Zıplanacak içerik

muki

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

muki tarafından postalanan herşey

  1. muki şurada cevap verdi: efe doga başlık Çorum
    2. Ramses’in Mısır tahtına oturması ile (İÖ 1290), Suriye siyasetinde Hititler’in aleyhine değişiklikler oldu. Adı geçen firavun, herhalde Hititler’e karşı girişeceği büyük bir savaşa hazırlık olmak üzere daha egemenliğinin 4. yılında Suriye üzerine yürümüş ve elde ettiği başarılar sonucunda, önceki bölümde adı geçen küçük ülkelerden Amurru’nun kralı Benteşina, Hititler ile yaptığı ittifakı bozarak, Mısır’ın yanında yer almak zorunda kalmıştı. Firavunun 5. egemenlik yılında ise, Hitit-Mısır ilişkileri çok gergin bir durum gösteriyordu. Savaş kaçınılmaz olmuştu (İÖ 1285). 2. Ramses’in komutasındaki Mısır ordusu Kadeş’e yaklaştı. Ramses’in komutasındaki Mısır ordusu Kadeş’e yaklaştı. Savaşın hazırlık evresi için Hitit belgeleri fazla bilgi vermemektedir. Sadece 3. Hattuşili otobiyografisinde savaştan şöyle söz etmektedir: Kardeşim Mısır’a sefere çıktığında, benim yeniden iskan ettiğim (Hattuşili, olasılıkla Kaşka tehlikesi yüzünden terk edilmiş olan bölgelere yeniden yerleşmeler yaptığını söyler) bölgelerden aldığım askerleri ve arabalı savaşçıları Mısır ülkesine, kardeşimin seferine götürdüm... Komuta bendeydi. 2. Ramses’in zafer kitabında ise, Hitit ordusu içinde Kaşka, Maşa, Arzawa, Kizzuwatna gibi bölgelerin askerlerinin bulunduğu yazılıdır. Yine savaşın taktik hatası yapmış ve ordusunu oluşturan dört birliği, birbirinden çok uzak mesafede Kadeş üzerine sürmüştü. Ancak tutsak alınan bazı Hitit gözcülerinin anlatımından durumun farkına varıldı: Muwatalli, Mısırlılar’ın umdukları gibi Halep yakınında değil, hemen Kadeş’in gerisinde bekliyordu. Mısır orduları bu duruma göre savaş düzeni almaya başlayamadan, Hitit savaş arabaları Mısırlılar’ı yandan vurdular. Mısır kaynaklarına göre, Hitit ordusunda 3500 araba ve 1700 yaya asker bulunuyordu. Bundan sonra ne olduğunu kesinlikle bilmiyoruz. 2. Ramses, zafer kazandığından söz etmekteyse de, bu gerçeğe pek uygun görünmemektedir. Çünkü, Hitit kuvvetlerinin Şam’a kadar ülkeyi yakop yıktıları ve Amurru’nun tekrar Hitit vasallığına döndüğü bilinmektedir. Hititler’e ihanet etmiş sayılan Benteşina da krallıktan uzaklaştırılmış, yerine Şapili getirilmiştir. 3. Hattuşili, kardeşi Hitit kralı Muwatalli’ye Mısır’a karşı kazanılan bu savaşta yardım ettikten sonra ülkesine geri dönerken, Lawazantiya (kesin yeri belli değildir) kentine uğradığını ve orada Tanrıça Şauşga’nın (İştar’ın diğer adı) rahibi Pentipşarri’nin kızı olan ve kendisi de aynı tanrıçanın rahibesi görevinde bulunan Puduhepa ile evlendiğini yazmaktadır. Hattuşili otobiyografisinde bu evliliğe kutsal bir hava vermeyi, bu evliliğin tanrıların bir isteği olduğunu söylemeyi ihmal etmemektedir. Bu eş, kocası ile birlikte, Hitit tarihinin en etkin kraliçesi olacaktır. Hattuşili’nin kardeşinin krallığı sırasında, sonraki dış siyasetini de etkileyecek bir başka icraatı da, ülkesine dönerken, Dattaşa’daki Muwatalli’ye uğrayıpi onun tahtından indirdiği Amurru kralı Benteşina’yı kurtarması ve beraberinde Hakmiş kentine götürmesidir. Hangi nedenle buna gerek duyduğunu bilemiyoruz. Ancak, Hakmiş’te ona bir ev vermiş ve kendi deyimiyle hiç kötülük yapmamıştır. Hattuşili’nin yokluğunu fırsat bilen Kaşkalar’ın ülkenin kuzey kesimlerini, Hakmiş’i de içine almak üzere yeniden ele geçirdiklerini yine onun ağzından öğreniyoruz. Fakat o, Kaşkalar’ı sürmüş ve bu kez kendisini Hakmiş kralı, Puduhepa’yı da kraliçe ilan etmiştir. Böylece, yukarıda değindiğimiz gibi, ülke onunla resmen Hitit kralı olan kardeşi değindiğimiz gibi, ülke onunla resmen Hitit kralı olan kardeşi arasında adeta paylaşılmış olur. Muwatalli’nin ölümünden sonra Hitit tahtına, bir harem kadınından olan oğlu Urhi-Teşup geçmiştir. Telipinu fermanına göre, böyle ikinci dereceden oğullar, ancak birinci dereceden erkek çocuk yoksa, kral olabileceklerdi. Bu duruma göre, Muwatalli’nin bölye bir oğlu olmadığı anlaşılmaktadır. 3. Hattuşili, Urhi-Teşu’un tahta geçişinde kendisinin yardımcı olduğunu belirtmekte ise de, kendisinin onu devirerek krallığı elde etmesinde, 3. Murşili adıyla tahta çıkan Urhi-Teşup’un bir harem kadınından doğmuş olmasının rolü olmalıdır. Hattuşili’nin ona karşı isyan edişine bu da bir özür oluşturmuştur. Otobiyografisinde bu açıkça bellidir; Hattuşili kardeşine olan saygısından, onun ölümünden sonra bir şey yapmadığını belirtmektedir. 3. Murşili adıyla tahta oturan Urhi-Teşup’un ilk işi, başkenti tekrar Hattuşa’ya nakletmek olmuştu. Zaten yeni kralın iç siyasetinin temelini, merkezi otoritenin Yukarı Ülke’yi gittikçe daha çok etkileyecek biçimde genişletilmesi oluşturmaktaydı. Babası Muwatalli’nin Aşağı Ülke’de bulunduğu sırada Hattuşa ve yöresinin yönetimi kendisine verilmiş olan ve amcası Hattuşili ile iyi dost oldukları anlaşılan Baş Yazman Mittannamuwa’nın Urhi-Teşup tarafından görevden alınması da, yine kuvvetin tek elde toplanması yolunda atılmış bir adımdı. Urhi-Teşup’un dış siyaseti ile ilgili fazla bir şey bilmiyoruz. Amcası, onu pek tecrübesiz ve yeteneksiz bir kral gibi göstermek istemektedir. Fakat elimizde, Hattuşili’nin oğlu kral 4. Tuthaliya zamanında yazılmış bir belge vardır ki, bunun yardımı ile, Urhi-Teşup’un Asur kralı ile birbirlerine karşılıklı mektup ve elçi gönderdikleri ve dost oldukları anlaşılmaktadır. Ayrıca kız kardeşini Anadolu’nun batısındaki Şeha Irmağı ülkesinin beyine eş olarak verdiğini de öğreniyoruz. Hattuşili’nin anlatımına göre Urhi-Teşup’un amcasını en öfkelendiren hareketi, onun elinden en önemli 2 kenti almak istemesi olmuştur: Ve benim elimden Hakmiş ve Nerik’i aldı. Artık dayanamadım ve ona isyan ettim. Fakat ona isyan ederken (din açısından) pis (bir şey) yapıp, ona arabada ya da evde saldırmadım. Ona (sadece) şöyle düşmanca haber ilettim: ‘Bana karşı kavgayı başlattın. Ve sen büyük kralsın, senin bana bıraktığın tek kalede, yalnız ben kralım. Haydi! Bizim hakkımızda Şamuha kenti İştar’ı ve Nerik kenti Fırtına Tanrısı karar versin.’ Ben Urhi-Teşup’a böyle yazdığımda, eğer biri deseydi ki ‘Sen onu önce krallık mevkiine çıkartıyorsun? (O zaman diyecek oydu ki) ‘Benimle kavgaya başlamasaydı! (O iyi davransaydı, tanrılar) bir küçük kralın bir büyük kralı yenmesine izin verirler miydi?’... Ben ona bu sözleri yazınca, o, Maraşşantiya (Kızılırmak) kentinden hareketle, Yukarı Ülke’ye geldi. Yanında, Armadatta’nın (yani Hattuşili’ye düşman olan kişi) oğlu Şipaziti de vardı; onu Yukarı Ülke’nin ordularına karşı asker çıkarmakla görevlendirmişti. Fakat, Şipaziti bana düşman olduğundan, bana karşı hiç başarı kazanamadı. Efendim Tanrıça İştar bana krallığı daha önce söz verdiğinden, o sırada, karımın rüyasında göründü: ‘Kocana destek olacağım. Bütün Hattuşa da kocanın yanını tutacak. Ben onu üstün tutuğum için, onu kötü bir (tanrısal) mahkemeye, bir kötü (niyetli) tanrıya, hiçbir zaman terk etmem. Onu şimdi de yükselteceğim ve Arinna’nın Güneş Tanrıçası’nın rahipliğine getireceğim. Sen de, bana, İştar’a güven.’ İştar, efendim, benimle ilgilendi ve bana söylediği gibi de oldu. İştar’ın kudretinde burada da mazhar oldum. Urhi Teşup’un bir zamanlar kovduğu (yani görevinden uzaklaştırdığı) beylerin rüyalarında da efendim İştar göründü ve onları (uyardı): ‘Bütün Hatti ülkelerini ben İştar tekrar Hattuşili’ye verdim.’ O (yani tanrıça) Urhi-Teşup’u hiçbir yere bırakmadı, onu Şamuha kentinde, bir domuzu ahırına hapseder gibi, hapsetti. Bana düşman olan Kaşkalar da tekrar bana döndüler, bütün Hattuşa tekrar bana döndü. Kardeşime olan saygımdan, ben ona bir şey yapmadım, Urhi-Teşup’u bir esir gibi yanıma alarak Şamuha’dan çıktım. Ona Nuhaşşe ülkesinde müstahkem kentler verdim ve orada oturdu. O yeni bir isyana kalkışıp, Babil’e kaçacaktı. Ben bunu işitince, onu yakaladım ve deniz tarafına gönderdim. Şipaziti’nin de sınırı geçmesine göz yumuldu, ama, ben onun evini aldım ve Tanrıçam İştar’a verdim... Prenstim, saray muhafızları komutanı oldum; saray muhafızları komutanı idim, Hakmiş kralı oldum; Hakmiş kralı idim, (sonunda) büyük kral oldum... Efendim Tanrıça İştar bana Hatti ülkesinin krallığını verdi, büyük kral oldum... Benden önceki krallara, öncüllerime ve dost olan (krallar) bana da dost oldular. Bana elçiler yollayıp armağanlar gönderdiler. Bana gönderdikleri armağanları benim babalarıma ve atalarıma göndermemişlerdi. Bana uyruk olmak zorunda olan krallar, uyruk oldular. Bana düşman olanları yendim. Hatti ülkelerine toprak üzerine toprak kattım... Oğlum Tuthaliya’yı da senin (Tanrıça İştar’ın) hizmetine verdim. İştar tapınağını oğlum Tuthaliya üstlenecektir. Ben nasıl tanrıçanın hizmetkarı isem, o da tanrıçanın hizmetkarı olsun. Gelecekte, Hattuşili ve Puduhepa’nın soyundan olanların elinden kim İştar’a hizmet görevini alırsa, kim Şamuha İştarı’na ait tapınağa, mala, mülke, eşya ve ambarlarına göz dikerse, o, Şamuha İştarı’nın mahkemesi önüne çıkacaktır. Kimse (onun) mallarından vergi almasın. Ve gelecekte, Hattuşili ve Puduhepa’nın çocukları, torunları ve onların soyundan olanlardan kim başa geçerse, tanrıların arasında (en fazla) Şamuha İştarı’nı kutlasın! Görüldüğü gibi, Hattuşili, 3. Murşili adıyla tahta çıkmış olan yeğeni Urhi-Teşup’u sürekli Tanrıçası İştar’ın yardımlarıyla alt ettiğini vurgulamaktadır. Onu, hiçbir zaman krallık adı olan Murşili adıyla anmaması da ilginçtir ve Urhi-Teşup’un amcasının gözünde hiçbir zaman kral sayılmadığını kanıtlamaktadır. Hattuşili’nin kral olmaya niyetlendiği, karısı Puduhepa’nın da onu kral olarak görmek istediği, anlatılan rüyalardan açıkça belli olmaktadır. Puduhepa’nın rüyasında, Hattuşili’nin İştar tarafından Arinna’nın Güneş Tanrıçası’nın rahipliğine yükseltilmesi, bu görevin sadece büyük kralın sahip olabildiği bir dinsel unvan olması dolayısıyla, Hattuşili tarafından kendisine İştar’ın krallık vaat ettiği biçiminde yorumlanmaktadır. Görüldüğü gibi, kralın yaşamında rüyalar çok önemli bir yer tutmaktadır. İştar, yüksek mevkilerde bulunan beylerin de rüyalarına girerek, onlara, krallığı Hattuşili’ye vereceğini bildirmiştir. Öyle görülmektedir ki, Hattuşili bir rahip ve İştar’a bağlı biri olduğu için arkasına tüm rahip kitlesini almış ve onların da etkisi ile yandaşlarının sayısını artırmıştır. Ayrıca kendi tutkularını da gizleyerek, yaptıklarının tanrı isteği olduğuna, etrafını olduğu kadar, herhalde kendini de inandırmıştır. Hattuşili, yeğeni ile doğrudan bir savaştan söz etmemektedir. Büyük bir olasılıkla, kendi yanına çekmeyi başardığı beyler, Urhi-Teşup’u kaçmasına fırsat vermeden tutuklamışlardır. Urhi-Teşup’un Nuhaşşe’ye gönderilmesi, arkasında kaçış planlarının haber alınmasından sonra deniz yönüne sürgüne gönderilmesi anlatımlarından, özellikle ikincisi, biraz üstü kapalı geçiştirilmeye çalışılan bir gerçeğin anlatılması izlenimini yaratmaktadır. Deniz yönüne sözlerinden acaba ne kastedilmektedir? Eğer, sürgün yeri olarak Kıbrıs Adası seçilmiş ise, bunun açıkça belirtilmesinden kaçınılmasının nedeni olmalıdır. Belki de Hattuşili, Urhi-Teşu’un aldığı bütün önlemlere karşın, elinden kurtulduğunu söylemek istememekte ve bundan dolayı dolambaçlı anlatımlara başvurmaktadır.’ Gerçekten de Mısır firavunu 2. Ramses Anadolu’nun batı kesiminde bulunduğuna daha önce değindiğimiz, Mira ülkesi kralına yazdığı bir mektupta Urhi-Teşup’tan söz etmektedir. Anlaşıldığına göre Mira beyi, Ramses’e daha önce bir mektup yazarak, Urhi-Teşup’un durumu ile ilgili bazı bilgiler vermiş ya da ondan bilgiler istemiştir. Belki de Urhi-Teşup’u Hattuşili’ye karşı kullanmak amacını güden isteklerde bulunmuştur. Ramses ise mektubunda, durumun Mira beyinin yazdığı gibi olmadığından bahisle, kendisi ile Hatti kralı arasında bir antlaşma bulunduğunu (bu antlaşma 1270 yıllarında imzalanan ve Kadeş savaşının sonucunu belirleyen belgelerdir) ve artık barış içinde yaşamak istediklerini yazmaktadır. Ayrıca, yine firavunun anlatımına göre, Hatti kralı ondan Urhi-Teşup’un olasılıkla kaçarken beraberinde götürdüğü altın, gümüş ve bakır eşyasını ve atlarını vermesini de istemiştir. Mektubun ondan sonrası kırıktır, ancak, Ramses’in Mira kralına, bu işe bulaşmak ve Urhi-Teşup yüzünden Hatti ile arasını bozmak istemediğini yazmasının nedenini anlamak güç değildir. İşin ilginç yanı, bu mektubun Hattuşa arşivinde elimize geçmiş olmasıdır. Büyük bir olasılıkla, iyi bir diplomat olan Mısır firavunu, Urhi Teşup’u Hattuşili’ye geri vermemiş, ama onun başkaları tarafından Hitit kralına karşı bir koz olarak kullanılmasına da engel olmuştur. Herhalde iyi niyetini belirtmek için de, Mira kralına yazdığı ve onu bu işe karışmaması için uyardığı mektubun bir kopyasını Hattuşili’ye de göndermiştir. Böylece, Hatti kralına kendi sadakatini kanıtlamış olmakta, hem de ona karşı girişilen komplolardan onu haberdar etmektedir. Hattuşili ise, Urhi-Teşup’un Mısır’da kalmasının kendisi için bir tehlike yaratmayacağına emin olmalıdır ki, bildiğimiz kadarıyla bu yüzden Ramses ile aralarından yeni bir sorun çıkmamıştır. 3. Hattuşili’ye ait yeterli belgeye sahibiz. Ancak, bunları kronolojik bir sıraya sokmakta güçlük çekiyoruz. Buna karşın özellikle dış siyasetinin ne olduğu ana çizgileriyle belirlenebilmektedir. Kendi otobiyografisinde de anlatıldığı gibi, zorunlu olanlar zaten Hititler ile dost geçinmeye çalışmış, karşı çıkanlar ise, eğer yeteri derece güçlü değiller ise, Hattuşili tarafından yenilmişlerdi. Bu arada, iki düşmanı birbirine kırdırmak gibi taktiklere başvurulduğunu da öğrenmekteyiz. 3. Hattuşili, 1. Salmanasar döneminde Asur ile iyi ilişkiler içindeydi. Oysa ondan önce Adadnirari döneminde, Asur’un Hatti ülkesine pek dost olmadığı, yazarı belirlenemeyen bir Hitit kralının şu mektup müsveddesinden anlaşılmaktadır: ... Hurriler’e karşı kazandığın zaferlerden söz edip duruyorsun. Silah gücüyle kazanmışsın... büyük kral olmuşsun. Fakat neden hep kardeşlikten dem vuruyorsun? Sen ve ben sanki bir anadan mı doğduk. Bunun yazarının Muwatalli olması olasıdır. Hattuşili döneminde işlerin düzeldiği, elçilerin gidip gelmesinden ve armağanların karşılıklı gönderilmesinden bellidir. Fakat bu ilişkilerin nasıl iyi duruma gelebildiği, eğer şu mektup Asur kralına yazıldı ise (bunu kesin olarak saptayamıyoruz), kolay anlaşılır değildir: Ben krallığa geçtiğimde, sen bana elçi göndermedin. Oysa bir kralın tahta geçmesinde gelenek, kendi düzeyindeki kralların ona güzel kokulu yağlar ve bir krali elbise armağan etmesidir. Oysa sen bunların hiçbirini yapmadın! Diğer yandan, Babil kralına Hattuşili’nin yazdığı bir mektupta da şunları okuyoruz: Duydum ki, kardeşim erkek olmuş, ava çıkıyormuş! Kardeşim Kadaşman-Turgu’nun adını fırtına tanrısı yükselttiği için, çok sevinçliyim. Şimdş kardeşimie diyorum ki: ‘artık git ve düşman ülkesini yağmala! Düşman ülkesine sefer düzenle ve düşmanı yen! Bil ki sefere çıktığın ülke karşısında sayıca 3-4 kez daha üstünsün! Düşman ülkesinin adını vermemesine karşın, bunun Asur’dan başka bir ülke olamayacağı açıktır. Aynı tüm bir anlatıma da 3. Hattuşili’den sonra tahta geçen oğlu Tuthaliya’nın, Asur kralı Tukultininurta’ya yolladığı mektupta rastlanır. Bunda da, kralın kendisinden 3-4 kat daha az sayıda olan bir düşman ülkesine sefere yapması dileğinde bulunulmaktadır. Hattuşili’nin Asur ve Babil özellikle Asur’un dikkatinin Hatti sınırından uzaklaştırılması biçiminde uygulanmıştır. Dış görünüşteki dostluğa karşın, iki tarafın birbiri için iyi emeller beslemediği böylece ortaya çıkmaktadır. Yukarıda, 3. Hattuşili’nin, kardeşi Muwatall’nin Amurru tahtından attığı Benteşina’yı onun elinden alıp, Hakmiş’e götürdüğüne değinilmişti. Benteşina’nın Urhi-Teşup zamanında da orada kaldığını düşünmek hatalı olmayacaktır. Hattuşili otobiyografisinde, yeğeni Urhi-Teşup’a 7 yıl sabırla dayandığını belirtmektedir. Bu kadar uzun süre Benteşina orada ne yapmıştır, bunu bilmiyoruz. Fakat hemen şunu da söylememiz gerekir ki, Hattuşili tahta geçmek için 7 yıl beklememiş de olabilir. Bu 7 sayısı, uzun süre beklediğini anlatmak için kullanılmış bir mecaz da sayılabilir. Urhi-Teşup’u krallıktan atar atmaz Hattuşili, eski dostu Benteşina’yı yeniden Amurru krallığına geçirmiş ve onunla bir antlaşma imzalamıştır. Bu antlaşmanın aile bağlarıyla da pekiştirildiği, şu satırlarda okunmaktadır: Büyük Kral Muwatalli ölünce, ben Hattuşili, babamın tahtına oturdum. Benteşina’ya ikinci kez Amurru (krallığını) verdim; babasının evini (yani sarayını) ve krallık tacını ona verdim. Aramızda (gerçek bir) dostluk kurduk. Benim oğlum Nerikkaili, Amurrulu Benteşina’nın kızını eş olarak aldı. Ben de kızım Gaşşulawi’yi, Amurru kralı sarayına, Benteşina’ya eş olarak verdim. O Amurru’da kraliçelik mevkiine geçecek. Amurru ülkesinde krallığın kızımın çocukları, torunları sürdürecekler... Amurru ülkesinin egemenliğini, Benteşina’nın, oğlunun, torununun, Benteşina’nın kardeşinin ve benim kızımın soyunun elinden kimse almasın... Bugünden sonra sen, efendin Büyük Kral Hattuşili’yi ve efendin Büyük Kraliçe Puduhepa’yı ve onların torununu krallık açısından kollamazsan, tanrılar önünde ettiğin bu and (ın lanetine uğra!). Böylece, Amurru ülkesinde Hititler kendilerine bağlı bir vasal kral daha yaratmışlardır. Mısır’la olan ilişkilere gelince; Muwatalli ile 2. Ramses arasındaki Kadeş Savaşı’nın ardından yıllar geçmesine karşın, iki ülke arasında ne yeni bir savaş çıkmış, ne de barış antlaşması yapılmıştı. İki taraf da statükonun bozulmasını arzu etmiyor gibi davranıyor, birbirlerinden çekiniyorlardı. Savaş, Ramses’İn 5. krallık yılında olmuştu, Hatti ve Mısır arasındaki antlaşma ise Ramses’in tahta geçişinin 21. yılına rastlamaktadır. Aradaki bu 16 yıllık süre içinde, Hattuşili ile Mısır firavunu arasında elçiler ve mesajlar gidip gelmiştir. Urhi-Teşup Mısır’a kaçmış ve geri verilmemiş olmasının da antlaşmanın gecikmesinde büyük rolü olmuştur. Sonuçta imzalanan antlaşmanın Urhi-Teşup’un da geleceğni etkileyip etkilemediğini bilmiyoruz. Antlaşma metni daha önce değindiğimiz gibi, o zamanın diplomatik yazışma dili olan Akadça ve Mısır dilinde hazırlanmıştı. Bir yüzünde Hattuşili, diğer yüzünde Puduhepa’nın mühür damgaları bulunan, gümüş bir tablet üzerine kazıttırılarak yazılmış ve Mısır’a gönderilmiş olduğunu bildiğimiz Akadça nüshası, ne yaık ki şimdiye değin elimize geçmemiştir. Fakat, aynı metnin kil bir tabletteki kopyası Boğazköy arşivlerinde bulunmuştur. Mısır tapınaklarında aynı konuyu işleyen yazıtlarda ise, Kadeş Antlaşması’nın, özellikle baş bölümleri Mısır’ı daha kazançlı ve Hititler’den daha üstün göstermek amacı ile değiştirilmiştir. Oysa, antlaşma tümüyle eşitlik temeli üzerine kurulmuştur. Bunda her iki kral da birbirlerini kardeş saymakta, yapılan antlaşmayla Hitit ve Mısır ülkeleri arasında güzel kardeşlik ve güzel barışın sonsuz olacağı belirtilmektedir. Yalnız antlaşmayı yapan taraflar değil, Hattuşili ve Ramses’in çocukları da bu barış içinde kardeş olmuşlardır. Ne Büyük Kral, Mısır kralı Ramses, sonsuza değin Hatti ülkesinden bir şey almak için saldıracak, ne de Büyük Kral, Hatti Kralı, Hattuşili, sonsuza değin Mısır’dan bir şey almak için saldıracaktır. Diğer yandan, eğer bir başka düşman, Hatti ülkesine sefer düzenlerse ve Büyük Kral, Hatti ülkesi kralı Hattuşili, bana haber yollarsa ‘gel, bana ona karşı yardım et’, Büyük Kral, Mısır ülkesi kralı Ramses savaşçılarını ve arabalarını yollayacak, Hatti ülkesinin öcünü alacaktır. Antlaşmada üstünde durulan sorunlardan biri de içteki isyanlardır: Ve eğer Hattuşili, Büyük Kral, Hatti ülkesi kralı, hizmetkarlarına (=uyruklarına) kızarsa ve onlar, ona karşı suç işlerse ve sen Büyük Kral, Mısır ülkesi kralı Ramses’e haber yollarsan, Ramses arabalarını ve askerlerini gönderecek ve karşı gelenleri yok edecektir. Doğal olarak, Hattuşili de, kardeşi Ramses, böyle isteklerde bulunursa, aynı yükümlülükleri yerine getirecektir. Suçluların geriye verilmesi de antlaşmada yer almaktadır: Ve Hatti ülkesinden bir adam kaçarsa, ya da 2 adam ya da 3 adam, Büyük Kral, Mısır ülkesi kralı, kardeşim Ramses’e gelirse, Ramses onları yakalayacak ve kardeşi Hattuşili’ye geri yollatacaktır. Bu sonsuz kardeşli ve barış antlaşması ile Hitit – Mısır ilişkileri bir daha bozulmamıştır. Hattuşili’nin Puduhepa ile olan evliliği Hitit tarihi içinde başlıbaşına bir bölüm oluşturur. Çünkü, kişiliği ve kudreti ile kraliçe Puduhepa’yı Hattuşili döneminden soyutlamaya olanak yoktur. Hattuşili otobiyografisinde, Puduhepa’ya rastladığı ve onunla evlendiği döneme değin, ailesi ile ilgili fazla bilgi vermez. Aslında, kardeşlerinin adlarını sayması dahi, diğer Hitit krallarının belgelerinde ana adı bile verilmediği düşünülecek olursa, Hattuşili’nin olağandan fazla aile bağlarına önem verdiğini gösterir. Kardeşlerden Muwatalli’nin, icraatını daha önce gördüğümüz Hitit kralı olduğunu biliyoruz. Adının Halpaşulupi olduğu bilinen diğer erkek kardeşten bir daha hiç söz edilmemektedir. Bunun, Muwatalli tahta geçmeden ölmüş olduğu düşünülebilir. Kız kardeş ise, Muwatalli zamanında Batı Anadolu beylerinden Şeha Irmağı Ülkesi’nin Maşturi adlı kralına gelin gitmiştir. 3. Hattuşili bu kardeşlerini saydıktan sonra, kendisinin Puduhepa’dan önce evli olup olmadığını, evlenmiş ise, çocuklarını da hiç söz konusu etmemektedir. Ancak bildiğimiz, Kadeş Savaşı’nda kardeş Muwatalli’ye yardım edip ülkesine dönerken, Lawazantiya kentine uğradığı ve oradan Pentipşarri’nin kızı Puduhepa ile tanrıların isteği üzerine evlendiğidir. Evlenme tarihi ile Kadeş Savaşı arasında bir yıl geçmiş olduğunu varsayarak İÖ 1284 tarihini elde ederiz. Gerek babası Pentipşarri, gerekse Puduhepa, Hurri kökenli adlar taşımaktadırlar. Lawazantiya kentinin yeri belli değildir. Ancak Puduhepa, bir yerde Kizzuwatna ülkesinin kızı, başka bir belgede ise Kummanni ülkesinin kızı olarak geçmektedir. Kizzuwatna, daha önce değindiğimiz gibi, bugünkü Çukurova ve dolaylarına, Kummani ise (Roma dönemindeki adı Commana) günümüzdeki Şar’a yerleştirilmektedir. Her iki yerin, Hititler döneminde aynı bölgenin sınırları içinde kabul edildiği, belgelerden anlaşılmaktadır. Hem babanın, hem kızının hizmetinde oldukları tanrı ise, Lawazantiya İştar’ı ya da Hurca adıyla Şauşga olarak bilinen tanrıcadır. Bütün bunlar, Puduhepa’nın Hurri kökenini açıkça vurgulamaktadır. Hattuşili ve Puduhepa’nın, kral ve kraliçe olmadan önce rahip ve rahibe görevlerinde bulundukları düşünülecek olursa, bize kalan belgelerin de neden bu kadar dindar gözüktükleri, neden her işlerinde tanrısal güçlerin karışmasına değindikleri daha iyi anlaşılır. Kraliçenin mühürlerinden biri üzerinde daha dindarlığı belli olmaktadır: Hatti ülkesi prensesi, yeryüzünün efendisi Arinna’nın Güneş Tanrıçası’nın gözdesi, Tanrıçanın hizmetkarı, Kizzuwatna ülkesinin kızı Puduhepa’nın mührü. Bu anlatımın elimize geçmeyen ve Mısır’a gönderildiği söylenen, Kadeş Antlaşması’nın yazılmış olduğu gümüş tabletteki mühür üzerinde kullanıldığı, bunun başka belgelerdeki tanımından öğrenilmektedir. Puduhepa gibi, hattuşili de dinsel görevlerini Ugarit’te bulunmuş bir mühründe belirtmiştir. Büyük Kral, Hatti ülkesi kralı, kahraman, Arinna’nın Güneş Tanrıçası’nın, Nerik kentinin Fırtına Tnarısı’nın ve Şamuha kentinin İştari’nın gözdesş, Hattuşili. Puduhepa’nın, her fırsatta tanrılara dua ettiğini, özellikle kocasının sağlığı ve uzun ömürlü olması için yakardığını, elimize geçen dua metinlerinden biliyoruz. Puduhepa, pek çok resmi belgeye, kocası ile birlikte mührünü koymuştur. Bunlardan çoğu ferman niteliği taşıyan metinlerdir. Kraliçenin dış siyasette etken olduğu, Ramses ile yapılan antlaşmaya da mührünü basmasından anlaşıldığı gibi, Mısır kralından gelen mektuplardan bir bölümü doğrudan doğruya kralından gelen mektuplardan bir bölümü doğrudan doğruya kraliçeye gönderilmiştir. Ramses’in 34. krallık yılında, bir Hitit prensesinin firavuna gelin gönderildiği bilinmektedir. Mısır’daki Abu Simbel’de bulunan ve düşün steli adıyla bilinen eserde, prensesin Mısır’a gelmesi anlatılırsa da Hattuşili’nin Mısır’a gitmemek için bahaneler bulduğu ve böyle bir seyahatten kaçındığı anlaşılmaktadır. Ramses, ... kardeşim beni görmeye gelse, birbirimizin yüzünü görsek diye, Hatti kralını çağırmış, ancak Hattuşili bu çağrıya majestenin ayaklarının yanması iyi olur olmaz uyacağını yazarak, karşılık vermiştir. Ramses’in haremine ikinci bir Hitit prensesinin daha gelin olarak gönderildiği de belgelerden öğrenilmektedir. Mısır kaynakları bu olayı şu sözlerle açıklamaktadır: Hatti prensi, Ramses’e, Mısır’a ikinci kızını gönderdiğinden, Hatti ülkesinden, Kaşka ülkesinden, Arzawa ülkesinden çok ganimetler ve ayrıca pek çok at sürüleri, pek çok sığır sürüleri gönderdi. İşte bu evlenmelerle ilgili olarak, Ramses’ten doğrudan Puduhepa’ya yollanan mektup çok ilgi çekici bir anlatım ve içerik taşımaktadır: Tanrı Amon’un gözdesi, Güneşin oğlu, Mısır ülkesi kralı, Büyük Kral Ramses şöyle der: ‘Hatti ülkesinin kraliçesi, büyük kraliçe Puduhepa’ya söyle ki, işte ben, kardeşin, iyiyim. Evlerim, oğullarım, ordularım, atlarım, arabalarım iyidirler. Ülkemde çok iyilik vardır. Sen, kız kardeşim, iyi olasın! Evlerin, oğulların, orduların, atların, arabaların iyi olsunlar! Ülkende çok iyilik olsun! Kız kardeşime şöyle söyle ki, işte elçilerim, kız kardeşimin elçileri ile birlikte bana geldiler. Onlar bana, kardeşimin, Hatti ülkesinin kralı, Büyük Kralın iyiliğini bildirdiler. Kardeşimin, kız kardeşimin ve ülkelerinizin iyi haberlerini alınca çok sevindim ve şöyle dedim ‘Çok şükür, iyidirler!’ Kız kardeşimin bana gönderdiği mektubu gördüm ve Hatti ülkesinin Büyük Kraliçesi olan kız kardeşimin çok güzel bir biçimde yazdığı konuları işittim. Kız kardeşime söyle ki, kardeşim Hatti ülkesinin kralı, Büyük Kral bana şöyle yazdı: ‘Kızımın başına güzel kokulu yapı dökecek kişileri gönder; onlar onu (prensesi) Mısır kralının, Büyük Kralın evine götürsünler.’ İşte, kardeşim bana böyle yazdı. Kardeşimin bana haber verdiği karar çok ve pek güzeldir. Mısır ülkesinin tanrıları ve Hatti ülkesinin tanrıları iki büyük ülkeyi ebediyen bir ülke olarak birleştirmek için bizi bu karara yönelttiler! Söz konusu edilen gelinin başına bir tür parfüm olan iyi kokulu yağ sürme işlemi, anlaşıldığına göre nişan töreninin bir bölümüydü. Tahta çıkacak veliahtların başına da parfüm sürmenin, bu çağın geleneklerinin olduğunu bilmekteyiz. Kraliçe Puduhepa’nın başka ne gibi devlet işleriyle uğraşmış olduğunu gösteren bir başka belge de, Kuzey Suriye’nin Akdeniz kıyısında, Ras Şamra’da bulunan Ugarit’teki Hitit uyruklu tüccarlarla ilgilidir. Bu tüccarlar, klasik dönemdeki adı Olba, şimdiki adı ise Uzuncaburç olan, Ura kentinde (Mersin’in batısında) oturmakta ve Suriye limanları ile iş yapmaktaydılar. Ugarit kralı Niqmepa’ya hitaben yazılmış bu belgede şöyle denmektedir: Senin bana yazdığın ‘Ura halkından olan tüccarlar, hizmetkarlarının ülkesini yük olmaktadır’ konusunda, ben, majeste Ura ve Ugarit halkı ile ilgili olarak şu karara vardım: Ura halkı iyi mevsimlerde Ugarit’teki işlerini görsünler. Fakat kışın Ugarit’ten kendi ülkelerine dönmeye zorunlu olsunlar. Böylece Ura halkı, kışın Ugarti’te kalmaya, ev ve arazi satın almaya izinli değillerdir. Bu da Hattuşili yanında Puduhepa’nın mührünü taşımaktadır. Puduhepa ve Hattuşili’nin kendi çocukları yanında, Hattuşili’nin önceki bir evliliğinden ya da harem kadınlarından da çocukları doğmuş olmalıdır. Benteşina’nın kızını alan Nerikkaili ve Benteşina’ya eş olarak verilen Gaşşulawi’nin Puduhepa’nın doğurduğu çocuklar olmaması gerekir. Çünkü, Benteşina, Hattuşili’nin, yeğeni Urhi-Teşup’u tahttan indirmesinden hemen sonra, yeniden Amurru krallığına geçirilmiş ve kendisi ile bir antlaşma imzalanmıştır. Bu tarihte Hattuşili ile Puduhepa’nın evliliği üzerinden ancak 9 ya da 10 yıl geçmiş olmalıdır ki, o zaman Nerikkaili ve Gaşşulawi’nin evlenecek yaşa gelmedikleri açıktır. Ancak, eğer, Benteşina ile yapılan antlaşma, onun tahta çıkarılışından çok sonra yazılmış ise, bu çocukların da Puduhepa’nın doğurduğu çocukları olabilmesi olasıdır. Ramses’e verilen kızların, bu Hitit çiftinin çocukları olması, yaşları açısından uygundur. Hatırlanacağı gibi, Hattuşili ile Puduhepa’nın evliliği Ramses’in 5. ya da 6. krallık yılına, bu prenseslerden birinin Ramses’e gelin gönderilmesi ise, firavunun 34. krallık yılına rastlar. Hattuşili’nin Puduhepa’dan önce evlendiğini söylememesine karşın, herhalde çocukları vardır. Zaten Puduhepa’nın kendisi de, saraya geldiğinde bulduğu çocukları bizzat büyüttüğünden söz eder. Ayrıca bir başka tablet üzerinde de, pek açık olmayan bir anlatım kullanılarak, Hattuşili’nin oğulları ve torunları ile, Puduhepa’nın soyu birbirinden ayrılmıştır. Hattuşili’nin ne zaman öldüğünü kesinlikle saptayamıyoruz. Ama kendinden sonra devletin başına, Puduhepa’nın doğurmuş olduğu bir oğulun geçtiğini belgeler kanıtlıyorlar. Bu oğul ise 4. Tuthaliya’dır. (İÖ 1250).
  2. muki şurada cevap verdi: efe doga başlık Çorum
    BÜYÜK BİR TARİH YAZICISI: 2. MURŞİLİ Babası Şuppiluliuma’nın icraatını da bize aktaran 2. Murşili, kendi döneminde olup bitenleri egemenlik yıllarına ayırarak, ayrıntıları ile vermektedir. Yıllık icraatlarının yazıldığı bu tür belgeler annal = yıllık olarak bilinir. 2. Murşili’nin yıllıkları Ön Asya tarih yazıcılığı içinde anlatım biçimi ve ayrıntılara girmesi açısından çok önemli bir yer tutar. Özellikle devletler arası antlaşma metinlerinin başlarına konan ve o güne değin, bu antlaşmanın yapıldığı devletle ilişkilerin nasıl geliştiğini özetleyen ve geriye bakış adını verdiğimiz bölümler, Hititler’de tarih bilincinin ne denli güçlü olduğunu kanıtlamaktadır. 2. Murşili yıllıkları, şimdiye değin Boğazköy arşivlerinde bulunmuş en geniş tarih içerikli belge topluluğunu oluşturmaktadır. Bunları birinci sınıf tarih kaynakları olarak değerlendiriyoruz. Bu bakımdan, Yeni İmparatorluk döneminin en güçlü krallarından biri olan 2. Murşili dönemi ile ilgili hemen hemen her şeyi bu kaynaktan öğrenebilmekteyiz. Elimizde bu kralın, biri ilk 10 yıllık süresini, diğeri daha ayrıntılı bir biçimde 20 ve daha ileri krallık yıllarını kapsayan belgelerinin iki ayrı versiyonu bulunmaktadır. Yalnız, bunların da tarihsel olayların kronolojisi bakımından bazı sakıncaları yok değildir. Bunun günümüze uygulayarak bir örnekle açıklamakta yarar vardır: Bir tarih kitabının cildinden ayrıldığını, içinden pek çok sayfanın yırtılıp atıldığını, geriye kalan ve üzerlerinde sayfa numarası bulunmayan diğerlerinin dağıldıktan sonra, biraraya getirildiğini varsayalım. İşte elimizdeki 2. Murşili yıllıkları çok değerli olmakla beraber, bu durumdadır ve tarihinin yorumuna gerek vardır. Diğer yandan, askeri seferlerde adları geçen çok sayıdaki kentin, dağın ve ırmağın bugünkü adlarını bilemiyoruz. Bu bakımdan, anlatılan bir askeri seferin nerede geçtiğini, orduların hangi yolları aşarak, nereye geldiklerini bazen kesinlikle anlayamıyoruz. 2. Murşili, babasının son günlerini (İÖ 1345) ve tahta gçemeden önce oluşan olayları şöyle özetlemektedir: Ben babamın tahtına oturmadan önce, yöredeki düşman ülkeler benimle savaşa girdiler. Babam tanrı olunca (yani ölünce), kardeşim Arnuwanda (2.) babasının tahtına oturdu. Fakat sonra o da hastalandı. Düşman ülkeler, kardeşim Arnuwanda’nın hasta olduğunu öğrendiklerin, gerçekten düşmanlığa başladılar. Fakat kardeşim Arnuwanda da tanrı olduğunda, henüz savaş açmamış olan düşmanlar da açıkça düşmanlığa başladılar, yöredeki düşman ülkeler şöyle diyorlardı: ‘Onun babası Hatti ülkesi kralı, kahraman bir kraldı. Ve düşman ülkeleri yenmişti. O şimdi tanrı oldu. Babasının tahtına oturan oğlu da (yani Arnuwanda 2.) eskiden bir savaş kahramanıydı. Fakat o da hastalandı ve tanrı oldu. Ama şimdi babasının tahtına oturan küçüktür. Ve o Hatti ülkesini ve Hatti ülkesine bağlı toprakları kurtaramaz. Babam uzun süre Mitanni ülkesinde kaldığından, efendim Arinna kentinin Güneş Tanrıçası’nın belirlenmiş (yani belli bir takvime göre yapılan) bayramları ile ilgilendim, onları kutladım. Ve Arinna’nın Güneş Tanrıçası’na ellerimi kaldırıp, dedim ki: ‘Efendim Arinna’nın Güneş Tanrıçası! Bana küçük diyen ve beni saymayan yöredeki düşman ülkeleri sürekli senin topraklarını almaya uğraşırlar. Bana, aşağı gel ve benimle bu ülkeleri yen!’ Arinna’nın Güneş Tanrıçası benim sözlerimi işitip, bana geldi ve ben babamın tahtına geçer geçmez, 10 yıl içinde yöredeki düşman ülkeleri yendik. Bu bölümden 2. Murşili’nin, daha babası ölmeden zorluklarla karşılaştığı, kardeşinin de hayatta fazla kalmayışı yüzünden, düşmanlarının Hatti topraklarına göz diktikleri anlaşılmaktadır. Ayrıntılı yıllıklarda bulunan şu parça da ilginçtir: ... onlar (düşmanlar), aşağı ülkenin valisi Hannuti’nin öldüğünü öğrenince bana şu sözleri yazdılar: ‘Sen daha çocuksun ve (bir şeyden) anlamazsın. Senin ülken yıkılmaya (mahkum). Piyadelerin ve arabalı askerlerin azalmış. Benim piyadelerim ve arabalı askerlerim seninkilerden çok. Babanın askeri, arabası çoktu. Sen çocuksun onunla nasıl bir olabilirsin?’ Beni böyle aşağıladılar ve uyruğumdan (olanları) geriye vermediler. 2. Murşili’nin ilk yıllarında Kaşkalar ile uğraşmak zorunda kaldığı, bu arada Kuzey Suriye’de de bazı düşmanca hareketler olduğu anlaşılmaktadır. Kargamış kralı olan amcası Şarrkuşuh, Hitit güçerinin en büyük desteğiydi. Bu bölge üzerinde Asur etkileri artınca, Kargamış kralı Asurlular ile savaşılması emrini vermiş, fakat Hititler’in burada kendilerine karşı hazırlıklarını duyan Asur komutanları savaşmaktan çekinmişlerdi. Firavun Haremheb döneminde, Mısırlılar’ın da Suriye’ye akınlar yaptıkları ve Halep’in güneyindeki Nuhaşşe’nin Hatti ülkesinden koptuğu sırada, yine Şarrikuşuh’un yardımlarıyla Mısır askerleri geri çekilmeye zorlanmıştı. Fakat Kargamış kralı, Kummanni kentinin tanrıçası Hepat’ın bir bayramını kutlamak için Hatti kralı ile Kizzuwatna’da buluştuğu sırada hastalanıp ölünce, bu bölgedeki denge, Hitit ülkesi aleyhine bozulmuştu. Bunun üzerine Nuhaşşe yeniden isyan etmişse de, 2. Murşili onları ekonomik açıdan çökertecek bir önleme başvurarak, yola getirmeyi başarmıştı: Onu piyadeler ve arabalı askerlerle Nuhaşşe’ye gönderdim. Ve ona şöyle talimat verdim: ‘Nuhaşeliler düşman oldukların, git, onların ekinlerini yak ve onları zarara sok’ O, gidip, Nuhaşşe’nin ekinlerini yaktı. Onları zarara soktu. Nuhaşşe kralları, babama ve bana ettikleri andı bozmuş olduklarından, ant tanrıları tanrısal güçlerini gösterdiler...Kinza (=Kadeş) kralı Aitakam’nın en büyük oğlu, (yandaşı olan Nuhaşşe’nin) nasıl zarara uğradığını ve ekinlerinin azaldığını görünce, babası Aitakama’yı öldürdü... Kinza (=Kadeş) ülkesi tekrar benim yanıma geçti. Fakat ben onları uyruk olarak kabul etmedim. İçtikleri andı bozdukları için, onlara şöyle söyledim: ‘Ant tanrıları öçlerini alsınlar. Oğlu babasını öldürsün, kardeş kardeşini öldürsün ve o kendi etini kendi canını bitirsin.’ O (komutanlardan biri) Kinza’ya gitti ve Kinza’yı aldı. 2. Murşili’nin acımasızca elde ettiği bu başarıdan sonra, Kargamı’ı da yeniden düzene soktuğunu ve ölen ağabeyi Şarrikuşuh yerine, onun oğlunu tahta geçirdiğini öğreniyoruz. Eskiden Halpa (Halep)kralı olan, diğer ağabeyi Telipinu yerine de yine onun oğlu Talmişarruma’yı geçirdi ve onunlar bir antlaşma yaparak kendine bağladı. Kuzey Suriye krallıklarından Amurru’nun kralı Duppi-Teşup ile de, Şuppiluliuma’nın aynı ülkenin kralı Aziru ile imzaladığı gibi, bir antlaşma yaptı. Bu belgenin geriye bakış bölümünde özetle şöyle yazılmıştır: Ey Duppi-Teşup, Aziru senin büyükbabandı. O babama başkaldırdıysa da, babam onu yola getirmişti. Sonra ise, Nuhaşşe ve Kinza kralları ona isyan ettiklerinde, Aziru onlara katılmamıştı. Babam düşmanlarıyla savaşırken, senin büyükbaban Aziru da onunla gitti. O babamı hep korumuş, hiç öfkelendirmemişti. Babam da Aziru’yı ve ülkesini korumuştu. Babamın, büyükbabandan istemiş olduğu 300 şekel (=bir ağırlık birimi) temizlenmiş, birinci kalite altını, her yıl büyükbaban ödemiş, hiç karşı gelmemiş, onu kızdırmamıştı... Ugarit arşivlerinde bulunan yazılı belgelerde de, 2. Murşili döneminde bu bölgenin de Hitit nüfuz alanı içinde kaldığını belli eden anlatımlar görülmektedir. Ugarit kralı Niqmepa ile yapılan bir antlaşmaya göre Hitit kralı, Ugarit ile sınırı olan bir ülkeyle savaş halinde bulunursa, Niqmepa’nın esas görevi, onun yardımına koşmak olacaktı. Aynı antlaşma metninde, Şuppiluliuma tarafından belirlenen eski sınırlar da onaylanıyordu. Ancak, bazı ufak sınır düzeltmeleri ile, Kargamış kralının egemenlik alanı genişletilmiş ve Ugarit o güne değin işlettiği tuz yataklarından yoksun kalmıştı. 2. Murşili’nin desteği ile tahta geçtiği anlaşılan Niqmepa, buna karşı koyamıyorsa da, ödediği haracın orantılı olarak azaltılmasını istemiş ve bu istem, Hitit kralı tarafından da olumlu karşılanmıştı. Anadolu içindeki duruma gelince, bu alanda Hititler’in en büyük sorununun Kaşkalar olduğunu ve 2. Murşili’nin de ilk yıllarda bunlarla uğraşmak zorunda kaldığını yukarıda belirtmiştik. Ancak bu dönemde, Kaşkaların yönetim biçiminde büyük bir değişiklik olmuş ve o zamana değin bağımsız boylar halinde yaşayan Kaşkalar, şimdi bir kişinin yönetiminde toplanmışlardı. Bu olayı 2. Murşili şöyle aktarmaktadır: Pihhuniya Kaşka tarzında hüküm sürmüyordu. Kaşka ülkesinde tek bir kişinin hükümdarlığı olağan değildi; Pihhuniya birdenbire kral gibi yönetmeye başladı. O zaman, ben majeste ona karşı çıkıp, bir elçi yollayıp şöyle yazdım ‘sürüp Kaşka’ya götürdüğün ve benim uyruğumdan olanları bana geri gönder.’ Pihhuniya ise bana şöyle yanıt verdi: ‘Sana hiçbir şeyi geri vermeyeceğim. Ve sen eğer bana karşı sefere çıkarsan, savaşı hiçbir zaman kendi topraklarımda kabul etmeyeceğim. Seninle senin ülkende savaşa gireceğim.’ Kaşka kralının bu meydan okumasına karşı, 2. Murşli’nin karşısında tutunamadığı ve yenilerek, ülkesinin bir kesiminin yakılıp yıkıldığı, Pihhuniya’nın da tutsak edilip Hattuşa’ya götürüldüğü, yine 2. Murşili tarafından anlatılmaktadır. Anadolu’nun doğusundaki Azzi-Hayaşa Bölgesi de Hititler ile sürekli sürtüşme halinde kalmış bir yerdir ve 2. Murşili döneminde de savaşın sürdüğü anlaşılmaktadır. Krallığının 10. yılında 2. Murşili bu ülkeyi barışa zorlamayı başarmıştı. Kendi anlatımı şöyledir: Azzi ülkesinin insanları, tahkim edilmiş kentleri savaşta fethettiğimi görünce, kendileri de dik tutunabilen Azzi halkı korktular. O zaman, ülkenin en yaşlıları bana gelip, ayaklarıma kapandılar ve dediler ki: ‘Efendimi! Bizi mahvetme! Bizi uyruğun olarak kabul et. Biz de şimdiden sonra, sürekli olarak askerlerimizi ve arabalı savaşçılarımızı efendimizin emrine verelim. Bizde bulunan Hatti uyruklu kişileri de geriye verelim. O zaman ben majeste, onları mahvetmedim; onları uyrukluğa aldım. Yıl kısaldığı için (yani kış yaklaştığı için), Azzi ülkesini düzene sokmadım, fakat Azzi insanlarına ant içirdim. Sonra Hattuşa’ya döndüm ve kışı Hattuşa’da geçirdim... İlkbaharda, Azzi’yi düzene sokmaya gidecektim. Ama, Azzi halkı majestenin geldiğini duyunca, bana (birini) gönderip şu haberi verdiler: ‘Sen, efendimiz, bizi bir kez mahvettiğin için, ey efendimiz, tekrar gelme. Bizi uyrukluğa al!... Bana uyruğumdan 100 kişiyi geri verdiler. Ben de Azzi’ye gitmedim ve onları uyrukluğa kabul ettim. Bu yıl (yani 11. yıl içinde) başka sefere çıkmadım ve Ankuwa’ya gidip orada kışı geçirdim. Ülkenin batı ve güneybatısındaki Mira, Kuwaliya, gibi ülkelerin kralları ile de kimi zaman antlaşmalar yoluyla, kimi zaman da güç kullanılarak bir denge sağlanmaya çalışılmış olduğu anlaşılmaktadır: Bazen Arzawa ülkeleri ‘bir yıldırım gibi’ gelen Hitit ordusu tarafından ezilmiş, bazen ise Sen, Maşhuiluwa, kaçıp babama sığınmıştın. Babam seni kabuk edip, kendisine damat yapmış, kızı, kız kardeşim Muwatti’yi sana eş olarak vermişti. Fakat, sonradan seninle ilgilenememiş, senin düşmanlarını yenememişti.Oysa ben seninle ilgilendim, senin düşmanlarını yendim. Ayrıca kentler kurup, onları tahkim edip, askerle donattım. Ve ben seni Mira ülkesinin beyliğine getirdim sözleri ile ülkenin batısında yandaşlar aranmıştı. 2. Murşili döneminde çok ilginç bir saray entrikasına şahit olmaktayız. Şuppiluliuma’nın ilk karısı Henti’den başka bir de Babilli bir eşi olduğuna yukarıda değinmiştik. Sonradan Nalnigal diye bir Hurri adı da takılan bu kraliçe, ele geçen mühürlere göre Tawananna unvanına da sahipti. Gerek Arnuwanda’nın kısa egemenlik döneminde, gerek ondan sonra başa geçen 2. Murşili’nin krallık zamanının başlarında da, Malnigal, Tawananna unvanını ve bunun kendisine verdiği hak ve yetkilerden yararlanmayı sürdürmüştü. 2. Murşili bu durumu şöyle anlatıyor: Babam tanrı olduğunda, kardeşim Arnuwanda ve ben Tawananna’ya hiç kötülük etmedik, onu görevinden indirmedik. O, babamın zamanında sarayı ve Hatti ülkesini nasıl yönettiyse, kardeşimin döneminde de öyle yönetti. Kardeşim de tanrı olunca, ben de ona kötülük etmedim, Tawananna’yı hiçbir zaman indirmedim... Siz tanrılar, onun babamın sarayını bir ‘türbe’ye çevirdiğini görmüyor musunuz? Babil’den eşya (?) getirtti, başka eşyaları ise Hattuşa’da bütün halka dağıttı; geriye hiçbir şey kalmadı. 2. Murşili bunlara karşın, Tawananna’ya iyi davranmıştı. Fakat Tawananna, gece gündüz tanrıların önünde durup 2. Murşili’nin karısını lanetlemeye başlayıp da, bu beddualar sonucu gelini ölünce, iş ciddileşmişti. Bunun üzerine sarayda bir mahkeme düzenlendi ve Malnigal’den Tawanannalık unvanı ve yetkileri alınıp, saraydan kovuldu ve kendisine bir ev ile yaşamını sağlayacak yeterli maddi olanaklar verildi. Bütün toplumlarda var olan kaynana-gelin çekişmelerine Hitit döneminden bir örnek olan bu olayın nedeni, eldeki belgelerin yetersizliği yüzünden kesinlikle anlaşılamamaktadır. Ancak ölen gelinin adının Gaşşulawiya olduğu sanılmaktadır. 3. HATTUŞİLİ VE PUDUHEPA 2. Murşili’nin uzun yıllar süren egemenliğinin nasıl noktalandığı (İÖ 1310) hakkında bilgimiz yoktur. Ondan sonra Hitit Devleti’nin başına geçen iki kral, Muwatalli (İÖ 1310 – 1282) ve 3. Murşili (prenslik adı Urhi-Teşup, İÖ 1282 – 1275) ile ilgili en ayrıntılı bilgileri sağlayan kaynak, bu ikisi zamanında çok önemli askeri ve idari görevlerde bulunmuş ve büyük başarılar kazanmış bir prensken, yeğeni 3. Murşili’yi bertaraf ederek tahtı ele geçiren 3. Hattuşili’nin (yaklaşık İÖ 1275 – 1250) kaleme aldığı ve otobiyografi niteliğindeki metnidir. 3. Hattuşili, Hitit tarihi içinde eşi Puduhepa ile birlikte, tanıdığımız en kişilik sahibi hükümdardır. Gerek askerlikteki yeteneği, gerekse iç ve dış siyasetteki etkinliği ile, Ön Asya’da bir döneme kendi damgasını vurmuş olan bu kralın otobiyorgrafisindeki ilk bölüm şöyledir: Büyük Kral, Hatti ülkesi kralı Murşili’nin oğlu, Büyük Kral, Hatti ülkesi kralı Şuppiluliuma’nın torunu, Kuşşar kralı Hattuşili’nin soyundan, Büyük Kral, Hatti ülkesi kralı Tabarna Hattuşili’nin sözleridir: Tanrıça İştar’ın kudretinden söz edeceğim; bunu herkes duymalıdır. Ve gelecekte tanrılar içinde İştar... özellikle kutsanmalıdır. Babam murşili’nin 4 çocuğu oldu: Halpaşulupi, Muwatalli, Hattuşili ve (bir de) kız çocuk. Bu saydıklarım içinde ben en küçükleridim... Efendim İştar kardeşim Muwatalli’yi, babam Murşili’ye rüyasında gönderdi: ‘yıllar Hattuşili için kısadır (yani ömrü uzun değildir); o sağlıklı değildir. Onu bana ver; o, benim rahibim olsun. O zaman sağlıklı olur.’ Ve babam ben, küçük çocuğunu, aldı ve beni tanrıçanın hizmetine verdi... Ve İştar, benim efendim, benim elimden tuttu, bana hükmetti. Babam Murşili tanrı olduğunda, kardeşim Muwatalli babasının tahtına oturdu. Kardeşimin yanında ben de ordu komutanı oldum. Kardeşim beni saray baş muhafızı mevkiine çıkardı ve Yukarı Ülke’yi (İç Anadolu’nun kuzey kesimleri) benim yönetimime verdi. Ve ben, Yukarı Ülke’yi egemenliğim altına aldım... Efendim İştar beni esirgediği ve kardeşim Muwatalli de beni iyi tuttuğu için, efendim İştar’ın bana olan koruyuculuğunu ve kardeşimin bana iyi davrandığını görenler, beni kıskandılar. (Benden önceki vali ve diğerleri... benim kötülüğümü istediler. Ve bana karşı iftira edilmeye başlandı. Ve kardeşim Muwatalli benim için soruşturma açtı. Fakat efendim Tanrıça İştar, bana rüyada göründü ve bana rüyada dedi ki: ‘seni bir tanrıya emanet edeceğim. Korkma!’ Ven ben (bu) tanrının yardımıyla temize çıktım... Efendim Tanrıça İştar beni hiçbir zaman ihmal etmedi; beni hiç düşmanlarıma terketmedi. Beni mahkemede karşıtlarıma, beni kıskananlara karşı yalnız bırakmadı. Düşmanlardan olsun, mahkemedeki karşıtlarımdan olsun, kral sarayından olsun, bana karşı edilen sözlere karşı, İştar, beni savundu, her fırsatta beni kurtardı. Düşmanlarımı, beni çekemeyenleri benim elime teslim etti, ben onların (işini) tamamladım. Kardeşim, sorunun (aslını) anlayınca, bana hiçbir kötülük yapmadı. Ve beni tekrar (korumasına) aldı, Hatti’nin ordusunu ve arabalı savaşçılarını bana teslim etti... bütün Hatti ülkesindeki komutayı ben üstlendim. Ve beni efendim İştar’ın onurlandırması ile, hangi düşman ülkesine karşı döndüysem, düşman bana karşı gelmedi. Düşman ülkelere karşı hep ben galip geldim! Muwatalli’nin, kardeşi 2. Hattuşili’nin kişiliğinde büyük bir yardımcı ve asker bulduğuna kuşku yoktur. Hattuşili, şimdiye değin dizginlenemeyen Kaşkalar’ı sürekli olarak yenmiş ve kuzey bölgelerinin tek egemeni durumuna gelmiştir. O kadar ki, 3. Hattuşili, bugünkü Amasaya ile eşitlenen Hakmiş kentinde özerkliğe sahip bir kral olmuştur. Bu dönemde Kaşkalar üzerindeki baskısını artırarak, çok eskiden, Hantili zamanından beri Hatti toprakları dışında kalmış olan kutsal kent Nerik’i tekrar ele geçirmeyi başarmıştır. 3. Hattuşili’nin böylece ülkenin kuzeyindeki düşmanı frenlemesi ve Kaşka tehlikesini ortadan kaldırması sayesindedir ki, kral Muwatalli ülkenin batı ve güneybatısına karşı başarılı seferler düzenleyebilmiş ve özellikle Mısır’a karşı sert bir tutum takınabilmiştir. Anadolu’nun batısıyla olan ilişkileri hakkında elimizde bazı belgeler varsa da bunların hangi krallara tarihlenmesi gerektiği noktasında hala tartışmalar sürmektedir. Ancak, Muwatalli’nin batıda birtakım kendine bağlı yerel krallıkla kurarak, bu kesimi güvence altına almaya çalıştığı belli olmaktadır. Hatti ülkesinin batısında ve güneybatısında yerleşmiş toplumların kralları ile yapılan antlaşmalarda geçen bazı yer ve kişi adları da çeşitli yorum ve tartışmaların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Örneğin, hangi Hitit kralı zamanında yazıldığı tartışmalı olan belgelerden biri üzerinde şunlar okunmaktadır: Ahhiyalı Attarşiya, seni Madduwatta’yı ülkenden kovdu... Sen, majestenin babasına kaçtın... Seni, Madduwatta’yı, majestenin babası, karın, çocukların maiyetin, askerlerin ve arabalı savaşçılarınla birlikte, Attarşiya’nın kılıcından kurtardı. Yoksa sizi açlıktan köpekler yiyecekti. Buradaki Ahhiya ya da başka metinlerde geçen biçimiyle Ahhiyawa ile Yunan belgelerinden bilinen Akalar’ın ülkesi; Attarşiya ile, yine Yunan efsanesindeki Atreus, yukarıda verdiğimiz belgenin sonlarına doğru çok kırkı bir yerde okunabilen Mukşu adıyla, yine Yunan efsanesine göre Troia savaşlarından sonra Anadolu’nun güney kıyılarında ve Çukurova’da kent kurduğu söylenen Mopsos eşitlenmek istenmiştir. Aynı biçimde başka metinlerde rastlanan bir yer adı Apaşa ile Efesos, Milawanda adıyla Miletos ve Milyas aynı tutulmak istenmiştir. Muwatalli’nin Wiluşalı Alakşandu ile yaptığı antlaşma da aynı tartışmaların açılmasını gerektirmişti. Alakşandu ile Alaksandros, Wiluşa ile ise İllion (Troia dolayları) eşitlenmiştir. Anadolu’nun batı kesiminin kimi zaman Hitit egemenliğine girdiği, kimi zaman bağımsız kaldığı bazı dönemlerde ve vasal olarak Hattuşa’ya bağlandığı gerek yazılı belgelerden, gerekse Karabel’deki (İzmir’in doğusu) ve Niobe-Sipylos(İzmir’in doğusu)’daki Hitit hiyeroglif yazıtları ile mühür ve heykelcikler gibi bazı küçük eserlerden anlaşılmaktadır. Diğer yandan Troia, Efesos, Miletos, Kolofon ve Müsgebi gibi Batı Anadolu’nun arkeolojik merkezlerinde de Aka varlığına işaret edecek maddi belgeler ele geçirilmiştir. Bu nedenle yukarıda sözünü ettiğimiz eşitlemeleri, beraberlerinde getirdikleri bazı sorunlar da olsa, tümüyle geçersiz saymak yanlış olacaktır. Muwatalli, batı sorununu çözüme kavuşturduktan sonra, kardeşinin de kuzeyde güçlü bir durumda kendisine yardımcı olması sayesinde, bir müddet Hatti’de kalıp bazı dinsel işleri tamamlamıştı. Ülkenin güneydoğu sınırları, Mısır firavunlarının toprak istekleri yüzünden tehlikedeydi. Bu yüzden Hitit kralı, seferlerini yönelteceği güneydoğu bölgelerine daha yakın bir askeri üs kurmak amacı ile başkentini Hattuşa’dan, yeri kesinlikle henüz saptanamayan Dattaşa’ya taşıdı. 1. Hattuşili zamanında başkentin Kuşşar’dan Hattuşa’ya nakledilmesinden sonra, burası Hatti Devleti’nin hiç kesintisiz yönetim merkezi olarak kalmıştı. Şimdiye değin Kuzey Suriye üzerine sefer düzenleyen pek çok Hitit kralı, başkenti, yapacakları askeri operasyon alanlarına yaklaştırmaya gereksinme duymadıkları halde, belki de Muwatalli’nin bu işe girişmesine, kardeşinin Yukarı Ülke’de fazla nüfuz sahibi olmasından korkması da rol oynamış olabileceği göz önünde tutulmalıdır. Muwatalli’nin Aşağı Ülke’ye çekilmesi, önünde tutulmalıdır. Muwatalli’nin Aşağı Ülke’ye çekilmesi, bu bakımdan, İmparatorluğun ikiye ayrıldığına bir işaret olarak da sayılabilir. Diğer yandan kralın Hattuşa’dan ayrılınca, bu bölgenin yönetimini Yazmanların Başı Mittannamuwa’ya terk etmesi de çok ilgi çekici bir olaydır. Adı geçen yazman daha sonraki dönemlerde pek çok belgede yazar olarak adı bulunan Walwaziti’nin de babasıdır ve bu, yazmanların ne denli önemli görevlerde bulunabileceklerini kanıtlamaktadır.
  3. muki şurada cevap verdi: efe doga başlık Çorum
    BÜYÜK BİR TARİH YAZICISI: 2. MURŞİLİ Babası Şuppiluliuma’nın icraatını da bize aktaran 2. Murşili, kendi döneminde olup bitenleri egemenlik yıllarına ayırarak, ayrıntıları ile vermektedir. Yıllık icraatlarının yazıldığı bu tür belgeler annal = yıllık olarak bilinir. 2. Murşili’nin yıllıkları Ön Asya tarih yazıcılığı içinde anlatım biçimi ve ayrıntılara girmesi açısından çok önemli bir yer tutar. Özellikle devletler arası antlaşma metinlerinin başlarına konan ve o güne değin, bu antlaşmanın yapıldığı devletle ilişkilerin nasıl geliştiğini özetleyen ve geriye bakış adını verdiğimiz bölümler, Hititler’de tarih bilincinin ne denli güçlü olduğunu kanıtlamaktadır. 2. Murşili yıllıkları, şimdiye değin Boğazköy arşivlerinde bulunmuş en geniş tarih içerikli belge topluluğunu oluşturmaktadır. Bunları birinci sınıf tarih kaynakları olarak değerlendiriyoruz. Bu bakımdan, Yeni İmparatorluk döneminin en güçlü krallarından biri olan 2. Murşili dönemi ile ilgili hemen hemen her şeyi bu kaynaktan öğrenebilmekteyiz. Elimizde bu kralın, biri ilk 10 yıllık süresini, diğeri daha ayrıntılı bir biçimde 20 ve daha ileri krallık yıllarını kapsayan belgelerinin iki ayrı versiyonu bulunmaktadır. Yalnız, bunların da tarihsel olayların kronolojisi bakımından bazı sakıncaları yok değildir. Bunun günümüze uygulayarak bir örnekle açıklamakta yarar vardır: Bir tarih kitabının cildinden ayrıldığını, içinden pek çok sayfanın yırtılıp atıldığını, geriye kalan ve üzerlerinde sayfa numarası bulunmayan diğerlerinin dağıldıktan sonra, biraraya getirildiğini varsayalım. İşte elimizdeki 2. Murşili yıllıkları çok değerli olmakla beraber, bu durumdadır ve tarihinin yorumuna gerek vardır. Diğer yandan, askeri seferlerde adları geçen çok sayıdaki kentin, dağın ve ırmağın bugünkü adlarını bilemiyoruz. Bu bakımdan, anlatılan bir askeri seferin nerede geçtiğini, orduların hangi yolları aşarak, nereye geldiklerini bazen kesinlikle anlayamıyoruz. 2. Murşili, babasının son günlerini (İÖ 1345) ve tahta gçemeden önce oluşan olayları şöyle özetlemektedir: Ben babamın tahtına oturmadan önce, yöredeki düşman ülkeler benimle savaşa girdiler. Babam tanrı olunca (yani ölünce), kardeşim Arnuwanda (2.) babasının tahtına oturdu. Fakat sonra o da hastalandı. Düşman ülkeler, kardeşim Arnuwanda’nın hasta olduğunu öğrendiklerin, gerçekten düşmanlığa başladılar. Fakat kardeşim Arnuwanda da tanrı olduğunda, henüz savaş açmamış olan düşmanlar da açıkça düşmanlığa başladılar, yöredeki düşman ülkeler şöyle diyorlardı: ‘Onun babası Hatti ülkesi kralı, kahraman bir kraldı. Ve düşman ülkeleri yenmişti. O şimdi tanrı oldu. Babasının tahtına oturan oğlu da (yani Arnuwanda 2.) eskiden bir savaş kahramanıydı. Fakat o da hastalandı ve tanrı oldu. Ama şimdi babasının tahtına oturan küçüktür. Ve o Hatti ülkesini ve Hatti ülkesine bağlı toprakları kurtaramaz. Babam uzun süre Mitanni ülkesinde kaldığından, efendim Arinna kentinin Güneş Tanrıçası’nın belirlenmiş (yani belli bir takvime göre yapılan) bayramları ile ilgilendim, onları kutladım. Ve Arinna’nın Güneş Tanrıçası’na ellerimi kaldırıp, dedim ki: ‘Efendim Arinna’nın Güneş Tanrıçası! Bana küçük diyen ve beni saymayan yöredeki düşman ülkeleri sürekli senin topraklarını almaya uğraşırlar. Bana, aşağı gel ve benimle bu ülkeleri yen!’ Arinna’nın Güneş Tanrıçası benim sözlerimi işitip, bana geldi ve ben babamın tahtına geçer geçmez, 10 yıl içinde yöredeki düşman ülkeleri yendik. Bu bölümden 2. Murşili’nin, daha babası ölmeden zorluklarla karşılaştığı, kardeşinin de hayatta fazla kalmayışı yüzünden, düşmanlarının Hatti topraklarına göz diktikleri anlaşılmaktadır. Ayrıntılı yıllıklarda bulunan şu parça da ilginçtir: ... onlar (düşmanlar), aşağı ülkenin valisi Hannuti’nin öldüğünü öğrenince bana şu sözleri yazdılar: ‘Sen daha çocuksun ve (bir şeyden) anlamazsın. Senin ülken yıkılmaya (mahkum). Piyadelerin ve arabalı askerlerin azalmış. Benim piyadelerim ve arabalı askerlerim seninkilerden çok. Babanın askeri, arabası çoktu. Sen çocuksun onunla nasıl bir olabilirsin?’ Beni böyle aşağıladılar ve uyruğumdan (olanları) geriye vermediler. 2. Murşili’nin ilk yıllarında Kaşkalar ile uğraşmak zorunda kaldığı, bu arada Kuzey Suriye’de de bazı düşmanca hareketler olduğu anlaşılmaktadır. Kargamış kralı olan amcası Şarrkuşuh, Hitit güçerinin en büyük desteğiydi. Bu bölge üzerinde Asur etkileri artınca, Kargamış kralı Asurlular ile savaşılması emrini vermiş, fakat Hititler’in burada kendilerine karşı hazırlıklarını duyan Asur komutanları savaşmaktan çekinmişlerdi. Firavun Haremheb döneminde, Mısırlılar’ın da Suriye’ye akınlar yaptıkları ve Halep’in güneyindeki Nuhaşşe’nin Hatti ülkesinden koptuğu sırada, yine Şarrikuşuh’un yardımlarıyla Mısır askerleri geri çekilmeye zorlanmıştı. Fakat Kargamış kralı, Kummanni kentinin tanrıçası Hepat’ın bir bayramını kutlamak için Hatti kralı ile Kizzuwatna’da buluştuğu sırada hastalanıp ölünce, bu bölgedeki denge, Hitit ülkesi aleyhine bozulmuştu. Bunun üzerine Nuhaşşe yeniden isyan etmişse de, 2. Murşili onları ekonomik açıdan çökertecek bir önleme başvurarak, yola getirmeyi başarmıştı: Onu piyadeler ve arabalı askerlerle Nuhaşşe’ye gönderdim. Ve ona şöyle talimat verdim: ‘Nuhaşeliler düşman oldukların, git, onların ekinlerini yak ve onları zarara sok’ O, gidip, Nuhaşşe’nin ekinlerini yaktı. Onları zarara soktu. Nuhaşşe kralları, babama ve bana ettikleri andı bozmuş olduklarından, ant tanrıları tanrısal güçlerini gösterdiler...Kinza (=Kadeş) kralı Aitakam’nın en büyük oğlu, (yandaşı olan Nuhaşşe’nin) nasıl zarara uğradığını ve ekinlerinin azaldığını görünce, babası Aitakama’yı öldürdü... Kinza (=Kadeş) ülkesi tekrar benim yanıma geçti. Fakat ben onları uyruk olarak kabul etmedim. İçtikleri andı bozdukları için, onlara şöyle söyledim: ‘Ant tanrıları öçlerini alsınlar. Oğlu babasını öldürsün, kardeş kardeşini öldürsün ve o kendi etini kendi canını bitirsin.’ O (komutanlardan biri) Kinza’ya gitti ve Kinza’yı aldı. 2. Murşili’nin acımasızca elde ettiği bu başarıdan sonra, Kargamı’ı da yeniden düzene soktuğunu ve ölen ağabeyi Şarrikuşuh yerine, onun oğlunu tahta geçirdiğini öğreniyoruz. Eskiden Halpa (Halep)kralı olan, diğer ağabeyi Telipinu yerine de yine onun oğlu Talmişarruma’yı geçirdi ve onunlar bir antlaşma yaparak kendine bağladı. Kuzey Suriye krallıklarından Amurru’nun kralı Duppi-Teşup ile de, Şuppiluliuma’nın aynı ülkenin kralı Aziru ile imzaladığı gibi, bir antlaşma yaptı. Bu belgenin geriye bakış bölümünde özetle şöyle yazılmıştır: Ey Duppi-Teşup, Aziru senin büyükbabandı. O babama başkaldırdıysa da, babam onu yola getirmişti. Sonra ise, Nuhaşşe ve Kinza kralları ona isyan ettiklerinde, Aziru onlara katılmamıştı. Babam düşmanlarıyla savaşırken, senin büyükbaban Aziru da onunla gitti. O babamı hep korumuş, hiç öfkelendirmemişti. Babam da Aziru’yı ve ülkesini korumuştu. Babamın, büyükbabandan istemiş olduğu 300 şekel (=bir ağırlık birimi) temizlenmiş, birinci kalite altını, her yıl büyükbaban ödemiş, hiç karşı gelmemiş, onu kızdırmamıştı... Ugarit arşivlerinde bulunan yazılı belgelerde de, 2. Murşili döneminde bu bölgenin de Hitit nüfuz alanı içinde kaldığını belli eden anlatımlar görülmektedir. Ugarit kralı Niqmepa ile yapılan bir antlaşmaya göre Hitit kralı, Ugarit ile sınırı olan bir ülkeyle savaş halinde bulunursa, Niqmepa’nın esas görevi, onun yardımına koşmak olacaktı. Aynı antlaşma metninde, Şuppiluliuma tarafından belirlenen eski sınırlar da onaylanıyordu. Ancak, bazı ufak sınır düzeltmeleri ile, Kargamış kralının egemenlik alanı genişletilmiş ve Ugarit o güne değin işlettiği tuz yataklarından yoksun kalmıştı. 2. Murşili’nin desteği ile tahta geçtiği anlaşılan Niqmepa, buna karşı koyamıyorsa da, ödediği haracın orantılı olarak azaltılmasını istemiş ve bu istem, Hitit kralı tarafından da olumlu karşılanmıştı. Anadolu içindeki duruma gelince, bu alanda Hititler’in en büyük sorununun Kaşkalar olduğunu ve 2. Murşili’nin de ilk yıllarda bunlarla uğraşmak zorunda kaldığını yukarıda belirtmiştik. Ancak bu dönemde, Kaşkaların yönetim biçiminde büyük bir değişiklik olmuş ve o zamana değin bağımsız boylar halinde yaşayan Kaşkalar, şimdi bir kişinin yönetiminde toplanmışlardı. Bu olayı 2. Murşili şöyle aktarmaktadır: Pihhuniya Kaşka tarzında hüküm sürmüyordu. Kaşka ülkesinde tek bir kişinin hükümdarlığı olağan değildi; Pihhuniya birdenbire kral gibi yönetmeye başladı. O zaman, ben majeste ona karşı çıkıp, bir elçi yollayıp şöyle yazdım ‘sürüp Kaşka’ya götürdüğün ve benim uyruğumdan olanları bana geri gönder.’ Pihhuniya ise bana şöyle yanıt verdi: ‘Sana hiçbir şeyi geri vermeyeceğim. Ve sen eğer bana karşı sefere çıkarsan, savaşı hiçbir zaman kendi topraklarımda kabul etmeyeceğim. Seninle senin ülkende savaşa gireceğim.’ Kaşka kralının bu meydan okumasına karşı, 2. Murşli’nin karşısında tutunamadığı ve yenilerek, ülkesinin bir kesiminin yakılıp yıkıldığı, Pihhuniya’nın da tutsak edilip Hattuşa’ya götürüldüğü, yine 2. Murşili tarafından anlatılmaktadır. Anadolu’nun doğusundaki Azzi-Hayaşa Bölgesi de Hititler ile sürekli sürtüşme halinde kalmış bir yerdir ve 2. Murşili döneminde de savaşın sürdüğü anlaşılmaktadır. Krallığının 10. yılında 2. Murşili bu ülkeyi barışa zorlamayı başarmıştı. Kendi anlatımı şöyledir: Azzi ülkesinin insanları, tahkim edilmiş kentleri savaşta fethettiğimi görünce, kendileri de dik tutunabilen Azzi halkı korktular. O zaman, ülkenin en yaşlıları bana gelip, ayaklarıma kapandılar ve dediler ki: ‘Efendimi! Bizi mahvetme! Bizi uyruğun olarak kabul et. Biz de şimdiden sonra, sürekli olarak askerlerimizi ve arabalı savaşçılarımızı efendimizin emrine verelim. Bizde bulunan Hatti uyruklu kişileri de geriye verelim. O zaman ben majeste, onları mahvetmedim; onları uyrukluğa aldım. Yıl kısaldığı için (yani kış yaklaştığı için), Azzi ülkesini düzene sokmadım, fakat Azzi insanlarına ant içirdim. Sonra Hattuşa’ya döndüm ve kışı Hattuşa’da geçirdim... İlkbaharda, Azzi’yi düzene sokmaya gidecektim. Ama, Azzi halkı majestenin geldiğini duyunca, bana (birini) gönderip şu haberi verdiler: ‘Sen, efendimiz, bizi bir kez mahvettiğin için, ey efendimiz, tekrar gelme. Bizi uyrukluğa al!... Bana uyruğumdan 100 kişiyi geri verdiler. Ben de Azzi’ye gitmedim ve onları uyrukluğa kabul ettim. Bu yıl (yani 11. yıl içinde) başka sefere çıkmadım ve Ankuwa’ya gidip orada kışı geçirdim. Ülkenin batı ve güneybatısındaki Mira, Kuwaliya, gibi ülkelerin kralları ile de kimi zaman antlaşmalar yoluyla, kimi zaman da güç kullanılarak bir denge sağlanmaya çalışılmış olduğu anlaşılmaktadır: Bazen Arzawa ülkeleri ‘bir yıldırım gibi’ gelen Hitit ordusu tarafından ezilmiş, bazen ise Sen, Maşhuiluwa, kaçıp babama sığınmıştın. Babam seni kabuk edip, kendisine damat yapmış, kızı, kız kardeşim Muwatti’yi sana eş olarak vermişti. Fakat, sonradan seninle ilgilenememiş, senin düşmanlarını yenememişti.Oysa ben seninle ilgilendim, senin düşmanlarını yendim. Ayrıca kentler kurup, onları tahkim edip, askerle donattım. Ve ben seni Mira ülkesinin beyliğine getirdim sözleri ile ülkenin batısında yandaşlar aranmıştı. 2. Murşili döneminde çok ilginç bir saray entrikasına şahit olmaktayız. Şuppiluliuma’nın ilk karısı Henti’den başka bir de Babilli bir eşi olduğuna yukarıda değinmiştik. Sonradan Nalnigal diye bir Hurri adı da takılan bu kraliçe, ele geçen mühürlere göre Tawananna unvanına da sahipti. Gerek Arnuwanda’nın kısa egemenlik döneminde, gerek ondan sonra başa geçen 2. Murşili’nin krallık zamanının başlarında da, Malnigal, Tawananna unvanını ve bunun kendisine verdiği hak ve yetkilerden yararlanmayı sürdürmüştü. 2. Murşili bu durumu şöyle anlatıyor: Babam tanrı olduğunda, kardeşim Arnuwanda ve ben Tawananna’ya hiç kötülük etmedik, onu görevinden indirmedik. O, babamın zamanında sarayı ve Hatti ülkesini nasıl yönettiyse, kardeşimin döneminde de öyle yönetti. Kardeşim de tanrı olunca, ben de ona kötülük etmedim, Tawananna’yı hiçbir zaman indirmedim... Siz tanrılar, onun babamın sarayını bir ‘türbe’ye çevirdiğini görmüyor musunuz? Babil’den eşya (?) getirtti, başka eşyaları ise Hattuşa’da bütün halka dağıttı; geriye hiçbir şey kalmadı. 2. Murşili bunlara karşın, Tawananna’ya iyi davranmıştı. Fakat Tawananna, gece gündüz tanrıların önünde durup 2. Murşili’nin karısını lanetlemeye başlayıp da, bu beddualar sonucu gelini ölünce, iş ciddileşmişti. Bunun üzerine sarayda bir mahkeme düzenlendi ve Malnigal’den Tawanannalık unvanı ve yetkileri alınıp, saraydan kovuldu ve kendisine bir ev ile yaşamını sağlayacak yeterli maddi olanaklar verildi. Bütün toplumlarda var olan kaynana-gelin çekişmelerine Hitit döneminden bir örnek olan bu olayın nedeni, eldeki belgelerin yetersizliği yüzünden kesinlikle anlaşılamamaktadır. Ancak ölen gelinin adının Gaşşulawiya olduğu sanılmaktadır.
  4. muki şurada cevap verdi: efe doga başlık Çorum
    ŞUPPİLULİUMA'NIN ÖNCESİ VE SONRASI Arnuwanda ve Aşmunikal’den sonra Hitit tahtına oturan ve Büyük İmparatorluğun ilk güçlü kralı olarak tanıdığımız Şuppiluliuma’nın egemenlik döneminin öncesi Hitit tarihinin belge açısından kısır ve bu yüzden de üzerinde hala tartışmalar olan bir kesitidir. İÖ 1380’lerde başa geçtiği anlaşılan Şuppiluliuma’nın özellikle askeri alandaki faaliyetleri, oğlu ve halefi 2. Murşili tarafından ayrıntılı bir biçimde kaleme alınmış olmasına karşın Murşili, dedesinin adını hiçbir yerde vermemiştir. Ancak, yine babasının döneminde başlayıp, 20 yıldır süregelen bir veba salgınına karşı tanrılara yakardığı bir dua metninde, Murşili, babası Şuppiluliuma’nın Hitit Krallığı’nı Genç Tuthaliya adlı bir kraldan zorla ele geçirdiğini anlatmaktadır. Diğer yandan bir başka belge üzerinde kırık bölümlerinin tamamlanması ile Şuppiluliuma’dan önce bir 2. Hattuşili’nin varlığı daha ortaya çıkmaktadır. Ancak yapılan tamamlamanın doğru olup olmadığı başka belgeler yardımıyla kontrol edilemediği için, sözünü ettiğimiz kırıklı tablet, bu kralın gerçekten varolduğu ya da yok sayılması ile ilgili yorumların çatışmasına neden olmaktadır. Bu kral gerçekten varsa, acaba 2. Tuthaliya’dan önce mi başa geçmiştir? Böylece VIII. Bölümün sonunda sözünü ettiğimiz zaman boşluğu doldurulabilir mi, bunu kesinlikle bilemiyoruz. Kesin olarak bilinen şey, Şuppiluliuma’nın 3. Tuthaliya olarak da kabul edebileceğimiz Genç Tuthaliya’dan tahtı zorla almış olmasıdır. Öyleyse, bu Tuthaliya kimdir? Acaba bu Tuthaliya ile, Arnuwanda-Aşmunikal zamanındaki toprak bağışı belgelerinde adı geçen tuhkanti unvanlı Tuthaliya aynı mıdır? Bir belgede Tuthaliya’nın oğlunun oğlu Tuthaliya biçimindeki bir anlatım bulunması, bu eşitliği doğrular görünmektedir. Bu durumda Arnuwanda’nın karısı Taduhepa’dan olma oğlu, halası Aşmunikal’in kraliçeliği sırasında tuhkanti unvanıyla devlet işlerinde rol almış, olasılıkla kendi annesinin kraliçeliği döneminde de bu görevde kalmış, sonunda babası Arnuwanda’nın ölümü ile boşalan tahtın sahibi olmuşsa da, kısa bir süre sonra Şuppiluliuma tarafından öldürülmüştür. Bu varsayım akla şu soruyu getirmektedir. Şuppiluliuma’nın taht üzerindeki iddiası nereden kaynaklanıyordu? Yakın zamanlarda, Tokat’ın Zile İlçesi yakınındaki Maşat Höyük’te yapılan kazılarda bulunan bir mühür üzerinde, Şuppiluliuma’nın babası olarak Tuthaliya verilmektedir. Bu, Genç Tuthaliya, yada diğer adıyla 3. Tuthallliya değil, kraliçe Nikalmati’nin kocası olan 2. Tuthaliya olmalıdır. Eğer bu varsayımdan hareket edilirse, Şuppiluliuma da Arnuwanda ve Aşmunikal’in en küçük kardeşidir ve yaşça onlardan küçük olduğu için babası Tuthaliya’nın ölümünden sonra yönetimi ele alamamış, tahta ağabeyi ve ablası ortaklaşa geçmiştir. Ancak ağabeyinin ölümünde boşalan krallığa yeğeni Genç Tuthaliya’nın geçmesini hoş görmemiş ve bertaraf ederek, olgun bir yaşta devletin yönetimini ele almıştır. Şuppiluliuma’nın oğlu ve halefi 2. Murşili bu olayı veba dualarında şöyle anlatmaktadır: Genç Tuthaliya Hatti ülkesinde egemen iken, ona bütün prensler, memurlar ve askerler bağlılık andı içmişlerdi. Babam da ona bağlılık andı içmişti. Fakat babam Tuthaliya’yı cezalandırmaya kalkışınca, prensler, soylular, Hattuşa’daki yüksek memurların hepsi babamın tarafını tuttular... Tuthaliya’yı ve ona yardım eden kardeşlerini öldürdüler, (ailesinin diğer bireylerini ise) Alaşiya’ya yolladılar. Buna karşın siz tanrılar, efendilerim, babamı korudunuz. Hatti ülkesinin toprakları düşman eline geçtiğinde, babam onlara karşı sefere çıkıp, onları yendi, toprakları geri aldı. Düşman ülkelerinden de toprakları Hatti ülkesine kattı. Onun döneminde Hatti ülkesi iyi idi, ülkedeki insanlar, sığırlar ve koyunlar çoğalıyordu. Fakat, siz tanrılar, efendilerim, (sonradan) Genç Tuthaliya’nın öcünü babamdan aldınız; babam, Tuthaliya’nın katli yüzünden öldü. Babamın tarafını tutan prensler, beyler, memurlar ve askerler de bu yüzden öldüler. Hatti ülkesi de bu yüzden perişan oldu. Şimdi veba daha da kötüleşti. Hatti ülkesi ağır zarara uğradı. Tanrılar, şimdi ben Murşili, size babamın suçunu itiraf ettim. Babam (işlediği suçun affedilmesi için) kurbanlar yapmıştı. Ama, Hattuşa böyle kurbanlar yapmamıştı... Şimdi ben, Murşili, size efendim olan tanrılara ülke adına da kefaret ödeyeceğim. Siz tanrılar, efendilerim, Tuthaliya’nın (dökülen) kanının öcünü almak istiyorsunuz, (ama) Tuthaliya’yı öldürenler (yaptıklarını) ödediler, Hatti ülkesi de ödedi. Şimdi, (felaket) benim üzerime de gelince, ben de tüm ailemle kefaret ödeyeceğim... Ben kötü bir şey yapmadığıma ve günah işlemiş olanlardan kimse hayatta kalmadığına göre... benim yakarışlarımı duyunuz!... (herkes ölünce) size kimse kurbanlar getirmez... Vebayı kovunuz, onu düşman ülkelere gönderiniz. Hatti ülkesine karşı yine iyi olunuz! Ben sizin bir rahibiniz ve hizmetçiniz olduğuma göre, bana karşı merhametli olunuz. Kalbimdeki bu acıyı ve ruhumdaki bu korkuyu alınız! Bu duada da dikkati çeken nokta, veba salgınının ülkeden uzaklaştırılmasında tanrıların çıkarının olacağı, aksi halde tanrılara kurban sunup, dua edecek kimsenin kalmayacağı gözdağının vurgulanmasıdır. Bugünkü Kıbrıs ile eşitlenen Alaşiya’nın, sürgün yeri olarak seçilmesi de ilginçtir; bu ada daha sonraki krallar döneminde de sürgünlerin yollandığı bir yer olarak kullanılıyordu. Şuppiluliuma tahtı ele geçirdiğinde siyasal durumun iyi olmadığı, Hatti topraklarının büyük bir kesiminin düşmanlara kaptırıldığı, yukarıdaki veba duasında da açıkça belli olmaktadır. Tarih boyunca görüldüğü gibi, devletlerin iç karışıklıkları düşmanların yayılma doğrultusundaki isteklerini sürekli çoğaltmış, her zayıflama, istila ve toprak kayıplarını beraberinde getirmiştir. Fakat Şuppiluliuma daha prensliğinden başlayarak, genellikle hasta olduğu anlaşılan babasını askeri faaliyetlerde temsil ettiğinden, kral olunca çok deneyimli ve yetenekli bir komutan olarak, düşman ülkelerle başa çıkmayı başarabilmiştir. Oğlu 2. Murşili tarafından anlatılan icraatına göre, Şuppiluliuma babasının Kaşkalar ile yaptığı savaşlarda büyük yararlılıklar göstermiş, ayrıca Kaşka korkusu yüzünden boşalmış olan sınır bölgelerinde kaleler ve tahkimatlar yaptırarak, kaçan halkı yeniden buralara yerleştirmiştir. Ayrıca Hatti ülkesinin doğusunda, bugünkü Kuzeydoğu Anadolu’ya yerleştirilen Hayaşa ile Anadolu’nun batı ya da güneybatısındaki Arzawa’ya karşı girişilen seferlerde de yine önemli bir rol oynamıştır. Askerlikten anladığı ve bu işi sevdiği, savaşlara hep gönüllü olarak katıldığı, bunu belirten bölümlerden anlaşılmaktadır: Büyükbabam (yani Murşili’Nin adını hiç vermediği büyükbabası, doğal olarak Şuppiluliuma’nın da babası) Kaşkalı Piyapili’nin yaklaştığını duyunca, kendisi hasta olduğundan sordu ‘Kim gidecek?’, babam dedi ki ‘Ben gideceğim!’ Böylece büyükbabam Arzawalı düşmana karşı babamı gönderdi. Şuppiluliuma krallık tahtına çıktığı zaman, herhalde uzun bir süre Anadolu içindeki kargaşanın yatışması ile uğraşmak zorunda kalmıştı. Krallığının ilk yıllarında Toros sıradağlarının ötesine doğru yayılma girişiminde bulunmuşsa da, anlaşıldığına göre bunda pek başarılı olamamıştı. İlk olarak, bugünkü Elazığ dolayları ile eşitlenebilen İşuwa ülkesi ile bir çatışması olmuş, arkasından Mitanni kralı ile arasında bir sürtüşme başlamıştı. Mitanni kralına gel dövüşelim diye haber göndermesine karşın, kral, başkenti Waşukanni’den çıkmamış, Hitit ordusu oraya ilerleyince, herhalde Mitanni kuvvetlerince yakılan ekinler ve kapatılan kuyular yüzünden aç ve susuz kalarak geri çekilmek zorunda kalmıştı. Bu sırada Mitanni kralı Tuşratta’nın eline geçen ganimetler, Mısır firavunu 3. Amenofis’e armağan edilmişti. Hatti-Mitanni çekişmesinin Şuppiluliuma aleyhine sonuçlanması üzerine, Kaşkalar tekrara saldırıya geçmişler ve kral, yayılma siyasetini bir süre için terk edip, iç düşmanlarla savaşmak için kuzeye yönelmişti. Kaşkalar yatıştırılınca, tekrar güneydoğuya ağırlık verilebilirdi, ki 2. Murşili’nin babası ile ilgili anlattıklarından böyle olduğunu anlıyoruz. Ancak yayılma siyasetini yeniden başlatmadan önce, Anadolu içindeki güvenliğin sağlama alınması gerekiyordu. Bu yüzden, öncelikle Anadolu’nun doğusundaki Azzi-Hayaşa ülkesi ile bir antlaşma yapıldı. Bu antlaşmayı pekiştirmek için de Şuppiluliuma, Hayaşa kralı Hukkana’ya kızını vermiş, fakat antlaşma metnine, iki ülke arasındaki gelenek göreneklerin ayrı olduğunu, bu nedenle kızının eşlik haklarının korunması için bazı koşulları kabul etmesi gerektiğini de koymuştu. Örneğin, karının kız kardeşi ya da bir başka kadın akrabası sana gelirse, ona yiyecek, içecek ver; yiyin, için ve neşelenin, ama onunla cinsel ilişkiye girmeye kalkışma. Buna izin verilemez ve bunun cezası ölümdür! sözleriyle Hukkana uyarılmıştı. Antlaşmaya göre, gerektiğinde isyan ya da savaş halinde silahla yardıma koşmak, düşmanın ihanetini haber vermek, tutsakları geri vermek gibi yükümlülükler de getirilmişti. Aynı amaçlara, yani, siyasal alanda güçlenmeye yönelik bir antlaşma da Kizzuwatna kralı Şunaşşura ile imzalanmıştı. Mitanni ülkesi nasıl Hatti ile Mısır arasında bir tampon oluşturuyor idiyse, Kizzuwatna da Mitanni ile Hatti arasında aynı rolü oynuyordu. Bu bakımdan, zamanla yine Mitanni yanında yer alan bu ülkenin tekrar Hititler’in yanına çekilmesi gerekmişti. Böylelikle, gerek Mitanniye karşı durum sağlamlaştırılmış, gerekse Suriye yolu açılmış olmaktaydı. Antlaşma yapılan Kizzuwatna kralının adının Şunaşşura gibi tam anlamıyla İndo-Ari bir kökene sahip olması dahi, Mitanni’nin yönetici sınıfının buraya da el atmış olduğunu göstermeye yeterli bir kanıttır. Şuppiluliuma bu yüzden Kizzuwatna’yı kendi yanına çekerken, çok akıllı bir dil kullanmıştı: Hurriler Şunaşşura’ya köle diyorlardı. Şimdi ise, majesteleri (yani Hitit kralı) onu gerçek bir kral yaptı... Şunaşşura majestenin huzuruna gelince, majestenin büyükleri onun önünde ayağa kalkacak, kimse oturur durumda kalmayacak. Mitanni kralının, armağanlar vererek Kizzuwatna kralını küçük düşürmesini önlemek amacıyla, antlaşmaya şöyle bir bölüm de eklenmişti: Hurlar, Şunaşşura’nın Hurri kralından ayrılıp, majeste ile anlaştığını duyar da, Hurri kralı majesteye kutlama armağanları yollarsa, ben, majeste Hurri kralından Şunaşşura dolayısıyla verilen bu armağanı kabul etmeyeceğim. Böylece Şunaşşura, alınıp-satılan bir köle durumundan çıkarılmış olacaktı. Antlaşmanın diğer maddelerinde iki devlet arasındaki sınırlar da belirleniyor, gerekli durumlarda Kizzuwatna’nın kaç piyade ve kaç arabalı asker göndereceği saptanıyordu. Herhalde, Kizzuwatna kralını ağır yükümlülükler altına sokarak ürkütmemek için, bu askerlerin beslenme işini Hitit kralı üstlenmişti. Ayrıca, suçluların geriye verilmesi de konu edilmişti. İki kral arasına arabozuculuk sokmak isteyeceklerin bulunacağını da hesaba katan Şuppiluliuma, aralarında gönderilecek elçilerin gerçek ve doğruluğuna güvenilebilir haberler taşımaları konusunda da titizlik göstermişti. Yollanan haber, bir tablette yazılı olarak sunulacak, eğer elçinin söyledikleri ile tabletteki haber birbirini tutuyorsa, elçiye güvenilecekti. Kizzuwatna le antlaşma yapılıp, bu ülkenin arkadan saldırmayacağı konusunda güvenceye sahip olunca, Hitit orduları Kuzey Suriye üzerinde baskı kurmaya başlamışlardı. Hurri kuvvetlerinin bir bölümü de yenilmiş, Şuppiluliuma, Kinza (= Kadeş, bugün Humus kentinin güneybatısındaki Tell Nebî Mend) ve Amurru (bugün Trablusşam yakınlarındaki kıyı kesimi) Bölgeleri’ni ele geçirmişti. Ayrıca kıyı kesiminden doğuya doğru içerlere girip, Hurri egemenlik alanında kalan Kargamış kentini de kuşatmıştı. Kuşatma sırasında Lupakki ve Tarhuntazalma adında iki generali, bugünkü Bika Vadisi’nde bulunan Amka Ülkesine göndermişti. Bunlar, Amka’yı yağmalayıp, pek çok tutsak, sığır ve koyun getirmişlerdi. Bu hareket aslında Mısır nüfuz bölgesine saldırmak anlamına geliyordu. Ancak bu arada Mısır firavunu Tutenkamon ölmüş, devlet başsız kalmıştı. Olasılıkla kendilerini güçsüz duydukları için olacak ki, Mısır tarafından bir karşı saldırı olmamıştı. Bu sırada Mısır kraliçesinden Şuppiluliuma’ya bir elçi geldi; elçinin elindeki belgede şu yazıyordu: Benim kocam öldü. Oğlum ise yok. Senin çok oğlun olduğu söyleniyor. Sen oğullarından birini bana verecek olursan, o benim kocam olur. Ben asla kölelerimden birini seçip, kendime koca yapmam. Şuppiluliuma bu haberi dinleyince büyükleri toplantıya çağırdı ve onlara dedi ki: ‘Böyle bir şey yaşamım boyunca başıma gelmedi.’ Sonra Hattuşaziti’yi şu emri vererek Mısır’a yolladı ‘Git ve bana doğru haberi getir! Onlar belki beni aldatıyorlar, belki efendilerinin bir oğlu vardır. Sen işin doğrusunu bana bildir! Bu habercinin Mısır’a gönderilmesinden sonra Kargamış kuşatması Hititlerce başarı ile tamamlanıp, kent fethedildi. Kuşatma 7 gün sürmüş ve 8. gün kent Şuppiluliuma’nın eline geçmişti. 2. Murşili babasının bu başarısından şöyle söz etmektedir: vBabam tanrılardan korktuğundan, yukarı kentteki tapınaklara kimseyi sokmadı, kendisi de tek bir tapınağa yanaşmadı, hatta onlara saygı gösterdi. Fakat aşağı kentteki halkın gümüş, altın ve tunç eşyalarını alıp, Hattuşa’ya taşıdı. Saraya getirdiği tutsakların sayısı 3.330 idi. Hititler’in ülkelerine götürdüklerinin sayısı ise belli değildi. Sonra oğlu Şarrikuşuh’a Kargamış kenti ve ülkesinin yöneticiliğini verdi; onu kral yaptı. Şuppiluliuma’nın Ön Asya içindeki siyaseti bu bölümlerle gayet açık bir biçimde ortaya konmaktadır. Yapılan antlaşmalar, olmadığı zaman güce başvurulması, kazanılan toprakları merkezi otoriteye kesinlikle ağlı oğulların yönetimine terk etmek, bu Hitit kralının gerçekten iyi bir devlet adamı ve iyi bir asker olduğunu göstermektedir. Şarrikuşuh bir Hurri adı olduğuna göre, belki de çoğunluğu Hurri kökenli olması gereken Kargamış kenti halkına hoş görünmek için bu ikinci ad prense takılmış olabilir; tanrılara karşı saygılı davranmak da, yine aynı taktik amaca yönelik olsa gerektir. Aynı işlem Halep için de uygulanmış, Şuppiluliuma oraya da oğullarından rahip unvanı ile bilinen Telipinu’yu göndermiştir. Kargamış’ın Hitit egemenliğine girmesinden sonra, Mısır’a doğru haber getirmesi için gönderilen elçi sonunda geri dönmüştü. Yanında Mısır elçisi Hani de vardı. Bu elçinin Mısır kraliçesinden getirdiği haberde şöyle deniyordu: Sen neden ‘beni aldatıyorlar’ diyorsun? Benim oğlum olsa idi, benim ve ülkemin bu utancını yabancı bir ülkeye yazar mıydım? Ben başka ülkeye değil, yalnız sana yazdım. Senin için oğul çok diyorlar. Birini bana ver! O, bana koca, Mısır’a kral olsun! Şuppiluliuma’nın Mısır’la ilişkileri yukarıda adı geçen iki generalin Amka ülkesini yapma etmesine değin iyi gitmişti. Firavun 4. Amenofis’in tahta geçişini kutlamak için Şuppiluliuma ona armağanlar göndermişti. Fakat Amka’da Hititler’in görünmesiyle, Suriye topraklarındaki küçük krallıklar, Mısır ve Hitit güçleri arasında kalmış ve iki yanlı bir siyaset izlemeye çalışmışlardı. Şuppiluliuma bunları da kendi emri altına almayı başarmış ve yanına çekmeyi bilmişti. Şuppiluliuma’nın nüfuz alanı artık Mısır sınırına kadar dayanmıştı. Anlaşıldığına göre, Mısır ile doğrudan br çatışmaya girmeye de istekli değildi. Mısır kraliçesinden olumlu yanıt gelince, oğullarından Zannanza’yı Mısır’a firavun olmak için göndermeye karar verdi. 2. Murşili’nin anlatımı ile artık Hatti ve Mısır sürekli dost kalacaklar’dı. Ama bu istek gerçekleşemedi. Şuppiluliuma’nın, kraliçenin ilk mektubu üzerine harekete geçmeyip beklemesi, Mısır’da tahta geçme tutkusuna sahip kişilere zaman kazandırmıştı. Onlar da kendi planlarını uygulamak için hazırlanmışlardı. Saraylılardan biri, tahtı çoktan ele geçirmişti. Zannanza, Mısır’a varmadan önce yolda öldürüldü. Mısır kronolojisine göre yaklaşık İÖ 1350’lerde oluşan bu olay, Şuppiluliuma tarafından haber alınınca, kral Zananza için ağıtlar yaktı; tanrılara şöyle dedi: ‘ey tanrılar!’ Ben bir kötülük yapmadım, ama Mısır halkı bana bunu yaptı. Şimdi de sınırlarıma saldırdılar. Hititler’in reaksiyonu doğal olarak sert oldu. Şuppiluliuma sefere çıktı ve Mısır yaya ve arabalı askerlerini yendi. Yakaladığı tutsakları ülkesine getirdi. Bu galibiyetin, Mısır topraklarında olmadığı, yenilen Mısır güçlerinin Mısır ordusunun tümünü oluşturmadığı sanılmaktadır. Fakat ne olursa olsun bu çatışma, daha ileride Kadeş Antlaşması ile bitecek olan Mısır-Hitit savaşına yol açan bir olaydı. Mitanni ile ilk sürtüşmesi başarısızlıkla sonuçlanan Şuppiluliuma, düşmanı olan bu ülkenin içişlerini her zaman dikkatle izlemiş ve patlak veren bazı iç çekişmeleri kendi lehine kullanmak istemişti. Fakat Mitanni kolayca çözümlenebilecek bir sorun değildi. Şuppiluliuma’nın geri çekilirken bıraktığı ganimetleri Mısır’a armağan gönderen 3. ve 4. Amenofis’e yazdığı mektuplarda kızına selam söylemesinden, kızlarından birini Mısır sarayına gelin gönderdiği anlaşılan Tuşratta’nın Ön Asya içindeki ilişkileri sağlam temellere dayanmaktaydı. Bu kralın tahta geçişi sırasında çıkan kargaşalıklarda Şuppiluliuma, kendi tarafına çekmeyi başardığı Artatama adlı birini başa geçirmeye çalışmıştı. Olasılıkla Mısır güçlerine karşı elde ettiği başarılardan sonra Hatti kralı, Mitanni üzerinde ikinci bir sefer düzenlenmiş, Waşşukanni’yi yağmalamıştı. Bu yenilgi üzerine Mitanni ülkesinde bazı soylular Tuşratta’ya karşı ayaklanmışlar ve onu öldürmüşlerdi. Ülke, güçlenmeye başlayan Asur ve Yukarı Dicle Bölgesi’nde olduğu düşünülen Alşe arasında paylaşılmıştı. Bu safvaşımlar arasına Mitanni tahtına geçmek isteyen Mattiwaza, Hitit ülkesine kaçarak, Şuppiluliuma’ya sığında. Hatti kralı ona kızını verdi ve bir antlaşma yaptı. Adı geçen antlaşmada Şuppiluliuma şöyle diyordu: Kral Tuşratta’nın oğlu Mattiwaza’yı elinden tutum; onu babasının tahtına oturtacağım. Büyük bir ülke olan Mitanni, mahva uğramasın diye, kızının hatırına büyük Hatti kralı, bu ülkeyi yeniden canlandırdı. Tuşratta’nın oğlu Mattiwaza’yı elinden tutum ve kızımı ona eş olarak verdim. Mattiwaza kralı olduğuna göre, Hatti ülkesinin kralının kızı da Mitanni ülkesinde kraliçedir. Sen, ey Mattiwaza, kızımın üzerine başka kadın alma! Ona, başka bir kadın eşdeğer duruma gelmesin, kızımı ikinci kadın derecesine indirme. Mattiwaza, gelecekte benim oğullarımın gereçk kardeşi ve eşitidir. Mattiwaza’nın çocukları da benim çocuk ve torunlarımın eşiti olacaktır. ... Hatti ve Mitanni ülkesinin halkı gelecekte birbirlerine kötülük etmeyeceklerdir... Hatti ülkesi kralı savaşa giderse Mitanni kralı da onunla gidecektir. Mitanni’nin düşmanı olan, Hatti’nin de düşmanı olacaktır. Hatt’nin dostu olan, Mitanni’nin de dostu olacaktır. Bundan önceki bölümde de değindiğimiz gibi, Hitit desteği ile ayakta duran Mitanni, özellikle Kargamış kralı olan Hitit prensi Şarrikuşuh (diğer adı Payaşili)’un çabalarına karşın, Şuppiluliuma’nın ülkede çıkan ve olasılıkla Suriye seferlerinde alınan tutsaklardan kaynaklanan bir veba salgını sonucu ölmesi ile, Asur baskısı altında çökmüştür. Şuppiluliuma’nın dış siyasetinde önemli bir rol oynayan sülaleler arası evlilikler, yalnız Hitit sarayından başka ülkelere prenses gönderilmesi ile kalmamış, Şuppiluliuma da başka sülalelerden kadınlar almıştı. Belgelerde bu kralın eşlerinden biri olarak, Babilli bir prensese rastlıyoruz.. Suriye’deki krallıklardan biri olan Ugarit’te (bugün Suriye’nin Akdeniz kıyısındaki Ras Şamra), kral 2. Niqmadu ile yapılan diplomatik yazışmalardan biri üzerindeki mühürde, kocasının adı yanında, Tawananna unvanı ile bulunan bu kraliçenin adı Malnigal olarak okunmaktadır. Bu ad, aslen Babilli olan kraliçeye sonradan takılmış Hurri kökenli bir addır. Kraliçe Malnigal, kocası Şuppiluliuma’nın ölümünden sonra da 2. Murşili döneminde unvanını korumuş ve ileride göreceğimiz gibi, Hitit sarayında bazı entrikalar yapmakla suçlanmıştı.
  5. muki şurada cevap verdi: efe doga başlık Çorum
    BÜYÜK İMPARATORLUK DÖNEMİ Telipinu sonrası ile Hitit tarihinde başlayan yeni döneme Büyük İmparatorluk ya da Yeni İmparatorluk dönemi adı verilir. Ama, İmparatorluk teriminden, Hititler’den yüzyıllar sonra kurulmuş Roma İmparatorluğu gibi, kıtalar üzerine yayılmış, geniş topraklara egemen olmuş bir devlet anlaşılmamalıdır. Öte yandan, aynı döneme yeni denmesine karşın, bu dönemle ilgili bildiklerimiz, özellikle başlangıç evreleri için daha az problemli ya da daha kesin de değildir. Hemen belirtelim ki, yaklaşık İÖ 1380 yıllarına tarihlenen Büyük Kral Şuppiluliuma’ya değin, Hitit tahtına oturmuş kralların kesin sırasını ve dönemlerinde oluşmuş olayların tam bir kronolojisini saptayamıyoruz. Bazı belgeler üzerinde rastlanan adların gerçekten krallık yapmış olup olmadıkları dahi bilinmemektedir. Büyük İmparatorluk dönemine ait ilk belgelerde karşımıza Tuthaliya (2.) ve eşi Nikalmati, Arnuwanda ve kraliçe Aşmunikal adları çıkar. Kral adlarının Hititçe olmasına karşılık, kraliçe adlarının Hurri kökenli olması hemen dikkati çekmektedir. Buna neden, bu etnik zümrenin kültürel moda halini alması ya da bu dönemdeki kral sülalesinin Hurriler ile kaynaşmış olmasıdır. Diğer yandan Yeni İmparatorluk dönemindeki kral adları da, Eski Devlet zamanında başa geçenlere göre daha çok Hititli’dir. Bunlara örnek olarak Şuppiluliuma gösterilebilir. Bu adı şuppi- “saf, temiz” luli- “kaynak” ve ethnikon eki –uma biçiminde analiz ederek “saf kaynak-lı” olarak anlamlandırmak olasıdır. Hattuşa-lı anlamına gelen Hattuşili de yine bunlardan biridir; ancak bu, Hattuşa’yı başkent yaptığı için bu krala önce bir çeşit lakap gibi verilmiş, sonra özel ad olarak diğer krallara da takılmıştır. Arnuwanda da Hitit kökenli adlardandır. Yalnız hatırda tutulması gereken önemli bir nokta, bazı Hitit krallarının Hititçe adlar yanında ikinci bir Hurca ad da taşıdıklarıdır. Elimizde Tuthaliya (2)’nin icraatı ile ilgili bilgi veren fazla yazılı belge yoktur. Hatta, Tuthaliya’nın hangi koşullar altında tahta geçtiğini de bilemiyoruz. Tuthaliya’dan çok sonra yaşamış olan Hitit kralı Muwatalli, Halep kralı Talmişarruma ile yaptığı bir antlaşmada Tuthaliya’dan şu sözlerle bahsetmektedir: Tuthaliya, krallığın tahtına oturduğu zaman... Bu anlatım biçimi düşündürücüdür. Bütün krallar babalarının tahtına geçtiklerini söyledikleri halde, Tuthaliya babasının değil de krallığın tahtına geçmiştir. Acaba Tuthaliya, hakkı olmadan tahtı zorla ele geçirmiş bir gasıp, bir usurpator muydu? Bu yüzden mi kendinden sonra gelen Hitit kralları ondan böyle söz etmek zorunda kalmışlardı? Belgelerin azlığı bu soruları yanıtlamamıza engel olmaktadır. Aynı antlaşma, Tuthaliya’nın siyasal eylemlerine de ancak bir parça ışık tutmaktadır. Bu belgede anlatıldığına göre, Halep kralı ile Tuthaliya arasında da önce bir antlaşma yapılmış, fakat Halep kralı sözünden dönerek Mitanni kralı ile barış imzalamıştı. Bu nedenle Tuthaliya, Halep ve Mitanni krallarını, ülkeleri ile birlikte yok etmişti. Aradan uzun zaman geçtikten sonra anlatılan bu başarı gerçek midir, yoksa, biraz abartılmış mıdır? Bunu kesinlikle saptayabilmek için Kuzey Suriye Devletleri yönünden de bu olayı doğrulayacak belgelerin bulunması zorunludur. Ancak, Tuthaliya döneminde dahi Hititler, 1. Murşili’nin fethetmiş olduğu bu kent üzerinde kısa süreli bir baskı kurmuş ve Halep kralının Mitanni ile yaptığı antlaşmayı, eski haklarına dayanarak, kendilerine yapılmış bir ihanet saymış olabilirler. Yeri gelmişken, burada biraz da adı geçen Mitanni Devletinin gelişimi ve tarihçesi üzerinde durmamız gerekmektedir. Mitanni ya da başka belgelerde geçen adıyla Hanigalbat ile Hititler’in ilişkileri, Hitit yayılma siyasetinin Kuzey Suriye üzerinde yoğunlaşmaya başladığı andan itibaren ortaya çıkar. Hatırlanacağı gibi, 1. Hattuşili ve 1. Murşili döneminde bu bölgelere giren Hitit kuvvetleri, Yukarı Mezopotamya ve Kuzey Suriye’deki bazı Hurri prenslerinin askerleriyle çatışmalara girişmişlerdi. Olasıılıkla İÖ 16 yüzyılın sonlarına doğru, adı geçen coğrafi alana gelen ve indo-ari kökenli olan savaşçı ve yönetici bir sınıf, bu Hurri prensliklerinin bir devlet örgütü kurmalarını sağlamış ve ortaya çıkan devlete resmi bir ad olarak Mitanni denilmiş, ancak halkın çoğunluğuna bakarak, Hurri adı da kullanılmaya devam edilmişti. İndo-ari terimini, Hint-Avrupa dil ailesi içindeki bugünkü Hintçe ile akraba olan Doğu dillerini konuşan bir zümreye verilen ad olarak kısaca açıklamak olasıdır. Varlıkları, İndra, Varuna ve Mitra gibi Hint tanrı adlarından, kral adlarından ve özellikle at yetiştirme ile ilgili Hint kökenli sözcüklerden anlaşılan bu yönetici sınıf, dil olarak Hurrice’yi benimsemiş, hatta Mısır firavunu 3. Amenofis ile yapılan yazışmalarda bu dil kullanılmıştı. İndo-ari kökenli krallarından Mattiwaza’nın, bu adı yanında Kili-Teşup gibi Hurri kökenli ikinci bir ad daha taşıması, yönetici sınıfın Hurri halkı içinde yavaş yavaş eritildiği yönünde bir kanıt sayılabilir. Mitanni Devleti güçlü olduğu sıralarda Fırat’ın batısında etkin olmaya başlamış, Mısır ve Hitit imparatorlukları arasında üçüncü bir güç durumuna da gelmiştir. Başkentleri, henüz yeri saptanamayan, Waşşukanni olan Hurriler ile Mısır ve Hitit kralları arasında kız alıp vermeler olmuş, Mitanni zaman zaman esnek bir siyaset sürdürerek bu iki devlet arasında bir tampon bölge oluşturmuştur. Hurri kültürünün Hititler üzerinde büyük etkileri olduğuna daha önce de değinmiştik. Özellikle mitoloji ve din alanındaki bu etkinlik, Mezopotamya uygarlığının Hititler’e aktarılmasında aracı olmuş, hatta daha sonra göreceğimiz bazı mitolojijk öğelerin Yunan uygarlığına geçişini hazırlamıştır. Mitanni Devleti, İÖ. 1340’lardan sonra zayıflamış ve gittikçe güçlenerek yayılan Yeni Asur İmparatorluğu’nun önce vassalı durumuna düşmüş, sonuçta İÖ 1270 yılında Asur kralı 1. Salmanassar tarafından siyaset sahnesinden atılarak, bir Asur eyaleti haline girmiştir. Tuthaliya ve kraliçe Nikalmati’den sonra belgelerde rastlanan Arnuwanda ve kraliçe Aşmunikal’in kişilik ve icraatlarını daha iyi tanıyabiliyoruz. Bu kral çiftine ait hem hiyeroglif, hem de çiviyazısı ile yazılmış bir mühür üzerinde şunlar okunmaktadır: Tuthaliya’nın oğlu, büyük kral, tabarna Anuwanda’nın mührü – Tuthaliya’nın kızı, büyük kraliçe tawananna Aşmunikal’in mührü. Burada hemen hatırlatalım ki, tabarna kralların, tawananna ise kraliçelerin ünvanıdır. Her iki sözcük de Hatti kökenli olmaları bakımından, Anadolu’nun bu yerli halkının sonradan gelen Hititler’e yaptıkları kültürel etkinin diğer kanıtlarıdır. Öte yandan, kraliçe Aşmunikal’in sadece çiviyazısı ile yazılmış mühründe şu sözleri okuyoruz: Büyük kraliçe Aşmunikal, Nikalmati’nin kızı. Bu iki mühürle, kurban listelerinde geçen Tuthaliya-Nikalmati ve ondan sonra gelen Arnuwanda-Aşmunikal’in sırası doğrulanmış olmakta, fakat aynı zamanda çözülmesi çok zor bir sorun da doğmaktadır. Gerek kral Arnuwanda’nın gerek kraliçe Aşmunikal’in babaları Tuthaliya olarak verildiğine, Aşmunikal’in annesi ise Nikalmati adını taşıdığına göre, Arnuwanda ve Aşmunikal’in Tuthaliya-Nikalmati çiftinin çocukları, başka bir deyişle kardeş olmaları gerekmektedir. Bu durumda ortaya bazı varsayımlar çıkmaktadır: 1 – İki kardeş, evlenmeden, kral ve kraliçe ünvanlarını alarak, devleti birlikte yönetmişlerdi; 2- Daha sonra göreceğimiz Hitit yasalarında kardeşler arası evlilik yasaklanmış ve aksine hareket edenlere ölüm cezası konmuş olmasına karşın, iki kardeş evlenerek, kral ve kraliçe olarak hüküm sürmüşlerdi; 3- Eğer evli idiyseler ve bu evlilik kardeş evliliği değil de yasal bir evlilik ise, Aşmunikal, Tuthaliya-Nikalmati çiftinin öz kızı, Arnuwanda ise, babasının adı Tuthaliya olarak verildiğine göre, ya içgüveysi giren bir damat, yada Tuthaliya’nın evlat edindiği bir çocuktur. Bu varsayımlardan hangisinin doğru olduğuna karar verebilmek güçtür. Bunların her birini destekleyen, yada desteklediği ileriye sürülen kanıtlar vardır. Bu çiftin hükümdarlığı zamanında bir takım felaketli olayların oluştuğunu dile getiren metinler ele geçmiştir. Diğer yandan, Tanrı Telipinu (bu addaki kralla aynı adı taşıyan bir de tanrı vardır) efsanesinde, adı geçen tanrının kraliçe Aşmunikal’e kızarak ortadan kaybolup, birlikte bolluk ve bereketi de götürdüğünün anlatılması, kamu oyunda, kardeşi ile evlenmiş olduğu için, kraliçenin günahkar olduğu inancının varlığına aracılık eden bir işaret sayılabilir. Bu çiftin evli olmadığını kanıtlamak için de, Hurri dilinde yazılmış bazı belgelerden yararlanılmaktadır. Bunlar, Taşmişarri adlı birinin hem Aşmunikal, hem de Taduhepa adlı kadınlarla birlikte düzenlemiş olduğu belgelerdir. Taduhepa’nın adı kurban listelerinde Nikalmati ve Aşmunikal’den sonra geçmektedir. Bu bakımdan, Taduhepa, Tuthaliya ve Arnuwanda’dan sonra Hitit tahtına oturan Şuppiluliuma’nın ilk karısı olarak kabul edilmekteydi. Oysa Hurri metinlerinde geçen Taşmişarri, çift adlı bazı Hitit krallarında da görüldüğü gibi, Arnuwanda’nın Hruca ikinci adı yani Taşmişarri = Arnuwanda ise, Taduhepa da onun karısı olabilir. Buna göre Arnuwanda önce kız kardeşi ile evlenmeden devleti yönetirken, karısı Taduhepa da onun karısı olabilir. Buna göre Arnuwanda önce kız kardeşi ile evlenmeden devleti yönetirken, karısı Taduhepa geri planda sadece bir eş olarak kalmış, Aşmunikal öldükten sonra görümcesinin yerine kraliçe ünvanını almıştı. Kraliçe ünvanı olan tawananna makamı, Hititler’de eşlerin ölümünden sonra da bir tür ana kraliçelik olarak sürerdi. Bu bakımdan eski krallardan sonra tahta geçen prenslerin zamanında da anneleri ya da analıkları unvanlarını bırakmazlardı. Arnuwanda-Aşmunikal çiftinin hükümdarlıkları zamanında Hititler için büyük sorun, VIII. Bölümde varlıklarından söz ettiğimiz Kaşkalar olmuştur. Merkezi bir otoriteye bağlı olmadan bağımsız boylar halinde yaşayan bu insanlar, Hitit Devleti’nin başında gerçek bir belaydı. Bazen başkente değin inen bu yağmacı boylar ile antlaşmalar yapılmış, fakat bir boy diğeinin Hitit kralı ile yaptığı antlaşmayla kendini bağlı saymadığı için, mutlaka bir tanesi saldırı halinde olmuştur. Kaşkalar ile kuvvet zoruyla başa çıkamayan Arnuwanda-Aşmunikal çifti, aşağıdaki metinde özetle göreceğimiz gibi tek çareyi tanrılarına yakarmakta bulmuşlardır: Majeste, Büyük Kral Arnuwanda ve Büyük Kraliçe Aşmunikal şöyle söyler ‘Yalnız Hatti ülkesi siz tanrılara karşı saf (temi) bir ülkedir. Siz tanrılara yalnız bir Hatti ülkesinde saygı gösteririz. Siz tanrılar, tanrısal içgüdünüzle bilirsiniz ki, tapınaklarınızla kimse bizim kadar ilgilenmemiştir. Ve siz tanrıların malları, gümüşü, altını, hayvan biçimli kapları (rhyton denilen kaplar) ve elbiseleri ile kimse bizim kadar ilgilenmemiştir. Ayrıca, gümüş ve altın tanrı yontuları ile tanrıların vücudunda (yontularında) ne eskimiş ise, tanrıların aletlerinden hangileri eskimiş ise, onları bizim kadar kimse yenilememiştir. Ayrıca, kimse sizin kurbanlarınızda temizliğe bu denli uymamış, günlük, aylık ve yıllık bayramlarınızı böylesine yerine getirmemiştir. (Oysa) siz tanrıların hizmetlileri ve kentleri angarya ve haraca zorlandı ve hizmetçileriniz kadın ve erkek köle durumuna getirildi. Siz tanrılara ben Büyük Kral Arnuwanda ve Büyük Kraliçe Aşmunikal her konuda saygı gösterdik. Biz, sizin ekmek ve şarap kurbanlarınızla, besili sığır ve koyunlarımızı yeniden vereceğiz. (Siz) bizim tarafımızı tutun! Düşmanın Hatti ülkesine nasıl saldırdığını, ülkeyi nasıl yağmalayıp ele geçirdiğini size söyleyip, sizin nezdinizde onlardan davacı olmak istiyoruz. Bu ülkeler, siz gökyüzü tanrılarının ekmek şarap ve diğer eşyalarınızı verirlerdi (şimdi bunlar haraca bağlandı). İşte buralardan, rahipler, tanrı anaları (yani rahibeler), kutsal rahipler çalgıcı ve ilahiciler sürüldü, tanrıların dinsel törenleri (iptal edildi) ve eşyaları oradan atıldı. Oradan Arinna kentinin Güneş Tanrıçası’na ait gümüş, altın, tunç ve bakır güneş kursları ve hilaller ile bayram elbiseleri (yani tören elbiseleri) gömlekler, kurban ekmekleri, şaraplar ve kurbanlık sığır ve koyunlar gasp edildi; bu ülkeler, Nerik, Hurşama, Kaştama, Himuwa, Zalpuwa ve diğerleridir. Sizin bu ülkelerde sahip olduğunuz tapınakları Kaşkalar yıktılar, siz tanrıların yontularını kırdılar, rhyton’ları gümüş, altın ve bronz kapları ve sizin bronz gereçlerinizi ve elbiselerinizi yağmalayıp paylaştılar. Rahipleri, çalgıcı ve ilahi okuyucuları aşçıları, fırıncıları, çiftçi ve bahçıvanları da aralarında paylaşıp, köle ettiler. Kaşkalar her şeyinize sahip oldular. Bu yüzden, bu ülkelerde kimse adınızı bile anmıyor; kimse size kurban sunmuyor ve sizin için bayram düzenlenmiyor. Buraya, Hatti ülkesine de kimse sizin için vergi getirmiyor. Sizlere hiçbir yerden rahipler, çalgıcılar gelmiyor. Kimse size güneş kursları, hilaller, altın ve gümüş ile elbiseler vermiyor; ekmek, şarap ve hayvan kurban etmiyor. Size bu ülkeleri (yani Kaşkalar’ın yağmaladığı ülkeleri) saydık. Şimdi size sürekli yalvarıyoruz. Kaşkalar buraya, Hattuşa’ya değin geldiler; Tuhaşuna ve Tahantariya kentlerini vurup, kapılara kadar indiler. Biz, tanrılara saygılı olduğumuzdan, onların bayramlarına özellikle özen gösteriyoruz. Fakat Nerik ili Kaşkalar’ın elinde olduğundan, Nerik’in Fırtına Tanrısı ve diğer Nerik tanrıları için, kurbanları Hattuşa’dan Nerik yerine, Hakmişa’ya yollamak istiyoruz. Kaşkalar’ı çağırıp, armağanlar verip, ant içirilir ‘Nerik Fırtına Tanrısı’na gönderdiğimiz kurbanlara dokunmayın, yolda onlara saldırmayın!’ Ancak, onlar armağanları alıp, ant içerler. Ama, ayrılınca andı bozar ve tanrıların sözünü küçük görürler, Fırtına Tanrısı’nın andının mührünü kırarla, Hatti’den giden kurbanlara saldırırlar. Bu duanın en ilgi çekici yönü, tanrılara Kaşkalar’dan yakınılırken Kaşka saldırılarının önlenmesinin, tanrıların da çıkarları bakımında gerekli olduğunun, yani Kaşkalar durdurulmazsa, bundan en fazla tanrıların kendilerinin zarar göreceğinin vurgulanmasıdır. Buna, tanrılara bir tür şantaj yapılması da denebilir. Hititler’in ikinci yakınma konuları da, Nerik ve yöresindeki kentlerin Kaşka’ların elinde olması yüzünden, Hitit pantheon’u içinde çok önemli bir yer tutan Nerik Fırtına Tanrısı’na armağan ve kurban yollanmaması, Nerik yerine Hakmiş kentinde kurulan Fırtına Tanrısı tapınağına gönderilmek istenen eşyanın da yine Kaşka saldırılarından kurtulamamasıdır. Hakmiş kenti, bugünkü Amasya’dır. Nerik kentinin yeri ise, henüz bilinememekle beraber, bunun da kral Hantili döneminde Kaşkalar’ın eline geçen, Karadeniz Bölgesi’nde bir yer olması gerekmektedir. Kaşkalar’ın beylerine yapılan toprak bağışlarına ait belgeler de elimize geçmiştir. Toprak sahibi yapılan Kaşka boylarının Hititler’e dost bir topluluk haline dönüştürülmesi ve ekonomik açıdan Hatti ülkesine bağlanmasının amaçlandığı belli olmaktadır. Kaşka beylerinin and içmelerinde ise, Kaşkalar’ın Hitit kralına karşı ihanet girişimlerinde bulunmamaları, eğer biri kendilerine bir elçi gönderir de onları kötülüğe kışkırtırsa, onu yakalayıp majeste Hitit kralı önüne çıkarmaları istenmektedir. Sözünü ettiğimiz toprak bağısı belgeleri üzerinde, kral Arnuwanda ve kraliçe Aşmunikal yanında, bir de tuhkanti unvanını taşıyan Tuthaliya adında üçüncü bir kişi bulunmaktadır. Bunun kim olabileceğine dair bazı varsayımlar ileri sürülmektedir.
  6. muki şurada cevap verdi: efe doga başlık Çorum
    ESKİ HİTİT DEVLETİNİN KURULUŞU: 1.HATTUŞİLİ Devletlerin ilk kuruldukları andaki sınırları dışına iten, başka topraklar üzerinde yayılmaya zorlayan etkenlerin başlıcası büyük imparatorluklar kurma, daha büyük alanları ve daha kalabalık toplumları egemenlik altına alma gibi tutma gibi tutkuların yanında, hiç kuşkusuz ekonomik faktörlerdir. Devlet, ekonomik, askeri, dinsel ve sosyal her alanda örgütlenme demektir. Bu örgütlemeyi yapabilmek ve yürütebilmek ise, tümüyle ekonomik güce dayanır. Tanrılara düzenli kurbanlar adanmasından, kentlerde savunma sistemleri inşa edilmesine değin her şey, devletin maddi varlığı ile orantılı olarak gerçekleştirilebilir. Bu bakımdan, Hitit Devleti de kuruluş evresini tamamlar tamamlamaz, ekonomik gücünü artırmak için zengin alanlara yönelik bir genişleme siyaseti izlemeye çift-dilli olan ve Askeri Yüksek İdare Mahkemesi icraatını konu alan belgesi, bu siyasetin ana ilkelerini saptamaktadır. 1. Hattuşili’nin bu belgesine göre ilk seferler güneydoğu Anadolu ve Kuzey Suriye Bölgesi’ne düzenlenmiştir. Bu alandaki en büyük başarı, Alalah kentinin alınmasıdır. Bugün Hatay ilindeki Tell Açana olan Alalah, Kuzey Suriye kapılarının kilidi durumundaydı. Bu kentin düşmesi ile beraber, daha güneydeki alanlar Hitit kuvvetlerine açılmış oluyordu. Ancak, Anadolu’nun batısı ve Hitit Devleti’nin çekirdeğini oluşturan Kızılırmak kavsi içinde kalan toprakların kuzey ve güneyinde de düşman toplumlar vardı. Belgeden anlaşıldığına göre, 1. Hattuşili güneydoğuya yönelince, Anadolu Yarımadası’nın güneybatısına lokalize edilen Arzawa Hititler’e karşı gelmiş, bu kez kral o yöne yürümek zorunda kalmıştı. Bu durumda ise, güneydoğuda ele geçirdiği topraklarda kıpırdanmalar başlamış ve Hititler iki ateş arasında kalmışlardır; öyle ki, belgedeki anlatımla ülkelerin tümü Hititlerden kopmuş, geriye yalnız Hattuşa kalmıştı. Ancak Hitit kralı kısa sürede toparlanmayı başarmıştı: Güneş Tanrıçası, gözdesi Büyük Kralı dizlerine oturttu, onun elinden tuttu ve savaşa onun önünde koştu, artık kentler birbiri ardından düşüyor, Büyük Kral bir aslanın pençesiyle yaptığı gibi ülkeleri yeniyordu. Altın ve gümüşün ne başı ne sonu vardı, Hattuşa’yı ganimetle doldurdu... aldığı kentlerin tanrıların altın ve gümüş heykellerini ülkesine getirdi ve onları kendi tanrı ve tanrıçalarının tapınaklarına koydurdu. Büyük Kral, aldığı ülkelerde kadın köleleri de kendi ülkesine getiriyor ve Arinna’nın Güneş Tanrıçası’nın hizmetine veriyordu. Hattuşili’nin en büyük başarısı da belgede şu sözlerle anlatılmaktadır: Fırat Irmağı’nı benden öncekiler hiç geçmemişti. Ben, Büyük Kral, onu yaya geçtim, ordularım da benim ardımdan yaya geçtiler. (Akadlı) Sargon da onu geçip, Hahhu ordusunu yenmişti. Ama, Hahhu’ya kötülük yapmamıştı; kenti ateşe vermemiş, dumanını Gökyüzünün Fırtına Tanrısı’na yükselttim ve Hahhu kralını bir yük arabasına koştum! Bu metinden de görüldüğü gibi, Hitit genişleme siyaseti öncelikle Kuzey Suriye’ye yönelikti. Önce Alalah, sonra Hahhu ile Haşşu’nun ele geçirilmesi, Hititler’e miktarı hesaplanamayacak kadar çok altın ve gümüş ile içinde insanlar da olan çeşitli zengin ganimetler sağlamıştı. Anı metnin başka yerlerinde, Anadolu içindeki düşmanlara karşı yapılan askeri seferlerde kazanılan ganimetler, sadece koyun ve sığır olarak bildirilmektedir. Şu halde, Hitit kralının neden ısrarla güneydoğuyu topraklarına katmak istediğini anlamak güç değildir. İlgi çekici bir başka nokta yenik düşen ülkelere ait tanrı heykellerinin Anadolu’daki tapınaklara taşınmasıdır. Tanrı heykelleri sadece maddi değerleri bakımından götürülmemiştir; eğer böyle olsaydı, bunlar eritilip, başka eşyaların yapımında kullanılırdı. Bunlar, Hititlerin kendi tanrılarına ait tapınaklarda kutsanıyor ve böylelikle Hitit pantheon’u dediğimiz tanrılar topluluğunun birer üyesi oluyorlardı. Bu olay bize, ileriki bölümlerde değineceğimiz gibi, Hititler tarafından kutsanan tanrıların neden fazla olduğunu göstermektedir. Belgedeki diğer önemli bir nokta, Hattuşili’nin Fırat Irmağı’nı geçmekle övünmesidir. Hitit kralı Fırat’ı kendinden önce geçen Akadlı Sargon’dan söz etmektedir. Bu kral, birinci bölümde Savaş kralı efsanesi ile ilgili olarak anlattığımız Sargon’dur ve Hattuşili ile arasında 7 yüzyıllık bir zaman vardır. Bu, Hititler’deki tarih bilincini kanıtladığı kadar, Sargon’un bütün Ön Asya’da nasıl yaygın bir efsane kahramanı halini almış olduğunu da göstermektedir. Hattuşili’nin güneydoğudaki askeri faaliyetleri başka tabletler üzerinde de anlatılmaktadır. Bunlar, gerçi küçük ve kırık parçalar olmasına karşın bu bölgeye Hititler tarafından verilen önemi belirtmeye yeterlidir. Hitit genişleme siyasetinin uygulanmasının pek kolay olmadığı, toprakların genişlemesi ile birlikte, askeri ve yönetim kademelerinde görev yapanların zaman zaman ihmaller ve yanlışlar yaparak, Hitit çıkarlarına zarar vermeleri yüzünden cezalandırılmalarını konu alan metinlerden belli olmaktadır. Urşu adlı kentin sarılması ve düşmeye zorlanması sırasında görevlilerin, Hattuşili’ye ihanetleri ve bu gibilerin, düşmanların yandaşları durumunda olan Karkamış, Halpa (bugün Halep) ve Hurriler tarafından nasıl desteklendiği, bir tablette çok açık dile getirilmektedir. Yukarıda ana çizgilerini verdiğimiz ve Hattuşili’nin vasiyetnamesi niteliğini taşıyan belgede, bu kral zamanında iç siyasette de her şeyin iyi gitmediği, tahta geçmek için bazı prens ve prenseslerin daha komploların içine girdiği, belirgin biçimde ortaya konmaktadır. Ancak bütün zorlulara karşın, devletin esasları ve özellikle dış siyasetinin ilkeleri Hattuşili döneminde saptanmış oluyordu. BAŞARILI BİR KRAL: 1.MURŞİLİ Hattuşili’nin hasta yatağında, Kuşşar kentinde bir vasiyetname yazdırdığını bilmekle beraber, ölüm nedenini öğrenemiyoruz. Ancak kralın Kuzey Suriye seferlerinden birinde yaralanmış olması, güçlü bir olasılık olarak kabul edilmektedir. Veliaht olarak ilan edilen Murşili’nin bize kalan belgelerinden, Hattuşili’nin gerçekten iyi bir seçim yapmış olduğu ve Murşili’nin dedesi, babası ya da balığı (ikisi arasındaki akrabalık tam anlaşılamamaktadır) tarafından konmuş dış siyaset hedeflerini benimseyerek, bunların gerçekleştirilmesi yönünde hareket ettiği görülmektedir. Murşili’nin askeri icraatının ağırlık noktasını 2 kentin alınması oluşturur: Halpa ve Babil. Bunlardan birincisinin, Hattuşili döneminde yayılma siyasetinin ilk hedefi olarak kabul edildiğini biliyoruz. Halep’in Hititlerin egemenliğine girmesi sonucu, Ön Asya’daki kuvvet dengesi bu devletin lehine değişimi, aynı zamanda ticaret yollarının denetimi de Hititlerin eline geçmiş oluyordu. Aynı zamanda bu kentlerden pek çok ganimet ve tutsak da alınmış, bunlar da Anadolu içlerine taşınmıştı. Kuzey Suriye’nin fethi, Murşiliye Mezopotamya kapılarını açan en büyük etken olmuştu. Halep düşünce, aynı bölgede egemen olan Hurri kökenli prensler de Hitit ordusu karşısında tutunamayınca, Murşili Fırat’ı izleyerek güneye inmiş ve Babil önlerine varmıştı. Gerçi bu seferin ayrıntıları ile ilgili fazla bilgi sahibi olamıyoruz; daha sonraki Hitit krallarından Telepinu’nun Fermanında bu olay, sadece sonra Babil’e sefere çıktı ve Babil’i yıktı sözleriyle anlatılır. Ancak bir Babil tabletinde bu olayla ilgili görünen kısa bir not sayesinde Babil seferinin tarih de saptanmaktadır. Samsuditana zamanında Hititli, Akad ülkesine (=Orta Mezopotamya) yürüdü biçimindeki bu anlatım, Murşili’nin kimin çağdaşı olduğunu örenmemize yardım etmekte ve bu koşutluktan, Babil’in İÖ 1549 yılında fethedilmiş olabileceği ortaya çıkmaktadır. Babil’in Hatti ülkesine olan uzaklığı ve her iki bölgenin birbirine bağlandığı yolların askeri yönden denetiminin güçlüğü düşünülecek olursa, aslında bu seferin Orta Mezopotamya’ya değin uzanan bütün alanların Hitit İmparatorluğu’na sürekli olarak kazandırılması amacı ile yapılmadığı anlaşılır. Bu seferler, Hatti ülkesine pek çok ganimet yanında, belki ondan da çok ün kazandırmış, Hititler’in kendilerini büyük devletler arasında Ön Asya toplumlarına kabul ettirmelerini sağlamıştır. Murşili’nin Babil seferinden herhalde en kârlı çıkan, 150 yıllık Hammurabi sülalesinin Hitit istilası sonucunda, yıkılması ile ortaya çıkan kuvvet boşluğundan yararlanarak, Babil’i ellerine geçiren ve dilleri bakımından ne Asurlular ile ne de Sumerler ile akraba olan Kasitler oldu. Orta Fırat Bölgesi’nde yaşayan Kasit beyleri, uzun bir süredir Babil’i zaten etkiliyorlardı; Hititler’in buraya kadar inmelerinde onların da yardımcı olduklarını düşünmek gerekmektedir. Hitit ordusunun kendi ana üssünden bu denli uzakta çok uzun süre dayanamamış olması doğaldır. Babil’e egemen olan Kasit krallarından 2. Agum’nın bir belgesinde, adı geçen kralın, Hititler’in Anadolu’ya götüremeden yarı yolda Hana ülkesinde bırakma zorunda kaldıkları, biri önemli tanrılardan Marduk’a ait iki yontuyu tekrar Babile’e getirdiğini okuyoruz. Bu olay, Hititlerin dönüş yolunun pek kolay olmadığını açıkça ortaya koymaktadır. Hitit ordusu, kendini daha güvenli kabul ettiği Anadolu topraklarına bir an önce ulaşabilmek için, ağırlıklarının bir bölümünü yolda terk etmeğe zorunlu kalmış olmalıdır. Dışa dönük askeri başarılarını sürdürürken, Murşili’nin Anadolu içndeki düşmanlarının arkadan vurmasına meydan verip vermediğini bilmiyoruz, ama onun sonunu hazırlayanlar düşmanları değil, kendi yakınları olmuştur KARGAŞA DÖNEMİ Hattuşili’nin kendinden sonra gelenlere vasiyet ettiği birlik, özellikle yönetici sınıftan kişlerin tutkuları sonucu bozulmuş, bu tutkular, Murşili’nin askeri faaliyetler yüzünden Hattuşa’dan uzun zaman ayrı kalması ile de herhalde körüklenmişti. Askeri alandaki başarıları çekemeyenler ve onun özellikle Babil’i alarak adeta bir efsane kahramanı olacağından korkan kral ailesinin üyeleri, Murşili’nin sonunu hazırlayan komplolara girişmişlerdi. Bu komplolar sonucunda yalnız Murşili’ye kötülük edilmekle kalmamış, Hitit Devleti çok uzun süren bir kargaşanın içine itilmiş, taht kavgaları ve cinayetler birbirini izlemişti. Hattuşili’nin uyarılarına karşın, iç barışın ortadan kalkması, o güne değin silah zoru ile kazanılmış olan toprakların elden çıkmasına ve Anadolu içinde yerel devletler arasında sağlanan bağların kopmasına neden olmuştu. Bu karışık dönemle ilgili bilgi edindiğimiz yazılı kayna, Murşili’den yaklaşık 70 yıl sonra İÖ 1525 yılında Hitit Devleti’nin başında bulunan Telipinu’nun ferman niteliği taşıyan belgesidir. Bu belge, adı geçen kralın kendinden önce oluşmuş olayları da özetlediği, fakat en önemlisi, tahta geçiş için belirli bir sistem çerçevesinde kurallar koyduğu bir metindir. Telipinu, Murşili’nin sonunun nasıl olduğunu şu sözlerle anlatır: Hantili ‘içki sunucu’ idi. Ve Murşili’nin kız kardeşi Harapşili ile evliydi. Hantili, Zidanta ile birlik olup, ihanet etti. Ve fena bir şey yaptılar. Murşili’yi öldürdüler, kan döktüler. Görüldüğü gibi, Murşili’yi kendi eniştesi öldürmüş ve başa geçmişti. Yaklaşık İÖ 1590 yıllarındaki bu olaydan sonra, başka tabletlerin yardımıyla anlaşıldığına göre, Hitit Devleti bir bocalama dönemine girmişti. Hantili, yeni askeri seferlerle Kuzey Suriye’deki Hitit etki alanını elde tutmaya çalışmış ise de, bunda başarı kazanamamış, Hurriler Anadolu’ya girmişler ve kendi nüfuzlarını artırarak, güçlenmişlerdi. Bu arada Halep, eskiden içinde bulunduğu kudretli durumu yeniden tam olarak kazanmasa bile, Hititler’in aleyhine bozulmuş, özellikle Karadeniz kıyılarında yaşayan yerleşik bir toplum olan Kaşkalar, Hitit Devleti’nin çekirdeğini oluşturan İç Anadolu’ya değin akınlar yaparak, devlet için çok tehlikeli durumlar yaratmaya başlamışlardı. Başka belgelerde okuduğumuz ve Hantili’nin Anadolu’nun değişik yerlerinde kaleler yaptırdığına ilişkin bir notun, Kaşka tehlikesine karşı kralın almak istediği önlemle ilgili olduğu düşünülebilir. Başka belgelerde okuduğumuz ve Hantili’nin karısı Harapşili’nin oğulları ile birlikte öldürüldüğünü, yine Telipinu fermanından öğreniyoruz. Bu bölümde tablet fazla kırık olduğundan, kesin olmamakla beraber, bu olay, yeri tam saptanamayan Şukziya kentinde geçmişti. Bu kırımdan kurtulan, Hantili’nin bir başka oğlu olan Kaşşeni idi. Hantili’nin sonu da pek parlak olmadı; Telipinu onun egemenliğinin bitişini şöyle anlatır: Hantili ihtiyarlayıp, tanrı olmaya yüz tutunca (yani ölüme yaklaşınca), Zidanta, Hantili’nin oğlu Kaşşeni’yi oğulları ile birlikte öldürdü, ileri gelen hizmetkarları da öldürdü. Ve Zidanta kral oldu. Böylece, Murşili’nin öldürülmesi sırasında Hantili’nin suç ortaklığını yapan Zidanta, bu kez de Hantili’nin tahta varis olabilecek oğlunu, ailesiyle beraber ortadan kaldırıp, Hitit tahtına oturmuştu. Ancak, onun da krallığının uzun sürmediğini yine Telipinu fermanında okuyoruz: Sonra, tanrılar Kaşşeni’nin kanını aradılar (yani öcünü aldılar). Ve tanrılar Zidanta’nın oğlu Ammuna’yı babasına düşman ettiler. Ve o, babası Zidanta’yı öldürdü. Ve Ammuna kral oldu. Fakat, tanrılar babası Zidanta’nın kanını aradılar; tahılı, bahçe ve bağları, sığırları, koyunları iyi (yani bereketli) kılmadılar ve pek çok ülke ona düşman oldu. Ordu her yere savaşa gitti ve başarısız geri döndü. Görüldüğü gibi, Hitit Devleti’nin çöküşü yaklaşık İÖ 1550 yılında başa geçen Ammuna döneminde sürmüş, siyasal başarısızlıkların yanında bir de oluşan kuraklık, tanrısal güçlerin de bu cinayetleri kınadığına, Hititler’i daha çok inandırmıştı. Fakat başlarına gelen bütün felaketler, kral ailesi içindeki başa geçme tutkularını söndürmeye yetmemişti. Bundan sonraki olayları yine elimizdeki belgede buluyoruz: Ammuna da tanrı olunca, saray muhafızlarının başı Zuru, oğlu ‘altın mızrağın adamı’ (ünvanını taşıyan) Tahurwaili’yi gizlice gönderdi ve o, Tittiya’yı ve oğullarını ailesi ile birlikte öldürdü. ‘Haberci’ (ünvanını taşıyan) Taruhşu’yu gönderdi ve o Hantili’yi oğulları ile birlikte öldürdü. Ve Huzziya kral oldu. Belgede adı geçen bu kişilerle ilgili daha ayrıntılı bilgi olmadığından, anlatılan olayları daha iyi anlayabilmek için metni okumakla yetinmemek, onu biraz yorumlamak gerekmektedir. Önce, öldürülen Tittiya ve Hantili’nin ortadan kaldırılma nedenini araştırmak gerekir. Genellikle tarih boyunca her devlette kral ailesinde cinayete kurban gidenler, tahtın mirasçıları ya da taht üzerinde hak sahibi kişiler olmuştur. Bu bakımdan adı geçen 2 kurban, olasılıkla, Ammuna’nın oğullarıydı. Bu varsayım doğru ise, onları öldürenlerin, yan,i Tahurwaili ve Taruhşu’nun tahta geçen kişinin yakınları olması gerekirdi; öyleyse, bunları Huzziya’nın kardeşleri kabul etmekte bir sakınca yoktur. Diğer yönden Telipinu okuduğumuz fermanında kendisinin Huzziya’nın ilk kız kardeşi ile evli olduğunu bildirmektedir. Aynı metnin bir başka yerinde onlar 5 kardeşti anlatımı bulunmakta, bir yerde de Tanuwa adında birinden, Taruhşu ve Tahurwaili ile birlikte söz edilmektedir. Buna dayanarak, Zuru’nun çocukları olarak Taruhşu, Tahurwaili, Tanuwa, kral olan Huzziya ve Telipinu’nun karısı Şitapariya’yı kabul etmemiz yanlış olmayacaktır. Saray muhafızlarının başı görevindeki Zuru’nun oğullarını tahta çıkarmakla kendini haklı görmesine neden, kesin olmamakla beraber, kral Ammuna’nın kız kardeşi ile evli olması ve dolayısı ile Hitit sülalesine akraba olmasıdır. Telipinu, herkesin bildiğini düşündüğü için olsa gerek, babasının kim olduğunu açıkça vermemiştir. Ancak metnin devamından, onun babasının da Ammuna olduğu anlaşılmaktadır. Bu durumda ortaya bir sorun çıkmaktadır: Tittiya ve Hantili, Ammuna’nın oğulları oldukları için bertaraf edilmişlerdir de, Telipinu’ya niçin dokunulmamıştır? Bu sorunun yanıtı kolaydır; Telipinu, İştapariya ile evli olması nedeniyle, tahta geçen Huzziya’nın eniştesi ve doğal olarak, cinayetleri işleten Zuru’nun da damadıdır. Ne var ki, kardeşlerinin öldürülüp, Telipinu’nun akrabalık yüzünden bağışlanması, Huzziya’nın iktidarının çabuk sona ermesini hazırlamıştı. Bunu, Telipinu’nun ağzından dinleyelim: Ve Huzziya kral oldu. Telipinu onun ilk kız kardeşi ile evliydi. Huzziya onları da öldürecekti, fakat planı anlaşılınca, Telipinu onları bertaraf etti. Onlar 5 kardeşti. Telipinu onlara evler yaptı. ‘Gitsinler, otursunlar! Yesinler, içsinler! Onlara kötülük yapmayın! Ve ben söylüyorum ki onlar bana kötülük ettiler, ben onlara kötülük etmem!’ Burada Telipinu’nun zamanında kendi canını bağışlayan bu kardeşlere vicdan borcunu ödeyerek, onları elinde olduğu halde öldürtmediğini ve sadece enterne etmekle yetindiğini görüyoruz. Huzziya sürgün edilince, doğal olarak Telipinu kral olmuş, kendi deyimiyle babasının tahtına çıkmıştır. Devletin yönetimini ele aldığında, durumun hiç de iç açıcı olmadığı bellidir. İç çekişmelerin devleti zayıf düşürmesinden sadece Kuzey Suriye’deki yerel krallar yararlanmamış, Anadolu içindeki merkeze bağlı bölgelerden de kopmalar başlamıştı. Yaklaşık olarak bugünkü Çukurova ile eşitleyebildiğimiz Kizzuwatna’nın en önemli kentlerinden olan Adaniya (bugün Adana) dahi bağımsız duruma gelmişti. Böylece Hitit egemenlik alanı daralarak, ilk kuruluş dönemlerindeki, Hattuşa ve yöresinden oluşan, ana çekirdeğinin sınırları içine çekilmişti. Diğer yandan, kendisine karşı katliam planları hazırladığı halde, Telipinu tarafından affedilen eski kral Huzziya’nın kardeşleri de tekrar komplolar düzenlemeye kalkışmışlardı. Telipinu bu sefer onları panku’nun yargılamasına izin vermiş, soylular meclisi, suçluların ölümle cezalandırılmasına karar vermişti. Fakat çok insancıl bir kişiliği olduğu anlaşılan Telipinu, onların canlarını şu sözlerle bağışlamıştı: ... Tanuwa, Taruhşu ve Tahurwaili’yi getirdiler ve panku onları ölüme mahkum etti. Ve ben, kral, söyledim ‘niçin ölsünler? Onlar yüzlerini saklarlar (yani utanırlar.) Ben, kral, onları (birbirlerinden) ayırdım, onları çiftçi yaptım. Silahlarını sağ yanlarından aldım ve onlara boyunduruk verdim!’ Bu insancıllığa karşın, cinayetler yine de durmamuştu. Telipinu yeni olayları da şöyle anlatır: Kral ailesi içnde kan döme arttı. Kraliçe İştapariya öldü, kralın oğlu Ammuna da öldü. Tanrıların insanları (yani bütün halk) diyor ki ‘bak! Hattuşa’da kan dökülmesi çoğaldı.’ Bunun üzerine ben, Telipinu, Hattuşa’da bir toplantı düzenledim. Şimdiden sonra Hattuşa’da kral ailesinin oğluna kimse kötülük yapmasın, ona hançer çekmesin! Telipinu bundan sonra taht kavgalarına son vermek üzere, tahta geçiş sırasına açıklık kazandıracak kurallarını koyar: Birinci prens kral olsun. Birinci dereceden bir prens yoksa, ikinci dereceden bir oğul kral olsun. Eğer tahta geçecek bir erkek çocuk yoksa, birinci dereceden bir prensese bir içgüveyi koca versinler ve kral olsun! Benden sonra kim kral olursa, onun kardeşleri, oğulları, akrabaları, ailesinin bireyleri ve askerleri birlik olsun! Ve sen gel, düşman ülkeleri gücünle yen! Fakat, şunu söyleme: ‘her şeyi bağışlıyorum’. Aksine hiçbir şeyi bağışlama, onlara (yani suçlulara) baskı yap. Kral ailesinden kimseyi öldürme; bu kötü sonuçlar verir. Bundan sonra kim erkek ya da kız kardeşlerine kötülük etmeyi tasarlarsa, siz onun panku üyelerisiniz, ona açıkça deyin ki kan dökme ile ilgili bu tableti oku! Hattuşa’da kan dökme arttığı zaman, tanrılar kral ailesini cezalandırdılar. Kim erkek ve kız kardeşlerine zarar verirse, kralın başını tehlikeye sokarsa, mahkemeyi çağırın. O (yani sanık), o zaman planını uygulamaya kalkarsa, kendi başı ile ödesin. Ancak, onun da evine, çocuklarına zarar vermesinler. Ceza onların evlerine, tarlalarına, bağlarına, samanlıklarına, tutsaklarına, sığır ve koyunlarına uygulanmasın! Prenslerin mallarını ve insanlarını başkasına vermek de doğru değildir. Yüksek memurlardan prensi avuçlarına almak isteyenler diyebilirler ki ‘bu kent benimdir’; ve kentin efendisine (yani yöneticisine) zarar verirler. Bundan böyle, Hattuşa’da siz (memurlar), bu olaylar hatırlayın. Tanuwa, Tahurwaili ve Taruhşu size örnek olsun! Bundan sonra kim, hangi yüksek memur olursa olsun, kötülük yaparsa, siz soylular meclisi üyeleri onu karşınıza çağırın ve onu cezalandırın! Görüldüğü gibi, Telipinu’nun, serbest bir çeviri ile özetlediğimiz bu metni, gerçek bir ferman, bir kral buyruğu özetlediğimiz bu metni, gerçek bir ferman, bir kral buyruğu niteliği taşımaktadır. Telipinu burada, ilk ve esas görev olarak, taht kavgaları yüzünden devletin içine düşmüş olduğu sıkıntıları engellemek üzere yeni kurallar ve cezalandırıcı mekanizmalar koymayı kabul etmiştir. Soylular meclisine bu yönde yetki vermekte, suç işleyen kralın dahi yargılanmasını bu meclise bırakmaktadır. Buyrukta hukuk açısından göze çarpan önemli bir nokta, cezanın sadece suçu işleyene verilmesi ilkesidir. Suçlunun aile bireyleri ve mallarının korunmasını, Telipinu’nın adalet anlayışına ve insancıl karakterine de uygun düşmektedir. Tahta geçişte benimsenen ilkelere gelince, açıklanması gereken bazı yerler vardır. Bunlardan ilki, çocuklarının birinci, ikinci biçiminde derecelendirilmesidir. Bu sınıflandırmadan, yaşça en büyük ve daha küçük olanları anlamak olasıdır. Ancak, Hitit krallarının esas eşleri yanında, bir harem’e sahip oldukları bir gerçektir. Bu bakımdan, ikinci dereceden sözü ile, bir harem kadınından olma çocuğun da kasdedilmiş olabileceği hatırda tutulmalıdır. Tahta varis olabilecek hiç erkek çocuğun bulunmaması halinde, ne büyük kıza verilecek bir içgüveyi kocanın kral olması da, Telipinu açısından dikkati çekmektedir. Kralın belgesinden öğrendiğimize göre, Telipinu’nun varisi olan Ammuna, kraliçe İştapariya ile birlikte bir cinayete kurban gittiği için, devletin yönetimini kendi soyundan birine bırakma amacı ile, tahta geçişi belirleyen düzenleme içine bu kural da konulmuş olmalıdır. Telipinu’nun, ülkenin iç işleriyle uğraşmayı ve iç barışı sağlamayı, dışa dönük bir yayılma siyaseti izlemeye yeğlediği anlaşılmaktadır ki, onun dönemine değin geçen karışıklıklar düşünülecek olursa, bu doğaldır. Elimizde fazla belge olmamasına karşın, Telipinu’nun bazı diplomatik girişimlerle, ülkesinin dışa karşı güvence kazanmasına çalıştığını da biliyoruz. Tabletin kendisi bulunmamış olmakla beraber, Hitit arşivlerindeki belgelerin içeriğini bildirmeye yarayan bir tablet kataloğundaki bir nottan, Hatti kralı Telipinu ile Kizzuwatna kralı İşputahşu arasında bir antlaşma yapıldığını Kizzuwatna’nın bağımsızlığını elde ettikten sonra, durumun Hitit kralı tarafından da zorunlu kabul edildiğini göstermektedir. Arkeoloji ve eski diller filolojisinin, gerek maddi, gerekse yazılı belgeleri toplayarak nasıl sentezlere varabildiğine iyi bir örnek, Tarsus’daki Gözlükule kazılarında İşputahşu’nun mührünün bulunmasıdır. Mühürde, kendini Pariyawatri oğlu İşputahşu olarak tanıtan bu kralın, bu buluntu sayesinde hem tarihsel kişiliği kanıtlanmakta, hem de Kizzuwatna’nın bugünkü Çukurova dolaylarına yerleştirilmesinin doğruluğu ortaya çıkmaktadır. Telipinu’nun ölümü ile ilgili hiçbir şey bilmiyoruz. Yalnız, son yıllarda Boğazköy kazılarında bulunan bir mühür baskısı, yıllarda Boğazköy kazılarında bulunan bir mühür baskısı, Telipinu’dan sonra ülkede bazı karışıklıklar çıkmış olabileceğini düşündürmektedir. Adı geçen mühür Büyük Kral Tahurwaili’ye aittir. Mühür, üslup bakımından çok gelişkin olup, güzel bir işçilik gösterir. Kurban listelerine göre Telipinu’dan sonra kralın kızı Harapşili ile evli olan Alluwamna tahta geçmiştir. Bundan sonra ise, yine listelerde Hantili (2.), Zidanta (2.) ve Huzziya (2.) nin adları gelmektedir. Bu belgeler üzerinde Tahurwaili’nin adı hiç yoktur. Hitit Devleti’ne bu denli kötülükleri dokunmuş olan Hantili, Zidanta ve Huzziya’nın aynı sırayla başa geçen krallara verilmiş olması mantığa ters düşmektedir. Bu bakımdan sadece listelere bakarak, bu kralların varlığı kanıtlanamaz. Elimizde bulunan 2 mühür baskısı da bu soruna ışık tutmamakta, aksine daha da karmaşık duruma getirmektedir. Telipinu’dan sonra yönetimi ele alan Alluwamna’nın mühürü, üslup bakımından Tahurwaili’ninkinden daha ilkeldir. Eğer gerçekten 2 Huzziya krallık yapmış ise, hangisine ait olduğunu bilmediğimiz, hangisinin olduğu saptanamayan bir Huzziya mühürü, Tahurwaili mührüne benzerlik göstermektedir. Sadece üslup açısından değerlendirilirse, mühürleri, eskiden yenie Alluwamna, Huzziya ve Tahurwaili olarak sıralamak gerekir. Böyle yapılırsa, hem 2. Huzziya’nın varlığını kabul etmek, hem de mührü bulunan Tahurwaili ile Telipinu fermanında adı geçen Tahurwaili’yi ayrı ayrı kişiler olarak görmek, zorunlu olur. Bu nedenle ayrı ayrı kişiler olarak görmek, zorunlu olur. Bu nedenle, Huzziya mühürünü 1. Huzziya’nın saymak, Tahurwaili’yi, Telipinu’nun öldürtmediği kişi ile bir tutmak, ve Allwamna mührünün yapılış bakımından ilkel oluşunu, mühür kazıyıcının pek usta olmayışına bağlamak, tarihsel rekonstrüksiyon bakımından daha doğru olacaktır. Burada ayrıntılarına fazla inmek istemediğimiz başka kanıtlarla da desteklenebilen bu varsayıma göre, Tahurwaili, Telipinu’nun ölümünden sonra eski emellerini gerçekleştirebilmek için isyan ederek kısa, bir süre tahtı ele geçirmiş, fakat Telipinu fermanındaki kurallara sadık kalan soylular meclisince devrilerek, yerine Telipinu’nun damadı Alluwamna getirilmiş olmalıdır. Bu varsayım doru ise, kurban listelerini bu karışık dönem için güvenilmez saymak gerekecektir. Diğer yandan, Kizzuwatna kralları ile antlaşmalar yaptıkları bazı tablet parçalarından anlaşılan Zidanta, Hantili ve Hzziya’nın da yine Telipinu metninde adı geçenlerle aynı kişiler olduklarını kabul etmek gerekecektir. Ancak bu takdirde de, Alluwamna ile, aşağıda göreceğimiz 2. Tuthaliya arasında bir zaman boşluğu kalabilmektedir.
  7. muki şurada cevap verdi: efe doga başlık Çorum
    HİTİTLERİN ORTAYA ÇIKIŞI Asur Ticaret Kolonileri sırasında Anadolu’nun gevşek bir siyasal dokuya sahip olduğunu, yani o dönemde henüz güçlü bir merkezi otoritenin varolmadığından yukarıda sözetmiştik. Kültepe’de ele geçen ve Mama Kralı Anum-Hirbi’den, Kaneş Kralı Wrşama’ya yazılmış bir mektup, Anadolu’nun siyasal durumu ile ilgili çok ayrıntılı bilgi vermektedir. Bu belgede Anum-Hirbi, Kaneş kralına şöyle demektedir: Sen bana şöyle yazmışsın: Taişamalı benim kölemdir, ben onu sakinleştiririm. Fakat sen kölen Sibuhalı’yı yatıştırabiliyor musun? Taişamalı senin köpeğin ise, o nasıl oluyor da diğer hükümdarlara karşı bağımsız gibi davranabiliyor? Benim köpeğim Sibuhalı diğer hükümdarlara karşı istediği gibi davranıyor mu? Taşimalı aramızda nerdeyse üçüncü kral mı olacak? Benim düşmanım beni yendiğinde, Taişamalı benim ülkeme saldırdı, 12 kentimi yıkıp, sığır ve koyunları yağmaladı. Bu belge, koloni çağı Anadolu’sunda küçük bölgeleri egemenliği altında tutan ve sahip oldukları Askeri Yüksek İdare Mahkemesi güç nedeniyle başka kralları da kendilerine bağımlı kılan yerel kralların varlığını açıkça ortaya koymaktadır. Genişleme siyasetlerinin birbirine ters düşmesi nedeniyle, bunlar arasında zaman zaman sert mücadeleler olmakla beraber, zaman zaman da anlaşmalarla çıkarlarını daha iyi koruyacak ittifaklar oluşturulmaktaydı. Bu mektubun başka bir yerinde, gerçekten de Warşama’nın babası Kaneş kralı İnar döneminde, iki yerel devlet arasında bir anlaşma imzalandığı ve aralarında elçiler aracılığı ile diplomatik ilişkiler kurulmuş oldukları Asurca’nın Eski lehçesidir. Bu nokta Anadolu için çok önemlidir ve Asurca’nın siyasal yazışma dili olarak yerel hükümdarlar arasında da geçerli olduğunu ve yerini ilerde göreceğimiz gibi, Hint-Avrupa dil ailesinin bir üyesi olan Hititçe almıştır. Asur Ticaret Kolonileri’nde bulunmuş yazılı belgelerde, aslında Asurca olmayan birçok teknik terim geçer. Bu terimler, köken bakımından dilbilimciler tarafından Hint_Avrupa dil ailesine bağlanmaktadır. Bu özel sözcüklerin yanında, belgelerde bulunan kişi adlarından birçoğu da, yine etimolojik açıdan Hint-Avrupa kökenli olarak analiz edilebilmekte ve Hititler’in İÖ 19. yüzyılda Anadolu’da varolduklarının kanıtı sayılmaktadır. Daha ilerideki bölümlerde göreceğimiz gibi, kendilerini Kültepe’de krallık yapmış kişilerin soyuna bağlayan Hititlerin öncülleri, Asur Ticaret Kolonileri çağında Anadolu’ya çoktan girmiş, dil ve varlıklarını duyurmaya başlamış ve hatta yerel devletlerin yönetiminde etkin bir rol oynamaya başlamışlardı. Hint_Avrupa soyundan olan Hititler’in, Anadolu’nun yerli halkı olmadıkları bilinmekte, ancak göç tarihleri ve Anadolu’ya ya da Anadolu’ya giriş yolları henüz kesinlikle saptanamamaktadır. Hititlerin ya da daha genel bir terimle Hint-Avrupalı toplulukların Anadolu’ya, Trakya ve Boğazlar üzerinden; Doğu’da Karadeniz’e olan kıyılarından deniz yoluyla Orta Karadeniz’e geldikleri yönünde varsayımlar bugün tartışma konusu olmaktadır. Arkeolojik veriler, bunlardan hangisinin daha doğru olduğunu kanıtlayacak sağlam ipuçlarını henüz ortaya koyamamıştır. Bilim dünyasının Hititler ile ilk karşılaşması 1887 yılına rastlar. Orta Mısır’daki Tell el-Amarna’da yapılan kaçak kazılarda, büyük bir tablet arşivine ait ilk belgeler bu tarihte eski eser pazarlarına sürülmüştü. Bu belgeler, İÖ. 14. yüzyılda Mısır firavunları olan 3. Amenofis, 4. Amenofis ve Tutenkamon’un, Ön Asya’daki başka devletlerin kralları ile olan diplomatik yazışmalarını içermekteydi. Çiviyazısı ve Babil lehçesi ile yazılmış olan bu tabletlerin birinde, Hitit Kralı Şuppiluliuma, firavuna kardeşim diye hitap ediyor, kendisini onunla eşdeğer bir hükümdar olarak kabul ediyordu. Bazı belgelerde ise, Hititlerin Suriye üzerinde bir baskı öğesi oldukları ve buraya girdikleri kaydediliyordu. Mısır’ın Yeni İmparatorluk dönemine ait başka mektuplarda ise, Mısır-Hitit çatışmalarından söz edilmekteydi. Bütün bunlar, Martin Luther’in İncil çevirisinde, İbranca Hittim’in karşılığı olarak kullanılan Hititler ya da Het oğullarının, İÖ 2. bin yılda büyük bir siyasal güç olarak bütün Ön Asya’ya kendilerini kabul ettirdiklerinin kanıtıydı. Burada hemen şu noktayı belirtmemiz gerekir ki, İncil’de, İÖ 1. bin yılda Filistin’de yaşamış oldukları söylenen Hititler ile İÖ 2. bin yılda Anadolu’da bir devlet kurmuş Hititler aynı kişiler değillerdi; ancak, daha ileride göreceğimiz gibi, bunlar da dil ve köken bakımından aslı Hititler’in akrabası, onların bir bakıma devamı idiler. El-Amarna belgeleri arasında 2 mektup daha vardı ki, bunlar o güne kadar bilinmeyen bir dille, fakat yine de çivi yazısı ile yazılmışlardı. Bu belgeleri 1902 yılında inceleyen Norveçli bilim adamı J.A.Knudtzon, bu mektupların dilinin bir Hint-Avrupa dili olduğunu dünyaya duyurdu. Ne var ki, Knudtzon’un bu buluşu, diğer bilim adamları arasında kuşku ile karşılandı ve hemen hemen hiç yandaş bulamadı. Aradan 4 yıl geçtikten sonra, 1834 yılında Ch. Texier tarafından bulunan, Ankara’nın 150 km. kadar doğusundaki Boğazköy’de H. Winckler tarafından 1906 yılında başlatılan kazılarda, yukarıda sözünü ettiğimiz El-Amarna’da bulunmuş ve Arzawa kralına gönderildiği anlaşıldığı için, adına Arzawa mektupları denen bu 2 belgenin yazıldığı dilde kaleme alınmış olan başka tabletler de ele geçirilmeye başlandı. Winckler kazılarını 1913 yılına kadar sürdürdükten sonra ölünce, Alman Şarkiyat Cemiyeti, aslen bir Çek bilgini olan B. Hrozny’yi İstanbul’a göndererek, Boğazkyöy’den çıkan bu tabletleri incelemesini istedi. Bu sırada patlayan 1. Dünya Savaşı nedeni ile Hrozny, İstanbul Arkeoloji Müzesi’ndeki çalışmalarını kısa kesmek zorunda kaldıysa da, araştırmalarını olumlu bir yönde geliştirmeye başararak, 24 Kasım 1915 tarihinde, Berlin Ön Asya Cemiyeti’nde verdiği Hitit sorununun çözümü konulu bir konferansta bu belgelerdeki dilin geçekten bir Hint-avrupa dili olduğu tezini tekrar ortaya attı. Aynı yılın içinde yayınlanan bir kitapta Hrozny, Eski Yunanca, Latince ve Eski Hintçe ile yaptığı karşılaştırmalarla, birçok Hititçe sözcüğün anlamını saptamayı ve Hitit dilinin ilk gramer kurallarını ortaya koymayı başardı. Böylece bugün Hititoloji olarak tanınan bilim dalının doğuşu gerçekleşmiş oldu. BOĞAZKÖY ARŞİVİNİN ÖĞRETTİKLERİ Hititçe’nin çözülmeye başlanması ile, Boğazköy’de bulunmuş binlerce tabletin okunması ve anlaşılması yolu açılmış oldu. İlk dikkati çeken nokta, konuları bakımından bu tabletlerin çeşitliliği oldu. Arşiv denince ilk akla gelen, devlet yönetimi ile ilgili belgelerin saklandığı ber yer olmasına karşın, Boğazköy arşivinde tarih, edebiyat, mitoloji, din, sihir ve büyü, hukuk gibi hemen bütün yazın türlerini kapsayan tabletler bulunması, bu arşivin daha çok bir kitaplık niteliğini taşıdığını göstermektedir. Şaşırtıcı olan bir diğer nokta da, bu kitaplıkta ele geçen belgelerin Hititçe’nin yanında, o zamana kadar bilinmeyen, daha bir çok dilin varlığını ortaya çıkarması oldu. Hititçe ile aynı zamanda ve aynı coğrafi alanda kullanılmış olduklarından, komşu diller olarak adlandırılan bu dillerin içnde en fazla belge bırakanı, doğal olarak Hititçedir. Hititler’in kendileri tarafından Neşa kentinin dili olarak nitelenen Hititçe, Anadolu’da İÖ 3. binyılda konuşulmuş olan tek Hint-Avrupa kökenli dil değildi. Güneybatı Anadolu’ya lokalize edilen Luwiya ülkesinin dili Güneybatı Anadolu’ya lokalize edilen Luwiya ülkesinin dili olan Luwi dili, yine Hint-Avrupa dil ailesinin bir üyesi idi. Anlaşıldığına göre bu dil, bazı lehçe ayrıcalıkları da göstermekteydi. Bu dilin yayılma alanı da oldukça genişti ve Çukurova Bölgesi’ne değin bütün Akdeniz kıyı kesimini kapsamaktaydı. Hitit dünyasında kullanılan ikinci bir yazı sistemi olan hiyeroglif yazısının da Luwiler tarafından icad edildiği sanılmaktadır. Mısır’daki gibi bir resimyazısı olan, Hitit ya da daha doğru bir terimle Luwi hiyeroglifleri, özellikle büyük boyutlu kaya yazıtlarında ve mühürler üzerinde Hitit İmparatorluğu döneminde kullanılmış, bu imparatorluğun yaklaşık İÖ 1200 tarihlerinde çöküşten sonra güneydoğu Anadolu ve Kuzey Suriye’de varlıklarını sürdüren ve adına Geç Hitit Devletleri dediğimiz yerel krallıklar zamanında ise, yaygın olarak stel denilen dikili taşlar ve mimarlık eserlerinde uygulama alanı bulmuştur. İÖ 700 yıllarına değin süren bu zaman dilimi içinde yaşayan toplumlar, İncil’de sözü edilen Het oğullarıdır. Luwice ve dolayısıyla Hititçe ile akraba bir başka Hint-Avrupa dili, Anadolu’nun kuzeybatısında bulunan Pala ülkesinin diliydi. Bu dilde yazılmış belge sayısı az olmakla birlikte, her 3 dil arasındaki yakınlık kuşku götürmez bir biçimde kanıtlanabilmektedir. Bunlarla hiçbir dilbilimsel akrabalığı bulunmayan fakat özellikle din ve sanat açısından Hititleri çok etkilemiş bir toplum olan Hurriler tarafından konuşulduğu için, Boğazköy belgelerinde de sıklıkla rastlanan bir başka dil de Hur ya da Hurri dilidir ve Hint-Avrupa dillerine göre çok değişik bir yapıya sahiptirler. Hint-Avrupa dillerinin Almanca, İngilizce, Farsça ve başkaları gibi günümüzde yaşayan üyeleri olmasına karşılık, Hur dilinin yaşanyan bir akrabası kesinlikle saptanmamıştır; sadece kendisinden sonra, İÖ 1. bin yılın ilk yarısında Van Gölü merkez olmak üzere yayılmış bir devlet olan Urartular’ın konuştukları ve yine çiviyazısı ile yazdıkları Urartuca ile akrabalık bağları açıkça görülebilmektedir. Gerek sözcük haznesindeki benzerlikler, gerekse dilbilgisi kurallarında ki uyum, her iki dilin aynı kökenden türediğini, zaman ve alan ayrıcalıkları yüzünden zamanla değişikliklere uğradığını kanıtlamaktadır. Yapı bakımından bu dile en çok benzeyen modern diller, bazı Kafkas dilleridir. Boğazköy belgelerinde, özellikle dinsen bayramların anlatıldığı metinlerde, yer yer Hurrice yazılmış bölümlere rastlanmaktadır. Anlaşıldığına göre, Kuzey Mezopotamya ve Suriye’de yerleşmiş Hurlar, Mezopotamya kültür ve sanat etkinliğinin Anadolu toplumuna aktarılmasında aracı rolü oynamışlardır. Hitit ülkesinin adı Hatti’dir. Bu ad Hint-Avrupalı Hititlerin göçünden önce de vardı. Hititler, ülkeleri için aynı adı kullanmışlar, fakat dillerine az önce değindiğimiz gibi, Neşa kentinin dili adını vermişlerdi. Onların gelişinden önce burada yaşayan dil, Hatti dili idi. Aslında Hititçe teriminin bu dil için kullanılması daha doğru olurdu. Fakat ülkenin adı ile Hititler’in konuştukları dil, ilk araştırmalarda aynı tutulmuş ve sonradan Hititlerin kendi dillerine başka bir ad verdikleri anlaşıldıktan sonra da bu yanlışlık, karışıklığa neden olmamak için düzeltilmemiştir. Hitit metinlerinde de bu dilde yazılmış bölümler bulunmaktadır. Hititlerin Anadolu’ya ilk göç ettikleri zamanda henüz canlılığını koruyan bu dilin, İÖ 2. bin yıl içinde zamanla kaybolduğu anlaşılmaktadır. Ön Asya’nın diğer dilleri ile Hattice’nin akrabalığını gösterebilecek bir kanıt, biraz da bu dildeki belge sayısının azlığı nedeniyle, henüz bulunamamıştır. Bunlardan ayrı olarak, adının Hattuşa olduğu belgelerden anlaşılan Boğazköy arşivlerinde, zamanın diplomasi dili olan Akadça (Asur-Babil dili) ile yazılmış tabletler de vardır. Ancak, bu dildeki tabletler yalnız siyasal içerikli olan bazı yazışma ve devletlerarası antlaşmalardan ibaret değildir; ilk Hitit büyük kralının siyasal bir vasiyetname niteliği taşıyan metni ile yine onun yaptıklarını anlattığı belge çift-dilli olarak kaleme alındığı gibi, bazı kehanet ve fal tabletleri ile dinsel içeriğe sahip birkaç metin de Akadçadır. Diğer yönden, Hitit yazı dilinde Akadça ve Sümerce sözcükler de yer almaktadır. Anadolu’nun Hititler dönemindeki dilleri ile ilgili bilgi sahibi olabilmemizin nedeni, Hititler’in kendi kültürlerini dış etkenlere karşı kapalı tutmamış ve beraber yaşadıkları bu öğeler bir Hatti uygarlığı içinde birleşmiş, yeni bir kültür oluşumuna yol açmıştır. Bu, herhalde sadece Hititler’in büyük bir hoşgörüye sahip olmaları ile açıklanacak bir şey değildir. Hititler’in göçebe bir topluluk olarak Anadolu’ya girdikleri zaman, orada kendilerininkinden çok üstün bir uygarlık düzeyi ile karşılaşmış oldukları kesindir. Etkilendikleri pek çok maddi kültür öğesini kullanmaya zorunlu kalmışlar, topluma, Kültepe’deki Kaniş karumu belgelerinin gösterdiği biçimde her düzeyde sızmışlar, sözünü ettiğimiz gevşek siyasal dokudan yararlanarak yerel krallıkların yönetiminde söz sahibi olmaya dahi başlamışlardı. Sonuçta güç halinde tarih sahnesine çıktıklarında da, ilk zamanlardan beri alışageldikleri kültürel etkileşmeleri yine sürdürmüşlerdi. GÖÇEBELİKTEN DEVLETE Anadolu tarihinin kilit noktalarından biri olduğu, sürekli adının geçmesinden de belli olan Kültepe’de ele geçen ve bir çeşit noterlik belgesi niteliği taşıyan bir tablet üzerinde kral Pithana ve merdiven büyüğü Anitta adları geçmektedir. Merdiven büyüğü ya da Asurca biçimiyle rabi similtim unvanının hem veliahda, hem de saraya çıkan merdivenlerde, yani bir tür açık hava mahkemesinde hukuksal işlere bakan kişilere verildiği sanılmaktadır. Sadece bu belge üzerinde bulunsaydı, tarih açısından çok büyük önemi olduğu herhalde anlaşılamayacak bu adlar, birkaç yazılı belgede daha geçerek, Hitit tarihinin ilk evrelerinin sorunlarına ışık tutmakta ve Hitit Devleti ile Asur Ticaret Kolonileri çağı arasında köprü kurulmasını sağlamaktadır. Yukarıda adı geçen ve yapılan kazılarda eski adını bilemediğimiz bir karum’a sahip olduğu anlaşılan Alişar’da ele geçen 2 tablet üzerinde yine Anitta’nın adına rastlanmaktadır. Bunlardan birinde, kral Anitta’nın mührü yazısı vardır ki, Kültepe’de veliaht olarak tanıdığımız bu kişinin, belgenin yazıldığı zaman babası Pithana’nın yerine geçtiğini kanıtlamaktadır. İkinci belgede ise İkinci belgede ise Büyük Kral Anitta, merdiven büyüğü Beruwa adlarını bulmaktayız. Buradan da, Anitta’nın krallıkla da yetinmeyip Büyük Kral unvanını aldığını ve oğlu Beruwa’yı veliaht atadığını anlıyoruz. Diğer yönden, Anitta’nın hem Kültepe’de, hem Alişar’da belge bırakmış olması, egemenlik alanı oldukça geniş olan bir devletin varlığına işaret etmektedir. Anitta’ya ait başka bir önemli belge, yine Kültepe Höyüğü’nde elde edilmiştir. Önce hançer olduğu sanılan, sonra bir mızrak ucu olduğu anlaşılan bu belge üzerinde ise “kral Anitta’nın sarayı” yazısı vardır. Bütün bunlar bize, Koloni çağında Anadolu’da kurulmuş bir yerel devletin iki kralını ve bir prensini tanıtmaktadır. Beruwa’nın kral olup olmadığını ise bilmiyoruz. Kazılar sonunda Hititlerin başkenti Hattuşa olduğu anlaşılan Boğazköy’de, önce 1906-1907 ve 1911-1912 yıllarında H. Winckler tarafından başlatılan kazılar, 1. Dünya Savaşı’nın çıkması ile kesintiye uğramış, 1931 yılında K. Bittel yönetiminde çalışmalara tekrar başlanarak, 1939’da bu kez de 2. Dünya Savaşı’nın patlamasına kadar sürdürülmüştür. Aynı bilim adamının yönetiminde bugüne değin sistemli ve sürekli olarak yapılan üçüncü dönem Boğazköy kazılarının başlangıç tarihi 1951 yılıdır. Şimdiye kadar ele geçen tablet sayısı 25.000’i aşmıştır. İlk dönemde bulunanların bir bölümü Doğu Berlin Müzelerinde, bir bölümü İstanbul Eski Şark Eserleri Müzesindeki Çiviyazılı Belgeler Arş,ivinde, 2. Dünya Savaşından sonraki kazı dönemlerinde ortaya çıkarılanlar ise Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesinde saklanmaktadır. Bu tabletler arasında bulunan 8 tanesi, 79 satırlık bir belgenin birbirlerini tamamlayan üç nüshasını oluşturur. A nüshasının Eski Hitit dilinin özelliklerini taşıdığı, diğer iki nüsha olan B ve C’nin ise, yine dil ve yazı açısından Hitit dilinin yeni evresine ait özellikler yansıttığı ve bu yüzden A nüshasının daha sonra yapılmış kopyaları olduğu anlaşılmaktadır. Boğazköy’de bulunan bu belge sayesinde, Alişar ve Kültepe belgeleri üzerinde rastlanan Anitta’nın kişiliği açık seçik ortaya çıktığı gibi, Hitit başkenti ile Asur Ticaret Kolonileri çağındaki Alişar ve Kültepe ile de tarihsel köprüler kurulabilmektedir. Kısaca Anitta Metni olarak bilinen bu belge şu sözlerle başlamaktadır: Anitta, Pithana’nın oğlu, Kuşşura kralı, söyle: O Gökyüzünün Fırtına Tanrısı’nın sevgilisi idi. Kuşşara kralı, kentten büyük bir kudretle inip, Neşa’yı bir gecede gücü sayesinde aldı. Neşa kralına saldırdı, ama Neşa’nın halkına kötülük etmedi. Onları “analar” ve “babalar” yaptı (yani öyle davrandı). Babam Pithana’dan sonra ben bir isyanı bastırdım; hangi ülke ayaklandı ise, onu tanrı Şiu’nun yardımıyla yendim. Kral Anitta, bundan sonra giriştiği Askeri Yüksek İdare Mahkemesi seferlerden söz etmekte, bu arada Hatti ülkesiyle olan savaşımını anlatmaktadır. Daha sonra tekrar geriye dönerek, babası Pithana zamanında deniz kenarındaki Zalpa olarak adlandırılan bir kentle aralarındaki savaşlara değinerek, şöyle demektedir: Bu sözleri bir tablet üzerinde kapıma koydurdum. Gelecekte bu tableti kimse kırmasın, kim kırarsa, o Neşa’nın düşmanı olsun! Burada dikkati çeken nokta, kendini Kuşşar kralı olarak tanıtan Anitta’nın, sözlerini üzerine yazdırıp kapısına koydurduğu tableti kıranın, Neşa’nın düşmanı olacağının belirtilmesi, Anitta’nın, ileride tekrar göreceğimiz gibi, Neşa’yı kendi kenti olarak benimsediğini göstermektedir. Metin şöyle sürer: Bir zaman önce, Zalpa kralı Uhna, tanrımız Şiu’yu (yani onun yontusunu) Neşa’dan Zalpa’ya kaçırmıştı. Fakat ben, büyük kral Anitta, bizim tanrımız Şiu’yu, Zalpa’dan Neşa’ya geri getirdim. Zalpa kralı Huzziya’yı ise, canlı olarak Neşa’ya getirdim. Tabletin bundan sonraki bölümü sonradan Hitit Devleti’nin başkenti olarak tarih sahnesinde çok önemli bir rol oynayacak Hattuşa’nın adının geçmesi nedeniyle ilgi çekicidir: Hattuşa kenti açlıktan kırılınca, tanrım Şiu, onu taht tanrıçası Halmaşuit’e teslim etti; ve ben bir gecede onu güçle aldım ve kentin yerine yabani otlar ektim. Bundan sonra kim kral olur da Hattuşa’yı yeniden iskan ederse, o, Gökyüzünün Fırtına Tanrısı’nın lanetine uğrasın! Bundan sonra Anitta, Neşa kentini sağlamlaştırdığını orada tanrısı Şiu, Gökyüzünün Fırtına Tanrısı ve Taht Tanrıçası Halmaşuit için tapınaklar yaptırdığını, seferlerinden elde ettiği ganimet ile bunları donattığını, ayrıca aslanlar, yabandomuzları, leoparlar ve dağ keçileri gibi 120 vahşi hayvan getirerek, bir hayvanat bahçesi kurdurduğunu anlatmaktadır. Bu bayındırlık işlerinin ardından Anitta’nın yine başka düşmanlara yöneldiğini, onları da yenip, tutsaklar, savaş arabaları ile altın ve gümüş ele geçirdiğini metinden okumaktayız. Belge şu sözlerle sona ermektedir: Ben sefere çıkınca, Puruşhandalı adam (yani kral) bana armağanlar getirdi; bunlar demirden yapılma bir tahta ile, yine demirden yapılma bir asa idi. Neşa’ya geri dönerken Puruşhandalı adamı da birlikte götürdüm. O, taht odasına (B nüshası: Zalpa’ya) girince, önümde, sağda oturacak. Buradaki Puruşhanda kenti, birinci bölümde sözünü ettiğimiz, Sargon’dan yardım isteyen tüccarların oturmuş oldukları kenttir. Yine yukarıdaki bölümde adı geçen Zalpa kentinin önemine ise biraz sonra değineceğiz. Görüldüğü gibi, Anitta metninde Neşa kentinin önemi açıkça vurgulanmasına karşılık, kendisinin bir sarayı bulunduğunu az önce sözünü ettiğimiz belgeden öğrendiğimiz Kaniş’e hiç değinilmemektedir. Buna bir açıklama getirmek isteyen araştırıcılar, Kaniş’in daha Anitta’nın babası zamanında ele geçirilmiş Kaniş’in daha Anitta’nın babası zamanında ele geçirilmiş olduğu için Anitta metninde yer almadığını öne sürmekteydiler. Fakat bu pek kabul edilebilir bir varsayım olamazdı. Çünkü Anitta, babasının da başarılarını belirttiği gibi, kendi sarayı bulunan bir kentten söz etmeyi ihmal etmemiş olmalıydı. Bazı araştırıcılar ise, soruna başka bir açıdan yaklaşmayı denediler. Onlar göre Kaniş ve Neşa, aynı yerin değişik biçimlerde yazılmış adlarıydı. Gerçekten de bu kentin asıl adı Kneşa ise, bunun, hece sistemi kullanan ve dolayısıyla sessiz harfleri tek tek belirtemeyen çiviyazısı ile ancak Ka-neşa olarak yazılabileceği açıktır. Durum böyle olunca, günümüzdeki bazı modern Hint-Avrupa dil ailesine ait dillerdeki, örneğin İngilizce’de başta bulunan kn- sessizlerinden k-‘nın telaffuz edilmemesi (know, knee gibi) olayına benzer bir biçimde, Kneşa’nın Neşa olarak okunması ve zamanla yazıda da k- sessizinin düşerek, kent adının Neşa biçiminde kalması olasıdır. Eğer bu kuram doğru ise, metinde sözü geçen Neşa, Kaneş’ten başka bir yer değildir. Bu sorun Anitta hançeri olarak arkeoloji literatürüne geçen mızrak ucunun bulunduğu 1957 yılından, Boğazköy’de 1970 yılında ortaya çıkarılan bir tabletin okunmasına değin, yeri geldikçe tartışıldı. Söz konusu bu tablet, efsane türünde bir anlatımı içermektedir, fakat tarihsel olaylara da ışık tutabilecek ipuçlarına sahip olması bakımından ilginçtir: Kaneş kraliçesi bir yıl inde 30 erkek çocuk doğurdu. “Ben ne biçim bir şey doğurdum!” dedi; kapları pislikle doldurdu, çocukları içine koyup, ırmağa bıraktı. Irmak onları Zalpuwa ülkesinde denize çıkarttı. Tanrılar çocukları denizden aldılar ve onları büyüttüler." Burada üzerinde durulacak bazı noktalara hemen değinmek gereklidir. Çocukların ırmağa atılması ve tanrılar tarafından büyütülmesi, Ön Asya’da pek sevilen bir motiftir. Akadlı Sargon ve Hz. Musa ile ilgili bu tür efsaneler vardır. Genellikle toplumsal köken bakımından geldikleri yüksek yere uygun görülmeyen, yani soylu sınıftan olmayan yönetici ve önderlerle ilgili bu tür efsaneler uydurularak, esas soyları gizlenilmeye çalışılmakta ya da efsaneleşmiş kişiler tanrısal bir gücün koruyuculuğunda büyütülmüş gibi gösterilmektedir. Burada, Kaniş kraliçesinin çocuklarını attığı ırmak, Kültepe yakınında bir kolu bulunan Kızılırmak olsa gerekir. Kızılırmak ise, Bafra’da Karadeniz’e dökülür. Zalpuwa ya da aynı metinde biraz aşağıda Zalpa olarak görülen ülke, bu nedenle Kızılırmak ağzı yakınlarında bir yerde olmalıdır. Metin özetle şöyle sürmektedir: Aradan yıllar geçti. Kraliçe bu sefer de 30 kız çocuk doğurdu. Onları kendisi büyüttü. Bu sırada oğullar Neşa’ya doğru yola çıktılar. Tamarmara denilen yerde konakladılar. 'Şimdiye değin nereye gittikse, orada kadınlar yılda sadece bir çocuk doğurur, bizi ise anamız bir batında doğurmuş' dediler. Kentin insanları ise, 'bizim Kaniş kraliçemiz de bir kez, bir batında 30 kız doğurdu, yine öyle doğurduğu oğlanlar ise kayboldu' dediler. Oğlanlar bütün kalpleriyle 'daha ne arıyoruz, işte anamızı da bulduk, gelin Neşa’ya gidelim!' dediler. Neşa’ya vardıklarında anaları onları tanıyamadı ve kızlarını oğullarına verdi. İlk oğullar kız kardeşlerini tanımadılar ama sonuncu oğul dedi ki kız kardeşlerimizi almayalım, günah işlemeyelim. Görüldüğü gibi metinde Kaniş ve Neşa adları birbirinin yerine sık sık kullanılmaktadır. Bu belge yardımıyla, önce sadece bir varsayım olarak tartışması yapılan Kaniş=Neşa eşitliği, kesinlikle kanıtlanmış olmaktadır. Zalpa ya da Zalpuwa olarak geçen kentin yaklaşık yerine yukarıda değindik, arkeolojik veriler henüz yetersiz olduğu için, kesin bir şey söylenememekle beraber, buranın Bafra yakınındaki İkiztepe Höyüğü olabileceği düşünülmektedir. Eğer bu doğrulanırsa, metinde geçen üç önemli yerin nerede olduğu tümüyle belirlenmiş olacaktır. (Kaniş, Hattuşa, Zalpa). Bunların dışında Kuşşar’ın lokalizasyonunu saptamak olası değildir. Ancak, kendini Kuşşar kralı olarak tanıtan Anitta’nın belgelerinden 2 tanesi de Alişar’da bulunduğuna göre, Kuşşar = Alişar eşitliği de akla yakın gelmektedir. Gerek Anitta Metni’nin, gerekse yukarıda ana hatlarını verdiğimiz Zalpa Öyküsü olarak bilinen belgenin Hitit başkenti Hattuşa’da bulunması, Asur Koloni çağında kurulmuş yerel devletlerle büyük bir siyasal otorite halini almış Hitit Devleti arasındaki bağları açık bir biçimde ortaya koymaktadır. Bu bağların sadece bu kadarla da kalmadığı, Hitit Devleti’nin ilk kralı kabul edebileceğimiz 1. Hattuşili’nin yine Boğazköy’de ele geçmiş, Akadça ve Hititçe olarak yazılmış 2 belgesinden anlaşılmaktadır. Bunlardan biri, kralın Kuşşar kentinde, hasta yatağında yazdırdığı ve kendisinden sonra Hitit tahtına oturacak veliahdı belirlediği, içinde tarihsel olayların da anlatıldığı, siyasal içerikli bir vasiyetnamedir. Metni özetlemeden önce hemen açıklamamız gereken nokta, Anitta’nın lanetlemesine karşın Hattuşa’nın Hititlerce yeniden iskan edilmesi ve bu belgeyi yazdıranın burayı devletin başkenti yaptığı için kendi adını da Hattuşalı anlamına gelen Hattuşili olarak değiştirmesidir. Asıl adının Labarna ya da Tabarna olduğu anlaşılan Hattuşili’nin vasiyetnamesini şöyle özetlemek olasıdır: Hattuşili bir tür soylular meclisi olan pankuş’un üyelerine, önce evlat edinerek veliaht edindiği ve iyiliği için her şeyi yaptığı (kendisi ile aynı adı taşıyan) Labarna adlı prensi, kötü davranışları nedeniyle şikayet etmektedir. Hattuşili’nin kız kardeşinin oğlu olan bu prens, annesi ve kardeşlerinin entrikalarına alet olmuştur. Prensle kralın arasındaki baba-oğul ilişkisi kesilince, oğlunun taht üzerindeki hakkının kalmadığını gören Hattuşili’nin kız kardeşi, bir sığır gibi böğürmeye ve yakarmaya başlar, ama bu da yarar getirmez. Kralın gözünde o da bir yılandır. Hattuşili, babasına sevgi göstermeyenin, uyruğuna karşı da sevgi göstermeyeceğini söyler. Prens öç almaya kalkarsa, ülkenin kargaşa içine düşebileceğini düşünerek, kralın barış içinde tuttuğu ülkesini başkalarının çökertmesine izin vermeyeceği vurgulanır ve Labarna, ılımlı bir biçimde “enterne” edilir. Evi, tarlası ve hayvanları olacaktır; hatta iyi davranışı görülürse kente dahi gelebilecektir. Ama kötülüğü görülürse, gözaltından kurtulamayacaktır. Kral, şimdi Murşili’yi veliaht ilan etmektedir. Murşili’nin yetiştirilmesine adamlar görevlendirilir; bunlar kralın gösterdiği biçimde davranacaklardır. Emirlere kesinlikle uyulacak, uymayan eskiden de olduğu gibi cezalandırılacaktır. Veliahdın aklını çelmek için başkaları ile ilgili suçlamalarda bulunmak ve bazı kent yaşlılarının devlet işlerine karışmaları yasaklanmıştır. Böyle davranışların iyi sonuçlar getirmediğine, Hattuşili’nin bir başka oğlu olan Huzziya örnektir; bir zamanlar o da, yöneticisi bulunduğu Tappaşanda kenti yaşlılarının kışkırtması ile babasına başkaldırmış ve bu nedenle görevinden alınmıştı. Bu isyan ülkede kargaşalıklar yaratmış, bu arada kralın kızlarından biri de kendi oğlunu tahta varis yapmak için entrikalara girişmişti. Bu isyan da bastırılmış, prenses de enterne edilmişti. Ülkenin büyükleri de düzenli yaşamalıdır, yoksa ülke karışır. Hattuşili’nin büyükbabası (adı verilmemekle beraber Puşarruma olabileceği, aşağıda değineceğimiz kurban listelerine dayanılarak ileri sürülmektedir), yine Labarna adlı bir prensi veliaht ilan etmişse de, ileri gelenler Papahdilmah’ı tahta çıkarmışlar ve ülke kötü durumlara düşmüştü. Kralın vasiyeti tutulmalı ve her ay Murşili’ye okunarak, iyice belletilmelidir. Tanrılara saygılı olunmalı, günah işlemekten kaçınılmalı, gereğinde pankuşun fikrine başvurulmalıdır. Hattuşili’nin vasiyetnamesi, karısı Haştayar’a hitaben şu sözlerle sona ermektedir: Cesedimi geleneklere uygun biçimde yıka; beni kollarına al ve kollarında toprağa ver! Hattuşili’nin diğer belgesi, daha çok askeri icraatının anlatıldığı, yine çift-dilli olarak kaleme alınmış ve 1957 yılında Boğazköy kazılarında ortaya çıkarılmış bir tablettir. Bu belgenin başlangıç bölümünde Hattuşili kendisini şöyle tanıtmaktadır: Hattuşili, büyük Kral, Hattuşa kralı, Kuşşarlı adam. Bu sözler Kuşşar kralı Anitta ile Hitit kral ailesinin bağlantısın, artık kuşkuya hiç yer bırakmayacak şekilde gözler önüne sermektedir. Ne yazık ki eldeki belgeler, Anitta ile Hattuşili arasında geçen dönemde neler olup bittiğini bize daha açık anlatacak kadar fazla değildir. Ancak, Hattuşili’nin ilk metninde sözü edilen tarihsel geriye bakışlar, devletin ilk kuruluş yıllarında tahta geçmiş kişileri ve oluşan karışıklıkları, tam kronolojik bir sıra içnde olmasa da, belirtmektedir. Hitit dinsel inançlarına göre, öldükten sonra tanrı olan krallar için yapılacak kurbanları düzenleyen kurban listeleri olarak nitelediğimiz belgeler de bu konuda fazla yardımcı olmamaktadır. Bunlarda Hattuşili’ye değin Kantuzili, Tuthaliya, Puşarruma ve Pawahtelmah ile yukarıdaki belgede geçen Papahdilmah aynı olduğuna göre, Kuşşar soylu Hitit kralı sülalesini gerilere doğru götürmek ve yaklaşık olarak İÖ 1650-1620 arasına tarihlenen 1. Hattuşili ile Anitta (yak. İÖ 1750) arasındaki boşluğu kısmen doldurmak olası görülmektedir. Böylece, Anadolu’ya sonradan göç eden Hint-Avrupalı Hititlerin hangi aşamalardan geçtikten sonra bir sülale kurdukları ve yerel krallıkları yavaş yavaş kendilerine bağlayarak merkezi otoriteyi güçlendirdikleri, yazılı belgelerden sağlanan bilgilerin mozaik taşları gibi yan yana getirilmesiyle, ana çizgileriyle de olsa, gözler önüne serilmektedir.
  8. muki şurada cevap verdi: efe doga başlık Çorum
    Anadolu'nun ortasında, Ankara'nın yaklaşık 150 km doğusunda, antik Kapadokya'nın kuzey sınırında büyük bir imparatorluğun merkez yer almaktaydı: Hititler'in başkenti Hattuşa. Büyük Krallar MÖ 1650/1600 ile 1200 arasında Anadolu'nun geniş kesimlerini ve Kuzey Suriye'yi Hattuşa'dan yönettiler. Babil'i ele geçirdiler, Troia'yı kendilerine bağladılar. Mısır ve Assur/Babil'in yanında Hititler Eski Doğu'nun üçüncü süper gücüydüler. Hattuşa'nın kazılarak ortaya çıkarılmış ve restore edilmiş kalıntıları günümüzde açık hava müzesi niteliğinde olup Tarihi Milli Park'ın merkezini oluşturur. Hattuşa, Türkiye'de UNESCO Dünya Mirası Listesi 'nde yer alan 9 yerden biridir. 2001 yılında Hattuşa'da bulunup Ankara ve İstanbul Müzelerinde muhafaza edilen çiviyazılı tablet arşivleri UNESCO Dünya Belleği Listesi 'ne alınmıştır. (Restore edilen yer kırmızı ile belirtilmiştir.) HİTİT KRALLARI Tarih Kral Akrabalık/İlişki ??? Pithana (Kuşşara'lı) ??? Anitta (Kuşşara'lı) Pithana'nı oğlu 1680 - 1650 I. Labarna Bilinen ilk Hitit Kralı 1650 - 1620 II. Labarna (I. Hattuşili) Labarna'nın evlatlık oğlu/katili 1620 - 1590 I. Murşili Hattuşili'nin büyük oğlu/evlatlığı 1590 - 1560 I. Hantili I. Murşili'nin katili ve kayınbiraderi 1560 - 1550 I. Zidanta Hantili'nin damadı 1550 - 1530 Ammuna Hantili'nin oğlu 1530 - 1525 I. Huzziya Ammuna'nın oğlu 1525 - 1500 Telipinu I. Zidanta'nın oğlu?/Ammuna'nın kayınbiraderi ??? Tahurvaili ??? ??? Alluvamna I. Huzziya'nın damadı 1500 - 1450 II. Hantili Alluvamna'nın oğlu ??? II. Zidanta ??? ??? II. Huzzia ??? ??? I. Muvatalli ??? 1450 - 1420 II. Tuthaliya II. Huzziya'nın oğlu 1420 - 1400 I. Arnuvanda II. Tuthaliya'nın oğlu 1400 - 1380 III. Tuthaliya I. Arnuvanda'nın oğlu ??? II. Hattuşili ??? 1380 - 1340 I. Şuppilulima III. Tudhaliya veya II. Hattuşili'nin oğlu 1340 - 1339 II. Arnuvanda I. Şuppilulima'nın oğlu 1339 - 1306 II. Murşili I. Şuppilulima'nın oğlu 1306 - 1282 II. Muvatalli II. Murşili'nin oğlu 1282 - 1275 III. Murşili II. Muvatalli'nin oğlu 1275 - 1250 III. Hattuşili II. Murşili'nin oğlu 1250 - 1222 IV. Tuthaliya III. Hattuşili'nin oğlu ??? Karunta Muvatalli'nin oğlu / IV. Tuthaliya'nın kuzeni 1220 - 1215 III. Arnuvanda IV. Tuthaliya'nın oğlu 1215 - 1200 II. Şuppilulima IV. Tuthaliya'nın oğlu TARİH ÖNCESİNDEN TARİHE Toplumların tarihöncesi çağları, henüz kendileriyle ilgili dolaysız bilgi veren yazılı belgelerin bulunmadığı, başka bir deyişle herhangi bir yazı sistemini dillerine uygulamaya geçmedikleri zaman kesitleridir. Bu dönemlerde toplumların yarattıkları uygarlıkların düzeyi ve yaşam biçimleriyle ilgili bilgiler, günümüze gelebilmiş maddi belgelerin arkeologlar tarafından yapılan kazılarda ortaya çıkarılması sonucu elde edilmektedir. Maddi belgelerden, günümüzde artık yaşamayan insan topluluklarından kalan her türlü eşya ile, mimarlık ve sanat eserleri anlaşılmaktadır. Bu suskun belgelerin dışında, bir de o günkü toplumların fikir ürünleri diyebileceğimiz yazılı belgeler bulunmaktadır ki, bunların okunması ile elde edilen bilgilerin ışığı altında insanlığın geçmişi hemen her yönüyle anlaşılabilir bir duruma gelir. Bu aşamaya gelen toplumlar, tarihöncesi çağlardan tarihsel çağlara geçmiş sayılırlar. Eğer, bir toplum henüz kendisiyle ilgili dolaysız bilgi sağlayan belge yaratma aşamasına gelmemişi fakat çevresinde bulunan ve yazıyı kullanmasını bilen başka toplumların belgeleri o toplumla ilgili bilgi veriyorsa, söz konusu insan topluluğu protohistorik (tarih öncesi) bir çağ yaşıyor demektir. Anadolu’da yaşayan toplumlar da tarih çaplarına geçmeden önce, Ön Asya adını verdiğimiz ve yaklaşık olarak batıda Ege Adaları’ndan başlayarak Anadolu, Suriye, Filistin, Mısır, Mezopotamya ve İran’ı içine alan coğrafi alanda yaşamış yazıyı kullanmaya Anadolulu insanlardan çok önce başlamış toplumların bıraktıkları yazılı belgeler yardımıyla böyle bir protohistorik çağa ulaşmıştır. Anadolu, Ön Asya’nın kapsamına giren yukarıdaki alanlar içinde iki bakımdan önemli bir yere sahipti. Bu önemin birinci nedeni Anadolu’nun coğrafi konumundan kaynaklanmaktaydı; Ege dünyası ile Doğu dünyası arasında ilişkiyi sağlayan Anadolu Yarımadası idi. Ancak, bu durumu nedeniyle Anadolu’yu çoğu kez görüldüğü gibi, bir köprü olarak da nitelemek doğru değildir, çünkü köprü daha çok bir geçiş aracıdır; oysa Anadolu sadece bir yerden bir yere geçilen bir toprak parçası değil, yerleşilen, yurt edinilen, yöresindeki bütün kültürlerden etkilenen ve onları etkileyen, değerli bir yaşam alanı idi. Anadolu’nun ikinci önemli yönü ekonomikti. Anadolu, ilgili komşu toplumların yazılı belgelerinden sağlanan ilk bilgilere bakılacak olursa Ön Asya’nın, özellikle Mezopotamya’nın, inşaat ahşabı, bakır ve gümüş gereksinmesini karşılayan bir hammadde deposu durumundaydı. Anadolu toplumları henüz büyük bir devlet haline gelmemişken, Mezopotamya’da bir İmparatorluk kurmuş olan Akad Kralı Sargon (İÖ. 2340-2284), tarihsel içerikli yazıtlarında Amanus ve Toros Dağları’na, yani Anadolu’nun güneydoğu sınırlarına değin geldiğinden söz etmektedir. Kendinden sonra, fakat yine Akadlı Sargon’a atfen yazılan, daha çok efsanevi karakter taşıyan ve literatüre Savaş Kralı Efsanesi olarak geçmiş belgede ise, Sargon’un Anadolu içlerine sefer düzenlediği anlatılmaktadır. Belgeye göre, Anadolu’da bulunan ve Hitit dönemindeki Puruşhanda kenti ile eşitliği kuşkusuz olan Burşahanda kenti tüccarlarından bir kurul Dünyanın Kralı olarak niteledikleri Sargon’a başvurarak, ondan kendilerini korumasını, rica ederler; çünkü onlar asker değildirler. Sargon’un gideceği ülke çeşitli ağaçlarla dolu, ormanlık, zengin bir ülkedir; ama, Burşahanda’ya değin yol uzun ve zahmetli bir yolculuk gerektirecektir. Sargon’un bu sefere girişip, girişmediğini bu belgeden öğrenemiyoruz. Fakat, eğer Puruşhanda kenti, araştırıcıların Hitit metinlerinden çıkardıkları sonuca göre gerçekten Tuz Gölü’nün güneyinde yer alıyor idiyse, buradan Sargon’un koruması altına girmek isteyen tüccarların bulunması ilgi çekicidir. Hemen şunu söylemek gerekir ki, Tuz Gölü yöresi bugün olduğu gibi kurak değildi. Bu bölgede yapılan kazılarda ortaya çıkan hayvan ve bitki kalıntıları, buranın yağışlı bir iklime ve ormanlık bir bitki örtüsüne, doğal olarak da buna uygun hayvan varlığına sahip olduğunu kanıtlamaktadır. Bu bölgedeki tüccarların Anadolu ile Mezopotamya arasındaki ticaret ilişkilerinin sıkılığını vurguladıkları açıkça belli olmaktadır. İki ülke arasındaki dağlık bölgeler düşünülecek olursa, tüccarların Sargon’a yolun zahmetinden söz ederken hangi güçlükleri anlatmak istedikleri anlaşılır. Bu güçlüklere karşın, tüccarları Anadolu’ya çeken şey, herhalde buradaki hammade zenginliği olmalıdır. Sargon’dan sonra bir başka Akad Kralı olan Naramsin (İÖ 2260-2223) de, yazıtlarında Anadolu sınırlarına değin varan Askeri Yüksek İdare Mahkemesi seferler yaptığını anlatmaktadır. Ona atfedilen efsanede ise, Naramsin’in Anadolu’ya girdiğinden, hatta kendisine karşı 17 kralın birleşmesiyle kurulan bir koalisyona karşı savaştığından söz edilmektedir. Bunlar, efsane türünde yazılı belgeler olarak tarihsel gerçeği yansıtmasalar bile, Akad krallarının Anadolu’nun tüccarlardan dinledikleri zenginlikleri karşısında kayıtsız kalmadıklarını ve burayı ele geçirmek için emeller beslediklerini göstermeye yeterlidir. Anadolu protohistorik çağında yalnız Mezopotamya ile değil, Manyas Gölü yakınındaki Dorak’ta bulunduğu söylenen (bu mezar buluntularının şimdi nerede olduğu belli değildir) kral mezarlarında ele geçirilen ince bir altın levha üzerinde bulunan 5. sülale firavunlarından Sahure’nin (İÖ 2475) adına bakılacak olursa, Mısır ile de siyasal ilişkiler kurmuştu. Ne yazık ki, bu ilişkilerin nedenleri ve yoğunluk derecesi ile ilgili fazla bilgi edinemiyoruz. Anadolu’nun tarihsel çağları, Çorum’un Sungurlu İlçesi’ne 5 km. uzaklıkta bulunan ve yapılan kazılarda Hitit İmparatorluğu’nun başkenti Hattuşa olduğu anlaşılan Boğazköy’de, Yozgat’ın güneydoğusuna düşen Alişar Höyük’te ve Kayseri’nin kuzeyindeki Kültepe’de bulunan, çiviyazısı ile yazılmış ve adına tablet dediğimiz kil levhacıklar ile başlar. Sayıca Aliar ve Boğazköy’de az, Kültepe’de ise onbinleri aşan bu tabletlerin yazılmış olduğu dil, Mezopotamya’da çok geniş bir zaman kesiti içinde konuşulmuş olan ve günümüzdeki Arapça ve İbranca ile aynı dil ailesine giren Akadça’nın Eski Asur lehçesidir. Bu tabletlerin yazısı ise, İÖ 4. bin yılda Mezopotamya’da Sumerler tarafından resimyazısı olarak icat olunan ve zamanla gelişerek basitleşip, resim biçimlerini kaybederek, dış görünüşü bakımından çiviye benzedikleri için zamanımızda çiviyazısı adı takılan, hece işaretlerinden kurulu bir yazı sistemidir. Bu yazı, genellikle her bilinmeyen yazı sisteminin çözülmesinde olduğu gibi, aynı yazıtın birden fazla dilde tekrarlandığı çift-dilli ya da çok-dilli denilen yazıtlar yardımıyla, bir Alman lise öğretmeni olan Grotefend’in öncü çalışmaları sonucunda, 19. yüzyılın başında okunabilmiştir. Anadolu’da bu yazı ve Akadça yazılan tabletlerin ortaya çıkışı ise 1881 yılına rastlar, yani bu tabletler bulunduğu sırada çiviyazısının ilk okunuşu üzerinden 80 yıldan fazla bir zaman geçmiştir. Tabletler, ilk önce antikacılar tarafından eski eser piyasasına sürülmüş ve önce antikacılar tarafından eski eser piyasasına sürülmüş ve bulunduğu coğrafi yerin Roma dönemindeki adı olan Kappadokya Bölgesi gösterilerek geçiştirilmiştir. Bu yüzden çeşitli dünya müzelerince satın alınan Anadolu’nun bu ilk yazı ürünler, Kapadokya Tabletleri adıyla tanınmaya başlanmıştır. Eski eser tüccarlarının bir sır olarak sakladıkları esas çıkış yerini bulmak için birçok girişimlerde bulunulmuşsa da bunlar başarısız kalmıştır. 1893-94 yıllarında E. Chantre bu tabletlerin Kültepe’de doğrlanamamış ve 1925’e değin her yıl daha çok sayıda tablet eski eser pazarlarına sunulmuştur. Sonunda Çek bilgini B.Hrozny, Kültepe’de kazılar yapmaya başladığında, tabletlerin höyükte değil de, çok yakınındaki bir tarladan çıkarıldığını köylülerden öğrenebilmiş ve gerçekten de orada başlattığı kazıda 1000 kadar tablet ele geçirmiştir. Daha sonra Hrozny bu kazıları sürdürememiş ve araya giren 2. Dünya Savaşı nedeniyle araştırmalara ara verme zorunluluğu doğmuştur. Gerek Kültepe Höyüğü’nde, gerek Asurlu tüccarların oturmuş olduğu anlaşılan ve tabletlerin bulunduğu yerleşmede, 1948 yılından beri Türk Tarih Kurumu adına Prof. Dr. Tahsin Özgüç tarafından sistemli kazılar yapılmaktadır. Bu kazılar sonucunda, bir Asurlu tüccarlar kolonisi olarak niteleyebileceğimiz yerleşmenin 4 tabakası olduğu saptanmıştır. Bunlardan IV. Ve III. Tabakalar en eski yerleşmeler olup, yazılı belgeden yoksundur. II ve Ib tabakalarında bulunan tabletlerin sayısı ise onbine varmaktadır. ASUR TİCARET KOLONİLERİ Mezopotamya’da kurulmuş devletlerin tarihleri, ilk kuruluş evreleri dışta tutulacak olurda, Anadolu’nun tarihine göre daha iyi bilinir. Bunun nedeni, Mezopotamya’da yapılmış ve bugün de sürmekte olan yoğun arkeolojik araştırmalarda ele geçen yazılı belge sayısının fazlalığı kadar, bu yazılı belgeler arasında bulunan kral listelerinin varlığıdır. Kral listeleri, hatırlanabilen ilk krallardan, belgenin yazıldığı ana kdar başa geçmiş bütün kralları tahtta kalış süreleri ile birlikte sıralar. Aradan geçen zamanla ilk kralların tümü akılda tutulamamış olduğundan, adları bilinen krallara çok uzun egemenlik süreleri verilmiş; böylece daha iyi hatırlanan krallarla ilk başa geçenler arasında oluşan boşluk kapatılmaya çalışılmıştır. Bundan dolayı, başlangıç evreleri için bu listeler fazla güvenilir tarih kaynakları değilse de, daha sonraki tarihsel gelişimin öğrenilmesinde yararları büyüktür. Yukarıdaki açıklamadan da anlaşılacağı gibi, kral listeleri sadece hangi kralın hangisinden sonra geldiğini, kaç yıl başta kaldığını gösteren ve devletleri göreli kronolojisini belirleyen kaynaklardır. Örneğin, Kral A, 10 yıl hükümdarlık etmiş, sonra başa geçen Kral B, 25 yıl tahtta kalmıştır. Listede üçüncü kral olarak görünen Kral C ile Kral A arasında 35 yıllık bir süre olduğu hesaplanabilmektedir, ancak bu 35 yıllık zaman dilimi, dünyanın yaratılışından bugüne akıp giden ve çeşitli takvim sistemleri ile kavrayabildiğimiz zaman içinde nereye oturtulmalıdır? Örneğin 1800-1835 arasına mı ya da 1210-1245 arasına mı? İşte kral listeleri bu sorulara yanıt vermez, ama dolaylı olarak bunların yanıtlanmasına da yardım eder. Göreli kronolojiyi, kesin kronoloji haline sokmak için, yukarıdaki örnekte verdiğimiz zaman dilimi içinde bir değişmez nokta bulmak gerekmektedir. Bu kesin noktayı da bize Mısır ve Mezopotamya kaynaklı olan astronomi çalışmaları ve gökyüzü cisimlerinin hareketlerine, ay ve güneş tutulmalarına ait gözlemlerin kaydedilmiş olduğu belgeler sağlar. Bu gibi olaylar bazen çok uzun aralıklarla da olsa, periyodik olarak olaylar tekrarlanmakta ve bu periyotların süresi biliniyorsa, aynı durumun ne zamanlar görülmüş olabileceği geriye doğru hesaplanmaktadır. Sözgelimi eğer Kral B döneminin 3. yılında tam bir güneş tutulması olduğu belgelenmişse, bu kralın yaşamış olduğu sanılan zaman kesiti içine rastlayan güneş tutulması hesaplanır ve diyelim ki, İÖ 1337 yılı bulunur. Bundan sonrası artık kolaydır; elde edilen bu değişmez noktadan hareketle, yalnız Kral B’nin değil, listede adı geçen bütün kralların tarihleri saptanabilir, dolayısıyla bir devletin kronolojisi anahatları ile ortaya çıkar. Kültepe yanındaki Asurlu tüccarlara ait yerleşme yerinde saptanan II. Tabakada bulunan tabletlerde geçen İrişum, Sargon ve Puzuraşşur gibi Asur kral adları ve her yıl atanan ve yıllara adlarını veren yıl memurları’nın adları yardımıyla bu tabaka İÖ 19. yüzyıla, Ib tabakası ise, İÖ 18. yüzyıla tarihlenebilmektedir. Buradaki tabletlerden anlaşıldığına göre, yönetim merkezi Mezopotamya’daki Asur (bugün Kalat Şergat) kenti olan Asur Devleti vatandaşları olan tüccarlar, İÖ 19. ve 18. yüzyıllarda Kültepe’de olduğu gibi, Anadolu’nun değişik Pazar ağı geliştirmişlerdi. Bu ağ, iki tür ticaret merkezinden oluşmaktaydı. Bunlardan biri, Anadolu’da o zaman varlığı yine tabletlerden anlaşılan, henüz merkezi bir devlet otoritesine bağlı olmayan kent beylikleri yakınında kurulmuş olan, Asurlu tüccarların belirli bir serbesti içinde yaşayıp mesleklerini icra ettikleri, adına karum denilen ve Asurca liman ve rıhtım anlamına gelen yerleşmeler, büyük yerleşmelerdi. Diğer bir yerleşme ise Asurca ubrum/wabrum sözcüğünden türetilmiş olan wabartum’lar (anlamı misafir) bulunmaktaydı ki, bunlar herhalde ana merkezler arasında tüccarların konakladıkları, belki mallarını geçici olarak depoladıkları, bir çeşit kervansaraylardı. Ticaret kolonisi terimi, Asur’un Anadolu içine uzanan siyasal egemenliği olarak anlaşılmamalıdır. Bunlar, hem Asurlu tüccarlara, hem de koruması altına girdikleri kent beylerine karşılıklı çıkarlar sağlayan bir ticaret sisteminin parçalarıydı. Dikkat edilmesi gereken ikinci bir nokta da, bu kolonilerin uluslararası bir karakter göstermesidir. Ele geçen belgelerdeki tüccar adları incelendiğinde, burada yalnız Asurlular’ın değil, yerli Anadolu halkına ait kişilerin de ticaret şirketlerine sahip oldukları ortaya çıkmaktadır. Bunların yanında Kuzey Suriye ve Kuzey Mezopotamya kökenli kişiler de ticaret yapmaktaydı. Bu nedenle çoğunluğu Asurla sıkı ilişkile tüccarlardan oluşan bir topluluğu barındırmasına karşın bu yerleşmelerin, yabancı devletlerin ve hükümdarların egemenliğinde olmadığını vurgulamak gerekmektedir. Sözünü ettiğimiz ticaret ağı, Kültepe karum’unun II. katı ile çağdaş belgelerde 10, Ib ile çağdaş belgelerde ise 4 adet olarak görülmektedir. Wabartum’lar ise, II. tabakaya ait belgelerde yine 10, Ib’de bulunmuş belgelerde ise 2 adet olarak belirmektedir. Bütün örgütlenme içinde, sistemli bir biçimde kazıldığı için en iyi tanınanı ve en çok yazılı belge vereni ve eski adının Kaneş olduğu anlaşılan Kültepe’deki karum’dur. Tablet veren diğer 2 karum, sonradan Hititlerin başkentini oluştaracak olan Boğazköy’deki karum Hattuş, diğeri ise, eski adını kesinlikle bilmediğimiz Alişar’daki tüccar yerleşmesidir. Bu iki karum’da da Kaneş karum’una oranla çok daha az sayıda tablet bulunmuştur. Asur ile Anadolu arasındaki ticaretin temelini, Asur’dan Anadolu’ya kalay ve dokuma ürünleri dışalımı karşılında da Anadolu’dan genellikle gümüş, bazen de altın alımı yapıldığı bilinmekteyse de, bakır ticaretinin Kaneş karum’undan değil de bakır madenleri yakınında kurulmuş başka bir karum’dan yapıldığı anlaşılmaktadır; Kaneş karum’unda ele geçen belgelerde bakır yollanması ile ilgili bir şey yoktur. Büyük bir olasılıkla bakır ticaretini elinde tutan ve Fırat yakınındaki Ergani bakır madenleri ile ilişkile olan bir karum bulunmaktaydı. Asurlu tüccarların Anadolu’ya getirdikleri kalayın da Mezopotamya’dan değil, İran’da bulunan kalay kaynaklarından alındığı sanılmaktadır.Asur’dan getirilen tekstil ürünlerinin ise, Asur’a başka bölgelerden dışalımı yapılan yünün dokunması ile oluşturulduğunu ve dokumacılık işinde, genellikle kocaları Kaneş karumu’nda ticaretle uğraşan kadınların çalıştığını öğreniyoruz. Bu arada bazı tekstil ürünlerinin Asur aracılığıyla güneydeki Babil’den alındığını, işlenmiş eşya olarak bazı tunç malzemenin Asur’a dışsatımının yapıldığını yazılı belgelerden anlamaktayız. Mezopotamya ile İndus Bölgesi’nin de ticaret ilişkileri olduğuna dair ipuçlarına sahip olmamıza karşılık, buradan alınan eşyanın Asurlu tüccarlar aracılığı ile Anadolu’ya gönderilip gönderilmediğini kesinlikle bilmiyoruz. Ticaret kervanlarında eşekler kullanılmaktaydı. Her tüccarın ya da firmanın Asur’dan birkaç eşeklik kervanlarla yola çıktığı, fakat bunların birleşerek konvoylar oluşturduğu kesindir. Tabletlerde tepenin üstünde pusuya yatmış kara bir köpek, dağınık kervanları bekliyor; gözleri iyi insanları kolluyor biçiminde, haydutları anlatan yarı edebi türde anlatımlara rastlanır. Buna karşın, bu tehlikelerin Ortaçağ’da Akdeniz ticaretini olumsuz yönde etkileyen korsanların yarattığından daha az olduğu da söylenebilir. Kervanı korumakla yükümlü olan kişiye yapılan ödemelerden bazı belgelerde söz edilmekle beraber, büyük güvenlik güçlerinin gerekli olduğunu gösteren bir kayıt yoktur. Anadolu ile yapılan ticaretin Asurlu tüccarlara büyük kazançlar sağladığı, özellikle tunç alaşımında kullanılan kalayın Anadolu’ya getirilmesinin %100’ü aşan kâr getirdiği, eldeki yazılı belgelerden öğrenilmektedir. Alıcının borçlanması durumunda %30 oranında faiz elde edilmekteydi. Kolonilerin bulunduğu kentlerdeki yerel Anadolu kralları da buna karşılık dışalımı yapılan mallar üzerinden dokumalardan 1/20, kalaydan 2/65 oranın vergi almaktaydılar. Ayrıca kervan yollarının geçtiği bölgelerdeki başka beylere malın %10’u oranında yol vergisi ödemekteydiler. Kaneş gibi, karum’ların yakınında kurulu kentlerin kralları, meteorik demir ve değerli taşları doğrudan kendileri satma hakkına da sahiptiler. Bu nedenle, bazı malları yerel krallara haber vermeden kaçak olarak onların bölgelerine sokan ve vergiden kurtulma yollarına başvuran tüccarlar da yok değildi. Bir belgede ... kaçak mallar yakalandı; saray Puşu-ken adlı tüccarı hapse attı. Gardiyanlar çok uyanık. Bütün ülkelere kaçakçılık bildirildi ve nöbetçiler kondu. Dikkat! Kaçakçılık yapmayın! biçiminde tüccarları uyaran bir metin dikkati çekmektedir. Yerel kralların Asurlu tüccarları koruma yükümlülüğünden başka, soygunlar nedeniyle oluşan kayıplarını garanti etme yönünde de görevleri vardı. Tüccarlar ise, siyasal ve adli bakımdan Asur yönetimine bağlıydılar. Asurlu tüccarların yerleşmelerinde yaratmış oldukları maddi kültür, Anadolulu bir karaktere sahiptir. Avluları tam merkezde olmayan, tek ya da iki katlı dikdörtgen evleri, çanak-çömlek, madeni araçları ve pişmiş toprak heykelcikleri Anadolu’nun kültür çerçevesine çok uygundur. Geometrik motiflerle bezenmiş aslan, boğa ve diğer hayvan ya da ayakkabı biçiminde yapılmış kaplar, bu yerleşmenin kendine özgü ürünleridir. Tabletler üzerinde görülen mühürler de üslup bakımından aynı dönemdeki Mezopotamya örneklerinden farklıdır. Anlaşıldığına göre, Asurlu tüccarların oluşturdukları kültür, maddi belgelerde kendini belli etmemekte, Anadolu’ya yabancı kişilerin buralarda yaşadığı, sadece yazılı belgelerden öğrenilmektedir. Bu tüccarların Anadolu kültürüne etkileri de fazla olmamıştır. İlişkileri, daha çok korunması altında bulundukları saraylarla olmuş, doğal olarak kültürel bakımdan daha tutucu olan yerel halk, Asurluları’ın ne dilinden, ne de toplumsal ve dinsel görüşlerinden fazla etkilenmemiştir. İleride sözünü edeceğimiz bir mektubun gösterdiği gibi, bu kolonistlerin zamanında yerel Anadolu krallarının kendi aralarındaki yazışmalarında bile kullanmış oldukları Eski Asur dili, Asur yerleşmelerinin ortadan kalkışından sonra tamamen silinip kaybolmuştur. Asur Ticaret Kolonilerinin hangi nedenlerle sona erdiğini kesinlikle bilemiyoruz. Ancak, kazılardan elde edilen verilere göre, bunlar büyük bir yıkım sonunda yok olmuşlardır. Karum II ve Ib tabakaları arasındaki yangın bunun kanıtıdır. Ib katında, ticaret ilişkilerinin az da olsa yeniden canlandığını, fakat eski canlılığına kavuşmadan, Asur ile olan bağların tümüyle kesildiğini görmekteyiz.
  9. Şaşkın Bakışlar! Türban tartışmaları, AKP'nin gerçek özelliklerinin görülmesine yardımcı oluyor. Bu partinin hiç de özgürlükçü bir öze sahip olmadığı açıklık kazanıyor. Tartışmalar bağlamında ortaya çıkan çok önemli bir gerçek var: Üniversitelerde ders veren bilim insanlarının çok büyük çoğunluğu, türbanla ilgili anayasa değişiklikleri karşısında tam bir "bilimsel şaşkınlık" yaşıyor. "Şaşıran" bilim insanlarının ortak özelliği, şimdiye kadar AKP'yi, "özgürlükçü" görmeleridir. Bunlar AKP'nin türban dayatmasını, "yöntem" ya da "zamanlama" açısından doğru bulmuyor. Kimileri daha gerçekçi; bunlar, "meğer" diyorlar, "AKP kapalı bir kutuymuş; cemaat tarafı belirleyiciymiş, kararlar bir merkezde ya da kişide toplanıyormuş vb." sonucuna varıyor. Üçüncü bir grup da türban konusunda kutuplaşmaya karşı çıkarak, "Demokrasi ve özgürlükleri genişletelim" çağrısı yapıyor. AKP'den siyasal ve ekonomik çıkar sağlamayan ve iyi niyetli olduklarından kuşku duyulmayacak bu bilim insanları, türban konusunu neden-sonuç ilişkilerinden "soyutlayarak" bilimsel yöntem yanlışı yapıyorlar. Türban kullanılmasının açıklık kazanması için "üç aşamanın" da doğru değerlendirilmesi gerekir. Birincisi, türbanın üniversitede kullanılmasının "öncesidir". Ortaöğretimde türban kullanılmaması nasıl sağlanacaktır? Ayrıca, türbanın kullanılmasına yol açan "nedenler nelerdir" sorusu yanıtsızdır. Türbanı zorlayan "erkek çevresi" , aileden cemaate kadar, tüm özellikleriyle, açıklık kazanmalıdır. İkincisi, üniversitede türban kullanımı "sırasında" yaşanabileceklerin doğru saptanmasıdır. Türban ve diğer dinsel simgelerin giyilmesinin, üniversitelerin işleyişini, özellikle de laboratuvar çalışmalarını aksatması büyük bir olasılıktır. Kaldı ki, türban serbestisi talebi, yasağı gerekçe göstererek, aile ve çevre baskısından kurtulan ve başını açık tutarak özgürleşenlerin durumunu dikkate almamaktadır. Bunlara başlarını kapatmaları için baskı yapılması nasıl engellenecektir? Üçüncüsü, türban kullanımının üniversite "sonrasıdır" . Türban giyenlerin eğitimleri sonrasında kamu kesiminde çalışmaları hangi gerekçeyle engellenebilir? Buna nasıl ve neden karşı çıkılacaktır? Türbanı savunan bilim insanlarının bu sorulara bilimsel yanıt vermeleri gerekiyor. Bu yapılmadıkça, "hem türban hem de özgürlük" savunması da anlamsızlaşıyor. *** AKP'nin kadına bakışındaki "şaşılığın" , daha doğrusu çağdışılığın yeni bir göstergesi geçen hafta yaşandı. Hükümetin isteği üzerine ilgili devlet birimlerinin aylardır üzerinde çalıştığı "istihdam paketi" hafta başında Başbakan'a sunuldu. Pakette kadınların işe alınmasını teşvik eden, kadın çalıştıracak işletmelere parasal destek sağlayan düzenleme de yer alıyordu. Başbakan, kendi bakan ve teknisyenlerinin "şaşkın" bakışları arasında, pakette yer alan "kadın istihdamının arttırılması" önerisine karşı çıktı. Bu karşı çıkışa kimse direnmedi ve.. kadınların iş bulmalarını kolaylaştıran düzenleme paketten çıkarıldı. Erdoğan 'ın kadın istihdamının arttırılmasına karşı çıkmasının gerekçesi neydi, biliyor musunuz? Kendi sözleriyle: -"Ayrımcılık". Evet yanlış okumadınız! Başbakan, iş bulmada kadınlara öncelik verilmesini, ayrımcılık yaratacağı gerekçesiyle engelliyor. Öneriyi, kendince kadın-erkek eşitliğine aykırı buluyor! Daha çok sayıda kadının iş bulmasına engel olan bir başbakanın, kadının özgürleşmesini istediği düşünülebilir mi? Bu köşede çok kez yazıldığı gibi, kentlerde çalışma yaşındaki kadınların iş gücüne katılma oranı yüzde 20'nin altındadır. Bir başka anlatımla, çalışabilecek her beş kadından yalnızca biri, mal ve hizmet üretiminde çalışıyor ya da iş arıyor. Bu ülkede, kadını eve hapseden, onu "ekonomik" olarak bağımlı kılan ve aile yaşamını da, toplumsal yaşamı da çok olumsuz yönde etkileyen bir süreç yaşanıyor. Ekonomik bağımlılık, kadının ikincil tutulmasının; sosyal, siyasal ve kültürel alanlarda da bağımlı kalmasının asıl nedenidir. Başbakan'ın anlamadığı ya da düşünce yapısı nedeniyle anlamak istemediği acı gerçek budur. Asıl ayrımcılık, Başbakan'ın kadın karşıtı tutumudur. Türban dayatmasıyla bu anlayış derinleştiriliyor ve kalıcı kılınıyor. AKP'yi hâlâ özgürlükçü bulan bilim insanlarının bilgisine sunulur. Yakup Kepenek Cumhuriyet, 18.02.08
  10. Bu meydanlarda türban diye çığlıklar atan kadınlar evlerinde babalarına, kocalarına, abilerine, erkek kardeşlerine karşı türban dışı diğer hakları için mücadele verebiliyorlar mı acaba? Yoksa Emine Erdoğan örneğindeki gibi 15 yaşındayken abisi tarafından örtünmesi gerektiği baskısına dayanamayıp - intiharı bile düşünüp- sonradan erkeğin bedensel ve fikirsel gücüne karşı gelemeyip paşa paşa örtünüyorlar mı? Emine Erdoğan'a soruyorlar: İmkân elinize geçtiğinde kadınların örtünmesini mecburi mi edeceksiniz? Açık kadınları manevi bir baskı altında mı tutacaksınız? - Herhangi bir kimsenin, başkası hakkında böyle bir karar alma yetkisi yoktur. Bir kadın hangi şartlar altında örtündüğünü unutup, böyle bir cevap verebiliyor! Evet, başkasının hakkı yoktur belki ama, aile erkeklerinin vardır ve buna itiraz edilemez. İtiraz edildiği zaman da neler olabileceğini tahayyül etmek zor değildir.
  11. Sevgili gelincik Sevdiklerinle birlikte geçireceğin nice sağlıklı, mutlu, neşeli ve huzurlu doğum günlerine...
  12. Sevgili halkalıyıldız Nice sağlıklı, mutlu, neşeli doğum günlerine...
  13. muki şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Dini Konular - Din - Dinler
    Siz, o masum ve mağdur dediklerinizin sorunlarına aydın ve gelişmiş bir şekilde eğilmiş, çözüm üretmiş ve işe yaradığınızın sonucuna varmışsınız. Ancak sizin gibi bazı insanların gözlem ufukları bizleri ne gibi karanlık günlerin beklediğinden habersiz sanırım.
  14. Burası bir forum ve isteyen istediğine cevap verebilir. Siz Larsie bey, çelişkileri göremeyecek kadar neden mühürlenmiş kalbiniz?
  15. E o zaman okurken tam bir teslimiyetçi konumda okuyorsunuz herhalde. Yoksa ileriki sayfalarında kindar, yakıp yıkan, savaşın diyen, hakaret eden, insanların kalbine haksızlığı yerleştiren, bir dediği bir dediğini tutmayan vs. vs. Muhammed'in sözleriyle... ha pardon, Allah'ın sözleriyle karşılaşırsınız. Daha ne kanıtı, ne belgesi istiyorsunuz ki?
  16. Ciddi olamazsınız. Gerçekten bu gibi şeylere inananlar var mı? Yani Süleyman... rüzgar... uçak...
  17. muki şurada cevap verdi: muki başlık Güncel Konular
    Babası öldü. Yetim büyüdü. Üvey evlat oldu. Tutuklandı. Hapse atıldı. Sürüldü. İşsiz kaldı. (Şöyle yazıyordu o sıkıntılı günlerde kaleme aldığı günlüğüne: Harcamalarım fazla değil, zira gelirim hep az.) Hastalandı... Böbreklerinden. Vuruldu... Göğsünden. Mesleğinden atıldı. İdama çarptırıldı. Kardeşleri öldü. Çocuğu olmadı. Boşandı. Karaciğeri iflas etti. Evet... Mustafa Kemal Atatürk bu. Evladı olmayan bir yetimin, duygularını anlatın... Anlatın ki, o yetimin, evlatlarımıza bıraktığı hediyenin kıymetini anlasın evlatlarımız. Cumhuriyet, çocuklara anlatıldığı gibi, folklorik bir müsamere coşkusundan ibaret değil çünkü... Anlatın ki, kökeninde barınan derin hüznü kavrasınlar. İşte liste yukarıda. Kısacık ömründe bir insanın başına ne felaket gelebilirse, gelmiş... Bunu anlatın. Direnen... Teslim olmayan ruhu anlatın. Korkmasınlar engellerden. Korkmasınlar yalnız kalmaktan. Korkmasınlar işsizlikten. Korkmasınlar parasızlıktan. Korkmasınlar alçaklardan. Korkmasınlar doğrulardan. Yürek dediğin... Sadece organ değil arkadaş. Bunu anlayın!!!
  18. muki şurada cevap verdi: muki başlık Güncel Konular
    Sevgili Atam; Sana bu hitabeyi 33 yaşına girmiş, Gelecek güzel günlerden çoktan umut kesmis, Temel eğitimini tamamlamış Ve ancak şimdilerde seni tanıyabilmeye başlayan, Türk istikbalinin evlatlarından biri olarak yazıyorum. Seni ilk gördüğüm günü dün gibi hatırlarım. İlkokul birdim. Miniciktim. Elimde beslenme çantam, onluğumun cebinde annemin sevgisi, sınıfımda bilim öğrenecektim. Karatahtanın dört parmak üzerine ortalanmış çerçevenin içinden bana bakıyordun Bakışların keskindi. ABC'den sonra ilk öğrendiğimdin; Mustafa Kemal'din. Çocuktum... Bana, bize, tüm dünya çocuklarına bayram armağan etmiştin. Armağanını, uygun adim sol-sağ-sol sol-sağ-sol Kutladık... Kaçımızın ayağı şu toplamıştı, kaçımız bayılmıştık... Biz bayramlarda ağlayan çocuklardık. (Ne zaman salıncakta sallanan fotoğrafını görsem, geçen 23 Nisan'lara yanarım.) Ortaokul ve lisede hep seni anlattılar bana... Dünyaya ancak yüz yılda bir gelen dahiydin... Şahin bakışların vardı, hürriyete aşİktın... En azılı düşmanlarına karşı bile merhametliydin, Ama, savaş meydanlarında karşında kimse duramazdı. Aslandın, kaplandın, kartaldın, panterdin... Özgür geleceklere açılan pencereydin. Sözün özü benim sevgili Atam; Kodumu oturtan milli eğiticiler böyle anlatmışlardı. Beni milli bir şekilde eğitenler, Failatun, failatun, failatun, failun ölçü sistemini, Niagara Şelalesi'nin yükseklik ve debisini, Yes, it is a pencil demesini, Deli İbrahim'in küpesini; Bir bir kafama yerleştirdiler de; Bana senin insan yönünü anlatmadılar. Sigara tiryakisi olduğunu, Rakı içtiğini, Aşık olduğunu, Evlendiğini, Boşandığını, Kim bilir kaç geceler savaş meydanlarında cesetlere bakıp, için için ağladığını, Özlemlerini, hasretlerini, Geleceği kazanmaya dair fikirlerini Anlatmadılar. Bana, bize, tüm dünya genclerine bayram armağan etmiştin. Armağanını, uygun adım sol-sag-sol sol-sag-sol Kutladik... Kaçımızın ayağı su toplamıştı. Kaçımız kıçına yediği sopa yüzünden altına işemiştik. Biz bayramlarda bunalan gençlerdik. (Ne zaman baloda smokinli fotoğrafını görsem, 19 Mayıs'lara yanarım.) Bir yandan; Heykellerini diktik Dağa-taşa siluetlerini çizdik, Her kitaba, her yazıya Mutlaka senden alıntılar yerleştirdik. Bir yandan; Her işin kolayına kaçtık, Ticarette kazık attık, Üretim yerine kopyaladık, Bilim adamlarını sindirdik, Aydınları yargıladık, Yoktan yere nice vatan hainleri ürettik, Çoktan yere nice amaçsız gençler yetiştirdik. Zeki, çevik ve aynı zamanda düzenciydik. Eğitimi siyasete kurban verdik, Ekonomiyi siyasete kurban verdik, Aydınlık olması gereken gelecekleri siyasete kurban verdik. Varlığımız siyasi emellere armağan oldu... Benim biricik Atam; Biz Demokles'in kılıcını sapından değil Keskin yanından tutmayı marifet bildik. Senin ruhunu gıdım gıdım içtik, Tükettik... Tükettik... Tükettik... Dedemden babama, babamdan bana Politikacı tabiriyle 'enkaz' devralmış bulunmaktayız. Bu gidişle biz, çocuklarımıza devredecek Enkaz bile bulamayacağız... Türk'tük, doğruyduk, çalışkanlığımız şüpheli; Birinci vazifemiz; Türk istiklalini ve Türk Cumhuriyeti'ni ilelebet muhafaza ve müdafaa etmek, Ülkümüz; Yükselmek, ileri gitmekti... Uzun bir yoldu... Yorucu ve yıpratıcıydı... Adidas'larımız eskidi, McDonalds'ta mola verdik. Belki de 'Bir Türk dünyaya bedeldir' deyişini Biz 'Her Türk dünyaya bedeldir' anladığımız için emanetini, 1 milyon beş yüz seksen bin kat küçültmeyi becerdik... Verdiğin en önemli görev: Bu ahval ve şeriat içinde dahi vazifem Türk İstiklalini ve Cumhuriyetini İlelebet muhafaza ve müdafaa etmekti, bilirim. Muhtaç olduğum kudretin, Sana, güvenimde mevcut olduğunu belirtir, ellerinden hasretle öperim... YER: TÜRKİYE YIL: 1938 SAAT: 09.05 ATATÜRK ÖLÜYOR ARADAN ONLARCA YIL GEÇİYOR YIL: 2007 ATATÜRK TEKRAR DÜNYAYA GELİYOR... DOĞRUCA MECLİSE GİDİYOR, MEMLEKET NASIL YÖNETİLİYOR GORMEK İÇİN... MECLİS KAPIŞINDA CUMHURBAŞKANI, BAŞBAKAN, DEVLET BAKANLARI KARŞILIYORLAR. SALONDA EN ÖNE OTURTUYORLAR VE O GÜNKÜ ÜLKE SORULARI TARTIŞILIYOR... OTURUM BİTİYOR, ATATÜRK'Ü MECLİS LOKANTASINA GÖTÜRÜYORLAR, YEMEKTEN SONRA OTELE GÖTÜRÜP YATIRIYORLAR.... ERTESİ SABAH OTELDEN ALMAYA GİDİYORLAR, ATATÜRK'ÜN ODASI BOMBOŞ..!! VE MASANIN ÜZERİNDE BİR KAGIDA YAZILMIŞ ŞU SÖZLER VAR: 'EFENDİLER... BEN İSTANBULA GİDİYORUM, ORDAN BİR VAPURA BİNİP TEKRAR SAMSUNA ÇIKACAĞIM. ÇÜNKÜ BU ÜLKENİN BİR KURTULUS SAVAŞINA DAHA İHTİYACI VAR...' BU KADAR ANLAMLI BİR ŞEY DAHA YOKTUR SANIRIM BU ÜLKEMİZ İÇİN...
  19. muki şurada cevap verdi: kaoss başlık Din Felsefesi
    Elde bir kitap, kafada bir beyin, okunuyor ama, düşünmeye gerek bırakmıyor bu kitap bu beyine.
  20. Sizin bu yukarıdaki övgü dolu sözlerinizi okuyan da Muhammed ne adammış, Kuran ne kitapmış meğerse der. Siz galiba Kuran'ın Fatiha suresinin birinci ayetinden sonra okumayı bıraktınız. Ne de olsa kulaktan dolma yalan yanlış bilgiler var ya!
  21. muki şurada cevap verdi: muki başlık Konya
    Konya çevresindeki Kervansaraylar Kervansaray kervanların ticâret yolları üzerindeki konak yeri. Devlet veya hayırsever kişiler tarafından kurulan bu muhkem binalarda kervan ihtiyaçları ücretsiz karşılanırdı. Bunlar, bir şehir içinde olurlarsa, han adını alırdı. İslamiyetin yayılış dönemlerinde askeri maksatla ve sınır emniyetini korumak için kurulan ribatlar, sonraki devirlerde ticari maksatla kullanıldı ve bu binalara, kervansaray adı verildi. Türklerin Müslüman olmasından sonra, genişleyen İslam toprakları üzerinde ortaya çıkan kervansaraylar, Selçuklular zamanında en gelişmiş şeklini aldı. Anadolu'da bulunan çeşitli ticaret yolları üzerinde yüze yakın kervansaray yapıldı. Uzaktan bakılınca bir kale gibi görünen, içlerine girildiği zaman kervan kafilelerinin her türlü ihtiyaçlarını karşılayacak bir teşkilata sahib olan bu binalar, Selçuklu sultanları ve yüksek devlet görevlileri tarafından büyük ticaret yolları üzerinde her menzil için, yani 30-40 kilometrelik mesafede bir yaptırılmışlardı. Müslüman doğu ve Hıristiyan batı ülkeleri arasında bir köprü vazifesini gören Anadolu toprakları üzerine, İkinci Kılıç Arslan, Birinci Gıyaseddin Keyhüsrev, Birinci İzzeddin Keykavus ve Birinci Alaeddin Keykubad gibi iktisadi ve ticari hayatın önemini bilen Selçuklu sultanları; Antalya ve Sinop gibi giriş ve çıkış limanlarıyla önemli ticaret merkezlerini birbirine bağlayan ticaret yolları üzerinde büyük kervansaraylar kurdular. Bu merkezlere yerleştirdikleri tüccarlara her türlü yardımda bulundular. Anadolu'ya gelen yabancı tüccarlara da büyük kolaylıklar gösterdiler. Yollarda herhangi bir şekilde zarar gören, soyguna uğrayan ve malları denizde batan tüccarların zararlarını devlet hazinesinden tazmin ederek, bir nevi devlet sigortası kurduları. Antalya ve Alanya'dan (Alaiyye) başlayıp Isparta, Konya, Aksaray, Kayseri, Sivas, Erzincan ve Erzurum gibi büyük merkezlerden geçerek İran ve Türkistan'a ulaşan doğu-batı istikametindeki yol üzerinde; Konya-Akşehir istikametinden İstanbul'a ve Batı Anadolu vadilerine ulaşan yol üzerinde; Konya, Ankara, Çankırı, Kastamonu, Durağan, Sinop istikametindeki ve Sivas, Tokat, Amasya, Merzifon, Samsun hattıyla Sinop'a ulaşan güney-kuzey ve Elbistan, Malatya, Diyarbakır üzerinden Irak'a giden yollar üzerinde pek çok kervansaray yaptırdılar. Selçuklular zamanında Anadolu'da kurulan yol güzergahları, Osmanlılar zamanında değişti. Bunun sonucu olarak bazı yerler ticari merkez olma durumunu kaybettiler. Zaten Ümit Burnu yolunun bulunması ile Hindistan'a ulaşan ticaret yolunun ağırlık merkezi de Atlas Okyanusuna kaymıştı. Anadolu'da ticaretin önemini kaybetmesi üzerine, Selçuklular zamanındaki kervan yolları da ıssızlaştı. Mesela Osmanlı Devletine başşehir olan İstanbul'u, Suriye ve Irak'a bağlayan yol, Konya-Adana istikametini takib ettiği için, Antalya'dan Sivas'a veya Elbistan'dan Kayseri ve Sivas'a giden yollar, bu şehirleri birbirine bağlayan tali yol durumuna düştü. Bu yollar üzerinde bulunan kervansaraylar da ister istemez eski önemini kaybetti. Fakat yeni yol güzergahlarının ortaya çıkması üzerine Osmanlılar da, kervansaray yapımına devam ettiler. İstanbul'u, Suriye üzerinden Mekke ve Medine'ye bağlayan yol üzerinde hac farizasını ifa etmek için giden hacıların her türlü ihtiyaçlarını karşılamak üzere kervansaraylar kurdular. Zengin ticari malları taşıyan kervanlar için hudut civarında düşman çapulcularından, içeride göçebe ve eşkıya baskınlarından koruyacak emniyetli konak yerleri sağlamak ve yolcuların kondukları ve geceledikleri yerlerde her türlü ihtiyaçlarını temin etmek maksadıyla kurulan kervansaraylarda; yatakhane ve aşhaneler, erzak ambarları, ticari eşya depoları, yolcuların hayvanları için ahırlar, samanlıklar, yolcuların namaz kılmaları için mescidler, kütüphaneler, misafirlerin yıkanması için hamamlar, abdest almaları için şadırvanlar, tedavileri için hastahane ve eczahaneler, ayakkabılarının tamiri ve fakir yolculara yenisinin yapılması için ayakkabıcılar, hayvanları nallamak için nalbantlar, bu teşkilat ve tesisleri idare edecek, gelir ve gider hesaplarını yapacak divan (büro) ve memurları vardı. Umumiyetle Selçuklu sultanları ve devlet adamları tarafından yaptırılan bu muazzam kervansarayların hepsi vakıftı. Maddi büyüklükleri ve teşkilatları nisbetinde zengin gelir kaynaklarına da sahiptiler. Bu suretle kervansaraylara inen ve konaklayan tüccar ve her türlü yolcu, zengin fakir; Müslüman gayri müslim kim olursa olsun, orada her türlü ihtiyacını ücretsiz olarak görebilirdi. Kervansaraylarda hasta yolcular, sıhhat buluncaya kadar tedavi edilir, hayvanlarının tedavisi de baytar (veteriner) tarafından yapılır ve tedavi masrafları vakıf tarafından karşılanırdı. Fakir hastalar, öldüğü takdirde kefen masrafları da vakıf gelirlerinden ödenirdi. Büyük ve muhkem binalar olan kervansaraylarda akşam olunca kapılar sıkıca kapatılır, vazifeliler tarafından kandiller yakılırdı. Kapı kapandıktan sonra hiç kimse dışarıya çıkarılmaz, fakat dışarıdan gelenler içeriye alınırdı. Şafak atınca davullar çalınır, herkes uyandıktan sonra hancılar; Ey ümmet-i Muhammed! Malınız, canınız, elbiseleriniz ve atınız tamam mı? diye sorarlar, herkes; Tamamdır. Allahü teala hayır sahibine rahmet eylesin. diyerek kervansarayı vakf edene dua ederlerdi. Herkes gerekli yol hazırlıklarını yaptıktan sonra kapılar açılır, misafirlere; ****** gitmeyin, herkesi arkadaş etmeyin, yürüyün, Allah asan (kolay) getire. diye dua ve nasihatte bulunduktan sonra kervanlar uğurlanırdı. Sulh zamanında ticari maksatlar için kullanılan kervansaraylar, harb zamanında o belde ahalisinin düşman hücumundan korunmak için sığındığı veya sefer esnasında ordunun konakladığı müstahkem yer olarak da kullanılırdı. Bilhassa hudut boylarına yakın kervansaraylar, hudut kalesi vazifesini görürdü. Aksaray yakınındaki Sultan Hanı, 20.000 askerle kuşatan bir Moğol komutanına iki ay dayanacak ve alınamayacak ölçüde muhkem idi. Sultan Hanı Herbiri bir harika olan yüzlerce Selçuk kervansarayindan biri de konya Sultan Hanıdir. Konya Aksaray arasında olan bu hanı, 1229 yılında, Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat I yaptırmıştır. Bir yangın geçiren bu han, Giyasettin Keyhüsrev zamanında (1278'de) onarıldı ve genişletildi. Bu han, birbirine bitişik uzunlamasına iki bloktan oluşuyor. Öndeki blokun doğu tarafındaki duvarında, ince süşlerle bezeli mermer bir kapıdan büyük dehlize, oradan da hanın avlusuna geçılır. Avlunun sağ tarafında revaklı bölmeler, ortasında bir mescit, solunda da youcuların kaldığı odalar vardır. Daha dar olan arka taraftaki ikinci blok hayvanlara ve eşyaya ayrılmıştır. Yolcu odalarından ve hayvanlara ait ahırlardan başka handa, fırın, hamam ve erzek depoları da vardır. Hanın oturtulduğu alan, toplam olarak 4866 metrekareyi bulur. Büyük blok 'yazlık', küçük blok 'kislik' olarak ga adlandırılır. Hanın dıştan boyu 116,90 metredir. Yazlık kısmimin eni 49.35 mç, boyu 67.75 m. Dir. Kışlık kısmının boyutları ise 32ç90 m x 55.15 m. Dir. Hanın dogu cephesindeki muhteşem mermer kapısının genisligi 10.70 metredir. Bu kapıda bulunan kitabeye göre hanın mimarı Muhammed bin Havlan- el- Dimaski'dir. Zazadin Hanı Konya'ya 22 kilometre uzaklıkta, Aksaray-Konya karayolundan 5 kilometre içerde Tömek köyü yakınında olan ve Saadeddin Köpek Hanı diye de anılan Zazadin Han, 1235-1236 yıllarında yapılmıştır. Güney cephede, kapalı mekana yakın bir yerde bulunan açık bölüm taç kapısı, beyaz ve açık kahverengi taşlarla yapılmıştır. Güney cephenin inşasında, çok miktarda işlenmiş buluntu taş kullanılmıştır. Taç kapının hacimli kitlesi içinde, duvara oturmuş basamaklarla çıkılan ve zengin bir taş süslemeye sahip olan mescidi yer almaktadır. Horozlu Han 1248 yılında bugünkü Konya-Aksaray asfaltının 8.'sinde kışlık olarak yapılmıştır. Kızılviran Hanı Konya-Beyşehir yolu üzerinde olup, Konya'ya 44 km. uzaklıktadır. Kışlık ve yazlık olmak üzere iki tipte yaptırılmıştır. Obruk Hanı Anadolu Selçuklu döneminde ticaret yolları üzerinde kurulan hanlardan bir örneği de Obruk Hanıdır. Oburk Hanı, Konya'yı Aksaray'a bağlayan yol üzerindedir. İvriz Kaya Anıtı Ereğli’nin 17 km. uzağında, İvriz Köyü (Aydınkent) sınırları içerisinde, İvriz Çayı’nın kaynağının kenarında, kaya üzerine yüksek kabartma olarak Geç Hitit Krallık Çağı’nda (İ.Ö.1180-700) yapılmıştır. Kabartma M.Ö. 800 yıllarında da bu bölgenin, Tuvana ülkesinin en görkemli krallarından Var-pa-la-was tarafından yaptırılmıştır. Bu anıt ilk kez XIX.yüzyılda gezginlerin yazıları ile Hititoloji literatürüne girmiştir. Aramileşmiş Geç Hitit sanatının en önemli yapıtlarından olan anıt 4.20x4.20 m. ölçülerinde olup, aynı zamanda Aramî, Asur ve Fryg etkilerinin görüldüğü Tuvana Krallığı’ndan günümüze gelebilmiş bir eserdir. Anıtta, Fırtına Tanrısı Tarhundas ile bölgenin kralı Varpalavas tasvir edilmiştir. Krala göre daha büyük ölçülerde tasvir edilen Tarhundas, ellerinde başaklar ve üzüm salkımı tutmaktadır. Böylece Tarhundas’ın aynı zamanda bolluk ve bereket tanrısı olduğu da anlaşılmaktadır. Tanrının karşısındaki kral ise daha küçük ve dua eder durumda tasvir edilmiştir. Giysiler de Geç Hitit sanatının özelliklerini yansıtmaktadır. Özellikle tanrı figürü kuvvetli bir insan görünümünde olup, kol ve bacak adaleleri ile dikkati çekmektedir. Prof.Dr.Muhibbe Darga’ya göre; üzerinde dizlerini açıkta bırakan kısa kollu, vücuduna yapışık bir giysi vardır. Fryg madeni kemerine benzeyen kemeri, uçları sivri ayakkabıları, üç sıralı boynuzla bezeli başlığı, saç ve sakallar dönemin karakteristik özellikleridir. Kral Varpalavas, geometrik motifli, eteği püsküllü uzun bir giysi ile ucu saçaklı manto giymiştir. O döneme göre başlığı biraz farklı olup, boncuk dizileri ile süslenmiştir. Kralın küpesi, iri boncuklu kolyesi, bilezikleri de Aramî takılarına benzemektedir. Her iki figürün arasındaki hiyeroglif bir yazıda ; “Ben hakim ve kahraman Tuvana Kralı Varpalavas sarayda bir prens iken bu asmaları diktim, Tarhundas onlara bereket ve bolluk versin” denilmektedir. Kral Varpalavas, yöredeki Hitit ve Luwi kökenli halk için bu anıtı yaptırırken tanrı ve kral ilişkilerini simgesel olarak gözler önüne sermiştir. İvriz Anıtı’ndan yaklaşık bir saatlik mesafede bulunan Ambar Deresi Vadisinde 4.40x2.20 m. ölçüsünde buna benzer şekilde işlenmiş bir başka kaya kabartması daha bulunmaktadır. Burada da büyük boyda Tanrı Tarhundas ile karşısında dua eder konumda Kral Varpalavas görülmektedir.
  22. muki şurada cevap verdi: muki başlık Konya
    Sonuç Selçuklulara ve Karamanoğulları beyliğine başkentlik yapan Konya şehri, Anadolu’nun kalabalık nüfuslu şehirlerindendi. Konya şehrinde yoğun bir halk kitlesi yaşamaktaydı. Selçuklular dönemi Türk ve İslam dünyasının ilim, fen, sanat adamları, bu şehirde idi. Osmanlıların eline geçen Konya’da, bilgili ve meslek sahibi insanlar İstanbul’a gönderilmiştir. Konya şehri, Fatih Sultan Mehmet’in yaptığı seferle Osmanlı Devletinin bir şehri olmuştur. Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman dönemlerinde Konya gelişimini sürdürmüştür. 1547 yılından sonra da Konya şehri, Osmanlı Devleti’nin İç Anadolu’daki şehri olarak gelişimini devam ettirdi. Tarihsel çekirdeği olan Alaaddin Tepesinden etrafa sur dışına yayılan şehir, ilim ve sanat şehri oldu. Fakat Osmanlının gerileme döneminde, pasif bir şehre dönüştü. Bizans döneminde, Alaaddin tepesi içinde bulunan Konya şehri, Selçuklular dönemiyle birlikte şehir tepe çevresine yapılmıştır. 1077 yılında Selçuklu Devletinin başkenti olmasını takiben de, Alaaddin Tepesi dışına taşmıştır. Bu bölgede Konya şehrini önemli yapan temel sebep ovaya hakim olan tepe üzerinde kurulmasıdır. Önceleri şehrin nüvesinin bulunduğu Alaaddin tepesinin etrafı, daha sonraları da kentin etrafı surlarla çevrilmiştir. 1327’de sonra Karamanoğulları tarafından ele geçirilen şehir, batı yönünde kale dışına taşmıştır. Osmanlı Devleti’ne katıldıktan sonra, önceleri doğu (6 veya 18 yy) daha sonraları da, güney ve güneydoğu yönünde genişlemiştir. Konya şehri, istila ve savaşlar sırasında nüfusu azalıp, harap olmuşsa da, daha sonra onarılarak, yeniden canlandırılmıştır. Kurtuluş Savaşı esnasında, çok zor günler geçiren Konya şehri, bu dönemde de önemini korumuştur. Konya şehrinin dönemlerde olduğu gibi, Cumhuriyet döneminde de İç Anadolu’nun merkezi bir şehri ve büyük şehirlerinden biri durumuna gelmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin yapmış olduğu karayolları çalışmalarıyla da, Konya tarihi gelişimin sürdürmektedir. Türkiye’de özellikle 1950’li yıllardan sonra makinalı tarıma geçildiğinden, gelişmelerle birlikte, Konya’da makineli ve sulamalı tarım gelişti. Bunlara bağlı olarak, Konya’da tarıma dayalı fabrikalar ve organize sanayiler de kuruldu. Şehir bölge ticaret merkezi olarak, günümüzde de tarım, ticaret, sanayi fonksiyonlarında gelişmeler kaydetmektedir. Konya şehrinde üniversitenin de kurulması, kültürel fonksiyonunu geliştirmiştir. Üniversitenin aşamalı olarak gelişmesi, kültürle birlikte, ticaret ve turizme de katkıda bulunmuştur. Farklı şehirlerden öğrencilerin gelmesi, şehre canlılık vermiştir. Üniversite 1962’de Milli Eğitime bağlı fakülteler olarak kurulmuştur. Konya şehrinde 1975’de fakülteler birleştirilerek, Selçuk Üniversitesinin kuruluşu gerçekleşti. Üniversite 1975 yılı itibariyle, şehrin gelişmesine katkıda bulunmaya başladı. Bu tarım, sanayi, ticaret ve kültürel faaliyetler şehrin fiziksel ve nüfusça gelişmesine neden oldu. Cumhuriyet devrinde gelişmeyi sürdürürken, 1941 sonrası doğuya doğru yol boyunca genişlemiştir. Şehir geliştiği için, günümüzde Selçuklu, Meram ve Karatay merkez ilçelerinden oluşmaktadır. Konya şehri 2000’li yıllara gelindiği şu günlerde, Türkiye’nin gelişimini tamamlamış şehirleri arasında yerini almıştır. Kastamonu Eğitim Dergisinden alıntıdır. Tarihi eserler Konya Kalesi Varlığı bilinen, fakat yeri bir türlü tesbit edilemeyen târihî Konya kalesine âit Hastahâne caddesinde bir şahsa âit arsada kazı yapılırken 5 m derinlikte 50x70 cm ebadında düz satıhlı halde duvar taşları bulunmuştur. Konya surlarını yeniden inşâ edercesine Sultan Alâeddîn Keykubad yaptırmıştır. Aynı sultan, Konya iç kalesi ile iç kale sarayını da yaptırmıştır. Bugün hiçbiri yoktur. Alâeddîn Câmi 1156 senesinde Anadolu Selçuklu Sultanı Birinci Rükneddîn Mes’ûd zamânında temeli atılıp inşâsına başlanmış, zaman zaman duraklamalar geçirmesinden dolayı Birinci Alâeddîn Keykubat zamânında tamamlanabilmişti. 1221’de ibâdete açılan câmi Konya’nın en büyük ve en eski câmisidir. Konya şehrinin Alâeddîn Tepesi diye anılan yüksek bir noktasına kurulan câmi, Selçuklu mîmârîsinin en güzel örneklerindendir. Minberi, abanoz ağacından olup, Anadolu Selçuklu ahşap işlemeciliğinin en güzel örnekleridir. Sâhip Ata Külliyesi Selçuklu vezirlerinden Sâhip Ata Fahreddîn Ali tarafından 1258-1283 yılları arasında yaptırılmıştır. Külliye, mescid, türbe, hanekah ve hamamdan meydana gelmektedir. Çeşitli zamanlarda tâmir gören mescid ilk orijinalliğini yitirmiştir. Türbede Sâhip Ata ve çocukları medfundur. Sadreddîn Konevî Câmii ve Türbesi Şeyh Sadreddîn Mahallesindedir. Kıble tarafındaki kapısının üzerinde Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine âit kitâbeler olup, Selçuklu kitâbesinden 1274 yılında yapıldığı anlaşılmaktadır. 1899’da tâmir gören Câminin mihrabı Selçuklu çini süslemeciliğinin güzel örneklerindendir. Câminin doğu avlusundaki türbenin üzerinde köşeli tambura kâide üzerinde kafesli ahşap külah, 1990 yılında Konya Vâliliğince yeniden tâmir edildi. Mevlânâ Türbesi ve Mevlevi Dergahı Külliyesi Türbede dünyâya nur ve feyiz saçan büyük evliyâ, İslâm âlim ve mütefekkiri, hak âşığı, Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî hazretleri medfundur. Selîmiye Câmiinin doğusunda, Üçler Mezarlığının kuzeyindedir. Külliyenin batısı derviş hücreleri, öbür tarafları duvarlarla çevrilidir. Külliye; Yeşil Türbe, gümüş kapı, mescid, semâhâne, derviş hücreleri, matbah, Hurrum PaşaTürbesi, Hasan PaşaTürbesi, Sinan Paşa Türbesi, Murad Paşa Kızı Türbesi, Mehmed Bey Türbesinden meydana gelmiştir. Yeşil Türbe Mevlânâ’nın vefâtından beş sene sonra 1278’de Mîmar Bedreddîn Tebrizî’ye yaptırılmıştır. Mevlânâ hazretlerinin yanında mübârek babası Sultân-ül-Ulemâ Behâeddîn Veled, oğlu Sultan Veled, kâtibi ve vefâtından sonra halîfesi olanHüsâmeddîn Çelebi, talebesi Salâhaddin Zerkubî, torunları ve yakınları yatmaktadır. Türbenin üzerinde kubbe-i Hadra (Yeşil Kubbe) denilen külah biçiminde on altı dilimli güzel bir kubbe vardır. Selîmiye Câmii Mevlânâ türbesinin yanındadır. 1565’te Mîmar Sinan’ın yaptığı tahmin edilmektedir. Çift minârelidir. Ak mermerden minberi taş işçiliğinin orijinal örneklerindendir. Yirminci asrın başlarında üslubuna uygun olarak tâmir edilmiştir. Sırçalı Medrese Gazli Alemşah MahallesindeSultan İkinci Alâeddîn Keykubat’ın Lalası Bedreddîn Müslih tarafından 1242’de yaptırılmıştır. Anadolu’daki çinili medreselerin ilk ve en güzel örneklerinden olan Medrese açık avluludur. Karatay Medresesi Alâeddîn tepesinin kuzeyinde Emir Celâleddîn tarafından 1251’de yaptırılmıştır. Selçuklu devri kapalı medreselerindendir. Doğusunda beyaz ve gök mermerden büyük bir taş kapısı vardır. Medrese günümüzde çini eserler müzesi olarak kullanılmaktadır. İnce Minâreli Medrese Alâeddîn Tepesinin batı eteğinde Selçuklu vezirlerinden Sâhip Ata Fahreddîn Ali tarafından 1260’da yaptırılmıştır. Selçuklu devri kapalı medreseler tipindedir. Portal üzerine işlenmiş âyet ve motifler Selçuklu taş işlemeciliğinin şâheserlerindendir. Medresenin câmi kısmı, yıkılmış sâdece iki şerefeli ince uzun minâresi kalmıştı. 1901’de meydana gelen debremde de ikinci şerefe yıkılmıştır. Günümüzde taş ve ahşap eserler müzesi olarak kullanılmaktadır. Ören yerleri Çatalhöyük Çatalhöyük Tarihte bilinen ilk kentlerden biri, burada kuruldu. Yaklaşık 9 000 yıl önce, insan ilk kez burada yerleşik düzene geçmeye karar verdi. 10 000 kişilik bir nüfusla, elli futbol sahası genişliğinde bir kent kurdu. Hayvanlarıyla birlikte, kendini de evcilleştirdi. O zamanlar Konya Ovası bugünden farklıydı. Cilalı Taş Devri'nde yerleşim, Toroslar'dan başlayıp Konya Ovası'na kadar uzanan Çar­şamba Nehri'nin kenarındaydı. Yerleşim ve nehrin etrafındaki bataklık alanlar sık sık sular altında kalırdı. Çatalhöyük'te (her gün 08.00-17.00 saatleri arasında açık, 0332 452 56 21) evler, arı kovanı gibi birbirine yapışık inşa edilmişti, kentin cadde ve sokakları yoktu. Evlere gi­riş çatılardandı. Ölüler, evlerin içlerinde ta­banların altlarına gömülürlerdi. Bu şekilde atalarına her an yakın olabiliyorlardı. Yapılan kazılarda, evlerin birinde gömülü 70 ki­şi çıkarıldı. Evler yıkıldıkça, eski evlerin üze­rine yenilerini inşa ettiler ve kent bir höyük şeklinde yükselmeye devam etti. Bugün saptanan tam 16 yapı katmanı var ve höyü­ğün yüksekliği 21 metre. Çatalhöyük evle­rinin dikkat çeken bir özelliği de, duvarlar­daki kabartmalar ve resimler. Bu evlerin di­ğerlerinden farklı olarak hem tapınak olabi­leceğine hem de sanattan farklı bir amaç taşıdığına inanılıyor. VII. katmandan çıkarılan, Konya Ovası'ndaki volkanik Hasan Dağı'nın patlamasını anlatan ve MÖ 6200 yı­lına tarihlendirilen duvar resmi, "Guinness Rekorlar Kitabı"na, "Tarihteki ilk manzara resmi" olarak geçti. Kazıların ardından, Ne­olitik Çağ'a ait Çatalhöyük evleri ile Karaman'a 48 km mesafedeki günümüz Taşkale evleri arasında çarpıcı benzerlikler ortaya çıkarıldı. Sığırı bile ev­cilleştirmeyi başardılar. Araştırmalara göre, ana tanrıça fikri de ilk kez Çatalhöyük'te doğdu. Onlar, doğa ile kadını özdeşleştirdiler ve bereketin sembo­lü, iri kalçalı ve göğüslü bir ana tanrıça hey­keli yarattılar. Pişmiş topraktan yapılan bu heykelcikler, Çatalhöyük'te ilk zamanlardan beri çanak çömlek yapılabildiğini de gösteriyor. Ayrıca toprak altından çıkarılan çeşitli kil mühürler de, toplumda mülkiyet duygusunun olduğunun bir göstergesi. Mezopotamya ve Mısır medeniyetlerinden daha eski olan Çatalhöyük, gerçek anlam­da insanlık tarihine ışık tuttuğundan son derece önemli.
  23. muki şurada bir başlık gönderdi: Konya
    Konya, Türkiye'nin yüzölçümü bakımından en büyük ili ve en kalabalık altıncı şehridir. 31 ilçeden oluşur. Konya il nüfusu 2020 yılında 2.277.017'ydi, trafik plaka numarası 42'dir. 1875'te kurulan Konya Belediyesi, 1987'de çıkarılan 3399 sayılı yasa gereğince "büyükşehir" statüsüne kavuşmuş olup 1989'dan beri belediye hizmetleri bu statüye göre yürütülmektedir. 2014'te 6360 sayılı kanun ile büyükşehir belediyesinin sınırları il mülki sınırları oldu. Ekonomik açıdan Türkiye'nin gelişmiş kentlerinden biri olan Konya doğal ve tarihsel zenginlikleriyle de önem taşır. Dünyanın en eski yerleşimlerinden biri olan Çatalhöyük, 2012 yılında UNESCO Dünya Miras Listesi'ne alınmıştır. Şehir Anadolu Selçukluları’nın ve Karamanoğulları’nın başkentliğini yapmıştır. Türkiye'nin en önemli sanayi kentlerinden birisidir. Anadolu Kaplanları'ndandır. Şehrin futbol takımı Konyaspor'dur. Yöresel yemekleri etliekmek, bamya çorbası, Mevlana böreği, yağ somunu, tirit, Konya pilavı, sac arası ve fırın kebabı'dır. Konya’nın simgeleri Mevlana Müzesi (Kubbe-i Hadrâ), çift başlı kartal'dır. İle adını veren Konya şehrinin isminin Kutsal Tasvir anlamındaki "İkon" sözcüğüne bağlı olduğu iddia edilir. Mitolojide bu konuda değişik rivayetler bulunmaktadır. Bu hikâyelerden birinde anlatıldığı üzere, kente dadanan ejderhayı öldüren kişiye şükran ifadesi olarak bir anıt yapılır ve üzerine de olayı anlatan bir resim çizilir. Bu anıta verilen isim, İkonion dur. İkonion adı, zamanla İcconium'a dönüşür. Konya ismi diğer bir efsaneye göre şöyle ortaya çıkmıştır; doğudan gelen iki veli, rüzgâr hızıyla uçar gibi Anadolu içlerinde ilerlemektedir. Uzun zamandan beri epeyce yol katetmişlerdir. Yemyeşil ovaları, şırıl şırıl pınarları, berrak akan ırmakları bulunan bir yere gelince istirahat etmek isterler. Biri diğerine "Konalım mı?" (''Konaklayalım mı'' anlamında) diye sorar. Diğer vel-i zat bu teklifi beklemektedir sanki; "Ne duruyorsun kon, ya!" der. Böylece burada kurulan yeni il "Konya" adıyla tanınır, "Konya" adıyla bilinir. Roma döneminde İmparator adlarıyla değişen, Claudiconium, Colonia Selie, Augusta İconium gibi yeni adlar alır. Bizans kaynaklarında Tokonion olarak geçen şehre ve bölgeye verilen diğer isimler şöyledir: Ycconium, Conium, Stancona, Conia, Cogne, Cogna, Konien, Konia... Araplar kentin ismini Kuniya olarak değiştirmişlerdir, Selçuklu ve Osmanlı döneminde bu ad Konya'ya dönüşmüştür. Günümüzde de kent hala Konya adını taşımaktadır. Tarih öncesi dönemi Konya, Türkiye'deki en eski yerleşim birimlerinden biridir. Konya'da yerleşimin Prehistorik (Tarih öncesi) çağdan başladığı görülmektedir. Konya'nın merkezinde yer alan ve aynı zamanda bir höyük olan, Anadolu Selçuklu sultanı II. Alaeddin Keykubad'a nispetle Alâeddin Tepesi adı verilen suni tepe ve çevresinde yapılan araştırmalar sonucu, prehistorik çağ içinde gerek Neolitik (Cilalı Taş Devri) ve Kalkolitik ve gerekse Erken Bronz Çağ'larına ait kültürel bulgulara rastlanmıştır. Yine prehistorik çağa ait höyüklerden, merkeze 15 km mesafede yer alan ve Konya'nın bugünkü merkez Harmancık mahallesinde yer alan Karahöyük ve Konya Ovası üzerinde, bulunmuş en eski ve en gelişmiş Neolitik devir yerleşim merkezi olan Çatalhöyük bulunmaktadır. Roma dönemi Anadolu ve Suriye topraklarında büyük bir imparatorluk kuran Hititler Konya'ya da hakim olmuşlardır. Hititler'den sonra Friglerin egemenliğine giren Konya (Kavania) daha sonra Lidyalılar, Persler ve Büyük İskender'in istilalarına uğramıştır. Sonraları Anadolu'da Roma hakimiyeti sağlanınca Konya İconium olarak varlığını korumuştur. Önemini Roma ve Bizans dönemleri boyunca korumuş olan şehir, Hıristiyanlığın ilk yıllarında dini bir merkez hüviyeti de kazanmıştır. Aziz Paul Anadoludaki dinî seyahatleri sırasında Konya'ya da uğramıştır. Selçuklu dönemi İslamiyetin doğuşuyla beraber Doğu Roma İmparatorluğu aleyhine büyüyen İslam Devleti, İstanbul'u hedef alan harekâtları sırasında Konya üzerine de akınlar düzenlemişlerdir. Anadolu'da ve Konya çevresinde ilk İslami oluşumlar bu devirde ortaya çıkmıştır. 1071 senesinde Malazgirt Ovası'nda yapılan Malazgirt Savaşı'ndan önce Anadolu üzerine keşif harekâtları düzenleyen Türkler ve Anadolu'yu tanıyan Büyük Selçuklular, bu savaş sonucu Anadolu'nun büyük bir kısmı ile beraber Konya'yı da, ele geçirmişler ve bölgedeki uzun Bizans hakimiyetine son vermişlerdir. Süleyman Şah 1076 yılında Konya'yı Anadolu Selçukluları'nın başkenti yapmış, bilahare başkent 1080 yılında İznik'e nakledilmiştir. İlk haçlı seferi sırasında İznik şehri tekrar Bizans'ın eline geçmiş, sultan I. Kılıçarslan da 1097 tarihinde başşehri tekrar Konya'ya taşımıştır. Bu tarihten 1277 yılına kadar Konya aralıksız Anadolu Selçuklu Devleti'nin başkenti olmuştur. I. Alaeddin Keykubad (1220-1237) devrinde şehrin etrafına muhkem bir sur inşa edilmiştir ve Konya Anadolu'nun en büyük şehri olmuştur. Selçuklular devrinde şehirde cuma namazı kılınan yedi büyük cami vardı. Toplam şehir nüfusu 45.000-50.000 arasında tahmin ediliyor. Tarihi Katalan Atlası'na göre Karamanoğulları Beyliği'nin bayrağı. Karamanoğulları dönemi Karamanoğullarının kökeni Azerbaycan'dan Sivas'a göç eden Hoca Saadettin'in oğlu Nur-i Sufi'ye dayanmaktadır. Buradan Torosların eteğinde olan Larende kasabasına gelip yerleşmişlerdir. Karamanoğulları Oğuzların Avşar boyundandırlar. Nur-i Sufi'nin oğlu Kerimeddin Karaman Bey 13. yüzyılda buradan başlamak üzere Kilikya bölgesinin büyük bir kısmında güç sahibi olmuş, bunun üzerine Anadolu Selçuklu Devleti sultanı I. Alaeddin Keykubad tarafından bölgenin beyi olarak atanmıştır. Karamanoğlu Mehmet Bey Konya'yı 1277 yılında beyliğine katmıştır. Selçuklu yıkılışından sonra Konya şehri Karamanoğulları topraklarına katılmış ve beyliğinin başkenti olmuştur. Tam 16 kez Osmanoğulları ve Karamanoğulları arasında el değiştirmiştir. Osmanlı dönemi Şehir 1467 senesinde kalıcı Osmanlı egemenliğine geçmiştir. Sultan II. Mehmed Konya'yı zaptederek Karamanoğlu hakimiyetine son vermiştir. Osmanlı devrinde Konya önce Karaman Eyaletinin sonra da Konya Vilayetinin merkezi olmuştur. Osmanlı Rus Savaşı ve Balkan Harbi sonunda zorunlu göçe zorlanmış yüz binlerce müslüman[5] Arnavut, Çerkes, Boşnak kökenli Balkan ve Kafkas muhaciri tarıma elverişli olması sebebiyle Konya ve ilçelerine iskan edilmişlerdir. Kurtuluş Savaşı dönemi Millî mücadelenin başlamasıyla Konya bu kutsal mücadelenin içinde yer almış, ancak istenmeyen ve Konya halkınca pek tasvip görmeyen bazı olayların gelişmesi, bir takım yanlış anlamalara, gerçekle pek ilgisi olmayan yorumlara yol açmıştır. Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, Vali’nin Artin Cemal’in yanı sıra Konya’daki Amerikalı Miss Kouchman, İngiliz Rahip Rew Frew, Dr. İpokrat, Kirkor Şişmanyan, Rodoslu Nikola Samarcidis ve Kıbrıslı Kemal Subhuezel gibi ajanların, azınlık temsilcilerinin tabi Damat Ferit ve Zeynel Abidin’in her türlü engelleme, çabalarına rağmen kurulmuştur. Tabii Konya Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin Kadınlar Şubesinin kurulması da önemlidir. Konya Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Başkanı Sivaslı Ali Kemal’in çalışmaları, çabaları Mustafa Kemal Paşa tarafından takdir edilmiştir. Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin bu çalışmalar içinde önemsediği işgale ve işgalcilerin uygulamalarına karşı düzenlenen protesto mitingleridir. Bu mitinglerle Konya halkının tepkisi dile getirilmiş, hem de halkın birlik beraberliğinin oluşması sağlanmıştır. Özellikle o günlerde ilk kadın mitingi Konya’da yapılmış, işgale karşı Konyalı kadınların tepkisi bu mitingle ifade edilmiştir. Konya, işgal görmeyen Ankara, Kayseri, Yozgat, Çorum, Çankırı gibi İç Anadolu şehirleriyle birlikte kurtuluş savaşında ordunun ihtiyaçlarının karşılandığı lojistik merkezi olmuştur. Cephede savaşan ordunun ihtiyaçları Konya’da toplanmış ve cepheye buradan gönderilmiştir. Konya, cepheden gelen yaralı ve hastaların tedavi gördüğü merkez olmuştur. Cumhuriyet dönemi Konya, 1987 yılında çıkarılan 3399 sayılı kanun ile büyükşehir unvanı kazandı. Başlangıçta üç ilçe (Karatay, Meram ve Selçuklu) Konya Büyükşehir Belediyesi'nin sınırlarına dahil edildi. 2004 yılında çıkarılan 5216 sayılı kanun ile büyükşehir belediyesinin sınırları valilik binası merkez kabul edilerek yarıçapı 30 kilometre olan dairenin sınırlarına genişletildi. 2012 yılında çıkarılan 6360 sayılı kanun ile 2014 Türkiye yerel seçimlerinin ardından büyükşehir belediyesinin sınırları il mülki sınırları oldu. Coğrafya 39.000 km²'lik yüzölçümü ile Türkiye'nin en geniş ili olan ve Orta Anadolu yaylası üzerinde Ankara, Aksaray, Niğde, Mersin, Karaman, Antalya, Isparta, Afyon ve Eskişehir illeri ile komşu olan Konya, 36° 22' ve 39° 08' kuzey paralelleri ile 31° 14' ve 34° 05' doğu meridyenleri arasında yer alır. Başta büyük ilçeleri Ereğli, Beyşehir, Akşehir'dir. Toplam 31 ilçesi vardır. Konya büyükşehir nüfusu 2011 sonu itibarıyla 1.387.870 olup Türkiye genelinde 7. sıradadır. İl genelinde ise 2.250.020 olan nüfusuyla Konya ili Türkiye'nin en kalabalık 7. ilidir. Göller Tuz Gölü Kapalı havzasının merkezinde Tuz Gölü oluşmuştur. Ankara, Konya, Aksaray sınırlarının kesiştiği yerde olup bir kısmı Konya ili sınırları içinde yer almaktadır. Tuz Gölü Türkiye'nin üçüncü büyük gölüdür. Derinliği 12 m civarındadır. Yaz mevsiminde buharlaşmanın etkisiyle alanı oldukça küçülür. Kuruyan kesimlerde tuz tortulları meydana gelir. Türkiye'nin tuz ihtiyacının bir kısmı buradan temin edilir. Sulama ve su ürünleri için kullanılmaz. Beyşehir Gölü Konya ilinin batısında Konya-Isparta sınırı üzerinde yer almaktadır. Beyşehir Gölü Türkiye'nin ikinci büyük gölüdür. Aynı zamanda ülkenin en büyük tatlı su gölüdür. Tektonik-karstik olaylarla meydana gelmiştir. Aynı zamanda Türkiye'nin en önemli millî parklarından biridir. Millî park alanı içerisinde aynı anda su depoları olup dağ sporları yapmak imkânı da vardır. Su ürünleri açısından ekonomik değeri yüksektir. Gölün iki plajı, 22 adası ve pek çok kayalığı bulunmaktadır. Göl, ornitolojik bakımdan önemli bir kuş üreme, barınma, beslenme ve konaklama merkezidir. Bu yönü ile turizm açısından önem taşımaktadır. Akşehir Gölü Konya ilinin kuzeybatısında Konya-Afyonkarahisar il sınırında yer alır. Suyu tatlıdır. Tektonik olaylarla meydana gelmiştir. Su ürünleri açısından ekonomik değer gösterir. Sulama suyu olarak kullanılmakta olup kamış üretimide yapılmaktadır. Suğla Gölü Konya ilinin güney batısında yer alır. Oluşumu tektoniktir. Yağışlı yıllarda alanı iyice genişlemekte kurak yıllarda ise göl kurumakta ve alüvyonlı göl tabanı ortaya çıkarak iyi bir tarım alanı oluşturmaktadır. Suyu tatlıdır. Su ürünler ve sulama açısından önemi büyüktür.Ancak Şu an itibarıyla ekili alan olarak kullanılmaktadır.Göl tamamen ikiye bölünmüştür, yarısı ekili alan yarısı göldür. Ilgın (Çavuşçu) Gölü Çavuşçu Gölü Konya ilinin kuzey batısında yer alır. Oluşumu tektoniktir. Suları tatlıdır. Su ürünleri açısından önemlidir. Ayrıca bir ayağı ile Atlantı ovaları sulanmaktadır. Ereğli Akgöl Ereğli ilçesinin batısındadır. Eski göl tabanıdır. Çok sığ bir özelliğe sahiptir. Suları tatlıdır. Ivriz deresinde gelen sularla beslenir. Yunak Akgöl Yunak ilçesi yakınlarında küçük bir göldür. Suyu tatlıdır. Çoğu yeri bataklık halindedir. Göl Gökpınar deresi ile Sakarya nehrine boşalmaktadır. Diğer göller Düden Gölü Acıgöl Bolluk Gölü Meke Krater Gölü Sarıot Gölü İklim Konya'da karasal iklim hüküm sürer. Yazları kuru ve sıcak, kışları soğuk ve kar yağışlıdır. Gece ile gündüz arası sıcaklık farkı yazın 16-22 derece arasındadır. Baharları ve kışları nemden dolayı bu fark 9-12 °C'ye kadar düşer. Kar ortalama 3 ay yerde kalır. Çevresindeki sıcak - soğuk hava merkezlerinden çok etkilenir. İç Anadolu'nun en güney bölgesinde yer almasına rağmen diğer İç Anadolu Bölgesi şehirlerinden daha soğuk olur. Bunun nedeni orta Torosların deniz etkisini tamamen önlemesidir. Konya, 1. jeolojik zamanda Anadolu'daki Tetis denizinin yükselerek yok olması nedeniyle tam bir deniz tabanı ovasına dönüşmüştür. Düzlüğün asıl nedeni budur. İlkbaharda konveksiyonel yağışlar (kırkikindi) sıklıkla görülür. En yağışlı aylar nisan ve mayıstır. Konya ikliminin diğer bir özelliği ise yazların çok geç başlaması, kışların da çok geç bitmesidir. Step ikliminin özelliği olan yaz kuraklığı Türkiye'deki en kaliteli buğdayların yetişmesine neden olmuştur. Baharda nem ve yağmurla yeşeren otlar yazın yerini kuruluk ve sıcaktan dolayı sarıya bırakır. Türkiye'de sis yoğunluğu ve sisli gün sayısı en fazla olan il Konya'dır. Nedeni ise Konya ovasının bir çanak şeklinde bulunmasıdır. Uzun zamanlarda ölçülen en düşük sıcaklık -29 °C, en yüksek sıcaklık ise 41 °C'dir. En çok kar yağan ay şubat, en soğuk ay ocaktır. En sıcak aylar temmuz ve ağustosdur. Diğer bir özellik ise yaz akşamları çevresinde bulunan dağlardaki yüksek basınç alanlarından, ovada bulunan alçak basın alanlarına esen rüzgârdır. Günlük sıcaklık farkının en belirgin özelliği de budur. Ocak ayı sıcaklık ortalaması -0.5 °C, temmuz ayı sıcaklık ortalaması ise 23 °C'dir. Türkiye'nin en az yağış alan ili Konya'dır. Nüfus Güncel Nüfus Değerleri (TÜİK 4 Şubat 2022 verileri) Konya il nüfusu: 2.277.017 (2021 sonu). İlin yüzölçümü 40.841 km2'dir. İlde km2'ye 56 kişi düşmektedir. (Yoğunluğun en fazla olduğu ilçe: 353 kişi ile Selçuklu’dur) İlde yıllık nüfus artış oranı %1,20 olmuştur. Nüfus artış oranı en yüksek ve en düşük ilçeler: Karatay (% 3,06)- Emirgazi (-% 6,89) 4 Şubat 2022 TÜİK verilerine göre 31 İlçe ve belediye, bu belediyelerde toplam 1154 mahalle bulunmaktadır. Ekonomi Konya sanayisi günümüzde birçok sektörde üretim yaparak tarihsel olarak kullanılan tahıl ambarı kimliğinin yanına sanayi şehri kimliğini de eklemiştir. Konya’nın bir özelliği de; sanayisinin belli tür ürünlere dayalı olmayıp oldukça geniş bir sektörel alanda üretim yapmasıdır. Diğer bir ifade ile makine sanayisinden kimyaya, tekstilden otomotiv yedek parçaya, elektrik-elektronikten gıdaya, ambalajdan kâğıt sanayine kadar oldukça değişik üretim alanlarında faaliyet göstermektedir. Konya, 130 ülkeye ihracat yapmaktadır.[28] 2013 rakamlarına göre Konya 1.3 Milyar $ ihracat yaparak Türkiye İhracatçılar Meclisi'ne girmiştir. Ticaret Konya'nın Türkiye'nin ticari faaliyetleri için etkisi büyüktür. Konya iç bölgelerdeki iller içerisinde önemli bir hinterlant özelliğine sahiptir. Tarımsal üretim, sanayi faaliyetlerinin gelişmesi, nüfus potansiyeli ticaret faaliyetleri için burayı önemli bir pazar haline getirmiştir. Türkiye'nin orta noktasında sayıldığından Türkiye'nin bütün illeri ile kolayca ticaret yapabilmektedir. Ayrıca Türkiye ekonomisine de büyük katkıda bulunur. Kültür Ağız Türkçenin Konya ilinde kullanılan ağzının Batı Anadolu ağızları içindeki konumu Prof. Dr. Leyla Karahan'ın Anadolu Ağızlarının Sınıflandırılması (Türk Dil Kurumu yayınları: 630, Ankara 1996) adlı çalışmasına göre, Ereğli hariç diğer ilçeler Mersin iliyle aynı grupta yer alır: Anadolu ağızları batı grubu Müzeler Şehirde çeşitli müzeler de bulunmaktadır. Mevlana Müzesi Konya Arkeoloji Müzesi Konya Atatürk Evi Müzesi Karatay Medresesi (Çini Eserler Müzesi) Sırçalı Medrese (Mezar Anıtları Müzesi) İnce Minare (Taş-Ahşap Eserleri Müzesi) Konya Etnografya Müzesi Konya İzzet Koyunoğlu Şehir Müzesi Konya Sahibiata Müzesi Tiyatro Konya Devlet Tiyatrosu, 1997 aralık ayından bu yana, başta Konya olmak üzere, çevre il ve ilçelere çalışmalarını kesintisiz olarak sürdüren bölge tiyatrosudur. Devlet Tiyatrosu olarak hizmet veren bina; anıt alanında, 1946 yılında Halkevi olarak yapılmış, Halkevleri kapatıldıktan sonra ise, sinema salonu olarak faaliyet göstermiş, daha sonra da İl Halk Kütüphanesi olarak kullanılmış bir mekandır. 1981 yılında Atatürk’ün doğumunun 100. yıl dönümünü Kutlama Koordinasyon Kurulu Başkanlığı ve Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü katkılarıyla gerekli onarım ve tefrişi yapılarak Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğüne tahsisi sağlanmıştır. 1997 yılında Yerleşik Bölge Tiyatrosu olarak Hizmet vermeye başlayan Tiyatro Binamız 257 salon, 36’sı balkon olmak üzere toplam 293 koltuktan oluşmaktadır. Konya Devlet Tiyatrosunun ilk açılış oyunu 19.12.1997 yılında Refik Erduran’ın yazdığı ve Tansu Aytar’ın yönettiği “Tamirci” adlı oyundur. Etkinlikler Vuslat Yıldönümü Uluslararası Anma Törenleri (Şeb-i Arûs Törenleri) Şeb-i Arûs lügat manası düğün gecesi demektir. Mevlânâ Celaleddin-i Rumi kendi ölümüne rabbine duyduğu aşktan dolayı sevgiliye kavuşma yani düğün gecesi demiştir. Mevlânâ Celaleddin-i Rumi'nin ölüm yıl dönünlerinde 17 Aralık tarihlerine denk gelen haftalarda yapılan ve "Vuslat Yıldönümü Uluslararası Anma Törenleri" olarak isimlendirilmeye başlanılan törenler, halk arasında Şeb-i Arus Şenlikleri olarak da anılmaktadır. Konya Uluslararası Mistik Müzik Festivali İlk kez 2004 yılında düzenlenen Konya Uluslararası Mistik Müzik Festivali önceleri Aralık ayındaki Vuslat Yıldönümü Anma Törenleri (Şeb-i Arûs) kapsamında yer alırken, 2008 yılından beri Eylül ayında, kapanış gecesi 30 Eylül'e, yani Mevlâna'nın doğum gününe gelecek şekilde düzenlenmektedir. Bu uygulama ile Mevlâna'yı anma ve anlamaya yönelik yeni bir zaman dilimi oluşturulması hedeflenmekte, "Konya Uluslararası Mistik Müzik Festivali"nin dünyanın sayılı festivalleri arasına girmesi için yoğun gayret sarf edilmektedir. Mutfak Bamya çorbası Tirit Düğün Pilavı Etli ekmek Fırın kebabı Sac Arası Yoğurt çorbası Arabaşı Çorbası Turizm 2009 yılında Konya'yı 1 milyon 717 bin 942 yerli ve yabancı turist ziyaret etti. Bu rakamın 1 milyon 338 bin 113'ünü yerli, 353 bin 233'ünü ise yabancı ziyaretçiler oluşturdu. Alâeddin Camii Alâeddin Camii, 1220 yılında Konya'da Anadolu Selçuklu Devleti sultanı I. Alaeddin Keykubad tarafından aynı adı taşıyan tepe üzerinde (Alâeddin Tepesi) inşa ettirilmiş cami. Sekiz Anadolu Selçuklu Sultanı burada gömülüdür. I. Alaeddin Keykubad I. Rükneddin Mesud I. Kılıç Arslan IV. Kılıç Arslan II. Süleyman Şah I. Gıyaseddin Keyhüsrev II. Gıyaseddin Keyhüsrev III. Gıyaseddin Keyhüsrev Kaynak: Wikipedia
  24. muki şurada cevap verdi: muki başlık Adıyaman
    Nemrut Dağı ören yeri Doğu-Batı Medeniyetinin, 2150 m. yükseklikte muhteşem bir piramitteki kesişme noktası, dünyanın sekizinci harikası Nemrut. Yüksekliği on metreyi bulan büyüleyici heykelleriyle, metrelerce uzunluktaki kitabeleriyle, Unesco Dünya Kültür Mirasında yer almaktadır. İki bin yıldır güneşin doğuşunu ve batışını 2150 m. yükseklikte izleyen dev heykellerin sırrının çözülmesi için Kommagene Uygarlığı? nın keşfine gitmek gerekir. Osmanlı İmparatorluğu? nda askeri danışman olarak görev yapan ve tarihi eserlere ilgi duyan Alman subay Helmut Von Moltke, 1838? de bölgedeki araştırmaları sırasında bölgedeki tarihi kalıntılar hakkında bilgi verdiği ?Türkiye? deki Durum ve Olaylar Hakkında Mektuplar? adlı kitabında nedense Nemrut Dağı? ndaki heykellerden söz etmemiştir. Nemrut Dağı? nın zirvesindeki eserlerden ilk söz eden ve bunların Asurlular? dan kalma olduğunu tahmin eden, 1881? de Diyarbakır? da yol yapım işlerinde görevli Alman Mühendis Karl Sester? dir. Sester? in verdiği bilgiler doğrultusunda Kraliyet Akademisi tarafından araştırma yapmak üzere bölgeye gönderilen genç bilim adamı Otto Punchtein başkanlığındaki ekip, Nemrut Dağı? nın tepesindeki tümülüs ve tümülüsün doğu ve batı yanlarında oluşturulmuş teraslar üzerindeki devasa heykeller ve çeşitli kabartmalardan oluşan eserler üzerinde çalışır. Uzun çalışmalar sonunda Grekçe yazılı kitabeyi çözen Punchstein, bu eserlerin Kommagene Uygarlığı? na ait olduğunu ve Kommagene Kralı 1. Antiochos tarafından yaptırıldığını keşfeder. Antiochos? un ağzından yazılan kitabe, Nemrud Dağı? nın sırrını ve Antiochos? un yasalarını içermektedir. Daha sonra Alman Mühendis Karl Humann ve İstanbul Arkeoloji Müzesi? nin kurucusu Osman Hamdi Bey? in de katıldığı Nemrut Dağı çalışmaları 1953? ten 80? li yıllara kadar Amerika? lı Arkeolog Theresa Goell ve Friedrich Karl Dörner ve 1986 yılından itibaren, Dörner? in öğrencisi Sencer Şahin tarafından sürdürülmüştür. Kommagene Uygarlığı? nın ortaya çıkmasını sağlayan kazılar, Nemrut Dağı? ndan başka Arsameia, Samsat ve Fırat Havzası? nda gerçekleştirilmiştir. Bölgede yapılan kazılarda ortaya çıkartılan taşınabilir eserler müzelerde, geri kalanları da Milli Park Alanı içerisinde korumaya alınmıştır. Kommagene Krallığı Yunanca ?Genler Topluluğu? anlamına gelen Kommagene, ismiyle bağdaşırcasına, Grek ve Pers Uygarlıkları? nın inanç, kültür ve geleneklerinin bütünleştiği güçlü bir krallıktır. Toros Dağları? ndaki çeşitli yolların birleştiği noktada bulunan antik Kommagene Krallığı, Suriye? in Kuzeyi, Hatay Pınarbaşı, Kuzey Toroslar ve doğuda Fırat Nehri? nin çevrelediği verimli topraklarda yer almıştır. Tarıma ve hayvancılığa elverişli ve ekonomik önemi yüksek sedir ağacı ormanlarını barındıran Kommagene topraklarının, ilk çağlardan beri yerleşim alanı olarak kullanıldığı civardaki mağara ve arkeolojik buluntulardan anlaşılmaktadır. İ.Ö. 2000 yılının ortalarında Hitit İmparatorluğu? nun egemenliği altına girdiği tahmin edilen Kommagene yöresi?nde Kommagene Krallığı? nın öncesi kabul edilen Kummuh Krallığı? nın olduğu ve Kummuh? un İ.Ö. 711? lerde Asurlular, İ.Ö. 605 ?te de Babilliler tarafından fethedildiği anlaşılmaktadır. İ.Ö. 6. Yüzyılın sonlarına doğru Kommagene toprakları Pers İmparatorluğu? nun eline geçmiştir. İ.Ö. 323? te Kommagene Bölgesinin idaresi Grek-Makedon yöneticilerin eline geçmiştir. Antik dünyanın küçük ancak güçlü ülkesi Kommagene, baba tarafı Pers Kralları? ndan ?Krallar Kralı olarak anılan Darius? a ile, anne tarafı Makedonya Hükümdarı Büyük İskender ile akraba olan bir prensin oğlu Mithridates Kallinikos tarafından, İ.Ö. 109 yılında bağımsız bir krallık olarak kurulmuştur. Farklı topluluklardan meydana gelen ve ayrı inanç ve kültürlere sahip Kommagene? liler arasındaki birliği sağlamak konusunda büyük başarı sağlayan Mithridates Kallinikos, tanrılarla olan bağını kuvvetlendireceği ve böylece ulusunu barış içerisinde yaşatacağı inancıyla ülkesinin çeşitli yerlerinde tapınaklar yaptırmıştır. Nemrut Dağı ve iki Arsameia şehrindeki kült yapılarıyla Kommagene Kralları? nın en ünlüsü olan 1. Antiochos devri (İ.Ö. 69-38) krallığın en müreffeh dönemdir. Kendi mezarını Nemrut Dağı? nın zirvesine, babası Mithridates 1. Kallinikos? un mezarını ise Arsameia? da Eski Kahta Çayının kenarına yaptıran 1. Antiochos, krallığını ekonomik ve kültürel yönden en üst seviyeye çıkartmıştır. 1. Antiochos? tan sonra Kommagene Krallığı? nın parlak dönemleri, halefleri tarafından devam ettirilemez ve İ.S. 29 yılından itibaren Kommagene Kralları Roma tarafından atanır. İ.S. 72? de Romalılar? ın Kommagene? yi istila etmesiyle 200 yıllık krallığın bağımsızlığı tamamen sona erer ve bu tarihten sonra Kommagene toprakları Suriye? nin parçası olarak tarihteki yerini alır. Nemrut Dağı Tümülüsü Nemrut Dağı, Adıyaman? ın 86 km. doğusunda Kahta ilçesinin Karadut köyünde, dünyanın sekizinci harikası olarak tanınan, tepesinde küçük kırma taşların yığılmasıyla oluşturulmuş konik bir tümülüsün bulunduğu, 2150 m. yükseklikte, görkemli bir kültür ve turizm merkezidir. İ.Ö. 1. Yüzyıla tarihlenen ve orijinali 55 m. olan tümülüsün bugünkü yüksekliği 50 m., çapı 150 metredir. Gündoğumu ve günbatımının tüm ihtişamıyla izlenebildiği bu tepede, Kommagene Kralı 1. Antiochos kendisi için görkemli bir anıt mezar, mezar odasının üzerine kırma taşlardan oluşan bir tümülüs ve tümülüsün üç tarafını çevreleyen kutsal alanlar inşa ettirmiştir. Tümülüs, Kral 1. Antiochos? un şerefine tertiplenen törenlere mahsus 3 terasla çevrilidir. Doğu, batı ve kuzey terasları olarak adlandırılan bu alanlardan doğu ve batı teraslarda; sıra halinde dizilmiş blok halinde 8 yontma taşın üst üste oturtulmasıyla oluşturulan 8-10 metre yüksekliğinde muhteşem heykeller, kabartmalar ve yazıtlar bulunmaktadır. Heykeller, bir aslan ve bir kartal heykeliyle başlar ve aynı düzende son bulur. Hayvanların kralı olan aslan yeryüzündeki gücü, tanrıların habercisi olan kartal ise göksel gücü sembolize eder. Heykeller her iki tarafta da şu şekilde sıralanmıştır: Kral 1. Antiochos (Theos); Fortuna (Theichye-Kommagene-Tanrıça) Zeus (Oromasdes); Apollo (Mithras-Helios-Hermes), Herakles (Ares-Artagnes). Kült yazıtlarında anne tarafından Büyük İskender? den (Yunan-Makedonya) baba tarafından ise, Darieos? dan (Pers) geldiğini ifade eden Antiochos, atalarından gelen bu etnik farklılığı birleştirerek, kültür zenginliği haline dönüştürmenin göstergesi olarak tanrı heykellerinin yüzünü doğuya ve batıya çevirmiştir. Zaten tanrı heykellerinin isimleri de hem Grek, hem de Pers dili ile ifade edilmiştir. Doğu Terası Yaklaşık 10 metre yüksekliğindeki tahtlar üzerinde sıralar halinde oturmuş dev tanrı heykelleri mevcuttur. Heykellerin yüzleri güneşe doğru bakmaktadır. Bu terasta sırasıyla Kommagene Krallığının gökyüzü hakimiyetini temsil eden koruyucu kartal, krallığın yeryüzü hakimiyetini temsil eden koruyucu aslan, Kommagene Kralı I. Antiochos, Kommagene (Tyche), Zeus, Apollon ve Herakles heykelleri yer alır.Tahtların arkasında 237 satırdan oluşan KralAntiochos?un dini ve sosyal içerikli vasiyeti (Nomos) bulunmaktadır.Terasın kuzey ve güneyinde Kommagene Kraliyet ailesi bireylerinin kabartma stelleri bulunmaktadır. Yine bu terasta heykellerin önünde ateş sunağı (Altar) ve onun yanında oturur biçimde bir aslan heykeli bulunmaktadır. Nemrut?ta güneşin doğuşu bu terastan izlenmektedir. Batı Terası Muhteşem bir gün batımının izlenebildiği , Doğu terasına benzer şekilde yapılmış batı terasında, tanrılar galerisindeki heykel sıralaması ve heykellerin arkasındaki kült yazısı bazı detaylar hariç aynıdır. Doğu terasından farklı olarak, tanrılar galerisinin kuzey ucunda, dördünde Kral Antiochos? un tanrılarla selamlaşması, diğerinde aslan figürü bulunan, kumtaşından yapılmış 5 kabartma (rölyef) bulunmaktadır. Aslan horoskop olarak bilinen kabartma, 25000 yılda bir meydana gelen astrolojik bir olayın sembolize edilmiş halidir. Doğu ve Batı terasın her ikisinde de tanrı heykellerinin tahtlarını oluşturan taş blokların arkasında Grek harfleriyle yazılmış 237 satırlık uzun bir kült yazıtı Nomos bulunmaktadır. Kuzey Terası Kuzey Terası, batı ve doğu teraslarını birbirine bağlayan 180 m. uzunluğunda bir tören yoludur. Terasta tamamlanmamış stel ve kaideler bulunmaktadır. Nemrut'tan bir kaç görüntü
  25. muki şurada bir başlık gönderdi: Adıyaman
    Adıyaman, tarihinin bilinen en eski yerleşim yerlerinden biridir. Adıyaman Palanlı Mağarasında yapılan incelemelerde kent tarihinin M.Ö 40.000 yıllarına kadar uzandığı anlaşılmıştır. Yine Samsat-Şehremuz Tepede'deki tarihi bulgulardan M.Ö. 7000 yılına kadar Paleolitik M.Ö. 5000 yıllarına kadar Neolitik M.Ö. 3000 yıllarına kadar Kalkolitik ve M.Ö. 3000-1200 yılları arasında da Tunç çağı dönemlerinin yaşandığı anlaşılmıştır. Bu dönemde bölge Hititlerle Mitaniler arasında el değiştirmiş ve Hitit devletinin yıkılmasıyla (M.Ö. 1200) karanlık bir dönem başlamıştır. M.Ö. 1200'den Frig Devletinin kuruluşu olan M.Ö. 750 yılları arası dönemle ilgili olarak yazılı kaynağa rastlanmamıştır. Ancak; bu dönemde yöre, Asur etkisine girmeye başladığından, Samsat'ta bulunan Asur etkili mühürler ve Kahta Eskitaş Köyünde bulunan Hitit Hiyeroglif'li kitabeler, Anadolu'daki tarihi sislilerin ilimizde de aynen devam ettiğini göstermektedir.Bu dönemde de Adıyaman ve çevresinde Hitit Devletinin yıkılmasıyla ortaya çıkan Geç Hitit şehir devletlerinden biri olan Kummuh Devleti hüküm sürmektedir. M.Ö. 900-700 yılları arasında yöre Asur etkisine kalmakla birlikte, Asurlular tam olarak egemen olamazlar. 6.yüzyılın başlarından itibaren yöreye Persler hakim olur ve yöre Satrap'lar (valiler) eliyle yönetilir. M.Ö.334 yılında Makedonya kralı Büyük İskender'in Anadolu'ya girmesiyle Pers'ler hakimiyetini kaybetmiş ve M.Ö. 1.yüzyıla kadar yörede Makedonyalı Selevkos Sülalesi hüküm sürmüştür. Bu sülalenin gücünün zayıfladığı sıralarda, Kral Mithradetes 1, Kallinikos Kommagene Krallığının bağımsızlığını ilan etmiştir. (M.Ö.69) Başkenti Samosota (Samsat) olam Kommagene Krallığı, egemenliğini M.S. 72'ye kadar sürdürmüş, bu tarihte yöre Roma İmparatorluğunun eline geçmiş ve Adıyaman Roma İmparatorluğunun Syria (Suriye)Eyaletine, 6.Lejyon olarak bağlanmıştır. Roma İmparatorluğunun 395 yılında Batı ve Doğu Roma olarak ayrılmasıyla Adıyaman Doğu Roma İmparatorluğuna katılmıştır. 643 yılından itibaren bölgeye İslam akınları başlamakla birlikte İslam hakimiyeti ancak 670 yılında Emevi'lerle kurulur. 758 yılında ise, Abbasi komutanlarından Mansur İbni Cavene'nin hakimiyetine girer. 926 yılında Hamdanilerin egemenliği başlar. 958 yılında yöre yeniden Bizanslıların eline geçer. 1114-1181 yılları arası yöreye Türk akınları olur. 1204-1298 yılları arasında Samsat ve yöresini Anadolu Selçukluları ele geçirir. 1230-ve1250 yıllarında Moğol saldırıları yaşanır. 1298'de yöre ve ilimiz Memlüklülerin eline geçer. 1393 yılında Adıyaman bu kez de Timurlenk tarafından yağmalanır. Büyük bir istikrarsızlığın olduğu ortaçağ boyunca Adıyaman, Bizans, Emevi, Abbasi, Anadolu Selçukluları, Dulkadiroğulları arasında el değiştirmiş ve nihayet Yavuz Sultan Selim'in iran seferi sırasında 1516 yılında Osmanlı topraklarına katılmıştır. Osmanlı topraklarına katılan Adıyaman,başlangıçta merkezi Samsat'ta bulunan bir Sancakla Maraş Beylerbeyliğine bağlıyken, Tanzimattan sonra bir kaza olarak Malatya'ya bağlanmıştır. CUMHURİYET DÖNEMİ Cumhuriyetin kuruluşundan 1954 yılına kadar eski eski idari yapısı korunarak Malatya'ya bağlı kaza konumunda olan Adıyaman 1 aralık 1954 tarihinde 6418 sayılı kanunla Malatya'dan ayrılarak müstakil il haline gelmiştir. Kronoloji M.Ö. 40000- M.Ö. 7000 Paleolitik M.Ö. 7000 - M.Ö. 5000 Neolitik M.Ö. 5000 - M.Ö. 3000 Kalkolitik M.Ö. 3000 - M.Ö. 1200 Hititler M.Ö. 1200 - M.Ö. 750 Asurlular M.Ö. 750 - M.Ö. 600 Frigler M.Ö. 600-M.Ö. 334 Persler M.Ö. 334-M.Ö. 69 Makedonlar M.Ö. 69-M.S. 72 Kommagene Krallığı 72-395 Roma imparatorluğu 395-670 Doğu Roma (Bizans) 670-758 Emeviler 758 - 926 Abbasiler 926- 958 Hamdaniler 958 –1114 Bizanslılar 1114 –1204 Eyyubiler 1204 –1298 Anadolu Selçuklular 1298 –1516 Memluklular 1516 –1923 Osmanlı imparatorluğu Tarih boyunca ev sahipliği ettiği sayısız medeniyetten gelen değerleriyle Adıyaman İli, bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin önemli turizm merkezlerinden biri olarak, dünyanın her yerinden gelen konuklarını ağırlamaktadır. Ören Yerleri ARSAMEİA ÖREN YERİ (Nymphaios Arsameia’sı) Kral 1. Antiochos kitabelerinde söz edildiğine göre, Arsameia İ.Ö. 2. Yüzyılın başlarında Kommagene’lerin atası Arsemia tarafından Kahta çayının doğusunda Eski Kahta kalesinin karşısında kurulmuş Krallığın yazlık başkenti ve idare merkezidir. Güneydeki tören yolunda Mitras’ın kabartma steli, ayin platformu üzerinde Antiochos-Herakles tokalaşma steli ve bunun önünde Anadolu’nun bilinen en büyük Grekçe yazıtı bulunmaktadır. Yazıtın bulunduğu yerden başlayan 158 m. derine inen bir tünel ile yazıtın batısında benzer bir kaya dehlizi de dikkati çekmektedir. Tepe üzerindeki platformda Mithridathes Callinichos’un mezar tapınağı ve sarayı yer almaktadır. Yapılan saray kazılarında çok sayıda heykel parçası, bir kraliçe ve Antiochos başı bulunmuştur. Arsameia ören yeri, Adıyaman’a 60 km. uzaklıktadır. Yeni Kale Adıyaman'a 60 km. uzaklıkta Kocahisar köyü yakınındadır. Kommagene'ler tarafından inşa edilen Yeni Kale, karşısındaki Arsemeia ile birlikte kullanılmıştır. Romalılar ve ardından Memluklular tarafından restore edilen Kale en son 1970'lerde kısmen onarılmıştır. Kale içinde çarşı, cami, zindan, su yolları, güvercinlik kalıntıları ve kitabeler bulunmaktadır. Kale'den Nymphois'e inen su yolu bir tünelle Arsameia'ya başlanmıştır. 80 metreyi bulan bu yolla halen suya ulaşmak mümkündür. Derik Kalesi Cendere Köprüsünden sonra Sincik yolu üzerindeki Datgeli köyünün yakınlarındaki 1400 m. rakımda bulunan tepenin üzerine kurulmuştur. M.S. 70'lerde Romalılar tarafından inşa edildiği ve 300'lere kullanıldığı tahmin edilen, içerisinde büyük bir tapınak bulunan bölgenin kutsal alanı kabul edilen kalenin hemen yakınında Kommagene döneminde inşa edilen Temenos kalıntıları bulunmaktadır. Gerger Kalesi (Fırat Arsameia'sı) Adıyaman'ın Kahta İlçesine 85 km. uzaklıkta bulunan, tarihi Geç Hitit dönemine dayanan kale, Fırat nehrinin batı yakasında yer almaktadır. M.Ö. II. yüzyılda Kommageneliler'in atası olan Arsames tarafından kurulmuştur. Sarp kayalar üzerine, Aşağı ve Yukarı Kale olmak üzere iki bölümde inşa edilen Gerger Kalesi'nin batı surlarında Kral Samos'a ait bir kabartma bulunmaktadır. İslami dönemde de kullanılan kale içerisinde cami, dükkanlar ve su sarnıçları bulunmaktadır. Perre Antik Kenti Adıyaman kent merkezine 5 km. uzaklıkta, Kuyucak köyü yolu üzerindeki Pirin köyündeki kalıntılar 200 civarındaki kaya mezarı ve yerleşim yerine sahiptir. Antik çağdan kalan bu nekropol ve çevresi Kommageneliler döneminde önemli bir yerleşim merkezi olmakla birlikte, asıl Romalılar döneminde gelişmiş bir kenttir. Girişleri kabartmalarla süslenmiş birbirine geçişli içerisinde lahitler yerleştirilmiş kayaların içine oyulmuş mezar odaları şeklinde kalıntılardır.

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.