Legendary tarafından postalanan herşey
-
Pinokyo -Carlo Collodi-
Kitabın Adı:Pinokyo Kitabın Yazarı: Carlo Collodi Kitabın Yazılma Yılı:1881 Kitabın Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları Kitabın Basım Yılı: 01.11.2006 Sayfa Sayısı:151 Kitabın Konusu: Yaşlı Gepetto Kiraz ağacından kukla yaparken kiraz ağacının konuştuğunu işitir ve onu küçük bir erkek çocuğu olarak kuklaya çevirir.. Pinokyo çok yaramaz, tembel ,haylaz ve boş işleri seven okula gitmek istemeyen parasını eğlence için harcayan , nasihatlara kulak vermeyen ve açgözlü bir çocuktur.. Pek çok kötü deneyim yaşar dolandırılır, bir böcek öldürür, sirkte çalıştırılır denize atılır, hapise girer ama onu orman perisi korur ve yardım eder.. En sonunda akıllanan pinokyo çok çalışır parasıyla babasına ve orman perisine yardım eder ve orman perisi onu İnsan yapar..
-
Mühür Sanatı
Mühür bir belge mektup ya da eşyanın gerçek ve onaylanmış olduğunu göstermek sahibini belirtmek önemli mektup ve paketlerin açılmasını engellemek için kullanılır. Mezopotamya ve Eski Mısır uygarlıklarından bu yana kullanılan mühür çoğunlukla değerli taşlardan metalden ya da kauçuktan yapılır. Kullanılan yüzünde ters olarak kazınmış kişi ya da kurum adı ile çeşitli yazı ve desenler bulunur. Sıcak balmumu üzerine basıldığı gibi mürekkeplenerek kâğıt üzerine de basılır. Mührün ilk kez Mezopotamya'da kullanıldığı bilinmektedir. Arkeolojik araştırmalarda mühürlenmiş kil tabletler bulunmuştur. Mühürlenmiş mektup sözleşme ve hesap tabletleri kilden yapılmış bir zarfa konur zarf da ayrıca mühürlenirdi. Uluslararası antlaşmalar da krallık mühürleriyle mühürlenirdi. Eski Mısır'da ise papirüse yazılan belgeler rulo yapılıp iple bağlandıktan sonra ipin düğümü mumla kaplanır ve üstü mühürlenirdi. Bu yöntem dünyanın pek çok bölgesine yayıldı. Eski Yunanlılar Romalılar Araplar ve Bizanslılar da yazılı belgeleri mühürleme geleneğini sürdürdüler. Mezopotamya'da bulunan en eski mühürler üzerlerinde çizikler bulunan düğmeye benzer damgalardı. Daha sonra insan figürleri ve doğa motifleri içeren mühürler kullanıldı. Hayvan biçimli küçük mühürlerden sonra silindir biçimli döndürülerek kullanılan mühürler yapıldı. İÖ 6. ve 4. yüzyıllar arasında İran'a egemen olan Ahamenişler'in mühürleri çok ince bir işçilik ürünüydü; üzerlerinde kanatlı akrep ve yarısı aslan yarısı kartal biçiminde mitolojik simgesel motifler yer alıyordu. Hititler daha çok değerli taşlardan yapılmış damga mühürleri kullandılar. Urar-tular'da ise hem döndürülerek hem de bastırılarak kullanılan silindir damga mühürleri vardı. Avrupa'da ortaçağ boyunca krallar soylular ve din adamları mühür kullandı. Mühürlerin çoğu yuvarlaktı; ama oval ya da kalkan biçimli olanları da vardı. Bazıları yüzük biçiminde yapılıp parmağa takılıyordu. Bazı mühürler ikiyüzlüydü. Krallık mühürlerinde yönetimdeki kralı genellikle başında tacıyla tahtında oturur biçimde gösteren bir figür olurdu. Soyluların mühürlerinde aile armaları yer alır din adamlarının mühürlerindeyse melekler azizler tapınaklar ya da Kutsal Kitap'tan sahneler bulunurdu. Lonca adı verilen zanaat birliklerinin de kendi mühürleri vardı. Bu mühürlerin üzerinde zanaatkârların ış aletlerini gösteren desenler yer alıyordu. Kentlerin mühürlerinde de genellikle o kenti simgeleyen bir yapının ya da kentin kapılarından birinin resmi olurdu. Kişisel mühürlerde resmin yanı sıra birkaç sözcükten oluşan bir yazı da yer alır bu yazıda çoğunlukla mühür sahibinin adı ve sanı belirtilirdi. Mühürde bir atasözü ya da duanın yer aldığı da olurdu. Ortaçağda mühür mumu balmumunun terebentin ve renk verici maddelerle karıştırılmasıyla yapılıyordu. 16. yüzyılda balmumu yerine Endonezya'dan gelen ve gomalak adı verilen bir tür reçine kullanılmaya başlandı. Hazırlanan mühür mumu çubuk biçiminde kalıplara dökülüyordu. Daha sonra bu kalıplar mühürlenecek olan belge ya da mektubun üzerine tutulup bir alevle kâğıdın üzerine mumun damlaması sağlanıyor ve mum henüz sıcakken üzerine mühür bastırılıyordu. 12.-19. yüzyıllar arasında mektuplar zarfa konmaz bunun yerine birkaç kez katlanır ve çoğunlukla bir mühür yüzüğü ile mühürlenirdi. Bugün bile özel ve önemli mektupları içeren zarflar mumdan bir mühürle kapatılır. İslam dünyasında da mühür aynı amaçlarla kullanılmıştır. İslam tarihinde bilinen en eski mühür Mısır Valisi Amr İbnü'l-As'a aittir. Hz. Muhammed de 629'da başlayarak üzerinde "Muhammed Resulullah" (Allah'ın elçisi Muhammed) sözleri kazılı bir mühür kullanmıştır. Osmanlılar'da resmi olsun kişisel olsun bütün önemli belgeler mektuplar mühürle geçerlilik kazanırdı. En önemli mühür ise sadrazamın taşıdığı ve padişahın mutlak vekili olduğunu simgeleyen mühr-i hümayun'du. Yaygın olarak kullanıldığı için mühür kazıma hakkâklık denen sanatın doğmasına yol açmıştı. Hakkâklar isteğe göre çeşitli madenler ya da değerli taşlar üzerine mühür kazırlardı. Osmanlı Devleti'nin ancak son dönemlerinde ve daha çok resmi olmayan işlerde mühür yerine imza kullanılmaya başlandı. Bugünkü hukuk düzeninde mühür yalnızca resmi belgeler için bir anlam taşımakta kişiler ise ancak okuma yazma bilmiyorlarsa mühür kullanabilmektedirler. Mühür Sanatı Temel Britannica
-
ASKERLİK KONUSUNDA YARDIM
Merhaba nicdesouza.. mezun olduğun ,yani diplomanı aldığın tarihten itibaren 1 yıl askerlikten muaf tutuluyorsunuz.. Askere ancak 1 yıl sonra alınabilirsiniz..Alınacak olsanız merak etmeyin size askerliğe davet gelir,mektupla çağırırlar..
- Dünden bugüne reklamlar
-
Karga ile Tilki-La Fontaine Masalları
Kitabın Adı:Karga ile Tilki Kitabın Yazarı: La Fontaine Kitabın Yazılma Yılı:1668 Kitabın Yayınevi: – Kitabın Basım Yılı: – Sayfa Sayısı:– Kitabın Konusu: La fontaine masallarından karga ile tilki Kitabın Özeti: Bir dala konmuştu karga cenapları; Ağzında bir parça peynir vardı. Sayın tilki kokuyu almış olmalı, Ona nağme yapmaya başladı: “Ooo! Karga cenapları,merhaba! Ne kadar güzelsiniz,ne kadar şirinsiniz! Gözüm kör olsun yalanım varsa. Tüyleriniz gibiyse sesiniz, Sultanı sayılırsınız bütün bu ormanın.” Keyfinden aklı başından gitti bay karganın. Göstermek için güzel sesini Açınca ağzını,düşürdü nevalesini. Tilki kapıp onu dedi ki: “Efendiciğim, Size güzel bir ders vereceğim: Her dalkavuk bir alığın sırtından geçinir, Bu derse de fazla olmasa gerek bir peynir.” Karga şaşkın,mahcup,biraz da geç ama, Yemin etti gayrı faka basmayacağına. Kitabın Anafikri: Her insana aldanmamak, iyilik yapıyor görünen herkeze inanmamak.
-
Kurt ile Köpek-La Fontaine
Kitabın Adı:Köpek ile Kurt Kitabın Yazarı: La Fontaine Kitabın Yazılma Yılı:1668 Kitabın Yayınevi: – Kitabın Basım Yılı: – Sayfa Sayısı:— Kitabın Konusu: Köpek ile kurdun güzel bir dayanışması anlatılmaktadır… Muhtaç olanlara yardım etmeliyiz ki bizde zor durama düşersek bizede yardım eden kişi olsun.. Kitabın Özeti: Bir köpek ormanda gezerken kurtla karşılaşmış. Hasta ve çok zayıflamış olan kurt, ayakta zor durabiliyormuş. Köpek kurdun bu haline çok üzülmüş. “Ne kadar kötü görünüyorsun böyle kurt kardeş?” demiş. “Herkes bizi düşman bilse de, biz uzaktan akrabayız. Doğrusu sana yardım etmek isterim.” “Hiç sorma.” demiş kurt. “Ağır bir hastalığa yakalandığım için uzun süre avlanamadım. Şimdi iyileştim ama bir av yakalayacak kadar gücüm kalmadı artık. Ben de böyle aç susuz dolaşıyorum artık.” “Sen hiç üzülme.” demiş köpek. “Ben sana yardım edeceğim. Bu akşam sahibimin düğünü var. Akşam olunca köyün dışındaki çalılıklara gel. Ben sana düğün yemeklerinin artıklarını taşırım.” Birkaç gün boyunca köpek tarafından beslenen kurt, sonunda kendini toparlayıp eski kuvvetine kavuşmuş. Teşekkür edip vedalaştıktan sonra da ormana gitmiş. Aradan yıllar geçmiş. Köpek iyice yaşlanınca sahibi onu dışarı atmış. Ormanda aylak aylak gezen köpek, eski dostu kurtla karşılaşmış. “Hayrola?” demiş kurt. “Çok perişan görünüyorsun.” Köpek içini çekip; “Yaşlandım artık!” demiş. “Sahibimin işine yaramadığım için beni kovdu.” Kurt; “biz eski dost değil miyiz?” demiş. “Şimdi yardım etme sırası bende. Hatırlasana, benim hayatımı nasıl kurtarmıştın? Hemen bir plan yapmalıyız. Tamam buldum! Senin sahibinin küçük bir çocuğu vardı değil mi? Şimdi ben gidip onu kaçıracağım, sen de geri götüreceksin. . Böylece sahibin seni el üstünde tutacak.” Bu sözleri söyleyen kurt, kaşla göz arasında gidip, çocuğu ormana getirmiş. Köydeki herkes silahlanıp ormana koşmuş ancak daha ormana girmeden, yaşlı ve işe yaramaz diye evden kovdukları köpeğin çocuğu geri getirdiğini görmüşler. Bu olaydan sonra yaşlı köpeğin itibarı öyle artmış ki, insanlar onun kahramanlığını yüzlerce yıl çocuklarına anlatmışlar.
-
Kerem ile Aslı
Kitabın Adı:Kerem ile Aslı Kitabın Yazarı: DİVAN EDEBİYATI Kitabın Yazılma Yılı:— Kitabın Yayınevi: – Kitabın Basım Yılı: – Sayfa Sayısı:— Kitabın Konusu: Birbirini seven iki işinin yaşadıkları mucadele ve sevgi Kitabın Özeti: Masal bu ya, Isfahan şahı Anka Bey’in tek üzüntüsü çocuklarının olmamasıydı. Günlerden bir gün yaşlı bir derviş elinde bir elmayla çıkageldi ve hanım sultanın bu elmayı Ayazma Çeşmesi’nin başında yemesi halinde Allah’ın izniyle bir çocuklarının olacağı müjdesini verip gözden kayboldu. Anka Bey sevindi ve tellallar çıkarıp halkın çeşme başında toplanmasını buyurdu. Isfahan’da aynı derdi çeken zengin bir Ermeni Keşişi vardı; karısı haberi duyunca hanım sultana giderek elmanın bir parçasını da kendisine vermesini istedi. Hanım sultan, doğacak çocuklar ayrı cinsten olursa büyüdüklerinde başgöz edileceklerine dair söz alarak elmanın yarısını Keşiş’in karısına verdi. Hikmet—i Hüda, dokuz ay sonra Anka Bey’in bir oğlu, Keşiş’in de bir kızı dünyaya geldi. Birine Mirza, diğerine Han Sultan adını koydular. Çocuklar birbirinden habersiz büyüdüler. Bir gün Mirza rüyasında bir dünya güzeli görüp âşık oldu; çok geçmeden arkadaşı Sofu’yla birlikte av peşinde koşarken bir bahçeye girdi ve karşısında rüyasındaki kızı görünce aklı başından gitti. Burası Ermeni Keşişi’nin bahçesi, kız ise Mirza’nın sözlüsüydü. Mirza rüyanın “aslı”nı bulduğunu söyleyerek kızı yanaklarından öptü, kız ise utanarak “Kerem et, beni rüsvay eyleme!” diye yalvardı. Böylece meşhur aşk hikâyesinin kahramanları asıl adlarını bulmuş oldular: Aslı ile Kerem. Bundan sonrası malûm; Isfahan şahı Keşiş’ten sözünü yerine getirmesini isteyecek, ancak kızını bir Müslümana vermek istemeyen Keşiş, bir gece gizlice Isfahan’ı terkedecektir. Ertesi gün Keşiş’in ailesiyle birlikte sırra kadem bastığını öğrenen Mirza Bey beyninden vurulmuşa döner ve arkadaşı Sofu’yla birlikte yollara düşer. Demir asa demir çarık, bütün Doğu Anadolu’yu karış karış gezerek Aslı’sını aramaya başlar. Artık o Şehzade Mirza Bey değil, Âşık Kerem’dir; sazıyla hep aşkını söylemekte, dağlarla, derelerle, kurtla, kuşla söyleşip Han Aslı’sından haber sormaktadır. O kadar büyük aşktır ki bu, başı karlı dağlar ve azgın nehirler bile sazıyla o seslenince insafa gelir, yol verirler. Bazan Kerem Aslı’nın izini bulur, fakat Keşiş her seferinde kızını kaçırmayı başarır. Böyle yıllar süren bir kaçıp kovalamaca… Sonunda kavuşurlar kavuşmasına; fakat Keşiş kızına sihirli bir elbise giydirmiştir; Kerem gerdek gecesi Aslı’nın düğmelerini bir türlü çözemez ve öyle bir âh eder ki, aşkının ateşiyle yanıp kül olur. Kerem’in küllerini toplamaya çalışırken saçları alev alan Aslı da yanarak ölecek; böylece iki âşık ancak öteki dünyada birbirlerine kavuşabileceklerdi.
-
Küçük Ağa-Tağrık Buğra
Kitabın Adı: Küçük Ağa Kitabın Yazarı: Tarık Buğra Kitabın Yazılma Yılı:1986 Kitabın Yayınevi: Remzi Yayınevi Kitabın Basım Yılı: 9.basım 2001 Sayfa Sayısı:624 sayfa Kitabın Konusu: Küçük Ağa,Kurtuluş Savaşı yıllarında, siyasal karar ve tartışma merkezlerinin uzağında, Kuvayı Milliyeci denilen, ama ne oldukları, neyi temsil ettikleri pek bilinmeyen birilerinin açtığı savaşa katılıp katılmamanın vebalini tartarak bir karar verme durumunda kalan insanları anlatır. Asırlardır sadece ‘halife-i ruyi zemin’in, padişahın açtığı sancağın altında savaşılacağı bilgi ve inancıyla yaşamış taşra insanlarının, halife-padişah çağrısının yokluğunda ve işgal haberleri yayılırken yaşadıkları ikilemlerin, açmaz ve iç çalkantıların, kendileri ve kaderlerine sahip çıkma hakkında yeniden düşünmek zorunda kalışlarının hikayesidir. Tarık Buğra’nın kendi deyişiyle küçük ağa,destanlara yakışır bir konuyu ele almasına rağmen, destan değil, gerçekliği anlatan bir romandır. İttihatçıların ve Kuvayı milliyecilerin değil, inanç ve gelenek kalıtıyla baş başa, ilk kez kendisi ve kendi adına geleceği için karar vermeye çalışan bir ahalinin ‘kahraman’ı olduğu bir roman.
-
Bomba-Ömer Seyfettin
Kitabın Adı:Bomba Kitabın Yazarı: Ömer SEYFETTİN Kitabın Yazılma Yılı:1983 Kitabın Yayınevi: BİLGİ YAYIN EVİ Kitabın Basım Yılı: — Kitabın Konusu: Ömer SEYFETTİN’in bu kitabında birbirinden tamamen bağımsız birkaç hikayeden oluşmaktadır.Türk çocuğu Primo da vatansever bir çocuğun vatanı için kendi çapında yapmaya çalıştığı herkese örnek olacak olayları, Nakarat’ta ise gençliği Makedonya’da geçmiş bir subayın başından geçen karşılıksız ve yanlış bir aşkı ,Hürriyet Bayrakları’nda da Osmanlıcılığı savunan bir subayın başından geçen bir olayı ,İrtica Haberin’de ise irtica etmek için ayaklanan bir grup insanın bir bakan ve sadrazamı öldürmesini ve son olarakta Makedonya’da geçen eşkıyaların öldürdüğü birisinin hayatını ve öldürülme nedenini anlatan bir hikaye.
-
Yüksek Ökçeler
Kitabın Adı:YÜKSEK ÖKÇELER Kitabın Yazarı: Ömer SEYFETTİN Kitabın Yazılma Yılı: –. Kitabın Yayınevi: SERHAT YAYINLARI Kitabın Basım Yılı: 1984 Sayfa Sayısı:130 sayfa Kitabın Konusu: Herşeyi olan,zengin ve genç yaşta dul kalmış birinin yanıda çalışanlara yaptıgı baskılarla,onları istediği standartlara getirme çabası… Kitabın Özeti: -)YÜKSEK ÖKÇELER:Hatice Hanım,pek genç dul kalmış zengin bir hanımdır.13 yaşındayken 60 yaşında yaşlı ve hastalıklı bir erkekle evlenmiştir.Hatice Hanım başlıca merakı temizlikle namusluluktu.Göztepe’deki köşkünü hizmetçi Eleni ile evletlığı Gülter’le beraber temizler,aşçısı Mehmet’İ her gün traş ettirir.Bolulu oğlanı tepeden tırnağa beyazlar giydirirdi.Evdeki çalışanları çok namusluydular.Kileri kitlemez,paraları meydanda dururdu.Evdeki çalışanlarına kimseyle konuşmamalarını öğütlerdi.Birgün Hatice Hanım’ın birden başı döndü ve bayıldı.Doktor hastalığının sebebini Hatice Hanım’ın yüksek ökçeli ayakkabılarına bağladıve ona ökçesiz ayakkabı önerdi.O günden sonra evdekilere söz dinletemez oldu.Kiler de artık boşalmaya başlamıştı.Bir gün mutfağın kapısını gelen sesler üzerine açtı ve aşçıyla çalışanları fingirdeşirken gördü bu olay sonucunda hepsini evinden kovar.Ardından eve çok çalışan aldı,ama sonunda yine ökçeli ayakkabıları giyer oldu,hastaydı ama kafası rahattı. B-)BAHARIN TESİRİ:Ahmet bir bahar sabahı büyük bir dinçlikle uyanır,yürüyüşe başlar.İstanbul kenarlarındaki evinden şehre doğru yürür.Vapurla Taksim’e geçer,burda kahvaltı yaptıktan sonra eski arkadaşlarından Sermet’le görüşür.Sermet Ahmet’I eve çay içmeye çağırır.İkisi beraber evin yolunu tutarlar.Ahmet Bey burda Sermet’in teyzesi Mediha’yla tanıiır ve ona aşık olur.Eve geldiğinde günler boyu onu düşler,uyuyamaz olmuştur.Bunu açıklamak ister Mediha’ya.Bu olaydan arkadaşı Mehmet Bey de haberdar olur.O da Ahmet Bey’e bunun bir bahar esintisi olduğunu söyler.Onun bir kasabaya gitmesini,orada bu olayı unutacağını söler ve dediği gibi de olur.Eve geldiğinde Mediha’nın hayalini bile hatırlamaz olur.Ve bu tatlı bahar esintisini unutur. C-)ÇİRKİNLİĞİNİ ESRARI:Nihat 50 yaşlarında bir beydir.Bir gün herzamanki akşam yürüyüşlrinden birine çıkar ve aniden bastıran yağmura yakalanır.Civardaki arkadaşı olduğu bir eve saklanır.Evin küçük hanımı uyumakta arkadaşı da evde bulunmamaktadır.Hizmetçi eve girmesini ve dinlenmesini söyler.Küçük hanım uyanır ve Nihat beyle sohbete başlar,derken 20 yaşlarındaki kız Nihat Bey’e aşık olduğunu dile getirir.Nihat’ın bu olay hoşuna gider ama kızı yaşındaki biriyle bu tür şeyler konuşmayı kendine yakıştıramaz ama kız ikna olmaz.Nihat mademki yaşlı kişilere merakın var sana birini tasvir edeyim der ve kasabadaki yaşlı,en çirkin adamı anlatır veveden ayrılır.Birkaç ay sonra Sükude’nin bu çirkin kişiyle evlendiği haberini duyar.Bu olayın gençliğin tecrübesizliğine ve çirkinliğin esrarına bağlar. D-)NEZLE:Masume Hanım 40 yaşlrında dul bir hanımdır.Evinden kasabanın eğlence yerine gidiyorlardı.Bu eğlence her yıldüzenlenmekteydi.Yolda kaç yıldır dul olduğunu ve bir türlü istediği gibi genç kuvvetli bir erkek bulamamıştı.Aniden faytoncusu Himmet gözüne çarptı ve hoşuna gitti.Ona direk beğendiğini söylemeyi gururuna yediremedi.Ona bir takım olaylar ve laflarla belli etmeye çalıştı.Fakat Himmet olayı kavrayacak kadar zeki ve cin fikirli olmadığından anlayamadı.Bunun üzerine Masume Hanım;Himmet’e Allah belanı versin diyerek bu aşkı unutmaya karar verdi. E-)BİR VASİYETNAME:Kahramanımız 40 yaşlarında zengin,çapkın,yakışıklı bir adamdır.Bir gece bu zevkli,neşeli hayattan sıkılır ve intihara kara verir.Ardından yağenine bir vasiyetname yazar ona elli binlira bıraktığını,bu parayı nasıl harcayacağını anlatır.Gece bitmiş sabah olmuş fakat intihar edememiştir.Çünkü gece arkadaşlarından Julide gelmiş ve onu tekrar bu hayatın içine sokmayı başarmıştır.Bununm üzerine yeğenine bir not yazar:Yeğenim ben Monoca’ya gidiyorum,elveda sevgili yeğenim,elvada!…
-
Vatan Yahut Silistre
Kitabın Adı: Vatan Yahut Silistre Kitabın Yazarı: Namık Kemal Kitabın Yazılma Yılı: –. Kitabın Yayınevi: Gökşin Yayınları Kitabın Basım Yılı: 1998 Sayfa Sayısı:130 sayfa Kitabın Konusu: Rusların 1854 yılında General Schilder komutasında Silistre kalesine saldırdılar düzenlemesi etrafında gelişmektedir. Kitabın Özeti: Rusların 1854 yılında General Schilder komutasında Silistre kalesine saldırdılar düzenlemesi etrafında gelişmektedir. General Schilder’in başarısızlığı, Türk kale komutanı Musa Paşa’nın fedakarlığı ve kahramanlığı, Alman Grach’ın Savunma stratejisi dramda yer almamaktadır. Oyun daha çok hayal ürünüydü, bir de oyunda aşk hikayesi geçmektedir. Önemli olan, Türk milletinin bu oyun sayesinde Arapça ismiyle “vatan” kavramının bilincine varmasıdır. O güne kadar bu anlayıştan yoksundurlar. Oyunun 1870 – 1871 Alman-Fransız savaşının etkisiyle yazıldığı sanılmaktadır.
-
Gulyabani
Kitabın Adı:Gulyabani Kitabın Yazarı:Hüseyin Rahmi Gürpınar Kitabın Yazılma Yılı: –. Kitabın Yayınevi: ATLAS KİTABEVİ Kitabın Basım Yılı: Ocak 1995 Sayfa Sayısı:330 sayfa Kitabın Konusu: Yazar cin,peri ve gulyabani gibi boş inancların nasıl kötüye kullanılarak saf ve namuslu insanların kandırıldığını anlatmıştır. Kitabın Özeti: Hoppaca bir kız olan Munise çok güzel bir kızdır. Annesi ve babası o daha gençken ölür.Komşuları Munise’yi geyindirip,geçindirir ve çehiz vererek onu birisiyle evlendirirler. Fakat Munise kocasıyla pek anlaşamaz ve bir gün kocası evde yokken kaçar. Daha sonra ana dostu olan Ayşe Hanım adlı bir kadın onu bulur ve ona onun hizmetçilik yapabileceği iyi ve namuslu bir yere götüreceğini söyler. Ama Ayşe Hanımın Munise’ye bir tafsiyesi vardır. O da şudur ki; Eğer oradakalıp iyi para kazanmak ve daha sonra kendine iyi yuva kurmak istiyorsa orada olup bitenleri kimseye söylemeyecek ve bunlara tepki vermeyecekti. Munise bu fikre evet der.Ayşe Hanım Munise’yi bir dağın tepesindeki köşke götürür. Burada onları Çeşmifelek Kalfa ve Ruşen adlı iki hizmetçi karşılar. Daha sonra Ayşe Hanım Munise’yi burada bırakıp gider. Munise bu köşkün garipliklerine şaşıp kalır. Çünki gelirken onları buraya getiren arabacını konuştuğu cin,per ve gulyabani muhabbetine inanamayan Munise, bunlara inanmaya başlar. Munise Ayşe Hanımın onu buraya büyük bir bahşiş karşılığında getirdiğini bu zaman anlar ve kafasına vurur. Gitmeye çalışır fakat ona buraya gelen insanların bir daha geri dönemeyeceğini söylerler. Munisenni getirildiği köşkün her tarafında her gece cinler,periler dolaşır.Bunlardan en korkuncu ise Gulyabani’dir. Cinler ve Periler her gece bu köşkün etrafına gelip odalara girerek abuk subuk sesler çıkarır ve Muniseye saldırırlar. Muniseyse ona verilen tafsiyeler göre hareket ederek sesini çıkarmaz bu da benim kaderimdir der. Bir gün gece bir erkek peri Munise Hanımın odasına gelir. Munise bu durum karşısında şaşkın kalmıştır. Bu erkek perinin adı Hasan’mış. Hasan çok güzel yüzlü peridir. Hasan kendisinin peri olmadığını ve onu bu köşkten kurtarmak istediğini söyler. Fakat Munise bu olaylarla sürekli karşılaştığından onun sözüne inanmaz. Hasan ise ona aşık olduğunu ve onu sevdiğini, onun için her şey yapabieceğini söyler. Daha sonra Hasan’ın insan olduğu ve Şehirden bu köye geldiği anlaşılır. Hasan sonunda bu cin,peri saçmalıklarının bir iç yüzünün olduğunu anlar ve bunu ortaya çıkarır. Demek ki, cin,per, ve gulyabani muhabbeti saçmalıktan ibaretmiş. Bunların hepsi cin,peri ve gulyabani kılığına girmiş birer insanlarmış.Bu insanlar cahil köy halkını kandırır ve namussuzca işler yaparlarmış. Hasan onların hepsini yakalar ve halkın önünde hepsini tanıtarak cezalandırır. Sonra Munise Hasan’la evlenir, köşkte hizmetçilik yapan Çeşmifelek Kalfa ve Ruşen’e de birer kaca bulurlar. Onlar da mutlulukla hayatını devam ettirir. Köşkün sahibi, Hanımefendi de Munise ve Hasan’la birlikte bir müddet yaşar ve sonra hayatını değiştirerek bütün malını ve mülkünü onlara bırakır. Hasan’la Munise hayatlarına mutlulukla devam ederler.
-
YAPRAK DÖKÜMÜ
Kitabın Adı:Yaprak Dökümü Kitabın Yazarı:Reşat Nuri GÜNTEKİN Kitabın Yazılma Yılı: 2006 Kitabın Yayınevi: İnkılap Yayınları Kitabın Basım Yılı: Ocak 1995 Sayfa Sayısı:141 sayfa Kitabın Konusu: Gelenek göreneklerine bağlı, özellikle ahlaki konularda çok titiz olan Ali Rıza Bey ile batılılaşma hareketine karışarak daha zengin bir hayat yaşamak isteyen çocukları arasındaki çatışma işlenmiştir. Kitabın Özeti: Ali Rıza Bey, hayatını memuriyetle devam ettiren, namusuna ve ahlaka son derece düşkün beş çocuklu bir ailenin babasıdır. Trabzon’da çalıştığı bir iş yerinden ayrıldıktan sonra İstanbul’a gelip Bağlarbaşı’ndaki babadan kalma eve yerleştiler. Bir süre işsiz gezdikten sonra, Muzaffer adındaki eski öğrencisinin ona sağladığı imkanla işe girer.Her şey kızları Leyla ve Necla’nın arkadaşları olan Leman’ın Ali Rıza Bey’den iş istemesiyle başlar. Ali Rıza Bey Leman’a çalıştığı yerde bir iş bulmuştur; fakat Leman bir süre sonra patronu Muzaffer Bey’le bir ilişki yaşar ve hamile kalır. Ali Rıza Bey bunu duyunca kendini suçlar ve Muzaffer Bey’den Leman ile evlenip onun namusunu temizlemesini ister.Patronu bunu kabul etmeyince Ali Rıza Bey bu olayı gururuna yediremeyip işten ayrılır. Daha sonra oğlu Şevket’in bir iş bulduğunu öğrenince bir parça sevinmiştir. Fakat bir süre sona Ali Rıza Bey’in karısı Hayriye Hanım ve kızları Necla ile Leyla artık eve para getirmediği için ona saygı duymuyorlar ve onu aşağılıyorlardır. Bir gün, Şevket işyerinde evli bir kadınla ilişkiye girdiğini ve o kadınla evlenmek istediğini söyler. İlk başta Ali Rıza Bey bu olaya itiraz etse de daha sonra Şevket’in Ferhunde ismindeki kadını ne kadar çok sevdiğini görmüştür. Fakat, gelin Ferhunde eğlenceye ve modern hayata alışkın biridir ve evde gece toplantıları yapılmaya başlanır. Evin ortanca kızları olan Necla ve Leyla’nın eğlenceye ve lükse olan düşkünlükleri artar.Böylelikle Ferhunde’nin evdeki hakimiyeti iyice artar. Evin en büyük kızı olan Fikret bu olanlara daha fazla dayanamayacağını anlar ve Adapazarı’nda yaşayan bir adamla adamın çocuklarına bakma koşuluyla evlenmeye karar vermiştir. Fikret’in evden gidişiyle daldaki yapraklardan biri kopar. Şevket’in kazandığı para ve Ali Rıza Bey’in emekli maaşı evde yapılan eğlencelere harcanmaktadır. En sonunda elde hiçbir şey kalmaz. Şevket çareyi çalıştığı bankadan zimmetine para geçirmekte bulur. Aldığı parayı yerine koyamayınca hapse girer. Böylelikle dalın ikinci yaprağı da kopar. Ferhunde bu hayat daha fazla dayanamayacağını söyleyerek evi terk eder. Bunun sonucunda üçüncü yaprak da kopmuş olur. Daha sonra Necla da kendini zengin gösteren bir Suriyeli adam ile evlenir. Fakat mutlu değildir ve babasından yardım istemek için mektup yollar. Ali Rıza Bey ise onun bu isteğini reddeder ve yaşamına devam etmesini söyler. Böylece dalın dördüncü yaprağı da kopar. Leyla zengin bir avukatın metresi olur ve Ali rıza Bey bunu bir arkadaşından öğrenir. Namusuna düşkün olan Ali Rıza Bey Leyla’yı evden kovar . Leyla avukatın Taksim’de tuttuğu eve yerleşir. Böylece dalın son yaprağı da kopmuş olur. Nihayetinde Ali Rıza Bey Leyla’nın eve gelmesini kabul eder ama kendisi evden ayrılacaktır. Adapazarı’nda olan kızı Fikret’in yanına gider ve Fikret’in orada mutsuz olduğunu görür. Kocası ve üvey çocuklarıyla arası iyi değildir. Bunu gören Ali Rıza Bey İstanbul’a geri döner ama birkaç gün eve gitmez. Daha sonra hasta olur ve eski bir arkadaşı sayesinde hastaneye kaldırılır. Bir gün Hayriye Hanım ve kızı Leyla hastaneye gidip onu alırlar ve Taksim’deki eve giderek yaşamlarına orada devam ederler.
-
Video:Classical - Beethoven Symphony No. 5 1st Movement
Beethoven Symphony No. 5 1st Movement
-
Video:Beethoven - Symphony No. 5 in C Minor (1)
Beethoven - Symphony No. 5 in C Minor (1)
-
Video:P.I.Tchaikovsky - The Nutcracker
P.I.Tchaikovsky - The Nutcracker
-
Günümüz Türkiyesi'nde Bale
Günümüz Türkiyesi’nde Bale Dünya üzerindeki çeşitli halkların sanatları, onların kültürlerinin bir ifadesidir. Dans da toplumun kültürünü yansıtan unsurlardan biridir. Cumhuriyet dönemiyle birlikte sanata verilen önem yeni bir boyuta geçmiştir. O dönemde, Türkiye Cumhuriyeti’nin en ciddi sanat eğitimi veren kuruluşu olan Devlet Konservatuarı Ankara’da kuruldu. Bu konservatuarın bale yi de içermesi, hemen mümkün olmadı. Hükümet, Avrupa’nın önde gelen sanatçılarını Türkiye’ye çağırdı ve İstanbul’da Yeşilköy Bale kursu, Ninette de Valois öncülüğünde kuruldu.Bale Akademisi 6 Ocak 1948 ‘de açıldı. Milli Eğitim Bakanlığı’ndan onay alınamama sürecinde, üç yıl, Bale Akademisi, Yeşilköy’de bir ilköğretim binasında barındı. Daha sonra Yeşilköy Bale Okulu, Ankara Devlet Konservatuarı’nın Bale bölümü haline geldi. Sanatçıöğretmen Molly Lake, günümüz Türk Balesi’nin temelini oluşturan Meriç Sümen, Sait Sökmen, Gülcan Tunççekiç, Evinç Sunal, Rengin Taş ve diğer sanatçıları yetiştirmiştir. Ankara Devlet Konservatuarı’nda sahnelenen ilk baleler "El Amon Brujo" ve "Coppelia"dır.
-
Bachata-Dansları
Bachata ABD’ deki Rap gibi Bachata da fakir ve dışlanmışların müziği olarak ortaya çıktı. Dominik Cumhuriyeti’ nin varoşlarında ortaya çıkan Bachata, fakir Dominiklilerin, sosyal ve ekonomik dışlanmışlığını ve terk edilmişliğini yansıtır. 1960’ ların başında Bachata romantik, gitara dayalı müziğin önemli bir alt kategorisi olarak ilk ortaya çıktığında dansa yönelik Küba Son’ undan ve Guaracha’dan ayrılmaktaydı. İlerki yıllarda, müzisyenlerin Bachata ritimlerini hızlandırması ve dansçıların yeni bir dans adımı geliştirmesiyle, Bachata aynı zamanda bir dans müziği olarak da kabul edilir oldu.
-
Arjantin Tango
Arjantin Tango Son yüzyılda Arjantin’ in Buenos Aires şehrinde ortaya çıkmış, halkın sosyal yaşantısını tam olarak yansıtan birdanstır. Gerçek bir yönlendirme ve yönelme dansıdır.Dramatik bir müziğe sahip olan Arjantin Tangosu keskinayak ve bacak oyunlarına sahiptir. Endülüs ve İtalyan folklorundan izler taşıyan tango, 19. yüzyılın sonlarında Arjantin’ de ortaya çıkmıştır. Kasvetlive tutkulu görüntüsüyle diğer danslardan ayrılır. Müziği ve kökeni Latin danslarından çok farklıdır. Arjantin’ de doğmuş, çok uzun süre keşfedilememiş hak ettiği yeri bütün dünyanın onu fark etmesiyle almıştır. Her zaman kaba, hırçın bir tarzda olup, hareketli ve canlı ritminin yanı sıra, son derece hüzünlü ve mutsuzdur. Büyük kentte düş kırıklığına uğrayan göçmenlerin kırılan umutları, sıkıntıları, başkaldırıları bu dansla dışa vurulmuştur. O dönemde tango, kapalı küçük çevrelerin ayıplanan ve hor görülen dansıdır. Türkiye’ nin tango ile tanışması Cumhuriyet’ in kabulünden hemen sonraya rastlar. Medeni hayatta batıya yönelik yenilemelerin arasında dans da gelmektedir. Fakat Arjantin tango uzun yıllar Türk insanı tarafından benimsenmedi. Bunun en önemli nedeni dans stilinin fazla müstehcen bulunmasıydı. Avrupa’ da değişime uğramış stili benimsenmeye başlandı ama yine de bay ve bayan hiçbir zaman gerektiği gibi yakın dansetmediler. Tango ve Türkiye ile ilgili asıl inanılmaz olan, Türkiye’ nin dünyada tangonun ulusal bir marş gibi söylendiği tek ülke olması. Ama yine de Türkiye Avrupa Dans Federasyonuna üye olmayan tek Avrupa ülkesi. Ulusal marş gibi söylenen şarkı, ‘La Cumparsita’ Türkiye’de her düğünün açılış şarkısıdır. Tango sadece bir dans değildir. Tango bir yaşam stilidir. Tango çoğu şairin şu kelimelerle belirtmeye çalıştığı direkt, duyguların dışa vurumudur: ” bir kavganın, kutlamaya dönüşebilme inancı “….
-
Tango nedir?
Tango Nedir? Tango sosyal bir üründür. Doğduğu toplumla özdeşleşmiş, onun yazgısını paylaşmıştır. Etki alanını müzikten çok ötelere genişletebilmiş ve bir milletin sosyo-kültürel yaşamının açıklaması olmuştur. Yöresel bir müzik türü olarak ortaya çıkmış ama uluslar arası bir nitelik kazanmıştır. Belki de hakkında en çok kitap yazılan bir müzik ve dans türüdür tango. TANGONUN DOĞUŞU Her kentin müziğinde o yöre insanının kimliğini bulabileceğimiz gibi sokaklarında kendiliğinden doğmuş mırıltıların, seslerin, sevinçlerin ve hüzünlerin herhangi bir melodide somutlaştığını görebiliriz. Aynı şekilde tango da Buenos Aires ve Buenos Aires’linin müziğidir. 19.yy’ın sonlarına doğru Buenos Aires bir tür “yalnız insanlar”ca istila edilmişti. Bu insanlar genellikle şehrin bakımsız kenar mahallelerinde, pansiyonlarda, genelevlerde ve karanlık sokaklarda şarap ve “cana” denilen bir tür şeker kamışı rakısı içiyorlar, şarkı söylüyorlar ve dövüşüyorlardı. Bu alt kültürün baş aktörü “compadre” veya “compadrito” adı verilen kabadayı tipi idi. Compadrito ve bir fahişe olan partneri pervasız, kışkırtıcı ve heyecan verici, garip bir pas de deux dansı yaparlar. Bu dansın müziğinde, habaneradan bir parça, Arjantin’e özgü milongadan bir parça, nihayet Endülüs ve İtalyan folklorundan bir parça mevcuttur. Bu müziğe ilkel anlamda tango diyebiliriz. Tangonun ilk müzisyenlerinin çoğu nota bilmezdi ve kulaktan çalıyorlardı. Tango bu günlerde, kapalı ve küçük çevrelerin ayıplanan ve hor görülen müziğidir ve daha çok genelev dünyasında rağbet görmektedir. 1911’de bir liman mahallesi olan Boca’nın müzikli kafelerinde artık tango çalınmaya başlamıştı. Ama oralarda dans edilmez, yalnızca üst tabaka insanları bu aşağı mahallelerin müziğini dinlemeye gelirlerdi. Kentin üst kesimlerine sıçrayan tangonun müzisyenleri de artık daha dikkatlidir ve yeni formlarla halkın karşısına çıkmaktadır.yine 20.yy’ın başlarında Belediye ve Polis Bandoları repertuarlarına birkaç tango parçası sıkıştırmıştır. AVRUPA’ DA TANGO Avrupa’ya giden Arjantin’li müzisyenlerin bu müziği getirmesi ile birlikte, tango Paris’ten başlayarak süratle yayılır ve büyük beğeni toplar.Paris’in gece kulüplerinde boy gösteren bu yeni ve erotik dans pek tutulur.Fakat Papa X. Pius tarafından yasaklanır. Görmeden yasakladığı bu dansı merak eden Papa, iki kilise mensubunun önünde yaptığı tango gösterisi sonucunda yasağı kaldırır. Böylece çılgınlığa varan bir “Belle-Epoque” dönemi başlamıştır artık. Tango Fransa sınırlarını aşar, Almanya, Hollanda ve oradan İngiltere’ye uzanır.Bu dönemde tango sergileri ve tango konferansları da organize edilmektedir. Bu arada Paris’li modacılar yeni bir tango giysisi kreasyonuyla ortaya çıkarlar. Hazırladıkları model, o dönemde moda kadın giyimi olan jupe-culote’un yandan yırtmaçlısıdır ki dans sırasında bazı figürlerin yapılmasına olanak sağlamaktadır. 1920-1940 ALTIN ÇAĞ Buenos Aires artık tangoyu kucaklamıştır. Böylece tango anayurdunda daha çabuk gelişir, tüm dünyayı etkileyecek bir akım halini alır. Bu arada Avrupa ile tanışmış olan tango kentin eğlence ve kültür merkezi Calle Coriente’ye tırmanır.Artık üst tabakalarca benimsenmiştir. Ancak dans biraz daha yumuşamış, compadritoların dansı değil, bir salon tangosuna dönüşmüştür. 1945-1960 GERİLEME DEVRİ İkinci Dünya Savaşı’na kadar çok tutulan tango daha sonra gerilemeye başlar. Özellikle 1950 den sonra Arjantin’i zor günler beklemektedir. Peron düşer ve askeri darbeler birbirini izler. Dans salonları teker teker kapanır. Ayrıca diğer danslarda dünyayı sarmaya başlamıştır. Tango evine kapanır.
-
ERBAY Uşağımızın Doğum Günü
Pastanın etrafında sevdiklerin, kalbinin etrafınde sevgilerin, senin etrafında hayallerin olsun... Doğum Günün Kutlu Olsun ERBAY
-
ÖSS için aday sorular
1-) Rasim'in 100.000 lirasi vardir.Parasizligin gozu kor olsundur.Rasim bu paranin 2/7'siyle gofret almakta israr etmekte,bakkal Hulusi Amca ise israrla "manyak misin oglum sabah sabah beni delirtmeye mi ugrasiyosun..." demektedir.Bakkal Hulusi Amca'nin Rasim'in 3/8'ini dovecegi asikardir.Asuman 'in ise 350$ ve 255 milyon lirasi vardir.Daha dogrusu vardi.Kapkaccilar cantayi kapip da kacinca onlari kovalamak icin kosan Asuman,tam kosede hastaneye pansuman yaptirmaya giden Rasim'le carpisti.Buna fizikte ne denir? A-) Kaderin cekim kuvveti. B-) Kaderimse cekerim prensibi. C-) Bilesik kaderler yasasi. D-) Onune baksana be, zaten canim burnumda kanunu. E-) Hicbiri yasasi. 2-) Sakir parasinin 1/3'u ile citir cerez,1/7'si ile dut kurusu,3/5'i ile de tavuk gogsu almaktadir.Kalan parasini internet cafe de chat yaparken bitiren Sakir para ile ne yaptigini soran babasina dusurdum demekte ve esek sudan gelene kadar dayak yemektedir.Esegin yuzme bilmedigi bilindigine gore Sakir'in dayak yemesi ne kadar surer? A-) Orasini Allah bilir. B-) Pembelesene kadar. C-) Suyun derinligine bagli. D-) Esegin hirsina bagli. E-) Pabuc bagli.Kac Sakir kac. 3-) Gelin ata atlamis ya kismet demistir.Esmer ata atlayinca da tabancalar patlamistir.Gelinin 80,esmerin de 120 kilo oldugu bilindigine gore atin olumu neden olmus olabilir? A)- Arpadan. B-) Bel kaymasindan. C-) Esek yerine konmaktan. D-) Tabanca seslerinden korkma sonucu od patlamasindan. E-) Vade dolmasindan. 4-) Bir cumlede yukleme "ne,nerede,nasil,kim,kime,kime diyom... alooo..." sorulari soruldugunda yuklem bos bos bakmakta,ozne hic orali olmamakta, tumlec usul usul mekani terk etmektedir.Bucumleye ne denir? A-) Devrik cumle. B-) Tirsak cumle. C-) Cumle alem. D-) Cem-i cumle. E-) Cumleten. 5-) Suyun 60 metre ve ustundeki yuksekliklerde beton etkisi gosterdigi bilinmektedir.Beton icat edilmeden once su ne etkisi gostermekteydi sorusuna verilecek cevap asagidakilerden hangisidir? A-) Arnavut kaldirimi etkisi. B-) Hamam kurnasi etkisi. C-) Avlu zemini etkisi. D-) Kaya gibi domates etkisi. E-) Sert su etkisi. 6-) A kentinden B kentine giden bir atli,yolda gordugu bir otostopcuyu da atina almistir.Bu sirada dalginlikla C kenti yoluna sapan atli,bu yolda da atin arkasina bir otostopcu almistir.Bu atli yine dalar da D kentine giden yola saparsa ve yolda atina bir otostopcu daha alirsa buna fizikte ne denir? A-) El insaf prensibi. B-) At da ne atmis be kardesim, giki cikmadi yasasi. C-) Atin olumu otostoptan kurami. D-) Daha yok mu prensibi. E-) Hepsinin birisi. 7-) Tarihte hicbir milletle gecinemeyip, onune gelenle savasan ve dunyaya kusup, kendi kendine yok olup giden kavim asagidakilerden hangisidir? A-) Tersler. B-) Gicikogullari. C-) Edepsizler. D-) Kindarlar. E-) Nahosiler. "Margarinim oyle saf ki kendini tereyagi saniyor" cumlesinde gizli ozne var midir? A-) Vardir ama nerede oldugunu soyleyemem, çok gizli. B-) Gizli ozne margarinin yanindaki ketcap siseninin arkasinda saklaniyor. C-) Gizli ozne yoktur.Gazli ozne vardir. Margarin gaz yapar. D-) Gizli ozne falan yoktur. Ayrica paranoyakligin da alemi yoktur. E-) Bir varmis bir yokmus. 9-) "Ileride cocugum olursa adini endoplazmik retikulum koymak istiyorum" diyen unlu biyolog kimdir? A-) Mitokondri Melahat. B-) Habib Amipgil. C-) Vecihi Hucreevi. D-) Sor William Foolish. E-) Hepsi birden koro halinde. 10-) Nedret bir isi 5 gunde bitirmektedir. Necip ise ayni isi Nedret'e giciklik olsun diye sabahlayip 2 gunde bitirmektedir. Bu durumda Nedret isten kovulur, son parasiyla loto oynayip buyuk ikramiyeyi kazanirsa ve de intikam icin kovuldugu sirketi satin alirsa Necip'e ne gozukur? A-) Kapi gozukur. B-) Sinirden usutur. Yaratiklar gozukur. C-) Haberi alinca revire gidip 3 yillik rapor almak icin doktora gozukur. D-) Necip Nedret'in kaprislerinden cinnet gecirir. Nedret'i vurur. Hapishaneyolu gozukur. E-) Aksakalli dede gozukur.Bir sonraki loto cekilisinde kazanacak numaralar soyler. 11-) "Rustem babasindan kalan ishani ile fabrikayi 100.000 liraya satti." cumlesindeki Rustem nedir? A-) Valla soylemeye dilim varmiyor. B-) Delidir.Ne yapsa yeridir. C-) Olu oznedir.Kardesleri haberi alinca Rustem'i linc etmistir. D-) Bana satti diye soylemiyorum, Rustem gibiler oldukca sirtimiz yere gelmez. E-) Rustem babasinin kemiklerini sizlatan bir hain evlattir.Sinasi bey rahmetli onlari alana kadar neler cekti ben biliyorum. 12-) Bir minibusteki yolcularin 2'si grip, 4'u uyuz, 3'u kabakulak, 5'i sariliktir. Muavinin ishal, soforun da basur oldugu bilindigine gore bu minibus nereye gitmektedir? A-) Soforun karisinin pirlanta gunune gitmektedir. B-) Dugune gitmektedir. C-) Mechule gitmektedir. D-) Londra'ya gitmektedir. E-) Nereye giderse gitsin,yeter ki durmasin. 13-)Bir yuzucu,ici kuru uzum hosafi dolu bir havuzu yuzerek 2 dakikada gecmekte, "iyi de bu havuzu niye hosafla doldurmuslar?" diye merak etmemektedir.Yuzmede bu tur yuzme sekline ne denir? A-) Hosaflama. B-) Vurdum duymazlama. C-) Ne su olsa yuzerim abileme. D-) Kuru uzum habbesi E-) Her birinden hiç biri. 14-) Su 100 derecede kaynamaktadir. Cay suyu kaynatan biri bu suyu ustune doktugu zaman "yandim Allah" diye tadir.Birinin de "sut ictim dilim yandi" diye cocuk sarkisi yaptigi bilinmektedir.Buna gore sut kac derecede kaynar? A-) Vicdanina kalmis. B-) Sut kaynamaz,efendi gibi sirasini bekler. C-) 75 diyelim,maksat ayagin alissin. D-) Dirseginizi sokup pembelesene kadar isitin. E-) Hicbirisiiiii senin kadar sevilmediiiii. 15-) A kentinden B kentine gitmekte olan Öz Hıdır turizmin sayın yolcuları, kaptan şoförlerinin isteği üzerine çay ve ihtiyaç molası vermiştir. Gazi C kentinden Şanlı D kentine gitmekte olan Hakiki Vahap turizmin yolcuları da aynı turistik tesiste aynı anda mola verirse ne olur? A-) Tuvalet yetmez,kavga çıkar. B-) Çay yetmez,savaş çıkar.Tavşan kanı gövdeyi götürür. C-) Çok iyi anlaşırlar.Hep birlikte Kahraman E kentine gitmeye karar verirler. D-) Beraberce ne dediği anlaşılmayan anonsçuyu döverler. E-) Ölen ölür, kalan sağlar yoluna devam eder. 16-) "Bir berber bir berbere, bre berber, gel beri beraber, Berberistan'da bir berber dükkanı açalım demiş" cümlesindeki mantık hatalarını çabucak bulun! Kestane kebap,acele cevap... A-) Berberistan'da herkes berber olduğuna göre berber dükkanı açmak rantabl değildir. B-) Berberlerin ortaklığı genellikle yürümemektedir. C-) Bugün iş açmak delilik; maliyesi var, sigortası var. D-) Traş işinde para yok. E-) Bilmiyorum. Hem bilsem de söylemem. Kelin merhemi olsa başına sürer. 17-)Bir havuzu A musluğu 2 saatte,B musluğu 4 saatte,C musluğu 7 saatte doldurmakta, D musluğu 5 saatte,E musluğu ise 9 saatte boşaltmaktadır. Bu problemde ki havuzun kenarındaki değirmen ise tüm bunlar olup biterken habire dönmektedir. Bu değirmenin suyu nereden gelmektedir? A-) Hiçbir yerden gelmemektedir. Değirmen yel değirmenidir. B-) Su D musluğundan elmektedir. Ancak değirmenin bununla bir alakası yoktur. Değirmen kahve değirmenidir. C-) Değirmen kimseye muhtaç değildir. Taşı sıksa suyunu çıkarır. D-) Değirmenin su işi biraz karanlık.Siz en iyisi musluklarla ilgilenin. Gerisini karıştırmayın. E-) Hiçbir şeyde gözüm yok,sen yanımda ol yeter. 1 Ali Baba ve Kırk Haramiler'den Pamuk Prenses ve 7 Cüceler çıkarsa ne kalır? A-) 33 silahşörler. B-) 66 kollu bir dev. C-) Pamuk Prensesi öpecek prensin hevesi kursağında kalır. D-) Masal yarıda kalır. Yıldıray çıkar yerine Ümit Davala girer. E-) 33 elma. Hepsi de bu soruyu yazanların başına. 19-) 486'nın karekökünden,789'un küpkökünü çıkardığımızda bu bilgi ne işimize yarar?.. A-) Devletle başa çıkılmaz. Hepsinin karekökü temizlenecektir. B-) Büyüklerim bilir... C-) Sophia Loren. D-) Hiçbirinin karekökü. E-) Eeeeee... 20-) Ali ile Ahmet kardestir.Ayrim yapan kallestir.Ayse Ahmet'le cikmaktadir ama gonlu Ali'dedir.Ali ise Ayse'nin kiz kardesi Leyla'ya kesiktir.Budurumda Cevat kimdir? A-) Cevat Ayse ile Leyla'nin abisidir.Oraya dogru gelmektedir.Ali ile Ahmet acele kacsalar iyi olur. B-) Cevat tesadufen problemin oldugu yerden gecen bir etkisiz elemandir.Kendide ne yaptigini bilmemektedir. C-) Cevat Ayse'nin askerdeki nisanlisidir.Leyla Ali ile Ahmet'i folklor ekibinden arkadaslarim diye tanitmaktadir.Yani Cevat bu durumda yutan eleman oluyor. D-) Cevat Ali'nin ilkokul 2'de sira arkadasi olan Tayyar'in halasinin kizi Zehra'nin teyzesinin oglu leventler'in oturdugu binanin kapicisinin kanlisidir. E-) Pardon ben ondeki kiza bakiyordum.Soruyu tekrar alabilir miyim?
-
POLLYANNA
Kitabın Adı:POLLYANNA Kitabın Yazarı:Eleanor H. Porter Kitabın Yazılma Yılı: 2006 Kitabın Yayınevi: ENGİN YAYINCILIK Kitabın Basım Yılı: 1998 Sayfa Sayısı:200 sayfa Kitabın Konusu: KONUSU: Hayatta bazı şeyler istediğimiz gibi gitmeyebilir , en sevdiklerimiz bizi bırakabilir yada hayatta olmayabilir yada bizi insanlar sevmeyebilir , insanlar kötülük yapmış olabilir ve sakatta kalabiliriz ancak hiç bir zaman içimizdeki sevgiyi kaybetmeden hayata hep umut dolu bakmamız gerekmektedir.. Böylece her zaman en sonunda kazanan biz oluruz ve çevremizide aydınlatırız. Kitabın Özeti: Pollyanna, sap sarı saçları gülümseyen yüzü ile etrafa neşe saçan on bir yaşında küçük bir kızdır.ancak küçük yaşta polyananın annesi ve babası ölür ve bir başına kalır. Bir müddet yardımsevenler derneğinin himayesinde yaşar. Sonra da, çok zengin olan teyzesi onu yanına almayı kabul eder. Bayan Polly tavan arasındaki küçük odayı polyana için hazırlatır , hizmetçi buna .ok sevinmiştir ancak Madam polly nin suratı asıktır çünkü, Bayan Polly’ye göre yeğeni, kardeşinin yapmış olduğu yanlış bir evliliğin ürünür. O sadece görevine düşkün birisi olduğu için, ortada kalmış olan çocuğa bakacaktır. Nancy, yukardaki odayı temizlerken, “Ah keşke, şu kadının ruhunun köşelerindeki pislikleri de temizleyebilseydim” diye düşünüyordu. Evde o kadar boş oda varken, kışın soğuktan donduran, yazın sıcaktan pişiren bu odayı, küçük yavrucuğa layık görmesi, canını bayağı sıkmıştı. Polyana eve geldiğinde hıçkıra hıçkıra ağlayarak, teyzesinin kucağına atılır. Teyzesi ise gayet ciddidir. Pollyanna’yı alıp kalacağı odasına getirir. Evin büyüklüğü ve zenginliği, Pollyanna’yı şaşkınlığa düşürmüştü. Teyzesi odasını gösterir ve “akşam yemeği saat altıda” diyerek uzaklaşır. Saat altı olduğunda, bayan Polly sofraya kurulmuş, ancak Pollyanna henüz gelmemişti. Bayan Polly istemediğinden, Nancy çağırmak İçin Pollyanna’nın odasına gitmemişti. Yemekten sonra, ilk fırsatta gidip baktığında da odanın boş olduğunu gördü. Hemen bahçeye bahçıvanın yanına inip, kızın kaybolduğunu söyledi. Bahçıvan ise, ona yukardaki bir kayanın üstünü işaret etti. Polyyanna oradaydı. Nancy telaşla kızın yanına koştu ve birlikte köşke doğru yürüdüler. Pollyanna’nın en üzüntü verici ve sıkıntılı durumda dahi, iyimserliğim kaybetmeyip, mutlu olmayı becerebilmesi, Nancy’i şaşkına çeviriyordu. Pollyanna’ya bunun sırrını sordu, “Mutluluk oyunu” dedi. “Bunu bana babam öğretmişti.” Ben küçükken, yardımsever bir hanım, hediye olarak bize koltuk değnekleri göndermişti. Sebebini sorduğumuzda ise “Bu değneklere bakıp bakıp, sakat olmadığınız için sevinebilmeniz için” diye cevap vermişti. İşte o günden beri babam ve ben, en zor durumda dahi mutlaka bir iyi yan bulup mutlu olabiliyoruz Akşamın ilerleyen saatlerinde, Pollyanna odasında, başını çarşafların arasına sokmuş hıçkıra hıçkıra ağlıyordu: “Babacığım, sevgili babacığım! Benim melekler arasında yaşayan melek babacığım. Oyunumuzu oynamadığımızı biliyorsun. Benim gibi sen de ücra bir odada, karanlıkta üstelik yapayalnız kalsaydın bunun sevinecek bir yan bulamazdın…” Ertesi sabah erkenden, Pollyanna bahçeye indi ve teyzesine sarıldı. “Teyzeciğim, sevgili teyzeciğim. Bu sabah yaşadığım için öyle sevinçliyim ki” dedi. Bayan Polly ise “Böyle günaydın mı olur?” diyerek kızı eleştirdi. Sonra da arkasını dönüp gitti. Yaşlı bahçivanın gözleri yaşarmıştı. Kızla konuştu ve onun annesine çok benzediğini söyledi. Bahçıvanın annesini tanıyor olması, küçük kızı çok sevindirmişti ki, tam bu sırada kahvaltı gongu çaldı. Çok geçmeden Harrington Köşkü’nde hayat düzene girmeye başladı. Pollyanna sabahtan ikiye kadar teyzesi ile ders çalışıyor ikiden altıya kadar serbest kalıyordu. Bazı alışverişleri de Pollyanna yapıyordu. Bu dışarı çıkışlarda, uzun siyah paltolu, silindir şapkalı “Adam”\ da gördü. Ahbaplık kurmaya çalıştıysa da, adamın kendisine verdiği cevaplardan bir şey anlamadı. Pollyanna “Adam”ı tekrar gördü. Yine konuşmaya çalıştı. Birkaç gün içinde, “Adam” artık Pollyanna’yı gördüğü vakit ondan önce konuşmaya başlamıştı. Nancy bu duruma hayret ediyordu. Nancy’nin tanıdığı “Adam”m ismi John Pendtleton’du. Çok zengin olmasına rağmen, koca bir evde tek başına yaşıyor ve hiç kimse ile konuşmuyordu. Pollyanna ertesi gün kucağında sıska bir köpekle geldi. Bayan Polly buna da ses çıkaramadı. Ama, bir gün sonra bu sefer yanında bir küçük oğlan çocuğu getirince, Bayan Polly hemen eski haline geri döndü ve “Yeter, Polyanna! Şimdiye kadar yaptığın saçmalıkların en büyüğü bu oldu! Sokaktan toplayıp getirdiğin topal köpeklerle uyuz kediler yetişmiyormuş gibi şimdi de üstü başı perişan dilenci çocukları evime taşımaya başladın!” dedi. Erkek çocuk bunu duyunca, Polly Teyze’nin karşısına geçerek, dilenci olmadığını ve Polyanna istediği için buraya geldiğini söyleyip gitti. Ancak, Pollyana bu çocuğu bir yere yerleştirmeye kararlıydı. Bu amaçla, teyzesinin katılmadığı “Yardımsevenler Derneği” toplantısına gitti ve arkadaşı Jimy’e yardımcı olmalarını diledi. Önce, teyzesinin hatırına iyi davranan üyeler, işi anlayınca, “hayır” dediler. Pollyanna eylül ayında okula başladı. Kısa zamanda okulunu da benimsedi. Ama, sık sık eski dostlarını ziyaret etmekten de geri kalmıyordu. Bir gün Bay Pendleton, Pollyanna’dan, hiç gitmemesini ve kendisi ile birlikte kalmasını istedi. Pollyoanna’nm tek başına böyle bir karar vermesi mümkün değildi. Bir gün, Bay Pendleton, Pollyanna’ya her şeyi anlattı. Meğer, asıl teyzesini değil, Pollyanna’nın annesini seviyormuş. Annesi, onun aşkına cevap vermeyip, başkası ile evlenmiş. O günden beri, Bay Pendleton bütün dünyaya karşı dargın ve asık suratlı duruyormuş. Ancak, Pollyanna’nın bu sevimli hali, bütün dünyaya kapatmış olduğu kapılarını aralama isteğini doğurmuştu. Pollyanna’nj yanına alarak, hiç değilse bundan sonra, bu kızcağız sayesinde dışındaki dünya ile yeniden kucaklaşmayı düşünüyordu. “Yanıma gel, bu mutluluk oyunun birlikte oynayalım” diyordu. Pollyanna İse, artık kendisi ile sadece görev duygusuyla değil, sevdiği için de ilgilenen teyzesinden ayrılmak istemiyordu. Ancak, bunu Bay Pendleton’a nasıl diyeceğini bilemiyordu. Sonunda uygun çözümü buldu. Sokakta karşılaşıp eve getirdiği ve teyzesinin istemediği Jimmy’i, Bay Pendleton’un yanına almasını isteyecekti. Bunu Bay Pendleton’a anlattı. O da haftaya birlikte gelmelerini söyledi. Tam da bu günlerde, Polyanna’ya bir otomobil carptı. ayaklan tutmuyordu. Bir gün sonra kendine geldiğinde, yine de seviniyordu. Hele hele, teyzesinin iki de bir kendisine “canım” demesi, mutluluğunu sonsuz derecede arttırıyorlardı. Bay Pendleton’da gelip, Pollyanna’nın durumu hakkında bilgi aldı. Pollyanna’ya yaptığı teklifi ve teyzesi için reddettiğini de anlattı. Bayan Polly bunu öğrenince, yeğenine karşı duyduğu sevgi daha da arttı. Öyle ki, yeğeni oynasın diye, kedi ve köpeğin bile yukarı çıkmasına izin veriyor, Pollyanna’nın sevinmesi İçin ne gerekiyorsa yapıyordu. New York’tan bekledikleri doktor bir hafta gecikmeli olarak geldi. Muayeneden sonra acı gerçeği söyledi. Polyanna bundan sonra yürüyemeyecekti. Bayan Polly bunu duyunca, ağlayarak bayıldı. Teyzesinin sesini duyan Pollyanna da, gerçeği öğrenince, o da üzüntüsünden hıçkırarak ağlamaya başladı. Artık herkes için, acılı günler gelmişti. Tanıdık tanımadık herkes bu güleryüzlü kızın geçirdiği kazayı öğrenince, onun için gözyaşları döküyor, böyle bir şeyin olduğuna inanamıyorlardı. Şehirde şimdiye kadar hiç kimse bu kadar konuşulmamış, hiç kimse için bu kadar ağlanmamıştı. Eve gelen ziyaretçilerin ardı arkası kesilmiyordu. Bay Pendleton, Pollyanna sevinsin diye, Jİmmy Bean’ı evlat edinmeye karar vermişti. Pollyanna bu kararı duyunca gerçekten de çok sevindi. Sevinci bununla da kalmadı. Birgün bayan Slow’un kızı Milly geldi ve Pollyanna’yı tanıdıktan sonra, annesi ile birlikte nasıl “Mutluluk oyunu” oynadıklarını, artık hep mutlu olduklarını anlattı. Her gün, tanımadığı insanlar geliyor ve nasıl mutlu olduklarını, Polly Teyze’den, Pollyanna’ya iletmesini İstiyorlardı.Yani, kısacası, şimdi bütün şehir, Pollyanna’dan öğrenmiş oldukları “Mutluluk Öyunu”nu, şimdi Pollyanna’nın bu zor durumda da uygulaması için ona destek oluyorlardı. Polly Teyze, herkesin bildiği bu oyunu kendisinin bilmemesine şaşırıyordu. Nancy ile konuşunca, her şeyi öğrendi. Pollyanna’nın yanına gidip, “Arfîfc bu oyunu beraber oynayacağız” deyince, Pollyanna çok ama çok mutlu oldu. Bu arada, Bay Pendleton’un doktoru, Clithon, çocuğu mutlaka görmek istiyordu. Ancak, on beş yıl önce, sevgilisi olduğu Bayan Polly ile bozuştuklarından bu yana aradan on beş yıl geçmesine rağmen, o kapıdan bir kere dahi adımım atmamıştı. Fakat,söz konusu olan Pollyanna olduğu için, mutlaka buna bir çözüm bulmak gerekiyordu. Onlar aralarında bunları konuşurlarken, Jimmy her şeyi duymuş ve koşarak Bayan Polly’e anlatmıştı. Birkaç gün sonra Polly Teyze, Pollyanna’ya, doktor Chiltlon ile evlenecekleri müjdesini verdi. Ayrıca, kendisini de hastaneye yatıracaklardı. Bir müddet sonra, Pollyanna’dan mektup geldi. Şunları yazıyordu: “Çok sevgili Polly teyze, Tom enişte, Ah! Çok şükür yürüyebiliyorum. Buradakiler yakında eve dönebileceğimi söylüyorlar. Keşke bütün yolu yürüyerek gelsem. Ah, ne kadar sevinçliyim! Her şey beni sevindiriyor… Hatta, bir süre için bacaklarımdan yoksun kaldığıma bile seviniyorum. Çünkü, öyle olmasaydı bacakların bu derece önemli olabileceklerini hiçbir zaman bilemeyecektim.”
-
Damla Damla
Kitabın Adı:Damla Damla Kitabın Yazarı:RUŞEN EŞREF ÜNAYDIN Kitabın Yazılma Yılı: 1946 Kitabın Yayınevi: REMZİ KİTAPEV Kitabın Basım Yılı: 1998 Sayfa Sayısı:140 sayfa Kitabın Konusu: KONUSU: Yetmiş altı küçük parçadan oluşan bu kitabın çoğunlukla kısa birer paragraftan ibaret olan ilk kırk beş yazısında doğaya, hayatın bütün güzelliklerine ve karşı cinse duyulan aşk temaları hâkimdir. Ancak, bu duyguları dizginleyen bir Ölüm teması da beraber işlenmiştir. Yazar, önceleri kendisini hayata bağlayan doğa ve aşk peşinde koşarak gider. Ancak, bu koşmanın kendisini ölüme yaklaştırdığını görünce de, duygularını dizginlemek ihtiyacı duyar: Açıklama “Damla Damla” kitabı ülkemizde yeni harflerle basılan ilk eserdir. 1928, 1929 ve 1947 yılında baskıları yapılmıştır. Yeni baskısı beklenmektedir. Yazar, bu kitabın ilham kaynağının Atatürk olduğunu belirtir. Atatürk, bir konuşmasında, Ruşen Eşrefe birkaç kelime söyler ve bunların anlamlarını açıklamasını ister. Ruşen Eşref, anında cevaplar. Bu kelimeler etrafındaki konuşmalar, daha detaylı bir eser yazması için kendisine yol gösterici olur. Kitabın Özeti: “Ruhumun yarı aydınlığında renk renk kadın saçları, çılgın ve istekli nidalar halinde yükseliyor, yayılıp kayboluyor… Arkaya savrulan saçlarla İleriye atılan avuçlarım arasında hep o bir karış aralık var… Onu aşmağa ömür yetmeyecek…” “Ne dediniz?Hayatı sevmiyor muyum? Canımın kadehi onunla dolu!…Daha o ovucumun sıcaklığı ve göğsümün çarpıntısı iken bile ona hasretle bakıyorum. Zira, bir gün o bende de tükenecek, sizde de…” Kırk altıncı yazıdan itibaren de, yazarın ölüm karşısındaki acizliği iyice belirginleşir ve buna bağlı olarak ölüme ve hayata bakış açısı da sertleşir. … “Ecel, vazifeni anlamıyorum, işinden iğreniyorum” demekle yetinmez, işi Tanrı’ya isyana kadar götürür: “Yanlış hesaplı mimarın gadrine yazıklar olsun!..” Kitabın sonuna doğru ise, gerçeği kabullenmiş ve teslim olmuş bir haldedir. Bütün canlı hatta cansız varlıklar için geçici olmanın kaçınılmaz son olduğunu dile getirir. O zaman, hayata bakış açısı da ilk yazılarındaki coşku ve bağlılığa yaklaşır: “Hayat, ey çağıltılı su, ev bu suyun üstünde kımıldanan ışık! Bütün eziyetlerini toplayıp da yalnız bana çektirsen bile seni sevmekten usanmam…Toprağın altında da duygum kalırsa, bil ki, anacağım sensin, düşüneceğim sen, özleyeceğim sen…” Gençlere hiyap eden bir roman ve eski basımları mevcut..
-
İHTİYAR BALIKÇI
Kitabın Adı:İHTİYAR BALIKÇI Kitabın Yazarı: ERNEST HEMINGWAY Kitabın Yazılma Yılı:1983 Kitabın Yayınevi: BİRİNCİ BASIM-MAYIS 1983 Kitabın Basım Yılı: 1983 Sayfa Sayısı:145 Kitabın Konusu: İhtiyar bir balıkçının tüm olumsuzluklara rağmen umudunu hiç yitirmeyişini ve her türlü zorluğa karşı nasıl mücadele ettiğini konu alıyor. Kitabın Özeti: Golf Stream’de küçük teknesiyle yalnız başına avlanan ihtiyar bir balıkçı vardı. Zayıf, kavruk yüzü kederli, ensesi kırış kırış bir adamdı.Yanakları, güneşin tropik denizlerde meydana getirdiği yansımaların esmer lekeleriyle kaplıydı. Bu lekeler yüzünde aşağı çenesine kadar iniyordu. Elleri, oltasına takılan ağır balıkları çekerken açılan yarıklarla yol yoldu. Ne var ki bu yarıkların hiçbiri taze değildi. Bir çöl kuraklığını andıran balıksız günler kadar eskiydi bunllar. Evet tam seksen dört gündür tek bir balık tutamadan dönüyordu. İlk kırk gün yanına birde çocuk almıştı. Fakat birbiri ardına birçok gün eli boş döndükten sonra çocuğun ailesi, ihtiyar balıkçının artık talihsizlikten de beter bir salao’ya uğradığına inanarak, çocuklarını ilk hafta içinde üç güzel balık yakalayan bir başka tekneye vermişlerdi. İhtiyar balıkçının her gün ufacık teknesiyle eli boş dönüşünü görmek çocuğa pek dokunuyordu. Teknenin gelişini görünce hemen aşağı sahile, olta yumaklarını, sereni, zıpkını, yelkeni taşımak için eski ustasının yardımına koşuyordu. Çocuk ihtiyar balıkçıya büyük bir hayranlık duyuyordu, herşeyi ondan öğrenmişti. Ama onun yanından ayrılmak zorunda kaldığı içinde bir okadar üzgündü. Çocuk ihtiyarın yanından ayrılmasına rağmen bütün boş vakitlerini onunla geçiriyordu. İhtiyar balıkçıda her sabah çocuğun evine giderek onu uyandırıyor ve sahile birlikte iniyorlardı. İhtiyar, çocukla balığa çıktığı günleri çok özlüyordu. ihtiyar teknesini yükleyip, gerekli hazırlıkları yaptıktan sonra yavaş yavaş denize açılarak uzaklaştı. Hava kararmaya başladığında çocuk sahilde yine ihtiyarı bekliyordu. Ama ihtiyar o günde hiç balık tutamadan geri dönüyordu, çocuk bunu öğrenince yine çok üzüldü ve o gün tuttuğu iki büyük balığı ihtiyara verdi ve balıkları yem olarak kullanmasını istedi. İhtiyar ertesi sabah, güneş doğmadan, bir gün o hayalini kurduğu kılıç balığını yakalayacağına olan inancıyla tekrar denize açıldı ve okyanusun bereketli olduğunu umduğu bir köşesinin yolunu tuttu. İhtiyar balıkçı bu sefer çok uzaklara gitmeye karar vermişti. Koyun çevresinde haftalarca uğraştım, yine bişey tutamadım diye düşünüyordu. Ortalık iyice ağarmadan uçları yemli oltalarını suya atrak, akıntıya doğru sıyırtmaya başladı ve çok geçmeden güneşin doğuşunu büyük bir zevkle seyretti. Aradan birkaç saat geçmişti, tam bu sırada biraz ilersinde siyah kanatlarını açmış bir kuşun süzülmekte olduğunu gördü ve birşeyler bulduğunu, oldukça büyük bir sürü olduğunu düşündü.Aradan çok geçmeden kıç tarafındaki oltanın ipleri ihtiyarın ayaklarının altında geriliverdi; ihtiyar adam kürekleri bırakarak oltaya el attı, küçük bir balığın ağırlığını nı hissedince hızla içeriye doğru çekmeye başladı. İçeri aldığı balık güzel bir palamuttu. İhtiyar, balığın iyi yemlik olacağını düşünerek balığı teknenin ucuna doğru fırlattı. Artık sahilin yeşil çizgisi gözden kaybolmuş, güneş iyice ısınmıştı, kürek çekerken ihtiyarın sırtında, ensesinden kuyruk sokumuna doğru ter damlaları iniyordu. işte o anda, olta ipinin altında küpeşteye dayadığı tahta çubuklardan birinin düştüğünü gördü ve bir süre sonra bir balığın zokayı yuttuğunu anladı, ip öylesine geriliyordu ki balığın nekadar büyük olduğunu tahmin bile edemiyordu ama şunu çok iyi biliyorduki bu balık herzaman hayalini kurduğu kılıç balığıydı. İhtiyar büyük bir uğraştan sonra oltanın hakimiyetini tamamiyle sağladı. Ama balık öylesine güçlüydü ki tekneyi sürüklemeye başlamıştı, oltanın ipide gittikçe boşalıyordu. İhtiyar balıkçı diğer oltaların ipinden ekleme yaparak oltanın boyunu bir hayli uzattı, artık kendinden emindi. Bir süre sonra hava karardı, balık hiçte yorulacak gibi gözükmüyordu. Artık olta omuzlarına çok ağır geliyordu ve ihtiyar oltayı sağ omzundan sol omzuna sürekli değiştirmeye başladı. Ne olursa olsun balığa yenilmeyeceğini sürekli söyleyip kendi kendine konuşuyordu. Bir an için çocuğun yanında olduğunu düşündü. Eğer o yanımda olsaydı bu kadar yorulmazdım diyerek onu çok özlediğini söyledi. İhtiyar, balığın ani bir hareketiyle kendine geldi, içinden acaba pes etmeye mi başladı diye geçirmeye başladı. Ama balık yoluna hala devam ediyordu. İhtiyar çok açıkmıtı ve yakaladığı palamutu temizledikten sonra yemeye başladı, çok az suyu kalmıştı buna rağmen sonuna kadar devam etmeye karalıydı. Bir an için suya baktı ve teknenin yavaşladığını hissetti, balığın yine pes etmeye başladığını düşündü ama bu sefer yanılmamıştı. Balık iyice yavaşlayarak su üstüne çıktı. İhtiyar, balığı gördüğünde çok heyecanlandı, bu hayatında tuttuğu en büyük balıktı. Gümüşü andıran rengi güneşte parıl parıl parlıyor, uzun ağzının sivriliği insanın içini ürpertiyordu. İhtiyar büyük bir zorlukla su üstüne çıkardığı balığa mızrağını fırlatarak tamamen ölmesini sağladı ve balığı teknenin yanına ağzından ve kuyruğun dan sıkıca bağladı. Artık evinin yoluna koyulabilirdi, çünkü savaştan ihtiyar galip çıkmıştı. Denizde birkaç saat yol aldıktan sonra suların hareketlendiğini gördü. Evet korktuğu başına gelmişti, bunlar köpek balığıydı. Hemen teknesinde ayağa kalktı ve mızrağını eline alarak köpek balıklarına saldırmaya başladı. Uzun bir uğraştan sonra birini öldürdü ve öbürünüde ağır bir şekilde yaraladı ama onlarda kılıç balığına zarar vermişti. İkinci köpek balığını öldürmek isterken mızrağıda kırılmıştı ve ilerde köpek balıklarının tekrar saldıracağındanda emindi. İhtiyar yorgun bir hareketle tekneye oturdu ve teknenin küreğini içeri aldı, belindeki bıçağını çıkararak küreğe bağlamaya başladı, evet artık yeni bir mızrağı vardı. Artık tek düşündüğü biran önce evine varmak ve çocuğu görebilmekti. Nihayet günler sonra evine yaklaştığını hissetmeye başladı.Tam o sırada sudaki hareketlilik tekrar görülmeye başladı, yine köpek balıkları gelmişti ve kılıç balığına saldırmaya başlamışlardı. Balıktan bir ısırık alan, yuttuktan sonra tekrar geliyordu. İhtiyar balıkçı yaptığı mızrakla bu köpek balıklarınıda yenmeyi başardı ama kılıçbalığındanda fazla birşey kalmamıştı. İhtiyar herşeye rağmen bütün gün yoluna devam etti ve nihayet evinin bulunduğu sahilin ışıklarını görebildi, teknesini kıyıya yanaştırıp bağladıktan sonra hemen evine gitti. Sabah olduğunda çocuk ihtiyarın teknesini gördü, teknenin etrafı bir hayli kalabalıktı, herkes ihtiyarın tuttuğu balığa bakıyordu etkilenmek için balıktan arta kalanlar bile yetiyordu. Çocuk teknenin yanına inmeden hızla ihtiyarın evine doğru koşmaya başladı. Eve vardığında o hala uyuyordu. Çocuk ihtiyarı seyretmeye başladı ve bir süre sonra ihtiyar gözünü açıp çocuğa sıcak bir gülümseme attıktan sonra tekrar uykuya daldı.