Zıplanacak içerik
View in the app

A better way to browse. Learn more.

Tartışma ve Paylaşımların Merkezi - Türkçe Forum - Turkish Forum / Board / Blog

A full-screen app on your home screen with push notifications, badges and more.

To install this app on iOS and iPadOS
  1. Tap the Share icon in Safari
  2. Scroll the menu and tap Add to Home Screen.
  3. Tap Add in the top-right corner.
To install this app on Android
  1. Tap the 3-dot menu (⋮) in the top-right corner of the browser.
  2. Tap Add to Home screen or Install app.
  3. Confirm by tapping Install.

OBJEKTİVİST

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

OBJEKTİVİST tarafından postalanan herşey

  1. Değerli arkadaşlar; İslamcılara şunları soruyoruz herzaman ve örnektede görüldüğü gibi bakın nasıl cevaplar alıyoruz... ___Kamuoyunun gündemine göre Cihat ve terör’ü soruyoruz. Açıklayamıyorlar. Ya inanmıyor, ya gerçeği özellikle gizliyor. Veyahut da bilmiyor. ___Hıristiyanların Müslümanlara saldırısından söz ediyor, ama Bosna’da ezilen Müslümanların yardımına İslâm ülkelerinin değil, Hıristiyan ABD’nin koştuğunu söylüyoruz, yanıt gelmiyor. Tıkanıyor. ____İslâm aydınlık ve ilericiliği emretmiştir, diyor. Bugünkü İslâm ülkelerinin sefaletini soruyoruz. Yine yanıt yok. ____Dört eş almayı soruyoruz. Hepsi farklı açıklıyor. Kimileri de –birilerine yaranma gayretiyle mi bilmiyorum- zorlama yanıtlar veriyor. Çok genişletilebilecek örneklerin her birinde, neredeyse birbirlerini bir kaşık suda boğacak duruma gelmişler. Ve en önemlisi de tümünün ağzında alışkanlık yapmış olan veçok kolaylıkla birbirlerini kâfirlikle, mürtedlikle(dinden dönmekle), ajan olmakla, hatta terörist olmakla, münafıklıkla suçlayabiliyorlar. Dahası, “en okumuşu” bile kendisini “mehdi” ilan edebiliyor! Bunlar ekrana ve topluma yansıyanlar. Bir de ekran arkası bana birbirleri için söyledikleri.... Bu konuda eleştiri ya da değerlendirme yaparken Mevlâna’nın “Soru da bilgiden doğar, yanıt da” sözünü unutmamak gerekir. Geçenlerde, Huntington’un, Hıristiyan dünyası ile İslâm dünyası arasında gerçekleşeceğini ileri sürdüğü “Medeniyetler çatışması” tezi tartışılıyor. Oysa asıl çatışma “İslâm içindeki çatışma”dır. “Anlayışlar çatışması”dır. İslâm içindeki çatışmanın “ortak bir anlayışla” sonuçlanması gerekiyor. Tevfik Fikret, oğlu Haluk’a seslenirken, “Bize bol bol ziya(ışık) getir / Düşmek etrafı görmemektendir” diyordu. Düşmemek için etrafımızı iyi aydınlatmamız gerekiyor. Sonuç olarak; İslâmcıların kafası neden bu kadar karışık? Buna neden olan nedir? Mezhepler mi, dînî liderler mi, ülkelerin yasaları mı, din baronları mı, dini ticarete ya da siyasete alet edenler mi? Yoksa, “inancın soyut bir kavram” olması mı ortak noktayı yok ediyor?.. Yoksa bu anlaşmazlık, tezatlık, çelişkililik, ikilem ibadetin tümüyle Türkçe ile yapılmamasından kaynaklanıyor olmasın? Ne dersiniz...
  2. Lütfen üzerinize alınmayın arkadaşlar... Burada yobazlığın ve geri kafalılığı tartışıyoruz değilmi?. Üstelik hertülü düşünceyi konuşmak ve yaymak Bir anayasal haktır ve bu hakkımızıda beynimiz, yüreğimiz ve kalemimiz elverdiği olçüde yazmaya ve anlatmaya devam edeceğiz bundan kimsenin kuşkusu olmasın... Diğer taraftan Sevgili hero biz sizin gibi düşünmeyebiliriz fakat biz size yüksek sesle neden o şekilde düşünüyor ve inanıyorsunuz demiyor ve "DOĞRU DÜZGÜN KONUŞ KAFİR HERİF.BEN SENİN BİLDİĞİN MÜNAFIKLARDAN DEĞİLİM.SİZE ACIYORUM." şeklindeki tabirinizi hiç hoş bulmuyorum. Lütfen biraz hoşgörü diyorum...
  3. ''Evet ne yazık ki, Uğur Mumcu cinayeti bütün bağlantılarıyla aydınlatılamadı ve Abdi İpekçi cinayeti gibi hâlâ karanlık; Bahriye Üçok, Muammer Aksoy, Ahmet Taner Kışlalı gibi faili meçhul cinayetler arasında yerini koruyor. Onu aramızdan çekip alanlar, ********* çıkarlarını sürdürebilmek ve karanlıklarının baki kalmasını sağlamak istediler. Ama şunu herkes çok iyi bilmelidir ki, sadece onun ardından ağıtlar yakıp karalar bağlamak yetmez. Yerini doldurmanın ve unutmanın kolay olmadığı Mumcu'ya karşı bir sorumluluğumuz var: Ülkemizi bu koyu karanlıktan çıkarmak ve aydınlığa ulaşmak için canla başla, yılmadan, usanmadan mücadele etmek.'' Bundan kimsenin şüphesi olmasın..
  4. --------------------------------- Birkaç Kaynak; Türklerin Tarihi Yazarı :Jean – Paul Roux Çevirten :Galip Üstün Sayfa adedi :256 Basıldığı yer-yıl :AD Kitapçılık A.Ş. İstanbul, Haziran 1998 ----------------------------------- Teberi Anlatımları Tarih-i Taberi / Cilt 3/(Syf-343) ----------------------------------- Turan Dursun Kitapları... ----------------------------------- Cemil Sena. Hz. Muhammed’ in felsefesi -----------------------------------
  5. Evet Objektivizim yabancı bir sözcüktür doğru fakat başlıbaşına bir bilimdir ve bu bilim ingilizce ve diğer dillerde de okutuluyor fakat okutuldukları ülkelerin öz dilleri ile; Kaldıki OBJEKTİVİZİM; kıstası üretimin verimliliği ve üretici bireyin temel haklarıdır. Burada tek yaratıcı “Akıl-emek ve risk” tir. Bu anlamda kutsal olan bireydir. Bireyi temel almayan hiçbir sistem kalıcı, verimli ve doğru olamaz. Objektivizm insanın gerçekliği algılamak ve eylemlerine yol göstermek için tek aracın MANTIK olduğunu savunur. Mantık, insanın duyularıyla elde ettiği bilgileri tanımlayan ve düzene sokan işlemdir. Mevcudiyet duygu,his, dilek, umut ve korkularımızdan, bağımsız olarak vardır. MANTIK insanın hayatta kalmak için en temel aracı, AKILCILIK ise en yüksek erdemidir. Aklını kullanarak gerçekliği algılamak ve ona göre eylemlerde bulunmak insanın en ahlaki zorunluluğudur. OBJEKTİVİZM bireyin mutlu, sağlıklı, huzurlu ve üretken olmasını sağlarken; diğer taraftan da insanın kendi içinde tutarlı, dürüst ve rasyonel bir yaşam tarzına sahip olmasını sağlar... Türkçe ezan ile ilgili bir sorunuz var ve namaz kılıp kılmadıklarını soruyorsunuz. Bunun örnekleri o kadar çok ki... Bakın size bir örnek vereyim. Ziya GÖKALP'in dininden kuşku duymazsınız. Bakın Ziya Gökalp'in bir şiiri ezanın Türkçe okunmasının adeta icazet belgesidir. Ziya Gökalp şöyle der: "Bir ülke ki, camiinde Türkçe ezan okunur. Köylü anlar manasını namazdaki duanın Bir ülke ki, mektebinde Türkçe Kuran okunur Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hüda'nın Ey Türk oğlu, işte senin orasıdır vatanın."
  6. OBJEKTİVİST şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Güncel Konular
    . Bir şiiri şu han kulağıma fısıldayıverdi. Nazim'ın Dali resmine bakarak yazdığı Zaman şiirini.. BİR TÜRLÜ AKMIYOR ZAMAN KASKATI DONMUŞ ALIP ASKIYA ASABİLİRSİN BIÇAKLA KESEBİLİRSİN HAPİSTE GİBİYİM HAPİSTE... EN İNSAFSIZ GARDİYAN ZAMAN... Bir bir kaybediyoruz ve Çok üzücü...
  7. . TOPLUMSAL ANLAMDA "TERAPİ TOPLUMU" OLDUK... (Matrix'teki Morpheus'un Neo'ya verdiği aplar ve günümüze yansıyanlar...) ‘Matrix’ filminde Morpheus (Laurence Fishburne canlandırmıştı) Neo’ya (Keanu Reeves) iki seçenek sunar. İçinde yaşadığı dünyayı kapsayan kompleks oluşumları daha derin bir şekilde anlayıp o yönde hareket edebilir ya da bilgisizliğin verdiği yapma mutluluk içinde yaşamını sürdürebilir. Şöyle der Neo’ya, ‘bu mavi hapı alırsan, bütün sorunların biter, yarın sabah kalktığında, istediğin her şeye inanabilirsin’. Kırmızı hap, ise gerçeğin yoludur, insana yaraşır bir dünyayı yaratmanın yolunu açar.’ Günümüzde Her şey karşıtıyla varlığını sürdüryor. Suçlunun, suçlu olabilmesi, yasaların varlığına bağlı olduğu gibi, yasalarda varlığını suçlulara borçlu olması gibi parellelik teşkil eder. Bu ikili yapı içinde kurulan dengelerde toplum yürür gider. Bu yapının sürekliliğini sağlayan ise birey ve toplum arasındaki ilişkidir. İçinde yaşadığımız, yaygın adıyla postmodern toplumda işte bu dengede bir değişim başgöstermiştir. Ağırlık bireyin üzerine geçmiştir. Artık birey yaptığı her eylemden sadece ve sadece kendisi sorumludur. Başarılı da olsa, suçta işlese, sorumlusu bireydir. Kendisini yaptıkları temelinde tanımlayan birey/özne artık eskisi gibi önceden varolan, verili bir kimliğin içine doğmaz. Kimliğini ya da kimliklerini yaratma sorumluluğu da bireyindir. Bireyin bu yalnızlığı, kararların verilmesini zorlaştırır. Bir yandan, kolektif örgütlenme ve eğilimler olmadığı için toplumdan uzaklaşırken, ‘kurtulma’ içgüdüsüyle de daha çok kendine döner. Böylece ortaya yeni bir etiksel söylem, kurallar silsilesi çıkar. Bu yapı içinde ‘öteki’nin duyduğu acılar, onlara yanıt vermek, postmodern birey için empati değil, sadece vicdani bir katarsisdir. Bir anlamda dinsel dogmaların yeni bir versiyonudur bu etikler bütünü. Ve artık günümüz tüm sorunlarının çüzümünü PSİKOLOJİK olarak PSİKO-SOSYAL müdaalelerle çözmektedir. Örneğin; Ev yaşamındaki sorunlardan, iş yerine, eğitimden, uluslararası sorunların çözümlerine kadar bu yaklaşım hakimdir. Örneğin, İngiltere’de bir iş yerindeki sorunlar artık sendikaların değil, psikologların, doktorların çözmesi gereken sorunlardır. İş yerindeki cinsel ayrımcılık, patron-çalışan arasındaki sorunların yarattığı stres, artık bu alanda uzmanlaşmış olan psikologlara devredilir. Okuldaki başarısızlıkların, yoksulluk, aile olanaklarının yetersizliğinin bir sonucu olabileceği olasılığı, çocuğun önünde görülen “psikolojik” bariyerlerden sonra gelir. Tony Blair, Ulusal Sağlık Hizmetleri (NHS) çerçevesinde psikologlarla halk arasında 24 saat telefon bağlantısı kurulmasını, hükümetin ilk dönem başarıları arasında göstermesiyle, devlet ve vatandaşlar arasındaki işte bu yeni “duygusal” ilişkiyi sembolik anlamda resmileştiriyordu. Uluslararası müdehalelerde de, ‘psikolojik travma’, savaş, şiddet, yıkım ve ölümlerin önüne geçme eğilimindedir. Yugoslavya’ya yapılan müdehalenin, “humanist müdehale” olarak nitelendirilmesi, ülkenin içinde bulunduğu ekonomik-politik durumu değil, bu koşullar nedeniyle oluşan halkın ruh halini yansıttığı için öne çıkarılmıştır. Afrika’daki açlık, dünyanın çeşitli noktalarında süren bölgesel savaşların, travma temelinde kavramsallaştırılması artık batıda sorgulanmadan kabul edilen bir yaklaşım haline gelmiştir. İlk Körfez Savaşında, zavallı Küveyt halkı kurtarılmıştı. 2003 yılında, Irak’ın işgali öncesinde de, sürekli öne çıkarılan, baskı altındaki Irak halkının, zalim Saddam’ın elinden çektikleriydi. Geçtiğimiz hafta ABD’nin Mississippi bölgesini vuran kasırgadan sonra geride kalanların, neden aç ve susuz orada bırakıldıkları, hükümetin neden hiç bir şey yapmadığı soruları, trajik bir pempe dizi haline getirilen kazazedelerin görüntüleri arasında kayboldu gitti. Ya da; ___ABD, Afganistan’a ve Irak’a saldırılarını yine bu kurbanlık statüsüyle açıklamıştı. ___11 Eylül 2001’de Dünya Ticaret Merkezi’ne saldırılardan sonra Fransız gazetesi, Le Monde, ‘artık hepimiz Amerikalıyız’ başlığı atmıştı. ___New York’ta ölen 3000 kişiden sonra artık ABD’nin yapacaklarına karşı çıkmak olanaksız, ne yapsalar haklılar demek istiyordu. Eskiden bireyin yaşamında alması gereken büyük kararlar az ve seyrekti. Bugünlerde ise, küçük kararları daha sık almak zorunda kalıyoruz. Belki de bu nedenle, büyük ‘resmin’ görülmesi zorlaşırken, kararların etkilenmesi kolaylaşıyor. Mavi hapların üzeri tatlı şekerle kaplanıp sunulur, kırmızı haplar bazen tatsız bazen de acıdır. Hatta yan etkileri de olabilir. Ancak köklü tedavi için yaşamsaldır. Tercih yinede bireyindir. - İngiliz Profesör Frank Furedi, ‘Terapi Kültürü’ üzerine yazdığı çarpıcı kitaptan esinlenilmiştir...
  8. Değerli düşüncelerinizi bizlerle paylaştığınız için ve konuya gerçekten anlam kattığınız için teşekkürler Sevgili shankara... "tek kaynak kur-an kullanılırsa sorun çözülebilir ancak kur-an türkçe okunmadıktan sonra dualar türkçe bilinmedikten sonra batıdaki rönesansı reformu daha 100 yıl beklememiz gerekir." şeklindeki görüşünüz ise bir çok düşünceyi tetikler nitelikte ve bizler 100 yıl beklemek yerine bugünden başlayarak bunları gündeme getirermenin daha doğru olacağı inancı ile bugün bunları tartışıyor oluyoruz sevgili shankara... Sevgiler...
  9. DERİN DEVLET.... (KİRLİ İŞADAMI, KİRLİ SİYASETÇİ, KİRLİ GÜVENLİK GÜÇLERİ, KİRLİ BÜROKRAT...) Türkiye'de siyasi cinayetleri tetikçiler işliyor... Mehmet Ali Ağca da bir tetikçi... Ama onları birileri yönlendirip, sonradan koruyup kolluyor... Uğur Mumcu ve Ahmet Taner Kışlalı 'yı öldüren tetikçilerin bir bölümü yakalandı... Tetikçileri yakalamak yetmiyor... Perdenin arkasında hangi güçler var, o önemli! Durum böyle olunca da sonuca gidilmiyor, faili meçhul cinayetler tümüyle aydınlanamıyor... Bülent Ecevit , ''derin devlet'' olduğunu söylüyor; Sülayman Demirel ise ''Cinayetlerde derin devletin parmağı yok'' diyor, eski İçişleri Bakanı Sadettin Tantan ise Derya Sazak 'a şunları anlatıyor: '' Derin devlet diye bir şey yok. Böyle bir şeyi kabul ederseniz, demokrasiye inanmadığınız ortaya çıkar.'' Tantan, ardından ekliyor: ''Derin devlet olarak bakmayın. Kirli işadamı, kirli siyasetçi, devletin içinde kirli bürokratlar var. Bunların bir kısmı kendilerini devletin üzerinde bir güç odağı haline getirmişler. Susurluk 'ta ortaya çıkan buydu. Bunların üzerine gidilmedi.'' Peki neden gidilmedi? Gidilmek istendiyse kim ya da kimler engelledi? Mehmet Ali Ağca'ya, Oral Çelik 'e, Abdullah Çatlı 'ya Nevşehir Emniyet Müdürlüğü 'nden yeşil pasaport veren polis şefleri hangi makamlara kadar terfi ettirilip, önemli görevlere getirildi? Musa Anter cinayetinin failleri nerede? Türkiye'nin itirafçıları 30 yıldır kullandığını eski İçişleri Bakanı Tantan söylüyor. Ne diyor Tantan:''Türkiye'yi kurtardığı şeklinde lanse edilen insanların hangi bütçeyi kullandığı niye tartışılmıyor? Türkiye, Çakıcı dosyasında MİT görevlisinin Yargıtay Başkanı'nı ziyaretini yeterince tartışabildi mi?'' Ben bu açıklamaları okuyunca şaşırıyorum... __Nedir bu örgütlenmenin adı? __Bu ülkede siyasi erk var!.. __Cumhurbaşkanı var, başbakan var, bakanlar var! __Devlet var!.. Niçin soruşturma açılıp, yargı sistemi baştan sona değiştirilip devlet içindeki örgüt çökertilemiyor?.. Neden tartışılmıyor?, neden üzerine gidilmiyor?, neden amacın hukuki bir devlet anlayışı ve demokratik ve uniter bir yapı olduğu sergilenmiyor, neden? neden? neden?.... Bir türlü aklım almıyor... .
  10. . Uğur Mumcu'yu Çok Arayacağız... Yılgınlığın, korkaklığın, tepkisizliğin ve çıkarcılığın geçer akçe sayıldığı günümüzde Uğur Mumcu'yu çok özleyeceğiz. Karlı Sokak'ta, düştüğü yerde karanfiller boy verdi, mumlar hiç sönmedi. 24 Ocak yalnız Türk basın tarihinin değil, Kemalizmin de kara günüdür. İnsanlık dışı korkunç tuzak on üç yıl önce, 24 Ocak günü Uğur Mumcu'yu acımasızca elimizden aldı. Bu olayın utancını ve acısını ulus olarak her geçen yıl daha derinden yaşıyoruz. Uğur Mumcu, ödün vermeyen güçlü kişiliğiyle bir inanç, onur ve erdem anıtı idi bizler için. Bizi içten ve dıştan çökertmeye çalışanlara karşı kalemiyle savaş veren Kalpaksız Kuvayı Milliyeci'yi Karlı Sokak'ta, düştüğü yerde saygıyla anacağız. Uğur Mumcu, kendisi gibi Atatürk devrimlerinin yılmaz savunucusu olan ak saçlı dostları Prof. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu , bilge ozan Ceyhun Atuf Kansu , Prof. Muammer Aksoy , Prof. Tarık Zafer Tunaya ve Nadir Nadi için bir yazısında şöyle demişti: ''Günümüzün 'Kuvayı Milliyecileri' ne kalpak takarlar başlarına, ne boyunlarına fişeklik ne de bellerine tabanca. Onlar, bağımsızlık inancını günümüzün kurt kapanları ile dolu çıkar dünyasında dirençle, özveri ile savunan Kalpaksız Kuvayı Milliyeci'ydiler. Onlar Atatürk'ün Cumhuriyeti emanet ettiği gençlerdir.'' Halkımızı uyandıran, gelmekte olan tehlikeyi önceden gören, ABD ve Batı emperyalizminin bizi Sevr'e kadar götürecek ürkütücü projesini belgeleriyle ortaya çıkaran, yolsuzluklarla ve haksızlıklarla savaşan, içimizdeki ''mütareke kalıntıları'' nın saldırılarına göğüs geren Uğur Mumcu'nun o gür sesini bugünlerde duyar gibi oluyorum. İnsan beynini ve ruhunu karartan şeriatçı güçlerin hızla örgütlendiği günümüzde Uğur Mumcu'yu çok arayacağız. Onun yıllar önce yazdıklarının hepsi günümüzde doğrulanıyor. Aramızdan göçüp gittikten sonra, nasıl büyüdüğünü her geçen yıl daha iyi anlıyoruz. Uğur Mumcu, bu topraklarda bir sömürge aydını gibi dolaşanlara, karşıdevrimcilere, siyaseti kendi kişisel çıkarı için kullananlara karşı Mustafa Kemal'in anısını yücelterek kalemiyle savaştı. Yurdunun sorunlarını, karşı karşıya kaldığı tehdit ve tehlikeleri kendisine dert edinmiş, sözünü kimseden sakınmayan gerçek bir yurtseverdi. Bugün hayatta olsaydı, Lozan'ın intikamını almak isteyen, Sevr'i her dem gündeme getiren iç ve dış güçlere karşı mücadelesini sürdürür, ülkemizin bugün ''mütareke'' döneminden daha tehlikeli bir durumda olduğunu halkımıza anlatırdı. Yılgınlığın, korkaklığın, tepkisizliğin ve çıkarcılığın geçer akçe sayıldığı günümüzde Uğur Mumcu'yu çok özleyeceğiz. Karlı Sokak'ta, düştüğü yerde karanfiller boy verdi, mumlar hiç sönmedi. Yaşamını Türk ulusuna adayan, bizlere aydın olmanın sorumluluğunu öğreten Kalpaksız Kuvayı Milliyeci Uğur Mumcu'yu onun çok sevdiği Nâzım 'ın dizeleriyle, saygı ve artan bir özlemle anıyorum. ''Ve kavga bittiği zaman Ne çiftlik sahibi oldu ne apartıman Kavgadan önce Kartal'da bahçıvandı... (1) --------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------- EMPERYALİZM VE HUKUK Türkiye Cumhuriyeti, Kurtuluş Savaşı sonunda kurulmuştur. Kurtuluş Savaşı ise emperyalizme karşı savaşılarak kazanılmıştır. Anayasa'nın önsözünde, bu olgudan söz edilirken, "milli mücadele ruhu"nun devletimize kaynak olduğu da açıkça belirtilmektedir. "Milliyetçilik", emperyalizme karşı verilmiş Kurtuluş Savaşı'nın bilincine sahip olanların ulusal duygularıdır bu bakımdan. Oysa, kavram tam tersine çevrilmiştir. Emperyalizmden, yabancı sermayeden, hilafetten yana olanlarla, politika sahnesinde herrenge girmeyi hüner sayanların aritmetik toplamına "milliyetçi" denilmektedir. Milliyetçi olan ile olmayanı ayıracak en keskin ölçü, emperyalizme ve sömürüye karşı takınılan tavır ile belirlenebilir. Hatırlarsınız, bir zamanlar radyolarda "Köy Saati" adıyla bir program yayınlanırdı. Bu programda ülke sorunları, köylü yurttaşlarımıza anlaşılır biçimde anlatılırdı. Bu profram bazı çevrelerde tepkiyle karşılandı ve program yapımcısı Abdullah Yılmaz, mahkemeye verildi. Yılmaz'ın suçu, boraks madenlerinin devletleştirilmesini istemesiydi. Yargılama sonunda Abdullah Yılmaz mahkum oldu. Gerekçesini öğrenmek ister misiniz?: -__ Emperyalizmi kötü göstermek... Yani, bu karara imza atan saygıdeğer yargıç, boraks madeninin devletin elinde olmasını savunan bir görüşü, "emper-yalizmi kötü göstermek" diyerek gerekçesine yazabiliyor. Oysa Anayasa'nın 130'uncu maddesini açarsanız şu satırları okursunuz: -__ Tabii servetler ve kaynaklar, devletin hüküm ve tasarrufu altındadır. Bunların aranması ve işletilmesi hakkı devlete aittir... Bazı yargıçlar, Cumhuriyetin temelini oluşturan "milli mücadele ruhu" ile antiemperyalist bilinç ve eylemi, komünizm propagandası olarak anlamakta ve yorumlamaktadırlar. Örnek çok... Türkiye'de solcu düşünce ve eylemin gündeminde emperyalizme karşı savaş yer almaktadır. Temelinde, "milli mücadele ruhu" yatan bir devletin, emperyalizme karşı savaşı bir devlet felsefesi yapması gerekirken, tersine, emperyalizme karşı olmak, suçların en büyüğü sayılmaktadır. Mustafa Kemal, Temmuz 1922'de Türk Kurtuluş Savaşı'nın niteliğini belirlerken, şu tanımları ve eğilimleri ortaya koymaktadır: " Türkiye'nin bugünkü mücadelesi yalnız kendi nam ve hesabına olsaydı belki daha kısa, daha az kanlı olur ve daha çabuk biterdi. Türkiye azim ve mühim bir gayret sarfediyor. Çünkü müdafaa ettiği, bütün mazlum milletlerin, bütün şarkın davasıdır ve şark milletlerinin beraber yürüyeceğinden emindir. Türkiye şimdiye kadar, mevcut tarih kitaplarının değil, tarihin hakiki icabatını takip etmiştir. Filhakika mevcut tarihlerin kaydettiği hadisat, milletlerin efkar ve ameli harekatı değildir..." Mustafa Kemal, Türk Kurtuluş Savaşı'nın bütün ezilen uluslar adına da yürütüldüğünü anlatırken, tarih kitaplarının yalan yazdıklarını ve özellikle ezilen ulusların gerçek görüş ve eylemlerini yansıtmadığını da, açık dille anlatmaktadır. Kurtuluş Savaşı bilinci budur... Bu sözleri söyledikten tam on bir yıl sonra, aynı bilinç Mustafa Kemal tarafından şöyle vurgulanmaktadır: " Müstemlekecilik ( sömürgecilik ) ve emperyalizm yer yüzünden yok olacak ve yerine milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve işbirliği çağı hakim olacaktır..." Bu sözleri, Atatürk söylememiş olsa da, bizlerden biri yazsa, kimbilir neler olurdu?.. Savcılar yakamıza yapışır, sağcı gazetelerde binbir türlü yorum çıkar: -__ Sosyal bir sınıfın öteki sosyal sınıflar üzerinde tahakkümüne... diye başlayan ünlü madde gereğince bileklerimize hemen kelepçe takılırdı. Emperyalizmin yeryüzünden yok olacağını; yerine din, ırk ve renk ayrımı gözetmeyen yeni bir düzen kurulacağını söyleyen Mustafa Kemal Atatürk, aynı konuşmasında şunları haykırmaktadır: " Şark'tan şimdi doğacak olan güneşe bakınız. Bugün, günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan, bütün Şark milletlerinin uyanışını da öyle görüyorum. İstiklal ve hürriyetine kavuşacak olan çok kardeş millet vardır. Onların yeniden doğuşu, şüphesiz ki terakkiye ve refaha müteveccih vuku bulacaktır. Bu milletler bütün güçlüklere ve manilere rağmen muzaffer olacaklar ve kendilerini bekleyen istikbale ulaşacaklardır... Size bu sözleri söyleyen, Cumhurreisi değil, sadece Türk milletinin bir ferdi olarak Mustafa Kemal'dir..." İşte Kurtuluş Savaşı'nın gerçek sesi de budur... Bunlara rağmen, bazı yargıçlar, Kurtuluş Savaşı'nı bir yana bırakıp emperyalizme karşı söz, yazı ve eylemi, Türk Ceza Yasası'nın 141 ve 142'nci maddelerine sokmakla, acaba tarihin akışını beş on yıllık cezalarla tersine çevireceklerini mi sanmak-tadırlar?.. Uğur MUMCU - Cumhuriyet, 4 Aralık 1975 ( Uyan Gazi Kemal! ) (1). Daver DARENDE / Emekli Diplomat
  11. İnsanlar Öldürülürken, duyarsız kalınmaz, tepkisiz olunmaz ve de Susulmaz!` Bu düşünceyle var olan bu ülkenin vatandaşlari, yurttaşları ve vatanseverler sayasinde yaşanır hale geleceği günün yakın olması dileğimle...
  12. Evet her dün savaşla yayılmıştır. Dünya tarihi ve uygarlık tarihine baktığınızda hangisinin altında din çıkmıyor ki.. Sevgili Su DaMLaSı; Temel / Kaynak gösterdim fakat sanıyorum hayrıntılar yazmam gerekiyor sanıyorum... ........Müslüman Arapların Türklere İlk Saldırıları Seyhun ve Ceyhun nehirleri arasında bulunan bölge tarihi ipek yolu üzerindedir.. Türk beylikleri, bu bölgedeki, Buhara, Semerkant, Talkan, Baykent gibi şehirlerde yerleşmiş yaşıyorlar, deri imal ediyor ve pamukdan kağıt üreterek bunları satıyor ve iyi de para kazanıyorlardı.. Bu üretimlerinin yanı sıra Altın madenleri çalıştırıyorlardı..Özellikle adı zengin şehir manasına gelen, Semerkant’ın zenginliğinin o devirde dillere destan olduğu söylenir.. Bu zenginlik ötedenberi Talancı Arapların iştahını kabartıyorduysa da, Türklerden çekiniyorlar ve araya sınır olarak koydukları Ceyhun nehrini geçmeye pek cesaret edemiyorlardı.. Çünkü daha önce Halife Osman zamanında, Muhammed bin Cerir komutasındaki Araplar İslamı yayma bahanesiyle oraları talan etmek için 2700 kişilik bir ordu ile Fergane’ye kadar girdiysede Türkler tarafından yok edilmişlerdi.. Ancak daha sonraları Muaviye tarafından, Ceyhun nehrinin altında kalan Horasan’ın tamamiyla işgal edilmesi ile o bölgede ilk Araplaştırma ve İslamlaştırma girişimleri başlamış oldu.. Buhara'nın Talan Edilmesi Horasan’ın kendileri tarafından tamamen işgal edilmesinden cesaret alan Araplar, Muaviye’nin ilk Horasan valisi olan, Ubeydullah bin Ziyad 673 yılında bu sefer ilkinden çok daha kalabalık 24000 kişilik bir ordu ile Ceyhun nehrini geçerek Kibac Hatun yönetimindeki Buhara’yı kuşatır. Kibac Hatun diğer Türk beyliklerinden yardım istersede bu yardım kendisine gelmez ve Araplar verdikleri kayıplardan dolayı Buhara’yı işgal edemezlersede tam anlamıyla talan ederler.. Daha sonra, Muaviye’nin ikinci Horasan Valisi, Halife Osman’ın oğlu Said’de Buhara’ya saldırmaya hazırlanır.. Kendisine diğer Türk Beyliklerinden yardım gelmeyeceğini anlayan Kibac Hatun, Said’le anlaşma yapmak zorunda kalır.. Bu anlaşmaya göre, Kibac Hatun, Said’e diğer Türk Beyliklerine yapacağı saldırılarda önüne çıkmayacağına dair güvence ve bu güvencenin teminatı olarak da Buhara’daki Türk asilzadelerinden rehinler verir.. ( Bu sayı kimi tarihcilere göre 50 kimine göre de 80’ dir... ) Bu anlaşmanın verdiği rahatlıkla Said, zenginliğini öteden beri duyduğu Semerkant’a saldırır.. Semerkant’ı baştan aşağı talan eder ve topladığı binlerce Türk gencini, köle pazarlarında satmak için Horasan’a getirir.. Said daha sonra Kibac Hatun’dan aldığı 80 kadar rehine tarafından bir punduna getirilmiş ve hançerlenerek öldürülmüştü....( Said’i öldürdükten sonra dağa kaçmayı başaran rehinlerin orada açlıktan öldüğü söylenir ) Said’den sonra, Horasan Valisi Salim bin Ziyad olur. Horasan’da Muaviye’nin oğlu Yezid’e bağlıdır.. Ziyad’da ayni şekilde 680 yılında Türkleri İslamlaştırmak ve şehirlerini talan etmek için saldırır fakat püskürtülerek geri çekilirler.. Bu sefer, kendi orduları Türkler tarafından talan edilerek silahları alınır.. Daha sonra Araplar daha güçlü bir orduyla tekrar saldırır ve Türkleri gene talan ederler.. Bu talandan her Arap 2400 dirhem alır.. ( Bir kölenin satış fiyatı 300 ile 500 dirhem arasında olduğu düşünülürse, bu durumda aldıkları ganimet adam başına 7 veya 8 köleye eş değerdedir..) Haccac ve Rutbil İslam’da ilk asimilasyon 685 yılında Abdülmelik ile başlar.. Abdülmelik, etrafını İslamlaştırmaya adı İslam tarihine kandökücü zalim olan Haccac’ı kendisine yardımcı seçerek başlar.. Abdülmelik önce civar halkların dillerini Arapçalaştırdı.. Harac karşılığı önceden bazı hakları kabul edilmiş olan gayri müslimlerin bütün haklarını geri aldı.. Bu arada Haccac’ı Irak genel valiliğine atadı.. Haccac’ın Irak’a genel vali atanmasından sonra Türklerin kaderinde ilk köklü değişikler başlamış oldu.. Haccac ilk olarak Ubeydullah ibni Ebi Bekri’yi Sicistan’a, Muhalleb ibni Ebi Sufra’yi da Horasan’a vali yapar.. O tarihte, Sicistan’ın Türk Hükümdarı Rutbil’dir ve Araplara vergi vermektedir.. Haccac, bununla yetinmez ve Ubeydullah’ı Rutbil’in üzerine göndererek ondan tam olarak teslim olmasını ister.. Rutbil önce bu teklifi kabul etmek istemez.. Bunun üzerine Ubeydullah Rutbil’in üzerine yürür.. Rutbil 18 fersah geriye çekilerek Ubeydullah ve ordusunu kuşatma altına alır..Ubeydullah, Rutbil’den kurtulmak için 700000 dirhem teklif ederse de Rutbil kabul etmeyerek Arap ordusunu büyük bir bozguna uğratır.. Buna çok kızan Haccac 40000 kişilik büyük bir ordu toparlayarak, Abdurrahman ibn Esas komutasında Rutbil’in üzerine gönderir.. Rutbil’i yenemiyeceğini anlayan Esas, bu sefer onunla anlaşır.. Bu olay karşısında çılgına dönen Haccac, Esas’ı yakalatmak üzere bir birlik gönderirse de, Esas’ın ordusu bu birliği yenilgiye uğratır ve geri kalanları da Basra’ya kadar sürer. Ancak burada yenilen Esas’ın ordusu dağılır ve Esas Rutbil’e sığınır.. Bunun üzerine Haccac, Esas’ı kendisine vermesi için Rutbil’i tehdit eder.. Vermediği taktirde çok büyük bir ordu ile üzerine yürüyeceğini ve bütün Türk şehirlerini harap edeceğini, verirse de kendisinden 7 sene hiç vergi almayacağını söyler.. Türk şehirlerinin tekrar bir savaşa girmesini istemeyen Rutbil, 7 sene haraçtan muaf tutulacağını da düşünerek Haccac’ın bu teklifini kabul eder ve Esas ve yakınlarını Haccac’a teslim eder.. Ancak, Rutbil Haccac’a güvenmekle hata yaptığını daha sonra anlayacaktır.. Haccac Rutbil’den Esas’ı teslim aldıktan sonra derhal yeni bir ordu düzenleyerek 699 yılında Muhelleb bin Ebi Sufyan komutasında Türk şehirlerinin üzerine gönderir.. Hocente, Kes, Sogd ve Nesef’i ele geçirirsede Türkler direnirler.. Horasan valiliğine Muhelleb’in oğlu Yezid gelir.. Yezid ibni Muhelleb’de Türk şehirlerini talan eder.Yezid’in savaşçıları, Harzem’den ele geçirdiği Türkleri boyunlarına damga vurarak köle pazarlarında satarlar.. Bu tarihlerde, Araplar Türklerin yurtlarını devamlı olarak istila edip şehirlerini talan ettilersede kalıcı bir üstünlük sağlayamamışlar, elde ettikleri yerleri sonunda tekrar Türlere geri vermek zorunda kalmışlardı.. Kuteybe ibni Müslim 705 yılında Abdülmelik öldüğünde yerine oğlu Velid geçer.. Ve Türk tarihini önemli şekilde etkileyecek olay, Kuteybe ibni Müslim’in Horasan’a vali atanması olur.. Bu zamana kadar kalıcı bir başarı elde edemeyen Araplar onun zamanında Türk yurtlarında kalıcı başarılar elde etmişlerdir. Türklerin gerçek anlamda kılıç zoru ile Müslümanlaştırılmaya başlamaları Kuteybe zamanında olmuştur..Vali olduğu andan itibaren, Türk Beyliklerinin toptan işgal edilerek İslamlaştırılması için çok güçlü bir ordu kurmaya başlar.. Merv’de askerleri toplayarak, Allah kendi dininin aziz olmasi için size bu toprakları helal kıldı der.. Sanki, Bakara suresi 193’ü .... “Yalnız Allah dini kalana kadar onlarla savaşın...” yada “8.Enfal /.39’u “din tamamen Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın!” . ayetlerini savaşçılarına hatırlatarak Arap ordusunu Türklerin üzerine sürer.. Kuteybe ilk olarak Baykent’i kuşatır.. Diğer Beyliklerden Türk Savaşçılar Baykent’in savunmasına yardıma gelirler.. İki ay süren bir savaş olur. Kuteybe tam bir zafer kazanamazsa da, Türkleri haraca bağlayan bir anlaşma yapmaya zorlar.. Şehir yıkımdan kurtulur ama, şehre giren Araplar anlaşmaya rağmen şehrin bir kısmını yağmalarlar ve şehirden ayrılırlarken arkalarında bir de askeri garnizon bırakırlar.. Başlarına gelecekleri anlayan Türkler ayaklanmaya başlarlar ve kendi aralarında silahlanarak karşı bir mücahit birliği kurarlar, Baykent’de karışıklıklar başlar.. Bunun üzerine Kuteybe Baykent’e tekrar gelerek nekadar silahlanan Türk varsa hepsini öldürtür.. Kadınları ve çocukları esir alır ve şehri tekrar baştan aşağı yağmalar.. Taberi’nin anlatımlarına göre, Kuteybe’nin aldığı ganimetlerin haddi hesabı yoktur.. Taberi, bütün Horasan’ı işgal ettiklerinde dahi bu kadar ganimet toplayamadıklarını söyler.. Şehrin yağmasından sonra, daha önce Horasan’da Merv’e getirilmiş olan Arap aileleri, Merv’den getirilerek Baykent’e yerleştirilir.. Muhafız birlikleri oluşturulur.. Valilik den vergi tahsildarlığına kadar bütün denetim organları Araplar’dan oluşturulur.. Türklerin Budist ve Zerdüşt inançlarını simgeleyen bütün heykeller toplatılır, taş olanlar kırılır, altın olanlar eritilerek ganimet olarak Araplar tarafından alınır.. Bunlar, Enfal suresinde yazdığı gibi, sanki Araplara Allah’ın verdiği ganimetlerdir.. Daha sonra esir edilen kadın ve çocuklar kocalarına ve babalarına geri satılır.. Müslümanlar, Baykentli Türklerin neleri var neleri yoksa almışlar, şehrin onarımı da gene Türklere kalmıştır..Bundan sonra sıra gelir Buhara’nın tamamen işgal edilip Müslümanlaştırılmasına..... Gibi bir çok kaynak var elimde...
  13. İran: Büyük Tehdit! Ama Kime? İran nükleer bomba yapacakmış (5-10 yıl içinde...), İsrail'e, komşularına, dünya barışına büyük bir tehlike oluşturuyormuş, mutlaka engellenmesi gerekiyormuş... Bunlar, gerçekliğin ''cambaza bak cambaza...'' kısmına ait. Esas sorun şu: İran, ABD'nin imparatorluk projesini üçü nesnel biri de egemen söyleme ilişkin dört alanda tehdit ediyor. Üç nesnel tehdit, petrol, dolar ve Büyük Ortadoğu Projesi alanlarında. Dördüncü tehdit ise ancak, hem Batı'da hem de Ortadoğu'da akademik ve siyasi çevrelerde egemenlik kuran ''uygarlıklar çatışması'' paradigmasının içinden bakınca ortaya çıkıyor. Petrol 100 dolara doğru ve ötesi... Petrol adeta mistik bir meta haline geldi. Giderek tükeniyor, küresel ısınmayı hızlandırıyor, çoğunlukla ''istikrarsız'' , ''sorunlu'' bölgelerde bulunuyor. Ama esas neden, toplumsal fayda değil, salt kâr maksimizasyonu ilkesine dayanan bir üretim tarzının en temel maliyet unsurlarından biri olması. Petrolün fiyatı artar artmaz dünya ekonomisi, kapitalizmin en gelişmiş, en yoğun olduğu noktalarından itibaren, sarsılmaya başlıyor. Devletler sisteminde hiyerarşinin üst basamaklarında olanlar yerlerini korumak için bu enerji kaynağının fiyatını ve tedarik sürecini denetlemek istiyorlar; özellikle düşük emek maliyetlerine dayanarak rekabet edebilen, güçlü döviz rezervlerine sahip, bu yüzden de petrole daha yüksek fiyat ödeyebilir konumda olan Çin gibi, yüksek fiyatlardan yararlanan Rusya gibi yükselen güçlerin karşısında. Dünyanın üçüncü büyük petrol rezervlerine sahip ülkesi, OPEC'in ikinci büyük üreticisi olan İran, petrolün fiyatını belirleyebilen ender ülkelerden biri. İran günde 4.4 milyon varil ham petrol üretiyor, bunun 3 milyonunu ihraç ediyor. Bu koşullarda İran, ihracatında önemli bir kısıntı yaparsa (hatta bunun beklentisi bile...) petrol fiyatlarında büyük bir sıçrama yaratabilir. Çünkü, dünyada yalnızca günlük 1.5 milyon varil kapasite fazlası var. Örneğin, 1978-79, devrim yıllarında (henüz Irak tam kapasite ihracat yaparken) İran'ın petrol ihracatı 1.1 milyon varil düşünce, dünya petrol fiyatları hızla yükseldi, ABD II. Dünya Savaşı sonrasının en sert resesyonunu yaşadı, işsizlik oranı yüzde 10.8'e yükseldi, gelişmekte olan ülkelerde bir ''borç krizi'' patlak verdi. Bugün de dünya ekonomisinin kırılganlığı, ekonomik istikrarsızlık, siyasi belirsizlik giderek artıyor. Geçen hafta başında Japonya ve Asya borsalarında, haftanın ikinci yarısında da New York, Londra borsalarında gördüğümüz gibi sinirler hızla bozuluyor, spekülatörlerde sürü refleksi, dolayısıyla bir mali kriz olasılığı güçleniyor: Perşembe günü petrolün varil fiyatı 68 dolara sıçradı, Dowe Jones indeksi cuma günü yüzde 2 değer kaybetti. Cumartesi günü İran üretimi kısmaktan söz etmeye başladı (Financial Times, 22/01); etkisini bu hafta göreceğiz. Gerçek şu ki, bugün de piyasada İran'ın yaratacağı bir açığı dolduracak kapasite yok. Tüm bunlar İran'ın parmağının, dünya ekonomisini resesyona, hatta mali krize itebilecek bir silahın tetiği üzerinde olduğunu gösteriyor. ABD'nin imparatorluk iddiaları, onun, bu tehlikeyi mutlaka gidermesini gerektiriyor. Aksi takdirde, müttefikleri kendi başlarının çaresine bakacaklar, piyasa dışı yöntemlere daha çok başvurulacak, petrol kapanın elinde kalacak, bunun getireceği tüm ekonomik ve siyasi tehlikelerle birlikte... Petrol doların en güçlü dayanağı ABD gibi parası uluslararası rezerv döviz olan bir ülke, borçlarını, silahlanma harcamalarını, enerji ithalatını para basarak finanse etme olanağına sahiptir. Örneğin, 100 milyon dolarlık petrol aldığında, ödemeyi, 100 milyon doları matbaasında basarak, yüz milyon dolar basma maliyetine gerçekleştirebilir. Halbuki bir başka ülke önce 100 milyon doları kazanmak, ya da borç almak zorundadır. Buna karşılık ABD'nin basarak piyasaya sürdüğü dolarların paçavraya dönmemesi için, küresel piyasalarda bu doları emecek güçte bir talep olması gerekir. Bu talebin bir kısmını, ABD'den mal almak isteyenler ve ABD'ye yatırım yapmak isteyenler oluşturur. Bir kısmının ise, ABD ekonomisiyle bir ilişkisi yoktur. Onu da petrol satın alanlar sağlar. Çünkü petrol satın almak isteyen herkes, karşılığında dolar vermek, bu doları da bir yerden bulmak zorundadır. Petrolün dolar cinsinden fiyatlanması, dolara yönelik uluslararası talebin, dolayısıyla rezerv para olmaya devam etmesinin en güçlü dayanağıdır. Çünkü dünyada enerji talebi sürekli artmaktadır ve bunun için de petrole olan talep belirleyici durumdadır. İran'ın mart sonunda açacağı petrol borsası, bu dayanağı zaman içinde yıkabilir. Çünkü, bu borsada petrol alışverişi dolar dışındaki paralarla da yapılabilecek. Böylece Avrupa ülkeleri, ticaretlerinin büyük kısmını Avrupa ile yapan ülkeler, petrol alırken, dolar bulmaya çalışmak yerine, ellerindeki Avro rezervlerini kullanabilecekler. Böylece dolara talep geriler, doların uluslararası konumu zayıflar, ABD için petrol pahalılaşırken, Avro'nun uluslararası konumu güçlenecek, Avro alan ülkeler için petrolün fiyatı daha yavaş artacak... Avrupa, Rusya, Çin ve Asya ülkelerinin bu projeye sıcak baktığından hiç kuşkunuz olmasın. ABD ise bunu engellemek için elinden geleni yapacaktır. Avro'ya geçmeye kalkan petrol ihracatçısı ilk ülke, Irak'tı. Irak petrolü şimdi yine dolarla satılıyor. BOP ortasında bir kaya... ABD'nin imparatorluk projesinin ilerleyebilmesi (enerji kaynaklarının ve yollarının denetimi, İsrail'in güvenliği, büyük çaplı mali sermaye ve ithalat emebilecek genç bir pazarın özellikle ABD sermayesine açılması, bu arada askeri- sınai-kompleksi oluşturan sermaye gruplarının tatlı kârlar yapması) açısından Büyük Ortadoğu Projesi'nin önemi malum. Saddam rejiminin yıkılması, İran'ın jeopolitik avantajlarını arttırdı, manevra alanını genişletti. ABD Irak'a saplandığı için ikinci bir işgal örgütleyecek, ABD halkının da midesi bunu kaldıracak durumda değil. Buna karşılık ABD'nin, Irak'taki varlığı, petrol kaynaklarının büyük çoğunluğunun üzerinde oturan Şii nüfusun pasif kalmasına indekslenmiş durumda. Kukla Irak rejiminin kaderi bile, İran'la çok yakın ilişkileri olan, hatta kimileri İranlı Şii siyasetçilerin elinde. İran'ın siyasi ve dini etkileri Afganistan'dan, Lübnan ve Suudi Arabistan'a (burada da Şiiler petrolü üzerinde oturuyorlar) kadar uzanıyor. İran BOP'nin ortasında, ağızları sulandıran ekonomik potansiyelleriyle birlikte, kocaman bir kaya gibi duruyor. ABD hem İran engelini aşmak istiyor hem de Irak'ta Şiilerin ayaklanmasını engellemek için onun desteğine gereksinim duyuyor. Böylece ABD'nin küresel imparatorluk projesiyle İran'ın bölgesel hegemonya hesapları çatışıyor. İmparatorluk iz peşindeyken iz bırakmakta... tabiki görene... -------------------------------------------- ERGİN YILDIZOĞLU / LONDRA /
  14. Yıllardır Ülkemizde Müslümanlık olarak sadece Sünni mezhebi ve onun dalları okutuluyor, bunların dışındaki tarihsel ve dinsel olgular adeta yok sayılıyor, her türlü Şia ile birlikte Bektaşi-Alevi inancı da dışlanıyor. NEDEN.. Bakın Şimdi size size bugün adını hiç duymadığınız bir İslam mezhebinden söz edeceğim: KARMATİLER... Karmatiler: 9. yüzyılda ortaya çıkmış olan ilk İslam komüncüleri. (Siz ''komünistleri'' diye de okuyabilirsiniz.) __Yani Anadolu'da ''fetret devri'' nde önem kazanan Şeyh Bedrettin hareketinin ataları. __Karmatilik, gizli bir örgüt: Tarihteki ve günümüzdeki bütün gizli örgütlerin anası; Hasan Sabbah 'ın __Haşşaşinler 'ine de kaynaklık ediyorlar. __Fütüvve, yani Ahilik de bunlardan geliyor. __Hurufi inancı da bunlardan türüyor. __Arap Yarımadası'nın güneyinde korsanlık yapıyorlar. __Zenginden alıp yoksula vermek, genel uygulamaları. __Bu açıdan Robin Hood 'un da ataları. __930 yılında Mekke'yi fethedip, Hacer-i Esved' i kaçırıyorlar. __Karmatiler 'le başa çıkamayan Abbasiler, Selçuklu Sultanı Melikşah 'tan yardım istemek zorunda kalıyor. __İçki haram değil, şarap içiyorlar, güneş doğmadan iki rekat, güneş battıktan sonra da iki rekat namaz kılmanın, yılda iki gün oruç tutmanın yeterli olduğuna inanıyorlar. __Kıbleleri Mekke değil, Kudüs. Ben Karmatiler 'i ilk kez Dubai hakkında bilgi alırken ve bir kaynak araştırması yaparken öğrendim.
  15. Değerli arkadaşlar aslında konu gittikçe olgunlaşıyor ve çok önemli katkılarınızla daha da belirginleşiyor... Şu han tartışan 3 kişiyiz ve üçümüzde farkıl noktalar yakalayıp hayrılabiliyoruz ve sonuç olarak ta konu tamamıyla geçmişin izlerini üzerimize örttüğü belirsizlik içinde farklılanmasından kaynaklandığı olgusudur. Şöyleki; gelenkler genelde kesin ikna edici güce sahiptir çünkü geçmişten gelen ve geçmişe ait bir çok kullanışlı bilgi içerirler, ve bunları boşvermek insanların zararına da olur. Bizler ve bağzıları bir gerçeğin korkutucu olduğu zaman hatırda kalıcılığının arttığını düşünmüşlerdir ve aynı düzeyde de ikna edici olduğunu. Ve bazı sözlerin geçerli deneyim örnekleri olduğunu görmüşler, ve insanlara çok korkutan hikayeler anlatıp onların bir ikilemde kalmadan hemen konuyla ilgili kararı almasını sağlamışlardır. Dolayısı ile de eski medeniyetleşmemiş milletlerde(medeni toplum anlayışı bir kaç yüzyıllıktır) problemler genellikle güç kullanılarak çözmüşler ve bunlar insanları teslim aldıklarında, onların hareketlerini, düşüncelererin ve geleneklerini de değiştirmişlerdi, ki bu sonuçta inanç sistemini de değişikliğe uğramıştır. Bildiğimiz bir çok din güç kullanılarak yayılmıştır ve bu dini kitaplarda bir çok ölü insandan , dehşetten, korkudan, vahşetten, hiddetten bahsederken kendilerini ifade etmişlerdir. Burada sayın Zıplayan Dana'ya katılmamak mümkün değil çün olayın ekonomik boyutu alabildiğince etkili olduğu ve diğeride zorbalık olduğu kaçınılmaz bir gerçektir. Sonuçta İslam, ilk olarak Türklere ne şekilde ve hangi şartlarda gelmiştir pek bilinmez, sanki bilinmesi de pek istenmez. Ancak, bir çoğumuzun bilmediği, yada bilmek istemediği bu tarih, en çok bilmemiz gereken konuların başında gelmektedir. Aşağıdaki döküman tamamen İslami kaynaklardan, Taberi ve Zekeriya Kitapçı gibi İslami tarihçi ve yazarlardan düzenlenerek hazırlanmıştır. Türklerin ilk Müslümanlaştırılmaları ile ilgili 670 li tarihlere dayanan bilgiler maalesef okullarda bizlere hiçbir zaman verilmemiş, verilen bilgiler ise, Türklerin Müslümanlığa geçişleri kendi istekleri ile olmuş gibi gösterilerek, 740 lara kadar ki tarih atlanarak verilmiştir ki aslen yukarıdaki tarihçi ve yazarlar okunduğunda durum tüm gerçekçiliği ile ortaya çıkmaktadır... Sevgilerle...
  16. Sayın bozan. Tabiki size ait olan düşüncelerinizi dile getirmekte sonuna kadar özgürsünüz ve tabiki bizlerde ama burada önemli olan bu ülkede yaşadığımız süre içinde şiddete ve kavgaya fırsat vermeden bunları karşılıklı paylaşabiliyorsak ne mutlu bize. Burada asıl önemli olan düşüncelerin Ülke yararına ve çıkarına hizmet yarışından ve hizmet anlayışından öte bir kültürel boyutu var ki sorumluluk gerektiren, düşünsel gelişim arzulayan ve Toplumsal bilince değer katan olanlarıdır. Bize düşen ise herşeyin olumlu taraflarını, insani taraflarını dışlamadan, öngörüsuz ve şartıl bakış açısında uzak baktığımız ölçüde hepimiz kazançlı çıkacağımız olduğudur. Sanıyorum ki en az benim kadar sizlerde bu bilinçle varlığınızı ve paylaşımlarınızı sürdürüyorsunuz.. Müsadenizle ben yine çok değer verdiğim ve saygı duyduğum Sevgili Uğur Mumcu ile ilgili birtakım açıklamalar yapmak istiyorum.. UĞUR MUMCU 1942 yılında Kırşehir'de doğdu.Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi (1966), aynı fakülteye asistan olarak girdi(1968).Bilahare 1974 yılında asistanlıktan ayrılarak yazarlığa başladı.Cumhuriyet gazetesinde günlük yazılar yazdı.24 ocak 1993 tarihinde bir suikastle öldürüldü. ESERLERİ:Sakıncalı Piyade(tiyatro), yanında inceleme eserleri yazdı: suçlular ve Güçlüler, Mobilya Dosyası, Bir Pulsuz Dilekçe, Büyüklerimiz, Çıkmaz Sokak, Tüfek İcad Oldu, Silah Kaçakçılığı ve Terör, Liberal Çiftlik, 12 Eylül Adaleti, Terörsüz Özgürlük, Rabıta, Söz Meclisten İçeri, Papa-Mafya-Ağca, Devrimci ve Demokrat, Sosyalizm ve Bağımsızlık, İnkılap Mektupları, Kürt Dosyası. Uğur Mumcu'nun söylediği gibi “Ben Atatürkçüyüm, Ben Cumhuriyetçiyim, Ben Devrimciyim, Ben anti emperyalistim, Ben tam bağımsız Türkiye'den yanayım, Ben özgürlükçüyüm, Ben insan haklarının savunucusuyum, Ben her türlü terörün karşısındayım,ve Ben yobazların, vurguncuların, işbirlikçilerin düşmanıyım” diye bilenlerin savunucuları ve bu bilinci yüreğinde hisseden halkı hala var olduğunu ve bu insanların Cumhuriyetin ve O nun kazanımlarının korunması için hiç bir kavgadan kaçmayacaklarını varlığını unutmamalılar. Dost yürekle ve Sevgiyle kalın...
  17. Uğur Mumcu'yu halkı unutmuyor Bombalı suikast sonucu 24 Ocak 1993'te katledilen gazeteci yazar Uğur Mumcu, ölümünün 13. yıldönümünde etkinliklerle anılacak. Ankara'da Mumcu için ilk tören yarın 11.00'de Uğur Mumcu Parkı'ndaki Uğur Mumcu Anıtı'na çelenk konulmasıyla başlayacak. Mumcu için diğer illerde düzenlenecek anma etkinliklerine siyasi parti ve demokratik kitle örgütleri de katılacak. Ankara'daki evinin önünde düzenlenen bombalı suikast sonucu katledilen gazeteci yazar Uğur Mumcu , ölümünün 13. yıldönümünde düzenlenecek törenlerle anılacak. Mumcu'yu anma etkinlikleri Ankara'da yarın 11.00'de Uğur Mumcu Parkı'ndaki Uğur Mumcu Anıtı'na çelenk konulması ile başlayacak. Sonrasında ADD Batıkent Şubesi ve Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Batıkent Şubesi tarafından ''Uğur Mumcu Sesleniyor: Yeniden Kuvayı Milliyeci Olmak'' başlıklı etkinlik gerçekleştirilecek. Etkinlik 13.00'te Uğur Mumcu Sokağı'nda yapılacak. Daha sonra 14.30'da Mumcu'nun Cebeci Asri Mezarlığı'ndaki gömütü ziyaret edilecek. Mumcu, Adana, Mersin, İzmir ve tüm Ege illerinde de anılacak. Etkinliklere CHP, DSP, ADD, ÇYDD, CUMOK, Eğit-Der, Eğitim-İş ve bazı parti ve demokratik kitle örgütleri katılacaklarını açıkladı. Cumhuriyet gazetesi Adana Bürosu'nda ''Mumcu Köşesi ve Anı Defteri'' Cumhuriyet okurlarının duygu ve düşüncelerini belirtmeleri için açık tutulacak. İzmir Büyükşehir Belediyesi'nin düzenlediği etkinlik, yarın 20.00'de İsmet İnönü Sanat Merkezi'nde başlayacak. İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu 'nun açış konuşmasının ardından Cumhuriyet Vakfı 2. Başkanı Alev Coşkun ve gazetemizin İzmir temsilcisi Serdar Kızık 'ın sunuşu yer alacak. Çok sayıda sivil toplum kuruluşunun düzenlediği panele gazetemiz yazarları Hikmet Çetinkaya ve Zeynep Oral ile CHP İstanbul Milletvekili Berhan Şimşek katılacak. Etkinlik Oasis Nurol Kültür Merkezi'nde Saat 18.30'da başlayacak. ------------------------------------------------------------------------------------------- Vurulduk ey halkım, unutma bizi... Yoksulluğun bükemediği bileklerimize çelik kelepçeler takıldı. İşkence hücrelerinde sabahladık kaç kez. İsteseydik, diplomalarımızı, mor binlikler getiren birer senet gibi kullanırdık. Mimardık, mühendistik, doktorduk, avukattık. Yazlık kışlık katlarımız, arabalarımız olurdu. Yüreğimiz, işçiyle birlikte attı. Yaşamımızın en güzel yıllarını birer taze çiçek gibi verdik topluma. Bizleri yok etmek istediler hep. Öldürüldük ey halkım, unutma bizi... Fidan gibi genç kızlardık. Hayat, şakırdayan bir şelale gibi akardı gözbebeklerimizden. Yirmi yaşında, yirmi bir yaşında, yirmi iki yaşında, işkencecilerin acımasız ellerine terk edildik. Direndik küçücük yüreğimizle, direndik genç kızlık gururumuzla. Tükürülesi suratlarına karşı bahar çiçekleri gibi, taptaze inançlarımızı fırlattık boş birer eldiven gibi. Utanmadılar insanlıklarından, utanmadılar erkekliklerinden. Hücrelere atıldık ey halkım, unutma bizi... Ölümcül hastaydık. Bağırsaklarımız düğümlenmişti. Hipokrat yemini etmiş doktor kimlikli işkencecilerin elinde öldürüldük acınmaksızın. Gelinliklerimizin ütüsü bozulmamıştı daha. Cezaevlerine kilitlenmiş kocalarımızın taptaze duygularına, birer mezar taşı gibi savrulduk. Vicdan sustu. Hukuk sustu. İnsanlık sustu. Göz göre göre öldürüldük ey halkım, unutma bizi... Kanserdik. Ölüm, her gün bir sinsi yılan gibi dolaşıyordu derilerimizde. Uydurma davalarla kapattılar hücrelere. Hastaydık. Yurtdışına gitseydik kurtulurduk belki. Bir buçuk yaşımızdaki kızlarımızı öksüz bırakmazdık. Önce, kolumuzu, omuz başından keserek, yurtseverlik borcumuzun diyeti olarak fırlattık attık önlerine. Sonra da, otuz iki yaşında bırakıp gittik bu dünyayı, ecelsiz. Öldürüldük ey halkım, unutma bizi... Giresun’daki yoksul köylüler, sizin için öldük. Ege’deki tütün işçileri, sizin için öldük. Doğu’daki topraksız köylüler, sizin için öldük. İstanbul’daki, Ankara’daki işçiler, sizin için öldük. Adana’da, paramparça elleriyle ak pamuk toplayan işçiler, sizin için öldük. Vurulduk, asildik, öldürüldük ey halkim, unutma bizi... Bağımsızlık, Mustafa Kemal’den armağandı bize. Emperyalizmin ahtapot kollarına teslim edilen ülkemizin bağımsızlığı için kan döktük sokaklara. Mezar taşlarımıza basa basa, devleti yönetenler, gizli emirlerle başlarımızı ezmek, kanlarımızı emmek istediler. Amerikan üsleri kaldırılsın, dedik, sokak ortasında sorgusuz sualsiz vurdular. Yirmi iki yaşlarındaydık öldürüldüğümüzde ey halkım, unutma bizi... Yabancı petrol şirketlerine karşı devletimizi savunduk; komünist dediler. Ülkemiz bağımsız değil dedik; kelepçeyle geldiler üstümüze. Kurtuluş Savaşı’nda emperyalizme karşı dalgalandırdığımız bayrağımızı daha da dik tutabilmekti bütün çabamız. Bir kez dinlemediler bizi. Bir kez anlamak istemediler. Vurulduk ey halkım, unutma bizi... Henüz çocukluğumuzu bile yaşamamıştık. Bir kadın eline değmemişti ellerimiz. Bir sevgiliden mektup bile almamıştık daha. Bir gece sabaha karşı, pranga vurulmuş ellerimiz ve ayaklarımızla çıkabilirdik idam sehpalarına. Herkes tanıktır ki korkmadık. İçimiz titremedi hiç. Mezar toprağı gibi taptaze, mezar taşı gibi dimdik boynumuzu uzattık yağlı kementlere. Asildik ey halkım, unutma bizi... Bizi öldürenler, bizi asanlar, bizi sokak ortasında vuranlar, ağabeyimiz, babamız yaşlarındaydılar. Ya bu düzenin kirli çarklarına ortak olmuşlardı ya da susmuşlardı bütün olup bitenlere. Öfkelerini bir gün bile, karşısındakilere bağırmamış insanların gözleri önünde, öldürüldük. Hukuk adına, özgürlük adına, demokrasi adına, Bati uygarlığı adına, bizleri, bir şafak vakti ipe çektiler. Korkmadan öldük ey halkım, unutma bizi... Bir gün mezarlarımızda güller açacak ey halkım, unutma bizi... Bir gün sesimiz hepinizin kulaklarında yankılanacak ey halkım, unutma bizi. Özgürlüğe adanmış bir top çiçek gibiyiz şimdi, hep birlikteyiz ey halkım, unutma bizi, unutma bizi, unutma bizi... Uğur Mumcu -
  18. Sevgili Su DaMLaSı ve diğer arkadaşlar. Özellikle Su DaMLaSı arkadaşımın halkın din konusunda artık durağan olmadığı ve dinin hangi yönünün kültürel, hangi yönünün tarihsel olduğunu kurcalaması ve sorgulaması düşüncenize katılıyorum. Anlatmaya çalıştığınız düşüncenin kelimeleri içindeki sisli belirginliği anlaşılır hale getirebilmek için öncelikle şu düşüncelerimi paylaşmak gereğini duyuyorum. Umarım tespitimde yanılmamışımdır. Şöyleki; Dinini sözcüklerinden yola çıkarsak eğer; sözcüklerin gücü dindar kimseleri hayatın zor acı gerçeklerindeki ağır duygulara karşı koyduğunu görürüz ve bu onları direk olarak etkiler, ve etrafındakinleri dolaylı olarak. ama daha büyük bir tehlike vardır: bir çok dinsel inanış yaşadıkları ülkenin günlük hayatına uyum sağlamıştır. sonuç olarak, dindar kimsenin dışarı yansıyan hareketleri dinsizin hareketleriyle benzerlik gösterebilir. fakat zihinsel yapı o kadar farklıdır ki bir felaket durumunda bu iki kişi tamamen farklı eylem önerirler. Bu barış zamanında bile bir sıkıntıya sebep olabilir. Bir keresinde dindar bir belediye görevlisinin ibadette kullanmaya uygun olmadığı gerekçesiyle içme suyunu klorlattırmadığını duydum. başlangıçta hiçbir şey olmadı, ama bir süre sonra bir çok kişi hasta oldu hatta sanırım bir kısmı öldü (sudaki bakterilerden ötürü). bizim tutucular meydana çıkmadan önce böyle şeyler olmazdı. Böyle bir memurun bu kadar salakça birşey yapmasına izin verilmezdi. Diğer taraftan milyonlarca Hintlinin ineklerin kesilmesini protesto etmesine ne demeli? ya da Türkiyedeki büyük depremden sonra bazı kimseler bu allahın yanlışlarımızdan dolayı bizim üzerimize gazabıdır dediler. buradaki biz hepimiz olmalı çünkü insanlar ayırım yapılmadan ölmüşlerdi, ama binalar arasında bir seçim yapılmıştı(zayıf binalar çöktü, güçlüleri kaldı). Heryerde bağnaz kimseler dindar kimseleri sonun yakın olduğuna inandırmaya çalışıyorlar, ki farklı davransınlar, ki bu kişilerin çevirdikleri allahın sözüne uysunlar. Ben hala " derinlerde hepimiz aynıyız" sözüne inanıyorum ama bu aynılığı görmek için inanç sistemlerimizden daha derinlere inmeliyiz, önemli korkularımıza, anksiyetelerimize, ve neşelerimize. Kısaca bahsettiğiniz gibi sorgulamak kelimesinin gücünün farkına varmalıyız ki daha sağlam, daha inanılır ve daha kalıcı bir inanç olabilsin ve bu bir zümrenin değil hepimizin olsun... Ner dersiniz... Sevgi ve saygılarımla...
  19. Arkadaşlar düşüncelerinize saygı duyuyor ve katkılarınızdan çok faydalanıyorum hepinize çok teşekkür ediyorum fakat benim şiddetle üzerinde durduğum konunun özünu aslında şöyle ifade edebilirim. Sonuç itibarıyle Türkiye üzerine oynanan oyunlara çok dikkat etmek gerektiği konusudur, tabiki bunu iş işten geçmeden yapmak yani geleceği bugünden görmek. Dolayısıyla Din konusu çok hassas olduğu için bilgili insanlar saygısızlık olmasın diye, aynı zamanda şeriatçılar tarafından dinsizlikle suçlanma korkusuyla konuşamıyorlar. Ama bu konuların şiddetle konuşulması, tartışılması gerekir. Çünkü bizler sustukça Arap milliyetçiliği ve ümmetçilik fikri mantar gibi yayılıyor ve bu da tabiki bizim değil Amerika'nın, Avrupa ülkelerinin de işilerine yarıyor. Bugünkü iktidar. hiç bir engeli önemsemiyor, her şeyi yıkarak Cumhuriyet Türkiyesi'nin ve Laikliğin temellerine dinamit dolduruyor. Sayın aydınlarsa demokrasi adına, özgürlük adına seslerini çıkarmadan olanlara göz yumuyorlar. Atı alan Üsküdarı geçmeden, Cumhuriyet yıkılmadan, şeriat gelmeden acilen önlem alınması gerekir. İran'dan arkadaşlar bizi uyarmıştı: "Bizde molla rejimi gelmez diyorduk ama nasıl geldi anlayamadık. Aynı zihniyet sizde de var, bizim başımıza gelenler sizin başınıza gelmeden önlem alın. Gelenler gitmiyor" diye uyarıyorlar. Ama ne yazık ki bizim insanlarımız bunun farkında değiller, ya da olmak istemiyorlar. Sanki basit bir olay gibi görüyorlar. Her şey için geç olmadan insanlarımızın bilinçlenmesi umuduyla.... Sevgiler...
  20. Tespitine katılıyor ve konuya katkılarınız için teşekkür ediyorum sevgili nazanozkan...
  21. Sevgili Zıplayan Dana konuyu toparlamanız gerçekten çok yerinde ve anlamlı olmuş.. Öncelikle konuya verdiğin emeğin, katkın ve paylaşımların için zize çok teşekkür ederim.. Konunun anlaşılması açısından Türkiye Cumhuriyet kurucusu büyük lider Mustafa KEMAL ATATÜR'ün o dönemleri yaşaması ve ülkeyi yeniden inşa etmesi ile birlikte tarihsel süreç icerisindeki Ülkemizin dinsel anlamda yapılanma şeklinin özünü şu ifadelerle hayata geçirmeyi planlamıştır... "... Türkler Araplarin dinini kabul etmeden evvel de büyük bir millet idi. Arap dinini kabul ettikten sonra bu din... Türk milletinin millî rabitalarini (baglarini) gevsetti millî hislerini, millî heyecanini uyusturdu. Bu pek tabi idi, cünkü Muhammed'in kurdugu dinin gayesi bütün milliyetlerin fevkinde samil, bir Arap milliyeti siyasetine müncer oluyordu. Bu Arap fikri "ümmet" kelimesi ile ifade olundu. Muhammed'in dinini kabul edenler, kendilerini unutmaga, hayatlarini Allah (sözcügünün) her yerde yükselmesine hasretmege mecburdurlar. Bununla beraber Allah'a, kendi lisaninda degil, Allah'in Arap kavmine gönderdigi Arapca kitapla ibadet ve münacatta (Tanri'ya yalvarida) bulunacakti. Arapca ögrenmedikce, Allah'a ne dedigini bilemeyecekti. Bu (durum) karsisinda Türk milleti bir cok asirlar ne yaptigini, ne yapacagini bilmeksizin, adeta bir (sözcügünün anlamini) bilmedigi halde Kur'ân'i ezberlemekten beyni sulanmis hafizlara döndüler..." (Bu satirlar Atatürk'ün kendi el yazisiyle kaleme alinmis olup "Türk Tarihinin Ana Hatlari" adli kitab'da yer almistir. Özgün belgesi "Anitkabir Kütüphanesinde, ve Fotokopisi" Türk Tarih Kurumu"nda ve ayrica "Genel Kurmay Baskanligina Bagli Askeri Tarih ve Stratejik Etüdler Baskanligi'nda" "Aydinlik" dergisinin arsivi'nde bulunmakta. Bu belgeler ve fotokopiler icin bkz. Dogu Perincek, Kemalist Devrim, 2. Din ve Allah (Kaynak Yayinlari 19953cü Baski. sh. 239. Ayrica Prof. Dr. Afet İnan "Medenî Bilgiler ve M. Kemal Atatürk'ün El Yazilari" (Türk Tarih Kurumu Basimevi, Ankara 1938.sh. 366 ve d.) Dikkat edilecegi gibi Atatürk, İslâm seriâti'nin Türk'ün bünyesine yatkin düsmedigini, cünkü Bati uygarligi, özellikle 18ci yüzyilda bu gelenek sayesinde özgürlük asamasi yapabildiğin ve Türk milletini gerilettigini bildirmekte ve İslâm dünyasi'nin geriliginin baslica nedeni, böyle bir gelenegin nimetlerinden habersiz kalip "dogmaci'lik" ve "skolastik'cilik" gibi hastaliklardan kurtulamamak ve akil cagi'na cikamamak olduğu üzerinde durmuştur... Günümüzde Politikacıların ve birtakım tahrikatların elinde ranta ve ticarete dökülen dinimizi daha iyi anlayabilmek, daha gerçekçi bir sosyal olgu üzerine oturtabilmek ve onu insanlarımıza daha anlaşılır bir şekilde ifade edilebilir hale getirebilmek için yapılması gereken tamamıyle bireysel bağımzıs bir düşünce ile iyice araştırıp incelemek olmalıdır. Beynin doğal süzgecinden geçirilmeyen, sorgulanmayan, araştırılmayan bir inanç biçimi bizleri kişisel olarak köleliğe, Toplumsal olarak ta geriliğe ve dağınıklığa sürükliyecektir ki bu da bizlerin hiç te hazır olmadığımız bir sonuca sürüklemesine yarayacaktır...
  22. Bu arada birşey daha gözden kaçırılmamalı bence; Yargıçların ve savcıların, yanlış kararlarının hesabını vermeleri gerekir ki "Ağca olayı bireysel bir olay, ama yargının reforme edilebilmesi için fırsat olarak değerlendirilebilecek bir olgu". Yani 'Yargıçların da, savcıların da kamuoyunun bu kadar hassasiyet gösterdiği olaylarda yanlış kararın hesabını vermeleri gerekir. Ama bu hesabı soracak olan Adalet Bakanlığı olmamalıdır. Bağımsız bir kurul olmalıdır. Dolayısıyla Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun bağımsızlığı bir an önce gerçekleştirilmelidir. Ağca olayı bireysel bir olay. Ama bu yargı sisteminin reforme edilebilmesi için bir fırsat olarak değerlendirilmelidir.''
  23. Öncelikle size anlamlı ve çözüm üretici güzel bir yazını için size teşekkür ederim sevgili seDatsan... Gerçekten de bugün içinde bulunduğumuz durum pek iç açıcı görünmüyor.... Ülkemiz içten ve dıştan sürekli kemirilerek zayıflatılmakta, sosyal ve hukuksal anlamda yıpratılmakta, politik ve ekonomik anlamda işlevsizleştirilmektedir... Durum böyle olunca her duyarlı vatandaş gibi bizlerde buna tabiki seyirci kalamamız mümkün değil. Kısacası Haktan, adaleten ve insandan yana çözüm üretenlerin yanında olmak ve birlikte bir duruş sergilemek hepimizin görevidir... Yazınızdaki tamamıyla çözüme yönelik düşüncelere katılmamak ve destek vermemek mümkün değil... İzin verirseniz bende bu konu ile ilgili olarak yazınıza birşeyler eklemek istiyorum... ___Doğuştan eşit insanlar olduğumuzu, haklarımızın bulunduğunu, her insan için ''yaşamak'' olayını başa almamız gerektiğini iyice kavramalı; özgür yurttaşlar olarak birlikteliğimizi, birliğimizi korumalıyız... ___Yasalara, anayasaya, cumhuriyet ilkelerine, ''inkılaplar'' a uymalıyız... ___İş, emek, çalışma, yetenek konularında fırsat eşitliklerine, hakça dağıtımlara düzenli ve yeterince yer vermeyi ciddi olarak üstlenmeliyiz... ___Yapaylığa, yalana, kayırıcılığa dayanan görevlerden kesinlikle uzak durmalı; yöneticilerimizi iyi seçmeliyiz... ___Hortum, mafya, işkence kaynaklarını kurutmalı; terörle, töre ile, açlıkla, ayrımcılıkla, sağlıksızlık ve eğitimsizliklerle gelen yıkım ve ölümlere ivedi çözüm bulmalı; ''israf'' tan, başta yöneticiler, ulusça kaçınmalıyız... ___Sanayinin yanında ziraata ve yalnız kent, varoş yaşantılarına değil, çiftçi üretimlerine, köy olanaklarına da önem vermeli; salt ''oy'' ardında koşmamalıyız... diye düşünüyorum... Sevgiler...
  24. İnanılır gibi değil Türk toplumunun bir vatandaşı Arap'ı kıskanabileceğimizi düşünüyor... Bakıyorum kıskanmanın Türkçe karşılığı nedir diye; Sevgide veya kendisiyle ilişkili şeylerde bir başkasının ortaklığına veya üstün durumda görünmesine dayanamamak. Herhangi bir bakımdan kendinden üstün gördüğü birinin bu üstünlüğünden acı duymak, günülemek, haset etmek. Esirgemek, çok görmek. Bir şeye, en küçük saygısızlık gösterilmesine bile dayanamamak. Yerinde olmayı istemek, imrenmek. Olacak iş değil. İnanın bunları aklım almıyor...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.

Configure browser push notifications

Chrome (Android)
  1. Tap the lock icon next to the address bar.
  2. Tap Permissions → Notifications.
  3. Adjust your preference.
Chrome (Desktop)
  1. Click the padlock icon in the address bar.
  2. Select Site settings.
  3. Find Notifications and adjust your preference.