Zıplanacak içerik
View in the app

A better way to browse. Learn more.

Tartışma ve Paylaşımların Merkezi - Türkçe Forum - Turkish Forum / Board / Blog

A full-screen app on your home screen with push notifications, badges and more.

To install this app on iOS and iPadOS
  1. Tap the Share icon in Safari
  2. Scroll the menu and tap Add to Home Screen.
  3. Tap Add in the top-right corner.
To install this app on Android
  1. Tap the 3-dot menu (⋮) in the top-right corner of the browser.
  2. Tap Add to Home screen or Install app.
  3. Confirm by tapping Install.

OBJEKTİVİST

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

OBJEKTİVİST tarafından postalanan herşey

  1. Katkılarınız için teşekkürler arkadaşlar... Hayrıca şunları de eklemekte fayda var... Bugünkü tablo; ___ ekonomik büyüme ve döviz rezervleri kısa vadeli dış fon girişleriyle beslendiği için pembe gözükmekte... ___ Büyümenin ve döviz rezervlerindeki artışın devamı kısa vadeli fon girişlerinin sürmesine... ___ kısa vadeli fonların adres değiştirmemesi de reel faizlerdeki gerilemenin düşük tutulmasına bağlı.! Somut veriyle konuşmak gerekirse: Bir yılda giren 21.5 milyar dolarlık dış fonun yüzde 50'si devlet iç borçlanma senetleri ve hisse senedinden oluşmuştur. Yani, Türkiye sıcak para kaynaklı büyümektedir. Hal böyle olunca... Reel faizlerdeki gerileme nominal faizlerdeki kadar hızlı olmaması gerekir ki kısa vadeli fonlarla kurulu saadet kuleleri yıkılmasın!. Üç yıl önce yüzde 63.9 olan Hazine borç senetlerindeki nominal faizler yüzde 17.4'e kadar gerilerken reel faizlerin yüzde 30.8'den yüzde 8'le daha düşük bir aralıkta gerilemesi de zaten bu nedenle değil mi? Ne var ki, uluslararası raporlar, kısa vadeli sermaye akımlarının artık yavaşlamaya başlayacağını... 2006'nın gelişmekte olan ülkeler için kaynak sıkıntısının artacağı bir yıl olacağını yazmakta. Örneğin Uluslararası Finans Enstitüsü'nün çalışmaları: 2005'te 345 milyar dolar civarındaki uluslararası fonların bu yıl 316 milyar dolara gerileyeceğini... Dolayısıyla, bu ülkelere gelecek kaynakların 30 milyar dolar civarında azalacağını göstermekte. Korkulu rüya görmektense uyanık yatmak evladır deyip uluslararası raporlardaki uyarıları kaynak krizinin sinyali olarak değerlendirmekte yarar var. Özellikle de bir yılda 21.5 milyar dolar fon girmiş bir ülkeyseniz.! .
  2. . İSLAMIN GİRDİĞİ YERDE ARAPLAŞMA'MI BAŞLAR... Çanlar kimin için çalıyor? Almanya'da tam 2200 cami ve mescit var. Yetmişli yılların başında sayıları otuzu geçmezdi. Bu 2200 caminin sadece üçte biri, Anayasayı Koruma Örgütü'nün verilerine göre ülkedeki Türk Müslümanlarının yüzde 80'ini temsil ettiği söylenen Diyane t'in! Bunun çeşitli nedenleri var. Azınlığın temsilcisi Milli Görüşçüler, Süleymancılar, Nurcular resmi makamlardan, kiliselerinde desteği ile rahatça yapı izni alırken ''Ankara'nın etkisindeki bir dinin temsilcileri'' dedikleri Diyanet camilerine hep zorluk çıkarılıyor. En son örneğini birkaç yıldır Stuttgart-Esslingen'de yaşıyoruz. Bu küçük kentte Milli Görüş ile çok iyi anlaşan belediye, Diyanet camisinin büyütülmesine çeşitli nedenler bularak sürekli engel oluyor. Bu sorunlar Pforzheim ve Mannheim Diyanet camilerinin yapımında da yaşanmıştı. Almanya genelinde tüm camilerimizin başka bir sorunu da minareler. Kimi yerde minareye hiç izin vermiyorlar, kimi yerde de ancak kısacık bir minareyi kabulleniyorlar. Günde beş vakit ezan okunmasına ise hiç izin verilmiyor. Şu sıralar Stuttgart'ta geleneksel şarap bayramı var! Uzun yıllardır tanıştığım doğubilimci bir Türk dostla Schiller Alanı'nda oturmuş, üç kemancının çaldığı Viyana müziğini dinliyor, yörenin güzel şaraplarını yudumluyorduk. Sohbetimiz dereden tepedendi. Birden çanlar çalmaya başladı. Stift kilisenin tepemizdeki dev çanları çok gürültülüydü. Bir süre susmak zorunda kaldık. Söylediklerini anlamıyordum. Az sonra, çanlar sustuğunda, konumuz değişiverdi. ''Bizimkilere ezan okutmuyorlar, kendileri gece gündüz, saat başı, kimi yerde her yarım saatte bir bu çanları çalıyorlar!'' diye biraz öfkeli konuştu dostum. ''Ülke onların, istediklerini yaparlar'' diye karşı çıkmak istedim. ''Çan ne İsa'nın emridir ne de İncil'de yeri vardır'' diye atıldı dost. Söylediğine göre çan çalma geleneği İsa'dan 1200 yıl sonra başlamış. Tarlasında çalışan köylüye dua saatini anımsatmak için. ''Sonra Katolik ve Ortodokslar sayesinde dallanıp budaklanmış'' diye heyecanla devam etti; ''Azizlerin doğum, şahadet yıldönümlerini, mucizelerini anmak; insanları düşmana, genellikle Türklere karşı duaya çağırmak için de çalmaya başlamışlar.'' Ancak günümüzde her saat başı, kimi yerde gece yarısı bile çalınmasını pek anlamıyordum. ''Evinin 20-30 metre ötesinde bir kilise olan yandı demektir'' diye konuşmasını sürdürdü dostum. ''Adamcağız çan sesini bütün gün çekmek zorundadır. Ne kadar dava açarsa açsın, çan sesinin dayanılmaz olduğunu bilirkişi raporları ile kanıtlasın, hiçbir mahkeme ona hak vermez Almanya'da!'' Çünkü çan sesi bir liturya kabul ediliyormuş. Dayanamadım: ''Peki, bize niçin günde beş kez ezan okutmuyorlar?'' diye gülümseyerek sordum. O da gülümsedi. ''Korkuyor olacaklar! Nobel ödüllü Naipaul , İran'dan Malezya'ya İslam ülkelerini gezdikten sonra ne demiş biliyor musun? 'İslamın girdiği yerde Araplaşma başlar!'..." " Ben yine de ısrarla sormaya devam ettim. ''Fakat ezan kilise çanından daha dinsel değil mi?'' Açıkladı: ''Rivayete göre ezan istişareler sonucu belirlenmiş ve peygamberin onayını almış. Ezanın metni Kuran ayeti filan değildir, peygamberin sözü de değildir. Fakat dinsel olarak kilise çanından daha önemlidir. Arapça olmasına karşın ezan bir manifestodur...'' Benim kafamı yıllardır kurcalayan başka bir şey daha vardı. Fakat Schiller Alanı'nda şaraplarımızı yudumlar, sıcak eylül güneşi iliklerimizi ısıtırken bunu doğubilimci dosta sorup kafasını daha çok karıştırmak istemedim. Onların Türkiye'de liseleri, kültür enstitüleri, lisan kursları, kütüphaneleri varken acaba 2.7 milyon insanımızın yaşadığı Almanya'da bizler 2200 cami ve mescidin yanı sıra niçin tek bir Türk kültür enstitüsü, lisesi ya da üniversitesi açmamışız? --------------------------------- A. ARPAD / STUTTGART
  3. Size inanamıyorum ve bunu kınıyorum çünkü gerçekten bu korkunç.... ve uzatmadan şunu söylemek isterim; Dünyanın neresine giderseniz gidin, Türkiye denilince şu üç adı bilirler: Nasreddin Hoca, Mustafa Kemal, Nâzım Hikmet..." 20. YÜZYILIN EN ÇOK KONUŞULAN ADAMI Nâzım Hikmet, 20.Yüzyıl'ın en çok konuşulan kimliklerinden biri oldu. İdeolojisi, şiiri, yaşam serüveni, aşkları, özlemleriyle dilimizden düşmedi. Yalnızca Türkiye'de değil, dünya edebiyat çevrelerinin de ilgi odağı oldu NÂzım.İşte onun için söylenenlerden bir derleme: NURULLAH ATAÇ "Bir manzume, bilhassa bir bestedir; manası, yani güfte, o besteyi bulmamıza yardım eden vasıtadan başka bir şey değildir. Nâzım Hikmet'in şiirini o manada 'okumak' ise, itiraf edelim ki pek kolay değildir. Şeyh Bedrettin Destanı'nı okuyun, bestesini keşfe çalışın. Bulursanız emeğinize acımazsınız; çünkü bulacağınız ahenk gerçekten asil bir ahenktir." BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU "Sana kökü dışarda diyenlerin kökleri kurusun / Kurusun murdar ilikleri dilleri çürüsün / Şiirin gökyüzü gibi herkesin / Sen Kızılırmak'casına bizimsin / En büyük demircisi dilimizin / Canımız ciğerimizsin" ATTİLA İLHAN "Gördün sessizce buluştuğunu Nâzım'la nedim'in / lacivert ıssızlığında yıldızlı bir serviliğin / birinin elinde vâ ridat'ı simavnalı Bedreddin'in / birinin ağzında gül elinde mey kâsesi vardı." AZİZ NESİN "Ne yazık, Türkiye'de ulusallığı aşıp evrenselleşmiş değerlerimizin sayısı çok azdır. Lütfen sayar mısınız? Nedenleri ne olursa olsun, büyük Yunus bile dünyada yeterince tanınmış bir şairimiz değildir... Her yerde söylediğim şu;' Dünyanın neresine giderseniz gidin, Türkiye denilince şu üç adı bilirler: Nasreddin Hoca, Mustafa Kemal, Nâzım Hikmet..." LOIS ARAGON "Hayır, yazamam, şimdi olmazirica ederim. Bırakın benim için bütünüyle ölsün, yoksa, daha önce, altmış yaşındaki bu delikanlı, bu sarışın boğa, ne hapisanenin, ne hastalığın, ne yaşın etkileyebildiği bu insan içimde terütaze yaşadıkça hiçbir şey yazamam. Şimdi olmaz. Daha sonra. Söz veriyorum size, yazacağım, hatta bu dergide, daha başka bir konu üzerine: Ölümünden değil, yaşamından söz edeceğim." PABLO NERUDA "Şimdi ben ne yapayım? Nasıl tanımlanır / senin her yerden derlediğin çiçekler olmaksızın bu dünya. / Nasıl dövüşülür, senden örnek almaksızın, / senin halksal bilgeliğinden ve yüce şair onurundan yoksun? / Teşekkürler,böyle olduğun için! / Teşekkürler o ateş için / Türkülerinle tutuşturduğun, sonsuzca." JEAN-PAUL SARTRE "Vefalı dost,y iğit militani insan düşmanlarının amansız düşmanı, her yerde hizmet etmek ama hiçbirşeyi görmezden gelmek istemiyorum. Biliyordu ki, insan yapılacak birşeydir ve hiçbir yerde yapılmamıştır. Gerekli olan, durmadan düşmanla savaşarak kendi kendini yaratmıştır: Sözün kısası, Pascal'ın Hristiyan için dediği ve bugün militan için , Nâzım Hikmet dolayısıyla aydın militan için, denilebileceği gibi, 'asla uyumamak' gerekliydi. O asla uyumadı. Harikulade olan şudur ki, ölüm onun ilk ve son uykusu oldu. Bunlar sadece birkaçı...
  4. -------------- Onlar Hep Aramızdalar; ''Katil aramızda... Katil aramızda...'' Kaç gündür kulaklarımızda bu çığlık var. Polisiye film oynayan bir sinemaya film başladıktan sonra girmişiz de gözlerimiz henüz karanlığa alışamadan duyduğumuz seslerden, çığlıklardan ürkmüş gibiyiz. Mehmet Ali Ağca 'nın cezaevinden salıverilmesinden bu yana toplumun geniş kesimlerinde benzerine az rastlanan bir heyecan gözlemleniyor, bundan da ''katil'' in serbest bırakılmasını kimsenin beklemediğini anlıyoruz. Hukukçular, politikacılar, bürokratlar, medya, sivil toplum örgütleri... Hiç kimse, ''Bu adam ne kadar yatacak? Ne zaman çıkacak?'' diye merak etmemiş, hukuk kitaplarını karıştırmamış, sorup soruşturmamış. Dolayısıyla ''şaşkınca bir heyecan'' yaşanıyor şimdi. Peki, kim yaptı bu yasaları, kim onayladı? Japonlar, Perulular, yoksa Eskimolar mı gelip çıkardılar? Bu şaşkınca heyecanın ya da bu heyecanlı şaşkınlığın nedenini anlamak olası değil; yürürlükteki yasalar ''bizim'' yasalarımız değil mi? Burası İtalya değil ki, insan öldürmeye teşebbüsün, teşebbüs sırasında insanı yaralamanın cezası 19 yıl olsun! Burası Türkiye, burada katillerin ''içerde'' kaldığı yılların toplamı 3-5, bilemedin 6-7 yıldır, bu bilinmiyor mu? Daha önce de birçok kez, ''Bu ne biçim ceza sistemi?'' diye yakınmadık mı, tanık olduğumuz, aklımızın almadığı başka adalet dağıtımlarında? O halde nedir bu şaşkınlık, nedir bu heyecan? Ayrıca Mehmet Ali Ağca birlikte yaşayacağımız ilk ''katil'' de olmayacak. Ortada elini kolunu sallaya sallaya dolaşan o kadar çok katilimiz var ki. Bu toplum katillerle, katilleriyle bir arada yaşayarak, yaşamaya alıştırılarak, alışarak gelmedi mi bugünlere? Geriye bakıp bir düşünelim, 1960'ların sonlarından bu yana yapılan o toplu kıyımları, işlenen cinayetleri, bombalamaları, havaya uçurmaları, diri diri insan yakmaları anımsamaya çalışalım. İlk anda aklımıza gelenler bile ne kadar çok değil mi? Her ölümün bir ya da birden fazla katili olduğuna göre, tüm bu katiller yakalanıp hak ettikleri cezalara çarptırıldılar mı, yakalanamayanlar, yakalanmayanlar bir yana, cezaya çarptırılanlar aldıkları cezaları çektiler mi sonuna kadar? Yakalanması, yargılanması, cezalandırılması gereken katillerden kaçı ''bilerek, istenerek'' yakalanmadı? Yakalananlardan kaçının kaçmasına göz yumuldu? Bu sorular hep yok muydu kafalarımızda? Öyleyse neden heyecanlanıyoruz, neye şaşıyoruz şimdi? Acılı ailelerin öfkeli şaşkınlıklarını, isyanlarını anlayabiliyorum, fakat bu tür olayları baştan sona izlemesi gereken hukukçuların, politikacıların, bürokratların, medyanın, ilgili sivil toplum örgütlerinin, hele hele Adalet Bakanı'nın ve Adalet Bakanlığı yetkililerinin şaşkınlıklarını anlamakta güçlük çekiyorum. Anlayamıyorum. Yargıç kararını bildirdiği an hükümlünün de cezaevinde ne kadar kalacağı belli değil midir? İnfaz savcısının, cezaevi müdürünün ellerinde ''müddetname'' adı verilen süre bildirim belgesi yok mudur? Adalet Bakanlığı'ndan onaylı bu belge hükümlüye verilmez mi? Cezaevlerindeki tüm hükümlülerin ellerinde bulunan bu ''müddetname'' Kartal Cezaevi'nde yatarken Mehmet Ali Ağca'ya verilmemiş midir? Eğer verilmişse, ki mutlaka verilmiştir, o halde Adalet Bakanı Sayın Cemil Çiçek ve çalışma arkadaşları neye ve niçin şaşırmışlardır? Biz bu filmi daha önce birçok kez gördük. Şimdi gösterime giren ''Katil Aramızda'' nın yeni olan bir yanı yok. Belki adına itiraz edilebilir, ''Onlar Hep Aramızdalar'' denseydi daha iyi olurdu bence de.
  5. ------ LATİN AMERİKA'DAN AVRUPA'YA DÜNYA HALKLARI 'BAŞKA BİR DÜNYA' ARAYIŞINDA (1) Global direnişin anatomisi ***Neoliberal politikalar dünyanın her tarafını sardı. İşsizlik tırmanıyor, sendikal haklar tırpanlanıyor, ekolojik doku tahrip ediliyor. Ancak kapitalizme karşı mevziler de tümüyle boş değil. Dünyanın her köşesinde "sosyal direnç mekanizmaları" harekete geçiyor. Günün sorusu şu: Başka bir dünya mümkün mü? Bir iki istisna dışında dünyada ülkelerin hepsi uzun bir süreden beri neoliberal politikaların etkisi altında. Reform adı altında eğitimden sağlığa, çalışma koşullarından emekliliğe kadar dayatılan uygulamalar insanların yaşamlarını ister istemez olumsuz etkiliyor. İşsizlik artıyor, sendikal haklar tırpanlanıyor, ekolojik doku tahrip ediliyor. İktidarlardaki siyasetçiler var olan kapitalist düzenin sürekliliğini sağlamak konusunda tüm güçleri ile çabalarken, onların karşılarında sosyal direnç mekanizmaları olarak halkların hareketlerini görüyoruz. İşin doğası olarak işbaşındaki sosyal ve siyasi güçlerin hem çıkarları hem de vizyonları birbirinden çok farklı. Devlet ise bu çatışmaların ve birlikteliklerin ağırlık merkezi olarak karşımızda. Zaten devletlere biçilen rol de bu. Ancak devletlerin büyük bölümü çoğu zaman olduğu gibi günümüzde de 3 süper gücün ABD, Avrupa Birliği ve Japonya üçlüsündeki hâkim sermayenin çıkarlarının sözcüsü konumunda olduğu için, çoğu, kendi rollerini kendi ülkelerinin iç düzenlerinin sağlanması ile sınırlıyor. Peki, farklı sosyal çıkarlar arasında uzlaşma sağlanması temeline oturtulmuş sosyal güçbirliği bu gidişin önünde set olarak durabilir mi? Eğer durabilirse belki devlet de bu yeni yapılanma içinde kendine farklı bir manevra alanı bulabilir. Le Monde Diplomatique gazetesinin 2 ayda bir yayımlanan düşün dergisi Maniere de Voire 'a göre ''Eğer sosyal küresel bir işbirliği oluşturulabilirse belki devletler de bu yeni yapılanma içinde kendine farklı bir manevra alanı bulabilir.'' Ama iş hiç de kolay değil. Rusya, Çin ve Hindistan bugün ABD'nin stratejik projelerinin 3 rakibi olarak karşımızda. Euroasiatik bir yakınlaşma (Rusya, Çin, Hindistan ve Avrupa) Asya ve Afrika'nın bütününü hatta Latin Amerika'yı bile peşinden sürükleyebilir mi? Böyle bir birliktelik, ABD'nin dünyayı ekonomik ve askeri açıdan kontrol altına alma projesine karşı durabilecek bir güç oluşturur mu? Ya Avrupa? Avrupa ABD'yi karşısına almaya ne kadar cesaret edebilir? Öte yandan kendi aktüel krizine karşı acaba sosyal ve demokratik bir çıkış yolu oluşturabilecek mi? Bunların hepsi birer soru işareti. Ancak toplumlar hiç de eskisi gibi değil. Biz de buradan yola çıkarak dünyada birçok ülkede sivil toplum hareketlerinin direnişlerinden örnekler vermek istedik. Yerel ve bölgesel sosyal hareketlerin yanı sıra tohumları 2001 yılında Brezilya'nın Porto Alegre kentinde ''Başka bir dünya mümkün'' sloganı ile atılan hareketin ve düşünce biçiminin aradan henüz az bir süre geçmiş olmasına karşın dünyanın en ücra köşelerinde bile yandaş bulması önemli bir gelişme. Tüm sosyal hareketlerin, sivil toplum kuruluşlarının ve sendikaların, küresel düzenin neoliberal politikalarına karşı olanların bir araya gelerek farklı yöntemler ve yollar arayışı bu. Hepsi de kuşkusuz daha demokratik, daha dayanışmacı, daha ekolojik ve sürdürülebilir bir yaşam biçimi için... Bu yıl Dünya Sosyal Forumu 2 etapta yapılıyor. İlki 19-23 Ocak arasında Mali'nin başkenti Bamako'da, ardından 24-29 Ocak'ta Venezüella'nın başkenti Caracas'ta. 1998 yılında çokuluslu yatırım anlaşması MAI'ya karşı kazanılan zafer, Fransa'da ATTAC hareketi oluşturulması, 1999'da Seattle'daki gösterilerin DTÖ zirvesinin başarısızlıkla sonuçlanmasına sebep olması her yıl bir sosyal forum düzenleme düşüncesini doğurdu. Hızlı başlamasına karşın geçen yıl hareketin ivmesinde bir yavaşlama oldu. ------------------------------------------------- Cumhuriyet 15.01.2006 / ÖZLEM YÜZAK
  6. -- Fırat ve Nil Nehirleri ve 'sulu' bölge ''Amerika ve İsrail'in Ortadoğu ilgisinin nedeni, Arap çöllerindeki bir süre sonra tükeneceği bilinen petrolden çok, özellikle Türkiye'deki su kaynakları olduğunu kavramak için müneccim başı olmaya gerek yok. Fırat ve Nil nehirleri arasıdaki bölge İsrail için, Tevrat'ta her Yahudi'ye emredilen bir vecibe olduğu bilinen 'vaat edilmiş topraklar'dır. İsrail bayrağındaki Davut yıldızını ortaya alan iki mavi çizgi Nil ve Fırat nehirlerini simgeler. İsrail'in son yıllarda şirketler ve aracılar yoluyla Konya ovasından ve Şanlıurfa bölgesinden dev topraklar kapattığı da artık bilinen bir gerçek. Bu arada Amerikan işgali altındaki Irak'ın kuzeyi de İsrail'in iştahını kabartıyor. Bu bölge ile yakından ilgilendiği, Kürtlere destek verdiği, hatta orada bir Yahudi Kürt Partisi'nin kurulduğu da gözden kaçmıyor. Batı artık buradaki suların bir bütün olarak ele alınmasını istiyor, 'Su Bankası' kurulması gibi öneriler ortaya atılıyor. Türkiye Başbakan'ın 'Kürt sorunu' adını koyduğu PKK terörü nedeniyle dev GAP projesi sekteye uğratılmış, güçlenmesi engellenmiş Türkiye ise Ortadoğu'da sergilenen oyunu eli-kolu bağlı seyrediyor. İsrail'in Ortadoğu politikasının Şaron 'dan sonra değişeceğini sanan önce Tevrat'a bir göz atsın.'' --
  7. 'Türkiye'de işçiler sömürülüyor' DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi, genç nüfusun ucuz işgücü olarak sınırlar içinde tutulmasının, sosyal boyutun yeterince gözetilmemesinin, ülkenin ucuz emek pazarına dönüşmesine neden olabileceğini söylüyor Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) Genel Başkanı Süleyman Çelebi , Türkiye'nin, Avrupa perspektifinin birçok platformda ortaya konulmasına karşın, gerek siyasi iktidar gerekse işverenler tarafından toplumun temel göstergelerinin dikkate alınmadığını belirterek 10-15 yıl sonrasına uzanan bir AB üyeliği beklentisinin, emekçiler açısından önümüzdeki dönemi riskli kıldığına dikkat çekti. Çelebi, genç nüfusun ucuz işgücü olarak sınırlar içinde tutulmasının, sosyal boyutun yeterince gözetilmemesinin, ülkenin ucuz emek pazarına dönüşmesine neden olabileceği gibi AB ülkeleri içinde yaşayan emekçiler açısından da tehdit oluşturacağını vurguladı. DİSK Araştırma Enstitüsü'nün (DİSK-AR) ''AB Sürecinde İşçi Sınıfının Durumu'' , ''Ekonomik ve Sosyal Göstergeler'' çalışmasında, işsizlik, kadınlar, sosyal güvenlik, emekçiler, gelir dağılımı ve bölüşümü istatistik verilerle ortaya konuldu. Araştırmada, farklı alanlara ilişkin karşılaştırmalı veriler kullanılarak AB sürecinde işçi sınıfının durumu ele alındı. DİSK-AR'ın, ''AB Sürecinde İşçi Sınıfının Durumu'' na ilişkin bazı verileri ve tablolar özetle şöyle: Avrupa'nın en fakir ülkesi Türkiye, Avrupa'nın 6. büyük ekonomisi olmasına karşın kişi başına ulusal gelirde açık ara ile sonuncu. Avrupa'da ortalama kişi başına gelir 26 bin dolar, Türkiye'de ise kişi başına gelir Avrupa'nın 4'te biri kadar. Yüksek nüfusa karşın üretimin düşük olmasının ardındaki temel nedenler yetersiz yatırım, düşük istihdam, düşük katma değer yaratan alanların yaygınlığı ve hâlâ tarımsal ekonomiden çıkılamaması. Vergi adaletsizliği Türkiye'de işverenlerin savlarının tersine yüksek vergi yükü söz konusu değil. OECD verilerine göre Avrupa ülkeleri içinde toplanan verginin ulusal gelire oranının en düşük olduğu ülkelerden birisi Türkiye. Türkiye'de vergi adaletsizliği söz konusu. Bu adaletsizlik dolaylı vergilerle artıyor. Mal ve hizmetlerden alınan dolaylı vergilerin oranı, Türkiye'de yüzde 40'a yaklaşırken Avrupa ülkelerinde bu oran yüzde 30. İstihdam yaratılamıyor AB ülkeleri 1997 yılında oluşturdukları Avrupa İstihdam Stratejisi ile istihdam oranlarını 2010 yılına kadar yüzde 70'e çıkarma hedefini önlerine koydular. AB üyesi 25 ülkenin istihdam oranı şimdiden yüzde 65. Ancak Türkiye bu hedeften oldukça uzakta ve 15 yaş üstü çalışabilir nüfusunun yarısından fazlası işgücü dışında. Türkiye'de 15 yaş üstü her 100 kişiden 43'ü iş sahibi iken, AB ülkelerinde 100 kişiden 65'i iş sahibi. İş yaşamı erken terk ediliyor Türkiye'de 50 yaş üzerinde çalışanların oranı yüzde 6. Bu oran AB ülkelerinde ise yüzde 21 dolaylarında. Yani Türkiye'de çalışanlar Avrupalılara göre iş yaşamını erken terk etmek zorunda. 15-24 yaş arası çalışanların oranı Türkiye'de, AB üyesi ülkelerin oldukça üzerinde. AB ülkelerinde yaş, kadınların işgücünde kalmasını etkilemezken Türkiye'de kadınların işgücü içinde kalma süresini azaltıyor. Türkiye ücretli sayısında 6. sırada Ülkelerin ücretli sayılarına göre yapılan sıralamada Türkiye, Avrupa'da 6. sırada. 25 AB üyesi ülkede ve Türkiye'de yaşayan toplam 170 milyon ücretlinin yarısı dört ülkede, Almanya, İngiltere, Fransa ve İtalya'da toplanmakta. Genç işsizler ülkesi Türkiye'de işsizlerin yüzde 40'ı 15-24 yaş arası gençlerden oluşurken AB ülkelerinde bu oran yüzde 24 dolaylarında. AB'de işsizlerin yüzde 60'ı çalışma yaşamının en verimli çağları olan 25-50 yaş arası nüfustan oluşmakta. Eğitimli nüfus işsiz AB ülkelerinde eğitim ile işsiz sayısı arasında ters yönlü bir ilişki gözlemlenebilirken Türkiye'de böyle bir ilişki kurmak olanaklı değil. Avrupa'da eğitim artarken işsizlik azalıyor. Türkiye'de ortaokul mezunlarının yüzde 12'si işsiz, üniversite mezunu olmak durumu değiştirmiyor.Türkiye'de lise mezunlarının yüzde 13'ü, yüksekokul mezunlarının yüzde 11'i işsiz. AB ülkelerinde, lise ve yüksekokul mezunlarının sadece yüzde 5'i işsiz. Türk kadını evde Türkiye'de işgücüne dahil olmayan kadınların yüzde 70'i, kendisini ''ev kadını'' olarak tanımlıyor. Ancak ev içi üretim istatistiklere yansımadığından kadınların ekonomideki rolleri de belirsizleşmektedir. AB ülkelerinde kadınların işgücü dışında bulunmasının başlıca nedeni emeklilik, yani iş yaşamlarını tamamlamış olmaları. Türkiye'de işgücü dışında bulunan kadınların sadece yüzde 3'ü iş yaşamını tamamlamış durumda. Gençler işgücü dışında 15-24 yaş arası genç nüfusa bakıldığında, Türkiye'de gençlerin yüzde 62'si işgücü dışında. Avrupa'da ise bu oran yüzde 55. Dolayısıyla, Avrupa'da gençlerin yüzde 37'si, Türkiye'de ise yüzde 30'u iş sahibi. Gençler arasındaki işsizlik hem Avrupa'da hem de Türkiye'de yüksek. Gelir dağılımını bütçe bozuyor Gelir dağılımının bir başka göstergesi olan bütçenin fonksiyonel dağılımına göre, Türkiye, AB ülkelerine kıyasla geleceğine en az yatırım yapan ülke. Türkiye'de bütçenin halk sağlığına verdiği önem yüzde 1.4, gençlerin eğitimine verdiği önem yüzde 5.6 iken tefeci, faizci ve hortumculara verdiği önem yüzde 20. Türkiye temel kamu hizmetleri konularında Avrupa ülkelerinin son derece gerisinde yer alıyor. Bütçe zenginlere çalışıyor OECD'nin 2002 yılında yaptığı çalışmaya göre Türkiye, OECD ülkeleri içinde Meksika'dan sonra bütçesini en adaletsiz kullanan ülke. Türkiye bütçe harcamalarının yüzde 45'ini nüfusun yüzde 30'unu oluşturan zenginler için kullanırken en yoksul yüzde 30 için ise yüzde 15'ini kullanıyor. Ancak Avrupa Birliği ülkelerinde bütçenin dağılımı ters yönde gerçekleşiyor. Örneğin, İngiltere'de bütçeden zenginlere 1 verilirken yoksullara 5 veriliyor. Yunanistan, İtalya ve Avusturya dışındaki tüm ülkelerin bütçelerinden yoksullar zenginlerden daha fazla pay alıyor. Türkiye asgari ücret ülkesi Sermaye çevrelerince her fırsatta, Türkiye'de asgari ücretin yüksek ve birçok Doğu Avrupa ülkesinin bile önünde olduğu dile getirilir. Fakat unutulmaması gereken nokta, Doğu Avrupa ülkelerinde hâlâ sosyal ücret uygulama larının gerçerli olduğudur. Sağlık, eğitim, ulaşım, konut, enerji gibi konularda sürmekte olan sosyal destekler, asgari ücretin dışındadır. Asgari ücretin Avro bazında Türkiye'ye göre düşük olduğu Doğu Avrupa ülkelerinde, işçilerin ortalama yüzde 7'si asgari ücret ile çalışırken Türkiye'de bu oran yüzde 36 dolayındadır. Doğu Avrupa ülkelerinde her 14 işçiden biri asgari ücretle çalışırken Türkiye'de her 3 işçiden biri asgari ücretle çalışmaktadır. Emeklilik yaşı Türkiye'de çalışanlar Avrupa ülkelerine göre daha erken emekli olabilir, fakat OECD tarafından yapılan bir araştırma Türkiye'de çalışanların iş yaşamına Avrupalı işçilerden önce başladığını gösteriyor. Türkiye, işverenlerin ileri sürdüğü gibi en uzun emeklilik süresi olan ülke de değil.
  8. Sayın nicomedias, küresellesme dünyaya baris degil, savas getirdi. ABD ve Ingiltere'nin Ortadogu'yu isgal planlari "BOP" dünya barisini ve insanligin gelecegini tehdit eden en büyük tehlike ve Savas karsitlarinin sesi başta ABD olmak üzere tüm dünyada bogğlmaya çalişiliyor. Noam Chomsky sadece kaygilarini dile getirmiyor, insanlari geleceklerine sahip cikmalari icin uyariyor. Sovyetler birligi yıkıldı dünyada silahlanma durmadi tam aksine daha da artti. Emperyalist sömürgeci gücler "terörü" bahane ederek bir yandan ülkelerinde baskilari arttiriyor, diger yandan baska ülkeleri isgal ediyorlar. Bu ikiyüzlülüge dur demek en insani hak ve görev.. Ama ne yazıkkı şimdilik buna dur diyebilecek hiçbir güç yok... Varsa lütfen söyleyin bizde bilelim...
  9. İyi ki doğdun Nazım... Geçen yüzyılın en önemli şairlerinden Nazım Hikmet Ran 104 yıl önce bugün doğmuştu. Türkçe'yi dünyaya sevdiren sosyalist şair, memleket hasretiyle sürgünde olduğu Rusya'da gözlerini kapamıştı... “Yaşamak, bir ağaç gibi tek ve hür, bir orman gibi kardeşçesine…” diyen geçen yüzyıla damgasını vuran ilk üç şair arasında sayılan Nazım Hikmet'in fırtınalı yaşamı ne yazık ki memleket hasreti çektiği Rusya'da son buldu... Nazım'ın kronolojisi şöyle: 1902 - 15 Ocak'ta Selânik'te dünyaya gelir. 1913 - "Feryad-ı Vatan" başlığını taşıyan ilk şiirini yazar. Galatasaray Sultanisi'nde ortaokula başlar. 1914 - Ekonomik nedenlerle Nişantaşı Sultanisi'ne geçer. 1917 - Bahriye Mektebine girer. 1918 - İlk kez bir şiiri yayınlanır. Yeni Mecmua'da yayınlanan bu ilk şiiri "Hâlâ Servilerde Ağlıyorlar mı" başlığını taşır. 1920 - Bahriye'yi bitirmesine birkaç ay kala sağlık nedeniyle ayrılmak zoruna kalır. İstanbul işgal altındadır. Arkadaşı Vâ-lâ Nurettin ile birlikte gizlice Anadolu'ya geçer. Ankara Hükümeti tarafından Bolu'ya öğretmen olarak atanır. 1921 - Azerbaycan üzerinden Moskova'ya gider. Devrimin ilk yıllarına tanık olur. Ekonomi politik öğrenim görür. Sanat çalışmalarına katılır. 1924 - Moskova'da yayınlanan ilk şiir kitabı "28 Kânunisani" sahnelenir. 12 Mart günü Pravda'da bu gösteri övgüyle yer alır. Türkiye'ye döner ve Aydınlık Dergisi'nde çalışmaya başlar. 1925 - Ankara İstiklâl Mahkemesi'nde gizli örgüt üyesi olduğu gerekçesiyle yokluğunda yargılanarak "on beş yıl küreğe konulma cezası" verilir. Bu durum onun ülkeden ayrılmasına yol açar. Moskova'ya gider. 1926 - Viyana'ya geçerek ileride suçlanmasına konu olarak "parti" toplantısına katılır. Türk Ceza Kanunu'nun yürürlüğe girmesiyle, "küreğe konulma" cezası ortadan kalkar. 1927 - Katılmış olduğu "Viyana Konferansı" nedeniyle İstanbul Ceza Mahkemesi'nde yokluğunda yargılanır. Üç ay hapis cezası verilir. 1928 - Yurda dönmek üzere Moskova'daki Büyükelçiliğe başvurur. Pasaport almak istemektedir. Ancak kendisine yanıt verilmez bunun üzerine gizlice sınırı geçerse de Hopa'da yakalanır. İstanbul üzerinden Ankara'ya götürülür. Ankara Ağır Ceza Mahkemesi'nde, daha önce yokluğunda yapılan yargılamalar yinelenir. Üç ay hapis cezası verilir. Cezaevinde geçirdiği süre gözönüne alınarak serbest bırakılır. 1929 - Resimli Ay Dergisi'nde çalışır. İlk şiir kitabı "835 Satır" yayınlanır. Bunu diğerleri izler. 1930 - "Sesini Kaybeden Şehir" başlıklı şiir için dava açılır. Yargıtayca aklanır. 1931 - "1+1=1", "835 Satır", "Jokond ile Si-Ya-U" ile bir kez daha "Sesini Kaybeden Şehir" ve "Varan 2" adlı kitapları hakkında dava açılır. Hepsinden aklanır. 1932 - "Kafatası" oyunu İstanbul Şehir Tiyatrosu'nda sahneye konur. 1933 - "Gece Gelen Telgraf" şiirinden dolayı yargılanır. Altı ay üç gün hapis cezası verilir. Babası bir kaza sonrası ölür. Onun ölümü üzerine "Hiciv Vadisinde Bir Tecrübei Kalemiye" başlıklı şiiri yazar. Şiirde babasının patronu Süreyya Paşa'ya hakaret ettiği gerekçesiyle hakkında dava açılır. Bir yıl hapis, 200 lira para cezasına çarptırılır. Bu sıralarda "gizli örgüt" kurduğu savıyla Bursa Ağır Ceza Mahkemesi'nde açılan ayrı bir davada idamı istenir. Dört yıl ağır hapisle cezalandırılır. 1934 - Cumhuriyetin 10. Yılı nedeniyle çıkarılan af yasasından yararlanır. Serbest bırakılır. 1936 - Gizli örgüt kurmak ve yönetmek savıyla yargılanır ve aklanır. 1937 - "Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedrettin Destanı" yayınlanır. 1938 - Askeri öğrencileri isyana teşvik suçlamasıyla da "Donanma" davaları açılır. Toplam 28 yıl 4 ay ağır hapisle cezalandırılır. 1941 - Bursa'da "Memleketimde İnsan Manzaraları" nı yazmaya başlar. 1943 - Cezaevi arkadaşı Orhan Kemal tahliye olur. Balaban'ın resim çalışmalarına yardımcı olur, yetişmesini sağlar. 1944 - Karaciğer ve kalp rahatsızlıkları başlar. 1949 - Basında haksız mahkumiyetine ilişkin yazılar artmaya başlar. Ahmet Emin Yalman, Vatan Gazetesi'nde "Tevfik Fikret ve Nâzım Hikmet" başlığını taşıyan bir yazı yayımlayarak dikkatleri Nâzım'ın haksız mahkumiyeti çeker. 1950 - Yurt içinde ve dışında çeşitli kuruluşlarca "Nazım'a Özgürlük Kampanyaları" açılır. Meclis'in gündeminde bulunan Af Kanunu'nu çıkarmadan tatile girmesi üzerine, Nazım, 8 Nisan'da açlık grevine başlar. Aynı gün, Bursa'dan İstanbul'a Paşakapısı Cezaevi'ne götürülür. 23 Nisan'da grevini avukatlarının isteği üzerine geçici olarak durdurur. Ağır hastadır, doktorlar üç ay bir hastanede tedavi görmesi gerektiğini belirtirler. Ancak durumunda hiçbir değişiklik olmayınca 2 Mayıs'ta yeniden greve başlar. Açlık grevi kamuoyunda büyük yankı uyandırır. İmza kampanyaları başlatılır. "Nâzım Hikmet adlı bir dergi çıkarılır 9 Mayıs'ta annesi Celile Hanım 10 Mayıs'ta şair Orhan Veli, Melih Cevdet ve Oktay Rıfat açlık grevine başlarlar. 14 Mayıs seçimleri sonucunda ortaya çıkan yeni durum üzerine, 19 Mayıs'ta greve ara verir. Çıkarılan Genel Af Kanunu'yla serbest bırakılır. 22 Kasım'da Dünya Barış Konseyi tarafından Pablo Picasso, Paul Robeson, Wanda Jakubowska ve Pablo Neruda'yla birlikte "Uluslararası Barış Ödülü"nü almaya hak kazandığı açıklanır. Kendisinin katılamadığı törende ödülünü Neruda alacaktır. 1951 - Oğlu Memed dünyaya gelir. Askere çağrılır, 49 yaşındadır ve hastadır. Üstelik askeri okulda öğrenci olarak geçirdiği sürelerin yasa gereği askerliğe sayılması gerekmektedir. Yaşamına yönelik tehditler üzerine ülkeden ayrılır. 15 Ağustos günü resmi gazetede, Bakanlar Kurulu kararıyla "yurttaşlıktan çıkarıldığı" duyurulur. Dünya Barış Konseyi'nin bir yıl önce kendisine verdiği "Uluslararası Barış Ödülünü" Prag'da düzenlenen bir törenle alır. 1952 - Çine'e gider. Ancak hastalanınca gezisini yarım bırakmak zorunda kalır. Enfaktüs geçirmiştir. Dört ay yatar. Bundan sonraki yaşamı artık doktor gözetiminde geçecektir. 1953 - Uluslar arası toplantılara katılmayı sürdürür. "Bir Aşk Masalı" oyunu Moskova'da sahnelenir. Bunu diğer oyunlarının sahnelenmesi izler. 1958 - Paris'e gider. Aralarında Aragon ve Picasso'nun da bulunduğu çok sayıda yazar ve sanatçıyla görüşür. 1962 - Sovyet Yazarlar Birliği tarafından 60. yaş günü kutlanır. Yazarlar Evi'nde düzenlenen gecenin ertesinde Politeknik Müzesi'nde, okuyucuları için ikinci bir toplantı gerçekleştirilir. Gecenin yöneticiliğini İlya Ehrenburg yapar. 1963 - Afrika'ya, Tanganika'ya gider. "Cenaze Merasimim" başlıklı şiirini kaleme alır. (Nisan) 3 Haziran sabahı Moskova'da evinde ölür. İyi ki doğdun Nazım...
  10. "Kirlenmek güzeldir" reklamlarına çocuklardan çok Ülkemize yakıştırılacak gibi... Çok üzücü...
  11. Yiyebilir ve vurabilir... ABD'nin planları çerçevesinde Irak, Suriye ve İran'ı bekleyen olası gelişmeler... ABD'nin Ortadoğu'daki harekatı yayılıyor Irak'a yönelik harekatı ile Ortadoğu'da küresel bir mevzi oluşturan ABD, içinde bulunduğumuz 2006 ve gelecek yıl yeni bir aşamaya geçmeye hazırlanıyor. ABD'nin Irak'ta artan kayıpları da yeni harekat tarzını zorunlu kılıyor. Irak'ın toprak bütünlüğü için verilen sözler ise çöl sıcağında buharlaşmış durumda. Osmanlı döneminde Irak'ta coğrafi anlamda oluşturulan Musul, Bağdat ve Basra yönetim yapılanması, günümüzde etnik temele oturtulmuş olarak karşımıza çıkıyor. Önümüzdeki süreçte; ABD'nin bölgesel hedefleri açısından daha güvenli kuzey bölgesindeki üslere çekilmesi, Suriye'nin Washington doğrultusuna oturtulması ve İran'ın uysallaştırılması yönünde politikalar gündeme gelebilir. Bölgedeki benzer her yönelim Türkiye'yi doğrudan ilgilendiriyor. Ercan ÇİTLİOĞLU / Bahçeşehir Üniversitesi / SAM Müdürü Irak'taki kitle imha silahlarının Saddam Hüseyin gibi bölge ülkelerine karşı düşmanca ve yayılmacı siyaset izleyen, bu siyasetini İran'la 8 yıl savaşıp sonrasında Kuveyt'i işgal ederek eyleme dönüştüren bir liderin elinde bulunmasının yarattığı varsayılan küresel tehditin yok edilmesi için 'stars and stripe'ın Bağdat'ta dalgalanmaya başlamasının üzerinden üç yıl geçmiş bulunuyor. Son perde Irak'ın işgalini gerekçelendirerek başlangıçta ABD'ye haklılık kazandıran kitle imha silahlarının varlığının CIA patentli ve İngiliz Gizli Servisi'nin de katkıları ile hazırlanan fabrikasyon bir aldatmaca olduğu ve bu 'ısmarlama elbisenin' defoları saklanamaz biçimde ortaya çıktığında sahnelenen 'Irak halkına demokrasi getirme' oyunu da son perdesine ulaşmış görünüyor. Irak'ın toprak bütünlüğü ve üniter yapısının bozulmasına asla izin verilmeyeceği, Iraklıların kendi kaderlerini tayin haklarına sahip kılınacakları gibi Andersen'den masallarla süslenen işgal senaryosu, sonuçları açısından 21. Yüzyılın 'Dezenformasyon Anıtı' olarak Babil Kulesinin yerinde yükselmekte ve yalnızca kültür hazineleri değil onurları da yağmalanmış Iraklılar, sanal bir özgürlük adına getirildikleri iç savaşın eşiğinde terörist ve direnişçi karmaşasının salınımlarına terk edilmiş bulunmaktadırlar. Görünürde hür ve demokratik genel seçimlerin(!) gerçekleştirilmesinden sonra seçilmiş bir meclis, meclisin onayladığı bir hükümet ve cumhurbaşkanına sahip olan, işgal altında bulunmasına karşın bağımsızlık ve hukuk devletinin yalnızca güvencesi değil temelini de oluşturan Anayasasına(!) işlerlik kazandıran Irak'ın tıpkı ay gibi görünmeyen yüzüne bakıldığında ortaya çıkan gerçekler Andersen yerine bu defa Hofmann'ın masallarına dönüşmektedir. Parçalı yapı Amerikalıların Irak'lı gazetecilere para karşılığı 'her şeyin güllük gülistanlık olduğu' masalları yazdırdığının ortaya çıkması ve bu utanç verici uygulamanın ABD yönetimi tarafından kabul edilmesinden sonra Hofmann ve Andersen'in masalları büyüsünü kaybetmeye başlamış olsa da şimdi merak konusu olan Irak'ta daha kimlere neler karşılığı para verildiğidir. Bağdat'taki merkezi hükümetin otoritesini Tıkrit, Felluce, Samara gibi Sünni bölgelere yayamadığı, Ayetullahların yönetimindeki Basra merkezli Şiilerin ABD güdümlü Bağdat'ın otoritesini dışladığı, kuzeydeki Kürtlerin ise bağımsızlık yapılanmalarını tamamlayarak merkezi hükümetle bağlarını sembolik bir düzeye indirgediği düşünüldüğünde; Irak'ın üniter yapı ve toprak bütünlüğünü koruma üzerine verilen sözler çöl sıcağında buz üzerine yazıldığı için çoktan buharlaşmış bulunmaktadır. Irak'ın, Osmanlı egemenliğinde coğrafi temelde uygulanan Musul, Bağdat ve Basra'dan oluşan eyalet sistemine günümüzde etnik bir kimlik kazandırıldığı ve Kürtler, Sünni Araplarla Şii Araplardan oluşan önce gevşek federasyon, sonrasında bölünmüş üç parçalı bir devlet yapısının ortaya çıkmak üzere olduğu dikkatlerden kaçmamaktadır. Geçtiğimiz günlerde Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ün arabuluculuğunda İstanbul'da bir araya gelen ABD'nin Bağdat Büyükelçisi Zalmay Halilzad ve Sünni kökenli Irak İslam Partisi Genel Sekreteri Tarık El Haşimi'nin, Sünni grupların 15 Aralık'ta yapılacak seçimlere katılmaları konusunda bir anlayış birliğine vardıkları yazılı ve görsel basın organlarına yansıdı ve Sünniler seçimlere katıldılarsa da bunun Irak'taki barışa ne ölçüde hizmet edeceği hala bilinmezliklerle doludur. Kaldı ki aynı toplantı sonrası Halilzad'ın Irak'ta; Şii Araplar, Sünni Araplar ve Kürtler olarak üç ana etnik gruptan söz etmesi Türkiye'nin Türkmen politikasının iflas ettiğinin üstelik İstanbul'da ve Dışişleri Bakanı Sayın Gül'ün huzurunda ilanı anlamındadır. Sünni Araplarla Kürtler ve Şii Araplar arasında Saddam dönemine dayalı acılardan kaynaklanan ve yaşanmakta olan şiddet olayları ile güncellenip nefretle beslenerek kine dönüşen ayrılıkları içinde Sünnilerin de yer alacağı Bağdat merkezli bir hükümetin sağaltacağını ummak, sayıları onbinlerle anlatılan kayıpların birlikte barış içinde yaşama istek ve istencine engel değil yardımcı olacağını beklemek; Arap ve Kürt ırklarının farklı genetik kodları ile Şia'lığın inananlarına dayattığı radikalizmi hiç bilmemekle eşdeğer olmalıdır. Irak'taki olasılıklar Şii Araplarla Kürtler arasında şimdilik bir ayrılık ve çatışma görülmemekle birlikte Irak'taki bölünmüşlüğün artışına koşut olarak bu iki etnik grubun bir süre sonra özellikle petrol ve su gibi doğal kaynakların paylaşımı, denize açılım konularında karşı karşıya gelmeleri ve gelecekte mezhep farklılıklarını geride bırakarak (Sünni-Şii) Arap kimliği altında Kürtlere karşı birleşmeleri güçlü bir olasılık olarak görünmektedir. Çünkü ABD'nin Irak'taki konumu ve Kürtlerle ittifakı devam ettiği sürece, Sünni ve Şii Arapların, mezhep farklılıkları temelindeki ayrılıklarından arınarak Arap Milliyetçiliği temelinde ortak bir düşmana karşı birleşmeleri, bu birleşmeyi özendirip destekleyecek dış güçlerin varlığı da düşünüldüğünde uzak bir olasılık olmasa gerektir. Unutulmamalıdır ki ABD'yi haksız ve temelsiz bir işgalin faili görerek direnişlerini sertleştiren Sünni Arapların yanısıra Şii Araplar da ABD'yi işgalci bir güç olarak nitelemekte ve bu nitelemelerini henüz eylemsel boyuta taşımamakla birlikte ABD ve koalisyon güçlerinin Irak'ı olabildiğince kısa bir sürede terk etmelerini istemektedirler. Nitekim İstanbul'da düzenlenen toplantıda Sünni lider Tarık el Haşimi de tıpkı Şii önder Ayetullah Sistani gibi ABD'den bir çekilme takvimi hazırlayarak bunu açıklamasını talep etmiş bulunmaktadır. ABD'nin Irak'taki varlığını sürdürmesini seslendirerek bunu açıkça talep eden ve zamansız bir çekilmenin ülkede kaosa neden olacağını ileri süren tek grup ise Kürtlerdir. Mesud Barzani ve Celal Talebani'nin, ABD güçlerinin Irak'tan çekilmesi halinde komşu devletlerin -bunlar Türkiye, İran ve Suriye'dir- müdahalesine maruz kalacağını, böyle bir durumda ise bağımsızlıklarını ilandan başka seçeneklerinin kalmayacağını sık sık seslendirmelerinin temelinde Irak içselinden kaynaklanan korkularının yattığını ancak güçsüz görünmeme adına bunu telaffuz etmekten kaçındıklarını algılamak bir uzmanlık gerektirmemektedir. ABD yaklaşımı Irak'ın içsel dinamiklerinden ABD'nin bu ülkedeki varlığına dayalı amaçlarına gelindiğinde ortaya daha farklı bir fotoğraf çıkmamaktadır. ABD gerek GOP (Genişletilmiş Ortadoğu Projesi) bağlamında gerçekleştirmek istediği siyasal ve coğrafi değişikliklere ulaşabilmek gerek Çin'in, Batıya ve Ortadoğu enerji kaynaklarına yayılmasını denetim altına almak için Orta Asya'da Afganistan'dan sonra Ortadoğu'da Irak'ta da stratejik bir köprübaşı elde etmiş ve etki alanı içindeki Körfez ülkeleri portföyüne Irak'ı da ekleyerek küresel kimliğinin yanısıra bölgenin denetleyici, yönlendirici ve kalıcı gücüne dönüşmüştür. ABD'nin Irak'ı işgale başladığından günümüze verdiği kayıpların, Pentagon'un harekat öncesi tölare edilebilir rakam ya da psikolojik sınır olarak belirlediği 1000'in iki katını aşmış bulunması (açıklamalara göre 2100), yaralanarak savaş dışı kalanların sayısının 16.000'e yaklaşmış oluşunun Amerikan kamuoyunda yaratmaya başladığı sendromun olası siyasal sonuçlarını engelleme adına Washington'un 2006 sonlarına doğru Irak'tan görece bir çekilme kararı alması sürpriz sayılmamalıdır. Irak'ın Sünni ve İngiltere'ye devrettiği Şii bölgelerini boşaltarak buralarda otoritenin sağlanmasını Irak ordusu ve polisine ihale edip Kürt bölgesinde şu anda inşasına başlanmış bulunan askeri üslere çekilmesi halinde ABD'nin, özelde Irak genelde bölgeyi denetim altında bulundurmayı sürdürmesi bir zafiyete uğramayacağı gibi gerek kayıplar gerek aktif savaş harcamalarının büyük bir bölümünden de kurtulmuş olacaktır. Adı ister ABD'nin hegemonik gücünden kaynaklanan ekspansiyonist politikalarına karşı terörizmle beslenen anonim bir tepki, ister Irak'lıların işgale karşı haklı reflekslerden kaynaklanan bir direniş hareketi ya da üçüncü güçlerin Irak coğrafyasını emperyalizme karşı kendi savaşlarının antrenman alanına çevirmesi olsun var olan durum Washington yönetimi için yeni parametreler dayatmaktadır. İşgalin birinci yılında Irak genelindeki direniş eylemleri günlük ortalama 3-5 iken yaşanılan günlerde bu ortalama günde 85-90'a yükselmiş, ABD ordusu hemen her gün artan sayılarda kayıp vermeye başlamış, eylemlerde ölen Irak'lı asker, polis ve sivil sayısı günlük ortalama 40'a (bilinen) ulaşmıştır.Gerek eylemlerin gerek eylemlerde yaşamlarını yitirenlerin sayılarındaki artış Irak'ın durağanlıktan henüz çok uzakta olduğunu kanıtlamakta ve direnişin giderek Arap Milliyetçiliği çizgisine kaymaya başladığını göstermektedir. Sıradaki Suriye mi? Irak'ın Ortadoğu petrol rezervleri (dünya rezervlerinin yüzde 65.8'i) içindeki yüzde 11'lik 31 milyar varil rezervinin yoğunlaştığı Musul, Kerkük, Basra yörelerindeki kuyuları ve bugünkü ham petrol varil fiyatları ile yaklaşık 2 trilyon dolarlık bir büyüklüğü ifade eden mali kaynağı denetimi altına alan ABD'nin, OPEC'in petrol fiyatlarını belirlemedeki tekelini kırdıktan başka Kuzey Irak'ta edindiği üsler ve Kürtlerle ittifakının sağladığı kalıcılık Washington'u Irak bağlamında hedeflerine ulaştırmış olmalıdır. ABD'nin GOP'u büyük bir ustalıkla adım adım gerçekleştirme yolunda kaydettiği gelişmelerin Irak bölümü öyle görünmektedir ki 2006 yılında son aşamasına ulaşacak ve sıra Arap Milliyetçiliğinin merkezi misyonunu üstlenmiş olan Suriye'de Baas etkisinin nötralize edilerek ABD'ye yakın bir hükümetin yönetime gelmesi ve hemen ardından İran'ın uysallaştırılmasına gelecektir. Nitekim Washington'un, Irak Büyükelçisi Zalmay Halilzad'a İran yönetimi ile temaslarda bulunma yetkisi vermiş oluşu Beyaz Saray'ın İran üzerinde şimdilik 'iyi polis' rolüne soyunacağı ancak Ahmedinecad'ın amacını aşan söylemlerini temel alarak bir süre sonra aşırı sertleşebileceğinin belirtisi olarak değerlendirilmelidir. 2006'nın Irak, İran ve Suriye'de önemli gelişmelere eşlik etmesi, bu gelişmelerin yansımalarının Türkiye'de çeşitli olumsuzluklara neden olması galip bir olasılık olarak belirirken Irak Kürtlerinin beklendiği gibi erken bir bağımsızlık ilanından koşullar daha da olgunlaşıncaya kadar uzak duracaklarını varsaymak gerçekçi bir yaklaşım olacaktır. Irak'ın Kuzeyinde üslenen PKK'nın ise, bu örgüte özellikle Türkiye ve İran bağlamında yüklenen yeni misyonlar henüz tamamlanmadığı için Irak güvenlik güçleri ya da ABD'nin askeri bir operasyonuna hedef olması şimdilik ufukta görünmemektedir. 2006 Irak'ının 2005 yılından daha farklı olacağını ummak için gerekli koşulların henüz oluşmadığı günümüzde Irak ve Ortadoğu bağlamında görünen tek gerçek bölgeye egemen olan alçak basıncın daha güçlü türbülanslar yaratacağı ve ortaya çıkacak şok dalgalarının Türkiye'ye ulaşabileceğidir. Nitekim Irakta gerçekleşen seçimlerin henüz kesinlik kazanmayan sonuçları radikal Şiilerin kesin zaferini işaret etmektedir. Allavi başkanlığındaki ılımlı ve batı yanlısı Şiilerin seçimlerde ağır bir yenilgiye uğradığının anlaşıldığı ilk sonuçlar ve Sünni grupların tüm hilelere karşın meclise ikinci güç olarak girecek oluşları Irak'a beklenen durağanlığı getirmekten uzak görünmektedir. Kurulacak yeni meclis ve hükümette daha önceki etkinliklerini sürdüremeyecekleri açığa çıkan Kürtlerin, Kerkük'e yönelik planları yeni güç dengesi içinde zayıflama trendine girmiş görünmekte ve bu olgu yeni çatışmaları körükleyebilecek bir nitelik kazanmaktadır. Seçimlerden başat güç olarak çıkan radikal Şiilerin, bu güçlerini Sünni Araplar ve özellikle Kürtlerle paylaşmaya ne ölçüde hazır oldukları bilinmezliğini korurken, Irak'ta görünen demokrasinin henüz çok uzakta olduğudur. Esasen 3000 aşiretten oluşan feodaliteye dayalı sosyal ve siyasi yapısı dikkate alındığında Irak'ta bilinen anlamda bir demokrasinin işlerlik kazanması boş bir hayal olmalıdır. Görünen, Irak'ta son perdenin henüz açılmadığı ancak 2006 ve 2007'nin bir kader yılı olarak ortaya çıkmakta olduğudur.
  12. Koruma kalkanı devrede Ağca ortadan kayboldu. 1979'da onu askeri cezaevinden kaçıranlar bu kez de sivilden kaçırdılar. 70'lerin katilleri üzerindeki koruma kalkanının hâlâ devrede olduğu anlaşıldı. İlk kaçırılışından sonra Uğur Mumcu "Ağca'yı Silahlı Kuvvetler'de yuvalanmış bir sağ örgüt kaçırdı" diyor ve "kontrgerilla" adını veriyordu. Mumcu öldürüldü. Ağca salıverildi. * * * Aynı dönemde Ankara Cumhuriyet Savcı Yardımcısı Doğan Öz, tırmanan şiddet olaylarının içinde "kontrgerilla"nın olduğunu saptayan bir rapor hazırlıyor ve Başbakan Ecevit'e veriyordu. Öz öldürüldü. Katili İbrahim Çiftçi hakkında askeri mahkemece verilen idam kararı, avukatının "Onun Milli Savunma Bakanlığı'nda dosyası var" demesinden sonra tam 4 kez bozuldu. Sonunda askeri mahkeme, "Doğan Öz'ü öldürdüğü sabit görülmüş olmakla birlikte" Çiftçi'nin beraatine karar verdi. * * * Öz davasından aranan Haluk Kırcı ne oldu? Bahçelievler katliamından idama mahkûm olduktan 3 yıl sonra infazdan yararlanarak şartlı salıverildi. İşlemin yanlış olduğu anlaşılınca aranmaya başlandı. Aranırken evlendi. Nikâh şahitliğini Mehmet Ağar yaptı. 4 yıl sonra yakalandı. Yakalandığı gün firar etti. Ticarete atıldı. Salıverildikten 5 yıl sonra yeniden yakalandı. Susurluk çetesine üye olmaktan 4 yıl hapse mahkûm oldu. 2004'te ikinci kez "yanlışlıkla" serbest bırakıldı. * * * Ya kaçırıldıktan sonra Ağca'yı evinde gizleyen Abdullah Çatlı? Eşinin ifadesine göre 12 Eylül'den 20 gün sonra getirilen pasaportla yurtdışına çıkarıldı. 1982'de Zürich'te yakalandı, 48 saat sonra serbest bırakıldı. ASALA operasyonu için devlet tarafından istihdam edildi. Uyuşturucu işinde yakalanınca yine eşinin anlatımıyla- "nefes kesen bir kurtarma operasyonuyla İsviçre'deki cezaevinden kaçırılıp Türkiye'ye getirildi". Susurluk'ta yeniden ortaya çıktığında bir emniyet müdürü ve bir milletvekiliyle aynı arabadaydı. * * * "Koruma kalkanı devrede" dememiz paranoya mı? Ağca bunları bildiğinden koruma istemedi zaten... Konuşmadığı sürece, o kalkanın korumasında olacak. Asıl korunmaya muhtaç olan, bu olayların üstüne giden gazeteciler, yazarlar, savcılar... Onları, "Bazı insanların canı yanacak" diye tehdit savuran Ağca'nın akrabalarından kim koruyacak? * * * Küçük bir notla bitirelim: "Canlar yanacak" diyen Ağca'nın kardeşi Adnan Ağca "Abdi İpekçi kimin adamı, onu araştırın" talimatı verdi ya... Dünkü Hürriyet'te Ahmet Hakan haklı olarak tepki gösteriyordu: "Sabetaycı avcılığı yapan 'çatlak profesör'... Her taşın altında Sabetaycı arayan 'mukaddesatçı'... Ey Sabetaycı avcıları, eserinizle gurur duyabilirsiniz". Vallahi haklı... Ben o "mukaddesatçı"yı 5 yıl önce Kanal 7'de Abdi İpekçi'nin kızı Nükhet'le katıldıkları bir programda "Sabetaycı avında" izlemiştim. Programın İskele'sinde oturan sakallı televizyoncu, İpekçi'yi "Yıllardır dönme olduğu iddia edilen bir isim" diye tanıtmıştı. Telefonla katılan Hüseyin Hatemi "'Ben Müslümanım' diyen herkesin Müslümanlığını kabul etmek zorundasınız" deyince "Dönme olsa bile mi?" diye soran da o sakallı sunucuydu. Epeydir yok o kanalda... Bir yerlerde karşılaşsam, şu "dönme" meselesini soracağım kendisine... -------------------------------------------------- Can DÜNDAR / 14.01.06 / Milliyet
  13. Abdi İpekçi'ye mektup... Faili meçhul olmayıp da 'faili meçhul' denen cinayetlerle yok edilen ne ilk ne de son insandı Abdi İpekçi... Bedrettin Cömert, Tütengil, Uğur Mumcu, Çetin Emeç, Kışlalı ve daha niceleri... Katillerin korunması ve aramızda dolaşıyor olmaları, bugünkü 'durum'umuzun, Turhan Selçuk'un 2 Şubat 1979'daki çizgilerinden çok daha vahim olduğunun işaretidir. Utanç duymamak elde değil... Sevgili Abdi Bey, 1979 yılının 1 Şubat günüydü. Akşamüstü Ankara'dan döndünüz, doğru Cağaloğlu'na, gazeteye, Milliyet'e geldiniz. Turhan Aytul 'la günün olaylarını konuştunuz... Ercüment Karacan 'a telefon ettiniz. Ona, Ankara haberlerini verdiniz. Sizi akşam yemeğine çağırdı. Peki, dediniz. Eşiniz Sibel 'i Nişantaşı'ndan, evden alıp yemeğe gidecektiniz. Saat yediye doğru gazeteden çıktınız. Kullanmayı çok sevdiğiniz otomobilinize atladınız. Trafik sıkışıktı. Yol uzun sürdü. Sonunda Emlak Caddesi'nden karakol sokağına kıvrılan köşeye vardınız. Artık eve çok yakındınız... Trafik hâlâ sıkışıktı. Dur, kalk ilerliyordunuz. Ansızın bir karartı yaklaştı, hayır, iki karartı. Camı kırdılar, o yana döndünüz, kırık camdan içeri üzerinize kurşunlar yağdı... Kanlar içinde yığıldınız... Parçalanan yalnız sol iç cebinizdeki dolmakalem ve bedeniniz değildi, parçalanan aynı zamanda bizim, hepimizin, bu milletin geleceğiydi. Yok edilen, hepimizin geleceğe olan inancıydı. Bu kaçıncı öldürülüşünüz? Şimdi, bugün içimden, ''Bu kaçıncı öldürülüşünüz'' diye sormak geçiyor Abdi Bey... Bu satırları yazmaya başlamadan biraz önce televizyon kanallarında Mehmet Ali Ağca 'nın salıverilmesini izliyordum. Bindiği otomobilin üzerine güller, karanfiller atıyordu karşılamacıları... Bir zamanlar Tansu Çiller 'in millete armağan ettiği sloganı haykırdıklarını duyar gibi oldum... Çok iyi anımsıyorum, Susurluk kazasının hemen ertesi günü, Tansu Çiller, Abdullah Çatlı 'yı 'kahraman' ilan etmişti... Türkiye 'kahraman' katilleriyle gurur duyan bir ülke oldu Abdi Bey... Sahi bu kaçıncı öldürülüşünüz Abdi Bey? Sizinki, ne ilk ne son cinayetti, faili meçhul olmayıp da 'faili meçhul' denen... Bedrettin Cömert, Tütengil, Uğur Mumcu, Çetin Emeç, Ahmet Taner Kışlalı ... Toplumsal belleği zayıf bir ülke olduğumuz ortada. Ama gelecekte var olabilmenin yolu, geçmişle hesaplaşmaktan geçmiyor mu?.. Kızınız Nükhet İpekçi 'nin deyişiyle 'Milli katilimiz' Ağca, 1979 Temmuz'unda yakalanıp hapse konmuştu. Ama gelin görün ki Maltepe Askeri Cezaevi'nden kaçtı, daha doğrusu kaçırıldı... Sonra Abdi Bey, hani o kahraman ilan edilen Abdullah Çatlı'nın evinde saklandığı ortaya çıktı... Sonra Abdi Bey, katliamınızda adı geçen öteki arananlarla birlikte Nevşehir Emniyet Müdürlüğü'nden pasaport aldığı da ortaya çıktı... Devlet hukuku bu mu? Böyle bir devletiz işte Abdi Bey. Sevgili Ruhi Su 'ya yurtiçinde tüm kapıları kapatıp, burada çalışmasına engel olduktan sonra, yurtdışına çıkıp çalışamasın, konser veremesin, plak dolduramasın, tedavi olamasın diye nasıl yıllar boyu inim inim inletip, ona pasaport vermediğimizi bilirsiniz elbet. Ruhi Su'dan ve daha nicelerinden esirgediğimiz pasaportu, ülkücü katillere gümüş tepside sunan bir devletiz. Suçu kanıtlanmamış insanları hapiste tutuklu yargılayıp, ölümlerine neden olan... Üniversite harçlarını protesto eden 350 bin imzayı Meclis'e götüren ve Meclis'te 'Harçlara hayır' pankartı açan 6 üniversiteliyi toplam 96 yıl hapse mahkûm eden... Manisa'da işkenceyle alınmış ifadelerle mahkûm edilen liseli gençleri hapiste çürüten, onları ömür boyu yaralayan... Yazarlarını, düşünürlerini, sanatçılarını lanetleyen bir devlet... Sevgili Abdi Bey, Uğur Mumcu 'nun kitaplarını yeniden yeniden okuyorum. Onun ortaya koyduğu ipuçlarıyla, cinayetin kilit ismi Oral Çelik'in tahliye olduktan sonra kahkahalarla gülen fotoğrafları arasında kahroluyorum... Susurluk sonrasında, daha önce birbirlerini hiç tanımadıklarını ifade eden devlet görevlileri, Özel Tim'ciler ve katliam sanıklarının yan yana göbek attıkları fotoğraflara bakıyorum... 'Siyaset-Mafya-Emniyet' üçgenine yeniden yeniden tanıklık ediyorum... Turgut Kazan 'ın mahkemeye itirazlarını, didinişini izliyorum... Aftı, pişmanlıktı, zaten İtalya'da yattı yatacağı kadar diyerek, şimdi katiliniz serbest, aramızda dolaşıyor, medyada baş tacı ediliyor... ___Sahi, devlet hukuku dedikleri bu mu? Bu utanç mı? Bu utancı yaşamak mı? Sevgili Abdi Bey, kızınız Nükhet, mektubunun bir yerinde şöyle diyordu: ''Ağca'nın kurşunlarıyla babamın bedeninin delik deşik edildiği sokakta, yüzlerce kişi bundan on gün önce coşku içinde yeni yıl kutlaması yaptı. Bugün eğer yüzlerce kişi katillerle birlikte yaşamak istemediğini söyleme ihtiyacı duymuyorsa, bu tahliye işleminin, onun ardındaki çalışmanın nedenlerini öğrenmek istemiyorsa, benim sözlerimin hiçbir anlamının olmayacağını düşünüyorum.'' Nükhet haklı, Abdi Bey... Bütün Türkiye ayağa kalkmadıysa, isyan etmediyse, insan onurunun ayaklar altında çiğnendiğini görmediyse, göremiyorsa, yazıklar olsun bize... Sahi, nasıl anlatacağız çocuklarımıza hukuku, adaleti, değer ölçülerini, insan onurunu? Nasıl anlatacağız? ---------------------------------------------- ZEYNEP ORAL / 14.01.06 / Cumhuriyet
  14. Konunun üzerinde çok düşünülmeli, iyi değerlendirilmeli ve iyice anlaşılıp öyle yorumlanmalı diye düşünüyorum... Evet bu yazı alkışlanacak türden...
  15. -- Ekonominin gerçek yüzü * Enflasyonun düşük döviz kuru politikalarıyla kontrol altında tutulmaya çalışılmasıyla ihracat ve büyüme rakamları şişirildi, ithalat ise olduğundan daha düşük gösterildi. * İnsanlar geleceklerini tüketici kredileriyle ipotek altına aldı. * Sanayide rekabet gücü azalırken istihdamda yaprak kıpırdamadı. * Ayakta kalmaya çalışan esnaf ''sermayeden'' yemeye devam etti. * Büyüme rekorları kırılırken halkın filesine giren mal artmadı. Türkiye ekonomisiyle ilgili yorumlarda genel bir iyimserlik havası egemendir. Durumun yalnızca seçilmiş makro rakamlarla ele alındığı ve söz konusu rakamlarla iyimser bir tablonun oluşturulduğu gözlerden kaçıyor. Medyada konuyu farklı açılardan ve eleştirel bir gözle değerlendirenlerin, çizilen pembe tabloyla halkın durumunun birbirine uymadığını dikkate alanların sayısı ise ne yazık ki bir elin parmaklarını geçmiyor. Türkiye ekonomisini ve özellikle halkın ekonomik durumunu Trakya Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Sadi Uzunoğlu'nun değerlendirmesi... -____ Ekonomik durumla ilgili değerlendirmelerde medya tarafından da paylaşılan bir iyimserlik havası hâkim. Halkın refahının arttığı, bunun göstergesi olarak da kişi başına düşen gelirde belirgin bir yükselme olduğu söyleniyor ve açıklanan veriler de böyle gösteriyor. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz? Kâğıt üstünde on bin dolar bile olur -____ Bir ülkede yaşayanların refahının arttığını ölçmenin belirli kriterleri vardır. Sağlıklı bir sonuç elde edebilmek için sabit fiyatlarla hesaplanan kişi başına gelire bakmak gerekir. Belirli bir yıl temel alınarak ülkede yaşayanların gelirinin bir önceki yıl ve veya yıllarla kıyaslandığında ne kadar arttığını hesaplamak doğru bir yöntem olur. Bu bir anlamda önceki yıl veya yıllara göre vatandaşın filesine giren malın artıp artmadığını gösterir. Bizde bu yöntem pek makbul sayılmıyor. Basının da ilgi gösterdiği yöntem, dolar bazında gelir artışı hesaplarına dayalı yöntemdir. Sıklıkla ''Dolar bazında gelirimiz arttı. 2003 yılında 3500 dolar olan kişi başına gelir 2004 yılında 4172 dolara yükseldi'' diyorlar. Ama öncelikle söyleyelim, vatandaş pazardan alışverişini TL ile yapıyor. Ücreti, maaşı da TL cinsindendir. Öyleyse neden kişi başına geliri dolar cinsinden hesaplıyoruz ki? Eğer dolar bazında kişi başına geliri ''arttırmak'' istiyorsanız, Merkez Bankası elindeki dolarları satar, dolar üzerinde baskı kurar, kişi başına gelir bir günde 10 bin dolara çıkar! Biz hesabı başka türlü yapalım. TL bazında, sabit fiyatlarla, enflasyon arındırılmış kişi başına gelire bakalım. Sonuç, bizim 2004 yılında 1998 yılındaki refah düzeyini yakalayabildiğimizi gösterir. Kuşkusuz kişi başına gelir hesaplarının gelirin eşit dağıtıldığı varsayımıyla yapıldığını, ama gerçeğin böyle olmadığını da unutmamak gerekiyor. -____ Türkiye ekonomisinin büyüdüğü bir gerçek. Bu büyüme konusunda ne düşünüyorsunuz. Sağlıklı bir büyümeden söz edebilir miyiz? -____ IMF Türkiye için ihracata dayalı bir büyüme modeli önerdi. 2002 yılında yapılan 3 yıllık programda böyle öngörüldü. Gerçekten de 2002 yılında ekonomi ihracata dayalı büyüdü ve 100 dolarlık büyüme yalnızca 4 dolarlık dış açık verdi. Böylece katma değer büyük ölçüde Türkiye'de kaldı. Ama 2003 yılının ortasından itibaren farklı bir gelişme yaşandı. Büyüme yani üretim artışı büyük ölçüde tüketici kredileri ile desteklenmiş tüketime dayanmaya başladı.Tüketim ve ağırlıklı olarak rekabet gücünü arttırmaya yönelik teknolojik yatırımlar artış gösterdi. Yani ihracata dönük üretim ve istihdamı arttırıcı politikalar yerine, değerli TL'ye dayalı iç talebe dayalı büyüme ağır basmaya başladı. Bugün 100 dolarlık büyüme 40 dolarlık bir açıkla mümkün olabiliyor. Biraz daha açıklamaya çalışalım. Tüketici kredilerine dayalı büyüme, insanların geleceklerini ipotek altına alarak gerçekleştirilen bir büyümedir. TL değerlendikçe ihracatta rekabet gücümüz azalıyor. Buna karşın ithalat ucuz hale geliyor. Üreticiler de ayakta kalabilmek için, rekabet güçlerini koruyabilmek için, daha fazla ithal girdi kullanıyorlar. Tüketici kredileri 2004 yılına kadar başta dayanıklı tüketim malları olmak üzere birçok sektör için önemli bir kaynak oldu. Tüketici kredileri bugünlerde ağırlıklı olarak konut kredileriyle inşaat sektörüne yöneldi. 250 bin konut, 9 yıl vadeli konut kredisi ile satın alındı. İnşaat söktöründe özellikle lüks konut talebinde canlanma oldu. Ama 9 yıllığına borçlanan orta gelirli kesim, artık tüketim gücünü büyük ölçüde yitirdi. Konut kredileri diğer sektörlere olan talebi daraltmaya başladı. Öte yandan konut birçok sektöre iş yaratır derken, inşaat malzemeleri de lüks konut inşaatı nedeniyle ithal edilmeye başlandı. Kredi kartı harcamalarında da bir daralma yaşanıyor. Protesto edilen senet sayısı yeniden tırmanıyor -____ Türkiye'deki işletmelerin yüzde 99'u küçük ve orta ölçekli işletmelerden oluşuyor. Çizdiğiniz tablo KOBİ'lere nasıl yansıdı? -____ Öncelikle söylenmesi gereken, KOBİ'lerin esnafın, zanaatkârın gelirlerinin artmadığıdır. Deyim yerindeyse sermayeden yiyorlar. Bir kesim ise ayakta kalmanın yolunu kayıt dışına çıkmakta buluyor. KOBİ'lerin durumunu en iyi anlatacak göstergelerden birisi protesto edilen senet sayısı ve tutarıdır. 2000-2005 arasını değerlendirdiğimiz tabloda bu durum tüm çıplaklığıyla görünüyor. Protesto edilen senet sayısı 2000 yılında 859.8 bindi. Bu sayı 2003 yılında 480.2 bine indi. 2004 ve 2005 yıllarında ise yeniden yükselişe geçti. 2005 yılının ilk 10 ayında 724.5 bin olarak gerçekleşti. Tutar olarak ise 2001 yılı rakamlarının neredeyse iki katına yükseldi. İhracat görünenden az, ithalat göründüğünden fazladır. -____ İhracat-ithalat ilişkisi bir ekonomi için her zaman önemlidir. İhracat arttığı için ithalatın arttığı yönündeki bir değerlendirmeye katılır mısınız? -____ Hayır, bu karşılaştırma gerçeği yansıtmıyor. 2002 yılından 2005 yılının ekim ayına kadar ihracat yüzde 63, ithalat yüzde 84 oranında arttı deniliyor. Her iki rakam da gerçeği yansıtmıyor. İhracat rakamları dolar bazında açıklanıyor, ama biz çoğunlukla Avro bazında ihracat yapıyoruz. İthalatımız ise genellikle dolarladır. Bu etkileri kaldırın, ihracat artışı üç yılda yüzde 45'i geçmez. Görünmeyen gerçek, ihracatın görünenden az, ithalatın görünenden fazla olduğudur. Türkiye'de ekonomiyi yönetenler değerli TL ya da düşük döviz kuru ile enflasyonu kontrol ediyorlar. Kuşkusuz bu yöntemle enflasyon kontrol edilebilir. Geniş kesimlerin satın alma gücü de zaten sınırlandırıldığı için enflasyon rakamlarında bir düşüş görünüyor. Ancak bu geniş kesimlerin satın alma gücünün sınırlandırılması ve yerli üreticilerin ortadan silinmesi pahasına oluyor. Size bir örnek vereyim: 2001 yılında 100 dolarlık takım elbise ihraç eden bir konfeksiyoncu, 25 dolarlık ithal girdi kullanırdı. 75 dolar da Türkiye'ye kalırdı. Ülkenin de pamuğu, ipliği, kumaşı değerlendirilmiş olurdu. Bugün 100 dolarlık takım elbise ihraç eden, 50-55 dolarlık ithalat yapıyor. Pamuk üreticisi üretmekten vazgeçiyor, kumaşçı pamuğu, ipliği ithal eder hale geliyor. Bunun yapısal değişim olduğunu ve uyum gösteremeyenlerin piyasadan çekilmesinin normal olduğunu söyleyenler yanılıyorlar. Olan Türkiye ekonomisinin geleceğine oluyor. --
  16. Tahliye edildi 'kurul'u bekliyor Tahliye olan Abdi İpekçi'nin katili Ağca'nın GATA'da tetkikleri yapıldı. Sağlık Kurulu'nun Ağca'nın askerliğe elverişli olup olmadığı yönünde bir rapor hazırlayacağı öğrenildi Lube Ayar - İstanbul Milliyet Gazetesi Genel Yayın Müdürlüğü yaptığı sırada Abdi İpekçi'yi öldüren ve ardından Papa 2. Jean Paul'e yönelik suikast girişimiyle dünyanın gündemine oturan Mehmet Ali Ağca (48), Türkiye'ye döndükten 5.5 yıl sonra kaldığı Kartal E Tipi Cezaevi'nden tahliye oldu. Ağca, Kartal Cezaevi'nden dün 09.30 sıralarında çıktı. Ağca'nın tahliyesi nedeniyle yerli ve yabancı basın kuruluşlarından çok sayıda gazeteci, sabah erken saatlerde cezaevi önüne geldi. Emniyet güçleri çevrede geniş güvenlik önlemleri alarak barikat oluşturdu. Polis eşliğinde Ağca'yı karşılamaya gelenlerden bazılarının elinde sarı ve kırmızı renkli karanfiller vardı. Ağca için cezaevinin karşısında bir de kurban kesildi. Ağca, alkış sesleri arasında ve polis eşliğinde sivil plakalı beyaz otomobille önce Pendik Devlet Hastanesi Acil Servisi'ne, sonra da askerlik sorunu nedeniyle Maltepe'deki Pendik Askerlik Şubesi'ne götürüldü. Yarım saatte belge Şubede yarım saat kalan ve aldığı tebliğ pusulasıyla adres bildiriminde bulunan Ağca, dışarı çıkarken, Papa ile çekilmiş fotoğrafının kapak yapıldığı TIME dergisini basın mensuplarına gösterdi. Bir arkadaşına ait olduğu öğrenilen "Mercedes" marka otomobile binen Ağca'nın yolunu kesen bir grup, karanfil atıp, ellerindeki Türk bayraklarını sallayarak sevgi gösterisinde bulundu. Polis, yolu güçlükle açtıktan sonra, Ağca sevk edildiği Tuzla Piyade Okulu Komutanlığı'na doğru yola çıktı. Yerli ve yabancı basın ordusu tarafından sıkı takibe alınan Ağca'nın, revirde yapılan muayenesinin ardından serbest kalacağı, ancak ikametgâh olarak gösterdiği Pendik'teki bir evden sabah ve akşam olmak üzere günde iki kez polis karakoluna gidip imza atacağı iddia edildi. Ancak Ağca, revirden aldığı yazıyla sıkı güvenlik önlemleri altında bu kez Gülhane Askeri Tıp Akademisi (GATA) Haydarpaşa Eğitim Hastanesi'ne götürüldü. Ağca, bir saat kaldığı hastanenin acil çıkış kapısında kendisini bekleyen 100'e yakın basın mensubunu atlatarak kaçmayı başardı. GATA'da tetkikleri yapılan Ağca'nın dosyasının sağlık kuruluna gönderileceği ve kurul tarafından askerliğe elverişli olup olmadığı yönünde rapor hazırlanacağı öğrenildi. Halasının sevinci Ağca'nın tahliye haberini aldıktan sonra annesi Müzeyyen Ağca'nın kapısını ilk çalan, halası Gülenden Yıldırım oldu. Yıldırım, "Çok sevinçliyim. Çifte bayram yaşıyoruz. Yeğenimi 28 yıldır görmüyordum" dedi. İpekçi'nin mektubu AP'de DIŞ HABERLER SERVİSİ Mehmet Ali Ağca'nın salıverilmesi uluslararası ajanslar tarafından da yakından takip edildi. Amerikan AP ajansı, haberlerinde, İpekçi'nin kızı Nükhet İpekçi İzet'in önceki gün Milliyet'te yayımlanan mektubundan alıntı yaparak, "Ağca bence sadece babamın katili değil. Ben, onu bizim 'Milli Katilimiz' olarak görüyorum. O, 'Katil' ile 'Türk' sözünün yan yana gelmesine neden olan kişi" ifadelerini kullandı. Ajans, 23 yaşındaki üniversite öğrencisi Deniz Ergin'in "Türkiye'nin imajını lekeleyen bir katil bırakılmamalıydı" sözlerini aktardı. Reuters ve AFP de, Ağca'nın serbest bırakılışını haber verdi. Bedelliyi istemiş MEHMET AKİF ERDEM İstanbul MEHMET ALİ AĞCA'nın avukatı Mustafa Demirbağ, müvekkilinin 2000 yılında bedelli askerlik için başvuruda bulunduğunu belirterek, "Uzun zamandır cezaevinde olmasını ve sağlık durumunu da göz önüne alarak, yasal haklarımızı kullanacağız" dedi. 'Asker olmak istiyor' Ağca'nın Tuzla Piyade Okulu Komutanlığı'ndaki işlemleri sırasında, gazetecilerin sorularını yanıtlayan Demirbağ, müvekkilinin yurtdışında bulunduğu dönemde bedelli askerlik için başvuruda bulunduğunu ve yasal haklarından yararlanmak istediğini söyledi. "Ağca'nın, askerden muaf olmakla ilgili herhangi bir isteği yok" diyen Demirbağ, şöyle devam etti: "Elbette kendisi askerliğini yapmak istiyor. Ancak takdir edersiniz ki, çok çok uzun bir süredir cezaevinde. Gerek sağlığı, gerekse de yaşı uzun süreli bir askerliğe müsait değil. Gerekli girişimlerde bulunacağız." Ağca'nın tahliyesini gayet sakin karşıladığını anlatan Demirbağ, "Bildiklerini anlatması karşılığında İtalya'ya yerleşmesi ve koruma verilmesi konusundaki haberlerin" hatırlatılması üzerine de "Komik bir açıklama. Ağca, İtalya'ya ancak turist olarak gidebilir" dedi. Dosyası bilinmiyor Demirbağ, "Cezasının yanlış hesaplandığına ilişkin iddialara ne diyeceksiniz?" sorusuna ise, "Ağca'nın dosyasını bilmiyorlar" karşılığını verdi. TKP'lilerden Ağca'ya protesto gösterisi Ağca'nın GATA'daki muayenesi sırasında, Türkiye Komünist Partisi'nden (TKP) yaklaşık 50 kişilik bir grup, protesto gösterisinde bulundu. Ellerinde öldürülen Kemal Türkler, Doğan Öz, Bedri Karafakioğlu, Necdet Bulut ve Bedrettin Cömert'in fotoğraflarını taşıyan grup, hastane önünde durduruldu. TKP'li Erkan Baş, yaptığı basın açıklamasında, "1970'lerde kontrgerillanın operasyonlarında bulunan Ağca, basit bir tetikçi değil, yetenekli bir katildir" dedi.
  17. Bu ülkede sözde medya mensupları ve medya kuruluşları, Soros vakfı-enstitüsü ile ilişkisini sürdürdükçe, ABD Büyükelçiliği kesenin ağzını açtığı sürece, daha kim bilir neler göreceğiz. İşi Amerikan mandacılığına kadar götüren çıkarsa, sakın ola ki şaşırmayın... Ancak biz alışkanlıkla ve aynı şaşkınlıkla soracağız; İnanması gerçekten güç değil mi? diye... Keşke bunu önlemenin başka çareleri de olsa. Ahlaklı ve yurtsever olmanın dışında...
  18. Sayın SeDatsan... Bu forumda bizlere vermeye çalıştığım mesajların, düşüncelerin ve paylaşımlarının ne kadar insanca ve onurluca olduğunun farkındayım. İnancın ve mücadelen de bu yönde ki kendi payıma buna hiç yabancı değilim. Çünkü en az sizler kadar bende bütün bu duygu, düşünce ve ideallerinizi sizler kadar büyük bir arzu ile diliyorum. Yıllardır bunlar için inanılmaz mücadeleler vererek birçok bedeller ödedik... Hala tüm varlığımızla bütün bunlar için yılmadan mücadelemizi sürdürmeye çalışıyoruz fakat gün geçtikçe hersey her gün daha da zorlaşarak ve artarak gelişiyor... Yazında belirttiğin gibi 'Dünya kurmak mümkün' evet mümkün tabiki buna yürekten inanıyoruz fakat toplumsal bilinç hızla körletildiği, kitleler dinin uyuşturucu etkisi ile uyutulduğu, demokratik kitle örgütlerinin susturulduğu, üniversitelerimizin baskı altında tutulduğu, aydınlarımızın pazarlarda satıldığı ve işçinin, köylünün ve memurun yok sayıldığı bir ortamda bulunan Ülkemiz için nasıl, ne şekilde ve nasıl bir yöntem ile bir çıkış yolu bulabiliriz... Sevgi ve Saygılarımla...
  19. 14.04.2005 / Bekir COŞKUN Kayıp şeyler... Ben aslında Milliyetçiyim... Yüreğimde ülkemin sevgisi var. Bayrağımızı her gördüğümde bir koşu sarılıp öpesim gelir... Askerler marşlar söyleyerek yürüdüğünde gözlerim yanar. Ama... "Milliyetçiler" milliyetçilik adına bu güzel ülkeyi babalarının çiftliğine çevirdiler. Siyasi partiler kurup iktidarın nimetlerini üleşirken, çeteler kurup bizi soydular. "Milliyetçilik" çıkar gruplarına dönüştü. Kaba kuvvetleri ve hoşgörüsüzlükleri ile kendilerini 'kanun' saydılar. Ellerinde silah ve kan vardı. Onlarla aynı kefede olmamak için "milliyetçilikten" söz edemez oldum. "Milliyetçiliğimizi" elimizden aldılar. *** Ben aslında Müslümanım. Yüreğimde Allah sevgisi var. Bir sabahın alacakaranlığında, ya da akşamın hüzünlü griliğinde ezan sesi duyduğumda içimde kıyametler kopar. Sığınışım, yakarışım, dualarım vardır. Ama... "Dinciler" din adına uygarlığa ve çağdaşlığa karşı çıkıp ülkemizi her fırsatta karanlığa boğdular. "Dindarlık" çıkar gruplarına dönüştü. Şirketler kurup safları, tarikatlar kurup aptalları, siyasi partiler kurup toplumu kandırdılar. Onlarla aynı kefede olmamak için dinimden söz edemez oldum. "Dinimizi" elimizden aldılar. * Ben aslında insanım... Kimliğimde sevgi ve barış var. İnsan olmanın gururunu da, sorumluluğunu da unutmam. Her insan gibi özlemlerim, tepkim, eleştirim, arayışım olmalı. Ama... "İnsanlar" bu ülkedeki "insani değerleri" silip, yerine ikiyüzlülüğü, yalakalığı, çıkarcılığı, avantacılığı koydular. Hukuk dahi buralarda suçsuzdan-haklıdan yana değil. Bu akşam televizyon haberlerine bir bakın; hukuksuzluk içinde yok olan, güçlünün ezdiği, mazlumun tükendiği bir toplum göreceksiniz. Böyle mi olur insan? "İnsanlıktan" söz edemez olduk. "İnsanlığımızı" elimizden aldılar.
  20. Kuyrukluyıldızın Vuruluşu Bu ülkede yarım yüzyıldır yürütülen ''karşıdevrim'' projesini bitirmek için gösterilen sabırlı, sıralı ve eşgüdümlü çalışmanın şimdiye kadarki başarısı da küçümsenecek gibi değildir. Türk tarihinin semasından Mustafa Kemal gibi bir yıldız geçmişti; onu vurmak, toz etmek, bıraktığı izi silmek için gösterilen çabalar, sanki gizli bir elce yönlendirilmekte ve büyük hızla hedefe yaklaşmakta. Hedefe varılınca bu topraklarda yaratacağı şaşkınlık ve deprem uzayın derinliğinde dolaşan bir kuyrukluyıldızın duyarsız yaralanışından çok daha ses getirici, yıkıcı, parçalayıcı olabilir. Ne var ki, dönemlere göre değişik adlarla anıldığı için projenin adı tam konmuş değildir. Biz, kimimiz başlangıcından beri, kimimiz yeni farkına vardıkça ''karşıdevrim'' diyoruz ama, başkaları zaman zaman ''demokrasi'', ''özgürlük'', ''insan hakları'', ''küreselleşme'', ''ılımlı İslam'' gibi adlar verdiler. Belki saflıklarından, belki kamuflaj niyetiyle, belki takıyye olarak, belki de çıkar sağlamak için. Çeşitli adlar, projenin erken fark edilmesini önledi. Şimdi de, son aşamalarda, kamu yönetimindeki kadrolaşma, eğitim alanındaki kıpırdanmalar, üniversite sınavlarında puan hesabına itiraza kadar çabalar, medya kollarının ele geçirilişi ya da patronlarca teslim edilişi, yargıda oynanan oyunlar, ''Devlet ekonomiden elini çeksin'' diyenlerin öte yandan devleti ele geçirip kamu varlıklarını çarçur edişi, Avrupa Birliği'ni arkaya alıp ordunun koruyucu ağırlığını sıfırlama girişimleri, çağdışı etnik bölünmelerle ulus-devletin canına okuma, hepsi hepsi, sinsi bir iç ve dış ittifakın Kemalist Cumhuriyeti yeryüzünden silme projesine bitişik parçalar değil mi? Proje ne zaman tamamlanır? Cumhurbaşkanlığı seçimiyle mi? Ulusal ekonominin son kaleleri düşüp sömürgeleşme tamam olunca mı? Dinci tek parti egemenliği demokrasiye büründürülüp ''Türk İslam Cumhuriyeti'' ilan edilince mi? Humeyni benzeri birinin Amerikan uçağından Esenboğa'ya inişiyle mi? Tam olarak bilinmez. Ama, gerçekleştiğinde, ''Demek buymuş!'' denir. Çare? ''Karşıdevrim'' çok yönlü, dallı budaklı ama bütünsel ve eşgüdümlü ise, cumhuriyetçiliğin onu yenme çabası da, sömürgeleştirici küreselliğe, peşkeşçi ekonomiye, köleleştirici dış politikaya karşı çıkışıyla, laikliğiyle, eşitlikçiliğiyle, aynı ölçüde çok yönlü ve bütünlükçü olmalıdır. Sadece birinden birine tutunup bölük pörçük cumhuriyetçilik olmaz.... ----------------------------------------------------------------- Değerli hocamız Mümtaz SOYSAL'a sevgi ve saygılarımla...
  21. Değerli arkadaşlar... Konu mükemmel ve tamamıyle bağımsız bir yaklaşım ile önümüze getirilmiş harika bir konu ve etitörümüze buradan teşekkür ederim... Konu ile ilgili olarak söyleyebileceklerime gelince; Günümüzde İç ve dış dinamik ögeleri çeşitli nedenlerle bu çağ gerisi kalmış düşüncelere sahip olan yöneticilere hala destek verebiliyor olması ve sonuç olarak ta toplumların / toplumumuzun ilerleme ve gelişmesi aksıyor, yavaşlıyor, bilinçli olarak yavaşlatılabiliyor. Çağ gerisi kalmış düşünceler sonucunda ise; __Bazı toplumlar kimi zaman geri gidebiliyor. __Çağımızın en önemli kimlik kavramları hâlâ din ve milliyet olduğu lense edilebiliyor. Yani insanlar kendilerine "kimsin" diye sorulunca genellikle ya dinleri ya da milliyetleri ile yanıt veriyorlar. __Din ve milliyet eskiden siyaseti de belirleyen esas ögelerdi ve hala öyle bir yapıya doğru kaydırılma çabaları sergilenebiliyor __Ortaçağ'da, din-tarım imparatorluklarında, dinler ve mezhepler bugünkü siyasal partilerin işlevlerini de yüklenmişlerdi (günümüzde de farklı değil) __Bütün kitaplı dinler yani tek tanrılı semavi dinler, bireyleri sadece "öbür dünya"ya değil, "bu dünyada kurdukları düzene" (yani oluşturdukları devlete) de kazanmak uğruna savaş verirlerdi. Sonuç olarak tek tanrılı herhangi bir dinin temsilcileri arasında çıkan yönetim anlaşmazlıkları, siyasal farklılıklar, bu dinlerin içindeki mezhep ayrımlarını doğurdu. Yani semavi dinler nasıl tüm insanlık bakımından farklı siyasal partilerin işlevlerini yerine getirdiyse, aynı dine mensup insanlar arasındaki egemenlik kavgaları, siyasal farklılıklar da tek tanrılı dinlerin içinde mezhepler aracılığıyla temsil edildi. Endüstri devrimi ile ortaya çıkan milliyetçilik, gerek bireyin kimliği, gerekse yönetim farklılıklarını ve farklı çıkarları temsil eden siyasal parti işlevi açısından, dinleri yok etmedi, onların üzerine ikinci bir öge olarak eklendi ve Bu süreç bütün tek tanrılı dinler açısından aynı biçimde gelişti. İnsanlar Tarım Devrimi'nin egemen olduğu Ortaçağ'da birbirlerini dinlerine ve mezheplerine göre öldürürken, Endüstri Devrimi'nden sonra savaşların ideolojik ve siyasal şemsiyesi olarak milliyetçilik de kullanılmaya başlandı ve bu açıdan Hıristiyanlık ile Müslümanlık arasında, gerek birbirleriyle yaptıkları savaşlar, gerekse kendi dinleri içinde farklı mezheplerin birbirlerine uyguladıkları katliamlar bakımından pek büyük bir fark yoktur. Osmanlı İmparatorluğu'nun Endüstri Devrimi'ni kaçırması, İslam Dünyası'nın, Amerika'nın keşfi ile bu devrimi başlatan Hıristiyan Dünyası'nın gerisinde kalmasına yol açtı. __Osmanlı İmparatorluğu'nun Endüstri Devrimi'nin dışında kalmasının nedeni Müslümanlık değildi. Avrupalıların Endüstri Devrimini başlatmalarının nedeni de Hıristiyanlık değildi. Ama sonunda Hıristiyanların içinde yaşadığı toplumlar değişti ve gelişti. Müslümanların içinde yaşadığı toplumlar değişemedi ve gelişemedi. Bu nedenle Hıristiyanların çoğunlukta olduğu toplumlar, siyaset ile din ayrımını yaptılar, Müslümanların çoğunlukta olduğu toplumlar yapamadılar. Gerek dünyada küresel terörü sürdürenlerin, gerekse Türkiye'de bu teröre taşeronluk yapanların "İslam dinini bir referans olarak kullanmaları", İslam dininin Hıristiyanlıktan daha geri veya daha şiddete dönük olmasından değil, "Müslümanların büyük bir çoğunluğunun geri kalmış toplumlarda" yaşamalarından kaynaklanıyor. Sorun İslam dininde değil, kendisine Müslüman diyenlerin bir bölümünde. Bu sorun da din ile siyasetin, toplum ve devlet yapısı içinde yeterince ayrıştırılamamış olmasından kaynaklanıyor. Din ile siyaset ayrıştırılamayınca da, aynen savaş gibi, siyasetin bir başka biçimde devamı olan terör de İslam adına gelişip serpiliveriyor. Değerli arkadaşlar, ben savaş ile terörü ayırmam, her ikisinin de "bir egemenlik ilişkisinin şiddet yoluyla sorgulanması" olarak tanımlarım. Dini siyasetten ayırmayınca, siyasetin uzantıları olan savaştan ve terörden farklılaştırmanın da olanağı kalmıyor. Sonuç itibari ile Sayıt editörümüzün açmış olduğu topic'teki başlık bence aydınlanma sürecini tamamlamada aksaklık ve engellerle karşılaşan toplumumuz için bir kilometre taşıdır. Bu nedenle konunun çok iyi tartışılıp, üzerinde durulması ve şiddetle toplumsal yaşamımıza örnek teşkil edilmesi konusundaki duruşumusu sergilemeliyiz diye düşünüyorum... Sevgi ve saygılarımla...
  22. Bak arkadaşım ben başından beri seninle uğraşmıyorum ve sana kafa yormuyorum... Sadece düşünsel anlamda birşeyler üretiyor ve sizinle en azından asgari noktalarda birleşmek istiyorum... Eğer yazacak birşeyiniz yoksa onu bilemem ama senin su sorularını cevaplayalımda konu kapansın.... İŞTE SORDUĞUN SORULAR VE CEVAPLARI... 1- sizin amacınız nedir Amacımı belirtmeye çalıştım sanıyorum... Bir kez daha tüm ciddiyet ve inancımla tekrar etmek istiyorum ki, emperyalist Haçlılar; İslam âlemi diye anılan dünyaya gelip Kâbe'nin yıkılması şartıyla Anıtkabir'i yıkmayı teklif etseler, gözünü kırpmadan "Evet!" diyebilecek pek çok alçak bulurlar... Amacım tamamıyle bunlarla düşünsel anlamda savaşmaktır... 2- ne kadar ücretle çalışıyorsunuz, geliri iyi herhalde Evet kendi işim var ve uzmanlık gerektiren bir iş ile serbest olarak iştigal ediyorum ve gelirim iyi... 3- eleştirme yapıyorsunuz neden hiç kendinizden bahsetmiryorsunuz Kendimden bahsetme gereği duymuyorum çünkü bu topic'te ki mesajlarımı okursanız beni bulabilirsiniz... 4- günlüklere mi dayalı konuşuyorsunuz Kesinlikle bu soruyu cevaplamak istemiyorum çünkü hiçbir artısı yok 5- amacınıza ulaştınız mı Hayır ulaşılamadı ve kavga sürüyor... Kavga "Aydınlanma haraketi" ne karşı topyekün saldırı ve mümkün olduğunce bu saldırıyı demokratik, hukuk ve sosyal devlet anlayışı ile çözmektir gayretimi ve kimseyin incitmek ve kırmak değil... 6- hedefiniz nedir Ulaşılabilecek bir tek amacım var bunlar; 1___.Kurtuluş Savaşı'nın maddî kazanımlarını yıpratıp yok etmeye çalışanlarla mücadele etmek (Fikirsel) 2___.Türk aydınlanma devrimini kirletmek ve bu aydınlanmayı bir karşı devrimle boğup Türk milletini tekrar geriye-karanlığa götürmek isteyenlerin karşısına şiddetle dikilmek. Biliyoruz ki; Türkiye Cumhuriyeti, emperyalizme karşı mücadelenin sonucu olarak kuruldu. Bu haliyle İslam dünyasında tektir. Ve böyle olduğu için de Haçlı Batı'nın temel saldırı hedeflerinden biri olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti dışındaki Müslüman devletlerin hemen tamamı emperyalizm tarafından kurulmuştur. Bugünkü Irak'ta da yine emperyalizm tarafından devletçikler oluşturulmaktadır. Kuzey Irak Kürt devletçiği bunlardan biridir. 'Emperyalizme karşı'yı, 'emperyalizmle birlikte'ye çevirme mücadelesinde Haçlı Batı'nın en emin ve güçlü desteği, Atatürk devrimleriyle hesaplaşmayı varoluş nedeni bilen siyasal İslam kadrolarıdır. Müslümanlara yönelik hiçbir emperyalist tahrip, sarıklı ve takkeli ihaneti bir biçimde yanına almadan başarılı olamamıştır, olamaz ve olamayacakta... Sonuna kadar bu bilinç ile dimdik ayaktayız ve bekliyoruz... Bana bunları açıklama fırsatı verdiğiniz için size teşekkür ediyorum... Sevgi ve saygılarıla... -- Anlaşılmadıysa; müsadenizle bir hikaye / fıkra ile anlatmaya çalışayım... Bebek bir deve annesine sormuş: 'Anneciğim bizim niçin hörgücümüz var?' Annesi cevap vermiş: 'Biz çölde yaşadığımız için uzun süre su ihtiyacımızı karşılamak için hörgücümüz olmalı. Suyu depolamamız gerekir de ondan' Bebek deve yine sormuş: 'Peki anneciğim bizim ayaklarımız niçin lap lap tırnaklı?' Anne cevaplamış: 'Kızım biz çölde uzun yol yürürüz. Ayaklarımız sağlam dayanıklı olmalı' Bebek deve yine sormuş: 'Peki anneciğim bizim göz kapaklarımız niçin panjur gibi?' Anne deve buna da cevap bulmuş: 'Kızım bizim yaşadığımız çölde kum fırtıkaları olur. Kumlar gözümüze kaçmasın diye göz kapaklarımız gözlerimizi korur' Bu sorulara aldığı cevaplar karşısında bebek deve bu durumu kabullenmemiş bir eda ile annesine tekrar sormuş: 'Anneciğim madem vücudumuzdaki bu farklılıklar çölde işe yarıyor, o zaman bizim hayvanat bahçesinde işimiz ne?' -------------------------------------------------------------------------------------------------------- Kıssadan Hisse: Yetenekleriniz yerinde kullanılabilirse size avantaj sağlar
  23. Dinlemek İçin Dinlemek Mi, Anlamak İçin Dinlemek Mi..! Algılamadaki Özen, İş Hayatında da, Sosyal Hayatta da Bazen Ciddi Sorunlar Yaratabiliyor..! SÖZ UÇAR GİDER; YAZI KALIR..! Sosyal Hayata Yeni Atılacak Olan Kardeşlerimize, Bu Cümlenin Kulaklarına Küpe Olmasını Önemle Tavsiye Ederim. Sevgiyle Kalın,

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.

Configure browser push notifications

Chrome (Android)
  1. Tap the lock icon next to the address bar.
  2. Tap Permissions → Notifications.
  3. Adjust your preference.
Chrome (Desktop)
  1. Click the padlock icon in the address bar.
  2. Select Site settings.
  3. Find Notifications and adjust your preference.