evrensel-insan tarafından postalanan herşey
-
Türkiye Müslümanları İnançsızlar İle Aynı Katagoridedir.
Neyse sonunda senin tagutlugun sana. Benim icin hava hos, inanan ve inasndigin Allah'ina ilk girdigin cehennemde ordan cikmak Adina hesap verecek sensin. Sen neden bana hacli ordusundan bahsediyorsun, onu savunan mi var. Ben bir teolojik noncognitivist ve serbest dusunurum. Benim adima tum yaraticiular ve dinler ayni katagoride. Bu islama ve onun Allahina/kuranina ozel degil ki!
-
Cehenneme Herkes Gidecek
Senin benden bekledigin mantik sende yokki! Dinsizlik ne zaman kimi nerde katletmistir? Isid uzerinden kuran elestirilmiyor, uygulaniyor. Dedigim gibi, sen benden once kendini kandirmayi bir birak istersen ve kendine itiraf ettigin kuranin digger yonunu sana gore kotu yonunu, neden uygulamadigini kendine bir sor. Ondan sonar da bu ayet sercicilegindeki tutumunu bir gozden gecir.
-
Türkiye Müslümanları İnançsızlar İle Aynı Katagoridedir.
Kuranda tağut ile alakali tahmini 8 ayet geçiyor 2:256 - Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk, sapıklıktan ayırd edilmiştir. Artık her kim tâğutu inkar edip, Allah'a inanırsa, sağlam bir kulpa yapışmıştır ki, o hiçbir zaman kopmaz. Allah, her şeyi işitir ve bilir. 2:257 - Allah, iman edenlerin velisidir. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlerin velileri de tağuttur, onları aydınlıktan karanlıklara çıkarırlar. İşte onlar cehennemliklerdir. Orada ebedî olarak kalırlar. 4:51 - "Şu kendilerine kitaptan (okuma yazmadan) bir nasib verilmiş olanları görmüyor musun! Onlar puta ve şeytana inanıyorlar. Ve Allah'ı tanımayanlara, "Bunlar, müminlerden daha doğru yoldadır." diyorlar. 4:60 - Şunları görmüyor musun? Kendilerinin sana indirilene ve senden önce indirilene inandıklarını ileri sürüyorlar da tağuta inanmamaları kendilerine emrolunduğu halde, tağut önünde muhakemeleşmek istiyorlar. Şeytan da onları bir daha dönemeyecekleri kadar iyice sapıklığa düşürmek istiyor. 4:76 - İman edenler, Allah yolunda savaşırlar. İnkâr edenler de tağut yolunda savaşırlar. O halde siz şeytanın taraftarlarına karşı savaşın. Çünkü şeytanın hilesi zayıftır. 5:60 - De ki: "Allah katında cezaya çarptırılma bakımından bunlardan daha kötüsünü size haber vereyim mi? Allah, kimlere lanet etmiş ve gazabına uğratmışsa; kimlerden maymunlar, domuzlar ve şeytana tapanlar yapmışsa, işte bunların makamı daha kötüdür ve onlar düz yoldan daha çok sapmışlardır". 16:36 - Andolsun ki biz her ümmete, "Allah'a ibadet edin ve putlara tapmaktan sakının." diye bir peygamber gönderdik. Allah, bu ümmetlerden bir kısmına hidayet etti, bir kısmına da sapıklık hak olmuştur. Şimdi yer yüzünde bir gezip dolaşın da bakın ki, peygamberleri yalanlayanların sonunun ne olduğunu bir görün? 39:17 - Tağuttan, ona kulluk etmekten kaçınıp da tam gönülle Allah'a yönelenlere gelince, müjde onlaradır. Haydi müjdele kullarımı. Zümer 17, 18-“Dinleyip de sözün en güzeline uyan, tağuta kulluktan sakınıp Allah’a yönelen kullarımı müjdele! Onlara müjde vardır. İşte, Allah’ın doğru yola ilettiği kimseler de, gerçek akıl sahipleri de onlardır.” Bu ayetlerden anlaşıldığı gibi tağutlar çoktur. Önde gelenleri ise şunlardır: 1) İnsanoğlunu saptırıp Allah’tan başkasına kulluğa çağıran şeytan ki o, tağutun başıdır. 2) İsmi ve cismi ne olursa olsun Allah’tan başka ibadet edilen ve kendisi de buna razı olan her şey, 3) Allah’ın hükümlerini değiştiren ve Allah’ın indirdiğinin gayrisiyle hüküm veren zalim idareci, 4) İslam şeriatına uymayan bütün metot, düşünce ve pozisyonlar, 5) Kahin, müneccim, falcı, sihirbazlar ile gayb ilmini bildiğini iddia ederek onların yaptığını yapanlar. Azgın, sapık, kötülük ve sapıklık önderi, zorba, şeytan, put, puthane, kâhin, sihirbaz. Allah'ın hükümlerine sırt çeviren kişi ve kuruluşların tümü. Arapça "Teğa" kökünden türetilmiş olup kelimenin masdarı olan "Tuğyan" Allah Teâlâ'ya isyan etmek anlamına gelmektedir. Allah'ın indirdiği hükümlere muhalif olan ve onların yerine geçmek üzere hükümler icad eden her varlık tağuttur. Tağut, Allah (c.c)'a karşı isyan etmekle beraber O'nun kullarını kendisine kul edinmek gayretinde olandır. Bu ise şeytan, papaz, dinî veya siyasî lider veyahut da kral olabilir. Bu sebepten dolayı bir insanın müslüman olabilmesi için tağutu reddetmesi gerekmektedir. Iste vahabiligin, selefiligin Kuranciligin Kuran'i budur. Buna sunniler ve mezhep dallari Anadolu musluman gelenegi ve kisaca islami, Allah'i Kurani sadece bir iman ve inanc olarak almak, akli kullanmak, yorum yapmak, ayette secicilik, ayette carpitma, kendine gore yorumlama ve de seriata uymama uygun dusmez ve tagut olarak degerlendirilir.
-
Türkiye Müslümanları İnançsızlar İle Aynı Katagoridedir.
Kuran'a gore takva sahipleri yani muttakiler tam da Allah'larinin istedigi cenneti ve tum guzelliklerri vaat ettigi muslumanlardir. Yani bu muslumanlar Allah'in oldugu soylenen Kuran'a tamamen ayet ayet uyarlar. Bunun reel goruntusu ISID teroristi temelli; vahabiler, selefiler ve kurancilardir. Bir yerde takvasahipligi ve muttakilik; ozet ve Anadolu islamalgisina gore; islamin ve imanin sartlari ile sinirlandirilmistir. Yani Anadolu gelenegine gore islamin ve imanin sartlarini yerine getirmek, takva sahipligi ve muttakiliktir. Yalniz burada bir sorun var. Anadolu muslumanlari Kuran'i pek bilmediklerinden ve okuma mirasi almadiklarindan, kuran tartismasinda, kendilerince kuran'in sadece bir yonunu kendilerince de insani ve iyi yonunu gorerek, kuran'in digger insanlikdisi vicdandisi terrorist ve mafyavari yonunu, yani dozen/system yonunu seriat yonunu kisaca vahabilik, selefilik ve kurancilik yonunu ya gormezden geliyorlar, ya da yok sayiyorlar ve kurani tek bir butun halinde ele aliyorlar. Iste bu kuranagore "yani sadece kuran'in bir yonunu almak ve digger yonlerini almamak" Allah'in oldugu soylenen Kuran'a "kalb ile iman dil ile ikrar etme" yerine "istedigi ayete iman ve istedigi sekilde ikrar" yani Anadolu muslumanlarinin yaptiginin adi kuran'da Taguttur. Tagut, tam da takva sahibi muttakinin tersi ve tum kafir, munafik, musrik, murted gibi Allah'larina oyle yada boyle karsi cikanlarin, ayet secenlerin v.s. yaptigi yani cehennemin bir numarali konuklaridir. Tağut; arapça bir kelime olup “tağa” (haddini aştı) kökünden türemiştir ve “haddini aşan mahluk” demektir. Şer’i manası ise; Allah’ın koyduğu ölçüler dışında ölçüler koyan, insanı Allah’a ibadetten alıkoyan, Allah ve Rasulüne tabi olmayı engelleyendir. Bu insi ve cinni şeytan, nefis, hayvan, ağaç, para, taş, kadın, mezar olabileceği gibi; Allah’ın hükümleri dışında hükümler koyan zalim bir diktatör, halkın seçtiği seçkin bir zümre, bir meclis, bir grup bilim adamı veya Allah’ ın kitabın dan kaynaklanmayan adet, alışkanlık ve düşünce (ideoloji) de olabilir. Tağut kimdir? Tağut, canlı veya cansız olabilir. Mal sevgisi, makam hırsı, düşünce ve ideoloji gibi soyut veya araba, ev gibi cansız olabileceği gibi, insan da insanlar da olabilir. Iste bu temelde biz inancsizlar birer tagutuz. Yalniz siz Anadolu muslumanlari da Kuranda secicilik /Ayetleri oldugu gibi uygulamama/carpitma/gormemezlikten gelme/inkar etme/yok saymayaptiginiz icin tagut sayiliyorsunuz. Yani biz inancsizlar ile siz "secici" muslumanlar Kuran'a gore birer tagutuz.
-
Cehenneme Herkes Gidecek
Aksi de dusunulemezdi zaten. Yalniz buradaki sorun, sizlerin sadece kuranin iyi insani yonlerini group; digger kotu insanlikdisi yani ISID'iun selefiligin kuranciligin terorizm yanini gormemeniz ya da gortmek istemeniz en buyuk sorununuz. Eger bu size bir secmer hakki veriyorsa, bu sadece kuran'in iyi yonlerini alip; kotu yonlerini gormemezlikten gelmek, yok saymak Adina Allah'iniza sirk kosmak kisaca Kuran'in her bir ayetine yazildigi ve verildigi gibi "kalb ile iman etmemek ve dil ile inkar edtmektir" Bu da Kuran'a gore kafirliktir. Yani sizlerin bu kuran secimi biz inancsizlardan size pek farkli kilmiyor. Iste islam terorizmi de kendi dininden olanlari bu yuzden katlediyor. Cunku onlarin kuranin bu kotu yonunu inkar ettigini goruyorlar.
-
Kafir Olunur mu/Yoksa Allah' ınız mı Kafir Yapar?
Senin ve genelde Anadolu tarihi cografi etik tasavvufi temelini ya ni kuran'i bilmeden sadece verilen kuran'in iyi yonunu dusunce ve davranisinda ve de yazilarinda ele almani ben genel olarak soyle acikliyorum. Aslinda iman eden inanirlarin en guzel bashanesi bu. Yani kurani ayet olarak degilde, bir butun olarak gormek. Bu da aslinda geleneksel tarihi ve kulturel Anadolunun tasavvufi muslumanligindan geliyor. Yani T.C. tarihinde 1970'lere kadar olan kuransiz muslumanlik. Yani kuran'in sadece insanlik Adina iyi taraflarina yogunlasmak ve kotu taraflarini yok saymak ya da gormemerzlikten gelmek. Bu da kuran'i bilmemekten geliyor. Cunku dogumdan beri 1970'lere kadar verilen islam dininin muslumanligin iman ve inancin kuran'in hep insani ve iyi yonu. Iste iman edenler de kendilerinde kuran'i sorgulama cesareti bulamadiklarindan kuran'in bu iyi olarak kendilerine verilen yonune olan iman ve inanmclarini kendilerine dogrulamak ve inanmaya devam etmek icin senin yaptigini yapiyorlar. Sonucta Kuran "yin/yang" gibi bir kendi celiskisini icinde tasiyan bir kitaptir. Iste bu kitap ile olan iman ve inanc iliskisi, ya Anadolu gibi kuran'in iyi yonunu, yada ISID S. Arabistan v.s. gibi vahabilik, selefilik ve kurancilik gibi terrorist yonunu alir. Sonucta ikisinin de aldigi zaten kuran'da vardir. Kisaca buradaki kurana baglik ve savunmanin nedeni: Kuran ile ilgili tutuculuk islam dinine ve Allahlarina iman ve inanctan ve Kuran'in da bunun icin rehber olarak alinmasindan kaynaklaniyor. Yani kuran bosa cikasrsa, islami Allahi Imani inanci v.s. bir arada toparlayan fenomen kalmaz. Kuran hepsini bir birine baglayici bir fenomen. Yalniz ne var ki Anadolu tarihi cografi ve etik mirasi olarak gelen iman ve inanc tasavvufik yani "herkes iman/inancinda kendinden sorumludur/kimse kimsenin Allah ile olan iliskisine karisasmaz/kimse kimsenin muslumanligini olcemez/herkes kendine muslumandir/her koyun kendi bacagindan asilir" gibi tamamen kisiye ozgu bir iman inanc ve uygulamanin mirasidir. Yani kuranin ne kotu yani bilinir, ne system/dozen yani, ne de pollitik cikar yani. Yani selefilik ve kurtancilik Anadolu'ya yabancidir. Dinde de kisinin soracak bir seyi varsa; dini konuda en guvendigi bir din kisisine gider danisir. Iste bu miras sahibi muslumanlarin kuran'in su gunlerde gordugu digger kotu yuzu onlari sasirtmakta ama; yine de iman ve inanclarina sarilma Adina; karsi cikmaya itmektedir. Yani onlar Kuranin terrorist ISID yanini gormek/bilmek istememektedirler. Iste o yuzden de "gercek islam/islam bu degil/baris dini islam" seklinde kendilerini iman ve inanclarini koruma Adina dogrulayici bahanelere yonelmekteler. Sonucta Kuran'i elestirir gozle okumak ya da sorgulamak "acaba kuran'da bu kotu yon var mi?" diye sormak bir cesaret isidir. Allah korkusu da bu cesareti onler.
-
Kafir Olunur mu/Yoksa Allah' ınız mı Kafir Yapar?
Iman etmeyenlerin, musluman/mumin olmayanlarin kafirligi, munafikligi, musrikligi, murtedligi kendi secimleri ve kararlarimidir, yoksa Allah'iniz mi onlari kafir, munafik, musrik, murted yapar? Iste ayetler; Karar sizin; Araf 178- Allah kimi doğru yola iletirse, odur doğru yolu bulan. Kimleri de saptırırsa, işte onlar, ziyana uğrayanların ta kendileridir. Rad 27- İnkar edenler diyorlar ki: "Ona (Muhammed'e) Rabbinden bir mucize indirilseydi ya!" De ki: "Şüphesiz Allah dilediğini saptırır, kendisine yöneleni de doğru yola eriştirir." İbrahim 4- Biz her peygamberi, ancak kendi kavminin diliyle gönderdik ki, onlara (Allah'ın emirlerini) iyice açıklasın. Allah dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir. O mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir. Nahl 93- Allah dileseydi, sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat O, dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir. Yapmakta olduğunuz şeylerden mutlaka sorguya çekileceksiniz. EN’AM 6/111. Eğer biz onlara melekleri indirsek, ölüler onlarla konuşsa ve her şeyi karşılarına toplasaydık, Allah dilemedikçe, yine de inanmazlardı; fakat onların çoğu bunu bilmiyorlar. Yunus 100. Allah’ın izni olmadıkça, hiçbir kimse iman edemez. Allah, azabı akıllarını (güzelce) kullanmayanlara verir. Bedeviler, kafirlik ve münafıklık bakımından hem daha beter, hem de Allah'ın Resulüne indirdiği kanunları tanımamaya daha yatkındır. (tevbe 97) Neden ki? Bu bedevileri de Allah yaratmadi mi? Neden onlari ayirip, ayrimcilik yapmis? Enam 25. Onlardan seni (okuduğun Kur'an'ı) dinleyenler de vardır. Fakat onu anlamalarına engel olmak için kalplerinin üstüne perdeler, kulaklarına da ağırlık verdik. Onlar her türlü mucizeyi görseler bile yine de ona inanmazlar. Hatta o kâfirler sana geldiklerinde: "Bu Kur'an eskilerin masallarından başka bir şey değildir" diyerek seninle tartışırlar.
-
Cehenneme Herkes Gidecek
19/MERYEM-71: Ve in minkum illâ vâriduhâ, kâne alâ rabbike hatmen makdıyyâ(makdıyyen). Ve sizden biriniz (bile hariç olmamak üzere hepiniz), illâ (muhakkak) ona (cehenneme) varacaksınız. (Bu), senin Rabbinin üzerine (aldığı) kesinleşmiş bir hükümdür. 19/MERYEM-72: Summe nuneccîllezînettekav ve nezeruz zâlimîne fîhâ cisiyyâ(cisiyyen). Sonra takva sahiplerini kurtaracağız. Ve zalimleri, diz üstü çökmüş olarak bırakacağız. Iman edenler, muminler, muslumanlar ve islama inananlar Yandi! Oyle direk cennetyok. Yani imtihaniniz sinifta kalmak uzere Allah'iniz tarafindan belirlenmis. Eger takva sahibi olabildi iseniz, zaten bunu da Allah belirliyor ve biliyor, o zaman cehennemden kurtulacaksiniz. Bakalim "takva sahipligi" neymis! Kuranda takva Kuranda takva ile alakali tahmini 40 ayet geçiyor 2:66 - Bu ibret dolu cezayı öncekilere ve sonrakilere bir ders, korunacaklara da bir nasihat, bir öğüt yaptık. 2:197 - Hac, bilinen aylardadır. Her kim o aylarda hacca başlayıp kendisine farz ederse; artık hacda kadına yaklaşmak, günah işlemek ve kavga etmek yoktur. Siz hayırdan ne işlerseniz, Allah onu bilir. Kendinize azık edinin.Şüphesiz ki azıkların en hayırlısı Allah korkusudur. Ey akıl sahipleri! Benden korkun! 2:237 - Eğer onları, kendilerine dokunmadan önce boşar ve mehri de kesmiş bulunursanız, o zaman borç, o kestiğiniz miktarın yarısıdır. Ancak kadınlar veya nikâh akdini elinde bulunduran kimse bağışlarsa başka. Ey erkekler! sizin bağışlamanız ise takvaya daha yakındır. Aranızdaki fazileti unutmayın şüphesiz ki Allah, her ne yaparsanız hakkiyle görür. 5:2 - Ey iman edenler! Allah'ın alâmetlerine, haram aya, kurbanlık hediyelere, gerdanlıklarına ve Rablerinden lutuf ve rıza bekleyerek Kabe'ye yönelenlere sakın saygısızlık etmeyin. İhramdan çıktığınız zaman avlanabilirsiniz. Sizi Mescid-i Haram'dan çevirdiklerinden dolayı bir topluma karşı olan kininiz, sizi saldırıya sevk etmesin. İyilik ve takva üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı çetindir. 5:8 - Ey iman edenler, Allah için hakkı ayakta tutanlar ve adaletle şahitlik yapanlar olunuz. Bir kavme olan kininiz, sizi adaletsizliğe sevketmesin. Adaletli olun, çünkü o, takvaya daha yakındır. Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır. 7:26 - Ey Âdemoğulları, size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Hayırlı olan, takva elbisesidir. İşte bu(nlar), Allah'ın âyetlerindendir, belki düşünüp öğüt alırlar. 9:36 - Doğrusu, Allah katında ayların sayısı oniki aydır. Gökleri ve yeri yarattığı günkü Allah yazısında (böyle yazılmıştır). Bunlardan dördü haram aylardır. Bu da doğru olan dinin hükmüdür. Bu sebeple bunlar hakkında nefislerinize haksızlık yapmayınız. Müşrikler size karşı topyekün savaştıkları gibi siz de onlara karşı topyekün savaş açın. Ve iyi bilin ki, Allah müttakilerle beraberdir. 9:44 - Allah'a ve ahiret gününe inananlar, mallarıyla ve canlarıyla cihad etmeyi görev bildiklerinden (zaten geri kalmak için) senden izin istemezler. Allah o muttakilerin kimler olduğunu bilir. 9:108 - O mescit içinde sen kesinlikle namaza durma. Ta ilk gününde temeli takva üzerine kurulan mescit elbette içinde namaz kılmana daha layıktır. Onun içinde günahlarından arınmayı seven kişiler vardır. Allah da arınmış, ak pak olmuş olanları sever. 9:123 - Ey iman edenler, önce yakın çevrenizdeki kâfirlerle savaşın ki, sizde bir güç ve kuvvet olduğunu görsünler. Ve iyi bilin ki, Allah müttakilerle beraberdir. 11:49 - İşte bunlar gayb haberlerindendir. Bunları sana vahiyle bildiriyoruz. Bundan önce bunları ne sen bilirdin, ne de kavmin. O halde sabret, akıbet muhakkak muttakilerindir. 12:57 - İman edip takva yolunu tutanlar için elbette ahiret mükafatı daha hayırlıdır. 13:35 - Müttakilere vaad olunan cennetin misali şöyledir: Altından ırmaklar akar durur, yemişleri süreklidir, gölgeleri de. İşte bu, takva yolunu tutanların akıbetidir. Kâfirlerin akıbeti de ateştir. 15:45 - Allahtan korkanlar, elbette cennetlerde ve pınarların başındadırlar. 16:30 - Kötülüklerden sakınanlara: "Rabbiniz ne indirdi?" denilince: "Hayır indirdi" derler. Bu dünyada güzel amel işleyenlere güzel bir mükafat var. Elbette ahiret yurdu ise daha hayırlıdır. Allah'tan korkanların yurdu ne güzeldir! 16:31 - O girecekleri yer, Adn cennetleridir ki, altından ırmaklar akar. Orada Allah'tan korkanlara diledikleri nimetler vardır. İşte Allah, takva sahiplerini böyle mükafatlandırır. 19:13 - Hem de katımızdan bir merhamet ve (günahlardan) paklık verdik, o çok takva sahibi idi. 19:18 - Meryem: "Ben senden Rahmân (olan Allah) a sığınırım. Eğer Allah'dan korkuyorsan (dokunma bana)" dedi. 19:63 - İşte kullarımızdan takva sahibi olanlara vereceğimiz cennet budur. 19:72 - Sonra Allah'dan korkup, sakınanları kurtaracağız ve zalimleri de toptan cehennemde bırakacağız. 19:85 - O gün, takva sahiplerini, heyet olarak Rahmân'ın huzuruna toplayacağız. 19:97 - (Ey Muhammed!) Biz Kur'ân'ı senin dilin üzere kolaylaştırdık ki, onunla Allah'tan korkup sakınanları müjdeleyesin, inat edenleri de korkutasın. 20:132 - (Ey Muhammed!) Ehline namaz kılmalarını emret, kendin de ona sabırla devam et. Biz senden bir rızık istemiyoruz. Seni biz rızıklandırırız. Güzel akibet takva sahiplerinindir. 21:48 - Yemin olsun ki, Musa ve Harun'a eğriyi doğrudan ayıran kitabı, takva sahibleri için bir ışık ve öğüt olarak verdik. 22:32 - Bu böyledir; kim Allah'ın nişanelerine, kurbanlıklarına saygı gösterirse, şüphesiz o kalblerin takvasındandır. 22:37 - Elbette onların etleri ve kanları Allah'a ulaşmayacaktır. AncakO'na sizin takvanız erecektir. Onları bu şekilde sizin buyruğunuza verdi ki, size yolunu gösterdiğinden dolayı, Allah'ı tekbir ile yüceltesiniz. (Ey Muhammed!) Vazifelerini güzelce yapan iyilik sevenleri müjdele. 24:34 - Andolsun ki biz size açık açık bildiren âyetler, sizden önce yaşayıp gitmiş olanlardan örnekler ve takvaya ulaşmış kimseler için öğütler indirdik. 25:15 - De ki: Bu mu daha iyi, yoksa takva sahiplerine vaad olunan ebedilik cenneti mi? Çünkü orası, onlar için bir mükafattır ve bir varış yeridir. 25:74 - Ve onlar ki: "Ey Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takva sahiplerine önder kıl" derler. 26:90 - (O gün) Cennet müttakilere yaklaştırılmıştır. 28:83 - İşte ahiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu arzulamayan kimselere veririz. (En güzel) akıbet, takva sahiplerinindir. 39:61 - Kötülükten sakınan müttakileri ise Allah başarılarından dolayı kurtuluşa çıkarır. Onlara fenalık dokunmaz ve onlar üzülecek de değillerdir. 47:15 - Kötülükten sakınanlara vaad edilen cennetin durumu şöyledir: Orada bozulmayan temiz sudan ırmaklar, tadı değişmeyen sütten ırmaklar, içenlere lezzet veren şaraptan ırmaklar ve süzme baldan ırmaklar vardır. Onlar için cennette her çeşit meyve ve Rablerinden bir bağışlanma vardır. Bunların durumu, ateşte ebedî olarak kalacak olan ve bağırsaklarını parçalayacak kaynar su içirilen kimsenin durumu gibi olur mu? 47:17 - Doğru yola girenlere gelince, Allah onların hidayetlerini artırmış ve onlara kötülükten sakınma çarelerini ilham etmiştir. 48:26 - O zaman inkâr edenler, kalplerine taassubu, câhiliyet taassubunu yerleştirmişlerdi.Allah da elçisine ve müminlere sükûnet ve güvenini indirdi. Onları takva sözü üzerinde durdurdu. Zaten onlar buna pek layık ve ehil kimselerdi. Allah herşeyi bilendir. 49:3 - Allah'ın elçisinin huzurunda seslerini kısanlar, şüphesiz Allah'ın kalplerini takva ile imtihan ettiği kimselerdir. Onlara mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır. 49:13 - Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en üstününüz O'ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, herşeyden haberdar olandır. 58:9 - Ey iman edenler! Aranızda gizli konuşacağınız zaman günahı düşmanlığı ve Peygamber'e karşı gelmeyi fısıldamayın. İyilik ve takvayı konuşun. Huzuruna toplanacağınız Allah'tan korkun. 74:56 - Bununla beraber Allah dilemedikçe onlar öğüt alamazlar. Koruyacak da O'dur, bağışlayacak da. 96:12 - Veya kötülüklerden sakınmayı emrederse? Cennete gitmek icin, dua edin ki "Allah'iniz ogut alabilmenizi dilemis olsun"
-
Kur'andaki çelişkiler
Tabi ki. Zaten o yuzden bilim dogmalasamaz ve cag disina dusemez. Cunku gozlem de bilgi de olgu da gecerliligini yanlislanabilene kadar korur. Buradaonemli olan bilimin olgusunun tartismasiz gecerliligidir. O yuzden de yanlislanabilmesi gozlem ile mumkundur. Halbukiideolojiler inanclar izmler ve her turlu soyut degerler aklin kendini inandirdigi ve kendine dogruladiugidir ve bu dogrulama; mutlak, kesin, tek, ilk v.s. olartak gozlem icermez ve sadece dogrulayanca gecerlidir. O yuzden de yanlislasamaz ve bilim bilgi olgu ve bulgu olarak yenilendikce, degistikce, gelistikce de onun gerisinde tutucu gerici bir dogma olarak olduklari yerde sayarlar. Mantik ta aynidir. Mantik iki turlu isler; Ya olmus bir gozlemin nasilinin aciklanmasdi. Ya da olabilecek bir gozlemin olabilirliginin bilimselligi. O yuzden bilimsel,her turlu elestiri tartismasiz sonuc verir. Bilisselelestiri de, bilgiye algiya bilinc ve farkindaliga dayanir. Bir de ...e gore onemlidir. Cunku hersey bir ....e gore temelinde degerlendirilir ve cogu kisi kendisinin degerlendirdigi ...e goresinin farkinda degildir. Cunku bilincaltisartlanmis sorgulanmaz degerleri ile degerlendirir. Bu degerlendirmeden ziyade bir savunu ve sahiplenmedir. Benim ..e gorem insanoglutemelli (kul kole mal meta mulk madde ya da insanoglu disi baska bir sey degil) bilgisel, bilimsel, biulissel, evrensel, insansal, kavramsal ve bireysel temeldedir. Bu temellerde sosyal olarak evrensel hukuk ve insan haklarinin hak ve ozgurluk talebine, savunusuna destegine ve ihlal edilememesine dayalidir. Zaten hukuk taancak adaleti, esitligi, demokrasiyi ve tum insani degerleri boyle saglar. Iste bir seyin etik olup olmadigi da bu temeldedir. Digerleri de cagdaslik bilim ve teknigin su anki geldigi nokta uzerinedir. Iste bu nokta bir virgule olarak daimi yenilenir, gelisir ve degisir.
-
fikriniz önemli
Burada yasanan bir kararsizlik ve bir dostluk/arkadaslik soz konmusu. Arkadasin bu ikisi arasinda gidipgeliyor. Kararsizken senden uzak duruyor, dostluk/arkadaslik v.s., hissettiginde de sana yaklasiyor. Bir yerde kendi Adina seni kullaniyor. Iki sey yapabilirsin. Ya sabredebilirsin, ya da bunu onun ile konusabilirsin. Yalniz kararsizligi devam ettikce, konmusmak pek bir ise yaramayacaktir. Yani kisaca bu kullanima razi olup olmasmak senin insiyatifinde. Eger bu insiyatifini kullanacak isen, senden uzak durdugu kararsiz anlarinda ona dost olup bunun nedenini ogrenmeye calisirsin. Nedeninde seni suclama v.s. varsa; buna da ya karsilik verip, iliskiyi kesdersin; ya da olgun davranip; onu algilamaya onun ile ermpati kurmaya calisirsin. Yalniz her seyin ozu senin bu caprasik giden iliskiden ne bekledigine bu iliskinin sence sana ne saglayip, senden ne alip goturdugune verecegin degerlendirmeye bagli.
-
Kur'andaki çelişkiler
Bunca siralanan celiskili ayet icinden hangi ayetten ve nedeninden bahsediliyor? Sonucta herseyin bir nedeni vardir. Burada onemli olan nedeni degil, o nedenin iletilen ayet olarak nasilalgilandigi uygulandigi ve yasattigi reel sonuctur.
-
Çağdaş Sosyalizm
Genelde gunumuzde kisiler sosyalizmden bahsederken bunun neden gerekli oldugunu izah etmeye calisiyorlar. Halbuki 21. Yuzyilda tartisilmasi ve sorgulanmasi gereken "Nasil bir sosyalizm?" sorusu olmalidir. Cunku, herseyden once her bir beyin duzeyinin sosyalizm kavramindan ne algiladigi ve nasil bir ve ne sekilde anlam ve icerik verdigi farklidir. O yuzden once sosyalizm kavraminin nasilinin anlam ve iceriginde ortak noktalarin bulunmasi gerekir. 21. yuzyildayiz. Cagimiz bilgi ve bilisim cagi. Ayni zamanda birey olmusluk cagi. Bu temelde ben once ideolojik degil de, etik; inancsal degil de bilissel ontolojik degil de epistemolojik, guce otoriteye ihtiyac duyup toplumu nicelik olarak degerlendiren degil de; demokjratik yolla gelen sosyo-etik bilincli ve her bir niceligi niteligi ile birlikte degerlendiren sosyalizmden yanayim. Yani insanoglunun niceligini bir nitelik temelinde kitlesellestirmek yerine, insanoglunun niteligini one cikarmak. Bu da insanoglunun ne gibi yetilerinin oldugunun farkindaligini ve bilincini ortaya getirir. Buradan sinifsal degil de bireysel sosyalizm olgusu ortaya cikar. Iste bu bireysel sosyalizmin her bir bireyin sosyallige bunu etik temelde farklarin farkinda ve evreensel hukuk insan haklari temelindeki antiayrimci bir hak ve ozgurluklerin temelinde her turlu firsat esitligini savunan ve toplumun her bir kesiminin yasam standartini ve duzeyini yukseltici bir amac ile kurulacak olan ozgur birey devleti. Sosyal, normallesmis, sivil, hak ve ozgurlukcu, demokratik ve bireyin her turlu yasam ve iliskisindeki hak ve ozgurlugunu savunacak talep edecek ve koruyup/kollayacak siuvil ve yol gosterici kurum ve kuruluslar. Politikanin toplum uzerinde degil, devletin ve hukumetin kendi toplumu uzerinmdeki pragmatist yanasimi. Etik hic bir degerin politikanin somuru ve cikarina hizmet etmesine izin vermeyen bir hukuk sistemi. Sekuler bilincli bir yonlendirim ve yonetim bicimi, bilimsel bilissel ve bilgisel temelli cagdas egitim ve birey yetistirimi. Bireylerin sorgulamaya yonlenmesini saglayan niteligi oner cikarak kritik analitik analojik ve toplumun her bir bireyinin yararina bir beyin egitimi. Dusunen ve dusunduren beyinlerin egitimi. Kisaca zihinsel degisim ve devrimin yonlendiriom ve yonetimdeki ivedi onceligi. Daimi baristan ve hak ve ozgurluklerden yana bir tutum. Dunya halklarina ve onlarin hak ve ozgurluklerine etik deger farkina bakilmaksizin gosterilecek savunu ve verilecek destek. Aslinda bunblar daha da genisletiulebilir ve detaylandirilabilir. O yuzden nasil bir sosyalizmin tartisilmasi istenen arzu edilen sosyalizmin ne oldugunun ve nasil insa edileceginin tartisilmasi demektir. Aksi her bir beyinderki sosyalizm algisi v.s. farklidir. Ustelik ortaya atilan sosyalizmin temeli bir ideolojik/politik bir dozen ve system olarak ta atildigi sekli ile cagdisidir. İnsanın, insanlığın potansiyelini bir izme ideolojiye insanoglunun yarattigi ve somutlasstirdigi bir dozen ve sisteme adamak ile, insanoglunun kendi anlattigi masallara kendisininm teslim olmasini savunmak arasinda hic bir fark yoktur. Bu dusunce olarak kendisini insanoglu turunden gormeyen, insanoglunun niteliklerini hice sayan, insanoglunu sadece nicelik olarak tek bir nitelige mal, meta mulk olarak adayan ama insanoglu olamamis ontolojik temelli felsefi bir beynin dusuncesidir. Ayni beyin ne 21. yuzyilda oldugunun farkindadir, ne de beynin zihinsel oneminin bilincin farkindadir. Ne de bilgi ve bilisim caginda oldugunun farkindadir. Kisaca 19. yuzyildan kalma kendi ontolojik/nicelik temelli tek niteligi nicelik olarak algiladigi insanogluna dayatmaktan baska bir sey degildir. Zaten sosyalizmin de basarili olamamasinin sebebi budur. Insanoglunu bir mal meta olarak gormek ve kendisinin de niteligini insanogluna dayatmak. Bu zihniyetin aslinda hic bir dogma ideolojik ve dayatmali dinden de digger izmlerden de farki yoktur. Ne bir birey bilinci icerir ne de bir insanoglu farkindaligi. Zaten bu zihniyettir sosyalizmi kapitalizme de peskes ceken. Cunku ayni zihniyet bugun emperyalist zihniyettir. Yani guc otorite kullanarak insanoglu yerine koymadigi ulke ve toplumlara saldirmak. Yani "ulkelerin kaderlerini tayin etme hakkini" kendinde gormek. Insanoglu potansiyelini algilayamayan hic bir zihniyet, kapitalizmin somurusune ve onuncikarina teslimiyetine mahkumdur. Iste materyalizm ile idealizmin ortak akilciligi insanoglunu insanoglu disi bir fenomene teslim etmektir. Biri kul yaparken digeri insanoglunu metya mal yapar ve her ikisi de kendi niteligine kole olacak insanoglu niceligi arar. Kendisi aslinda bu zihniyet ile karsi oldugu sandigi idealism ile de kapitalizm ile de birlesmektedir. Iste o yuzden insanoglu potansiyelinin farkinda ve bilincinde olmayan bir beyin, birey bilinci tasimayan sosyal bilinc tasimayan bir beyindir. Birey bilinci, sosyo-etik bilinc ve ozgur birey devleti olmadan insanoglu temelli insani degerler olmadan ya da bunlari kendi ideolojisi inanmci izmi icin ihlal edcen sosyalizm mumkun degildir. Tabi burada her bir nitelige onem ve deger veren evrensel hukuk insan haklari temelindeki hak ve ozgurlukcu ve hak ve ozgurluk ihlalini onleyici bir sosyalizmden bahsediyorum Sinif temelli guc ve otorite nicelikli zor kullanarak uygulanacak Devrime gelirsek, 21. yuzyildayiz. Demokratik yolla iktidara gelme olanagi olan bir dunyada yasiyoruz ve bu olanak gecmis tarihten daha da fazla. Eger hala devrimden bahsediyorsak bu bir savas ve fenomenal kan dokmekten baska bir sey degildir. Eger hala devrim yolu ile iktidara geliniyorsa, bu demokratik olarak toplumun ve de farkli halklarinin ve kesimlerinin seni iktidara getirecek kadar benimsemedigini ya da senin kendini onlara yeteri kadar izah edemedigini gosterir. Diyelim devrim ile gelindi, ne olacak baslanacak kendi nitelikleri halklara ve topluma dayatilmaya. Bunun SSCB' nden farki ne olacak? Ya da getirilecek olanin, getirence her turlu yasak ve onlemeler ile yaptigi fasizmden ya da her hangi bir guc ve otoriteye tapan izmden farki ne olacak? Demekki her zamanki gibi once zihin degisimi ve bilinclenme gerekiyor. Topluma farkli halklara ve kesimlerine gelecek sosyalist bir yonetimin nasil yarar saglayacagini aciklamak gerekiyor. Digerlerinin toplum ve farkli halklari ve kesimleri icin iktidara gelmediklerini, sadece kendi politik cikar ve somuruleri icin geldiklerini anlatmak gerekiyor. Sosyalizm, kavram olarak tamamen demokrasiyi sosyo-etik bilinci antiayrimciligi, toplumun ve farkli halklarindan yana olmayi sekuleriteyi, firsat esitligini icermediktenm sonra, hak ve ozgurlukleri savunmak, talep etmek ve desteklemek yerine, ihlal ettikten sonra, sosyalizm degildir; fasizmden de bir farki kalmaz. Sosyalizmi fasizmden farkli kilan en buyuk ozellik, hak ve ozgurluklerin hic bir sekilde ihlal edilmemesidir. Yoksa toplum ve farkli halklari ve kesimleri icin, zor yolu ile gelen ve kendi niteliklerini dayatan bir iktidarin fasizm ya da sosyalizm adi altinda gelmesi fark etmez. Cunku bir seyin ne oldugu adinda degil, yaptigi icraatinda dusunce ve davranisindadir. Iste o yuzden "nasil sosyalizm?" sorusu yaniti aciklamasi ve bilgisi ve de bunun topluma ve farkli halklarina ve kesimlerine yansitilmasi cok onemlidir. Aksi kimse bana topluma sosyalizm ile fasizm arasindaki farki anlatamaz. Sonucta bir seyi bir seyin elinden zor ile almak fasizmdir. Bunun sosyalizm oldugu kimseye izah edilemez. Zor, baski, saldiri, yasak v.s. temelli her turlu insanlikdisi ve vuicdan disi dusunce ve davranis; tam da emperyalist zihniyetin bugun yaptigidir. Ustelik "demokrasi, ozgurluk, hak, hukuk,adalet, esitlik" temelli insani kavramlari cikar ve somuru olarak kullanarak ve bunlar Adina her seyi mubah ve mesru kilarak. Aynisini sosyalizmin yapmasinin, ne emperyalist zihniyetten ne de fasizmden ya da dini politikadan bir farki yoktur. Iste sosyalizm kendi farkini "demokrasi, ozgurluk, hak, hukuk, adalet, esitlik" v.s. kavramlarini toplum ve farkli halklari ve kesimleri Adina ve yararina kullanarak ve burden hic bir cikar ve somuru gozetmeden ortaya koymalidir. Bu farkini da anlatabilmeli ve goisterebilmelidir. Bunun da yolu emperyalist zihniyetin yolu olan baski zor kullanmakj saldiri, savas v.s. degildir. Bu hata zaten ilk defa SSCB'nin Afgasnistan'a saldirmasi ile islendi. Bugun emperyalist zihniyet iste bu o devrin sosyalizmini kullanarak teroru yaratiyor, koruyor, kolluyor, besliyor ve dunyaya da sanki onun ile savasiyormuis ve toplumlari ondan koruyormus gibi bir izlenim veriyor. Yukaridaki kavramlari da buna alet ederek, her turlu saldirisini guc ve otoritesi ile mesru ve mubah kiliyor. Yani kavramlari su istismar ediyor ve toplumu kandiriyor. Sosyalizmin 21. yuzyilda bunlardan farki olmali. Bu fark, tam da zor yolu kullanmamakta yatiyor. Yoksa fasizm ile farkini aciklanamaz. Cunku o tarihte uygulanan sosyalist oldugu soylenen icerikteki zor kullaniminin, bugun fasizmden bir farki yoktur. Kim bana hak ve ozgurlukleri yasam olarak elinden alinanlarin ve katledilenlerin Stalin ya da Hitler tarafindan yapilmasinin bir farkini izah edebilir. Adi ne olursa olsun, katliam zor kullanma hep aynidir. Bu ister fasizm ister sosyalizm Adina yapilsin; toplumun gozunde yapan bir katildir. Iste sosyalizm artik 21. yuzyilda emperyalizme verdigi o devir anlam ve icerigini ondan farkli olarak cagdasliga tasimalidir. Yoksa emperyalizm her yere kendi cikar ve somurusu icin sosyalizm adi ile saldirmaya devam eder. Yukaridaki kavramlarin da istismarina devam eder. Yukaridaki kavramlarin "demokrasi, hak, ozgurluk, hukuk, adalet, esitlik" v.s. sosyalizmin toplum yararina verebilecegini gostermek ve emperyualizmin gercek yuzunu sergilemek, emperyalist yontem ve uiygulamalar ile olmaz. Cunku tum insanlikdisi dusunce ve davranislar emperyalist zihniyetin urunudur, ustelik bu kavramlari su istismar ederek bunu yapar. Sosyalizm bundan farkli ise, farkini gostersin. Bu da zor kullanmak degildir. Bugun ontolojik felsefeler olan materyalizm, idealism ve pozitivizm ve bunlarin temel aldigi her turlu etik deger ve ideolojik inancsal izmler; emperyalist zihniyetin kendi politik/ekonomik/diplomatic guc ve otoriteye dayanan insanoglunu meta, mal madde ve kul ve kole olarak degerlendiren ve tum insanligin degerlerini de cikar ve duygu somurusu olarak kullanan bir iceriktedir. Iste tamda bu nedenden sosyalizm insanoglunun bir meta mal madde kul ve kole olmadigini tum insani degerlere sahip oldugunu ve bunu da emperyalizm gibi duygu ve cikar somurusunde yapip ekonomiyi nicelik olarak azinligin eline veren emperyalist zihniyetten farkli olarak cogunlugun yani toplunm ve farkli halklari ve kesimleri icin yaptigini gostermelidir. Bu da sosyalizmi ontolojik temelden insanoglu timeline tasimak ile nitelikile nicelik paralelligini kurmakile olur. Yoksa bugun antiemparyalist gibi gorunen tum ideolojik inancsalizmler, aslinda emperyalist zihniyetin bir parcasidir ve ona hizmet etmektedir. Cunku emperyalizm kendi karsitligini da bunyesinde tasir. Ancak emperyalist olmayanbir zihniyet, kendi emperyalist olmayan sosyalizmini ortaya koyabilir. Bu da emperyalizmin yaptiginin tam tersini yapmak dusunmek ve davranmaktir. Ya da yaptigi insani degerlerin aslinda bir cikar ve somuru oldugunu gostermek ve bunu onun gibi bir cikar ve somuru olarak yapmamak insanlik Adina ve etik olarak yapmaktir. Yoksa insanoglu niteligi sadece insanoglu niceligini teslim almak, itaat ettirmek, biat ettirmek, guc ve otoriteye boyun egdirmek, kul ve kole yapmak, mal meta ve mulk yapmak her turlu insanlikdegerini de sosyo-etik degeri de cikar ve somuru araci olarak kullanmak ve insanoglu niceligini de bu ugurda herseyi mesru ve mubah kilarak harcamak icin kullanir. Halbuki insanoglu niteligi insanoglu niceligi ile paraleldir ve esittir. O yuzden emperyalist zihniyetli, ontolojik temelli nicelik hakimiyetli sosyalizm degil; insanoglu temelli nitelik/nicelik esitli sosyalizm Neden iktidar demokratik yollar ile alinamiyor? Alinamiyorsa, burda bazi seyleri sorgulamak gerekir? Ya da toplumun sosyalizmi algilayacak nitelikte olmadiginin farkindaligi gerekir. Iste bu farkindalik, once topluma bu niteligi kazandiracak bir icerikte olmalidir. Yoksa olan adi sadece sosyalizm olan bir emperyalist zihniyet olur. Insanliga ters dusen ne varsa onlarin da ortadan kaldirilmasi ve insanlik adina ne varsa, onlarin da nasilemperyalizm adina cikar ve somuru olarak su istismar edildigi ve arac olarak kullanildigi ve de insanoglunun bunlar kullanilarak ve bir malmeta madde ya da kul kole niceliginde degerlendirilerek nasil emperyalizmin cikari ve somurusu adina harcandigi ve kullanildigi ancak iktidar da iken ve ustelik topluma bunun bilinci verilerek yapilir. Ben bir birey olarak ve 21, yuzyilin bireyi olarak; ontolojik temelli ideolojik inanca ve zora, guce ve otoriteye dayanan bir sosyalizmin pesinden gidecek bir nicelik degilim. Benim algimda hic bir kimse de degil. Herkes kendine gore kendince kendi duzeyince bir nitelik sahibi. Aksine insanoglu temelli evrensel hukuk insan haklari bunyesinde hak ve ozgurluklerden yana olan ve bunu daimi hak ve ozgurlugu toplum farkli haklar ve kesimler olarak ihlal edilen nitelikli nicelikten evrensel hukuk insan haklarindan yana sosyo-etik bilincli bir bireyim. Kimse hukuksuz olarak zor yolu ile hak ve ozgurlukleri ihlal ederek, hak ve ozgurluk saglayacagini kendi ile celismeden, aciklayamaz. Cunku bir beyin, ya hak ve ozgurluklerden yanadir, ya da ihlal edenlerden yana. Hangi hak ve ozgurlukler icin hak ve ozgurluk ihlal ettig ise onemli degildir. Bunu ister dini ister milli, ister ideolojik ister inanc ister bir etik ya da izm Adina yapmak; kimseyi hak ve ozgurluk ihlali eden olarak hakli, hukuklu ya da adil kilmaz. Ustelik te etik degildir. Hukuk denen bir sey var. Bu da hem hak ve ozgurlukleri saglamak hem de ihlal etmemek icindir. Iste demokrasi de, esitlik te, adalet de tum insani degerler de burdadir. Diger tum guc ve otoriteye dayanan yollar, kendi ideolojik inancsal izmsel cikari Adina yapilan baskilar, zorlamalar, yasaklar ve buna uyarlanan kurallar kaideler v.s. hukuksuzdur ve emperyalist zihniyetin cikarinadir. O yuzden bugun dunyada sosyalist bir dozen de system de yoktur. Cunku bugun bir sosyalist duzen hic bir cografya ve toplumda evrensel hukuk insan haklari ve hak ve ozgurlukler ihlal edilerek, ustelik "ben bunu insanogluna hak ve ozgurluk saglamak icin sosyalizm adina yapiyorum" demenin; ABD'nin ikiz kuleleri kendi vurdurduktan sonra bunu cikar ve somuru temelinde kullanarak "biz Irak'a demokrasi, adalet, hak ve ozgurluk getirmek icin ciktik" soylemi ile Once Afganistan sonra daIrak'a askeri teror ile saldirmasindan ve masum toplumu katletmesinden ve bugun de hala Irak'in yasadigi vahsetin sorumlusu olmaktan farkli olmaz. Ayni zihniyet bugun kokdendinci teroru kullanarak, O.Doguyu kendi politik/ekonomik cikar ve somurusu icin; kan golune cevirmis ve cevirmektedir ve bunu da dini/milli degerler adina yaptigini soylemektedir. Sosyalizm nasili ile bu kervana katilmamali emperyalist zihniyetin yaptiginin tam tersini yapatak hem sosyalizmin hakkini vermeli, hem de olmasiu gereken sosyalizmi dunyaya gostermelidir.
-
Sünnet Olmak / Etmek, Allah’a Karşı Gelmektir.
Bir seyin dogrtu yanlis olduguna karar vermeden once, yazilanlarin iyi okunmasi gerekiyor. Bak, ne denmis; Eger bilimsel ve biyolojik olarak gozlem veren, deneyi yapilmis ve herkesce gecerli bir olgu haline gelmis "sunnetin yararlari" var ise, bunu acik acik yazmak gerekir. Verilenler sadece linklerdir ve ingilizcedir. O yuzden sozde tibcilar ile bilimsel tibcilari da ayirmak gerekir. Saglik konusu bir algi/inanc/akilcilik degil, olgu/veri konusudur. O yuzden sunnetin olgu olarak yarari oldugunu iddia eden, burada bunu acikca bilimsel temelde yazmali ya da alintilamalidir. Iste ancak o durumda, yazilanlara parallel olarak; yazilanlarin bilimsel olup olmadigi bilimsel verilerle tartisilabilir.
-
Kur'andaki çelişkiler
Aslinda burda iki ana farkli zihniyet gorunur. Birincisi karanlik cag zihniyeti- Teslimiyetci, biatci, itaatci, ummetci ve bunu saglamayan dini nitelikleri gosterenlere karsi da, katliamci, iskenceci, tecavuzcu, acimasiz, vicdansiz ve beyinsiz. Ikincisi Aydinlak cag ile basliyan zihniyet- Soyutlayici, soyut muhakemeci, elestirici, degerlendirici, sorgulayici, arastirici, inceleyici, bulucu, kurucu, bireysel, farkindalikli, bilincli, bilimsel, bilgili, aciklayici, nedenleyici, sosyo-etik bilincli, sosyal yasamci hak ve oizgurlukcu, adaletli, hukuklu, demokratik, esitlikci, antiayrimci, firkin farkinda olan v.s. Iste bu ikisi arasinda belki fiziksel bir fark yok ama; beyinsel dusunseldavranissal ve zihinsel fark kapanamayacak kadar acik ve buyuk. Cag olarak ta asirlar boyu ve her asir aralari farklilasir sekilde.
-
DİN ADINA İŞLENEN GÜNAHLAR
HIRİSTİYANLAR VE ŞİDDET ‘Hepsini öldürün! Tanrı kendisine ait olanları bilir’ Cemaatine “düşmanlarınızı sevin” mesajını veren Hz. İsa’nın yandaşları, yüzyıllarca şiddetin her türünü kullandılar. Kimin “gerçek” Hıristiyan, kimin “sapkın” olduğunun ayırt edilemediği bir kalabalığı toptan kılıçtan geçirmek bile mubah görülüyordu. AYŞEN GÜR İncil’in en çok tartışılan bölümü, hiç şüphesiz “Dağdaki Vaaz”dır. Hz. İsa’nın yandaşlarına verdiği bu vaazda şöyle dediği söylenir: “Göze göz, dişe diş denildiğini duydunuz. Ama ben size diyorum ki, kötüye karşı direnmeyin. Sağ yanağınıza bir tokat atana öbürünü de çevirin” (Matta 6: 38-39). Ve sonra şöyle devam eder: “Komşunu sev, düşmanından nefret et, denildiğini duydunuz. Ama ben size diyorum ki, düşmanlarınızı sevin, size zulmedenler için dua edin” (Matta 6: 43-44). Bu vaaz çok tartışılmıştır çünkü Hıristiyanlar, şiddeti bir araç olarak sık sık kullanmıştır. Dağdaki Vaaz’a hayranlık duyan barışçı hareketin önemli ismi Gandhi’nin “İsa’nızı seviyorum. Ama siz Hıristiyanları sevmiyorum” demesinin nedeni de budur. Bu çelişki, genellikle Hıristiyanlığın 312 yılında Roma İmparatoru Konstantin’in bu dini benimsemesiyle bir devlet dini haline dönüşmesine bağlanır. Roma İmparatoru Hıristiyan olunca devletin gücünü yeni dini yaymak, diğerlerini söküp atmak için kullanmaya başladı. Önce Aziz Ambrosius (4. yüzyıl) ve Aziz Augustinus (354-430), sonra Aziz Thomas Aquinas (13. yüzyıl) gibi önemli Hıristiyan düşünürleri, “adil savaş” kavramını geliştirdiler. Aquinas, Aziz Augustinus’tan şu alıntıyı yaptı: “Müşfik bir sertlikle cezalandırmak zorunda kaldığımız kişilerin iradelerini bastırmamız gerekebilir. Çünkü onları günahlarından kurtarmak, onların iyiliğinedir.” Yani, Tanrı’nın adına hareket edenlerin her türlü savunma ve saldırıya hakları vardı; sonuçta bu şiddetten zarar görecek olanların “hayrı” için hareket ediyor ve böylece Hz. İsa’nın kötülük yapmama emrine uymuş oluyorlardı. Augustinus, ortodoks (“doğru”) kabul ettiği inancın dışına çıkan inançlara baskı uygulanması gerektiğini de öne sürüyordu. Örneğin kendi döneminde Kuzey Afrika’da Donatist denilen Hıristiyan tarikatını tamamen sapkın kabul eden Augustinus, bunlara yapılan zulmü “kendileri farkında olmasalar bile onların hayrına” olduğu için onaylıyordu. Ayrıca, bu gibi sapkın tehditleri karşısında, Kilisenin doğrudan Roma İmparatorluğu’ndan yardım istemesi gerektiğini de söylemişti. Kilise Ortaçağ boyunca ne zaman şiddet uygulanmasını istese, hükümdarların desteğine başvururken Augustinus’un sözlerini referans olarak kullandı. Bir insan, vaftiz olarak Hıristiyan olur. Papa Aziz Gregorius (papalığı: 590-604) döneminde, vaftizin zorla değil isteyerek yapılması gerektiği belirtilmişti. Ancak “isteyerek”ten ne kastedildiği açık değildi. Örneğin İmparator Şarlman, 782’de Hıristiyan olmak istemeyen Sakson halkını katletmiş, sonra da Capitulatio de partibus Saxoniae denilen yasayı çıkartmıştı: “Sakson ırkından herhangi biri bundan sonra kendi aralarında vaftiz olmadan saklanırsa ve pagan olarak kalmak isterse, onu ölümle cezalandırın.” İsa Mesih’in askerleri “İblis’in hilelerine karşı durabilmek için Tanrı’nın bütün silahlarını kuşanın. Çünkü savaşımız insanlara karşı değil, kötülüğün göksel yerlerdeki ruhsal ordularına, yönetimlere, hükümranlıklara, bu karanlık dünyanın güçlerine karşıdır” (Efesliler, 6: 11-12). “İsa Mesih’in bir askeri olarak benimle birlikte sıkıntıya göğüs ger” (Timoteyus 2: 3). İncil’den yapılan bu alıntılar, aslında daha çok ruhani bir savaştan söz edildiği halde, zamanla maddi bir anlam kazanmaya başladı. Şiddet kavramı kutsallaştırıldı. Roma İmparatoru Heraclius, 620’de Sasani ordusu karşısında kendi askerlerini, “Tanrı isterse, tek bir kişi bin kişiyi yener. Kardeşlerimizin kurtuluşu için kendimizi Tanrı’ya feda edelim, din uğruna ölelim ki Tanrı’dan ödülümüzü alalım” diyerek coşturmuştu. Burada İslamiyet’teki “şehitlik” kavramına benzer bir kavramdan söz etmek gerekir. “Şehit” olmak için savaşçı olmak gerekmemesine rağmen, haçlı seferlerinde, din uğruna savaşarak ölmenin arındırıcı yönü hep vurgulandı. İsa tutuklandığında, havarilerinden Petrus onu savunmak üzere kılıcını çekmiş ancak İsa ona “kılıcını kınına sok” demişti. Zamanla Kilise bilginleri, Hz. İsa’nın “kılıcını at” değil “kınına sok” diyerek, o gün değilse bile gelecekte bir gün İsa’yı savunmak üzere kılıç kullanılabileceğini öne sürdüler. Hz. İsa uğruna ruhani bir savaş verdikleri için din adamlarına “İsa Mesih’in askeri” denirdi. Hatta Tours’lu Aziz Martin (4. yüzyıl) “Ben İsa Mesih’in askeriyim. Çarpışamam” dediği için ordudan atılmıştı. Ama ruhani asker, bir süre sonra gerçek askere dönüştü. Haçlı seferlerinde Tapınak veya Töton Şövalyeleri gibi savaşçı tarikatların kurulmasını Kilise onayladı hatta destekledi. Kilisede “sapkın” korkusu Hıristiyanlığın Roma İmparatorluğu’nun resmi dini olması, büyük bir değişimdi. Çünkü Roma, çeşitli inançlara izin veren bir devletken, birden sadece tek bir dini dayatmaya başlamıştı. Pagan dinlerin ortadan kalkması, sanıldığından çok daha uzun zaman aldı. Ancak Hıristiyanlığın sonraki döneminde, şiddete maruz kalanların paganlardan çok Yahudiler, Müslümanlar ve sapkın kabul edilen diğer Hıristiyanlar olduğunu görüyoruz. Büyük ihtimalle Kilise, bunları asıl tehdit olarak görüyordu, paganlar ise kazanabileceği yeni cemaatlerdi. Kilise içindeki “sapkın” sorunsalı, daha Konstantin’in topladığı ilk ruhani meclis olan İznik Konsili’nde tartışılmaya başlanmıştı (325). İmparatorluğun resmî, ortodoks (“doğru”) dininin İznik Konsili’nde kabul edilen din olduğunu belirleyen, diğer inanışları yasaklayarak sapkın ilan eden Selanik Fermanı sonraki imparatorlardan Theodosius döneminde kabul edildi (380). Bu tarihten sonra Kilisenin mücadele ettiği sapkın inanış ve tarikatların sayısı o kadar fazladır ki, ancak büyük bir ansiklopedide anlatılabilir. Arius’çular, Pavlikanlar, Bogomiller… vb.den başlayarak Kilise’nin bastırdığı bütün cemaatlere her türlü şiddet uygulandı. Bu katliamların en tanınmışı, Engizisyon’un da kurulmasında başlıca rolü oynadığı için 1208-1229 arasındaki Albililere (Albigeois) karşı haçlı seferidir. Papalık, bundan sonra, “sapkın” Hıristiyanlara karşı daha pek çok haçlı seferi açacaktır. 12. yüzyılda, “Kathar”lık denilen bir Hıristiyan inanışı, doğudan batıya doğru ilerleyerek Fransa’nın güneyindeki Languedoc bölgesini etkisi altına almıştı. Katharlar Roma Kilisesi’nin otoritesine boyun eğmiyorlardı. Bu inancı, sadece bölgedeki halk değil feodal beyler de paylaştığından, kimse onlara dokunamıyordu. Kilisenin buna ilk tepkisi, 1184’te bölgede bir Engizisyon kurmak oldu. 1208’de Papa III. İnnocentius, bölgeye yolladığı Pierre de Castelnau’nun öldürülmesi üzerine buradaki Katharlara karşı bir haçlı seferi açtı. Bu sefer yıllarca sürecek, bölgedeki bütün kent ve kalelerin alınması, halkın katledilmesi, Kathar inancının tamamen bastırılmasıyla sonuçlanacaktı. Yapılan katliamlar arasında en ünlüsü, 1209’da Béziers’nin haçlıların eline geçişidir. Béziers’yi kuşatan haçlılar, içeridekilere “Gerçek Hıristiyanlar (Kathar olmayanlar) dışarı çıksın, kendilerini kurtarsın” diye seslenmişti. Ancak bu çağrıya uyan olmadı. Sonunda, haçlılar kenti aldıklarında, neler olduğunu dönemin yazarlarından Heisterbach’lı Caesar şöyle anlattı: “(Haçlılar) kentteki sapkınların arasında Katoliklerin de bulunduğunu öğrendiklerinde, (Haçlıların önderi) Citeaux rahibi Arnaud Amaury’ye sordular: ‘Efendim, ne yapacağız? İnançlılarla sapkınları birbirinden nasıl ayırt edeceğiz?’ Arnauld Amaury, Katolik olduğunu iddia edenlerin, Haçlılar şehirden ayrılır ayrılmaz yeniden sapkınlıklarına geri döneceğinden endişe ediyordu. Şöyle dediğini söylerler: ‘Hepsini öldürün! Tanrı kendisine ait olanları bilir‘. Böylece sayısız insan kılıçtan geçirildi.” Arnauld Amaury’nin söylediği iddia edilen sözün ikinci cümlesi (Tanrı kendisine ait olanları bilir), İncil’den alınmıştı (Timoteyus 2: 19) ancak ilk cümle (Hepsini öldürün) kendi katkısıydı. O günden sonra, sivillerin katledildiği birçok savaşta tekrarlandı. Katharlara karşı yapılan haçlı seferinde, yüzlerce kadın, erkek, çocuğun kılıçtan geçirildiği Béziers katliamı tek örnek değildir. Toulouse’da, Marmande’da ve son olarak Montségur’de ‘sapkınlar’ canlı canlı yakıldı. 1233’de yönetimi Dominiken tarikatına verilen engizisyon, kalıcı olarak Carcassonne’a yerleşti. İspanya’da dini temizlik Engizisyon, Roma Katolik Kilisesi’nin çeşitli yer ve dönemlerde kurulmasını emrettiği dini mahkemelerdi. Hedefi sapkınlarla mücadele etmek olan ve 19. yüzyıla kadar süren Engizisyon uygulamaları, ülkeden ülkeye ve dönemden döneme değişir. Genellikle gösterdiği şiddetle en çok hatırlanan, İspanya’da 1483’te Tómas de Torquemada başkanlığında kurulan Engizisyondur. İspanya’nın özel bir durumu vardı. 25 Kasım 1491’de imzalanan Elhamra Antlaşması’yla bu ülkedeki son Müslüman devleti olan Gırnata Emirliği de ortadan kalkmıştı. Antlaşma, Müslüman halka ibadet özgürlüğü tanıyordu. 1492’de İspanya’nın tamamında bütün Yahudilerin ülkeyi terketmekle vaftiz olmak arasında bir seçim yapmaları istendi. Müslümanlar ise kendi dinlerini koruyabilirlerdi. Bunlara “mudéjar” (müdeccen; uyum sağlamış) deniyordu. Talavera Başpiskoposu, müdeccenlere yeni dini anlatarak vaftiz olmaya davet eden yavaş ve kademeli bir hıristiyanlaştırma yöntemi benimsemişti. Ancak Engizisyonun başına Kardinal Francisco Jiménez de Cisneros’un gelmesiyle işler değişti. Cisneros’un başkanlığındaki engizisyonun 1499’da Granada’ya (Gırnata) gelmesiyle, Müslümanlar için zor günler başladı. Cisneros’a göre Müslümanların ikna edilerek vaftiz ettirilmesi, “domuzlara inci vermek”ten farksızdı. Gırnata’daki tıp kitapları hariç Arapça yazılmış bütün kitapların (tahminen 5 bin) yakılmasını emretti. Ertesi yıl müdeccenlerin ayaklanması üzerine, Gırnata Antlaşması’nın yürürlükten kalktığı ilan edildi; Müslümanlara da vaftiz olmakla sürgüne gitmek arasında bir seçim sunuldu. Çoğunun vaftiz olmayı kabul etmesi üzerine Cisneros, 1500’te raporunda, “Artık şehirde Hıristiyan olmayan tek kişi kalmadı, bütün camiler de kilise oldu” diye yazdı. Ancak İspanya’nın Gırnata’dan önce Hıristiyanların eline geçmiş diğer yerlerinde müdeccenler yaşamaya devam ediyordu. Osmanlı İmparatorluğu ile yapılan savaşlar, Hıristiyanların birlikte yaşadıkları bu Müslümanlara karşı tahammülünü sıfıra indirmişti. Valencia’da 1519’daki bir veba salgınının ardından loncaların başlattığı Kardeşlikler Ayaklanmasında, krala sunulan taleplerin başında, müdeccen meselesinin “halledilmesi” geliyordu. Burada Müslümanların zorla vaftiz edilmesi 1523’e kadar sürdü. İsyan bastırıldıktan sonra, bu vaftizlerin geçerli olup olmadığı tartışması başladı. İmparator Şarlken (aynı zamanda İspanya Kralıydı), Madrid’de din adamı ve hukukçuları toplayarak, bu sorunun cevabını aradı (1525). Komisyon, vaftizlerin zorla yapılmadığına karar verdi; zira herkese iki seçenek sunulmuştu: Ölüm veya vaftiz. Oysa vaftizin geçersiz sayılması için, hiçbir seçenek sunulmaması gerekirdi… Bu ilginç yorum sonucu herkes Hıristiyan olmuştu ama, bu defa yeni bir sorun başlamıştı: Dönmeler sorunu. Yüzyılın geri kalanında Engizisyon, zamanının çoğunu dönmelere hasretti. Yahudi dönmelere “marrano” Müslüman dönmelere “morisco” adı takılmıştı. Bunların samimi Hıristiyanlar olmadığı düşünülüyordu. Özellikle halktaki “gizli Müslüman” ve “gizli Yahudi” korkusunun bir isteri halini aldığı söylenebilir. Marranoların cumartesi günü çalışmamak için bahaneler uydurduğu, moriscoların cuma namazı saatinde evlerine kapandığı söylentileri yaygındı. Böylece “saf kan” (limpieza de sangre) yasaları çıkmaya başladı. Kilise mensubu olmak, yerel yönetime girmek, sarayda görev almak vb. için insanın dönme olmadığını, atalarının vaftiz kayıtlarına dayanarak kanıtlaması gerekiyordu. 1567’de İspanya Kralı II. Felipe, daha önce pek uygulanmamış bir fermanı yeniledi: Arapça konuşmak, İslami kıyafetler giymek yasaktı. Bu ferman, 1468-1570 arasında Granada’daki Alpujarras’ta bir ayaklanmaya neden oldu. İnebahtı savaşında Osmanlı donanmasını yenen amiral olarak tanıdığımız Don Juan de Austria, ayaklanmayı şiddetle bastırdı. Granada’nın doğusundaki Galera kentinde 400’ü kadın ve çocuk 2.500 kişiyi öldürttükten sonra, tarlaları tuzla kaplattı. Ardından bölgedeki 80 bin moriscoyu İspanya’nın değişik yerlerine sürdü. Moriscolara karşı çıkartılan her yasa, Kilise tarafından dikte edilmişti. Bunların İspanya’dan sürülmesi kararı da yıllarca lobi yapan Valencia Başpiskoposu Juan de Ribera’nın çabalarıyla alındı. 30 Ocak 1608’de Kraliyet Kurulu, bütün moriscoların ülkeyi terketmesine karar verdi. Fermanın uygulanması 1613’e kadar sürdü ve yaklaşık 350 bin morisco ülkeyi terketti. İşin ilginç yanı, bu karar alındığı sırada İspanyol papazları Japonya’dan Amerika’ya her yerde insanları vaftiz etmeye çalışmaktaydı. Amerika’nın İspanyol ve Portekizlilerce sömürgeleştirilmesi sürecinde, kilise mensupları buraların yerli halkına bir kathar veya morisco gibi davranmadılar. Amerika’daki kitlesel ölümlerin nedeni savaş, engizisyon vs. değil, çiçek gibi buraya Avrupalılar tarafından taşınan mikroplar oldu. Peru ve Meksika’da engizisyonlar kurulduysa da, bunlar yerlilerden çok kendi içlerindeki “sapkınları” yargılayıp cezalandırmaya yönelikti. PROTESTAN FANATİZMİ İnsan yakmanın adı: ‘İnanç eylemi’ Bohemyalı (Çek) dinadamı Jan Hus’u (1369?-1415) Roma Kilisesi’ni protesto etmeye iten noktalardan özellikle biri, konumuzu yakından ilgilendiriyor. 1412’de Jan Hus, yaptığı bir konuşmada, “Hiçbir papa veya piskoposun Kilise adına silah kuşanmaya hakkı yoktur; düşmanları için dua etmeli, ona küfredenleri kutsamalıdır” dedi. Bu ve buna benzer meydan okumaların sonunda, Hus’un yakılarak idam edildiğini (1415), ardından Hus yanlılarına karşı bir haçlı seferi daha açıldığını (1419-1434) öğrenmek herhalde kimseyi şaşırtmaz. Onun yapamadığını Martin Luther ve Jean Calvin gibi başka papazlar başardı ve ilk kez Roma Kilisesi’nin hegemonyası dışında kiliseler kuruldu. Artık Avrupa birkaç yüzyıl boyunca bir protestan-katolik çatışmasıyla baş etmek zorundaydı. Protestanlar, katoliklerden daha hoşgörülü değillerdi; böyle bir iddiaları yoktu. Dinin aslına döndüklerine, Hıristiyanlığı katolik yozlaşma ve batıl inançlardan temizlediklerine, bunun için en şiddetli yöntemleri kullanmanın mubah olduğuna inanıyorlardı. Büyük bir “ikona kırıcılık” dalgası başlattılar. Aziz resimlerine, heykellerine, aziz kalıntılarına, kilise süslemelerine, manastırlara karşı bir çeşit haçlı seferi ilan ettiler; dini bu “batıl inançlardan” temizlemek uğruna pek çok sanat eserini kırdılar, döktüler. Üstelik Roma Kilisesi’nin “auto-da-fé” (inanç eylemi) adını taktığı insan yakma törenlerini de benimsediler. Bu durumu, Miguel Servet’in (1509/1511-1553) trajedisi kadar açıklıkla ortaya koyan başka bir olay yoktur. Bu İspanyol dinbilgini, hekim ve hümanist, daha Paris’te tıp eğitimi aldığı sırada katolikler tarafından sapkınlıkla suçlanmıştı. Sonra Viyana’dayken aynı suçlamayla tutuklanacağını anlayınca kaçmış, Calvin’in yönettiği Cenevre şehrine gitmişti. Orada tutuklandı, idama mahkum edildi, 27 Ekim 1553’te yakıldı. İdamı, hem katolik hem protestan Avrupa’da tepkiye yol açtı; bu tepki Batıda “vicdan özgürlüğü” düşüncesinin ilk belirtilerinden biridir. Elbette Katolik Kilisesi protestan hareketini bir sapkınlık olarak görüyordu. Bu büyük ayrım iç savaşlara neden oldu. Savaş dışında protestanlara yapılan en büyük zulüm, Paris’teki Saint Barthélémy katliamıdır (23-24 Ağustos 1572). Olay, Fransa’daki iç savaşa son vermek için katolik iktidarla protestan cemaati arasında imzalanan bir antlaşma ve iki tarafı birleştiren bir evlilik töreni sırasında Paris’te gerçekleşti. İki gün boyunca katolikler, düğün için Paris’e gelmiş protestanları öldürdüler, katliam dalgası taşraya da yayıldı. Geleneksel görüş, emrin katolik kraliyet ailesi ve çevresinden geldiği şeklindedir; ancak kuşkusuz Paris halkındaki protestan nefreti/ korkusu olmasaydı, cinayetler genel bir katliama dönüşmezdi. Sonraki 150 yılda, protestan İngiltere’deki katolik fobisiyle katolik Fransa’daki protestan fobisi, karşılıklı bir aynaydı. İngiltere her zaman Fransa’dan hoşgörülü olduğunu savundu, ama aslında katoliklere yapılan baskılar bir yana, kendi kurduğu Anglikan Kilisesi’nin dışında kalan diğer protestan inanışlarını bile en az yüz yıl boyunca bastırdığını unutmamak gerekir. Birden fazla dinin bir arada yaşayabileceği, bu cemaatlerin eşit veya en azından eşite yakın haklara sahip olabileceği düşüncesi, Hıristiyan dünyasında ancak 18. yüzyılda din baskısına karşı tepkinin yükseldiği Aydınlanma Çağı ortamında kök salmaya başladı. KÜRESEL TEHDİT SELEFÎ CİHADİZM Şiddeti görev terörü meşru bilenler Küresel bir tehdit haline gelen şiddete dayalı cihat fikri İslam’ın “barış dini” argümanlarını giderek zayıflatırken, yaşanan radikalleşmeye de İslam coğrafyasından henüz güçlü bir itiraz yükselmiyor. CEYDA KARAN Bir araç olarak şiddeti ‘meşrulaştıran’ cihadçı Selefî İslâm’ın giderek küresel bir tehdide dönüştüğü bir döneme girdik. Dayanaklarını İslâm’ın yorumlanışında olduğu kadar gerekçelendirmesini Batı’nın sömürgeci geçmişinin vebalinde de bulan bu şiddet yüklü ideolojinin son hedefi, Charlie Hebdo dergisindeki katliamda can verenler oldu. Batı’ya kendi Müslüman vatandaşları eliyle taşınan bu ideoloji, uzun süredir Batı’dan da ziyade Müslüman coğrafyada onbinlerce insanın canına mal oluyor. Hz. Muhammed’in dönemine öykünen Selefîliğin barışçı varoluş biçimlerinden ayrılan cihatçı Selefîzm mefhumu da aslında yeni değil. Siyasal İslâm, “cihat” kavramını, şiddeti araç olarak algılayan biçimleriyle birlikte epeyce bir süredir İslâm coğrafyasında hüküm sürmekte. Dini tartışmalar ve yorumlar haddimizi aşar. Bu sebeple bu yazının amacı, siyasi ve ideolojik bir tarihsel çizelgeyi derlemek. 19. yüzyılda İslâm modernizminin uyanışında etkili olan Cemaleddin el Afgani, Batı’nın değerleri ve belirleyiciliğine karşı siyasi dayanışmayı içeren Pan-İslâmcı bir hareketi salık vermişti. Siyasal İslâmcı gelenek içinde yerini alan örgütlenmelerin büyük kısmı, İslâmi hükümet biçimleri kurmak amacıyla şiddet yanlısı cihadı salık vermiyor. Cihadı bir ‘iç mücadele’ olarak algılayanı da var, ‘dışarıya karşı bir savunma savaşı’ olarak da... Siyasal İslâm araştırmacılarına göre İslâm modernleşmesinde şiddeti ‘haklı bir vasıta’ olarak algılayan en güçlü iki damar bulunuyor. Bunlardan biri 20. yüzyılda Mısır’da sömürgeciliğe karşı Darü’l-İslâm’ı (İslâm toprakları ve ümmeti) savunan bayrak haline gelmiş Müslüman Kardeşler (İhvan). Diğeri ise köklerini İbn Teymiyye (1263-1328) ile Muhammed Ibn Abd el Wahab’da bulan (1703-1792) ve ‘cihat’ mefhumunu hem bireysel ve ahlaki bir görev hem de kollektif ve siyasi bir yükümlülük olarak algılayan cihatçı Selefîlik/Vahhabilik. Siyasal İslâm araştırmacılarının “dindar-milliyetçi” diye tanımladığı İhvan’ın önde gelen düşünürlerinden biri Mısırlı sosyolog Seyyid Kutb (1906-1966). Kutb, 1930’lu yıllarda Filistin’deki Yahudi varlığına verdikleri destek yüzünden İngilizlere düşman olan, 1940’larda Pakistan’ın kurulmasında büyük rolü bulunan İslâm Cemaati’nin kurucusu Ebulula Mevdudi’den etkilenerek sosyalizm, kapitalizm ve komünizm gibi ideolojilerle hesaplaşan ve Kuran’ı salt dini değil sosyal ve ideolojik bir metin olarak yeniden ‘keşfeden’ bir isim. Rejimin işkencelerinden geçtikten sonra 1966’daki idamına kadar sunduğu düşüncelerin asli unsurları ‘Cahiliye-Hakimiye’ (İslâm öncesi toplumların durumu-Allah’ın nizamı) ve ‘cihat’ mefhumuydu. Kutb’un ‘cihat’ının kapsamında terör ve şiddet de vardı. “Allah’ın egemenliğini gasp etmiş iç ve dış düşmanlara karşı kalıcı bir devrim için proaktif bir tutumu” salık verdi. 1970’lerin siyasal İslâmcıları Arap alemindeki rejimleri devirmek ve yerlerine İslâm devletleri kurmakta başarısız olurken, 1980’li yıllarda cihatçı Selefîliğin temelleri Sovyetler Birliği’nin 1979’da Afganistan’ı işgali vesilesiyle atıldı. Ana akım İslâmi ulema, Körfez’deki Sünni/Vahhabi monarşileri ile Amerikan yönetiminin Sovyetler’e karşı ‘yeşil kuşak’ için seferber olması eşliğinde mücahitler Afganistan’ın yolunu tuttu. Hedefleri, Darü’l-İslâm’ın korunmasıydı. Bu seferberlikte fetvalarıyla etkili olan isim ise Filistin asıllı Abdullah Azzam oldu. Azzam, el Kaide’nin kurucusu Usame bin Ladin’in ‘akıl hocası’ ve örgütü birlikte kurdukları isimdi. Leşker-i Taiba’nın da kurucusu olan Azzam, 1989’da Pakistan’da öldürüldü. Fikirleri ‘küresel cihadizmin’ temellerini attı. Afganistan cihatçılar için sığınılacak bir liman ve eğitim üssü haline geldi. 1979 aynı zamanda İran’da İslâm Devrimi’nin gerçekleştiği yıldı. Seküler ve otokratik Şah’ı deviren Şiiler, Sünni dünyada geniş destek gördüler. Sünniler bu devrimi ‘İslâm adına bir zafer’ hanesine yazdı. İran, İslâm Devrimi’ni, ‘ulus devlet’ tahayyülü içinde tutsa da siyasal İslâmcılar üzerinde etkisi büyük oldu. Ama Sünni alem açısından siyasal İslâm’ın asıl zaferi Sovyetler’in 1989’da Afganistan’da hezimete uğrayıp geri çekilmesiydi. Ardından içsavaş süreci Taliban rejimiyle sonuçlanırken, mücahitlerin Afganistan’dan ayrılıp küresel cihadı yürütebilecekleri coğrafyalar sıradaydı. Bin Ladin ve el Zevahiri’nin Vahhabizmi, Kutb’un çok uluslu cihatçılığıyla dönüştü. 1990’lı yıllarda Mısır’da turistlere yönelik terör saldırıları, Libya’da Kaddafi rejimiyle çatışmalar, Cezayir’de selefî cihatçı FİS’in sandık zaferinin ordu tarafından gasp edilmesi üzerine silahlı kanadı GIA ile kanlı bir içsavaş yaşandı. Sırp faşizminin kurbanı olmuş Sufi Müslüman nüfusun yaşadığı Bosna, Avrupa içine cihat davasının taşındığı ülke olurken, Asya’da Tacikistan, Keşmir, Kafkasya’da ve Çeçenya’da ‘cihat davası’ tetiklenmeye çalışıldı. 1990’lı yıllarda, şiddet yanlısı siyasal İslâmcı militanlığın okları Batı’ya dönecekti. Batı’ya duyulan öfke ve kin, 1990’da Irak’ın Kuveyt’i işgalinde Suudi Arabistan topraklarının ABD’nin operasyon üssü haline gelmesiyle pekişti. Kutsal mekanları ‘kirleten’ ABD varlığı Amerika’yı Bin Ladin’in hedefi kıldı. Böylece ‘uzak düşman’a karşı küresel cihatçı Selefî hareket şekillendi. 1998’de Bin Ladin ve Ayman el Zevahiri’nin ‘Haçlılara ve Yahudilere karşı cihat için dünya İslâmi cephesi’ bir deklarasyonla açılırken, ilk hedef ABD’nin Kenya ve Tanzanya’daki büyükelçilikleri oldu. Topyekün savaşın ilanı ise 11 Eylül 2011’de yolcu uçaklarını intihar bombalarına dönüştüren ve 3 bin insanın canını alan New York’taki İkiz Kuleler ile Washington D.C.’deki Pentagon saldırıları ile geldi. Ve Amerika’da iktidara geleli henüz bir yıl geçmemiş olan George W. Bush liderliğindeki neocon siyasi heyetin şiddetli reaksiyonu küresel cihatçı Selefîliği günümüze taşıyan rotayı belirledi. ABD ve ‘gönüllü’ müttefikleri bir ay içinde Afganistan’ı işgal edip el Kaide’ye sığınma sağlayan Taliban rejimini devirdiler. El Kaide’nin yanıtları 2002’deki Bali ve 2003’teki Casablanca saldırılarıyla gelirken, Amerikan yönetimi cepheyi Irak işgaliyle genişletti. Saddam Hüseyin’in ‘işini’ düzmece kitle imha silahları ve El Kaide ile işbirliği gerekçeleriyle bitirirken, aslında yaptıkları El Kaide’nin damgasını vuracağı bir Ortadoğu cephesi açmak oldu. Bush yönetiminin ‘terörle küresel savaş’ adı altında uyguladığı politikalar, yapılan katliamlar ve işkenceler Batı’nın evrensel değerlerinin altını oyarken, siyasal İslâm’ın sömürgecilik döneminden kalma ‘mağduriyet psikolojisi’ ile ‘adalet için hesap sorma’ güdüsü kamçılanıyordu. Irak’taki Amerikan işgali en çok da yeni kuşak cihatçıların yolunu açtı. Ürdünlü Ebu Musab el Zerkavi, bugünkü Irak Şam İslâm Devleti’nin (IŞİD) temellerini oluşturan Irak El Kaidesi’ni kurup direnişe geçerken, dünya rehin alınan Batılıların kafalarının kesilme görüntüleriyle şaşkına döndü. İroniktir ki benzeri bir şaşkınlık Bush yönetiminin Irak işgalindeki mezalimini yansıtan Ebu Graib hapishanesindeki işkence görüntülerinin ortaya çıkmasıyla yaşanacaktı. Irak’ta el Kaide ile mücadeleye Şii ve Sünniler arasındaki tarihsel husumetin mezhep savaşına dönüşmesi eklenirken, asıl kurbanlar hep Müslümanlar olacaktı. Bu arada El Kaide, Afganistan işgaliyle zayıflamışken, Batı’da 2004’te Madrid, 2005’te Londra ve Amman saldırılarıyla daha sınırlı yanıtlar veriyordu. Zerkavi 2006’da Amerikan hava saldırısında öldürülürken, ABD Sünni aşiretlerden oluşturulan Uyanış Konseyleri ile Irak el Kaidesi’nin hareket yeteneğini sınırlandırmıştı. Bir sonraki sefere kadar... Irak’ta Amerikan militarizmiyle ve nüfusun çoğunluğunu oluşturan Şiiler ve en güçlü destekçisi İran’ın da etkisiyle kısmen ‘teskin edilen’ süreçte 2000’lerin son beş yılında el Kaide Ortadoğu’dan Kuzey Afrika’ya uzanan coğrafyaya ağını örmekteydi. Suudi ve Yemenli Cihatçılar Arabistan Yarımadası’ndaki El Kaide’yi kurdular. Cezayir’deki cihatçı Selefîler Mağrib’deki El Kaide’yi kurarak faaliyetlerini Sahra altına, Mali’ye kadar taşıdı. Nijerya’daki Boko Haram gibi yerel gruplarla ittifaklar oluşturdular. Somali’deki cihatçı Selefî El Şebab, Afrika Boynuzu’nu küresel cihat cephesine kattı, 2010’dan itibaren fiili olarak el Kaide ile ittifaka girişti. 2010 sonu ve 2011 başlarında başlayan Arap isyanları dalgası ise işleri kısa süreliğine karıştırdı. Tunus’ta fitili ateşlenen, Mısır, Libya ve Yemen’de iktidarların devrilmesiyle yaşanan kırılmaların ne anlama geldiği çözülmeye çabalanırken, Usame Bin Ladin, 2011 Mayıs’ında ABD’nin Pakistan’daki operasyonuyla öldürüldü. El Kaide’nin bocalamalar yaşadığı bu dönem, bu şiddet ideolojisiyle arasına mesafe koymaya çalışan İhvan temelli siyasal İslâmcı projenin Mısır’da aldığı yenilgi, Suriye ayağında ise batağa saplanmayla birleşince küresel cihatçı gündem bambaşka bir boyuta taşındı. Suriye kısa sürede cihatçı militanlığın işgaline uğrayan, İran ile ittifakı nedeniyle Batı’nın örtülü savaşının hedefi olan bir memleket haline geldi. El Kaide için artık yeni bir alan açılmıştı. Irak El Kaidesi, 2011’den bu yana Suriye’ye sirayet edip 2013 yılında Ebu Bekir el Bağdadi liderliğinde IŞİD halini alırken, 2014’te bu kez El Kaide’nin ana gövdesiyle rekabet ortaya çıktı. IŞİD kanlı eylemleriyle dünyada nam salar, el Kaide lideri Zevahiri’yi bile eleştirel bir tutum almaya zorlarken, 2014 Haziran’ında Amerika’nın Irak’ta Uyanış Konseyleri aracılığıyla dindirdiğini zannettiği Sünni damarla birleşerek Musul kentini ele geçirdi. Bağdadi, Irak ve Suriye’de Hırvatistan büyüklüğündeki bir coğrafyada halifelik ilan ederek, El Kaide’nin kuruluş hedeflerinden birisini hayata geçirir hale geldi. Bugün cihatçı Selefîler, ‘yerel düşmanlara’ karşı Ortadoğu’nun göbeğinde hilafet yönetimi kurmayı başarmış durumda. Diğer yandan Paris’teki Charlie Hebdo saldırılarını üstlenen Yemen El Kaidesi örneğindeki gibi savaşımı ‘uzak düşmanların’ topraklarına taşımayı da başardılar. Şiddete dayalı cihat fikri sadece Ortadoğu değil; IŞİD’in Hollywoodvari kafa kesme veya intihar saldırısı prodüksiyonları, şarkılar, kahramanlık şiirleri, şehitlik övgüleri içeren yazılı yahut görsel internet teknolojisi aracılığıyla, Batı’da entegrasyon sorunları yaşayan Müslüman topluluklar için çekim kaynağı. Siyasal İslâmcılık Müslümanların zihninde sadece Ortadoğu’da verilen bir savaş değil, Avrupa’daki diaspora toplumlarında, gettolarda açılan cephede şekilleniyor. Ve yaşanan radikalleşme karşısında İslâm’ın ‘barış dini’ argümanları giderek zayıflıyor. Seyyid Kutb’un ‘terör ve şiddeti de içeren proaktif cihat’ına karşı İslâm coğrafyasından güçlü bir itiraz ise henüz yükselmiyor.
-
DİN ADINA İŞLENEN GÜNAHLAR
Dünyadaki hiçbir inanç sistemi, kendine inanmayanları yoketmek üzere ortaya çıkmadı. Ancak tarih, özellikle Hıristiyanlık ve Müslümanlığın yayılma ve kendi içlerindeki iktidar mücadeleleri döneminde sayısız katliam ve vahşete tanıklık etti. Hıristiyan dünyası Aydınlanma Çağı’yla birlikte bu sorunu büyük oranda çözerken İslâm dünyasında şiddet dönem dönem azalıp artarak bugünlere kadar geldi. Dünden bugüne din adına işlenen cinayetlerin, yapılan zulümlerin kısa tarihi… Müslümanlar ve şiddet ‘Barış dini’ ve kanlı tarihi Hazreti Muhammed’in 632 yılındaki vefatının ardından barış içinde geçen on yıllık bir dönem bile yoktur İslam tarihinde. Müslümanların tarihi, bu açıdan kendisiyle yüzleşmesi gereken kanlı bir tarihtir. İHSAN ELİAÇIK Günümüzde İslâm ve şiddet tartışmaları yapılırken Hazreti Muhammed’in girdiği savaşlara da çokca gönderme yapılır. Ancak bilinmelidir ki, peygamber dönemindeki savaşlar hep kendini savunma, Müslümanların can ve mal güvenliğini koruma amaçlıdır. Zaten Kuran-ı Kerim’e göre saldırı yoksa savaş da yoktur. Müslümanlar ancak kendilerini savunmak için silaha başvurabilirler. Savunma sözkonusu değilken bir yeri işgal etmek, fethetmek, haraca kesmek, birilerini din adına öldürmek diye bir şey yoktur. Peygamber zamanındaki durum da genel hatlarıyla böyleydi. Peygamber 632 yılında vefat ettikten sonra Ebubekir (573-634) halife oldu. İki yıl halifelik yapan Ebubekir de peygamberin çizgisini sürdürdü. İkinci halife Ömer (581-644) döneminde ise durum değişti, Ömer’in on yıllık halifeliği boyunca İslam orduları yavaş yavaş civar kabilelere ve ülkelere yönelik işgal hareketlerine giriştiler. Ömer zamanında ordu Azerbaycan’a kadar gitmişti. Bunlar her ne kadar “fetih hareketi” denilerek meşrulaştırılmaya çalışılıyorsa da kendilerinden önceki Bizans ve Sasani İmparatorluklarının işgal hareketlerinden farksızdı. Şiddet sarmalına bir kez girildikten sonra, dışa dönük şiddetin içe yönelmemesine imkan yoktur. İçe dönük şiddetin İslâm dünyasını sarsan ilk olayı halife Ömer’in öldürülmesiydi. Mallarını yoksullara dağıtmaktan, vergilerini arttırmaktan söz etmesinin ürküttüğü zengin çevreler Ömer’i öldürttüler. Sonra gelen üçüncü halife Osman’ın (580-656) ikinci altı ayından itibaren muhalefet hızla yükselmişti. Muhalefetin sisteme barışcı yollardan katılma kanalları olmadığı için 12 yıllık halifeliğinin ardından o da öldürüldü. Dördüncü halife Ali de (599-661), Muaviye (602-680) ile girdiği beş yıllık bir iktidar mücadelesi ve binlerce insanın katledildiği savaşlardan sonra öldürüldü. Böylece Müslümanların dört halifesinin üçü yine Müslümanlar tarafından uğradıkları suikastlerde öldürülmüş oldular. Müslümanlar arası şiddetin kökeninde bir siyaset ve iktidar mücadelesi vardı. Bugünkü tabirle demokratik mekanizma, yani iktidarın sulh yoluyla değişimini ve kitlelerin barışçı yollardan sisteme katılmasını öngören bir sistem yoktu. Halifenin ne kadar süre işbaşında kalacağı, iktidarın vazifelerinin ne olduğunu, yöneticileri kimin seçeceği, kaç yılda bir seçeceği bunlar hep belirsiz kaldı. Gelen ölene kadar gitmedi, iktidara gelmek isteyen de kanlı ihtilal dışında bir yol bulamadı. İslamın tarihsel tecrübesi de bu iktidar kavgaları yüzünden tıkandı kaldı. Kâbe’nin yakılması Ali’yle Muaviye arasındaki kavgayı kazanınca Muaviye kendini halife ilan etti ve 91 yıl süren Emevi hanedanı dönemi başlamış oldu. Muaviye’nin ardından gelen oğlu Yezid de (646-683) birçok ayaklanmayı bastırmakla uğraştı. Bu ayaklanmaların en büyüğü ve kanlısı 680 yılında Kerbelâ’da yaşandı. Yezid’in ordusu bütün peygamber torunlarını katletti, Medine’yi bastı, sahabe kadınlara tecavüz etti ve ardından Mekke’yi işgal edip Kâbe’yi mancınıklarla fırlattıkları ateş toplarıyla yaktı. Kâbe’nin cayır cayır yakılmasından sonra diyebiliriz ki, en azından görüntü olarak “bu iş bitti”. İslam’ın adaletli, eşitlikçi, barışçı mesajı Kerbelâ’da toprağa gömüldü. Kerbelâ olayında olduğu gibi zorbalık yapıp büyük günahlar işleyenler, yaptıklarını meşrulaştırmak için kelam üretmeye, uydurmaya başladılar. Mesela, büyük hadis kitaplarından herhangi birinin iman bölümü açıldığı zaman şunların yazıldığı görülür: “Kalbinde hardal tanesi kadar imanı olan bir kimse deniz köpüğü kadar günah işlemiş olsa bile affolur”. Yani, “Kerbela’da bu katliamları yaptım ama kalbimde iman var. O zaman bu günahların affedilmesi lazım, çünkü peygamberimiz böyle buyurmuş!” Bu uydurmalara daha başka birçok örnek verebiliriz. İkindi namazı kılanların o günkü günahları affolur, Cuma namazı kılanların o haftaki günahları affolur, hacca gidenin bir yıllık günahları affolur, Arafat’a çıkanın kul hakkı da affolur… Bunların hepsi uydurmaydı ama hadis kitaplarına geçince nesilden nesile aktarıldı, bunların etrafında bir ilahiyat üretildi ve günümüze kadar ulaştı. Saltanat devri başlıyor Görüldüğü gibi daha İslamın ilk yüzyılında Müslümanlar arasında çıkan iç savaşlarda binlerce kişi hayatını kaybetmişti. Sadece Ali-Muaviye savaşlarında ölenlerin sayısı 100 bini buluyordu. 100 bin rakamını o günkü İslam dünyasının nüfusuyla orantılayıp günümüze uyarladığınızda durumun korkunçluğu ortaya çıkar. Muaviye’nin Emevi darbesi oligarşik bir dini diktatörlük dönemi başlattı ve inşa edilen süreç İslam dünyasının sonraki tüm asırlarını etkisi altına aldı. Emevi darbesiyle birlikte “Sünni Saltanat İdeolojisi” ve “Şii İmamet Mitolojisi” diyebileceğimiz bir iktidar ve bir de ana muhalefet akımı oluştu. Siyasi krizler bu iki ana akım üzerine bina edildi, bunlar dışında başka bir yol üretilemedi. Emevilerden sonra gelen Abbasiler, Selçuklular ve Osmanlılar dönemleri bu açıdan birbirinin tekrarı ve devamıdır. Bu 14 asır boyunca İslam dünyasında barış içinde geçen 10 yıl bile yoktur. Sürekli ayaklanmalar, ayaklanmaları bastırmalar, kanlı ihtilaller, saray darbeleri, fetihler, işgaller, saltanatın bekâsı için evlat boğdurmalar… Diğer taraftan Ömer döneminde başlayan fetih hareketleri İç Asya’dan İspanya kıyılarına kadar askeri açıdan zaferler silsilesi getirmişse de siyasi açıdan fethedilen uygarlıkların mirasının da devralınmasını gerektirmişti. Bir yandan Sasanilerin bir yandan Bizans’ın devralınmaya başlaması sürecinde Hz. Muhammed’den önceki eski dünya alışkanlıklarının İslam dünyasına sızmasına mani olunamadı. İslam dünyasında, demokrasi batılıların sembolü sayıldığı için bir küfür olarak görünür ama nedense saltanat denildiği zaman kimse rahatsız olmaz. Halbuki saltanat da Muaviye tarafından Bizans’tan örnek alınarak İslam dünyasına sokulmuştur. Zaten İslamın demokratik yorumu Bizans’tan saltanat, harem hayatı, saray hayatı ithal edilerek boğuldu. Saltanat, İslâm’ın siyasi reformlarının gelişmesine engel olduğu gibi iç ve dış şiddetin meşrulaştırıcısı da oldu. Saltanat, İslâmi bir yönetim biçimi olmadığı gibi İslâm’a aykırıdır da. Birincisi İslâm’daki rıza ilkesine aykırıdır. Rızasını almadığın bir kadınla evlenemezsin, bir esnaftan rızası dışında mal alamazsın, rızasını almadan kimseyle anlaşma yapamazsın, yönetemezsin. Ancak İslâm’ın aksine saltanatta rıza yoktur ve ontolojik olarak da olmasına imkan yoktur. İkincisi, evlat katli islam hukukunda çok büyük bir suçtur. İslam hukuku işletilse, evlat katleden padişahların yargılanmaları gerekir. Üçüncüsü, İslâm’da cariye hayatı kesinlikle yoktur. Dördüncüsü, devşirme sistemi, yani çocukları ailelerinin elinden alıp ismini dinini değiştirmek İslâm’a aykırıdır. Saltanatın olduğu yerde aslolan din değil saltanattır. Osmanlı Devleti’nin çöküşüyle birlikte İslâm dünyası yepyeni bir döneme girdi. Bu dönemin en önemli özelliği İslâm medeniyetinin adeta tarih sahnesinden çekilmesi ve İslâm coğrafyasının sömürge haline getirilmesiydi. İslâm düşüncesinde 1930’lu yıllarla 1990’lı yıllar arasında görülen Hasan el–Benna, Mevdudi, Humeyni gibi simaların söylemlerinde radikalleşme eğilimi ortaya çıktı. Bu eğilimin sahipleri, Osmanlı Devleti’nin son dönemindeki İslâmcılar, “devleti kurtarma” temayülünün aksine “devlet kurma” düşüncesindeydiler. Çünkü uluslararası arenadan tümden silinmenin doğurduğu bir sonuç olarak, acilen bir devlet kurmaları gerekiyordu. Bu da haliyle cemaat, parti, teşkilat, devrim, kıyam, ayaklanma gibi kavramların öne çıkmasına sebep oldu. DÜNDEN BUGÜNE SELEFîLİK Farklı fikre sıfır tolerans İslâm düşünce tarihi içinde yeniliğe en çok karşı olup zihinleri geçmişe dönük çalışanlar Selefî denilen gruplardır. Peygamberin vefatının ardından, “Peygamberin olmadığı çağlarda Müslümanlar kime uyacak?” sorusu ortaya atılıp Müslümanlar arasında siyasi, iktisadi ve fikrî birlik sağlanamayınca farklı sesler çıkmaya başladı. Yaşayan, kendisine vahiy inen bir peygamber olmayınca ne olacaktı? Bir tartışma olduğunda, peygamber otorite boşluğunu dolduruyordu ama vefatının ardından Müslümanlar birbirine girince, hele Muaviye savaşlarında yüz bine yakın insan ölünce büyük bir kaos ve travma yaşadı İslam dünyası. Selefîlik akımı, bu travma sonucunda, “Herkes kafasına göre konuşup durmasın, ayet ne diyorsa ona uyalım” denilerek ortaya çıkan zahiri ve şekilci bir çabaydı. Selefîler, “Ayetlerle ilgili kimse yorum yapmasın, kimse aklına başvurmasın, kimse kendi görüşünü oluşturmasın. Böyle yapınca birlik olamıyoruz. Bu nedenle ayetin dışsal ilk anlamı ne diyorsa ona uyalım” derler. Bunlar bir tek görüş olsun ve herkes ona uysun istiyorlar ama pratikte birçok farklı fikir çıkmasına engel olamıyorlar. O zaman da farklı görüş sahiplerini yok etmek için şiddete ve silaha başvuruyorlar. Selefîlikten söz etmişken, bu akımın 18. yüzyılda Suudi Arabistan’da ortaya çıkan temsilcisi Vahabilik’ten de söz etmek gerekir. Selefî iddialarla ortaya çıkan Muhammed bin Abdülvahab, yoruma karşı çıkıyor, ayetlere, hadislere birebir uymak gerektiğini söylüyordu. Muhammed İbni Suud, yani Suudi Arabistan’ın kurucusu, Muhammed bin Abdülvahab’ın çizgisindeydi. Suudilere Vahabi denilmesinin sebebi budur. Selefîlerin ileri gelen alimlerinden biri İbni Teymiye’dir (1263-1328). Şiddetli tasavvuf karşıtıdır İbni Teymiye. Ünlü İslâm düşünürü ve mutasavvıf İbni Arabi’ye “şeyh-ül ekfer” der, kafirlerin şeyhi, en büyük kafir anlamında. Suudi Arabistan resmi olarak onun kitaplarını basar, dağıtır. Bugün de İslam dünyasındaki tartışmalardan rahatsız olan, farklı görüşlerden hazzetmeyen, zihni daha çok siyah beyaz çalışan, “Bir kişi imam olsun herkes buna uysun” diyen zihinler hemen Selefîliğe kayarlar. Suudi Arabistan tarafından da desteklenen kayarlar. IŞİD, El Kaide, El Nusra gibi hareketlerin kökeninde de bu tek tipçi ve farklılığa tahammülsüz zihin yapısı vardır. Bu zihin yapısının aslında Müslümanlıkla bir ilgisi yoktur. Sözgelimi solcu olsa Stalinist zorba olacak bu insanlar Müslüman olduğu için Müslüman zorba olmuştur. Bunların din algısında da sakatlık olduğu için iktidarı ele geçirdiklerinde inanç ve ritüelleri din olarak uygulamaya başlıyorlar. Kuranî bakış açısı şöyle bakar; bir insan öldürüyor mu, çalıyor mu, iftira ediyor mu, hak yiyor mu? Neye inandığı, hangi ibadeti yaptığı yapmadığı önemli değildir. Ama bunlar gücü ele geçirir geçirmez namaz kılıyor mu, başını örtüyor mu, hangi inançtan, hangi mezhepten, bunları takip ediyor. Böyle olunca ele geçirdiği devlet dini polis devletine dönüşüyor. Din namına insanlara kan ağlatmaya başlıyorlar. KARA SAYFALAR Halifelerin marifetleri... Sultan I. Ahmed’e ithaf edilen Vâkı’a-nâme-i Veysî Efendi ve Târih-i Sâf-Tuhfetü’l-Ahbab adlı kitaplar, özellikle Müslümanların tarihindeki kara sayfalara ve ümmeti temsil eden kimi halifelerin yaptıkları zulümlere dikkati çekiyor. NECDET SAKAOĞLU Hemen 17. yüzyılın başında, 1603’te beklenmedik bir padişah ölümü (III. Mehmed) ve bir cülus (I. Ahmed) yaşandı. Ölenin cenaze namazını kılanlarla, tahta oturan çocuğun önünde eğilip biat edenler arasında ola ki tanışıklıkları olmayan iki kadı, Veysî Efendi ile Bostanzâde Yahya Efendi de vardı. İki yazar da tarihten ders alsın diye Sultan Ahmed’e ithafen birer eser yazdılar. Alaşehirli Veysî’nin (öl. 1628) eseri Vâkı’a-nâme-i Veysî Efendi, Tireli Bostanzâde Yahya Efendi’ninki (ölm. 1639) Târih-i Sâf-Tuhfetü’l-Ahbab’dır. Hâb-nâme-i Veysî (*) adıyla da bilinen ilk eseri, yazarı bir düş sahnesi kurgulayıp anlatmışsa da ayan beyan tarih gerçeklerini yansıtır. Veysî, yazar aktarımı ustalığıyla toy padişaha bir öğüt kitapçığı sunarken, “Boşuna ümitlenip böbürlenme, senin saltanatın da farklı olmayacak” mesajı vermek istemiştir. Kitaptaki anlatıcı İskender-i Zülkarkeyn, bir bahçede yüksek bir tahtta, sağında solun da Osmanoğullarının önceki sultanları oturmuştur. İskender, zamanın padişahı Ahmed’e, âlemin eşkıya zulmünden kavrulduğu, her tarafın yakılıp yıkıldığı bir zamanda tahta oturmasını talihsizliğine vererek dil kavgasının yerini kılıç ve mızrağın aldığını, eşkıyanın çoğaldığını, zaten dünyanın hiçbir padişah zamanında bahtiyarlık görmediğini, adalet kurulamadığı için ahalinin de zulümden ezildiğini belirtir ve “Sen de bahtsız bir zamanda tahta oturdun” der. Padişah cevap olarak, büyükbabası Sultan III. Murad’ın doğuya batıya ordular gönderdiğini ama israf, rezalet ve yolsuzlukların önlenemediğini, tahtın da kendisine böyle bir zamanda nasip olduğunu söyler. Zülkarneyn, “Hayıflanma. Kötülükler zamanında yüz gösterdi sanılsa da doğrusu şu: Dünya, dönmeye başladığından beri hiçbir padişah zamanında mamur olmadı” diyerek, Hz Âdem ve Havva’dan başlayan uzun ve ayrıntılı bir “kötülükler, zulümler, cinayetler” tarihi anlatır. İslâm tarihi evrelerine dair kimi pasajlar şöyledir: • Beş yüzyıllık cahiliye devrinde ayrılık şeraresinden iki bölük olan kabilelerinin, kırk yıllık savaş ve vuruşta, Arap toprağına kılıçların saçtığı kanla gül rengi deriye döndüğünde; yahut her birinin bir puta, dağa taşa, suya tapma aymazlığından Hz. Peygamber kurtarırken Ensar ve Muhacir pençelerinin düşman kanından mercan pençesine döndüğünde veya Resullerin Efendisi sonsuzluk âlemine yürüyüp Hz. Ebubekir’in halifeliğinde yalancı peygamberlere savaş açılıp din düşmanlarının ölülerinden yılan, karınca, kuş ve vahşi hayvanlara ziyafetler verildiğinde mi âlem mamurdu? • Hz. Ömer’in halifeliğinde İran’a, Turan’a, Hind’e, Yemen’e, Mısır’a, Mağrib’e bölük bölük asker gönderilirken kendisinin kölesi tarafından zehirli hançerle öldürülüp üç gün imamsız kaldığında mı dünya mağmurdu yoksa Hz. Osman’ın halifeliğinde aşağılık Ümeyyeoğullarının peygamber evinin yanındaki halifeliği kırk gün kuşatıp Kur’an okuyan Hz. Osman’ın başını gövdesinden ayırıp kanıyla Allah kelâmının yapraklarını kırmızı lâleye çevirdiklerinde veya Allah’ın Aslanı Hz. Ali’nin Cemel’de, Haricilerle ve Muaviye ile savaşlarda elli binden fazla sahabenin yüz binden fazla Allah kulunun şehit veya helâk olduğu, hilafet kaftanının Hz. Ali’nin omzundan alınıp Muaviye’ye giydirildiği ya da aşağılık Şamlıların ve Emevi sefillerinin Ali-oğullarına nice zulümleri reva gördükleri, Mısır’daki Şii katliamında Nil’in şarap rengine döndüğü, Yezid’e tapanların Kerbelâ’da Hz. Hüseyin’i ve onca masumu, kılıçlarına azık ettikleri zaman mı yeryüzü mamurdu? • Emevi halifelerinden Ömer bin Abdülaziz dışındakilerin fesatlıkları, Hz. Peygamber’in vasiyetine hutbelerde söve söve Müslümanları Cuma’dan ve cemaatten soğuttukları, Medine’deki evini yağmalayıp, Müslümanları katledip iffetli kadınlara tecavüz edenleri ödüllendirdikleri, Velid bin Yezid bin Abdülmelik’in bir eğlence meclisinde kulağına ezan sesi gelince cariyelerinin önünde cima ettiği, şarkıcıya hadi imam ol deyip meclistekilere de şarapla abdest aldırıp hilafet kaftanı giydirdiği cariyeye imamlık ettirip namaz kıldırdıktan sonra onunla mihrabın önünde bir daha cima ettiği zamanda mı âlem mamurdu? • Dinsiz Haccac’ın dünyanın zulme boyandığı o devirde huzurunda iki yüz yirmi bin Müslümanı katlettirip savaşlarda öldürülenlerin, zindanlara atılanların sayısı bilinmezken Ebu Kabîs dağına mancınık kurup Kâbe’yi tahrip ettiğinde mi âlem mamurdu? Veya hilafet Abbasoğullarına geçtiğinde Halife Memun’un İmam Hanbel’i hapsettirdiğinde, Halife Mutasım’ın bilginleri Kur’an yaratık mıdır sınavından geçirirken kırbaçlattığı, kırk yıl her tarafta Müslümanlara işkence edildiği, Halife Ebu Cafer’in İmam Ebu Hanife’yi hapsettirdiğinde mi âlem mamur idi? • Alçak vezir Alkamî’nin Hülâgu’yu Bağdat’ı zapta çağırması üzerine Tatar ordusu kent kapısına dayanınca Halifeyi ve hanedanını meydana çıkartıp katlettirdiği, Tatar askerlerinin iffetli kadınların ırzına geçtikleri, üç yüz yetmiş bin Müslümanın kellelerinden yeryüzünün bostan bozuntusuna döndüğünde mi âlem mamur idi? • Fatimî halifesi sapkın Hâkim-biemrilulah’ın çarşı pazar denetlerken suçlu gördüğü esnafı, yanındaki minare boylu ifrit zenciye herkesin önünde livata ettirirken mi dünya mâmur idi? • Veyahut kan dökücü Cengiz’in İran’da ve Turan’da, hayasızlardan ve kadınlardan başka kimse kalmamışken, bura kadınlarının karnında inci bitermiş safsatasıyla bir günde yirmi bin kadının göğsü yarıldığında mı bu âlem mamurdu? Veysî, Vakı’a-nâme’nin sonunda, “Bunlarda padişahların günahı yoktur, hepsi kulların fesatlığındandır” diyor ve dinlediği bu ibret kıssalarını yazıya döküp padişaha sunacağı sözünü verdiği sırada sabah horozu ötüp âlemi uyandırır. Yahya Efendi’nin Târih-i Sâf’ı (**) ise bir tevârih örgüsündedir. Ulema ailesi Bostanzâdelerden Kazasker Yahya Efendi, 1616’da I. Ahmed’e sunduğu eserinde İslâm coğrafyasından 300 dolayında halife ve hükümdarı, 15 ayrı hanedan başlığında tanıtmış: Emevi, Abbasi, Endülüs, Fâtimî halifeleri, Saffarîye, Sâmânoğulları, Büveyhîler, Gazneliler, Selçuklular, Karaman (Anadolu) Selçukluları, Havarizm Devleti, Atabegler, Eyyübiler Türkmen (Memlûk) Devleti. Yahya Efendi her halife ve hükümdarı anlatırken hak adalet kadar zulümlere değinmekten de çekinmemiş: “Çok zina eden, babasıyla yatmış cariyelerle onların babasından doğurdukları kızlarla yatan, sarhoş ve cünüpken koynundaki odalığa halifelik cübbesi giydirip cami imamlığı yaptıran II. Velid’i, Saltanat işlerini sevgili cariyesine bırakan II. Yezid’i, Emevi soylu 90 kişiyi ziyafet sofrasında katlettiren, Şam’da gömülü halifeleri mezarlarından çıkarttırıp astıran Abbasi halifesi Seffah’ı, Kendisini halife yapıp uğruna 600 bin insan öldüren Ebu Müslim’i öldürten, İmam-ı Azâm’ı zehirleten, Mansur’u, Ayyaş halife Mehdî’ye ve torunu yine ayyaş ve güzellerle vakit geçiren Emin’i, İmam Ahmed bin Hanbel’i meydan dayağına çeken, mutfağında her gün bin altın değerinde yemek pişirilen, uşakları altın kuşaklı Rum oğlanları olan, içki sofrasından kalkmayan Mu’tasım’ı, Hz. Ali soyuna buğuz güdüp, türbelerini yıktıran, hepsiyle yatıp kalktığı dört bin odalığı olan, sürekli şarap içen, oğlu Müstansır tarafından içki sofrasında öldürülen Câfer’i, Askerlerin oyuncağı olan, çırılçıplak soyulup dövülerek halifelikten istifa ettirilip zindana atılan Mu’tez’i, Suçluları diri diri gömdüren Mutezid’i, Başkent Bağdat’ı kendi askerlerine yağmalatan Râzi-billah’ı açık açık anlatmış. Her iki yazarın sıraladığı örnekler bugünkü İslâm coğrafyasına dünün mirasıdır. İslâmiyet’in barış miras almadığı gibi “barış”ı egemen kılamadığı da açık. GAZA ÖYKÜLERİNDEN CİHAD ÇAĞRILARINA Boyun uçurma ve kafir kesme kültürü Günümüzde giderek kabaran bir insanlık tehdidi, her bombayı, mermiyi bir “Allahü ekber”! nidasıyla atmak. Öldürücüler bu emri Tanrı’dan aldıklarını haykırırken, cinayet, suikast, yıkım, ölüm faturaları da İslâmiyete kesiliyor. Bunlara destek veren güçler elbette var. Ama, asıp kesmenin sevap olduğunu anlatan, Dört Halife, Muaviye-Yezid savaşımlarını özendiren yayınlar, inanç ve saplantılarını aşamayanları besleyen yüzlerce yıllık bir gazâ literatürü de mevcut. Bunlar dünlerde cami kapılarında, Namaz Hocası, İlmihâl, Mevlid-i şerif kitapçıkları yanında ve onlardan çok satılırdı. Bugün daha çok basılıyor olmalı. Hz. Ali Gazveleri: Haverzemin Cengi, Yılanlı Kale Hayber Kalesi, Cemel Cengi Kubbe-i Mıknatıs Cengi, Kan Kalesi, Berber Kalesi, Billur Azam Cengi, Ejder Kalesi, Şeddat Cengi, Hz. Ali Kıyamcılara Karşı, Hazreti Aliye Meydan Okuyan Kız, Hz. Ali ve Hayberli Sihirbazın İntikamı, Hz. Alinin Hilâfeti ve Hazreti Osmanın Kanlı Gömleği, Hazreti Ali- Yezit Muaviye Cengi, Hazreti Ali Devler Mağarasında, Hamza Pehlivan ile Mâlike Ejder Cengi Hazreti Hamzanın Kahramanlığı, Kesik Başın İntikamı Hz. Hasan, Hüseyin ve Muhammed Hanefi’nin Üç yol Cengi, Muhammed Hanefi’nin İntikamı, Hazreti Süleyman İle Zaloğlu Rüstem, Kerbi Gazi, Peygamber Orduları İstanbul Kapılarında. Sıffin Muharebesi, Eba Müslim, Kara Cellat, Kerbelânın Öcü, Ölüm Kalesi, Nemrud Kalesi... Dünlerde en çok, Vakidî’nin Fütûhü’ş-Şam’ından alınıp köpürtülen, olağanüstü asıp kesme öyküleri anlatılan bu kitapçıklar, kasaba çarşılarındaki iş durgunluğunda üçü beşi bir araya gelen esnaf arasında ve kahvelerde sesli okunur, ilkokul-ortaokul çocuklarının çantalarından eksik olmaz; okuryazar köylüler de söğüt gölgesinde okurlardı. Kitapların ortak kurgusu kâfir kesmek, öteki dinlerden olanları boynunu uçurarak öldürmektir. Devami var...
-
Gezi ruhuna kim yaklaşırsa Türkiye’ye lazım olan odur
Ihsan Eliaçık, Türkiye’nin ihtiyacı olan hareketin Gezi olduğunu belirtiyor ve şöyle devam ediyor: “Gezi. Ama Gezi’nin tamamı; Oradaki yeryüzü sofraları, orada kılınan cuma namazları dahil. Oraya katılan herkes, Kürtler, ulusalcılar hepsi dahil düşündüğün zaman Türkiye’nin en ileri noktasıdır ora. Bu 5 eşitliğin sağlandığı yerdir Gezi. Kim ondan daha ileri giderse Türkiye’ye yararı olacak olan odur bence. Gezi’ye kim en iyi, en çok yaklaşırsa, Türkiye’ye en çok lazım olan da odur.” Erdal İMREK Haziran seçimleri yaklaşırken, ‘AKP bu seçimden de başarılı mı çıkacak?’, ‘HDP baraj altında kalacak mı?’, ‘Seçimden sonra nasıl bir tabloyla karşılaşacağız?’, ‘Demokrasi ve barış güçleri geniş bir ittifak sağlamayı başaracak mı?’ soruları etrafında şimdiden yoğun bir tartışma var. 2011’de yapılan genel seçimlerden bu yana Türkiye’de gündemi sarsan nice olay yaşandı. En önemli gelişmelerden biri de kuşkusuz Gezi direnişiydi. Gezi’de ismini sıkça duyduğumuz, binlerce kişiyi bir araya getiren yeryüzü sofralarıyla hatırladığımız Anti Kapitalist Müslümanların öncüsü olarak bilinen ve egemen din algısına getirdiği sert eleştirilerle tanınan İlahiyatçı Yazar İhsan Eliaçık’la yaklaşan seçimleri, yakından tanıdığı muhafazakar tabanın eğilimlerini, Kürt sorununu ve seçimlerde birlik meselesini konuştuk. Önce şunu sormak isterim; 17-25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonuyla ortaya dökülen, bunca yolsuzluk iddiasına, tapelere, sıfırlanan milyonlara rağmen AKP ve Tayyip Erdoğan yerel yönetimler ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinden başarıyla çıktı. AKP İslamcı bir parti ve siz onun tabanını oluşturan İslami çevreyi yakından tanıyan bir isimsiniz. Bunca yolsuzlukla anılan bir hükümet nasıl oldu da mütedeyyinlerden bu kadar oy alabildi. Dindarlar hırsızlık ve rüşvete toleranslı bir kitle midir? Türkiye’de milli görüşçü, cemaatçi, tarikatçı, radikal İslamcı dini grupların oy oranı yüzde 6’dır. Araştırmalar, istatistikler bunu gösteriyor. Ama Ak Parti’nin aldığı oy yüzde 50. Peki geri kalan yüzde 44 kim? Ortalama Türk ve Kürt halkı. Bunlar daha önce Anavatan Partisine, Adalet Partisine, Demirel’e, Özal’a, Çiller’e oy veren kitledir. Bunlara dindar diyemeyiz. Olsa olsa muhafazakar olabilirler. Bir kişi eğer oy oranı yüzde 6 olan dini cemaatlere ya da sol gruplara falan katılmamışsa Türkiye’deki okullarda, aile ortamından, çevresinde ortalama bir muhafazakar olarak yetişiyor. ‘Vatan, millet, bayrak, din kutsaldır’ diyor. Ama rüşvet, yolsuzluk gibi konularda fazla duyarlılığı yok. Halkta şöyle bir şey vardır; ‘Çok mal haramsız, çok laf yalansız olmaz’ der. Bunu kahvelerde pişti oynarken konuşur. Ama yalan da söyler, mal da biriktirir. Mesela bu kitle ‘Çalıyorlar ama çalışıyorlar’ diyor. Ortalama muhafazakar kitle böyle söylüyor. Çalmayı önemsemiyor. Hâlâ böyleyse sizin öngörünüz AKP tabanının bu seçimde de Hükümeti destekleyeceği yönünde... Ağır bir ekonomik kriz olmadıkça, vatandaşın cebini vurmadıkça desteklemeye devam edecektir. Ahlaki gerekçelerle cezalandırmayacaktır. Halk şu anda ‘Sen çaldın, hırsızlık yaptın, akrabanı kayırdın, erdemsiz davranışlarda bulundun’ diyerek hükümeti ahlaki gerekçelerle cezalandırmaz. Adam bakkala gittiği zaman 3 lira değil, 4 lira verdiğinde, 2 lira fazla ödediğinde, ‘Bu ne ya, zammı yaptı hükümet’ diyor. Cebinden daha fazla çıktığını, geçinemez, borcunu ödeyemez duruma düştüğünü, dolar nedeniyle borcunun giderek katlandığını gördüğü an cezalandırır, kendisine başka birini aramaya başlar. Halk büyük düşünmüyor kardeşim, ahlaksızı cezalandırmıyor. Hükümet de halkın bu yönünü görmüş. Halkın hükümeti desteklemesinin tek nedeni ekonominin şu ana kadar ciddi bir krizle sarsılmaması, görece istikrarlı durum, AKP’den aldığı kömür vs. gibi yardımlar ve ahlaki çöküntü mü yani? Ekonomik boyutu böyle. Bir de adam kimlik siyaseti yapıyor. ‘Bu Alevi’ diyor. Vatandaş da ‘Ha ona oy vermem lazım’ diyor. ‘Bana affedersin ermeni diyorlar’ deyip, Türkiye’nin ana kitlesi olan Türk, Müslüman ve Sünni kesime oynadığı zaman büyük bir kitleyi avucunun içinde görüyor. Kimlik siyaseti güdeceksin, Müslümanlığa, Türklüğe, Sünniliğe, dine atıf yapacaksın, kaba saba bir Osmanlı vurgusu yapacaksın, diğerlerini din düşmanı olarak göstereceksin. İşte Gezi’de bir kalkışma oluyor, hemen ‘Din düşmanları, bunlar dine saldırdı’ diyor. Ezan susmaz, bayrak inmez, vatan bölünmez... O bayrağın altında ne cinayetler işleniyor, ne eşitsizlikler var umurunda değil. İyi de çalma var, hırsızlık, eşitsizlik var. Git o camilerin arka sokaklarını bir gez ne hayatlar sönüyor. Kürtlerin hakları ne olacak, bunların hiç biri umurunda değil. Halk goygoyculuğuna gerek yok. Halk ne yapıyorsa doğru değildir kardeşim. Sosyolojik olarak halkın yanında olmak gerekir ama ahlaki olarak halk da eleştirilir. Zalimlere destek veren halk eleştirilir. AKP ÇÖZÜM SÜRECİNE İNANMIYOR Siz vatan, bayrak, din ve Sünniliğe dayanan bir kimlik siyasetinden söz ettiniz. Ancak çözüm süreci nedeniyle de ciddi bir oy aldığı görülüyor AKP’nin... Ben Erdoğan’ın barış sürecine inanmadığı kanaatindeyim. Oy getirmediğini görsün, barış sürecini falan kaldırır atar. İnanmıyor çünkü. Hükümet 2015 seçimlerini savuşturma derdinde. Ondan sonra kim öle kim kala. Ama o ‘Bu işe kellemizi koyduk’ diyor ama... Yalan, hepsi yalan. Mevcut iktidarın herhangi bir şeye inancı yok. Hele hele Gezi’den sonra bütün kimyası bozuldu. 17-25 Aralık’la beraber de tümüyle tarumar oldu. Geri kalan ömrünü hırsızlıkları, yolsuzlukları örtbas etmeye adamış durumda. Bir ideolojisi yok, bana göre uyduğu bir din falan da yok. Tek şey var; Kariyerizm ve konformizm. İktidarın nimetlerini kullanarak bir yerlere gelmek ve geldiği yeri korumak. Peki dindar seçmen ‘Ben sandığa gittiğimde neyi gözeteyim’ diye size soracak olsa ne dersiniz? Özgürlükleri daha da geliştirecek, yasakları kaldıracak, halkın yönetime daha fazla katılmasını sağlayacak her kimse hangi dilden, dinden, bölgeden, kesimden olduğuna bakmaksızın onu destekleyebilirler. Ama kendisine yakın böyle bir parti görmüyorsa, ‘Hangi partiye verirsen ver kardeşim sonuçta sistem değişmiyor’ diye düşünüyorsa herhangi bir partiye oy da vermeyebilir. Ama diyelim ‘Siyasi partiler yoluyla özgürlüklerin gelmesi, yasakların kalkması ve halkın yönetime katılmasının iç yolları tükendi. Herhangi bir siyasi partinin sistemi değiştirme gücü yok. Bu nedenle de sokağı zorlamak lazım, sokaklarda olmak lazım’ diye de düşünülebilir. Bana göre bu da bir yoldur. Ve ciddi de bir yoldur. AKP’NİN OYLARI DÜŞSE DE BELA, YÜKSELSE DE BELA ‘AKP bu seçimden de başarıyla çıkarsa, daha baskıcı, otoriter, bu günü bile aratacak bir dönem başlar’ değerlendirmesine katılır mısınız? Oyları artsa da azalsa da ben iktidar partisinin düşüşe geçeceği kanaatindeyim. Zirve 2011’dir. Oradan beri oylar aşağı doğru düşüyor. Oyları düştüğü zaman iç tartışma ve çöküş hızlanacaktır. Oyları arttığı zaman da bu yolsuzlukları örtmeye devam ettikçe, mevcut politikada ısrar ettikçe bunun Türkiye’deki çatışma potansiyelini, sokak hareketlerini hızlandıracağı kanaatindeyim. Yüzde 60-70’le iktidara gelse her şey süt liman mı olacak? İnsanlar, ‘Diktatörlük basbayağı geliyor. Parti yoluyla da olmuyor bu işler. Adam barajı düşürmüyor, şunu yapmıyor, bunu yapmıyor. O zaman kendi çaremize bakalım’ diye düşünecek. Yani oyları düşse de artsa da AKP’yi zor günler bekliyor... Evet, düşse de bela yükselse de bela. Çünkü bu iktidarın bana göre sosyolojik ömrü tamamlandı. Son 4 yıldır uzatmaları oynuyor. Ne yaparsa yapsın bunu sosyolojik imkanı bitti. Zihniyet olarak da bitti. Türkiye’nin temel sorunları var. Ben bunun 5 tane olduğunu düşünüyorum. 5 temel eşitsizlik fay hattı var. Bütün sorunlar buradan kaynaklanıyor. İktidarın bunları çözecek zihniyet yok. AKP’NİN SOSYOLOJİK ÖMRÜ BİTMİŞTİR! Nedir o 5 temel sorun? Birincisi; Bu iktidar ‘Müslümanlarla, Müslüman olmayanlar eşittir’ diyemez. İkincisi; Kürtlerle, Türkler her alanda eşittir diyemez. ‘Kürt kardeşlerim’ söylemi falan hepsi hikaye, tribüne oynamadır. Üçüncüsü bunlar; Alevilerle, Sünniler eşittir diyemez. Çünkü adam Alevilerin cem evlerini ‘cümbüş evi’ olarak görüyor. ‘Asıl ibadet camide yapılan namazdır’ diyor. Dördüncüsü; ‘Kadınlar ve erkekler eşittir’ diyemez. ‘Kadınla erkeğin fıtratı eşit değil’ diyor. ‘Kadının kariyeri evdir’ diyor. Beşincisi de; ‘Zenginlik, yoksulluk olmaz, insanlar eşittir’ diyemez. Hele hele bunu hiç diyemezler. Bu zihniyetin sosyolojik ömrü tükenmiştir. Peki size göre sosyolojik ömrü tükenen bu iktidarın alternatifi kim olacak? Bu söylediğim 5 fay hattında her kim en ileri noktadaysa, bunları sindirmiş, pekiştirmiş, olgunlaştırmış, kendi teorik ideolojik dünyasında bir yere oturtmuşsa Türkiye’nin ihtiyacı olan hareket odur. Bunların hepsinin olduğu tek yer var o da; Gezi. Ama Gezi’nin tamamı; Oradaki yeryüzü sofraları, orada kılınan cuma namazları dahil. Oraya katılan herkes, Kürtler, ulusalcılar hepsi dahil düşündüğün zaman Türkiye’nin en ileri noktasıdır ora. Bu 5 eşitliğin sağlandığı yerdir Gezi. Kim ondan daha ileri giderse Türkiye’ye yararı olacak olan odur bence. Gezi’ye kim en iyi, en çok yaklaşırsa, Türkiye’ye en çok lazım olan da odur. BİRLEŞİK HAZİRAN HAREKETİ GEZİ’Yİ TEMSİL EDEMEZ Bir süredir birlik çalışmaları yürüten Birleşik Haziran Hareketi, Gezi’yi temsil ettiğini söylüyor mesela… Bir defa onlar Gezi’yi temsil etmiyor kardeşim. Tam tersine Gezi ruhundan çok uzak görüyorum onları. Kürtlerin ve dindarların olmadığı bir Gezi olur mu? Gezi’de cuma namazı kılındı. Yeryüzü sofralarını biz yapmadık Gezi yaptı. 15 bin kişi geldi İstiklal Caddesinde oturdu. Nihayetinde Anti Kapitalist Müslümanlar 30-40 kişiydi. Kalabalık değil ama misyonu, sözü büyüktü. Kürtler, Aleviler, dindarlar olmadan Gezi olmaz. Türkiye’deki herhangi bir grup olmadan Gezi olmaz. Herkesin içinde yer aldığı, hegemonya hırslarının olmadığı, egemenliğin değil ortaklığın esas alındığı, ‘Bu memlekette birlikte yaşayacağız, LGBTİ’den dindara kadar herkese yer var bu memlekette’ denen yerdir Gezi. Şimdi sen onun bir kısmını dışlar, daha çok Kemalist, ulusalcı olanları bir yere toplar, oradan klasik sol bir hegemonya çıkarırsan bu Gezi olmaz. Gezinin artığı olur. MEVCUT İÇİNDE EŞİTLİĞİ SAĞLAYABİLECEK PARTİ HDP HDP’ye nasıl bakıyorsunuz? Mevcut partiler içerisinde bahsettiğim 5 alandaki eşitliği sağlayabilecek ideolojik derinliğe ve zihinsel kapasiteye en yakın partinin HDP olduğunu düşünüyorum. İlerleme sağlayabilecek olan parti o. Böyle bir ihtimal var. Ama onun da genişlemesi lazım. Politikanın alabildiğine geniş çaplı ittifaklarla olması lazım. ÖCALAN’IN UFKU KÜRT SORUNUNUN ÇOK ÖTESİNDE Türkiye’de siyasetin ve doğal olarak seçimlerin de en önemli aktörlerinden biri Kürtler. Kürt hareketine bakışınız nedir? Kürt hareketi barış süreci sebebiyle hükümete fazla angaje olmuş, hatta neredeyse hükümet tarafından rehin alınmış gibi bir görüntü veriyor. Yani hep ‘Aman sürece zarar gelmesin’ gibi bir refleks var. Yani sen koskoca, 30 yıllık bir hareketsin kardeşim. Diyarbakır’da Nevruz’da 1 milyon kişiyi toplamışsın. Kürt hareketi yoğun biçimde yöneltilen bu eleştiriyi reddediyor. Özellikle Kobanê direnişinden beri oldukça sert bir dili var hükümete karşı... Var da hemen geri dönülüyor. Bir şey yapılıyor ama sonra geri adım atılıyor süreç bozulacak diye. Peki ne olacak? Çözüm nedir yani? Onu da açıklamadılar. ‘Nedir bu müzakere, neler var’ burada diyorsunuz. Müzakerelerin içeriğinin sürecin selameti için konuşulmadığı söyleniyor. Ne demek yani? Ne olduğunu, ne konuşulduğunu biz bilemeyecek miyiz? Yani 10 tane madde konuşulduysa bunlar nedir kardeşim? Aman süreç zarara uğrar diye bir tutum var. Kürt hareketinin ufkunu genişletmesi lazım. Şu anda söylem rehin vaziyette bence. Çünkü bu hareketin lideri rehin. Yani bir adım ileri iki adım geri. Öcalan’ın cezaevinde yazdıklarında bir ufuk genişliği var. Ama dışarı çıkıldığında bunun giderek daraldığını görüyorum. Biraz açabilir misiniz burayı? Bence Öcalan’ın perspektifi Kürtleri ve Kürdistan’ı çoktan aşmış vaziyette. Hatta bana göre Türkiye’yi bile aşmış. Şurada 5 cilt kitabı var hepsini okudum. Ortadoğu’da büyük bir şey düşünüyor. Kafasında demokratik konfederalizm var. Ortadoğu’da halklar nasıl barış içinde bir arada yaşayacak. Devlete, iktidara, sınıra fazla önem vermeyen, toplumu öne çıkaran, ekolojiyi, çevreyi önemseyen, kadını olağanüstü ön plana çıkaran bir toplum projesi var kafasında. Bunu konuşmak istiyor. Kürt meselesini buna vesile yapmak istiyor. Yani çözmek istediği şey Kürt meselesi değil sadece, Kürt meselesinin de içinde olduğu Türkiye meselesi, Ortadoğu meselesi. Öcalan’ın ufkunu düşününce bana göre Kürt meselesi onun dişinin kovuğunu bile doldurmaz şu anda. Ama şu da var; Acaba bütün bunları konuşmanın yeri, zamanı orası mı? Yani bunun için başka bir şey lazım. Serbest kalması lazım. CHP TABANI İHMAL EDİLEBİLECEK BİR TABAN DEĞİL ‘CHP’den şu haliyle hiçbir şey olmaz’ diyen de var, ‘CHP’siz olmaz’ diyen de. Siz ne diyorsunuz? CHP, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu partisi olarak, ideolojik olarak, ismi CHP olmasa bile Türkiye’de her zaman var olacaktır. CHP’nin ölüsü seçimlere girse yüzde 15-20 oy alır. Böyle bir kitlesi var çünkü. Önemli olan kitledir. Bu kitle cumhuriyet değerlerine, laikliğe inanan, ‘Dini istismar etmemek lazım’ diyen geniş bir kitle. CHP tabanı öyle ihmal edilecek bir taban değil. Türkiye toplumunun da esaslı bir kesimi bu taban.
-
Din İle Ahlak Birarada Olmaz.
Evet nasil seriat ile laiklik, muslumanlik ile sekulerlik bir arada olmazsa, din ile ahlak ta bir arada olmaz. Ahlak etigin "cagdas ve bireysel etik olmak" konusunun temelidir. Ahlak sadece din ile bir arada olmaz degil, dinin de konusu degildir. Ahlak her turlu farkli degerdeki toplumun farklari ile birlikte yasayabilme bilincinin ve farkindaliginin konusudur.
-
Sünnet Olmak / Etmek, Allah’a Karşı Gelmektir.
Bu güne kadar hep sünnetin faydalı olduğu, gereksiz ve ileride sorun olabilen bir deri parçasını atmaktan ibaret olduğu ve başkaca da faydaları bulunduğu yalanıyla yetiştik. Ancak gerçek bu değil! Önce bazı Türk uzmanların görüşleriyle başlayalım... Nil Gün (Araştırmacı Yazar, "Sünnetle İlgili Yalan ve Gerçekler" kitabının yazarı) Sünnetin sağlığa büyük zararları var� Kesilen sadece işe yaramaz bir deri parçası değil. O kesilen parça, içinde sinir uçlarının, kan damarlarının, salgı bezlerinin bulunduğu bir mekanizma. O işe yaramaz diye kesilen deri parçasının koruyucu görevi ve cinsel işlevi var. Sünnet olduktan sonra bir çok alanda erkek zarar görüyor. 6 bin yıllık bir gelenek bu. Nil Gün'ün sünnet hakkındaki iddiaları, yazının devamında link'i bulunan, Sünnete Karşı Doktorlar (DOC) resmi sitesinde de aynı şekilde yer alıyor. Dr. Osman Sabuncuoğlu (Uzman psikiyatrist) "4 - 6 yaş arasındaki erkek çocukları, "psiko - dinamik" olarak özel bir döneme girer. Babalarının kendilerine zarar vereceği, pipilerini keseceği türünde kaygıları vardır. Tam da bu süreçteyken sünnet edilmeleri, ileri yaşlarda cinsel hayatlarını olumsuz etkiler. Dr. Haydar Dümen (Seksolog) "Sünnet bütünüyle olumsuz bir eylemdir. Baştan sona yanlış. Çünkü, adı ister Tanrı, ister doğa olsun, evrenin süreçleri içinde bedenimizde ne bir hücremiz fazla, ne eksiktir. Bu yüzden doğa ya da Tanrı hatalı imalat yaratmaz. Sünnet 5 - 6 yaş arasında yapıldığında, psikolojik zararları daha fazla olur. Bu yaşlarda yapılan sünnet sonucunda, "Kastrasyon kompmleksi" dediğimiz, pipi kesilme korkusu oluşur. Bu da, psikoseksüel gelişim döneminde derin izler bırakır." Doç. Dr. Nusret Kaya (Psikiyatrist) "Sünnet 2 yaşından sonra yapılırsa çocuklarda, "kastrasyon kompleksi" adı verilen bir takıntıyı artırabilir. Bunun anlamı, "pipi kesimi korkusu"dur. Pipisinin ucundan gitmesi, çocukta değişik korkulara neden oluyor. Bu da ileriki yıllarda, "ejekülasyon pirecokcks" dedilen erken boşalmaya sebep oluyor. Erken boşalma yaşayan erkekler, kadınlarda vajinal orgazm yetersizliğine ve dişi gücüne ulaşamamasına yol açıyor." Prof. Dr. Cemil Topuzlu "Güya sünnetin temizlik bakımından faydası varmış; sünnetsizlik yüzünden hastalıklar oluyormuş. Pekâla, bunu kabul edelim. Lakin binde bir kişide tesadüf olunan bu hastalıklar için bütün Müslüman çocukların mühim bir uzuvlarını hayatları bahasına ve din uğruna kestirmekte mana nedir? Bence ileride vukua gelmesi muhtemel hastalıklar için [çocuğu] sünnet ettirmek, ileride apandisiti patlar diye bütün çocuklarımızın apandisitlerini çıkartmayı tavsiye etmekten farklı değildir. " Amerikan Sünnete Karşı Doktorlar (Doctors Opposing Circumcision, DOC) Birliğinin görüşleri Halen gittikçe artan sayıda doktor rutin yenidoğan sünnetine karşıdır. Bu doktorlar kimsenin, bir başkasının cinsel vücut parçalarını zorla almaya hakkı olmadığını kabul eder. Ayrıca doktorların da, çocuklar üzerinde uygulanan bu acı verici, tıbbi açıdan gereksiz prosedürde yeralmamaları gerektiğine inanırlar. Rutin sünnetler yalnızca Altın Kuralı ihlal etmekle kalmaz, aynı zamanda tıbbi uygulamaların temel ilkesi olan "İlk Önce Zarar Verme" ilkesini de ihlal eder. Şaşırtıcı şekilde, sünnet, A.M.A. Ahlak Kuralları'nın yedi maddesinin hepsini de ihlal eder. Ana-Babanın doktora , ne zaman ve nasıl uygulamada bulunacağını söylediği garip uygulama tııbın başka hiçbir yerinde yoktur. *Çağdaş tıbbi etiğe göre, ana-babanın çocuklarının yararına olmayan müdahalelere izin verme yetkileri yoktur. "Korku, acı, şekil bozma, *güçten düşürme ve aşağılama insan ruhunu kırmaya çalışmanın tipik yollarıdır. Sünnet hepsini içerir." Geoffrey T. Falk tarafından çeşitli kaynaklardan derlenen bilgiler Sünnet Nedir? Sünnet, ******** başını kaplayan mukozal *dokunun ve deri tabakasının cerrahi olarak kaldırılmasıdır. Bu çifte tabaka daha çok sünnet derisi (******* üst derisi) olarak bilinmektedir Anne-Babaları konu hakkında mümkün olduğunca bilgilenmeye davet ediyoruz. İşlemin kendisinin cerrahi risklerinin farkında olmalıdırlar. Doktorunuzla adım-adım süreç hakkında konuşun. Eğer mümkünse, işlemi yapılırken (hastane vs. yerde ) kendiniz izleyiniz, ve nasıl bir şey olduğunu öğreniniz. International Coalition for Genital Integrity, sünneti "birinci dereceden *cinsel açıdan sakatlayıcı operasyon" sınıfına sokmuştur. Sünnet Derisi ne işe yarar? Sünnet Derisinin üç işlevi vardır : *cinsel işlevi, koruyucu işlevi, ve duyarlılık işlevi Doğum sonrasında genellikle sünnet derisi penise yapışık haldedir. Daha sonra kendiliğinden ayrılır. Bebeğe bez bağlandığı bu dönemdeki işlevi , penisi tahrişten ve yaralanmalardan korumaktır. Hayat boyunca da ******* başını yumuşak ve nemli tutarak travma ve yaralanmalardan korur. Sünnet derisindeki mukoza ve frenulum gibi belirli bölgeler; *özellikle hassas dokulardan oluşmuştur ve cinsel zevke katkıda bulunurlar. Buradaki özelleşmiş sinir uçları, cinsel zevki ve kontrolü arttırır. * İç deri, doğrudan ******* başı ile temas halinde olan mukoza tabakasıdır. Ağzın içindeki yüzey gibi olan bu tabaka, yapı, incelik özelliği, ve rengi bakımından üst-derinin (sünnet derisinin) geri kalanından farklıdır. *Frenulum, penisten gelen ve üst-derinin iç yüzeyine eklenen özellikle hassas olan ince bir zardır. *Ayrıca, üst-derinin iç tabakası ve genel ******* derisinin kesişimi olan özel bir bölge daha vardır. Bu bölgenin üst-derinin hareketini sağlayan özel kasları vardır. Buradaki dokunma duyusu, dudaklarınki kadar gelişmiştir. Sertleşmiş halinde penisin üstderi *içinde hareket edebileceği geniş bir alan vardır. ******* bu alan içerisinde hareket edebilir, ve tahriş olmaktan, yapay kayganlaştırıcılara duyulan ihtiyaçtan kurtulur. ******* başı ve üst-deri doğal olarak birbirlerini uyarırlar. Warren ve Bigelow, ******** üst-derisinin cinsel ilişki sırasındaki görevlerinden bazılarını açıklamışlardır. Paul M. Fleiss, MD, MPH, University of *Southern California Medical Center'da yardımcı klinik pediatri profesörüdür. Ulusal ve uluslararası tıbbi dergilerde yayınlanan pek çok makalenin yazarıdır Sünnet Nasıl Zarar Verir? Sünnetin "tıbbi yararları"(!) hakkındaki tartışma, nadiren sünnetin gerçek sonuçlarına değinir. * * ** Sünnet Köreltir: Kesilen deri miktarına bağlı olarak, sünnet, *erkeği ******* derisinin %80 kadar veya daha fazlasından mahrum bırakır. *Sünnet derisinin uzunluğuna bağlı olarak, onu kesmek, penisi %25 veya daha fazla kısa yapar. Özenli anatomik araştırmalar göstermiştir ki, sünnet bir metreden fazla damar, arter, ve kılcal damarları, 80 metreye yakın sinir uzunluğunu, ve 20,000'den fazla sinir ucunu yok eder. 31 Üst-derinin kasları, bezleri, mukoz tabakası, ve epitelyal dokusu da bunların yanında tabii ki yok olmuştur. * * Sünnet Hissizleştirir: Sünnet penisi radikal bir şekilde hissizleştirir. *Üst-deri (sünnet derisi) *amputasyonu, üst-derinin kendisindeki zengin sinir ağını ve sinir alıcılarını yok etmek anlamına gelir. Sünnet, neredeyse her zaman frenulumu ya yok eder ya da büyük zarar verir. Koruyucu üst-derinin kaybedilmesi glansı hissizleştirir. Sürekli dışarda kalan glansı (******* başı) kaplayan membran şimdi sürekli aşınma ve irritasyon ile *karşı-karşıya olduğundan keratinleşir, sert ve kuru olur. Normal, sağlam bir peniste, mukoz zarın tam altında olan glanstaki sinir uçları, şimdi birbiri üstüne oluşan keratin tabakalarının altına gömülmüştür. Köreltilmiş glans(******* başı) şimdi donuk, gri ve sklerotik bir görünüm alır. * ** Sünnet Etkisiz Kılar: Sünnet ile büyük miktardaki ******** derisinin amputasyonu, geri kalan deriyi kalıcı olarak hareketsiz hale getirir. Bu hareket kaybı, glansın normal olarak uyarıldığı mekanizmayı yok eder. Sünnetli ******* sert hale geldiğinde, geri kalan hareketsiz hale gelmiş deri gerilir, bazen bu o kadar sıkı olur ki tüm penisi kaplamaya yetmez. *Normalde ******* gövdesi üzerinde kıl yoktur, ama bu şekilde, torba vs. üzerindeki kıllı deri de penise kadar çekilir. Cerrahi olarak dış ortama maruz hale getirilen glansın mukozası sebaceous bezlerini içermez. Üst-derinin emolyantları ve koruması olmadan, galns(******* başı) kurur, çatlamaya ve kanamaya meyilli hale gelir. * * Sünnet Şekli Bozar: Sünnet, penisin görünüşünü büyük ölçüde değiştirir. Normalde bir iç organ olan glansı, kalıcı olarak bir dış organ haline getirir. Sünnet üst-deriyi yırtmayı gerektirdiğinden, glansın da bazı parçaları kopabilir. Üstderinin parçaları ham glansa yapışabilir ve yerinden kopmuş, sarkan deri parçaları ve köprüleri oluşturabilir. *Yara oluşumuna ve kesilen deri miktarına bakarak, sünnetli deri kalıcı olarak eğik bir hal alabilir, ya da sertleşme sırasında eğilebilir. Yara dokusunun büzülmesi, ******* gövdesini *karnın içine doğru çekebilir, bu da gerçekte penisin kısalması, hatta bazen tamamen kaybolması anlamına gelir. * * Sünnet Dolaşıma Zarar Verir: Sünnet, ******** derisindeki ve ******* başındaki normal kan dolaşımını bozar. Ana ******* arterlerine akmak isteyen kan, yarma noktasındaki yara dokusu ile engellenir, bu da kanın daha ilerdeki diğer kılcal damarları beslemek yerine geri doğru akmasına neden olur. Kandan yoksun olan olan meatus büzülüp yara oluşturabilir, bu da idrar akışını engeller. Meatal Stenosis denen bu durum, genellikle düzeltici cerrahi müdahale gerektirir. Bu hastalık neredeyse tamamen sünnetli çocuklara özeldir. * Sünnet, aynı zamanda lenf kanallarını da keser, lenfin dolaşımı bozulur ve bazen *lymphedema denen, penisin geri kalan derisinin, sıkışıp kalan lenf ile dolup şiştiği, acı verici ve şekil *bozucu rahatsızlık ortaya çıkar. * * Sünnet Gelişen Beyne Zarar Verir: Önde gelen tıbbi dergilerde yayınlanan yeni yapılan çalışmalarla ilgili makaleler, sünnetin, *beyin üzerinde, gelişen beyin merkezlerini olumsuz yönde etkileyerek, *uzun süreli zararlı etkileri olduğunu söylemektedir. Sünnetli erkeklerin sünnetsiz erkekler ya da kızlara göre daha düşük bir acıya dayanma eşikleri vardır. Gelişim nörofizyolojisti *Dr. James Prescott, sünnetin daha derin ve daha ciddi nörolojik zarara yol açmış olabileceğini de söylemektedir. ** Sünnet Hijyen ve Sağlık Dışıdır : Sünnet hakkında en yaygın olan efsanelerden biri, sünnetin penisi daha temiz ve bakımı daha kolay yaptığıdır. Bu doğru değildir. Gözkapakları olmadan gözler daha temiz olmaz, ******* de üstderi olmadan daha temiz olmaz. Yapay olarak dış organ haline getirilen glans (******* başı) ve meatus, kire ve aşınmaya sürekli açık haldedir, bu da sünnetli penisi daha kirli yapar. Koruyucu üstderinin kaybolması, üriner yolu bakteri ve viral patojenlere karşı korumasız bırakır. * Sünnet yarası pek çoklarının sandığından daha büyüktür. Bu yalnızca geri kalan derinin iç ve dış birleşme noktaları değildir. Sünnet olmadan önce bir bebeğin *üstderisi ******* başında ayrılmalıdır, tam anlamıyla söylemek gerekirse, bu canlı canlı derisini yüzmek, yırtmaktır. Bu da geriye kanayan, *geniş ve açık bir alan bırakır. En iyi ihtimalle, bu geniş alan *yalnızca bir çeşit proto-mukoza tarafından korunmaktadır. Hastalık yapıcılar bu açıklıktan kolaylıkla içeri girebilirler.
-
Sünnet Olmak / Etmek, Allah’a Karşı Gelmektir.
Neyseki Kadin sunneti Anadolu cografyasinda tarihi ve dini olarak uygulanmiyor ve bilinmiyor. Yalniz erkek sunneti ise muslumanligin olmazsa olmaz sartlarindan biri. Bu konuda Kuran'da bir sure ya daayet var mi? Erkeklerdeki o parca; vucudun en nazik yerlerinden biri olan yeri; hem direk temastan, hemde direk etkilenmekten koruyor. O kesildigi zaman; aciga cikan yer; hem zamanla, direk surtunmeden hissiyetini kaybediyor, hem rahat mikrop kapabiliyor. Hassasiyetini de kaybettigi icin; gorev suresini uygulamak yerine; gorevini erken icra ediyor. Ayrica o parcanin bir geregi olmassa; dogustan o parca orda olmazdi, zaten. Bu parcalarin neden kesilmesi gerektigini ve insanoglunun vucuduna ne gibi yarar verdigini, hem biyolojik hem de; bilimsel olarak aciklayayabilecek bir inanir var mi? Sunnet neden gereklidir?
-
Sünnet Olmak / Etmek, Allah’a Karşı Gelmektir.
Vahset- Kadin Sunneti BM verilerine göre, her yıl yaklaşık 2 milyon kız çocuğu, sünnet nedeniyle hayatını kaybetme tehlikesi yaşıyor. Dünyada her gün yaklaşık 6 bin genç kızın sünnet edildiği bildirildi. Kadın sünneti başta Yeni Gine, Mısır, Etiyopya olmak üzere Afrika’daki birçok ülkede, Avustralya, Malakka takım adaları, Brezilya, Meksika, Peru, Ortadoğu, Batı Asya ve Hindistan’da yaşayan Müslüman topluluklarda yaygın. Kadın sünneti esas olarak, Afrika kıtasının orta şeridinde yer alan 30 Afrika ülkesinde uygulanıyor. Bu bölgedeki kadınların %72-99’u, diğer Afrika ülkelerindeki bazı etnik grupların veya kabilelerin kadınlarının %18-72’si sünnetli. Umman, Yemen, Birleşik Arap Emirliği’nde, Endonezya ve Malezya’nın bazı bölgelerinde, Kuzey Irak’ta bazı Kürt bölgelerinde yaşayan kadınlar arasında da daha az oranlarda olmakla beraber sünnet geleneği yaşatılmakta. Ayrıca, bu ülkelerden gelen göçmenlerin geleneklerini taşımaları ve sürdürmek istemeleri nedeniyle kadın sünneti, Avrupa, Kanada, Amerika, Yeni Zelanda ve Avustralya‘da da görülüyor ve kadınlara yönelik şiddetin en uç uygulamalarından biri olarak tüm dünyayı ilgilendiren bir kadın sorunu olmaya devam ediyor. Kadın sünneti esas olarak 3 ayrı şekilde uygulanır. 1) Klitorisin tümüyle kesilmesi (clitoridectomy); 2) Klitoris ile birlikte yakın çevresindeki küçük ve bir kısım büyük dudakların kesilmesi (excision); 3) Klitoris ile birlikte küçük ve büyük dudakların neredeyse tümüyle kesilmesi, açık yaranın dış çeperlerinin biraraya getirilerek yaranın tümüyle dikilmesi, sadece idrar ve aybaşı kanamasının akabileceği ve ancak küçük parmak genişliğinde olan bir açıklık bırakılması (infibulation). Bu uygulamalar dışında Dünya Sağlık Örgütü; delme, dağlama, kazıma, vajinanın içine kanama sebebi olan çeşitli bitkiler yerleştirme veya bazı müslüman topluluklarda “sünnet/sunna” denilerek klitorisin bir şekilde işaretlenmesi gibi kadının cinsel organına yapılan müdahaleleri de dördüncü uygulama şekli olarak mücadele edilmesi gereken sünnet kapsamına almıştır. Sünnetli kadınların % 80-85’inde 1. ve 2. tür sünnet uygulanmaktadır. Cibuti, Somali, Sudan’da kadınların % 98’i firavun tarzı da denilen ve sünnetin en ağır şekli olan “infibulation” yöntemi ile sünnet edilmektedir. Ayrıca Mısır’ın güneyinde, Eritre ve Etiyopya’da, Gambia, Çad, Kenya ve Mali’nin bazı bölgelerinde de bu tür sünnetler uygulanmaktadır. Ayrıca, bu yöntemle sünnet edilen kÿadınların her doğum sonrasında yeniden sünnet edilmesi gerekmektedir. Doğumu kolaylaştırmak için doğum esnasında sünnet bölgesi yarılan kadınlar doğumdan hemen sonra yeniden dikilmektedir. Böylece kadınlar, çocuk sayıları kadar sünnet olmakta, aynı acıları defalarca aynı yoğunlukta yaşamak zorunda kalmaktadırlar. Sünnet yaşı bölgelere göre değişmekle beraber genelde Etiyopya ve Nijerya’da kız bebek 8 günlük iken, Mısırda 3-8, Sudan’da 5-8, Somali’de 4-10 ve diğer pek çok ülkede 13-15 yaşları arasında kız çocukları sünnet edilmektedir. Sünnet, genelde genital bölge uyuşturulmadan ve bıçak, traş bıçağı, keskin cam parçaları, keskin teneke kenarı kullanılarak yapılır. Yaranın tutturulmasında akasya ağacı dikenleri, kemik çiviler, iğne, hayvan kıllarından elde edilen iplikler, deri iplikler kullanılır. Daha sonra kız çocuğu ayağa kaldırılarak bacakları dizden kalçaya kadar bitişik olarak sıkıca sarılır ve sünnetlinin birkaç hafta hareket etmeden yatması, idrarını ve dışkısını yattığı yerde yapması sağlanır. Sünnetçi dışında, kız çocuğunun etrafına toplanan kadınlardan bazıları kız çocuğunun kollarını, bacaklarını sıkıca tutar, bazıları kıpırdamaması için omuzlarından bastırır. Dilini yutmasını veya ısırmasını engellemek için kızın ağzına bir bez veya sopa yerleştirilir; diğer kadınlar tarafından da çığlıkları bastırmak için def çalınıp yüksek sesle şarkılar söylenir ve bir yandan da iyi dilekler iletilir.
-
Sünnet Olmak / Etmek, Allah’a Karşı Gelmektir.
"... Her şeyi yaratan ve bir ölçüye göre düzenleyen Allah'tır" (Furkan suresi, 2) "...Onun katında her şey bir ölçü (miktar ) iledir.(Rad suresi, ayet 8) " Biz her şeyi bir ölçüye göre yarattık" (Kamer suresi, ayet 49) "Rahmanın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Bir kere daha bak! Hiçbir çatlak(düzensizlik) görüyor musun?" (Mülk suresi, 3. ayet) " Alah Her Şeyi Bir Ölçüye Göre Yaratmıştır" Madem oyle, neden sunnet olayi var? Hem erkekte hem de kadinda? Sunnet eger gerekli ise, o zaman yukaridaki ayetler gecersizdir. Yukaridaki ayetler gecerli ise, sunnet olayi Allah'iniza karsi gelmek, onun yarattigini mukemmel bulmamak ve keserek duzeltmektir.
-
Etik Olmak İle İdeolojik Olmak Farkı / İlişkisi
Insanoglu bilindigi gibi sosyal bir fenomen olmasinin yaninda, soyutlama soyut degerlendirme, soyut deger verme ve soyut deger yaratma yetisi olan ve bu soyutlarini da somutlastirarak dozen system ve kurum haline getirebilen bir fenomendir. Sanki burada bir metafizigin ontolojik yani varl;iksal "madde/dusunceden birinin monizmi" celiskisi varmis gibi algilanmaktadir. Halbuki insanoglu fenomeninde bu iki varliksal temel biri birini tamamlar ve bu tamamlamadan insanoglu kavramsal bilgisini yaratir ve turetir. Burada baslik konmusuna bagli olarak bunlardan sosyallik ve ideolojiklik tam da bu celiskinin bir birini tamamladigi bir butundur. Yani insanoglu ideolojisini oretayas atar ya da yaratir ver sonar da bunu kitlesel ve sosyal olarak yasam ve iliskisine tasir ve dozen sistemini kurar. Burada cok onemli bir nokta vardir. Ne etik degerler ne de ideolojik degerler, bilimsel bir icerik tasimaz. Cunku soyut temelli olan bu degerlerin gozleminin alinmasi tartyismasiz degildir ve evrensel bir onay icermez. O zaman burada bir ...e gore soz konusudur. Yani insanoglu neye gore ideolojik ya da etik degerleri belirliyecek ve bunlari yasam ve iliskiye tasiyacaktir. Buradaki en onemli sorun, bu degerlerin insdanoglunun biri biri ile ustunluk hakimiyet savasiminin guc ve otoritesini gerektirmeyen aksine bu deger farklarinin biribirini tamamlayici ve bir mozaik temelinde birlikte bir birlerini icsellestirerek ve bir birlerine saygi gostererek sosyal birlikteligin saglanmasidir. Iste bu temelde maalesef, ideolojiler inancsal ve politik icerik kazanarak birt izme donusurler ve bu izm temelinde de bir guc otorite elde ediminin mucadelersini verirler. Buradaki sorun bu mucadelenin erke gelmesinden sonradir. Cunku erke gelen bu izm sadece kendi inandigi ideolojisinin niteliklerini toplumuna tek nitelik olarak dayatmasi ve sadece kendi niteligini topluma hakim kilmasidir. Bu da ister istemez digger ideolojilerin bu hakim ideolojiye karsi verdigi savasimi getirir. Bu savasimda degisecek tek sey, yeni ideolojik erkin eski ideolojik erkin yaptigini kendi niteligi olarak dayatmasi olacaktir. Yani toplum acisindan degisen bir sey olmayacak oyle ya da boyle bir inanc tem,elli ideolojinin niteliginin hukmu ve esareti altina girecektir. Iste burada sorun hangi ideolojinin hukmu degil; hokum altina giren toplumun kendisidir. Iste o yuzden ideolojiler etik degildir. Sadece kendi niteliginin tek nitelik olarak hakimiyetini isterler. Iste bu da nitelik temelli ideolojilerin kendi aralarindaki nicelik guc ve otorite savasidir. Tarihe baktigimizda bu sekildeki ideolojik inancsal izmlerin anlam ve icerigi adi amaci v.s. ne olursa olsun; ortak noktalarinin kendi niteligini topluma dayatmak oldugunu soyleyebiliriz. Tabi ki burada bir ideolojinin hakimiyet kurmadaki yol ve yonteminin siddet derecesi de ister istemez onmu dictator ve otokrat yapar. Boylece ideolojik inancsal nitelik olarak tek bir nitelikteki toplumlar yetistirilmeye calisilir. Baka bir ideolojik inanc iktidara geldiginde de toplumda nitelik farki ve catismasi dogar. Ustelik cagdaslasma Adina da bu ideolojik inanc temelli iktidarlar, dogma olarak ve niteliklerini koruma Adina caga ayak uyduramazlar ve gericilesir, tutuculasir ve hatta koktencilesirler. Bu da caga karsi direnen bir ideolojik inanc niteligi demektir. Aslinda burada din temelli iktidarlardan, ideolojik inancsal temelli iktidarlar pekde farklilasmaz. Sonucta her ikisi de guc ve otorite ve nicelik temelinde kendi niteligini topluma dayatirlar. Ideolojik inancsal niteligin kendi niteligini topluma guc ve otorite olarak dayatmasi ve bunun getirdigi ideolojiler inanclar arasi iktidar mucadelesinin tarihler boyu insanogluna ne gibi zararlar ve hak ve ozgurluk ihlalleri getirdigi izmin adi ne olursa olsun, insanoglunu kana bulamistir. En basta insanoglu niteligi Adina bu ideolojik ve inancsallarin guc ve otoriye temelli kendi niteligini topluma dayatmasi etik degildir. Cunku etik demek, evrensel hukukun ve insan haklarinin antiayrimci firsat esitligi icerikli hic bir inancsal ideolojik degerin tarafinda olmadan toplumun tum degerlerini ayni demokratik ve sosyal algi ile kucaklamasidir. Etik olmak toplumu guc ve otorite temelinde tek bir nitelige mahkum etmek degil, aksine; her bir niteligin toplum bunyesinde digger niteligin hak ve ozgurlugune mudahele etmeden kendini yasayabilmesidir. O yuzden etik olmak nitelik ayrimci ideolojik inancsal ve izm yanlisi olmak degildir. Aksine bunlardan arinmis olarak her birinin hak ve ozgurlugunu tanimak talep ettirmek savuinmak ve desteklemek ve de birinin digeri uzerindeki nitelik hakimiyetine izin vermemektir. Zaten hukuk da burda gereklidir. Hukuk hem har bir etik degerin yasamini saglamak hem de birinin digerine hakim olmasini onlemek icin vardir. O yuzden de hukukun etigi ideolojik inancsal izmsel olamaz. Etik ve hukukunda politika da yoktur. Cunku politika niteligin guc ve iktidarini saglamak Adina ideoloji ve inanclarin yaptighi kendi niteligi cikarina digger nitelikleri bastirma ve kendi niteliginin hakim ve ustunlugunu digerlerine gore ortaya koyma somurusudur. Etikteki politika ise ancak toplumun yararina ve tum toplumun ve her bir ferdinin yasam ve iliski standartini yukseltici ve duzeyini rahatlatici oldugu surece icte ve dista yararlidir. Aslinda buradaki politika bir yerde yararcilik olarak, topluma etik olmanin ogretilmesi egitimi yetistirimi ve yonlendirimi politikasidir. Iste bu etik politika ancak ideolojik ve inancsal tek bitr niteligin topluma dayatilmasini ve guc ve otoritenin nicelik savasimini onler. Kisaca ideolojik olmak sadece kendi niteligini guc ve otoritenin niceligi temelinde topluma dayatmak iken, etik olmak her bir ideolojik inancsal degerin farkinin farkindas olarak bunlari toplumda bir arada yasatma Adina her birinin hak ve ozguirlugunu birinin digerinin hak ve ozgurlugunu ihlal ertmeyecek sekilde hukuk ile tanimakdir. Herkesin kendine has bir inanci ideolojisi ve etik degeri olabilir ve olmalidir. Fakat herkes tew bilmelidir ki baskalarinin da kendine has ideolojisi inanci ve etik degeri vardir. Burada olmasi gereken ideolojiler inanclar izmler ve etik degerler arasi birinin digerine ustunluk hakimiyet savasi ve dayatmasi degil; her birinin digerini Kabul ederek bir toplum bunyesinde birlikte birinin digerine mudahelesi olmadan her birinin yasayabilmesidir. Iste etik olmak da budur. Yani etik olmak her bir farkli ideolojiyi inasnci izmi etik degeri icsellestirebilmeyi ve onlar ile birlikte ayni cografi ve toplumsal ortamda kendi ideolojisi inanci izmi ve etik degeri ile birlikte mudahelesiz yasayabilmeyi getirir. Ideolojik olmak tek niteligin dayatmasi demektir. Etik olmak her turlu farkli niteligin bir arada hic birinin digerine mudahelesi olmadan digger degerler ile birlikte demokratikm ve antiayrimci olarak yasayabilmesini saglamaktir. Ideolojik olmak dogal/fenomenal zihniyetin dayatmasi iken, etik olmak insansal zihniyetin deger mozayiginin farkindaligi ve her bir degerin zincirin birer halkasi oldugunun bilincidir. Ideoloji tek halka olarak zincire dayatirken, etik zincir olarak tum halkalarina sahip cikar. Etik bir yerde zincirin icinde bir halka olmadan zincirin kopmamasini ve bir halkasinin digerleri uzerinde hakimiyet kurmamasini saglar. Etik olmak qua felsefesi ile zinciri halkalari ile birlikte gorebilmek, ideolojik olmak sadece kendi halkasini zincire vezincirin digger halkalarina dayatmasini saglamaktir. Iste o yuzden ideolojik ve inancsal olmak politik cikar ve somuru icerir. Guc ve otoriteye gereksinim duyar ve sadece kendi niteligini nitelik olarak group; digger nitelik sahiplerini nicelik olarak algilar ve degerlendirir. Evrensel-Insan - Yapılandırmacı Epistemoloji/Bilişsel Bilim/Qua Felsefesi/Serbest Düşünce/Devrimci Sorgulama/Zihinsel Devrim - Evrensel-Insan Zihniyeti
-
SIK KULLANILAN İNGİLİZCE CÜMLELER
Tercume biraz yanlis olmus. Gercek gozler, gercek yalanlari fark ederler- Real eyes,( have awareness to) recognise real lies. Gozler Kalbin aynasidir- Eyes are the mirror of heart.
-
Kur'andaki çelişkiler
Kurani belkkiMuhammed yazmamis olabilir. Yal nizinsanoglu yazimi oldugu gun gfibi asikardir. Zaten bilimsel ve bilissel olarak ta aksi, mantiksal olabilirlik olasiligi olmasina terstir. Ancak fizik otesi inancinda insanoglu kendine anlattigi masallara efsaneler hikayelere mitolojilere kendi inanir. En buyuk te alacatandir.