sardunyam tarafından postalanan herşey
-
redblack
Atatürk'ün kızlarından biriyle tanışmak ne güzel... Güzel Redblack'im aydınlık yüzlüm... Yağmurlara inad karınca yuvasına düşen gül yaprağım Duruyor mu gökyüzü koynundan sakladığın Ölü anka kuşları Erguvana ağlayan güneş emzirmekte mi Yağmurlara inad karınca yuvasına düşen gül yaprağım Yıldızları gerdanlık gibi boynuma asıp düşünüyorum da Bu İstanbul sabahlarında ağlamak hangi kadına bu kadar yakışır Hadi al beni götür Zeugma’lı çingene kızı Yüzüme bakma sakın Şiirimizi anlatacak bir başka göğ bulalım
-
Gece Yağmuru
ama ben ısrar ediyorum seninlede bayramlaşmak isterim ayol... tüketici haklarınıda bilirmiş tüh gördünmü kazıklayamıycaz sende benim canım
-
jön anı defteri
dimek sağa sola mail yollayıp telefon numaranı gönderiyorsun hıı? bide ne demiş ateşli sohpetler vauuvvv şaka şaka böyle mailleri jön göndermiyor herkesin haberi olsun ondan şeettim yahu... canım kardeşim benim biri sana kötü bir şaka yapmış anlaşılan... YORGUNUM Akar da yüreğime zehir sözlerin Bir avuç siyah kandır düşer karlara. Bir damla gözyaşı kirpiklerimden süzülen An/larımı, her şeyi Ama her şeyi yıkamaktan yorgun. Dilim lal, bedenim ruhum uykuda Gecenin siyahı karanlığında saklı Ağır ağır karabasan düşler gecelerimde. Günü geceye zaman kavuşturur da Senden geriye kalan avuçlarımda sensizlik. Ve... Bir hayat içimde ağlayan.
-
///Egzorsist Anı Defteri///
Bişey değil sende iyiki varsın... Sen Sil Gözlerini desem ki benim de kentlerim vardı istiridyeden çatlamış inciler gibi ışıklar taşırdı gerdanı sokaklarında hep yaz aşüfte kadın sanki narin lale bahçesi ellerini salınırdı tüm yolların sonunda yoktun sen neye yarar hiçbir yere varamayışlarımızdan söz etmek şimdi bekleyişlerim aldatıldı... ve gökyüzünün düşmüş çatısından ölmüş ay ışığı evlerimin kirişlerinde kırılmış onur bana oradan kaldı bizim değilmiş ince su gibi sevişmeler *koi ve şakıyan kuş sesleri kitaroda yarin göğsünde duyduğum huzur bizim değilmiş kalmadı hiçbiri hep benden gitti bahar hep benden birileri hep benden biz ben olduğum yerde savrulan ince dal alnımın çeperinde yârdan bir iz toprağımda güz sıtması ah kirvem yalnızlığım benim deli hüznüm melül susuşlar buğusuydu dilim erteliydi sözlerim sesimde kanadı da karanlık türkümüzün ezgisinde bozlak neye yarar şimdi bilse yâr gayri kucağın tanımlasın zihnimin kaypak düşüşünü boynumun kesiğini ayrılık giyotini göz çukurlarımda derin dokusu öldüğüm o düşten sen sar aynasız bir akşamdan yolup da saçlarımı tel tel ki kadim ki kederli gelişimi ve omuz başlarımda öksüzlük sancısını bilmesin yârin elleri ılgıt bir temmuzdan geçtik demek gün ve güneşin çökmüş şiltesi şimdi rüzgâr şimdi yağmur şimdi kentimizde dem vuruyor ekimin ayak sesleri kaldırım taşlarının acısı ondan ondan toprağın gözündeki yaş sen sil gözlerini...
-
Gece Yağmuru
iyi bari beğenilmeyen şiirleri 30 gün içerisinde yenisiyle değiştirebiliyoruz onu belirteyim dedim müşteri memnuniyeti ilkemizdir... müşterilerimizin güvenini kaybetmektense para kaybetmeyi tercih ederiz... sen bana ne demek istedin bidenem senin bayramın senede birgün mü vah vah yazık ama sana bizim bayramlardan bir miktar verebiliriz malum sende o kapasite var... Not: Bu arada canını sıkmasın bazı şeyler annadın sen onu... Malum bazen can sıkıcı şeyler olabiliyor en iyisi onları görmezden gelmek... SABIR ÇİÇEĞİ Ayrılığın üstadı,sevmelerin ümmisiyim, Kanat takıp tay etsem de,sürünen buğu benim. Nazarım celp etse de,kokunu duysam bin katre, Kaldırsam şu perdeyi; seni görsem her dem yine. O latif ikliminde,dalsam pür nur hayallere, Sesinle uyansam; kaybolsam yine gözlerinde. Merhametsiz gece,şafağında kum taneleri, Altınlar kömür oldu; nerdesin ? Sabır çiçeği. Ayrılığım gözyaşımla, imzalamış ittifak, Sevaplarım ahuda,her yanımda kanlı nifak. Garipliğin masumiyetinde; sızlar vicdanım, Yüreğime tahtlar kurdu; hüküm sürer hicranım. Sen gönlümün payitahtı, sensin hücremde cevher, Lalezarım harap oldu; eğme başını yeter! Özlemin dağ rüzgarı,acılarımın cilası, Vuslatındır,dertlerimin lokman hekim şifası. Ben bir yanan ateşim,gözlerimde alev rengi, Bana güç ver; kaldır şu başını Sabır çiçeği. Kokunu duymadan; gitmiyor ki hiç sancılarım, Vahşetin çöllerinde,soluyordu goncalarım. Seni anlattım ama gelemedim toprağına, Hep bir yenisini ekledim;asırlık umuduma. Senden öğrendim aşkı,senden öğrendim sevmeyi, Sevgin ruhumun ilacı; gel be Sabır çiçeği. Her gecenin sabahı, gebedir ak aydınlığa, Boğuluyorum zulmetten; neden doğmaz ki ziya. Eli kolumu kırık nerde beklenen nev bahar? Gözyaşımı tutmaz gayrı, kirpikten parmaklıklar. Sen Sabır çiçeği; masumiyetin tarihçesi, Bir kere tut ne olursun,titreyen ellerimi. Bakışların yol gösterir,yolda kalmış kervana, Senden gayrı kim merhem, kanayan şu yaramıza. Oysa sen değil misin? Merhametin tek adresi, Bir çıkmaz sokaktayım ki kaybettim benliğimi. Öyle zamanki, görmeden vuruldum gözlerine, Kaç zamandır hasret kaldım; büyülü nefesine. Bizi ıssız çöllerde, bırakma bir başımıza, Bak kırıldı dalım; poyraz çıkınca karşımıza. Bu aşkın ayrılığı,davet eder Azraili, Artık sana geliyorum,sana Sabır çiçeği. Sen varsın görüyorum,o nur kapının ardında, Gelince saçlarımı okşa, buda yeter bana. Hiç mümkün mü ki? hasretinle sarılarak yatmak, Gecenin zemherisinde,gelmek vardı koşarak. Olsada ellerimde kan,göz pınarlarımda yaş, "Gel"sesinle; zincirleri kırar bu çileli baş. Acım firar etmez ki, ceylan telaşında yürek, Gülüşün yüreciğimin,hangi surlarına denk, Yangın yeri otağım,yanağımda buz salkımı, Bir türlü durduramadım,içimdeki kısrağı.
-
Frozen......
Delüler kendinizi dört işlemlemi ifade etmeye çalışıyorsunuz o zaman ben size % ile katılabilirim... neyse geliş sebebim belli bu cadıya bir şiir armağan edeyim şu mübarek perşembe sabahı dedim aman sabahlar olmasın... isterim bişe süleyim sana... çocuksu kalbim güneş sanki bu sabah daha aydınlatıyor ısıtırken yüreklerimizi, tebessümlerden uzak kaldığımız anlarda yerinde duramayan çocuk edasıyla bakıyoruz hep yaşama belkide bir çocuk gözünden bakmak yeterli zaten herşey için masum ,yalansız bir ömür... ellerimizin arasından giden çabaladığımız şeyler o kadar çokki hoyrat bir serüven sanki kesiştiremediğimiz mutlak bir kaide dokunduğum anda yıkılacağından korktuğum bir alın yazısı yüzleşmeye cesaret ettiğim bir kalbim var bir çocuk kalbi uysal ve sessiz melekler misali...
-
ஐ๑((-_-))๑ஐ๑ LEYLA ๑ஐ๑((-_-))ஐ๑
dimek burdasın nedense bir araya gelemedik bi türlü... Yine Buluşacağız dökülme vaktim gelmiştir; belli mi olur, gözün yaşı birikmişken içimde... boyun büküşüm, kalbime bakmak için yakın olmak için sıcaklığına hele elimi de koymuşsam yüreğime dokunma hasretliğime öylece kalışım hastalığımdan değil yüzüm kederden buruşmuşsa hareketsiz duruyorsam bir heykel gibi o âna kadar artacak heyecanlarım manivela yüreğim kandıracak beni sonra çok şey öğrendim ben ondan yine umut diyecek biliyorum yine kandıracak başka bir sekansta bulursun beni düşünsen yüzümü elimle kapadığımda bir bilsen içimde kaynayanları nasıl tutarım dersin. kaybolmadan - kaybolmuş kadar telaşlıyım unutmanın çıldırtıcı tasavvuru hatırıma gelmemeli bunun için kendime gelmeliyim değil mi unutmayacak gibi yapmalıyım ve unutulmayacak bir başka hasret nöbetinde sevgilim yine buluşacağız biliyorum yine başım yüreğime eğilecek yine elim yüreğime gelecek yine yüreğim ağzıma gelecek! yine güleceğim ağlarken yine unutmayacağım yine unutulmayacağım / güya yine buluşacağız biliyorum! burada, pencerenin önünde bir başka hasret nöbetinde...
-
diloş...
e bizde seni seni görmek ne kadar güzel bilemezsin... hoşgeldin bidenecik iğdem... Sadece İki Mum Ve geceleyin, ruhumdan bedenim ayrılır dönünceye kadar camımı açık bırakırım baş ucumda yanan iki muma anlatılır dolaştıklarım... Gece, sessiz,tarifsiz ve bir o kadar da muhteşem bilerek bilmeyerek koşarım tadı yok hayatın,karanlıklarla dertleşmezsem yürüyemeyecek yoksa şu bacaklarım dışarıda yağmur,fırtına içimdeki uğultu çılgıncasına bu şehrin sokaklarında eskidi gençliğim ulu çınar ! şu ruhumu dinlendireceğim gün olmadan mumlar sönmeden boş sokaklar ! nefesimi sana bırakacağım kızgınlıklarımı gökyüzüne asacağım asacağım da acıyı artık duyamıyorum aşmışım mutsuzluğu hatırlayamıyorum şu toprağı çatlatmadan atmam lazım bir yerlere umutsuzluğu gün olmadan camımı kapamadan... çırılçıplak,yıldızımı yakalamam lazım çoğalmam lazım,bitsin şu içimdeki sızım... ve başladım içimdeki rüyayı seyretmeye bu büyük boşluğun içinde sesime döndüm odama döndüm adım adım... o derin ızdıraplarımda beni bekleyen,eskimiş masamda ellerimi ısıttğım iki mum sadece çözemediğim bir yığın bilmece...
-
ENEL HAK..........
Hz. İsa'nın tanrılaştırılması gibi değil mi? Yani bir mantıkla İsa tanrıdır demek günah olmamalı... Ama Enel Hakk'ta anlatılan kişinin tanrılaşması değil ALLAH'a ait olmasıdır... O'ndan olmak O olmak olmadığı gibi, kendisine çocuk isnat etmek olayı manadan uzaklaştırmaktır... Yani kişi kendisini yada karşısındakini ben yada sen tanrısın dediğinde aslında manayı kendine yüklemeye çalıştığından ve o ince çizgiyi ayırt edemediğinden şirke sapmaktadır... Oysa sen ve ben anlayışı tasavvufta yoktur BİZ vardır... Birde şöyle bir söz var beni çarpmıştır... Şeytan İLAHI tanıdı, İLAHİYİ tanıyamadı... Ölüm ise bedenin O'nun dilemesiyle başka bir hale dönüştürülmesidir... Öz zaten O'ndan ayrı değil ama madde sınırlıdır...
-
Neden, niçin ve nasıl yaratıldık?
Bana enerjinin nedenini açıklarmısın? Başlangıcını açıklarmısın? Görülmemiş ne demektir Allah'ı görmediğini düşünüyorsan görmüyorsundur... Oysa biz gördüğümüzü söylüyoruz ama gördüğümüz kadarı olmadığını biliyoruz... Başlangıcı ve sonu olmayan çok şey var mesele "0" (sıfır) yani yokluk başlangıçsız ve sonsuzdur... Herşeyin bir sıfır noktası var... İnsanlardan kaçan bir Allah kendi varlığından insanı haberdar etmek için sende az mı çaba sarfediyor... Onun yöntemi neden bu şimdilik bilmiyorum... Ama benim merak ettiğim şeylerden biri şudur neden gönderdiği kitapları hazır olarak ilahi sistemde yazdırıp indirmemiştirde vahiy yoluyla indirip insanlara yazdırmıştır... Buna verebildiğim yanıt ne ararsan kendinde ara felsefesidir... Yani ipuclarını yakala ve bütünü anlamaya çalış... Evren onu anlamanın madde boyutundaki bizler için çeşitli imkanlar sağlıyor yeterli olup olmamasıda insanlara göre değişiyor... Allah'ın oluşumu hakkında açıklama getirilemez... Sıfırdan sonrası maddenin başladığı BİR rakamıdır... sonrası zaten sonsuzdur... Bir dairenin ilkini nasıl belirleriz? Başlangıcını ve sonunu net ifade edebilirmiyiz yoksa bu bizim insiyatifimize mi bırakılmıştır? Bahsedilen Allah kavramı insanlığın şu aşamaya kadar kavrayabildiği bir kavram değil zaten bu geleceğin anlayışıdır yani aşama o safhaya gelmiştir... Bu yazımıda benzerlik arz ettiği için eklemek istedim... Güzel ve sorgulamacı tartışmanız için teşekkür ederim... Çok faydalandım...
-
ENEL HAK..........
Enel Hakk kişinin kendisini tanrı bilmesi değil Allah'tan bilmesidir yani O'ndan ayrı olmadığını O yukarıda kendisi aşağıda diye düşünerek BİR'i, İKİ'letmemesidir... Herkes Allah'ı arar kimi yerde kimi gökte bulmuştur oysa O bizzat kendisi ifade etmektedir BEN HERYERDEYİM ve SİZE ŞAH DAMARINIZDAN DAHA YAKINIM... Şah damarından daha yakınında nasıl olabilir... ÖZ'dedir işte ondan ALLAH hepimizi ve herşeyi kuşatmıştır ve O'nun Kürsüsü (yönetim merkezi) gökler üzerindedir... Ve Brain'ın dediği gibi bu gerçek İslamla asla çelişmez bizzat İslamın kendisidir... Bütün anlatılmak istenen budur... Kuran'a baktığında orada Bizden ayrı olarak anlatılan Bir Allah vardır... Yani görünen madde alemini var etmiş ve nihayetinde asla tam manasıyla kavrayamayacağımız çok yüce bir BİRLİK vardır... Yani ALLAH'ın bize bildirdiğinden fazlasını kavramak kapasitemiz üzerindedir... Her can ölümü tadacaktır ve dönüşünüz Allah'a olacaktır... yada Allah'a döndürüleceksiniz... Her yeri kuşatan ve var ettiği alemleri heran OLduran O'dur... Vahdedul Vucüt Allah'tandır ama tek başına Allah değildir... Yani gördüğün ve bildiğin alemlerin dışında şuan ki bilincinle akıl edemeyeceğin alemleri kuşatan ve onlarıda idare eden O'dur... Ve O'nun yaratması devam etmektedir... Yani aslında özetle Allah'ın sıfatlarını özümseyerek okuduğunuzda O kendisini gayet net ifade ediyor aslında...
-
Şehitler'de ölür, Vatan'da bölünür...!
Şehit cenazelerinde atılan sloganlardan rahatsız oluyorlar... Pek sayın başbakanın aziz şehitlerimiz için ifade ettiği "kelle" sözü misliyle kendisine geri dönüyor bu cenazelerde... "yan gelip yatmadılar can verip yattılar" bir başkası... Bütün bunlar pek sayın başbakanı ve onun yakın savunma arkadaşlarını çok rahatsız ediyor... Bunları tv'lerde izleyecek olan halk kitlesi uyanmamalı... Biz çok iyi biliyoruz pek sayın başbakanın aslında şehitlerimiz için ne düşündüğünü... Kürt meselesini mesele edinen ve terör örgütü ile paralel söylemler içinde cümleler sarfeden başbakan bu işi çözme konusunda zaten samimi değil... Samimi olduğu tek konu hayata geçirmeye çalıştıkları Amerikan mangası... Kendisi sayın başkanıyla (!) Kasım ayının ilk haftasında görüşme yapmayı umuyor... 25 yıllık bir sorun olan terör sorunu konusunda bu güne kadar somut bir adım atmamış olan Amerika'nın ne yapmasını bekliyorlar? terör örgütüne lojistik destek sağlayan ABD bu sorunu çözmede bize yardım edecek öylemi? inanan inansın tabide artık bu benim midemi bulandırıyor... Kaç kere kandırabilirsin bir insanı... birincisinde kanıyorsa iyi niyetindendir ikinciye kanıyorsa saflığındandır üçüncüye kanıyorsa a.ptallığındandır... Türkiye'de Kürt meselesi yok ne demek Kürt meselesi...? Türkiye'de haksız bir yönetim var ve güneydoğunun asıl sorunu kendi içinde bulunduğu ağalık anlayışıdır... Kürt meselesi denilen şey bu ülkeyi bölmenin parolasıdır... Bunu kim dile getiriyorsa hizmet ettiği şey bölünmedir... Millet olmaktan ayrışmak istemektir birileri istiyor diye bu millet ayrışmayacak... Kökenimiz ne olursa olsun bu topraklarda sahip olduğumuz sıfat TÜRK'tür bundan rahatsızlık duyan varsa onlara dünyanın bütün ülkelerine gitme hakkı verilebilir... Dolayısıyla rtük'ün getirdiği yasak bu konuda halkın bilinçlenmesini önlemek içindir... Bu halk yeterince beklemiştir terörün bitmesi için ve artık sabrı kalmamıştır hiç kimse laf cambazlığı yapmasın...
-
Param Bitti Borç mu Alsam
Bir kaç yıl önce pek sayın başbakan kankası Berlusconi'ye yaw sen ne kadar maaş alıyorsun ben geçinemiyorum bu aldığım parayla demişti... Aldığı para ile geçinemediği oğulcuklarına sağladığı imkanlarla ortada... Eşi pek sayın Emine hanımın başına bağladığı örtüsünün adet fiyatı 500 Ytl yani bir emekli maaşı kadar... Türkiye'de ev kiraları 400/1000 Ytl arası asgari ücret ne kadar? Emeklilere verdikleri paralardan sürekli kesintiler yapıyorlar ve bunların çoğunun nedeni bilinmiyor annemden ve babamdan biliyorum... Ve ödediğim faturalardan biliyorum aldığımız paranın 4/1'i elektirik, su, doğalgaz, telefon bunlara gidiyor kışın daha fazlası... Ve iki çocuk okutuyorum devlet okullarında ama nedense okulların temizlik parası adı altında aldıkları para öğrenci başına 100 ytl hani sosyal devletin eğitim anlayışı nerede? Bunun yanında her ay şu ve bu parası adı altında okul eksiklerini tamamlıyoruz... Okullarının bile giderlerini karşılamayan bir devlet kalkınmakta öyle mi? Nedense bu kalkınma bizim gibilere yansımıyor... Türkiye'nin tekstil sektörüne ne oldu haberi olan var mı? Çiftçilerimizin sıkıntılarını bilen var mı? Birilerinin açıkladığı kağıt üzerindeki rakamlar Türkiye'nin gerçekleriyle bağdaşmıyor ve bu adamlar zammı ödediğimiz vergilere ve faturalara yansıttığından vatandaş alışmış olduğu market zamlarına baktığından zam olmuyor sanıyor... Oysa gerçekler ortada...
-
TÜRKİYE'DE KADINLARIN ÖZGÜRLÜĞÜ TEHLİKEDE... (Nobel Barış Öd. adayı Prof. Dr. Vamık Volkan: Kadın baskı altına alınırsa o toplum çürümeye mahkumdur..)
Doğal olanda bu değil mi? Yani mirasta hak sahibi olan yakın akraba yoksa kadın mirasın tamamını alabiliyor bu durumda yüzlerce kadın bu haktan yararlanmış olmalı... Yani Medeni Hukukta belki dahada iyileştirme yapılabilinir ama bu haliyle bile fıkıha göre daha fazla hak sahibidir... Üstelik medeni hukuk her zaman yenilenebilir değiştirilebilir... Gerçi bugünün ve yakın geçmişin hukukçularının genele yakını erkek dolayısıyla erkeklerin kadınlara daha fazla hak vermelerini düşünmek fazla iyi niyetli olmak demektir... Türkiye'de kadın olmak zor ama rejimi İslami yasalarla belirlenen diğer ülkelerdeki hemcinslerinden daha özgür oldukları su götürmez bir gerçektir... Türkiye'de kadın eğer gerçekten isterse ve iyi bir eğitim almışsa hayatın her alanında kendi kimliği ile varlık gösterebilir... Dinde modernize edilemeyen aslında o günün şartları için belirlenmiş olan ve değişen dünya düzeninde yeniden belirlenmesi mümkün olan kaideler bunlar ayettir diye değiştirilemiyor oysa ayetlerde değişmezler ve değişebilirler olarak ikiye ayrılır... 1400 yıl öncesinin Arab yarımadasının koşulları ile 21 yüzyılın Türkiye'si arasındaki farkı değerlendirmeden sabit fikirlilik yapmak olduğun yerde saymaktan başka birşey olamaz... O yüzden hukuk devleti diyoruz çünkü hukukta kurallar ve yasalar düzenlenebilir...
-
Neden, niçin ve nasıl yaratıldık?
you too my baby (too'yu doğru yazdım dimi)? insan beyni çok enteresan bir makina ve düşüncenin gücüne kesinlikle inanıyorum... inandıklarını mı düşünüyorsun, düşündüklerine mi inanıyorsun derin bir felsefe... ama sonuçta kendi kurgularına kapılıyor her insan ve kanıtları elinde sanıyor olsada herkes manasını başka anlıyor... ENEL HAKK... teşekkür ederim, düşüncelerimize tam anlamıyla katılmamız mümkün değil... düşünceler değişkendir zaten ve hergün üzerine bir yenisi eklenir... aksi taktirde biz inşa ettiğimiz gecekonduda bir çivi çakmadan yaşar gideriz... ve birgün o binanın altında kalırız... inançlarımıda sorguluyorum çünkü kafama takılan bazı meselelerde aradığım net yanıtı bulamıyorum... tuhaf gelecek ama bu imanımı sarsmıyor Allah'ın varlığı ve BİR'liğine kesinlikle inanıyorum... inançları sorguluyorum derken inanageldiğim bütün bilgilerin ve öğretilmişlerin doğruluğunu ve yeterliliğini soruyor ve anlamaya çalışıyorum... bence ateistlerin kendi sorgulamalarında vardıkları ALLAH yoktur kavramı daha zor... eğer o yoksa ne var sorusuna verecekleri yanıt gördükleri kadardır... oysa görünenden fazlası var etrafımızda ve evrende... nedensiz, niçinsiz ve nasılsız bir var olma mümkünmüdür? nedensiz var olan herhangi bir olgu olmadığına göre bu bir evrensel yasa yani... NEDENSELLİK... öyle ise varoluşun nedenselliğini sormayanlar sadece ateistler olmalı... okuduğum bir kitapda şöyle diyordu... inançlılar Allah'ı nasıl tanımlar: Ezelidir, ebedidir, var edilemez, yok edilemez... (kısaca) bilim enerjiyi nasıl tanımlıyor: ezelidir, ebedidir, var edilemez, yok edilemez (kısaca) peki biz neyiz enerjimiyiz, evet... Allah kendisini nasıl tanımlıyor NUR... Nur nedir enerji... ve sonsuz... demekki kelimeler farklı ama anlamlar aynı olabiliyor... ve bilim bugün kabul ediyor evren bir bütündür... tıpkı tasavvufta BİRlik ve BÜTÜNlükten söz edildiği gibi... bu konular kısaca anlatılınca kafa karıştırıyor gibi ama içine girince o kadarda karışık değil... GÖRDÜĞÜMÜZ VE GÖRMEDİĞİMİZ BÜTÜN EVREN MADDE BOYUTU VE MADDE ÜZERİ BOYUTU ENERJİNİN BÜTÜN BOYUTLARI BÜTÜNDÜR... ALLAH'TA HER YERDEDİR... devrimler farklı farklı olsada devrimci devrimcidir... 1500 yıl sonra bugünün devrimleri ne ifade edecek sorgulanır... buna aynı kefede değerlendirmeyelim demeyelim ki hoş değerlendirsekte olur ama bir boyut dinsel, bir boyut yönetimsel... ama sonuçta hepsi ilahi... çünkü dinde ne gelirse ALLAH'tan diye iman edilir... Onun iradesi ve kontrolü dışında gerçekleşmiyor hiç bir şey... 1400 yıl önce gereken devrimlerle, 80 yıl önce gereken devrimler farklı... bugün ve yarında farklı olacak aynı devrimleri ikinci kez yapmak mümkün mü? devrimleri takip etmek istisna...
-
FORUMDAN ÜÇ KİŞİYE ÇİÇEK VERECEĞİZ VE NEDEN VERDİĞİMİZİ YAZACAĞIZ..
ben bir kuru teşekkür etmişim çok değil sevgili Muki, belki görünürde küçük ama anlamda çok büyük bir şeydi yaptığın... umut verdin, güç verdin... dost elin sımsıcacık... asıl sen beni utandırdın... ben teşekkür ederim... görüşmek üzere...
-
Gece Yağmuru
bidenem şiiri kullandınmı nasılmış onu beğenmediysen yenisiyle değiştirebiliriz bayramın kutlu olsun
-
SARDUNYAM.... (Günlük... kendisini fark ettirebilen çok az şey vardır günlük yaşamımızda... )
dimek beni rüyanda gördün iyide pek memnun olmamış gibisin gördüğüne ne ayak? 125. günde su böreği yapmam bi kere mucize <_< normalde ben 365 gün su böreği yapmam... ama çok az kalmışsın bidenem yani ateş almayamı geldin
-
Neden, niçin ve nasıl yaratıldık?
UZUN BİR HİKAYE AMA OKUMAYA DEĞER... AHMET BAKİ'DEN YOL VE LEVHALAR ÜZERİNE MUHTEŞEM BİR ANLATIM... BÜTÜN BİLDİKLERİMİZ DOĞRU AMA KURGUYU DOĞRU YAPAMIYOR YOLUN KENDİSİ VE LEVHALARIYLA ÖZÜNDEN DAHA ÇOK İLGİLENİYORUZ... VE BİR ZAMAN SONRA YOLUNDA LEVHANINDA LAFTAN ÖTE BİR ANLAMI KALMIYOR... DİN: yol... LEVHALAR: ayetler, kainat, görünen taraf MANA: görünmeyen, öz, anlam, hakikat, asıl kaynak... Uçsuz bucaksız ormanların çevrelediği küçük bir köy varmış. Bu köyde yaşayanların hemen hepsi geçimlerini hep ormandan temin ederlermiş. Tüm rızıkları ormandan gelirmiş. Onun için ormanı hayatlarının kaynağı gibi görür, onu över yüceltir, ona şükran hissederlermiş... Köyün yaşlıları, ormanın derinliklerinde aslında çok daha büyük nimetlerin var olduğundan ve atalarından bazı seçkin kişilerin o nimetlere de erebildiklerinden bahsederlermiş... Bir gün bu köyden yürekli bir genç ucu bucağı görünmeyen ormanın derinliklerini keşfetmeye karar vermiş. Yanına biraz azık alıp, sonunu bilmediği uzun bir yolculuğa çıkmış. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş... Giderken bir yerlerden sonra etrafta patika yollara ve sağlı sollu konmuş bazı işaret levhalarına rastlamış. Önceleri o levhaları izlemiş... Daha önce o yoldan gidenlerin koydukları tahtadan işaret levhalarıymış bunlar... Kimi bir işaretten ibaret, kimi tek kelimelik, kimi de birkaç kelimelik birşeyler anlatmaya çalışan levhalar... Bazılarının üzerlerindeki yazılar kaybolmak üzere olmasına rağmen bazılarındaki işaretler ve çözebildiği anlamlar işini kolaylaştırmış yürekli gencin... Derken günler geceler geçmiş ve köyden hayli uzaklaştıktan sonra bir akşamüstü ne işaret levhası kalmış ortalıkta bakacak, ne de bir patika yürüyecek... Yürekli genç içindeki sesi dinleyerek yola devam etmeye karar vermiş ertesi sabah. Gittikçe gitmiş, hiçbir gözün görmediği, hiçbir elin değmediği yerlere ulaşmış. Hayranlık veren güzelliklerden, ürkütücü, korku dolu karanlık yerlere kadar her çeşit ortamdan geçmiş günler boyu süren serüveninde... Kâh zevkle, hayretle seyreylemiş karşılaştıklarını, kâh zor zamanlar geçirmiş, aç susuz kalmış, tehlikeler atlatmış ama her seferinde hayatta kalmayı başarmış... Ve nihayet, nihayet bir sabah gözünü açtığında kendini güneşli mavi gökyüzü altında öylesine güzel bir yerde bulmuş ki seyrinde mest olmuş... Gözünü bir cennete açmış adeta; gözün görebileceği her tür güzellik, nimet biraradaymış... Üstelik etrafında ışıl ışıl parlayan eşsiz hazineler bulmuş... Öylesine hazinelermiş ki bunlar, ne seyrine yürek dayanır, ne anlatmaya kelimeler yeter... Masallardaki gibi zevkler yaşamış orada genç... Ancak gönlü tüm bu güzelliklere kendi başına sahip olmaya razı olmamış, bu müjdeyi herkese vermeyi, bu güzelliklere onların da ermesine vesile olmayı istemiş... Geriye dönerken geçtiği yollara bu kez kendi lisanıyla yeni işaret levhaları koymaya başlamış... Kimi yerde de eski levhaları temizlemiş, yenilemiş, altlarına açıklamalar eklemiş ve yerlerini sağlamlamış... Günler sonra köye vardığında, gördüklerinden, yaşadıklarından bahsetmiş... Dinleyenlerden çoğuna bunlar hayal gibi gelmiş ama az bir kısmı da inanmış. İnananlardan bazıları, kendilerini hazır hissedince, yürekli adamın anlattıkları üzerine yola çıkmışlar. Bazıları levhalara ulaşmış ve onları izlemeye başlamış... Ne var ki bunlardan kimi bir süre sonra devam etmeye takati yetmediğinden, kimi köyünü, sevdiklerini kaybetmek istemediğinden, kimi de gördüklerinin heyecanını sevdikleriyle paylaşmak istediğinden dolayı yoldan geri dönüyorlarmış... Yoldan dönenler, köyün ahalisi tarafından bilge olarak kabullenilmeye başlanmışlar; gitmek isteyenlere yolu tarif ediyor, hangi levhaları nasıl takip etmeleri gerektiğini anlatıyorlarmış: "Şu kadar gün şu yöne gidince şöyle bir levhaya rastlarsın. Ondan sonra falan gelir, onu da filan takip eder, orası falan aşamadır. O levhanın işaret ettiği yöne doğru şu kadar gün daha yol alınca karşına falanca işaret çıkar, o işaret seni filanca basamağa yönlendirir" gibisinden yol boyunca nelerle karşılaşılacağını anlatıp dururlarmış. Lakin sonuna kadar giden olmadığı için hep anlatılanlar hazineye varmadan önce bir yerde son bulurmuş. Yolculardan biri bir gün ormanda ilerlerken daha önce kimsenin bahsetmediği bir levhanın önünde bulmuş kendini. Yeni birşey bulmanın heyecanıyla levhayı söküp koltuğunun altına aldığı gibi soluğu köyde almış. Ve yerini tarif etmeye başlamış. O günden sonra, önceden gidip dönenlerin anlattıklarından farklı yeni bir levhayla karşılaşanlar, geridekilere anlatmak için, buldukları levhaları heyecanla alıp köye getirmeye başlamışlar. Köydekilerden bazıları, doğru yapıyorsunuz, levhaları bize getirin ki hep birlikte düşünüp çözelim ne denmek istendiğini diyorlarmış... O günden sonra ormana her giren, toplayabildiği kadar işaret levhasını toplayıp köye getirmeye başlamış. Bu kişiler zaman zaman köyün meydanına toplanır işaret levhalarını ardı ardına dizerek hangi yolla nereye nasıl gidilebileceğini anlatmaya çalışırlarmış. Hatta köyün marangozları asıllarına benzer yeni levhalar üretmeye başlamışlar. Bu bilgeler arasında bazen yarışmalar, bazen de alevli tartışmalar olurmuş... Eğer biri diğerinin hatasını bulursa hemen müdahale edip gerçeğin öyle olmadığını söyler, levhaların hangi sırayla konması gerektiğini anlatırmış. Bazıları ihtiyaç oldukça elde mevcut levhaların aralarına yeni yaptıkları levhalardan eklemişler.Bazı levhaları aradan çıkararak kestirme yollar bile tasarlamışlar... Derken çeşitli levhalarla ve çeşitli diziliş sıralarına göre çok sayıda kombinasyon üretilmeye başlanmış... Levhaları biriktirmekten tutun, onları koltuğunun altına alıp kapı kapı gezip anlatmaya kadar türlü işler türemiş... O yürekli gencin geçtiği ve herkesin hazineye ulaşması için yola koyduğu levhalar, sonunda yoldan toplanıp koltuk altında ya da köy meydanında biriktirilmeye başlanmış ve bütün iş, hangi sıranın doğru olduğu, nereden nereye geçildiğinin dilden kulağa anlatılmasına dönüşmüş... Kimin koltuğunun altında levha çoksa, ya da kim daha çok kombinasyon üreterek işaret levhalarından bahsediyorsa, o kişiler daha bi bilge kabul edilmiş... Bazı bilgeler levhaların adlarını öylesine ezberlemişler ki bir solukta hepsini sayabiliyorlarmış... Diğerleri, her levhaya kimler varmış, neler yaşamış, onların hikayesini anlatıyormuş... Bazılarıysa levhaların bulunduğu yerlerin özelliklerini tek tek sayabiliyormuş... Hatta bazıları levhaların neden yapıldığını, ebadını, üzerindeki yazıların tarihçesini dahi anlatabiliyormuş... Zaman gelmiş, köyde levhaları anlatan çok olmuş, ama aralarında yolu yürümeye gönüllü kimse kalmamış... Bu durumu değiştirmek için yürekli adamın elinden de artık pek birşey gelmiyormuş. Zira, aslına bakarsanız, gördüğü hazineyi anlatmanın mümkinatı yokmuş, elinden gelen sadece insanları çeşitli benzetmeler ve işaretlerle ona yönlendirmekten ibaretmiş. Fakat insanların hazineye kadar yolu yürüme meşakkatine katlanmaktansa, yoldan ve işaretlerden bahsedip mutlu olmakla yetinmelerini de kabullenmeye başlamış. İşaret levhalarına gelince... Gün gelmiş, işaret levhaları çok kıymetli hale gelmiş, onlara hürmet edilmeye başlanmış, saklayanlar olmuş, bazıları levhaları kutsal bile kabul etmişler... O işaret levhalarının bazılarının üzerinde sadece işaretler varmış. Onları kimse çözememiş. Okunabilen tek kelimelik olanların üzerinde ne yazdığını ise bu öyküyü okuyanlar çok iyi bilirler... Yenilerinin üzerinde "data, string, nokta, an, hologram, kuantum..." gibi şeyler, eskilerinde de "ahadiyet, vahidiyet, rab, rububiyet, esmâ, ulûhiyet..." gibi kelimeler yazarmış... Birkaç kelimelik olanlarda ise "özde biriz", "vahdet-i vücud", "rabbül âlemin" ve bunlar gibi daha nice sözler... Sonuçta, yolu bilen veya levhalardan bahsedenler çok olmuş; ancak yolu yürüyen olmamış. O yüzden de levhalar hakkında çok şey anlatılmış ama onların gerçek işlevini yürekli adamdan başkası anlayamamış; çünkü işaret ettikleri hedefte gerçekte ne olduğuna ondan başka hiç kimsenin ne gözü, ne kulağı şahit olmamış... Bize çıkan ders: Hakikati anlatan "kelimeler", hakikatin kendisi değildir! İşaretler, kendilerine değil, gösterdikleri hedefe varmak içindir! Yol, anlatanı değil, yürüyeni erdirir hedefe! Ömür ise, duyduklarını depolamak ve nakletmek için değil, imanın gereğinin uygulanması ve getirisinin yaşanması içindir! Müminin yitiği olan ilim, "bilinç"tir, hâldir; "kuru kitabî bilgi" değil! Gereğince iman edip Allah ve Rasûlullah bilinciyle yaşanmadan, kimse hazineye ermiş olmaz! O zat, levhaları anlatmadı, bulduğunun ne olduğuna işaretlerle seni kendi gerçeğine yönlendirmeye çalıştı. İşaretlerde hikmet arama, işaretlerden dem vurma; takatin yetiyorsa yolu yürü, bize şahit olduğun hazineden bahset!.. Hayal ve zan dünyasından çıkıp halini ve eksiklerini görebilmek de bayramdır bizim için! Yolda selâmlaştıklarıyla bildiğini paylaşmak da bayramlaşmamızdır! Zira, Gani isminin işaret ettiği mânânın açılımıyla izin verdiğince lütfudur eksiğimizi farkedebilmek! Yola giremeyen nefs, "ben tanrıyım" (ben "hak"lıyım) hünerini sergilemeye devam ededursun, yolu yürüyebilme nasibine eren bilir ki "eksiğini kabullenebilmek" atacağı bir sonraki adımın müjdesidir... bayramınız kutlu olsun...
-
Sanma Hainlik Hep Prim Verecek! (biraz ağır ama hakediyorlar)
bulunduğum semtte 3 gecedir ışıkları söndürme, korna çalma, slogan atma ve yürüme eylemleri yapılıyor... dün gece bende sokaktaydım geceyarısına kadar... ama ne oldu biliyormusun sevgili 4mevsim, ülkücüler ellerini kurt yaptılar ve diyorlar ki nerede bu Cumhuriyetçiler... oradaydık, hemde yüzlerceydik ama bizim bir amblemimiz bir parmak işaretimiz yok, ve biz buradayız demek yerine, kendi reklamımızı yapmak yerine tepkimizi bir VATANDAŞ olarak her yerde gösteriyoruz... ama şehitler başkalarının, cumhuriyet başkalarının gibi savunuluyor... ne garip değil mi? CUMHURİYETÇİLER BURADA... ve bu ülkenin ne kadar değeri varsa aralarında hiçbir fark gözetmeksizin savunulması gerektiğinin altını çiziyorlar...
-
SENİ BİR ANIT BIRAKTIM KENDİNE!
bütün aşklarım kıskanabilir seni... hiçbirinden ayrılmak senden ayrılmak kadar zor olmadı çünkü. ama biliyorum bütün aşklarımı toplasam bir sen etmez, DOSTUM. insanların söyledikleri geliyordu kulağıma seninle yanyanayken; güvensizlikleri, dostluksuzlukları, paylaşamamalarından ötürü eksiklikleri, yarım kalmışlıkları, bir türlü bir parçalarını ait edemeyişleri, emanetmişçesine sevmeleri... nasıl da yabancı tınılardı bunlar kulaklarıma ve ne kadar da ürkünçtü bunlar yüreğim için. bir sorun vardı ortada, bize bizimkinin yanlış olabileceği ihtimalini bile zaman zaman düşündürecek kadar büyük bir sorun. zira bu denilenlerden nasibimizi hiç almamıştık. hep paylaşmıştık, en büyük aşklarımızın isimlerini haykırmıştık, birimiz ağlarken diğerimiz hep sarılmayı bilmişti, asla canımızı yakanlara kızgınlığımız, küskünlüğümüz bölük pörçük olmamıştı; birimizin acısı diğerinin içine oturmuştu hep. birçok son sigara vardı paylaşılan, aç karşılanan sabahlar, parasız yürünen sokaklar, bir bardak çayın yanına bir demlik sohbetler... harcadığımız, yaşadığımız zamandan başka bir şey olmamıştı. ne ben senden, ne sen benden hiç almamıştın vermeyi unutarak... mesafe ve zaman testi uygulanacak kadar büyümüş şimdi, görüyorum. göre göre gidiyorum. içim rahat senden gitmediğimden ötürü. ben bu sınavı vermiş sayıyorum ikimiz adına da. bu kadar çok güveniyorum... gitmenin zorluğunda bundan zaten. sokaklarını bilmediğim bir şehrin insanlarında böyle bir güveni bulmam mümkün değil. senden başka bir tane daha yok Dostum, seni başka bir yerde bulmam mümkün değil. zaten senden başka bir tane daha bulmak istemiyorum. kendimi daha fazla bölemem kimseye. yarım kalan cümlelerimi tamamlayamamanın rahatını yaşayamam. anlattıklarımın, anlaşılırlığını düşünmeden konuşamam... "beni anlıyor musun?" diye sorabileceğim tek insan olman ne güzelmiş. çünkü senden başka kimseye yeterince iyi anlatabildiğimi düşünemedim. hep bu yüzden olsa gerek biraz da; "anlatabildim mi?" diye sordum. anlatabilme telaşı içinde konuşmayalı uzun yıllar oluyor. anlatabilir miyim diye düşüneceklerimi senden başkasıyla konuşmayalı seneler oluyor... şimdi bir yabancı fırtına içinde yalana çarpmadan yürüme çabası... şimdi bakıp da yüzlerine hissettiklerini anlayamama beceriksizliği içinde yalnızlığa direnmeler... şimdi bir gitmek anında sana, "AĞLAYASIM VAR, OMZUNU VERSENE" bile deme lüksümün yoksunluğu... şimdi sana ilk defa sarılmanın korkusu özlemden ötürü... beynimin içinde dönüyor "biz". her güzel, her kötü, her acı, her tatlı... her birlikte yaşamışlık birbirine çarpıp sağa sola düşüyor. toparlayamıyorum. hiçbirini koyup cebime gidemiyorum.boyumdan büyük bavulların fermuarları zor kapandı, oysaki hiçbiri yüreğimden büyük değildi. seni sığdıramıyorum şimdi yüreğime ama. ne de olsa ben de en çok kaldığın yere aitim. ben gitmeyi beceremiyorum, anladım. bunu, gittikten sonra becereceğim sanırım. ilk defa bir şeyi yanyanayken değil de uzaktan öğreneceğiz ama güzel olanı da bu; yine birlikte öğreneceğiz. sana bir başka şehri, bir başka şehrin insanlarını anlatacağım. gözünde canlanana kadar yazacağım. kahve molası verilecek kadar uzun mektuplarla kalmışlığıma uzanmaya çalışacağım, ellerimin yetişemediği yerde mektupların gelecek. bir türlü bilmedik vedalaşmayı, sonların hatlarını çizmeyi. bak beceremiyorum şimdi sana hoşçakal demeyi. bu uzayıp gidecek böyle, belli. hadi hep olduğu gibi yapalım o zaman... zorlamadan, zorlanmadan... kime ne zararı olacak ki! o mantık dediğine fazla güvenme içinde duygu olmayan mantık keraat cetveli gibidir ezberden ibaret... oysa yaşam hep daha fazlasıdır, mantıkla açıklayamazsın bazı şeyleri... hele aşkta mantık yoktur sevgili... sadece kapa gözlerini... ben de kapadım... kapanmayacak bir hesaba inat... susma artık sende birşey söyle... susacak kadar zamanımız yok... gel hadi gel... beni kendinden mahrum bırakma... o kadar uzakta değil evim... hele kalbim çok yakınında... bak işte orada görüyor musun? al onu al, başkasına bırakma... sana ait olanı verme bir başkasına... -yarın bana kahvaltıya gel. patatesli yumurta yapacağım sana. sonra birer kahve içer, sahile ineriz. hava soğudu ama kalın giyin biraz... hadi yarın görüşürüz, DOSTUM!!!
-
Sanma Hainlik Hep Prim Verecek! (biraz ağır ama hakediyorlar)
Devletler Hukuku nedense Türkiye'yi tazminat ödemeye zorluyor ve üstelik bizim böyle bir suç işlemişliğimizde yokken... Almanlar İsrail'den özür diliyorsa bu atalarının yapmış olduğu ve tarihin tanık olduğu gerçek bir soykırım yüzündendir... Biz kendi topraklarımızda kendi kimliğimizle ırkçı olmakla suçlanırken hakkımızı arayacağımız bir merci, bir platform bulamıyoruz hatta bunu kendimiz bile oluşturamıyoruz... sevgili 4mevsim, eğer yek vücut olacaksak bunu Cumhuriyetin bütün kazanımlarında yapabilmeliyiz... Şehitleri ayrı, Cumhuriyeti ayrı savunamayız... Herhangi bir parti yada kişi kayırmaksızın bunun üzerine gitmek zorundayız... ama ne yazıkki bu mümkün olamıyor hala bir takım savunur gibi parti yada adam savunuyorlar... oysa kişiler gidecekler partiler gidecekler Türkiye Cumhuriyeti ise biz sahip çıkarsak kalacak... yoksa sınırlarınıda, rejiminide, bayrağınıda, dilinide başkaları belirleyecek biz ise şehitler ölmez, vatan bölünmez diye diye boş naralar atacağız... kendi arasında bile birlik olamamış milletin geleceğini kurması kolay olmayacak belkide imkansız olacak... evet güzel söylüyorsun içimizdeki farklılıkları teferruat alarak ÖNCE VATAN ve onun bölünmez bütünlüğü ve önce VATAN'ın değiştirilemez rejimi diyebilmeliyiz... aksi taktirde bizi Ermeni soykırımı ile tehtit etmeye ve Kürtlere azınlık hakları adı altında taviz vermeye devlet eliyle mahkum edecekler... Bunun adı dayatmadır Amerikan ve haçlı dayatması ama bunu bize asıl yapanlar bizim kendi içimizde... UYUM YASALARI gözden geçirilsin ve Abdullah Gül'ün dışışleri bakanıyken imzaladığı gizli anlaşmanın hesabı kendisine bizzat sorulsun... bu konuda açıklama yapsın ve bize hala neyi neden beklediğimizi verilmiş tavizler ve sözler olup olmadığını tüm dürüstlüğü ile açıklasınlar... tabi dürüstlerse...
-
hayatı en iyi ne anlatır?
En Büyük Kaçış (?) Büyük aşklar yaşamak için çok mu sıradandı? Bunu hep merak eder. Deniz seviyesinde mesela bir atmosfer basınçta ne kadar yükselebilir? Bu da soru mu şimdi, Allah kahretsin ! Bir türlü, bir türlü.... Türlü türlü düşünceler düşünmesini engeller böyle. Sıradan mı, sıradanlaşmış mı, sırlaşmış. Sırası mı değil? Sırası karışmış, sırasını şaşırmış... Kim bilir? Evet, sıradışılaşmış. Bunu da o söylüyor kendine. Ölçüleri böyleydi ya. Şimdiki değişim ona bunu söyleten. Ne değişmiş, kabuğunu mu kırdı? Kırılan bir şey yok henüz kalbi dışında. O da zaten kırıktı. Buna sebep aramayı çoktan bıraktı o. Şimdi neyi arıyor öyleyse, kendini mi? Bulursa bilecek, bulduğunda görecek. Zaman? Evet, zaman. Bir şeylerin değiştiğinin farkında. Değişmeye karar vermesi değil önemli olan, bunu önceden de yapmıştı. Bu yönde iradesini kullanıyor şimdi. Yok canım, bir şey becerdiği falan yok! Yani tek başına becereceği bir iş değil bu. Karşıdan yardım aldı mı? Öyle, aldı, ama ya yeterli olmadı ya da yarım kaldı. Şimdi yine zaman, o en amansız düşman. Onun kollarına mı bırakacak kendini? Ne sandın, kimin kollarını isterdin? Efendim? Olur ! Hak ettin mi? Çalış önce çalış bakalım, sonra bakarız. Evet bu sözler tanıdık ve hiç inandırıcı değiller şimdi de. Sen bilirsin oğlum, senin hayatın. Tamam bunu biliyor. Bu onu en çok acıtan gerçek zaten. O’nu nasıl katacak bu hayata, kolay mı? O kadar zor geliyor ki. Sadece şartlardan mı zorluk? Elbette değil. Burada da irade. Zor olanı bu sefer iki kişinin iradesinin gerekli olması. Davet, icabet... iradelerin tükendiği aralık bu. Yine karamsar. Kendiyle konuşurken hep böyle. O’ nun hayatına dair iyimserdi oysa. Öyle olmasını istiyordu. Dilekleriydi ağır basan. Kendi karamsarlığı O’nu davetini engelliyor şimdi. Kötülük edecek gibi geliyor. Bunu yapamaz oysa. Bu düşünceyi aşmalı, zarar vereceğini düşünmemeli, istese de yapamaz. Tamam, bunu anladık, zarar vermeyeceksin, başka? Ne başkası? Ne katacaksın, neyi değiştireceksin, üreteceksin, çoğaltacaksın? İradeymiş, hadi bakalım anlat şimdi bu irade ne iş yapacak? Bilmiyor. Strateji? Kaç hamle sonrasını göremiyorsunuz? Çok! Peki, tüm bunları yaptın, ne işe yarayacak? Mutluluk? Kim mutlu olacak? Sen, o? Ya olmazsa? O zaman bütün bunlar niye? Sen sor diye! Yeter ama! Kalktı, hızlı hızlı yürüdü. Lanet olsun! İnsan kendinden nasıl kaçar? Nasıl? Yok, hayır, bu değil. Bu olmaz! Neden? O’nu seviyorum, O’nu seviyorum, O’nu seviyorum, O’nu...... Daha da hızlandı. Ali Öztürk
-
SENİ BİR ANIT BIRAKTIM KENDİNE!
BU AŞK BURADA BİTER Bu aşk burada biter ve ben çekip giderim Yüreğimde bir çocuk cebimde bir revolver Bu aşk burada biter iyi günler sevgilim Ve ben çekip giderim bir nehir akıp gider Bir hatıradır şimdi dalgın uyuyan şehir Solarken albümlerde çocuklar ve askerler Yüzün bir kır çiçeği gibi usulca söner Uyku ve unutkanlık gittikçe derinleşir Yan yana uzanırdık ve ıslaktı çimenler Ne kadar güzeldin sen! nasıl eşsiz bir yazdı! Bunu anlattılar hep, yani yiten bir aşkı Geçerek bu dünyadan bütün ölü şairler Bu aşk burada biter ve ben çekip giderim Yüreğimde bir çocuk cebimde bir revolver Bu aşk burada biter iyi günler sevgilim Ve ben çekip giderim bir nehir akıp gider Ataol Behramoğlu
-
SENİ BİR ANIT BIRAKTIM KENDİNE!
Bidenem ben sana teşekkür ederim... Değişir yönü rüzgarın Solar ansızın yapraklar; Şaşırır yolunu denizde gemi Boşuna bir liman arar; Gülüşü bir yabancının Çalmıştır senden sevdiğini; İçinde biriken zehir Sadece kendini öldürecektir; Ölümdür yaşanan tek başına, Aşk, iki kişiliktir. Bir anı bile kalmamıştır Geceler boyu sevişmelerden Binlerce yıl uzaktadır Binlerce kez dokunduğun ten; Yazabileceğin şiirler Çoktan yazılıp bitmiştir; Ölümdür yaşanan tek başına. Aşk, iki kişiliktir Avutmaz olur artık Seni bildiğin şarkılar; Boşanır keder zincirlerinden Sular tersin tersin akar; Bir hançer gibi çeksen de sevgini Onu ancak öldürmeye yarar: Uçarı kuşu sevdanın Alıp başını gitmiştir; Ölümdür yaşanan tek başına. Aşk, iki kişiliktir. Yitik bir ezgisin sadece Tüketilmiş ve düşmüş gözden; Düşlerinde bir çocuk hıçkırır Gece camlara sürtünürken; Çünkü hiç bir kelebek Tek başına yaşamaz sevdasını, Severken hiç bir böcek Hiç bir kuş yalnız değildir; Ölümdür yaşanan tek başına, Aşk, iki kişiliktir. Ataol Behramoğlu