OBJEKTİVİST tarafından postalanan herşey
-
ARAPLARIN TARİHSEL TÜRK DÜŞMANLIĞI... BATIYI BİLİRDİK AMA YA DOĞU... (VE ARAP HAYRANI YAZAR VE PADİŞAHLARIMIZ)
Sevgili caucasus... Size şunu sormak isterim; Sizin üst kimliğiniz Türklük'mü yoksa Müslümanlık'mı?...
-
ABD, Iran'ı Gerçekten vurur mu ?
Sevgili SaNTo size katılmamak mümkün değil... Aynı dilekleri bende yürekten arzuluyorum...
-
Günün Türküsü
Fırtınada Gemim İlkay AKKAYA Önce düşler terk etti bu kenti Sonra anılar birer birer Fırtınada gemim Aldanmışım Kırılgan, çaresiz çocuklarmışım Fırtınada gemim Aldanmışım Yıkılıp, savrulan dünyalarmışım Önce kuşlar terk etti bu kenti Sonra insanlar birer birer Fırtınada gemim Aldanmışım Kırılgan, çaresiz çocoklarmışım Fırtınada gemim Aldanmışım Yıkılıp, savrulan dünyalarmışım
-
İSLAMIN GİRDİĞİ YERDE "ARAPLAŞMA" MI? BAŞLAR...
Konu yine dağılmış durumda... Bizler müslümanlığı anlatmaya, yaymaya ve onunla yatıp kalkmaya devam edelim tabiki ama doğumuz ve batımızda olan olaylar hiçte senin benim inanç biçimine bakmadan ayaklarımızın dibinde at koşturuyor... Arkadaşlar kimsenin dininde şuphesi yok. Az ya da çok sizin kadar çok inançlı olamayabiliriz fakat ülkemizin altı oyulmakta ve her geçen gün zaman lehimize işlemekte... Örneğin bu toplumun gençliği yanıbaşımızda olup biten olaylar karşısında tutum ve davranışlarını sergilemenin rahatlığı ve huzurunu sergileyecek bir duruş sergilemez de, gider onun bunun kılık kıyafeti ile, yok inancı ile vb. konularda ahkam keser... Arkadaşlar uyanalım artık... Irak müslüman, Afganistan müslüman, İran müslüman; emperyalizm gözlerini buraya dikmiş ve kirli oyunlarını sergileyeceği olgun bir zaman gözlüyor... yarın ne olur bilinmez... Aklıma şunlar geliyor... Irak'taki son durumun özeti: Savaş. Terör. Cinayet. Adi suçlar. Sivillere saldırılar. Geniş kapsamlı keyfi uygulamalar. Tutuklulara kötü muamele. İşkence. Bush yönetiminin, iki yıl önce 'özgürlük ve demokrasi getirme' bahanesiyle başlattığı Müslüman Irak saldırısının yarattığı tablo bugün böyle. Hemen her gün bir yerlerde patlayan bombalar, binlerce ölü, on binlerce yaralı, güvensizlik... Ve iktidar boşluğunun yarattığı çeteler. Bölünmüş bir ülke. Şeriatçı bir anayasa. Anarşi. Yoksulluk, işsizlik. Sahte seçimler. Kapkaranlık bir gelecek. Ne özgürlük ama... Ne demokrasi... Bush yönetimi ve ortakları Irak'a bu şekilde özgürlük ve demokrasiyi(!) getirdikten sonra şimdi de gözlerini Müslüman İran'a dikti. Sırada İran'a demokrasi ve özgürlük getirilmesi var demek ki... Amerikan medyası İran'a askeri saldırı çağrıları yapan tamtamlarını çalmaya başladı bile. Neymiş, İran nükleer silah yapabilirmiş. Hatta nükleer silah yapmak için son hızla çalışıyormuş. Bunu önlemek de Bush yönetiminin görev ve sorumluluk alanına giriyormuş. Kim bilir, belki de öyledir. Belki de İran nükleer silah yapıyordur. Ya yapmıyorsa? Nasıl inanacağız? Bush hükümeti, Irak'ta kimyasal silah olduğunu söyleye söyleye dünyanın kafasını ütüledi, saldırdı, bu ülkeyi işgal etti. Sonra da, ''Kusura bakmayın, kimyasal silah yokmuş, pardon'' dedi. Şimdi de aynı oyun mu oynanacak? Zücaciye dükkânına girmiş dağıtıyor. Dünya da seyrediyor. Çocuklar ve kadınlar ölüyormuş. Kimin umurunda. Ortadoğu'da çocuk çok nasıl olsa... Biz ise araplaşma ülkemize getireceği faydaları alıntılarla, arapça ifadeler ile ve düşüncelerimizi aklamak için biryerlere dayatarak mecburmuş gibi hemen sorgusuz suhalsiz kabullenme derdindeyiz... İnanılır gibi değil... Sevgi ve saygılarımla...
-
ARAPLARIN TARİHSEL TÜRK DÜŞMANLIĞI... BATIYI BİLİRDİK AMA YA DOĞU... (VE ARAP HAYRANI YAZAR VE PADİŞAHLARIMIZ)
1916 yilinda Türk'e karsi Arap ayaklanmasinda elebasilik eden Kiral Abdullah, Türk irkinin Arap'lara ve Islamiyete "felaket" getirdigi tezi'ni islerdi. "Arap Milliyetçiligi ve Türkler" adli kitabimda tüm kaynaklariyle sergilemis oldugum bu yalanlar, sadece Arab'in degil, fakat ne yazik ki yüzyillar boyunca Türk kusaklarim yetistiren seriatçilanmizin dahi begenisini kazanmistir. Arap'la birlik olup Türk'ü asagilayan hükümleri savunanlar pek çoktur. Içlerinde, Arap "yorumunu" benimseyip "Ye'cüc-Me'cüc" ile Türk'ü ayniyet halinde tutanlar olmustur. Örnegin 14.cü yüzyil Osmanli sairlerinin en büyügü ve en ünlüsü sayilan Ahmedî, dillere destan "Iskendername" adli kitabinda bu tema'yi islemistir. Düsünüz ki bu kitap, Germiyan hükümdari Süleyman Sah'a takdim için hazirlanmis olup, onun ölümünden sonra Yildirim'in oglu Süleyman Çelebi' ye sunulmus, ve daha sonraki Türk hükümdarlarinca bas taci edilmistir. Fakat Arab'taki Türk düsmanligi duygularim paylasip, bu duygulari kendi toplumuna karsi ifade sanatinda basari saglayanlarin basinda Hafiz Hamdi Çelebi gelir ki, Kanunî Sultan Süleyman döneminde Divan-i Hümayun katipligi yapmistir. Padisah'a sundugu bir siirinde söyle der: "Padisahim!... Türk'ü öldür, baban olsa da, O iyilik madeni Yüce Peygamber, -Türk'ü öldürünuz, kani helaldir- demistir". Daha sonraki Osmanli döneminin ünlü bilginlerinden sayilan Asim Efendi, "Okyanus" adli yapitinda Türk'ün ecdadini, Arap yazarlarin belirledikleri gibi, yani "vahsi yaratik" niteligindeki "Ye'cüc-Me'cüc" dogrultusunda tanimlar. "Ahterî-i Kebir" adli kitabin yazari Ahteri Mustafa Efendi de, benzerî bir tema'ya sarilmistir. Seriatçilanmizin bugün dahi "Yüce Padisah" diye taptiklari Abdülhamid II, o ürkütücü cehaleti ve seriat'a körü körüne saplanmisligi yüzünden, Arap'larla ilgili ne varsa her seyi "kutsal" bilir, ve Türkle ilgili ne varsa her seyi küçümserdi, Vahdettin adindaki Arap ruhlu son Osmanli padisahi: "Türk'ler, dini, soyu-sopu, yurdu belirsiz karmakarisik bir kitledir" demekten geri kalmazdi. Cumhuriyet dönemine eristigimiz tarihlerde bile Arab hayranligi duygularim açiga vurmaktan geri kalmayanlar çoktur. Bunlarin basinda sair Mehmet Akif gelir, ki Arab'taki sinirsiz Türk düsmanligim herkesten iyi bilmesine ragmen söyle demistir: "Türk Arapsiz yasamaz, kim ki yasar der delidir, Arap'in ise Türk, hem sag gözü ve hem sag elidir" Söylemeye gerek yok ki, Arap'in Türk düsmanliginin yüzyillar içerisinde gelisip büyümesi, seriatçi ruh'la yetistirilen insanlarimizi "Türklük" benliginden yoksun kilmistir. Her ne kadar bu bilinçsizlik Atatürk sayesinde giderilir olmus ise de, ne yazik ki onun ölümü ile birlikte seriatçi zihniyet yeniden hortlamis ve Arap çevrelerini kazanmak amaciyle olmadik davranislarda bulunmustur... ---------------------------------- Kaynak___ :"Arap Milliyetçiligi ve Türkler", "Seriat Devleti'nden Laik Cumhuriye'te" ayrica "Muhammed'e Göre Muhammed" adli kitaplar.
-
Merhaba Yoldaşlar
OBJEKTİVİST şurada cevap verdi: DefectoR başlık Ben Geldim - Buradan Başlayabilirsiniz - Birbirimizi TanıyalımHoşgeldin Arkadaşım...
-
İSLAMIN GİRDİĞİ YERDE "ARAPLAŞMA" MI? BAŞLAR...
determinasyon=Belirlenim. Demek sayın Zıplayan Dana... Sevgiler...
-
İSLAMIN GİRDİĞİ YERDE "ARAPLAŞMA" MI? BAŞLAR...
Çok teşekkürler sevgili nazanozkan ve Zıplayan dana.... Her ikiniz de güzel tespilteler yapmışsınız ve nazan ozkan dinin siyasallaşması ve kadına bakış çelişkileri düşünceleriniz bana şu çağrışımı yaptırdı Örneğin; Bugün Türkiye sanki İslamiyeti yeni tanıyor gibi bir görüntü veriyor. Ama uygulama, Türkleşmeyi bir yana atıp Araplaşma yönünde gelişiyor sanki. Diğer taraftan da Sayın Zıplayan Dana konunun daha da açılma ihtiyacından yola çıkması konusu hakikaten akıllıca ve yerinde bir tespit ki buradan yukarıdaki düşünceleri dolayısı ile her iki arkadaşımızı da kutlamak istiyorum. Evet olayın Osmanlıya kadar götürülmesi konusu doğru veya yanlış tartışılabilir fakat emperyalizme karşı kurulmuş genç bir Cumhuriyet'e sahip olmamızdan ve onun ve determinasyonu ile oluşan temelleri bugün için tartışıyor olmamızın bu ülke vatandaşı olarak üzerimize düşen sosyal ve toplumsal bilincin erişmesi amacı olmaz sa olmaz koşulundur. Kaldi ki Din ülkemizde bugün siyasalların eline düşmüş olmanın, diğer taraftan çeşitli tahrikatların geçim ve ticaret olgusu olarak algılanmanın yarattığı yozlaşmayı da beraberinde getirmiştir. Bunun en basit örneğini bul ülke Yıllar önce dönemin başbakanı bile çekinmeden ''Siz isterseniz hilafeti bile getirebilirsiniz'' diyenbilmeyi yaşamıştır ki bunu siyasal çıkar uğruna yapmış fakat ülkemizi bugün içinde bulunduğu sorunların baş mimarı olabileceğini hiç düşünmemiştir. Yılardır geleneklerimiz, bir yandan laik olduğunu söyleyen Cumhurbaşkanı ve başbakanlarımız, bir yandan da DP'nin ardılı olduğunu söyleyen partilerimizin yöneticileri tarafından elbirliği ile yok ediliyor. Sanıyorum önce yıllardır yanlış politikalar ve siyasi anlayış bugünkü Türkiye'yi Araplaşmaya doğru itenlerin ekmeğine yağ sürer hale getirmiş, sonra da laiklik konusunda kimseye ödün verilmeyeceği dillerden düşürülmediği gözleniyor ki bu bir ülke için inanılmaz ve korkunç bir çelişki değilmidir. Yine Laikliği kıyısından köşesinden kemirmeye çalışanların sayesinde, çocukluğumdan beri ''Şeker Bayramı'' olarak kutladığımız bu dinsel bayramın adı ''Ramazan Bayramı'' oluverdi. Laiklik yanlısı olduğunu bildiğimiz kişiler arasında bile, şeriatçı çevrelerin her şeye biraz din karıştırma çabalarına ayırdına varmadan ayak uydurarak dinci girişimlere destek verir duruma düşmeleri, bu bayram daha somut örnekler oluşturdu ki bunlar bile bir toplumun rejimini sarsacak, değiştirecek ve iç ve dış güçlerin istediği bir topluma dönüştürülebilecek oluşumlar değilmidir sizce... Sevgi ve saygılarımla...
-
İSLAMIN GİRDİĞİ YERDE "ARAPLAŞMA" MI? BAŞLAR...
Çok teşekkürler sevgili nazanozkan.... Güzel tespilteler yapmışsınız ve dinin siyasallaşması ve kadına bakış çelişkileri düşünceleriniz bana şu çağrışımı yaptırdı Örneğin; Bugün Türkiye sanki İslamiyeti yeni tanıyor gibi bir görüntü veriyor. Ama uygulama, Türkleşmeyi bir yana atıp Araplaşma yönünde gelişiyor sanki. Yıllar önce dönemin başbakanı bile çekinmeden ''Siz isterseniz hilafeti bile getirebilirsiniz'' diyenbilmiştir ki bunu siyasal çıkar uğruna yapmış fakat ülkemizi bugün içinde bulunduğu sorunların baş mimarı olabileceğini hiç düşünmemiştir. Yılardır geleneklerimiz, bir yandan laik olduğunu söyleyen Cumhurbaşkanı ve başbakanlarımız, bir yandan da DP'nin ardılı olduğunu söyleyen partilerimizin yöneticileri tarafından elbirliği ile yok ediliyor. Sanıyorum önce yıllardır yanlış politikalar ve siyasi anlayış bugünkü Türkiye'yi Araplaşmaya doğru itenlerin ekmeğine yağ sürer hale getirmiş, sonra da laiklik konusunda kimseye ödün verilmeyeceği dillerden düşürülmediği gözleniyor ki bu bir ülke için inanılmaz ve korkunç bir çelişki değilmidir. Yine Laikliği kıyısından köşesinden kemirmeye çalışanların sayesinde, çocukluğumdan beri ''Şeker Bayramı'' olarak kutladığımız bu dinsel bayramın adı ''Ramazan Bayramı'' oluverdi. Laiklik yanlısı olduğunu bildiğimiz kişiler arasında bile, şeriatçı çevrelerin her şeye biraz din karıştırma çabalarına ayırdına varmadan ayak uydurarak dinci girişimlere destek verir duruma düşmeleri, bu bayram daha somut örnekler oluşturdu ki bunlar bile bir toplumun rejimini sarsacak, değiştirecek ve iç ve dış güçlerin istediği bir topluma dönüştürülebilecek oluşumlar değilmidir sizce...
-
İSLAMIN GİRDİĞİ YERDE "ARAPLAŞMA" MI? BAŞLAR...
Katkılarınız gerçekten çok güzel ve düşündürücü arkadaşlar... Teşekkür ederim... Faküt birde şu gözardı edilmemeli bence... Öğrenğin; Molla rejimi İran coğrafyasında bir petrol hazinesi üzerine oturmuş, Ahmedinecad'ın fikri ve zikri bilim üretmek değil silah üretmek üzerine... Türkiye ise bu çatışma ortasında iki arada bir derede... Bir yanda emperyalizm.. Öte yanda dincilik.. 20'nci yüzyılın ilk çeyreğinde Milli Kurtuluş Savaşımız emperyalizme, laik Cumhuriyetimiz dinciliğe karşı zaferdi... İkisinin de tehlikesi, 21'inci yüzyılın ilk çeyreğinde Türkiye'nin gündemine yerleşti. Ortadoğu, emperyalizmle dinciliğin fink attığı bir keşmekeşin coğrafyasına dönüştü... Türkiye bu keşmekeşte yolunu bulabilmek için bilimsel düşünceye her zamankinden daha çok muhtaçtır... Ne demişti Gazi: ''- Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.'' Bu düşüncelerden yola çıkarsak sizce Ülkemiz toplumsal ve siyasal anlamda bir daralma ve sıkışma yaşamazmı? yine (İSLAMIN GİRDİĞİ YERDE "ARAPLAŞMA" MI? BAŞLAR) konu tekrar iyi okunup anlaşıldığında bizlerin düşünsel sorumluluk ve bilinci ne olmalı sizce. Bu konuda ki görüşleriniz nelerdir.... Tabiki ben de naczhane düşüncelerimi burada sunmaya çalışıyorum fakat burada duygulardan çok mantıksal çözüm ve analiz yaklaşımından yola çıkmanın hepimiz için faydalı olacağını düşünüyorum... Sevgi ve saygılar...
-
MEHMET ALİ AĞCA SERBEST BIRAKILDI
Sayın Zıplayan Dana... Ağcayı kimse konuşturamadı düşüncenize katılmıyorum çünkü ağcanın birşey bildiği yok ve esas bilenler arkasında ve tek bilebileceğinide vahşi bir şekilde yapmıştır zaten... Abdi İpkeçinin kızı konusuna katılmamak mümkün değil gerçekten bizler için de zor ve anlaşılamaz olan bu...
-
TOLERANS TÜRBAN VE DEMOKRASİ
Sevgili hüzünçiçeği... Benim söylediklerimin ort. 70 senelik hayatım için geçerli olduğunu belirtiyorsun. Oysa yazının tamamı okunduğunda olayın soyolojik ve toplumsal boyutunun farkına varılabilinecektir ki eğer bunun farkına varılabilindiği temelinden yola çıkılırsa bizleri ve geleceğimizi neler beklediği ve nerelere sürükleyebileceği gerçeğine götürecektir.. Diğer taraftan düşüncenize atıfen şunları söyleyebilirim. Benim öldükten sonra ne yapacağım ve nereye gideceğim önemli değil, çünkü bizim namazımız kılınmış ve orocumuz tutulmuştur bundan kimsenin şüphesi olmasın. Tekrar belirtiyorum. Bütün kitaplı dinler yani tek tanrılı semavi dinler, bireyleri sadece "öbür dünya"ya değil, "bu dünyada kurdukları düzene" (yani oluşturdukları devlete) de kazanmak uğruna savaş verirlerdi. Sonuç olarak tek tanrılı herhangi bir dinin temsilcileri arasında çıkan yönetim anlaşmazlıkları, siyasal farklılıklar, bu dinlerin içindeki mezhep ayrımlarını doğurdu. Yani semavi dinler nasıl tüm insanlık bakımından farklı siyasal partilerin işlevlerini yerine getirdiyse, aynı dine mensup insanlar arasındaki egemenlik kavgaları, siyasal farklılıklar da tek tanrılı dinlerin içinde mezhepler aracılığıyla temsil edildi ki bunların sonucu olarak katı, hoşgörüsüz, çoğu mantık ile çelişen, şekilci ve çok fazla yorumular nedeniyle farklı mezheplerin ortaya çıkmasına zemir hazırladı... Şimdi ben size soruyorum... Bu ülkeye şerihat gelse siz rahat olabilecekmisiniz, ya da o zaman gerçekten müslüman olup cenneti garantiliyecekmisiniz... Son bir soru daha; Bizi en çok din devletine doğru gönderen, zemin hazırlayan ve şiddetle istiyenler kimlerdir sizce? Biz Türklermi? Emperyalist ülkelermi? Ne dersin... Sevgi ve saygılarımla...
-
"TÜRKÇE EZAN" ve TÜRKÇE EZAN okunmasına en çok KİMLER KARŞI GELİR...
'Tanrı Uludur' ''Bize Kuran dersi veren okul müdürümüz Niyazi Bey sınıfı İstanbul Operet Heyeti'nin temsillerine götürürdü... Sultan Reşat'ın başmüezzini İsmail Hakkı Bey de bu operetin çalgılar topluluğunu yönetirdi...'' 1910 doğumlu babam Burhan Arpad' ın bu sözlerini arada sırada anımsıyorum. Günümüzde din adına konuşan sorumlu ve yetkili kişilerin neler yaptığını gördükçe de ''Demek ki 80 yıl önceki din adamları aydın görüşlü insanlarmış'' diye düşünüyorum. Hüzünleniyorum. Adında 'demokrat' kelimesi olan parti, 1950 Mayısı'nda yönetimi ele alır almaz yaptığı ilk iş, Türkiye'de Türkçe okunan ezanı Arapça okutmaya karar vermek olmuştu. O günleri yaşamış olan insanlar, ''Her şey ezanın tekrar Arapça okunmasıyla başlamıştı'' derler. Günümüzde tarikatların hortlamasının, gericilere ödünler verilmesinin, ''Şeriat isteriz'' bağrışmalarının ilk tohumlarının 16 Haziran 1950 tarihli kararla atılmış olduğu söylenir. Cumhuriyet tarihinde geriye baktığımızda, Atatürk devrimlerinden ve laiklikten uzaklaşmanın ilk adımlarının gerçekten 1950'li yıllarda atıldığını görürüz. Atatürk , Türkiye Cumhuriyeti'nde İslam dinine inanan bireyler, dünya işleri dışında olup bitenleri de anlasın istemişti. İlk adım olarak da ezan Türkçeleştirilmişti. Türkçe ezanı Süleymaniye Camisi başimamı, tenor sesli Hafız Kemal 'den dinlemiş olan Atatürk, coşkuyla vermişti bu kararı. 1932 yılı sonunda ülkenin tüm minarelerinden ''Tanrı uludur'' seslenişi, çağrısı yükseldi! Tanrı uludur, Tanrı uludur Şüphesiz bilirim, bildiririm Tanrı'dan başka yoktur tapacak... Arapça ''Allahu ekber'' yerine Türkçe ''Tanrı uludur'' un minarelerden yükselmesi, ne yazık ki sadece bir yirmi yıl gerçekleşti. Türkiye'de yığınların kafası işlesin istemeyenler ''Allahu ekber'' e sarıldılar. Atatürk'ün partisi CHP de sesini çıkarmadı. Demokrat Parti yönetimi belki bir on yıl sürdü ama, Atatürk'ün yaptıklarının hızla yok edilmesine yetti de arttı bile. Ardından gelen 27 Mayıs devrimine özellikle aydınlar sevindi. Gerçekten de geriye baktığımızda son yarım yüzyıl Türkiyesi'nde 27 Mayıs ''yıldızın parladığı'' tek andır! Düşünce özgürlüğü gelişecek, geriye gidiş duracak diye umutlanan bir avuç yazar, 1960 Temmuzu'nda Türk Dil Kurumu kurultayına getirdikleri bir öneri ile ''Ezan yine Türkçe okunsun!'' dediler ve düş kırıklığına uğradılar. 27 Mayıs çabucak unutuldu. Ardı ardına camiler açıldı, Arapça ezan daha iyi duyulsun diye minarelere güçlü hoparlörler takıldı, imam-hatipler mantar gibi bitti, tarikatlar palazlandı, dinci ile politikacı kucak kucağa oturdu, takkeli, takunyalı iktidara koştu, ''Ben Atatürkçüyüm'' diyenler hızla arttı. ''Aydın'' kisvesi altında kimi yazar-çizer takımı, numaracı cumhuriyetçi bilinçli-bilinçsiz emperyalistle şeriatçının oyununa destek verdi. Sonra 28 Şubat geldi. Ancak o gün sinmiş birileri ''kış uykusuna yatmış ayılar'' örneği uyanacakları anı bekliyor gibi. 27 Mayıs'ın ardından bir avuç düşünürün ''Ezan yine Türkçe okunsun!'' girişimini günümüzde tekrarlayacak yürekli aydınlarımız nerede? Konuyu Meclis'e getirecek onurlu milletvekilleri, ödün vermeyen bakanlar da mı yok? Ezanın Türkçesinden, ''Tanrı uludur'' un açık ve aydınlık seslenişinden kim korkar? Şeriatçıdan başka! -------------------------------------------- Ahmet ARPAD
-
İSLAMIN GİRDİĞİ YERDE "ARAPLAŞMA" MI? BAŞLAR...
Sevgili nazanozkan, Sayın VAKANA ve CYRANO arkadaşlarıma gerçekten konunun derinliğini ve özünü yakalamış olmakla birlikte düşünce belirterek katkı sunmaya çalıştığınız için sizlere teşekür ederim... Evet burada asıl sorun konunun sosyal boyutu olması, yoksa ezan ve çan değil hayrıca tartışılması ve katkı sunulması gereken ise konunun sosyal boyutu ve toplumsal değişime katkısı olmalıdır... Diğer amaç ise toplumsal bilinci yakalamamız ve Ülkemiz üzerinde sinsice uygulamaya konulan değişim projelerinin farkına varabilmek ve dini, dili ne olursa olsun bu ülkede yaşayan bizlerin bu sorumluğun bilinci ile uyanık olma düşüncemdir... Sevgi ve saygılarımla...
-
Türkiye'de "KADI OLMAK veya OLMAMAK"
. Türkiye’de kadın olmak veya olamamak Yıllardır erkek egemen sistemin her türlü baskı ve işkencelerine maruz kalan kadınlar, mevcut sorunlarına çözüm arayışındalarken kendilerini yeni bir egemenlik alanında buluverdiler. Söz konusu bu yeni egemenlik alanı, sorunların çözüm alanı olmak yerine mevcut sorunlar üzerinden ekonomik rant elde edilen ve sömürü mantığıyla hareket edilerek bu yolla çeşitli paradigmaların üretildiği kapitalist bir piyasa halini almıştır. Bu piyasanın hâkimiyetini elinde bulunduran medya, yaşanan süreci en etkili argümanı olan TV aracılığıyla kendi lehine çevirmekte ve ne pahasına olursa olsun buradan karlı bir biçimde çıkmayı amaçlamaktadır. Dolayısıyla bu amaca ulaşmak adına her şeyin mübah sayıldığı (Makyavelci mantık) bir düzlemde ahlaki değerlerden, insani referanslardan ve sosyal sorumluluktan söz etmek, elbette ki safdillik olur. Bu bağlamda, özellikle kadın programlarındaki tartışmaların birer sonuç yansıması olarak gerçekleşen cinayetler, gözleri bir kez daha bu egemenlik alanına ve onun hırslı aktörlerine çevirmiştir. Bu programların son günlerdeki tartışmaların merkezine taşınması ve yapımcılarının adeta meşru savunma çizgisine çekilerek, buradan kendilerini ve programlarını müdafaa etmeleri bu yönüyle önemli bir örnektir. Bununla birlikte, ülkemiz bağlamında "kadın" olgusunu ele alırken bu perspektiften hareket etmemiz, sürecin doğru okunmasında ve algılanmasında epey yardımcı olacaktır. Ama yaşananları sadece kadın programları gibi popüler mecralardan ele almak bizi fazla ileriye götürmemekle birlikte, kısır bir döngü içinde kalmamıza yol açacaktır. Çünkü popüler olma veya bu tür programlara çıkma konusunda diğerleri kadar şanslı (?) olamayan kadınlar da vardır. Kaldı ki, mevcut haliyle devam eden şiddet kültürünü/kültürsüzlüğünü ve sömürü mekanizmasını adeta içselleştiren kadınlar, hayatın her alanında ezilmeye mahkûm olmuşlardır. Evde, okulda, işyerinde ve daha birçok yerde hâkim unsur olarak kadını ezen ve onu dar kalıplar içinde yaşamaya mahkûm bırakan bu ataerkil/kapitalist zihniyet, diğer taraftan da “sözde çözüm” çabalarıyla ekranlardaki varlığını meşrulaştırmaya çalışmaktadır. Sözde çözüm çabalarıyla kadınları ekranlara çıkarıp yüzlerini siyah maskelerle kapatanlar – tanınmamaları veya utanıp sıkılmamaları için olsa gerek(!) – aynı başarıyı, yaşanan sorunları gizlemede gösterebilecek midir? Peki, daha birkaç hafta önce kocası tarafından kürtaja zorlanan ve doktor hatası sonucu ölen kadının durumuna ne demeli? 1–2 milyar için, Hipokrat yeminini hiçe sayarak bir kadını öldüren ve bunu büyük bir aymazlıkla itiraf eden doktorun kendini savunma çabaları, bizlere meşru savunma çizgisindeki program yapımcılarını hatırlatmaktadır. Öte yandan tecavüzcüsüyle evlenmek zorunda bırakılan bir kadın gerçekliği ortada dururken, namus adına töre cinayetlerine kurban edilen yüzlerce kadın katilinin aramızda büyük bir aymazlıkla dolaşmasını hangi mantık açıklayabilir? Yada bir cep telefonu mesajıyla bile alevlenen erkek kıskançlığının 37 bıçak darbesiyle genç bir kızın hayatına mal olduğunu TV ekranlarında Hollywood filmi edasıyla izleyenler acaba “erkeklik”leriyle övünüyorlar mıdır? Böylesi bir ilkelliğin ve feodal zihniyetin mağduru olan kadınlar son kertede, erkeğin her türlü içgüdüsel ve hayvani dürtülerine kurban edilmektedir. Bu noktada başta medya olmak üzere tüm çevrelerin duyarlı olması gerekirken, herkesin adeta “erkek” tarafına geçtiğini ve oradan geliştirdikleri kimi retoriklerle(söylemlerle) mevcut süreçte erkeğe destek çıktıklarını görmekteyiz. Bu konuya verilecek en somut örnek yine medya cephesindeki pratiklerden verilebilir. Şöyle ki; genç sevgilisini sokak ortasında delik deşik eden bir erkeği “çılgın aşık bunalım geçirdi” şeklinde masum ifadelerle nitelendiren medya, koca baskısından/şiddetinden kurtulmak için son çare olarak çocuğunun boğazına bıçak dayayan bir kadını ise “canavar anne/kadın” şeklinde duyurmaktadır o çok duyarlı (?) seyircilerine. Nitekim aynı medya, seyircilerin birçoğunun bu görüntülere bizzat yaşadıkları deneyimlerden dolayı yabancı olmadıklarını bildiği için ve daha çok malzeme/haber çıkacağını düşündüğü için görüntüleri defalarca ekrana getirmekten kaçınmıyor/utanmıyor. Gerçi bu tür haber ve görüntülerin maalesef çok daha fazla seyredildiği gerçeği dururken ve en önemlisi de böyle ilkel bir mantıkla hareket eden bir erkek güruhu toplumda sayıca fazla iken medyanın utanmasına gerek yoktur. Kaldı ki “utanmak” en nihayetinde insani değerlerden referans alan bir duygudur. Dolayısıyla, başta etik değerlerin yozlaşması olmak üzere, manipülasyonlarla insanların kandırılmasına ve şiddet çığırtkanlığı yaparak kapitalist ve ataerkil sömürüye psikolojik cepheden destek sağlayan medya ve onun etkili argümanları olan gazeteler ve TV programları (özellikle kadın programları) maalesef “utanma” duygusunu tanımamaktadır. Gelinen noktada bir taraftan kadınlık tanımı daraltılırken diğer taraftan da kadının rolü, hapsedildiği çerçevede soy sürdürülmeyle sınırlandırılmıştır. “Kadının karnından sıpayı, sırtından sopayı esirgemiyceksin” gibi ilkel/feodal atasözleriyle hareket eden bireylerin olduğu bir ülkede post-modernist çabalar elbette ki boşa gidecektir. Bununla birlikte son yıllarda kapitalist kar uğruna bazı kadınların kadınlık kavramının çok ötesinde bir konuma oturtularak (ticari bir meta) bu yolla büyük paraların kazanılması ülkemizdeki kadın olgusuna yönelik farklı bir perspektif oluşturmaktadır. Küreselleşmenin ideolojik aygıtları olan TV dizilerinde ve yarışma programlarında “arzu edilen” kadın modeli sunulmakta ve sunulanların kadın tarafından içselleştirilmesi sağlanmaya çalışılmaktadır. “Kim şık-kim rüküş” söylemiyle kadının dönüşümüne ve daha çok tüket(il)mesine uygun zemin hazırlanmaktadır. Kadın tamda bu noktada geleneksel üretici (ana veya eş) konumundan, tüketici konumuna getirilmiştir. İşte, kadınlarımızın karşı karşıya oldukları bütün bu olumsuzlukları dikkate alarak yukarıda çizdiğim genel çerçeve maalesef bu ülkenin bir gerçeğidir. Bu noktada “insanım” diyen herkesin şu sözleri içselleştirerek haykırması gerekir: Tüm şiddetiyle her alanda varlığını sürdüren bu kapitalist sömürü zihniyeti ve erkek egemenlikli sistem aşılmadan, kadın asla özgürleşemez. Bugün kadının bizzat bedeni üzerinde gerçekleşen sömürünün ve işkencenin çözüm parametreleri her anlamda demokratik bir toplum, adil gelir dağılımı ve kadın-erkek eşitliği temelinde biçimlenen yeni bir demokratik yaşam alanı ile mümkündür. Bu alanda cinsiyet ayrımına gitmeden, fetişist bir ataerkil algılamaya yer vermeden ve en önemlisi de kadınları birer namus abidesi veya bekçisi olarak görmeden hareket edilmelidir. Dolayısıyla egemen erkek kültürünün birer baskı argümanı olan maçoluk ve kıskançlık gibi ilkel davranışlara ve bu yöndeki her türlü tahakküme son verilmelidir. ________________________ DENİZÖZYAKIŞIR* -
-
İSLAMIN GİRDİĞİ YERDE "ARAPLAŞMA" MI? BAŞLAR...
Arkadaşlar yorumlarınızı yazmadan önce lütfen yazının tümünü okurmusunuz... Saygılar...
-
Nazım Hikmet
DOĞUM Anası bir oğlancık doğurdu bana; kaşsız, sarı bir oğlan, masmavi kundağında yatan bir nur topu, üç kilo ağırlığında. Benim oğlan dünyaya geldiği zaman, çocuklar doğdu Korede, sarı ay çiçeğine benziyorlardı. Makartır kesti onları, gittiler ana sütüne bile doymadan Benim oğlan dünyaya geldiği zaman, çocuklar doğdu Yunan zindanlarında, babaları kurşuna dizilmiş. Bu dünyada ilk görülecek şey diye demir parmaklığı gördüler. Benim oğlan dünyaya geldiği zaman çocuklar doğdu Anadoluda, mavi gözlü, kara gözlü, elâ gözlü bebeklerdi. Bitlendiler doğar doğmaz kim bilir kaçı sağ kalır mucize kabilinden. Benim oğlan benim yaşıma bastığı zaman, ben bu dünyada olmıyacağım, ama harikulâde bir beşik olacak dünya, siyah, beyaz, sarı bütün çocukları sallıyan mavi atlas döşekli bir beşik ------------------------------------------ MÜNEVVER'İN DOĞUM GÜNÜ Yapraklara dallara, yeşillere, allara, nice nice yıllara gülüm, nice nice yıllara. Yaprak dala, al yeşile yaraşır, gayrı bundan böyle vermem seni ellere...
-
OKULLARIMIZDA ZORBALIK TERÖRÜ... (Her 7 Öğrenciden biri şiddede uğruyor...)
Okullarda her yedi öğrenciden biri arkadaşları tarafından şiddete uğruyor Zorbalık terörü sıralarda Her yedi öğrenciden biri, belli bir süre boyunca zorba ya da kurban olarak zorbalık deneyimi yaşıyor. Daha küçük yaşta ve bedence daha zayıf öğrenciler, zorbalıkla daha sık karşılaşıyor. 13 yaşında zorbalıkla karşılaşanların, 23 yaşında depresyon geçirmeleri daha yüksek bir olasılık ve anne-babalar genellikle zorbalık sorununun farkında olmuyorlar. Türkiye'de de başka ülkelerde de okulda şiddet yaygınlaşıyor. Küçücük çocuklar bile sınıf arkadaşlarını merdivenlerden yuvarlamaya, sandalyelerden düşürmeye, kafalarını duvarlara vurmaya çalışıyor. Okul yönetimleri, öğrencilerin birbirlerine zarar vermesini önlemek için çeşitli yöntemlere başvuruyorlar. Kimi okullarda, sınıflara güvenlik kameraları yerleştiriliyor ve okul yöneticileri sürekli sınıfları gözlüyor. GÖRMEZLİKTEN GELİNMEMELİ Özel Doğuş Okulları psikolojik danışmanı Serhat Uzun , okulda zorbalığın aslında yıllardır var olan, ''Aman ne olacak, çocuktur geçer'' denilen, yokmuş gibi davranılan bir konu olduğuna dikkat çekti. Uzun, ''Ancak yapılan araştırmalar, zorbalığın olumsuz ve yıkıcı etkisi nedeniyle üzerine gidilmesi ve çözümlenmesi gerekliliğine işaret etmektedir'' dedi. Uzun, zorbalığı şöyle anlattı: ''Zorbalık, bir çocuğun ya da ergenlik dönemini yaşayan bir gencin, bir başka çocuk ya da gence karşı bilinçli ve uzun süren şekilde fiziksel şiddet kullanması veya isim takması, dışlaması, söylentiler çıkarması ya da alay etmesi sonucunda canını acıtması anlamına gelmektedir. Yapılan araştırmalara göre okulda zorba olarak belirlenen öğrencilerin yaklaşık yüzde 60'ı, 23 yaşına kadar en az bir kez suç işlemiş durumdadır. Zorbalıkla karşılaşmak, 10 yıl sonrasında yaşanan özgüvensizliğin göstergesi olmaktadır.'' Psikolojik danışman Serhat Uzun, ''çocuk ve gençler neden zorbaca davranırlar'' sorusuna şu yanıtı verdi: ___Bir gruba ait ve popüler olmanın istenmesi. ___ Güç duygusundan hoşlanılması. ___ Mutsuzluk ve yetersizlik duygusunun yaşanılması. ___ Her istediklerinin yapılması. ___ Korkularını gizleme isteği. ___ Çocukların izlediği televizyon programlarının etkisi. ___ Aile içerisinde şiddete yönelme.'' ''Zorbalıkla karşılaşan çocuğun herhangi bir duygusal sorun yaşamayacağı ve hatta olgunlaşması konusunda iyi bir deneyim olabileceği'' düşüncesinin yanlış olduğunu vurgulayan Uzun, zorbalık gören çocukların nasıl etkilendiği konusunda ise şunları söyledi: ___ Çocuklar kendilerini çevrelerinden izole edilmiş hissederler. ___ Çocuğun kendine olan güveni uzun vadede zedelenebilir, ___ Okulda öğrenme olumsuz yönde etkilenebilir. ___ Depresyona yol açabilir. ___ Kızgınlık, umutsuzluk, bıkkınlık, güvensizlik, korku ve engellenme duyguları yaşanabilir. ABD'DE DOKUNMAK YASAK ABD'de Culver City'de bir ortaokulda, öğrencileri saldırganlığa karşı korumak amacıyla vücut teması yasaklandı. Okul Müdürü Jerry Kosh , uygulamanın olumlu sonuç verdiğini ve kavga, saldırı ve cinsel taciz olaylarının sayısında ciddi bir azalma olduğunu söyledi. ------------------------------------ FİGEN ATALAY
-
YÖNETENLERİN KORKULU DÜŞÜ "KİTAP"..... (SİZCE KİTAP SİLAH KADAR TEHLİKELİMİDİR?)
. YÖNETENLERİN KORKULU DÜŞÜ "KİTAP" Avrupa insanının belki bir yüzyıl unutamayacağı, etkisinden kurtulamayacağı 2. Dünya Savaşı 8 Mayıs 1935'te sona erdi. Bir elli yıl geçmiş aradan. Almanya topraklarından çıkan bu savaş sadece onlarca milyon insana kıymadı, Nazi ideolojisinin arkasındaki faşist görüşle de bir "düşünce kıyımı"nı gerçekleştirdi! 1933-1945 arasında "öldürülen" Alman edebiyatının savaş sonrasında pek kolay kendine gelememesinin, bir daha da eski ününe kavuşamamasının nedenlerinden biri de Nazi Almanyası'ndaki bu "düşünce kıyımı"dır.Kitap, diktatörlerin, baskı yönetimlerinin korkulu düşü, örümcekli kafalar için karabasanların en korkuncudur. Çünkü kitap, bütün işkencelerden, zindanlardan, her türlü silahtan daha güçlüdür. İnsanlık tarihinde kitaptan, yazılıp çizilenden nefret eden, onları yasaklayan, yakan çarpık politika önderleri hep görülmüştür. Bunlardan "en ünlüsü" de, insanlığın bundan tam altmış yıl önce kurtulduğu Hitler'di!Yirminci yüzyılın en ünlü antifaşist ve antimilitarist yazarı Erich Maria Remarque'ın üne kavuştuğu 1928-1931 yılları Almanya'nın toplum yapısında tedirginliklerin iyiden iyiye arttığı bir dönemdir. Remarque adının ve romanlarının ülkede olağanüstü ilgiyle karşılaşmasında toplumdaki tedirginliğin payı çoktur. 1933'lerin kahverengi gömlekli iktidarı Naziler, Remarque'ın yanı sıra daha birçok yazarın eserini de kendilerine engel görmeye başlamıştı. Özellikle genç yaşta ünlenmiş olan Remarque, yüzyıllardır Cermen efsaneleri ve masalımsı yiğitlik örnekleriyle yetiştirilmiş sıradan Alman halkına savaşın yersizliğini, kötülüklerini herkesin anlayacağı apaçık gerçekler olarak haykırıyordu. Eserlerine edebiyatçılar ve büyük tenkitçiler dudak bükseler de, halk Remarque'ı okuyor ve savaşın ne olduğunu, savaştan kimlerin yararlandığını anlamaya başlıyordu. ÖZGÜR DÜŞÜNCEYE ENGEL O günlerde, sosyal demokratlar, komünistler, merkezciler ve daha birçok politika örgütünün toplandığı Reichstag'da her gün çekişmeler yaşanıyordu. 30 Ocak 1933 Alman tarihine geçen karanlık, utandırıcı günlerden biridir. Seçimlerde salt çoğunluğu elde edemeyen Hitler, sol partilerin arasında işbirliği sağlanamaması sonucu iktidar koltuğuna oturmuştu. Bu başarıyı elde etmesinde Hindenburg ve Von Papen'in ağır endüstri kralları ile yaptığı gizli anlaşma da önemli bir rol oynamıştı. Hitler'in ilk işlerinden biri özgür düşünceyi frenlemek oldu. Sola ve düşünürlere karşı başlattığı saldırılar da "başarılı"ydı. Sayısız düşünür, sanatçı ve bilim adamı gereksiz nedenlerle tutuklandı. 10 Mayıs 1933'te bütün Almanya'da başlatılan ve haftalarca süren kitap yakma girişiminin amacı sadece insancıl, savaş karşıtı yazarlara gözdağı vermek değildi. İktidarda kalabilmek için tüm ülkede özgür düşüncenin dibine kibrit suyu dökmekti! O günlerde Berlin'den Münih'e ülkede Heine, Freud, Marx, Seghers, Brecht, Zweig, Mann ve Remarque'ın kitapları dev ateşlere atılırken askeri orkestralar marşlar çalıyor, insanlar uluyordu! Bu kitap yakmanın halka anlatılan gerekçesi, Alman kültürünü yabancı kirlenmelerden arındırmaktı. Kitapları yasaklananlar, ateşlere atılanlar Nazilere göre "Alman düşün dünyasının çöpü" yazarlardı.1935 yılında Hitler yönetiminin yayımladığı 'yasaklar listesi'ne göre tam 524 yazar zararlıydı. Toplam 3601 eserin Almanya'da yayımlanması ve okunmasını yasakladılar. Ne yazık ki Alman aydınlarının bir bölümü olup bitene ses çıkarmadı. Kitapların yakıldığı kentlerde çoğu üniversite profesörü, "Giderek artan Marksist girişimler, yıkım getiren Yahudi ruhu Almanya'yı tehdit etmekte" diye seslendi toplanan binlerce insana. Basında da pek karşı çıkan olmadı. Hatta birçok köşe yazarı Nazilerin 'kitap düşmanlığı'nı onayladı. Alman ruhuna ve edebiyatına bile bile ihanet edilirken basında, "Kentlerimizde göğe yükselen alevler, Almanya'nın yeniden uyanışının bir simgesidir" diye yazanlar oldu. DÜŞÜNÜRLERİN ACI SONU GAZ ODALARI "Bugün kitapların yakıldığı yerde yarın insanlar da yakılır" diyen evrensel ve insancıl Alman şairi Heinrich Heine ilerde ne yazık ki haklı çıkacaktı. Sınır ötesine kaçamayan antifaşist düşünürler toplama kamplarının dikenli telleri arkasında yaşama gücünü yitirdiler. Gaz odaları ve fırınlar çoğunun acı sonu oldu. Sınır ötesi ülkelere kapağı atabilenlerin çoğu savaş sonrasında da bir daha Almanya'ya geri dönmedi.1933'ten sonraki yıllarda Nazi rejimi daha çok kahramanlığı ve savaşı konu alan bir edebiyat türüne özen göstermeye başladı. Nasyonal sosyalist dünya görüşünü destekleyen adı sanı pek duyulmamış yazarlar 1935'ten başlayarak Rayh Kültür Odası'nın desteğini aldı. Yazarlık mesleğini sürdürmek isteyenlerin bu odaya üye olması zorunluydu. Yine de Nazi rejimine direnen ve ülkeyi terk etmeyen Hans Fallada, Werner Bergengruen, Ina Seidel, Reinhold Schneider gibi yazarlar Hitler'i ve savaşı pek eleştirmeden o zor yılları çekildikleri köşelerinde geçirmesini bilmişti. Her şeye karşın 1933-1945 arasında Alman edebiyatı ölüdür, varlığından söz edilemez. Düşünce özgürlüğüne baskı, çoğu zaman uygulandığı ülkenin sınırlarını kolayca aşar, başka toplumlara da sıçrar. Bireye baskı yapan, onu düşüncesinden dolayı zindana atan çıkar çevreleri her zaman ve her ülkede vardır. Ancak yazar ve kitap kalıcılığını ve etkinliğini her zaman korumuş, sağlıklı düşünceyi toplumlara ulaştırmayı, onlara doğru yolu göstermeyi hep başarmıştır. .
-
ARKADAŞLAR LÜTFEN DİKKAT!
Arkadaşlar dikkat! e-mail şeklinde gelen bir bilgiyi sizlerle paylaşma gereği duydum... MSN'de [email protected] diye bir adres sizi listesine eklemek isterse kabul etmeyin çünkü msn'de yeni bir virüs dolasiyor ve sizin listenizdeki bir arkadaşınız bunu listesine eklese bile sizinde virüs kapacağınız özellikle belirtiliyor. Bu nedenle bu durumun acilen iletişim halinde bulunduğunuz dost ve arkadaşlarınıza belirtirseniz siz ve bizlerin menfaati gereğidir. gt;@rht.com uzantili biri msn'e eklerse bunu kesinlikle kabul etmeyin çünkü son birkaç gündür Rus hackerlar Türklere savas açtığı yolunda duyumlar var... Sevgi ve saygılarımla...
-
İSLAMIN GİRDİĞİ YERDE "ARAPLAŞMA" MI? BAŞLAR...
Teşekkürler lena... Gerekenleri hemen yerine getirmeye çalışacağım... Sevgiler...
-
İSLAMIN GİRDİĞİ YERDE "ARAPLAŞMA" MI? BAŞLAR...
Şuradan çıktı sayın kralx... Nobel ödüllü Naipaul , İran'dan Malezya'ya İslam ülkelerini gezdikten sonra şunu belirtmiş 'İslamın girdiği yerde Araplaşma başlar!'..." Konunun özü bu ve tartışılması gereken de dilin etkinliği... Bu arada ben Çin'ce de dua etsem Allah anlar değilmi? Orijaniline bağlı kalmak ta ne demek bunu anlayamıyorum çünkü orijinaline bağlı kalınarak yazılamaz diye bir kuralmı var? Kısacası ben Karhan'ın Türkçe ibadet edilmesi taraftarıyım... Katkı sunan ve sunacak olan herkese saygı ve sevgilerimle...
-
NAZIM HİKMET RAN 104 YIL ÖNCE BUGÜN DOĞMUŞTU... SOSYALİS ŞAİR MEMLEKET HASRETİ İLE SÜRGÜNDE ÖLDÜ...
Evet sayın zıplayan dana... Nazım her şeyi ile solcudur... Sol anlayışın köşe taşı göstergelerinden biri Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedrettin destanıdır. Aynı sonuca, pek çok örneği içinde, ''Türk Köylüsü'' şiirinde ulaşılır. Olağanüstü Nâzım çizgileriyle köylü, ''Hoca Nasreddin gibi ağlayan, Bayburtlu Zihni gibi gülendir, Ferhat 'tır, Kerem 'dir ve Keloğlan 'dır. ***** felek ona eder oyunu... Bir yar sever, el alır... Kanadı kırılır, çöllerde kalır... Ölmeden mezara koyarlar onu... O Yunus-u biçaredir... Baştan ayağa yaredir...'' Kadın sömürüsünü, ''ve soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen'' dizelerindeki kuvvet ile anlatan kaç araştırma vardır? Nâzım'ın düşünsel yönü kuşkusuz çok derinlemesine araştırmalara konu olmalıdır. Ancak bir nokta açıktır. Doğumunun 104. yılında Nâzım, yalnız Danıştay kararıyla değil, toplumun tarihine sol gözlükle bakışının gücü ile de büyük bir zafer kazanıyor ve kazanacak... Üstelik Nazım Vatan ayinidir (Biz demokra, solcu ve aydınlar gibi)... VATAN HAİNİ "Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ. Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz dedi Hikmet. Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ." Bir Ankara gazetesinde çıktı bunlar, üç sütun üstüne, kapkara haykıran puntolarla, bir Ankara gazetesinde, fotoğrafı yanında Amiral Vilyamson'un 66 santimetre karede gülüyor, ağzı kulaklarında, Amerikan amirali Amerika, bütçemize 120 milyon lira hibe etti, 120 milyon lira. "Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz dedi Hikmet. Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ." Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, ben yurt hainiyim, ben vatan hainiyim. Vatan çiftliklerinizse, kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan, vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan, vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın, fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan, vatan tırnaklarıysa ağalarınızın, vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa, ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan, vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması, topuysa, vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan, ben vatan hainiyim. Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla: Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ. (28.7.962)
-
"FIRAT VE NİL" ABD ve İSRAİL'in ORTADOĞU ilgisinin nedeni... (NE OYUN AMA...)
Bence haraketlilik başlamış durumda ve yavaş yavaş hız kazanarak devam ediyor...
-
İSLAMIN GİRDİĞİ YERDE "ARAPLAŞMA" MI? BAŞLAR...
Öncelikle İslam Araplaştırır diyen zihniyetin İslam'dan haberi yoktur derken neyi kastediyorsunuz onu hakikaten anlamadım. Diğer taraftan da; İran'ın Yerleşikliğe geçmesi sayesinde elde edilen tecrübe İslamın Arap yarımadasında doğmasında etkili olduğunu belirtmişsiniz ve bunu anlıyorum... Peki Türkiye bu etkilenmenin neresinde kalmıştır ya da kalmalıdır. Sizce Türkiye’de senelerdir Türk Dili törpülenmekte; yaşantımızda, çevremizde, eğitim hayatımızda Türk Dili’nin yok edilmesine yönelik oluşumlar hüküm sürmektedir ki bunların en etkilileri İngilizce ve Arapçadır. Sonuç olarak dili yok etmek, bir milleti yok etmekle eşdeğer olduğu bilinmekte ve Arapça öğrenilmesi adına da olsa, islam’ın tebliği adına da olsa bir milletin yok edilmesi sizce normal karşılanmalımıdır... Saygılarımla...