkiye’de bugüne kadar sonuç almış en güçlü örgüt Kuvayı Milliye örgütüdür, Mustafa Kemal ve arkadaşlarıdır. Kuvayı Milliye, toplumun en önemli sivil örgütlenme modelidir. İkincisi 40’lı yıllara rastlayan Köy Enstitüleridir. İkisi de sivil toplumun vazgeçilmez kurumlarıdır. İdeolojide Kuvayı Milliye tam bağımsızlık ilkesi, eğitimde Köy Enstitüleri. İki hedef bu.
  22. *** Okuyacağınız yazı dizisi, Uğur Mumcu’nun Türkiye’de araştırmacı gazeteciliğin neden simgesi olduğunu bir kez daha bilinçlere kazıyacak. Uğur Mumcu’nun şimdiye değin çözümü yapılıp hiç yayımlanmamış olan iki konuşmasının (1990’da İstanbul Taksim’de yapılan Köy Enstitüleri açık oturumu ve 1986’da Dikili’de Oktay Akbal ve Ali Sirmen ile birlikte katıldığı toplantı) dökümü olan dizi, dünden, dünden de değil 20-25 yıl öncesinden bugünü aydınlatması açısından tarihsel bir içerik taşır. Uğur Mumcu, her ne kadar 1970, 80’lerden söz etse de bilgisi, birikimi ve hiç kuşkusuz araştırmaya dayalı gazetecilik sezgisi ile günümüzde yaşadıklarımızın anahtarını ta o zamandan çevirip, yaşadıklarımızın, hatta yaşayacaklarımızın kapısını açmaktadır bize. Okuyun bu diziyi, Uğur Mumcu’nun niçin birincil hedef seçildiğini bir kez daha algılayacaksınız...
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.