Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

ALLAHIN DİNİNDE BAŞÖRTÜSÜ YOK


haksöz

Önerilen İletiler

Ya kusura bakma da Gece kuşu sende hiç inandırıcı değilsin.. Yani kendine bi çeşit sanki hakemlik vazifesi biçmişsinde '' yok şöyle tartışılmalı yok böyle tartışılmalı'' diyip duruyorsun..

Konuyla ilgili bilgin varsa yaz yoksa onun bunun yazdıklarına jürilik yapmaktan vazgeç.. Zaten tarafsız olduğuna da kimse inanmıyor..

Bak elemanlar ne diyor güya Kuranda başörtüsü yokmuş diyorlar.. Diğer arkadaşlar ayetleri gösteriyorlar ama nafile her zamanki gibi ucuz kelime oyunlarıyla saptırıyorlar. Allahtan kimse bu tür yazılara itibar etmiyorda Kuranın ve Peygamberin ahlakından başkasını tanımıyor..

Hadi size iyi danışıklı dövüşler.. ;)

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • Cevaplar 54
  • Tarih
  • Son Cevap

Bu Başlıkta En Çok Gönderenler

Popüler Olduğu Günler

Bu Başlıkta En Çok Gönderenler

***

Ve Sizler...

O gün ayetler, sizin omuzlarınızdan söz ediyordu..

Başörtüsünü bir sancak gibi yapan Eliftiniz.

İnce Ceylan derisinde, sülûs yazılarla, süslü 'Nur' ayetlerinin şavkıydı dalgalanan..

Üç küçük ağaç dallarını size dönüp çiçeğe döndü O gün.

Rüzgar bazen pervaz ediyor, ince beyaz çiçeklerin arasından süzülüp, sizin başörtünüzde duruluyordu...

Ve derken..

Gökte, güneş gelip başınızın üstünde durdu..

Hüznün şerefelerinde mavi ezan çiçekleri açıldı...

Siz.. bir zulmün üzerine yürür gibi yürüdünüz..

Siz.. ayetlerde omuzlarından söz edilenlersiniz

Siz.. yeryüzünün bütün meydanlarında başörtüsünü birer sancak gibi taşıyanlarsınız..

Siz.. iffet ve namus timsalleri...

yeryüzünün zümrüt parıltılarısınız...

Siz.. yeryüzüne sığmayan, iman çağlayanlarısınız..

Ve Sizler BACILARIM..

 

Şair ruhlu iftiracı kardeşim; imanının pamuk ipliğine bağlı olduğunu düşünen...

 

İnsanları bu konuda uyarmayı görev bilimiş peygamber ruhlu asil kardeşim...

 

Devamını neden yazmadın... Hani ahlaka aykırı olur diyemi ?

 

fransız, ingiliz yunan dölleri; Bayrağa, başörtüsüne, namusa el uzatıyordu..

Bugün adı müslüman olan, Mehmetler, Ayşeler maalesef birer başörtüsü celladı kesilmişler..

Başörtüsünü düşman bellemişler..

BACIMIN İFFETİ BATMAKTA REZİLİN GÖZÜNE..

ACIRIM TÜKRÜĞE BİLLAHİ ! TÜKÜRSEM YÜZÜNE

 

 

Dahada devamı var biliyorsun demi...

 

Kendinize ajite ama gerçek, çirkin, yobaz yüzünüzü ortaya çıkaran,bu yaklaşım ve şair ruhunuzla

 

Bizleri birer döl haline getiren çirkin benzetmeler yaparak,

 

iman ölçer kafalarınızla çok çirkin sırıtıyorsunuz... çok hemde çok..

 

Bu arkadaşlarıda

papağan gibi bazı şeyleri gelip burada söylemeyin Alalha iftira atmaktan biraz çekinin yüzünüz hiç kızarmıyor mu?

 

bırakın insanlar nasıl giyiniyor giyinsin..

 

Allahın pak temiz dinini asurilikten kalma,

 

kadınları baskı altına alıp onları sosyal yaşamdan soyutlama girişiminde bulunmayın

 

ve Allahın saf duru dinini bulandırmayın ki yeryüzündeki tüm insanlar Rablerinin yoluna klavuzlansınlar

 

ve yeryüzünde barış kardeşlik esenlik hakim kılınsın.

Yazıklar olsun Allahın kitabına anlaşılmaz zor diyenlere,

 

Yazıklar olsun Elçinin görevini tam yapmadığını ima edenlere.... diye bağır bağır bağırtıyorsunuz...

 

 

Canım kardeşim sen o mutlu yobaz yaşamına devam et... Mutlu ol Cennete Git inşallah..

 

Ama bırak ta bizler senin gibilerin şerrinden uzak bira nefes alalım...

 

Başörtüsü takanda,takmayan da bütün bacılarımızdan okunmuş üflenmiş şu ellerinizi biraz uzak tutun...

 

***

 

Görüyorsun ya; Hala daha … Çok tehlikeli ve dediğin gibi yobaz bir insansın,

 

gittikçe o senin tanımladığın cennete ulaşma yolunda sağlam adımlarla ilerliyorsun..

 

Allah kabul edermi bilmem ama sen tabiki daha iyi bilirsin...

 

İyi bir yorum yapıp ayetin birinide istediğiniz gibi değiştirirseniz neden olmasın ki..

 

 

Sağlıklı ve sevgiyle kal… ki, İnsanların iman derecesi ölçmekten kurtulup,

 

yobaz olmaktan uzak aklı başında düşünceler üretebilesin

 

 

*tna

***

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Sevgili Gece Kuşu Hem bilimsellikten bahsediyorsunuz. Hem mantık ve akıldan bahsediyorsunuz. Hemde hala objektif olamıyorsunuz. Haksöz ve evrensel mesaj ne kadar tutarlı yazılar yazıyor bir bakın ve görün..!!!!

 

Dikkat ediyorum. Genelde bizim gibi inançlı insanlara karşı bir tepkiniz var siz gibilerin otomatik olarak. Bizim en ufak bir tepkimizi nerelere çekiyorsunuz başkaları hakaretler ediyor. İyi okuyun onların mesajlarını gıkınız bile çıkmıyor.. İsterseniz bir sürü örnek verebilirim.

 

Benden daha önce daha ilmi ve akademik olmamı istediniz. "ALLAH VAR" başlığı altında uğraştım o kadar yazdım. Bir fikir bile belirtmediniz. O kadar sorular sordum cevap bile veremediniz. Şimdi kalkmış hakemlik yapıyorsunuz. Pes doğrusu

 

 

"Cevabı daha önce yazdım sanırım okuyamamışsınız. tekrarlayayım"

 

Önceki mesajlarımda Nur Suresi ile biz inananlara ne anlatılmak istendiği ifade etmiştim. Buyrunuz Efendimizin hayatına bakalım..

 

İşte "Bizzat Yaşayan Kur'an" olan peygamberimizin uygulamalarından bir kaç örnek.

 

Bakın Hz. Peygamber o ayetleri nasıl anlamış ve uygulamış. Daha nasıl bir cevap bekliyorsunuz ki anlayamadım...

 

Artık Peygamberimizde örtünme ayetlerini yanlış anlamıştır yada aşağıdaki hadisler yalandır vs. tarzında yaklaşımlarda bulunmazsınız umarım. Yazdıklarım 14 asırdır bütün İslam alemi tarafından ittifakla kabul edilmiştir.

 

Buna devletimizin kurumu olan Diyanette Dahildir.

 

 

Buluğa ermiş müslüman bir hanımın namaz kılarken saçlarını ve diğer avret mahallini örtmesi gerektiği Hz. Aişe’den rivayet edilen bir hadis ile sabittir.

 

Peygamberimiz (a.s.) şöyle buyurmuştur: “Allah buluğ çağına ulaşmış kadının başörtüsüz namazını kabul etmez.” (Hakim en-Neysabûrû, Müstedrek; I, 251. Ebu Dâvûd, Salat, 85. No: 641. I, 422. Tirmizî, Salat, 277. No: 377. II, 215. İbn Mâce, Tahâre, 132. NO: 655. I, 214. Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 150, 218, 259. İbn Huzeyme, hadisin sahih, Tirmizî, Hasen, Hakem ise Müslim’in şartlarına göre sahih olduğunu söylemiştir.)

 

Ayrıca Peygamberimizin eşlerinin evlerinde baş örtüsü ile namaz kıldıklarını (Malik, Salat, 10. No: 35-36) ve Peygamberimizin başı açık namaz kılan genç kızlara müdahale ettiğini ve buluğa eren kadınların başlarını örterek namazlarını kılmaları gerektiğini bildiren hadisler mevcuttur. (Ahmed, VI, 96, 236, 238; Tirmizî, Salat, 84. No: 640. I, 420; Ebu Davud, Salat, 85. No: 642. I, 422) Peygamber zamanından günümüze kadar ki uygulama da böyledir. Bu konuda İslam toplumunun ortak görüşü hasıl olmuştur.

 

 

Şimdi tamda burada ama bunlar namaz kılarken söylenmiş diyenler olursa eğer bizde deriz ki:

 

Bu ifadede "namaz kılarken" kaydı vardır, bu kayıt bizi yanılgıya düşürmemelidir; çünkü meselemiz, kadının avret yerlerinin tesbitidir, namazda örtülen yerler avret yerleridir ve yukarıdaki ifade başın avret olduğunu açıklar ve kesin olarak ortaya koymaktadır. (Ayrıca bak. Cessâs, Ahkâmu'l-Kur'ân, c. III, s. 316) "Kadının eli ve yüzü müstesna olmak üzere bedeni ve saçının avret (kapatılması gerekli uzuv) olduğunda fıkıh âlimleri ittifak etmişlerdir.

 

Nûr ve Ahzâb sûrelerinde yer alan âyetleri ile bunları açıklayan hadîslerin, "yüz, el ve ayaklar" dışında kalan yerlerin örtülmesi gerektiğini kesin ve bağlayıcı olarak ifade ettiğinde birleşilmiştir.

 

Çünkü, Allah Teâlâ örtünme ile ilgili âyetlerde şöyle bir seyir takip etmiş ve arka arkaya açıklamalar getirmiştir: ( Bu seyiri iyi takip edin ve okuyun.)

 

a) Erkeklerin gözlerini haramdan korumalarını, iffetlerine sahip olmalarını istemiş, ancak bu davranışın onları ruhen temiz kılacağını bildirmiştir.

 

Kadınların da gözlerini haramdan (cinsî arzuyu uyandıracak yerlere bakmaktan) sakınmalarını, iffetlerini korumalarını emretmiş, hemen bunun arkasından zarûrî olarak açıkta kalanlar (eller, ayaklar ve yüz) müstesnâ bütün vücudu kapatmalarını, güzel ve çekici yerlerini (zînet) nâmahreme açıp göstermemelerini istemiştir.

 

c) Başörtülerini boyun ve göğüslerini örtecek şekilde bağlamalarını emretmiştir.

 

d) Örtülecek ve açıkta bırakılacak yerleri sınırladığı gibi vücudunu kimlere karşı örteceğini ve kimlere karşı açabileceğini ayrıntılı olarak açıklamıştır.

 

e) Son âyetin sonunu "Ey mü'minler! Hep birden Allah'a tövbe ediniz ki, kurtuluşa eresiniz!" şeklinde getirmiştir; bu ifade, gerek daha önceki davranışlar ve gerekse bu âyet geldikten sonra ona uymayan hareketlerin günah olduğuna, bunlardan kurtulmak için Allah'a tövbe edilmesi gerektiğine işaret etmektedir. (Nûr: 24/29-31)

 

f) Bu âyetler nâzil olunca Müslüman kadınlar, bulundukları yerden ayrılmadan, etekliklerinin uygun yerlerini yırtarak başörtülerini bununla bağlamışlar ve bundan sonra hiç aksatmadan bu emri yerine getirmişler, Hz. Peygamber (s.a.) de bu âyetin uygulanmasını titizlikle takip etmiştir. Bütün bu karîne, delil ve işaretler, konumuz olan örtünme emrinin bağlayıcı olduğunu kesin olarak ortaya koymaktadır. Bu emir âdete de bağlı değildir; çünkü o zaman cârî olan âdeti olduğu gibi bırakmak için değil, değiştirmek ve ıslâh etmek için gelmiştir, başörtülerini omuzlarından arkaya atarak boyun ve göğüslerini açıkta bırakan cahiliye kadınlarına yeni bir örtünme şekli öğretmiş, İslâmî örtüyü tarif etmiştir.

 

Hicretten sonra uzunca bir süre (yedi, sekiz yıl) içinde parça parça indirilen Nur sûresinde iki âyet örtünme ve iffeti koruma vazifesi ile ilgili idi. Bu sûre iner inmez İslam kadınları başörtülerini, boyun ve gerdanlarını da örtecek şekilde bağladılar, on dört asır hiçbir âlim örtünme emrini farklı anlamadı; yüz, eller ve ayaklar dışında bütün vücudun, uygun giysilerle örtülmesinin farz olduğu hükmünde ittifak edildi (icmâ meydana geldi).

 

 

Peygamber Efendimizin yanında değildik fakat bizlere bıraktığı sünnetinin ve hadislerinin takipçileriyiz ?

 

Senin gibi hadisleri inkar eden ve bize sadece Kur'an ayetleri delil olarak yeter diyenleride iyi biliyor ve tanıyoruz...Hatta peygamberimize bile gerek yok kitap bize yeter diyenleride.....

 

 

İşte Allah'ın örtünmeyle ilgili gönderdiği ayetleri ve Peygamber efendimizle sahabesinin uygulamaları. Konu apaçık ortadadır. Kimse Bu dini Allah'ın Peygamberinden daha iyi anladığı iddiasında bulunmasın!!!

 

 

Daha nasıl bi cevap istiyorsunuz anlayamadım doğrusu!!!!!

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Ya ya arkadasım desene 1400 yıldır herkes uyuyor!

 

Ve hatta öyle ki senin bu yorumlarına bakılırsa Efendimiz bile yanlış!! yorumlamıs ayet ve hadisleri..Hı ne dersin?

 

Dünyada milyonlarca kişi inege tapıyor. Dolayısıyla hindistanda dünyaya gelen biri aynı mantıkla ineke tapmanın dorgu oldugunu savunabiklir. Yine aynı şeklide milyonlarca lişi isanın Allahın oğlu olduğuna inanıyor, o zaman hıristiyanlarda haklı size göre

 

peygamberin ayeti başörtüsü diye yorumladığına dair deliliniz ne.Koskocaman bir hiiiç.

Düşüncelerinize katılıyorum sevgili haksöz...

Paylaşımlarınıza teşekkürler...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

***

 

Bütün bu Sorulara ve ifadelere cevaplar gelmedi...Gelenlerse anlaşılır olmaktan uzak, imalara yönelik yaklaşımlar...

 

Lafı dolandırmadan, kişiselleştirmeden gayet açık ve net sorulmuş bu soru ve ifadelere cevap yerine neden hemen saldırı ve saptırmalara gidiyorsunuz...

 

Ben bu yazıyı muhatap alıp bana ehem-ühem, kemküm, işte şöyleydi,işte böyleydi cevaplar istemiyorum...

 

Bana değil size yönlendirilen bu soru ve ifadelere yanıt verin yeter...

 

 

 

Bütün bu yazılanlarda sorulanlara yanıt değil... Saldırı, küçümseme , eveleme geveleme, dikkatleri başka taraflara çekme, monolog muhabbet yaklaşımlar...

 

 

Diyorusunuz iyi hoşta , bizim inançlarımız bize dediğiniz, size ait yorum ve yaklaşımları ozaman niye başkalarına dayatıyorsunuz a canım kardeşim...

 

Herkes nasıl olsa ahirette hakikati öğrenecek..... Diyorusunuz iyi hoşta, o güne gelesiye kadar,

 

Bütün bu dayatmalarla yaşamaya devam mı edeceğiz, yoksa birleri çıkıpıta bunların yanlış olabileceğini ifade ettiklerinde "Komik olmayın. Biraz tutarlı olun......Bu konuyu burada kapatıyorum..." deyip hep üstünü mü örteceğiz...Hep sizin istediğiniz gibi, anlıycaz, yaşıycaz, düşünmeyeceğiz, yorumlamayacağız, hep birileri bizim adımıza düşünecek, bizde hep peşin peşin kabul edicez, etmeyenler, üzülecek, küçümsenecek, birşeyler ilan edilecekler, üstelik bütün bu gerçekleri öğrenmek için birde ahiret gününü bekliyecekler...

 

İyi iş valla, siz bilirsiniz, siz üstad, siz mürid siniz, sizbilmeyip kim bilecek vallahi haklısınız...

 

Neyse boş verin siz yinede sorulanlara cevap verin, başka şeylere değil... saptırmayın...koro halinde saldırmayın..

 

Tekrarlıyorum bu ileti cavap isteme amaçlı yazılmamıştır...Üstüne alınanlar..o sorulan sorulara cevap versin bana değil...

 

*tna

***

 

 

Sevgili Gecekusu cevap istiyorum demişsin...

 

1400 yıldır efendimiz döneminde dahi bugun ki gibi uygulanan bir mevzuyu ortaya atıp sadece bununla kalmayıp daha farklı , luzumsuz bir çok topic acan bir arkadas bence o söylediklerinede inanmıyor...Cevapta aramıyordur amacı belli...

 

Bu arkadasın niyetini bende anlayamadım(anlamak istemiyorum)...Sanırım içtihatçı olmak istiyor :lol:

 

Fakat Efendimiz döneminde de başörtüsü vardı ve buda günümüze ısık tutuyor. Ki bunuda Terapi arkadasımız gayet güzel açıklamıs...

 

Selam ve dua ile...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Cevabı daha önce yazdım sanırım okuyamamışsınız. tekrarlayayım"

 

Önceki mesajlarımda Nur Suresi ile biz inananlara ne anlatılmak istendiği ifade etmiştim. Buyrunuz Efendimizin hayatına bakalım..

 

 

Peygamberin hayatına nasıl bakacaksınız.Mezarına gidip ona sorumu yönelteceksiniz.Ayet apaçık ortada.Kendiniz gibide peygamberi eğip büken biri mi sannediyorsunuz

 

 

İşte "Bizzat Yaşayan Kur'an" olan peygamberimizin uygulamalarından bir kaç örnek.

 

Yalan.Peygamber sadece kuranı yaşadı ona isnad edilen yalanları değil

 

 

 

Bakın Hz. Peygamber o ayetleri nasıl anlamış ve uygulamış. Daha nasıl bir cevap bekliyorsunuz ki anlayamadım...

 

Peygamber nasıl anlamış mış.Yüce Allahın elma dediğine,peygamberin armut diyebileceğinimi zannediyorsunuz?

 

 

 

Artık Peygamberimizde örtünme ayetlerini yanlış anlamıştır yada aşağıdaki hadisler yalandır vs. tarzında yaklaşımlarda bulunmazsınız umarım. Yazdıklarım 14 asırdır bütün İslam alemi tarafından ittifakla kabul edilmiştir.

 

14 asırdır islam alemi diye yutturmaya çalıştığınız,ruhbanların kellesini saymaktan başka bir şey değildir

 

Enam 115- Rabbinin sözü hem doğrulukça, hem de adaletçe tamamlanmıştır. O'nun sözlerini değiştirebilecek hiç kimse yoktur. O, işitendir, bilendir.

 

Enam 116- Eğer yeryüzündekilerin çoğunluğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar. Çünkü onlar sadece "zann"a uyarlar ve saçmalarlar.

 

 

Buna devletimizin kurumu olan Diyanette Dahildir.

 

Bakın bunda haklısınız. Yani bu ruhbanlardan oluşan kelle sayıısına diyenette dahlidir

 

 

Buluğa ermiş müslüman bir hanımın namaz kılarken saçlarını ve diğer avret mahallini örtmesi gerektiği Hz. Aişe’den rivayet edilen bir hadis ile sabittir.

 

Peygamberimiz (a.s.) şöyle buyurmuştur: “Allah buluğ çağına ulaşmış kadının başörtüsüz namazını kabul etmez.” (Hakim en-Neysabûrû, Müstedrek; I, 251. Ebu Dâvûd, Salat, 85. No: 641. I, 422. Tirmizî, Salat, 277. No: 377. II, 215. İbn Mâce, Tahâre, 132. NO: 655. I, 214. Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 150, 218, 259. İbn Huzeyme, hadisin sahih, Tirmizî, Hasen, Hakem ise Müslim’in şartlarına göre sahih olduğunu söylemiştir.)

 

Ayrıca Peygamberimizin eşlerinin evlerinde baş örtüsü ile namaz kıldıklarını (Malik, Salat, 10. No: 35-36) ve Peygamberimizin başı açık namaz kılan genç kızlara müdahale ettiğini ve buluğa eren kadınların başlarını örterek namazlarını kılmaları gerektiğini bildiren hadisler mevcuttur. (Ahmed, VI, 96, 236, 238; Tirmizî, Salat, 84. No: 640. I, 420; Ebu Davud, Salat, 85. No: 642. I, 422) Peygamber zamanından günümüze kadar ki uygulama da böyledir. Bu konuda İslam toplumunun ortak görüşü hasıl olmuştur.

 

 

Şimdi tamda burada ama bunlar namaz kılarken söylenmiş diyenler olursa eğer bizde deriz ki:

 

Bu ifadede "namaz kılarken" kaydı vardır, bu kayıt bizi yanılgıya düşürmemelidir; çünkü meselemiz, kadının avret yerlerinin tesbitidir, namazda örtülen yerler avret yerleridir ve yukarıdaki ifade başın avret olduğunu açıklar ve kesin olarak ortaya koymaktadır. (Ayrıca bak. Cessâs, Ahkâmu'l-Kur'ân, c. III, s. 316) "Kadının eli ve yüzü müstesna olmak üzere bedeni ve saçının avret (kapatılması gerekli uzuv) olduğunda fıkıh âlimleri ittifak etmişlerdir.

 

Nûr ve Ahzâb sûrelerinde yer alan âyetleri ile bunları açıklayan hadîslerin, "yüz, el ve ayaklar" dışında kalan yerlerin örtülmesi gerektiğini kesin ve bağlayıcı olarak ifade ettiğinde birleşilmiştir.

 

Çünkü, Allah Teâlâ örtünme ile ilgili âyetlerde şöyle bir seyir takip etmiş ve arka arkaya açıklamalar getirmiştir: ( Bu seyiri iyi takip edin ve okuyun.)

 

a) Erkeklerin gözlerini haramdan korumalarını, iffetlerine sahip olmalarını istemiş, ancak bu davranışın onları ruhen temiz kılacağını bildirmiştir.

 

Kadınların da gözlerini haramdan (cinsî arzuyu uyandıracak yerlere bakmaktan) sakınmalarını, iffetlerini korumalarını emretmiş, hemen bunun arkasından zarûrî olarak açıkta kalanlar (eller, ayaklar ve yüz) müstesnâ bütün vücudu kapatmalarını, güzel ve çekici yerlerini (zînet) nâmahreme açıp göstermemelerini istemiştir.

 

c) Başörtülerini boyun ve göğüslerini örtecek şekilde bağlamalarını emretmiştir.

 

d) Örtülecek ve açıkta bırakılacak yerleri sınırladığı gibi vücudunu kimlere karşı örteceğini ve kimlere karşı açabileceğini ayrıntılı olarak açıklamıştır.

 

e) Son âyetin sonunu "Ey mü'minler! Hep birden Allah'a tövbe ediniz ki, kurtuluşa eresiniz!" şeklinde getirmiştir; bu ifade, gerek daha önceki davranışlar ve gerekse bu âyet geldikten sonra ona uymayan hareketlerin günah olduğuna, bunlardan kurtulmak için Allah'a tövbe edilmesi gerektiğine işaret etmektedir. (Nûr: 24/29-31)

 

).

 

 

Hadislerin tamamı uydurmadır. Peygamber sadece ve sadece kurana uydu başka bir şeye değil.

 

 

Enam 50 Onlara şunu söyle: "Ben size Allah'ın hazineleri yanımdadır demiyorum. Gaybı da bilmem ben! Size ben bir meleğim de demiyorum. Yalnız bana vahyedilene uyarım ben!" Sor onlara: "Körle gören bir olur mu? Hâlâ düşünmüyor musunuz?"

 

 

Araf 203 Onlara bir ayet getirmediğinde, "Onu da şuradan buradan derleseydin ya!" diye konuşurlar. De ki: "Ben sadece Rabbimden bana vahyedilene uyuyorum. Bu, Rabbinizden gelen gönül gözleridir, doğruya kılavuzdur, iman eden bir toplum için rahmettir."

hakka suresi

 

Yunus 15 Onlara ayetlerimiz açık açık okunduğu zaman (öldükten sonra) bize kavuşmayı beklemeyenler: Ya bundan başka bir Kur'an getir veya bunu değiştir! dediler. De ki: Onu kendiliğimden değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben, bana vahyolunandan başkasına uymam. Çünkü Rabbime isyan edersem elbette büyük günün azabından korkarım

 

hadisler kurandan başka bir şey istemektir.Zaten ısrarla hadislere sığınmanız da bunu apaçık göstermektedir

 

 

Peygamber kurana bir harf bileekleyemez

 

41- O bir şair sözü değildir, siz çok az inanıyorsunuz.

 

42- Bir kâhin sözü de değildir, ne de az düşünüyorsunuz!

 

43- O, âlemlerin Rabbi tarafından indirilmedir.

 

44- O, bize isnâden bazı sözler söylemeye kalkışsaydı,

 

45- Elbette biz onu bundan dolayı kuvvetle yakalardık.

 

46- Sonra da onun şah damarını keser atardık.

 

47- O vakit sizden hiçbiriniz ona siper de olamazdınız.

 

 

 

Peygamber Efendimizin yanında değildik fakat bizlere bıraktığı sünnetinin ve hadislerinin takipçileriyiz ?

 

Peygamberin sünnetimi yoksa o hadisleri yazan ve bir çoğu şamanist olan hadis yazarlarının sünneti mi ?

 

Peygamberin sünneti kavramıda sizlerin uydurduğu bir kavramdır.Bunun böyle olacağını bilen yüce Allah bakın ne buyuruyor

 

Furkan 30 Peygamber dedi ki: Ey Rabbim! Kavmim bu Kur'an'ı büsbütün terkettiler.

 

Ayete dikkatli bakın,peygamber sünnetimi hadislerimi terkettiler diye değil,kuranı terkettiler diye şikayet ediyor

 

 

Senin gibi hadisleri inkar eden ve bize sadece Kur'an ayetleri delil olarak yeter diyenleride iyi biliyor ve tanıyoruz...Hatta peygamberimize bile gerek yok kitap bize yeter diyenleride.....

 

Kuranın yeterli olmadığı sadece sizin değil,tüm inkarcıların ortak inancıdır.

 

bakara 170) Onlara, "Allah'ın indirdiğine uyun!" dendiğinde: "Hayır! Biz, büyüklerimizi üzerinde bulduğumuz şeye uyarız." derler. Peki, büyükleri bir şeye akıl erdiremiyor, doğruyu bulamamış iselerdemi!.

 

Lokman 21 Onlara "Allah'ın indirdiğine uyun" dendiğinde: Hayır, biz babalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız, derler. Ya şeytan; onları alevli ateşin azabına çağırıyor idiyse

 

Zuhruf 43- Öyleyse sen, sana vahyedilen Kur'an'a sarıl. Şüphesiz ki sen doğru bir yol üzerindesin.

 

Zuhruf 44- Doğrusu o Kur'an, senin için de, kavmin için de bir öğüttür ve siz ondan sorguya çekileceksiniz

 

Evet biz sadece kuranı yeterli görüyoruz ve sadece ondan hesaba çeklieceğiz

 

Eğer sizler hadis kitaplarının yazanları sizi kurtarabileceğine gercekten inanıyorsanız buyurun devam edin

 

 

İşte Allah'ın örtünmeyle ilgili gönderdiği ayetleri ve Peygamber efendimizle sahabesinin uygulamaları. Konu apaçık ortadadır. Kimse Bu dini Allah'ın Peygamberinden daha iyi anladığı iddiasında bulunmasın!!!

 

Her konuda kuranı yeterli görmeyip,atalarınızın uydurduklarını *********** yarıştıır gibi kuran ile yarıştırmaktan ne zaman vazgeçeceksiniz ?

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Sevgili Gece Kuşu Hem bilimsellikten bahsediyorsunuz. Hem mantık ve akıldan bahsediyorsunuz. Hemde hala objektif olamıyorsunuz. Haksöz ve evrensel mesaj ne kadar tutarlı yazılar yazıyor bir bakın ve görün..!!!!

 

Önceki mesajlarımda Nur Suresi ile biz inananlara ne anlatılmak istendiği ifade etmiştim. Buyrunuz Efendimizin hayatına bakalım..

 

 

İşte "Bizzat Yaşayan Kur'an" olan peygamberimizin uygulamalarından bir kaç örnek.

 

Bakın Hz. Peygamber o ayetleri nasıl anlamış ve uygulamış. Daha nasıl bir cevap bekliyorsunuz ki anlayamadım...

a) Erkeklerin gözlerini haramdan korumalarını, iffetlerine sahip olmalarını istemiş, ancak bu davranışın onları ruhen temiz kılacağını bildirmiştir.

elinizden gelse erkeklerin de bşını örttüreceksiniz zaten sarık cübbe tekkeyle bunuda yapıyorsunuz şaşmamak lazım

c) Başörtülerini boyun ve göğüslerini örtecek şekilde bağlamalarını emretmiştir.

 

Peygamber Efendimizin yanında değildik fakat bizlere bıraktığı sünnetinin ve hadislerinin takipçileriyiz ?

Senin gibi hadisleri inkar eden ve bize sadece Kur'an ayetleri delil olarak yeter diyenleride iyi biliyor ve tanıyoruz...Hatta peygamberimize bile gerek yok kitap bize yeter diyenleride.....

 

İşte Allah'ın örtünmeyle ilgili gönderdiği ayetleri ve Peygamber efendimizle sahabesinin uygulamaları. Konu apaçık ortadadır. Kimse Bu dini Allah'ın Peygamberinden daha iyi anladığı iddiasında bulunmasın!!!

yine kelle sayısı

Daha nasıl bi cevap istiyorsunuz anlayamadım doğrusu!!!!!

Ne yani bazı insanlar akıllarıyla karar verme erdemini hayatına şiar edinmişse bu kötü birşey mi. allah ne diyor Yunus100: Allah akıllarını kullanmayanların üzerine pislik yağdırır... Umarım ayetin konusuna muhatab olmak istemessin

siz ve sizin gibi skolastik düşünce sahibi olanlar değil misiniz yüzyıllardır samimi, akıllı, manktıklı, hikmet sahibi insanları dinden uzaklaştırıp inkarcıların kucağına sürükleyen

 

dini yozlaştırmanın arkasında hep hadisler alet ediliyor herkes görsün

Ne yani salt kurandan delil getirmeyince binlerce çelişkili bilgilerin yer aldığı hadis kitaplarına mı sığınıyorsunuz? tabi ya kelle sayısına sığınmak hep adetinizdir...

ayette nerde baş örtüsü kelimesi. iftiracılık kadar kötü bir alışkanlık var mı

peygambere gerek vardıysa nedene kıyamete kadar yaşamadı, bizimle bulunmadı yoksa sizin Rabbiniz elçiyi kıyamete kadar yaşatmaktan veye yeni bir elçi gödermekten acizmi, şuan Elçi Kurandır ve bozulmamış en diri haliyle aramızdadır ama siz göremiyorsanız, bu sizin sorunununuz....

bilmediğin şeyin ardına düşme göz kulak bundan sorumludur demiyor mu Rabbimiz

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Başörtüsü dinimizce vardır. "Başörtüsü yok" diye, kesin bir şey söylenemez. Takanlar kafasına göre mi çıkardı bu başörtüsünü?

 

Lütfen sağlam kaynaklardan edinelim dinimiz hakkında bilgileri.

 

Saygılar,

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Ya ya arkadasım desene 1400 yıldır herkes uyuyor!

 

Ve hatta öyle ki senin bu yorumlarına bakılırsa Efendimiz bile yanlış!! yorumlamıs ayet ve hadisleri..Hı ne dersin?

 

Dünyada milyonlarca kişi inege tapıyor. Dolayısıyla hindistanda dünyaya gelen biri aynı mantıkla ineke tapmanın dorgu oldugunu savunabiklir. Yine aynı şeklide milyonlarca lişi isanın Allahın oğlu olduğuna inanıyor, o zaman hıristiyanlarda haklı size göre

 

peygamberin ayeti başörtüsü diye yorumladığına dair deliliniz ne.Koskocaman bir hiiiç.sadece asırlardan beri gelen kelle sayısının bir takım kendi uydurduklarını resule isnad etmişler sizde bu iftiralara inanıyorsunuz

 

baştan sona resule iiftira olan hadisleri asırlardan beri milletin başına DİN diye kakanlara ve size soruyorum

 

SİZLER RESULÜN YANINDAMI İDİNİZ ?

 

Birincisi sen ilk önce sunu söyle Allaha ve Resulune inanıyormusun?

 

Sayet evetse senin mantıgınla yaklasıp sana sunu sormalıyım sen inandıklarının Efendimiz döneminde nasıl uygulandıgını gözlerinle mi gördn acaba?

 

Ki bu kadar ahkam kesebiliyorsun!

 

İkincisi Terapi arkadasımız anlamak isteyenler için gayet güzel cevaplar vermiş galiba sen yazılanları okumuyor sadece cevap yama telaşına giriyorsun...Efendimiz dönemine ait bir çok delil var sen kimleri okuyorsun bu arada cok merak ettim gercekten...Yada içtihatçılıga soyundun galiba...

 

Selam ve dua ile...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Toksöz doçentliğiniz hadis üzerine mi

 

kardeşim hadis inkar etmenin anlamını biliomusun?

 

gerçi bu senin için anlam ifade etmez çünkü sen hadislere uymam diyordun öyle değilmi

 

pekiya seni bu dediklerini Asr-ı saadette yaşayan müslümanlar bilmiyormuyduda sürekli HZ.Muhammed (sas) dediklerini not aldılar ve harfiyen uydular HZ.Muhammed (sas) biş iş yaparken gülerse onlarda gülerlerdi çünkjü o yapıyorsa vardır bi hayır diyoalrdı onlar sadıktı

bak HZ. Ömer sadece Efendimiz(sas) Hacer-ül esved taşını öptüğü için o da öptü.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Asırlardır bir parça bezi/başörtüsünü İSLAMIN olmazsa olmaz şartı diye dayatanlar ve bunun için olmadık naneler yiyenler,(son örnek olarak danıştay üyesinin katledilmesi) Allahın emrini değil, Allahın ayetlerini kendi arzuları doğrultusunda çarpıtan ruhbanların emrini ısrarla sürdürmektedirler

.

.

.

Bir tercih meselesi olarak başını örtenlere elbette saygımız vardır.Ancak kuranda olmayan bir şeyi Allahın emri diye dayatanların, dini kullanarak duygusal sömürü yapanların,toplumu kaos ve teröre sürüklemeye çalışanların çanına ot tıkamayıda her zaman bir erdem biliriz

vay be ne alimler varmışta haberimiz yokmuş,son yüzyılın müneccimi senmisin yoksa kur'anı kerimi yorumlamınıza bakılırsa öyle gözüküyor.
Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Sevgili Berceste Teşekkür ederim. Demekki anlamak istenince anlaşılabiliyormuş yazılanlar.

 

İkinci olarak ta Bir yorumunuza daha katılıyorum. Bir sürü gereksiz topik açarak forumun işlevi kısıtlanıyor. Belli temel konular vardır. Bunlar konuşulur. Her aklımıza gelene topic açarsak dikkatte dağılır. Konulara hakimiyette.

 

Son bir şey: Ortada sistematik bir tahrik var. Maksat paylaşım değil malesef...

 

Bakınız dün de söyledim .Tekrar ediyorum. Lütfen dürüst olalım.

 

haksöz Bugün, 11:26

 

Çaylak

 

Grup: Üyeler

İleti Sayısı: 29

Katılım: Dün, 01:49 PM

Üye Numarası: 25143

 

 

evrensel_mesaj Bugün, 11:28

Çaylak

 

Grup: Üyeler

İleti Sayısı: 29

Katılım: Dün, 01:53 PM

Üye Numarası: 25144

 

 

Binlerce kilometre uzakta olduğunu söyleyen insanların hep aynı zamanlarda ,hep aynı saatlerde foruma katılmaları, aynı zamanlarda kayıt yaptırmaları ve ileti sayılarının bile aynı olması çok ilginç değil mi?

 

Önce Dürüst olalım...

 

Bakınız bence bir çok başlığı kapatıp

 

"Tesettür" başlığı açsak daha ilmi ve akademik olur. Başörtüsü ve konuştuğumuz diğer bir çok konu temelde kendisine tesettürü referans alır. Tesettürü ve hikmetlerini anlamayan başörtüsünüde anlayamaz başka şeyleride...

 

Lütfen objektif olalım. Önyargısız olalım. Birilerine samimi olarak birşeyleri anlatmak derdin de olalım...

 

Samimi insanlara sevgiler

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Ve Sizler...

O gün ayetler, sizin omuzlarınızdan söz ediyordu..

Başörtüsünü bir sancak gibi yapan Eliftiniz.

İnce Ceylan derisinde, sülûs yazılarla, süslü 'Nur' ayetlerinin şavkıydı dalgalanan..

Üç küçük ağaç dallarını size dönüp çiçeğe döndü O gün.

Rüzgar bazen pervaz ediyor, ince beyaz çiçeklerin arasından süzülüp, sizin başörtünüzde duruluyordu...

Ve derken..

Gökte, güneş gelip başınızın üstünde durdu..

Hüznün şerefelerinde mavi ezan çiçekleri açıldı...

Siz.. bir zulmün üzerine yürür gibi yürüdünüz..

Siz.. ayetlerde omuzlarından söz edilenlersiniz

Siz.. yeryüzünün bütün meydanlarında başörtüsünü birer sancak gibi taşıyanlarsınız..

Siz.. iffet ve namus timsalleri...

yeryüzünün zümrüt parıltılarısınız...

Siz.. yeryüzüne sığmayan, iman çağlayanlarısınız..

Ve Sizler BACILARIM..

 

Sevgilerimi yolluyorum sana feneriumx :clover::clover::clover:

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Sevgili Berceste Teşekkür ederim. Demekki anlamak istenince anlaşılabiliyormuş yazılanlar.

 

Sevgili Terapi sen emin ol anlamak isteyen objektif insanlar neyin ne oldugunu anlıyorlardır...

 

İkinci olarak ta Bir yorumunuza daha katılıyorum. Bir sürü gereksiz topik açarak forumun işlevi kısıtlanıyor. Belli temel konular vardır. Bunlar konuşulur. Her aklımıza gelene topic açarsak dikkatte dağılır. Konulara hakimiyette.

 

Son bir şey: Ortada sistematik bir tahrik var. Maksat paylaşım değil malesef...

 

Bakınız dün de söyledim .Tekrar ediyorum. Lütfen dürüst olalım.

 

haksöz Bugün, 11:26

 

Çaylak

 

Grup: Üyeler

İleti Sayısı: 29

Katılım: Dün, 01:49 PM

Üye Numarası: 25143

evrensel_mesaj Bugün, 11:28

Çaylak

 

Grup: Üyeler

İleti Sayısı: 29

Katılım: Dün, 01:53 PM

Üye Numarası: 25144

Binlerce kilometre uzakta olduğunu söyleyen insanların hep aynı zamanlarda ,hep aynı saatlerde foruma katılmaları, aynı zamanlarda kayıt yaptırmaları ve ileti sayılarının bile aynı olması çok ilginç değil mi?

 

Önce Dürüst olalım...

 

Samimi insanlara sevgiler

 

Bencede bu dikkate alınmalıdır...

 

Ki kendi yazıp kendine cevap veriyor arkadas tam bir provakatör...

 

örnek olarak.. www.turkish-media.com/forum

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

NECM

 

3. O, hevâdan (arzularına göre) konuşmaz.

 

4. O(nun konuşması kendisine ) vahyedilenden başkası değildir.

 

HAŞR

 

7. Allah'ın o kent halkından, Resulüne verdiği ganimetler, Allah'a, Resul'e, ona akrabalığı bulunanlara, yetimlere, yoksullara, yolcuya aittir. Ta ki içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir şey olmasın. Peygamber size ne verdiyse onu alın. Size neyi yasakladıysa ondan sakının ve Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı şiddetlidir

 

A'RAF

158- De ki; ey insanlar! Ben sizin hepinize Allah'ın resulüyüm. O Allah ki, göklerin ve yerin bütün mülkü O'nundur. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Öldüren de, dirilten de O'dur. Bundan dolayı gelin, Allah'a ve resulüne iman edin. Allah'a ve Allah'ın bütün kelâmlarına iman etmiş bulunan o ümmî peygambere, evet ona uyun ki, hidayete erebilesiniz.

 

TEVBE

 

29- Kendilerine kitap verilenlerden oldukları halde ne Allah'a, ne ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Resulünün haram kıldığını haram tanımayan ve hak dini din edinmeyen kimselere alçalmış oldukları halde elden cizye verecekleri hale gelinceye kadar savaş yapın.

 

AHZAP

31- Yine sizden her kim Allah'a ve Resulü'ne boyun eğer, salih bir amel işlerse, ona da mükâfatını iki kat veririz. Hem onun için bol bir rızık hazırlamışızdır.

 

33- Hem vakarınızla evlerinizde durun da önceki cahiliyet devrinde olduğu gibi süslenip çıkmayın. Namazı kılın, zekatı verin. Allah ve Resulü'ne itaat edin. Ey ehli beyt! Allah sizden kiri gidermek ve sizi tertemiz, pampak yapmak istiyor.

 

MUHAMMED

 

33- Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Peygamber'e itaat edin ve AMELLERİNİZİ BOŞA ÇIKARMAYIN.

 

 

FETİH

17- Köre vebal yoktur, topala da vebal yoktur, hastaya da vebal yoktur. Bununla beraber kim Allah'a ve peygamberine itâat ederse, Allah onu, altından ırmaklar akan cennetlere sokar. Kim de geri kalırsa, onu acı bir azaba uğratır.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Dogma, alternatifi olmayan faraziyeler bütünü...

Ortaya bir alternatif çıkınca, dogmacılar teleşa düşüyorlar...

 

İlk söyledikleri, 1400 senedir söylenilenler ne olacak...

1400 senedir sen yanlışa inanmışsan hata bendemi?...

1400 senedir insanlar ineğe tapıyorsa sorumluluk gerçekliktemi?...

1400 senedir insanlar burnunun doğrusuna gitme kolaylığını seçmişlerse,

Hata bilim'de mi?

 

Hani inançlıların ilk rehberi ellerindeki kitaptı...

Kitaptan düşündürücü birkaç alternatif, inançları nı da allak bullak ediyor...

 

İnançlıların kendilerinin de söyledikleri "hadislerin çoğu çarpıtılmıştır"iddiaları,

halen müphemlik taşıyorsa eğer...

Getirilen ve iddia edilen kitap(ilk kaynak)doğrularına neden karşı çıkıyorlar...

Özellikle ilk kaynağı bulandırmak için mi?...

Ahirzamanın deyimi ile, çarpılacaklar galiba...

 

1400 senedir yanlışlıkları nasırlaşmış artık...

O nasırları kazıyıp atacaklarını sanmıyorum kafalarından...

 

Ama hiç olazssa samimi ve dürüst insanları, araştırmaya, düşünmeye zorluyorsunuz...

Lütfen devam edin... Sizleri ilgi ve merakla izliyoruz...

Sayın Hak söz ve Evrensel_Mesaj teşekkürler...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

"Dogma, alternatifi olmayan faraziyeler bütünü...

Ortaya bir alternatif çıkınca, dogmacılar teleşa düşüyorlar..."

 

 

 

"1400 senedir yanlışlıkları nasırlaşmış artık...

O nasırları kazıyıp atacaklarını sanmıyorum kafalarından.."

 

Bu senin görüşün Bilimselci sadece seni ve senin gibi düşünenleri bağlar.Ortada telaş vs de. Yok.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

O ayetleri bilmiyoruz mu zannediyorsun. Allaha itaat =kurana itaat, elçiye itaat=hadislere itaat olduğu şeklindeki yaygın kanaat kuran dışı bir inançtır

 

Eğer elçiye itaat hadislere itaat ie, o takdirde ilahlık taslayan firavunu tevrata inanan ama buna rağmen Musaya gıcık olduğu için onun hadislerini/sünnetini kabul etmeyen biri olarak anlamak gerekir ki kurana göre asla mümkün değildir

 

Müzemmi 16. Firavun o elçiye isyan etmişti. Biz de onu ağır bir azabla yakaladık.

 

Ne terbiyesiz adam şu firavunda yaaa.Senmisin Musanın sünnetini inkar eden. Ama cezasınıda bulduya.Ordusuyla sulara gömüldü :D

 

Ahir zaman ayetlri cımbızlayarak kendi aklınca hadislere kurandan delil getiriyor

 

TEVBE

 

29- Kendilerine kitap verilenlerden oldukları halde ne Allah'a, ne ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Resulünün haram kıldığını haram tanımayan ve hak dini din edinmeyen kimselere alçalmış oldukları halde elden cizye verecekleri hale gelinceye kadar savaş yapın.

 

Bu ayette Allah ve resulü ayrı ayrı zikredidliyorya işte bakın resulünde haram kılma yetkisi var demeye getiririyor

 

önceki ve sonraki ayetlere bakalım

 

 

28- Ey iman edenler! Müşrikler bir pisliktirler. Artık bu yıldan sonra Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar. Eğer yoksulluktan korkarsanız Allah sizi dilediğinde lütuf ve ihsanıyla zenginleştirecektir. Allah gerçekten alîmdir, hakîmdir.

 

29- Kendilerine kitap verilenlerden oldukları halde ne Allah'a, ne ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Resulünün haram kıldığını haram tanımayan ve hak dini din edinmeyen kimselere alçalmış oldukları halde elden cizye verecekleri hale gelinceye kadar savaş yapın.

 

30- Yahudiler, "Uzeyir Allah'ın oğlu" dediler, Hıristiyanlar da "Mesih Allah'ın oğlu", dediler. Bu onların kendi ağızlarıyla uydurdukları sözlerdir. Daha önce inkâra sapmış olanların sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin, nasıl da saptırıyorlar!

 

Ne ilginç değilmi peygamberlerin Allahın oğlu olduğuna inannan bu insanlar

 

Ey Muhammed Kuran başımızın gözümüzün üsütüne ama kusura bakma biz senin hadislerine gıcık oluyoruz demişler ,Yüce Allah ta bunları azarlamak için sizi gidi keratalar nasıl olurda muhammedin hadislerini kabul etmezsiniz diye tevbe 29 u indirmiş öylemi ???Hadisleri din diye milletin başına kakmaya çalışanlara göre evet

 

Kuran her ayetinde tek kaynak olduğunu haykırır.Din konusunda kurandan başka kaynaklara gidenler şu ayete bir baksınlar

 

 

Cuma 5- Kendilerine Tevrat/Kuran yükletilip de sonra onu taşımayanların durumu, kitaplar taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah'ın âyetlerini yalanlayanların durumu ne kötüdür. Allah zalim toplumu doğru yola iletmez.

 

 

 

 

Tevbe 31- Onlar, Allah'dan başka bilginlerini ve rahiplerini de kendilerine Rab edindiler, Meryem oğlu Mesih'i de. Oysa onlar bir olan Allah'a ibadet etmekle emrolunmuşlardı. Allah'dan başka hiçbir ilâh yoktur. O, müşriklerin ortak koştuğu şeylerden de münezzehtir.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

ee Bilimselci kardeşim ne yaparsın adamlar ayet sunup ayeti inkar ediyolar ytorum yapan onlar yorum yapmadan açıklayan tefsircilerimiz var ama onlar yanlışta diretiyorlar

 

Şimdi sizin Yürüyen kuran Ahlaklı kim HZ.Muhammed(sas) o kuranı nasıl yaşamış

 

haksöz ve diğer halleri

 

acaba kuranı Alemlere rahmetin yaşama şekline göremi yaşayalım yoksa senin dediklerine göremi

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

 

Hani inançlıların ilk rehberi ellerindeki kitaptı...

Kitaptan düşündürücü birkaç alternatif, inançları nı da allak bullak ediyor...

 

 

Nerede acaba bu dedikleriniz ben bir alternatif göremedim de?

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

ben sana ayeti veriyorum sen kafana göre yorumluyorsun anlaşılan sana tefsirinide vereceğiz

TEVBE

29- Ne Allah'a, ne ahiret gününe inanmayan, Allah ve ahiret sözü etseler bile, gerçekte yüreklerinde ona yer vermeyen, dünya ilelebet kendilerinin olacak ve öyle kalacakmış gibi sanan, akıbet bir gün gelip yaptıklarından sorumlu tutulacaklarına önem vermeyen, Allah ve Resulü'nün haram kılmış olduğu şeyleri haram saymayan, (yani haramdan kaçınmayan, Allah'ın kitabında, Peygamberin sünnetinde ve hatta kendilerinin uyduklarını söyledikleri kitabın ve Peygamberin hükümleriyle haram olduğu kesin olan şeylerin haramlığını tanımayan, helâl veya haram her ne olursa olsun keyiflerinin istediği gibi, güçlerinin yettiği her şeye el uzatmayı mübah gören ve saldıran) ve hak dinini din edinmeyen, (dinleri varsa da hak din değil, hakperest değildirler) din diye tanıdıkları, itaat ve teslimiyet gösterdikleri şeyler varsa bile hakkı tanımak, hakka teslim olmak, hak yolunda yürümek, hak ve hukuku gözetmeyi din ve diyanetin en mühim amacı olarak bilmeyen, Hakk'ın hükümlerine, hak olan şeriatına itikat ve itaat edip hakkı ve hukuku korumayı, Hakkın hükümleriyle adalet icra edip, gerçek mabud olan Allah Teâlâ'ya ne zatında, ne sıfatında, ne de fiileri ve hükümlerinde hiçbir şerik ve nazir tanımadan, halık veya mahluk herşeye, herkese hakkını vermek demek olan bu hususlara hiç önem vermeyen, bu anlamda bir din ve diyanetleri bulunmayanlara karşı savaşın! Çünkü onların kendilerine göre dinleri varsa da bu gerçek anlamda hak din değildir. Hatta kısmen hak din de olsa, hakka mahsus olan halis bir hak din değildir. Onlar halis, muhlis hak din olan İslâm ile tedeyyün etmezler, hak şeriat ile amel etmeyi kabul eylemezler. Bundan dolayı dinleri batıldan ve haksızlıktan arınmış olmadığı gibi, dindarlıkları ve dinlerine bağlılıkları da hakkıyle bir dindarlık ve bağlılık değildir. Din namına bile birçok zulüm ve haksızlık yapmaya elverişli bir aşırılık, gulüvv ve taassup sahibidirler. Bu bakımdan hak ve hukuk gözetmeyen dindarlıkları da dinsizliğe eşit bir ahlâksızlıktır.

 

Allah(cc)ın resulünü sevmek ona itaat etmek onun yaşadığı gibi yaşamak onun sünnetina bağlanmak onun söylediklerine(hadislerine)uymakla olur böyle olmassa nasıl olur.Başka türlü nasıl uyulur acaba sürekli aynı örbeği veriyorsun

 

hal buki nisa suresinin tefsirinde de var bir insan sandece birinide inkar edebilir ikisinide inkar edebilir verdiğin örnek bozuk

benim fikrime göre sadece yer kaplıyor düşünmeden yazılmış olduğu fikrindeyim

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Buyrun Size Peygamber Efendimizin Hayatından örnekler. Peygamberimiz ile Allah'ı ayrı farklı göstermeye çalışanlara cevaptır....Bakınız Efendimizin Rabbine olan bağlılığına ve hassasiyetine

 

Peygamberin hükümlerini farklı şeyler miş gibi gösterenlere ithaf olunur...Bazı kelimeler biraz anlam olarak ağır gelebilir ama haksöz çok bilgi li birisi anlar...

 

O BİR KUL ve peygamber idi. Ben de bir kulum. O kul olduğunu biliyordu. Benim nefsim kabullenmiyor. O bir güldü; şebnemlerinde, bize rahmetle gülen bir kâinat sundu, ve ardında güller bırakıp Rabbine döndü. Biliyor, ama hâlâ zakkumlar peşinde koşuyorum. Onun dünyama getirdiği güzelliğin de, tüm bu güzelliğin onun elçiliği ile geldiğinin de farkındayım. Zaten bu yüzden onu anlatmak istiyorum. Fakat sürekli gel-gitler ve kaç-göçler yaşanan; kâh onunla minare başına çıkan, kâh onsuz kuyu dibine inen bulanık hayatımla, anlatamamaktan korkuyorum. Bu istek ve bu korkudur ki, hem onu yazma çabamı, hem de hâlâ hiçbir şey yazamayışım sonucunu getiriyor. Senelerdir düşlüyor, aylardır düşünüyor, dokuz haftadır yazmaya çalışıyorum. Artık ümitsizim. Ne onu yazabileceğimden umutluyum; ne de, yazmış bile olsam, anlatmış olabileceğimden. İçin için “Onu ben nasıl anlatabilirim?”i soruyorum. İçimden çoğu kez “Anlatamazsın” cevabı yükseliyor. Ama yine de onu anlatmak istiyorum. Ona ayna olmak istiyorum; gölge olmaktan korkuyorum. Pencere olmak istiyorum; perde haline gelmekten korkuyorum.

Onunla aramdaki engelleri görür gibiyim.

 

Aramızda, sözgelimi, sıra sıra dizilmiş asırlar var. Akıl gözümü, onun uzağındaki on dört asrın dünyama getirdiği tozlar, tortular, sisler ve karanlıklar perdeliyor. Gerçi, o asırlar üstü bir haberin elçisiydi; ama benim her frekansa açık kulağım, bu haberi pek iyi seçemiyor. Onun nuru tüm âlemi aydınlığa bürümüştü; ne var ki, perdelenmiş gözümle, ben alacakaranlık kuşağını yaşıyorum.

 

O çok yakınımdayken, ben uzağındayım onun. Çalıştığım şu masayı dahi ışık elleriyle kucaklayan güneşe ne denli uzak isem, o kadar uzağındayım. Oysa, o bana güneşten bile yakın. İçimi ışıtıyor. Karanlıkta kalmış duygularım, onun getirdiği hakikatın nuruyla nurlanıyor. Biliyorum ki, “nurlu akıl”ların, “münevver kalb”lerin, “nurlanmış acz”lerin sırrı onun nurunda gizli. Ama “sebepler gecesi”ndeyim. “Celb-i rızk” için, “geçim” için, “kendini kanıtlamak” için, şunun-bunun için toprağa eğilmiş nefsimin gözü, o semavî kandili göremiyor. Bir gece adamıyım. Nefsim karanlığın getirdiği evham ve hayaller ile beslenirken, gecede daralan ruhum sabah hasreti duyuyor. Gece gurbetinden çıkıp, arasıra, sabah buluşmaları yaşamıyor değilim. Zaman zaman onun nuru şöyle bir dünyama uğruyor. Ne ki, karanlığa alışmış gözüm, gündüz güneşiyle kamaşıp yumuluyor. Gözlüksüzüm de. Gecenin bir vaktinde, narin bir dalın yahut bir çiçeğin taçyaprağının ucuna tutunan; güneş doğar doğmaz “nâr-ı aşk” ile yanıp ışık merdiveniyle sevgili güneşine koşan bir reşha-misal değilim. Onun getirdiği nurun önüne çöküp latif, şeffaf ve nuranî olmak vardı. Ama hâlâ karanlık dehlizlerde iz sürüyorum. Sönük kafa fenerim önümü görmeye yetmiyor lâkin. Sağa-sola yalpalayıp, aklî ve kalbî yaralar alıyorum.

 

“Saadet asrı”nı yaşıyor değilim kısacası. Yaralıyım. Onu yanıbaşında hissedenler; her daim onun sohbetiyle yaşayanlar, “saadet”i yudumlamışlardı her keresinde. Ben elemi de yudumladım. Onu yanıbaşında hissedenlerin asrıydı Asr-ı Saadet. Oysa ben, o saadet güneşine perde çeken asırların en karanlığının ucundayım. “Helaket-felaket asrı” dedikleri çağın çocuğuyum. Ruhum yine de onu arıyor. Kafa fenerim ruhumu çelmeliyor. Hazır zamanın gözden ırak olanı gönülden de ırak kılan medeni engizisyonu, kıskacını aklımdan bırakmıyor. Tüm anlayışım ustaca gizlenmiş bir engizisyonla şekilleniyor. O yüzden, onunla aynı kelimeleri konuşsam bile, çok farklı şeyler kavrıyorum.

 

O bir dünyadan söz açmıştı; benim dünyam galiba o dünya değil. Dünyası dünya-ötesini de içine alıyordu; ben ötesizim. Hayatı ölümden sonrasını da kapsıyordu; ben sonrasızım. Gördüğü tüm zahirî şeylerin bir de iç yüzü vardı; ben yüzsüzüm. Duyguları yedi kat semada kanat çırpmıştı; ben dünyaya mıhlanmışım. O “ayağa can Veren”i konuşmuştu; ben “ayak”ı konuşuyorum. O güzelim hilali Yaratanı anlatmıştı; ben hilale takılı yaşıyorum. Ne de olsa, helâket-felâket asrının çocuğuyum. Benim asrımın adı, “Asr-ı Saadet” değil.

 

Asrımın parıltılı ve karanlık, yoğun ve boş, süslü ve kof sahilinde, mimsiz medeniyetin ruhuma biçtiği elbiseyle dolaşıyorum. Elbise ruhuma dar geliyor. Sahil içimi daraltıyor. Çünkü ben sonsuzu özlüyorum; o ölümü ve elemi öğretiyor. Aklım öteleri arıyor; o “zaman” ve “tarih”e hapsediyor. Ya da rakamlar peşinde koşturuyor —ama “bir”den başlayıp, “sonsuz”a ulaşmadan.

Çokluk içinde dağılmış bir zihnin sahibiyim. Kalbim bölük-pörçük. Nefsim geniş, ruhum dar. Çünkü bu asrın çocuğuyum. Seneler boyu onun dersini aldım. O dersle gerçeğin tersini aldım.

 

Öyleyken, ben o sevgili Resul’ü anlatamam. İstesem de anlatamam. Olsa olsa, onu anlayamadığımı anlatırım. Yahut, tüm perdelere ve engellere, tüm yetersizliğime ve sığlığıma rağmen, ne kadar anlayabildiğimi anlatırım. Hepsi bu.

 

Biliyorum, o da insandı. Onun içtiği su, bizim içtiğimiz H2O’ydu. Kokladığı gül, soluduğu hava, seyrettiği güneş, yediği hurma, okşadığı kuzu, içtiği süt, bindiği deve, avuçladığı kum, seyre daldığı yıldızlı ve yaldızlı gökyüzü bizimkinin aynıydı. Ona, bize verilmeyen birşey verilmiş değildi. Şeffaftı zaten, kendisine verilen semavî hediyeyi aynıyla bize aktarmıştı. Ona verilen bizden alınmış değildi yani. Ona gelen vahiy hediyesi aynıyla duruyordu; dünyamıza girmiyorsa, bizim meselemizdi bu. Hem, ona da kalb, ruh, akıl, binlerce duygu, el, göz, kulak ve dudak verilmişti. O da bizim gibi âciz, zayıf, muhtaç, ümmî, fakir ve çaresiz idi. Onu farklı kılan ne başka bir kâinatta yaşamış oluşuydu; ne de verilmiş imkânların farklılığı.

 

O da bizim içtiğimiz suyu içmişti. Ama bizim boğulduğumuz sulara asla dalmaksızın. Bizim baktığımız manzaraları seyretmişti. Ama bizim gördüğümüzün ötesine ulaşarak. Bizim sorduğumuz soruları sordu. Ama ona bizim erişemediğimiz cevaplar geldi. Onun da “gelecek” meselesi vardı; ne ki, onun için gelecek ölüm anında bitmiyordu. O da çalışıp yorulmuştu; ama ne için, ne adına ve nereye doğru olduğu bilinen bir çalışmaydı bu. Ona da hayat verilmişti; ama onun için hayat “ölü olmanın tersi”nden ibaret değildi. Keza, ölümün de onun için ap ayrı bir anlamı vardı.

 

Sözün kısası, onun yaşadığı dünyadayız. Ona verilmiş kabiliyetlerle yaşıyoruz. Yine de, “dünya”mız onunki ile örtüşmüyor. O üç yüzlü bir dünyadan haber vermişken, biz kuru, sığ ve kof tek yüzlü tanımlara takılıp kalıyoruz. O dünyada bir yolcu veya bir misafir gibi olmanın yolunu öğretmişken, biz “dünyanın oluşumu”na dair, “kozmik fırtına”lı, “merkezkaç kuvvet”li, “magma”lı tanımlarla oynaşıyoruz. O güneşi Rabbimizin semavî bir kandili olarak bildirirken, biz “Çekim alanında dokuz mu, on mu gezegen var?” sorusunda dolanıp duruyoruz.

 

O yağmuru “Rahmet”ten bekliyordu, biz buluttan. Onun ekmeği Rezzak’tan gelen bir “rızık” idi, bize göre “besin maddesi”. Nice şey onun için “nimet”ti, bizim için “mal”.

Onunla aramda, gizlisiyle ve açığıyla, işte böylesi engeller bulunuyor.

 

Gerçi Muhammed ismini duymadım değil. Hem de çok duydum. Ama, her bir mevcuda yamadığımız “mânâ-yı ismî” elbisesini ona da biçerek duydum. Kim miydi? “571’de doğmuş, 632’de ölmüş.” Sonra? “Darmadağınık haldeki Arapları, getirdiği dinle bir bayrak altında toplayıp, büyük bir uygarlığın kurucusu yapmış.” Sonra? “Dünya tarihinde önemli bir yeri olan çok büyük bir lider?” Sonra?

Asrımın dimağı, çoğu kez “sonrasız” kalıyor. Çünkü, zamanı düz bir çizgi halinde görünce, her yeni asrı bir öncekinden ileride sanıyorum. O yüzden, onu, ne kadar büyük de görsem, 1400 sene öncesinde görüyorum. Yanısıra, kendimi ve yaşadığım çağı ondan 1400 sene ileride görüyorum. O semadan haber getirmiş olsa dahi, kendi dünyevî nazarımla, onu da bir “dünyalı” gibi görüyorum.

 

Oysa, zaman düz bir çizgiden ibaret değilse eğer; bu âleme diğer bir âlemden göçerek geliyor ve buradan göçünce diğer bir âleme gidiyor isek, o bizim hayli önümüzde. Bizim henüz gidemediğimiz yere, o 1400 yıl önce gitti. Orada, on dört asırdır bizi bekliyor. Günler geçtikçe ondan daha bir kopmuyoruz, biraz daha ona yaklaşıyoruz.

 

Ne var ki, aklım kavrasa bile, nefsim bunu kavramıyor. O hep ardımdaymış gibi yaşıyorum. Neticede, çoğu kez dünyama girmiyor bile. Girse de, bin yıllık sislerin ardında, belli-belirsiz görünüyor. Kendi dar zihnimin ve dünyalı asrımın şablonuyla yorumladığım birisi olarak beliriyor.

Galiba, birçok çağdaşım da bu hali paylaşıyor.

 

Bu hali yaşadığım için, seneler boyu, deyim yerindeyse, biraz şaşakalmış durumdayım. Bilhassa o güzelim “risale”yi okuduğum zamanlar, yoğun bir şaşırma süreci yaşıyorum. Çünkü, çağdaşım olan “bir insan,” sevgili Resul’ü bana beklemediğim bir tasvirle anlatıyor. Yazdığı her bir güzel risaleyi, “Kur’ân’ın nuru ve Resul-i Ekrem’in dersi”nin meyvesi olarak sunarken, bana kendi uzaklığım içinde ona yakın olmanın sırrını da veriyor. Onu okurken, bu çağda yaşıyor olmanın bir mazeret olmadığını anlıyorum. Dilerse, bu asırda bile olsa, insanın onun yolunu yol edinebileceğini kavrıyorum.

 

Ama bir şartı da var: asrının mahkumu olmamak. Nitekim, “risalet-i Ahmediye”yi anlatırken, “İstersen gel, Asr-ı Saadete, Ceziretü’l-Araba gideriz” diye söze giriyor Said Nursî. Neden? “Hayalen olsun, onu vazife başında görüp ziyaret ederiz.” Vazife başında. Yani, doğrudan doğruya. Perdesiz. Bunun için ise, bazı hazırlıklar gerekiyor: “Mimsiz medeniyetin giydirdiği libastan soyun.” “Zamanın denizine gir.” “Tarih ve siyer sefinesine bin.”

 

Senelerdir, böylesi yolculukları özlüyorum. Gerçi ne mimsiz medeniyetin giydirdiği dar ve boğucu elbiseden tam olarak sıyrıldım; ne de tam anlamıyla tarih ve siyer gemisine bindim. Yine de, “risale” kılavuzluğunda yapılan kısa kısa yolculuklar dahi, “onunla kâinat” ile “onsuz kâinat” arasındaki farkı anlamama yetiyor. Böylesi yolculuklarla anlıyorum: sevgili Peygamber, kâinatın gözbebeği sanki. Herşey onun bakışıyla anlam kazanıyor. Geçmiş ve gelecek onun getirdiği nur ile aydınlığa kavuşuyor. Onsuz âlem ise, tam bir karanlık; gri değil, alaca değil, zifirî bir karanlık.

Delili mi?

İslâmdan önce Ömer, İslâmdan sonra Ömer... Ebu Bekir ile Ebu Cehil... Cahiliyye ile Asr-ı Saadet...

 

Benim asrım ise alacakaranlığı temsil ediyor. O yüzden, bu fark, kendi asrımda o denli belirmiyor. Gece ile gündüz arasındayım. İşime geldiği zaman gecenin karasına sığınıyor, işime geldiği zaman “Henüz gündüz” diye avunuyorum. Zira “ülfet”im var. Resul-i Ekrem gelmiş. Tüm kâinata Rabbi adına bakmış. Tüm kâinata Rabbinin nurunu yaymış. Bize her fiilden Ona giden bir yol bırakmış. Binlerce sahabinin, milyonlarca evliyanın ve asfiyanın önderi, imamı olmuş. Onlar, getirdiği nuru, herşeye rağmen bugünlere taşımışlar. Bu halin rahatlığı içinde, bu nurun kıymeti nazarımda tam belirmiyor.

 

Tıpkı, güneşin doğuşuna ülfet edip alışmam gibi. Güneş her gün doğuyor, gün boyu bana konuşuyor, ve gidiyor. Sonra tekrar doğuyor. Her bir doğuşu ayrı bir haber, her bir dolanışı ayrı bir harika, her bir batışı ayrı bir güzellik sunduğu halde, ülfetim çoğu kez güneşe hiç baktırmıyor. “Güneş zaten doğar ve batar” diyorum. Sanki hiçbir hikmet, hiçbir harika, hiçbir rahmet yokmuş gibi, sanki sıradan birşeymiş gibi muhatap oluyorum. Ona muhtaç yaratılmamışım, o olmasa da yaşarmışım gibi geliyor.

 

Herhalde, Resul-i Ekrem’e ve getirdiği vahye de öyle nazar ediyorum. Örülen tüm duvarlara, çekilen tüm perdelere, taşınan tüm sis bulutlarına rağmen büs bütün karanlığı yaşamıyorsam; belli-belirsiz de olsa hâlâ birşeylerin farkına varabiliyorsam, bunun, onun getirdiği hediye sayesinde olduğunu görmezden geliyorum. Sanki, o olmasa da ben Rabbime inanırdım gibime geliyor. O olmasa da, çiçeğe “Ne güzel yapılmış” diye bakardım gibime geliyor. Oysa, bugün bir hakikati görüyorsam, aslında onun elçiliğiyle görüyorum. Bir sırrı anlıyorsam, risaleti sayesinde anlıyorum. “Lâilaheillallah”ı, o “Muhammedün resulullah” olduğu için diyebiliyorum. Yoksa, onun ubudiyeti ve risaleti olmasaydı, hiçbiri olamazdı. Kendi hayatım da, kâinatın vücudu da anlamsız ve abes kalırdı.

 

Çünkü Rabbimiz kâinatı yaratmış, sonra, şu kâinata bakan her akıl mutlaka onun Rabbimizin eseri olduğuna hükmetmiş değil. Her bir akıl sahibi, kâinatta görünen nakışlarla bir Nakkaş’ı, güzelliklerle bir Cemîl’i, sanatlı yapılışlarla bir Sânii, intizam ve düzenle bir Munazzım’ı görmüş; kendiliğinden, kâinatı Rabbi’nin isim ve sıfatlarının aynası bilmiş değil. Öyle olsaydı, bu sırrı en ziyade, her biri birer deha olan filozoflar bulurdu. Ne ki, onların maddede boğulmuş, her biri diğerini çürüten, yine her biri kendi içinde çelişen tabloları, gerçeğin öyle olmadığını gösteriyor.

 

Ben, herşeye rağmen, kâinata bakıp “ne güzel yapılmış” diyebiliyorsam, kâinata muhatap olmanın usulünü bildiren bir muallim sayesinde diyorum. Bir Resul-i Ekrem —ve diğer tüm peygamberler— sayesinde diyorum. Onun irşadı, rehberliği, tarifi, talimi, teşrifi, elçi ve dellal ve gösterici oluşu sayesinde diyorum. Kâinata bakan; ve içindeki en küçük sineğin bile çok hikmetler ve vazifeler kanadına takılarak, ince bir nakışla işgördüğünü gören aklım, “Bunda büyük bir iş var. Bu boşuna böyle olamaz” demekle kalmıyorsa; ardından ondaki büyük sırrı görebiliyorsa, o öğretici ve gösterici sayesinde görebiliyor.

 

 

Sözgelimi, onunla gelen “Göklerdeki ve yerdeki herşey Allah’ı tesbih ederler” mealindeki âyetle birlikte olduğu gibi. Bu âyetten, şu halimle, ne habersizim, ne de haberdar. Habersiz değilim; çünkü böyle bir âyeti biliyor ve mânâsına itiraz etmiyorum. Haberli de değilim; çünkü kendi kafamdaki “yer,” “gökler,” “uluhiyet” ve “tesbih” anlayışını tartmadan, üstünkörü kabullenip geçiyorum. Halbuki, onun getirdiği böylesi manidar haberlerin gerçek kıymetini anlamak için, Said Nursî beni 1400 yılı aşan bir yolculuğa çağırıyor. Gidiyorum. Kendimi Cahiliyet asrında tasavvur ediyorum. Gökte güneş yok. Hattâ ay bile yok. Çok uzaklarda belli-belirsiz bir-iki yıldız var sadece. Herkes şu dünyadan gelip gittiğini ap açık görüyor; ama nereden gelip nereye gittiğini göremiyor. Her bir çiçeğin nakşını görüyor; o nakışların ne anlama geldiğini göremiyor. Dahası, üç günde solan birşeyin bu denli güzel oluşuna bir anlam veremiyor. Herşey cehalet ve gaflet perdesi altında. Herşey kör tabiata ve serseri tesadüfe emanet edilmiş. Hiçbir şey bize konuşmuyor. Veya konuşuyor da, işitilmiyor. Hiçbir şey imdadımıza yetişmiyor. Geliyor, ve istemeye istemeye gidiyoruz. Sanki karanlıktan gelip, karanlıkta kalmış sırlarıyla, yine karanlığa dönüyor herşey.

 

İşte öylesi bir karanlığın ortasına, aydınlık yüzlü bir elçi, bir haber getiriyor: “Göklerdeki ve yerdeki herşey Allah’ı tesbih eder.”

 

O haberlerle birlikte, sanki düğmeye basılmış gibi, herşey aydınlanıyor. Geçmiş ve geleceği, aydınlık kuşatıyor. Ölmüş veya yatmış mevcutlar “Tüsebbihu” yahut “Sebbeha” sadasıyla, işitenlerin zihninde diriliyor. Ayağa kalkıp zikre başlıyor. Küçücük çiçekler Onun adını fısıldar, koca küreler Onun adını haykırır bir hal alıyorlar. Kuşlar dilleniyor, ağaçlar dilleniyor, zerreler ve yıldızlar dilleniyor. “Tüsebbihu” sadasıyla, âdeta, işitenin nazarında, gökyüzü bir ağız ve bütün yıldızlar birer hikmetli kelime, birer hakikatli nur sûretini bürünüyor. Yeryüzü bir baş, denizler ve karalar birer dil, bütün hayvanlar ve bitkiler birer tesbih kelimesi sûretini alıyor.

 

Kur’ân’a muhatap olduğumda, Resulullah’a bildirilen böylesi nice hakikatin farkına varıyorum. Onun getirdiği Kur’ân’ın nuruyla bakarak “varlık” diyegeldiğim şeyleri birer mevcut ve mahluk ve de masnu olarak görür hale geliyorum. Herşey Onu bildiriyor: güneş ve doğuşu, ay ve güneşin ışığını yansıtışı, gece ve üstümüze yorgan oluşu, gündüz ve hayatımıza beşik oluşu, gökyüzü ve üstümüzde duruşu, dağlar ve hazineli direkler gibi dikilişi... Yahut yerde biten ekinler, gökte uçuşan kuşlar, denizde yüzen balıklar... Yahut deve, inek, örümcek, sivrisinek, arı, karınca... Yahut düşen bir yaprak, çatlayan bir taş... Yahut incir ve zeytin… Hepsi de, onun getirdiği nur ile, benim için karanlığını ve katılığını yitiriyor. Her biri süslü, hikmetli, doğrudan Onu bildiren birer mektuba dönüşüyor. Dünyamın o nurla ne denli aydınlandığını , o nurun olmadığı bir dünyanın ise ne denli karanlıklı olduğunu böylece daha bir anlıyorum. Said Nursî, “...getirdiği nur ve hediye ile, benim bu dünyamı tenvir ettiği gibi, herkesin dünyalarını tenvir ediyor, nimetlendiriyor” diye boşuna demiyormuş meğer.

 

Çünkü, o sevgili Resul, getirdiği vahiy nuruyla, aksi halde asla kavrayamayacağım bir âlemden işaretler sunuyor. Kendisine vücud verilmiş âciz, zayıf, fani biriyim ben. Yaratılmışım. Neyim varsa verilmiş; hiçbiri mutlak değil. İradem cüz’î. İktidarım kısıtlı. Gözümün görmesi, kulağımın duyması, aklımın kavraması, bir yere kadar. Öteleri, şu kâinatın dışını kavrayamıyor. Şu kâinatı bile tamı tamına kavrayamıyor. Ama Kur’ân, beni ve kâinatı yaratan Rabbimin kelamı olarak, bana kâinatın ardında, işgören bir Fail’i bildiriyor. Mülk âlemine nazar eden akıl gözüme, melekûtu bildiriyor. Şehadet âleminden, gayb âlemini haber veren şahitler getiriyor. Gölgeden asıla, perdeden pencereye sevkediyor. Çünkü, kâinatı yorumlayışı o kadar açık, o kadar net ve tutarlı ki… Âdeta “Kur’an’ın içinde öyle bir göz var ki, bütün kâinatı görür, ihata eder ve bir kitabın sahifeleri gibi kâinatı göz önünde tutar, tabakatını ve âlemlerini beyan eder. Bir saatin sanatkârı nasıl saatini çevirir, açar, gösterir, tarif eder. Kur’ân dahi, elinde kâinatı tutmuş, öyle yapıyor.”

 

Ve ben, Resul-i Ekrem’le gelen ve bana benden ve kâinatımdan haber veren Rabbimin kelamının rehberliğinde baktığımda, kâinatın rengi değişiyor. Lekeler temizleniyor. Karanlık görünen yerlerde bile aydınlık izler buluyorum. Kesif şeyler saydamlaşıyor. Mikroptan kuyrukluyıldıza, sanki beni altetmeye hazır halde bekliyor gördüğüm tüm mevcutlar birer kardeş, birer dost halini alıyor. Onlarla enis oluyorum. Her biri, kendi zikir ve tesbihini bana dinlettiriyor. İç dünyalarını bana açıyorlar. Süslü zarflarını açıp, birer mektup olarak dünyama geliyorlar. Tüm âlemlerin Rabbi olan Rabbimin rahmetine, hikmetine, kudretine.. elçi oluyorlar.

 

Sanırım, herşey, onun nuru ile bu yüzden alâkadar. Çünkü o, Rabbinin nurunu görüyor ve gösteriyor. Anlıyor ve anlatıyor. Tanıyor ve tanıtıyor. Seviyor ve sevdiriyor. Rabbinin gönderdiği nura ayna olduğu gibi, mahlukların ettiği zikir, dua ve tesbihlerin de aynası oluyor. Tüm kâinatı barındıran kalb gözbebeği ile, bütün yaratılmışların ibadetlerini, kendi namına, celâl ve cemal sahibi Mabud-u Zülcelâle takdim ediyor. Rabbinin vekili olup, bütün mevcutları kendi hesabına söylettiriyor.

 

 

Duasında ve tesbihatında, bunu açıkça görüyorum. Bütün hayatında, ve hayatının bütün anlarında buna dair deliller görüyorum. Meselâ, bir günün bitiminde “gözü uyur, kalbi uyumaz” halde yatağa uzanırken, “Allah’ım” diye sesleniyor: “Gökleri ve yeri idare eden, Arş-ı Azîme malik olan, bizi ve herşeyi kumanda eden, daneyi ve çekirdeği yarıp patlatan, Tevrat’ı, İncil’i ve Kur’ân’ı indiren Sensin. Evvel Sensin, Âhir Sensin, Zahir Sensin, Bâtın Sensin.” Bir süre sonra uyanıyor. Her uyanışı küçük bir haşir örneği olarak sunarcasına, “Öldükten sonra bizi dirilten Allah’a hamdolsun” diyor. Yatağından kalkıyor. Kuddüs olan Rabbine ibadet etmek üzere, abdest alıp temizleniyor. Âlemlerin Rabbinin huzuruna pâk bir yüzle çıkmanın zeminini hazırlıyor. Ardından, dışarı çıkıyor. Gecenin ıssızlığında, göğün kandilli yüzünü seyrediyor. O seyr ile mest iken, tefekkür halinde, Kur’ân’ı terennüm ediyor. “Gerçekten göklerin ve yerin yaratılmasında ve günün ve gecenin ard arda gelişinde akıl sahipleri için âyetler vardır” mealindeki âyetleri okuyor. “Onlar ayakta iken, otururken ve yan uzanıyorken, Allah’ı zikredip göklerin ve yerin yaratılışı üzerine düşünerek, ’Rabbimiz, sen bunları boşuna yaratmadın’ derler.” Teheccüde duruyor. Ağlıyor. Hz. Bilal sabah namazına çağırmak üzere geliyor. Görünce, “Ya Rasulallah, niçin ağlıyorsun?” diyor. O cevaplıyor: “Allah bana şu âyeti indirdikten sonra, artık nasıl ağlamam?”

 

Sonra, birçok gününde, gündüz vakti Ebu Talha’nın güzel sular ve çiçeklerle süslü hurmalığına uzanıyor. Hurma ağaçlarının geniş yaprakları altında, tenezzühe çekiliyor; Rabbini tefekkür ve tezekkür ediyor. Mescidde yahut başka bir yerde, ashabıyla Rabbini konuşuyor. Yakınlarından, kendine yazık ederek küfürde kalmış birisinin cenazesi geçiyor. Soruyorlar: “Buna da ayağa kalkacak mıyız?” Cevaben, “Evet” diyor, “kâfir cenazesine de kalkınız. Çünkü siz o kâfir cenazesine kalkmıyorsunuz. Belki beşerin ruhlarını kabzeden Cenab-ı Hakka tazim ederek kalkıyorsunuz.” Belki de, az bir süre sonra yağmur başlıyor. İhramını sıyırıp, göğsünü yağmura açıyor. Soruyorlar: “Ya Rasulallah, bunu niçin yaptın?” “Her an, lâilaheillallah diyerek, imanınızı yenileyin” sözünün sahibi bir elçi olarak cevaplıyor: “Bu, Rabbimizin henüz yarattığı birşeydir de onun için.” Bir diğer yağmur esnasında, yağmura karşı iki ayrı bakış açısını ders veriyor. Bize “mânâ-yı ismî” ve “mânâ-ı harfî”yi öğretiyor: “... Her kim Allah’ın fazl ve rahmeti ile üzerimize yağmur yağdı dedi ise...” “...Her kim de falan ve falanın nev’i ile üzerimize yağmur yağdı dedi ise...” Rüzgâr esmeye başlıyor. Rüzgâra, “mânâ-yı harfî” ile, onu Yaratan adına bakmanın en güzel dersini veriyor. “Rüzgâr,” diyor, “Allah’ın verdiği bir rahatlıktır. Gâh rahmet getirir, gâh azab.” O halde ne yapmalı? “Koptuğunu görünce, getirdiği hayrı Allah’tan dileyin. Getirdiği şerden de Allah’a sığının.”

 

Ve secdeye kapanıyor. Ubudiyetin belki en pürüzsüz tezahürü olan ve Resul-i Ekrem’in çoğu kez ashabına “Uyudu mu acaba?” dedirtecek denli uzun süre kaldığı secdede, kimi zaman, şu güzelim kelimeleri fısıldıyor: “Yüzüm, kendisini yaratıp şekillendirene, kulağını ve gözünü açana secdededir. Ahsenü’l-hâlıkîn olan Allah’ın şanı ne yücedir!”

 

Her bir anında görünen, her bir haline yansıyan, her bir sözüyle taşınan bir iman ve ubudiyet örneği sunuyor sevgili Resul.

 

 

Kendi hayatıyla, getirdiği nurun bir hayatı nasıl nurla doldurduğuna delil oluyor. O nura muhatap olunca hayatın ve kâinatın nasıl da değişiverdiğinin en mükemmel örneğini arzediyor. Onun hayatına bakarken, yanıbaşındaki ashabının onun getirdiği nurla hayatlanmış hayatlarına bakarken, “Zât-ı Ahmediye’nin (asm) nuruyla âlemin şekli değişti” sözünün daha bir farkına varıyorum.

 

 

 

 

 

 

Devam edecek...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Devamı....

 

Meselâ, “dünyanın üç yüzü”nü, onun getirdiği nurla görüyorum. Çünkü o hem dünyanın, eğer Rabbine nisbet edilmezse ne kadar fani, geçici, faydasız ve aldatıcı olduğunu öğretiyor; hem Rabbi adına bakılırsa, “âhiretin tarlası” olduğunu öğretiyor; hem de onda cilvesi görünen fiillerle Rabbimizin isim ve sıfatlarını öğretiyor.

Onun “dünya” haberlerinin özünü, ancak bu üç yüzle birlikte kavrıyorum. Aslında ben tek yüzlü sayılırım. Nefsim ve ona bağımlı duygularım tek bir yüzde takılmış. Hep dünyanın fani yüzüne baktırıyor. O yüzde şartlandırıyor. Sonunda, sanki dünya bu yüzden ibaretmiş gibime geliyor. O kadar ki, sevgili peygamberimin sözlerine de bu “yüz”den anlamlar biçiyorum. Kendi telâkkimi onun dersiyle tadil ve tashih edeceğim yerde, onun sözünü kendi kafama uyduruyorum. Sözgelimi, para-pul peşinde durmaksızın koşturmamın mazereti olarak, “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi âhiret için çalışın” hadisini anıyorum. Evet, öyle diyor sevgili Resul. Ama benim anladığımı demiyor. Âhiret için çalışmayı tavsiye ederken, “Hiç ölmeyecekmiş gibi” diyor. Çünkü, onun nazarıyla bakınca biliyorum: Dünyanın âhirete ve esma-i hüsnaya bakan yüzünde, ölüm zaten yok. Fena da, zeval de yok. Dünyaya dünya namına muhatap olup, âhirete ve Rabbimin isimlerine ayna oluşundan gaflet ettiğimde ise, “yarın ölecekmişim gibi”yi hatırlamam gerekiyor. Tâ ki, ölümü hatırlayıp, beka yerinin burası olmadığını düşüneyim. Bekayı istiyorsam, Bâkî-i Hakikî’nin yolunda, onun beka yurdu olan âhirete göre yaşamam gerektiğini düşüneyim. Şu dünyada iken Rabbimin bâki ve sonsuz isimlerine götürecek izlere erişeyim.

 

“Dünyada ya bir yabancı veya bir yolcu gibi ol” derken, yine bu imtihan dünyasından gelip geçişi ders veriyor. “Benimle bu dünyanın misali, sıcak bir yaz gününde bir ağaç altında gölgelenip, sonra bırakıp giden kimsenin misali gibidir”i de bu anlamda söylüyor. Belki yine bu yüzden, “Lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz” diyor. Bu yüzden, arasıra kabristanı ziyaret ediyor. Bu yüzden “Ölmek için tevellüd edip dünyaya gelirsiniz, harab olmak için binalar yaparsınız” haberini veriyor.

 

Onun getirdiği nur, dünyanın hem bu fani yüzünü apaçık gösteriyor, hem de şu fani dünyada Onun esmasının tecellilerini görüp baki bir âleme liyakat kazanmanın yolunu öğretiyor. Bu uğurda, gerçi ne atom-altı parçacıklardan söz ediyor, ne de Satürn’deki halelerin mahiyetinden. Onun nuruyla, kâinat, maddesi itibarıyla değil, taşıdığı mânâ itibarıyla değişip genişliyor. O nurla bakılınca, mahlukata artık mahlukat hesabına bakılmıyor. Kesret artık vahdeti bildiriyor. Çokluk Bir’e bakıyor. Esbab kendini tesirden azlediyor. Yerini Esma-ı Hüsnaya bırakıyor. Tabiat istifa ve ıstıfa ediyor, “âdetullah”a dönüşüyor.

 

 

 

Çünkü, getirdiği nur, sebep olunan şey, yani müsebbeb ile sebebin arasını açıyor. Uzaktan bakınca göğü dağa bitişik zanneden bir gözün sahibiyim. Akıl gözüm, aynı şekilde, onun gibi, sonucu sebebe bağlı zannediyor. Sebeple sonucun beraberce yaratılışını göremeyip, sonucu sebebin yaptığına hükmediyor.

Oysa onun getirdiği nur ile, “esbab”ın sultanı olan insana zor sorular sunuluyor:

“Söyleyin bakalım! Ektiğiniz ekini siz mi bitiriyorsunuz? Yoksa Biz miyiz bitiren? İsteseydik...”

“Söyleyin bakalım! İçtiğiniz suyu buluttan siz mi indiriyorsunuz? Yoksa Biz miyiz indiren? İsteseydik...”

“Söyleyin bakalım! Tutuşturduğunuz ateşin ağacını siz mi var ediyorsunuz? Yoksa Biz miyiz var eden?…”

Böylesi ikazlar eşliğinde, şartlanmaları aşıyorum. Sonucu sebebin elinden alıyorum. İkisini birden Rabbimin esmasına teslim ediyorum.

 

 

Nasıl etmem ki? Mahlukatın en şereflisi olan Resul-i Ekrem, o kadar sık “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki...” dedikten sonra? Bütün nefisler Onun kudret elinde. O “ol” demeden, şu yazı bile doğamıyor.

 

“Tarih ve siyer gemisi”yle Asr-ı Saadeti gezerken, onun hayatından, “sebebin tesirden azl”ine dair mükemmel örnekler buluyorum. Ap açık mucizelere muhatap oluyorum. Meselâ, ordunun su arar hale geldiği zorlu bir seferde, Rabbinin izniyle, parmaklarından musluk gibi sular akıyor. Sonra, “Haydi, temiz ve mübarek suya geliniz” diyor. Ve ekliyor: “Suyun artışı ise Allah’tandır.” Bir başka seferde, yine susuzluk çekiliyor. Bir kuyudaki az bir suyu alıp götürmekte olan bir kadının kırbasından su alınıyor. Bir kaba koyuyor. Bereketle dua ediyor. Tekrar kırbaya boşaltıyor. Tüm ordu, bereketlenen o az suyla tüm kap-kacağını dolduruyor. O ise, kadına hitaben, “Biz” diyor, “senin suyundan almadık. Belki Cenab-ı Hak bize hazinesinden su içirdi.”

 

Bu sırrı bir daha ders vermek için, “Nalın tasması gibi en adi birşeye bile muhtaç olduğunuzda, onu Allah’tan isteyin” diyor. Bunu kendi hayatıyla belgeliyor. Diğer tüm mahlukların hayatını da şahit gösteriyor. Meselâ, kuşları delil getiriyor. “Eğer Allah’a hakkıyla tevekkül etseydiniz, kuşu rızıklandırdığı gibi, sizi de rızıklandırırdı” diyor. “Kuş sabah aç gider, akşam tok döner.”

 

Diğer bir kuş, başka bir dersin vesilesi oluyor. Bir seferde, bir sahabi, elinde bir yavru kuşla yanına geliyor. Anne kuş da, ansızın gelip, kendini yavrusunu tutan ellere atıyor. Yavrusunu kurtarmaya çabalıyor. Herkes hayret içindeyken, o, “Bu kuşa mı hayret ediyorsunuz?” buyuruyor. “Onun yavrusunu aldınız, o da, merhametinden kendisini sizin ellerinize, yavrusunun yanına attı. Allah’a yemin ederim ki, Rabbiniz size bu kuşun yavrusuna gösterdiği merhametten daha fazla merhamet eder.”

Bu örneğin ışığında, kendimde ve sair mahluklarda görünen cüz’i numunecikler ile de Rabbimin esmasını tanıma dersi alıyorum. Sözgelimi, az önceki olayda, Rabbimin Rahîm ismine şahit oluyorum. Onun gibi, nerede cüz’î bir ilim alâmeti görsem, onun Alîm ismine gidiyorum. Bana verilmiş cüz’î irademle Mürid ismini, cüz’î iktidarımla Kadîr ismini, cüz’î malikiyetimle Mâlik ve Melik ismini tanıyorum.

 

Bundan da öte, muazzam bir sırrın daha farkına varıyorum. Anlıyorum ki, o “acziyeti içinde sultan”dı. Âcizliğini en azamî derecede hisseden kul oydu. O yüzdendir ki, her daim, Kadîr-i Mutlak’ın dergâhından yardım talep ediyor. Fakrını doruk noktada hissediyor. O yüzden Ganiyy-i Mutlak’ın mutlak ve hudutsuz hazinesi önüne açılıyor. Bir ümmi olarak, hiçbir bilgiyi kendine mal etmiyor. Ve en derin sırlar, ona bildiriliyor.

 

 

 

 

 

Bu acz ve fakr tavrı, hayatının her adımında gözümüze görünüyor. Meselâ, devesi kayboluyor. Ehl-i nifak söylenmeye başlıyor: “Tuhaf şey, peygamber olduğunu iddia eder, gökten haber verir. Halbuki devesinin nerede olduğunu bilmiyor. “ Kızmıyor, kızarmıyor, üzülmüyor. “Aslında iyi bilirim ama” kabilinden, ancak bizim gibi aczini anlamaktan aciz insanlara yakışan izahlara girişmiyor. Kulluğundan, ve bir kul olarak acizliğinden emin, “Ben bilmem” diyor rahatlıkla. “Vallahi, ben Allah bana ne bildirirse, ancak onu bilirim.” Ve bu teslimiyete mukabil, Alîm olan Allah ona o anda devenin yerini ilham edince, ekliyor: “Allah bana bildirdi ki...”

 

Diğer bir devesini, bir seferde bir bedevi geçiyor. Ashab üzülüyor. Onun devesi hep en önde olsun istiyorlar. O ise, “Allah’ın ileri götürdüğünü geri bırakacak yok” diyor. “Geri bıraktığını da ileri götürecek yok. Vermediğini verecek yok. Verdiğine mani olacak yok.” Başka bir vesileyle, “Allah’ım, Senin gücün yeter, halbuki benim yetmez. Sen bilirsin, halbuki ben bilmem” buyuruyor. ( Bu kadar in düşünen bir Peygamber farklı hükümler koyabilir mi haşa.....Tutarlı olun biraz haksöz ve taraftarları)

 

Güçsüzlüğünü Kadîr-i Mutlak’ı tanımanın; bilmeyişini Alîm-i Mutlak’ı bilmenin vasıtası kılıyor. Yağmur dilerken “Gani Sensin, fakir ise bizleriz. Üzerimize rahmeti yağdır” buyuruyor. Yağmur geldiğinde ise, yine Ona yöneliyor: “Allah’ın herşeye kâdir olduğuna, kendimin de Onun kulu ve resülü olduğuna şehadet ederim.” Keza, “Sen Rabbimsin, ben ise kulunum” diyor. Her daim acz ve fakr ile Ona ilticanın usulünü veriyor. Getirdiği nuru göremeyenler tarafından Taif’te taşlanıyor. Rabbine dönüyor. “Allah’ım, insanlar karşısındaki zayıflığımı, güçsüzlüğümü ve çaresizliğimi sana söylüyorum. Ey erhamürrahimîn, sen zayıfların Rabbisin. Ve sen benim Rabbimsin” diyor. “Tüm karanlıkları aydınlatan, ve bu dünyayı da, ahireti de düzene sokan Nuruna sığınıyorum. Dilediğine yardım etmek Senin elindedir. Senden başka Kadîr ve Kaviyyü’l-metîn yoktur.”

 

Kendi aczini, kendisi gibi her bir insanın aczini, ve de tüm mahlukatın aczini bildiği için, her daim yalnız Ona dayanıyor kısacası. Ondan istiyor. Ona dua ediyor.

 

İnsana verilmiş acz, zaaf, fakr gibi vasıfların getirdiği nurla nasıl da nurlandığını görmem, bu sayede, hiç de zor olmuyor. Gerçi, akıl ve kalbimin önünde, onu perdeleyen engeller yine de var. Ne ki, “siyer gemisi”ne bindikten sonra, istediğim kadar perdeli olayım, bunu rahatça görüyorum. Çünkü, güneş gibi, ap açık ortada duruyor. O zaafını, aczini ve fakrını en azami mertebede biliyor; ve zaaf, acz ve fakrdan münezzeh Rabbine, tüm isimleri ile yöneliyor. En ziyade muhtacımız, en çok isteyenimiz de o. Gördüğü tüm güzelliklerin perdesiz devamını, yani bekasını istiyor. Kendine ve ümmetine, başlayıp da bitmeyen ebedî bir saadet istiyor. Beka istiyor. Cennet istiyor. Ve, tüm mevcutların aynalarında güzelliklerini gösteren bütün ilahî isimler ile beraber istiyor. O esmadan şefaat talep ediyor. Bu sırrı görünce, “Ubudiyet-i Ahmediyenin ruhu duadır”ı da anlıyorum. Onun muazzam duası ile, acz ve fakrımız, zaaf ve ihtiyacımız nurlanıyor. Kalb ve akıl nurlanıyor. O nurlanmanın içerdiği dua ve niyaz ile, insan nazlı bir sultan, nazenin bir halife halini alıyor.”O nur olmazsa, kâinat da, insan da, hatta herşey dahi hiçe iner”di zaten.

 

 

Üç ayrı “yüz”de, Rabbini esmasıyla tanıyıp tanıtıyor, sevip sevdiriyor sevgili Resul. Ona her bir ismiyle yöneliyor. Her bir isme de, tüm kainatı arkasına alarak, yani tüm kainatın o isme ettiği şahitliği özümseyip Rabbine sunarak muhatap oluyor. Sonuçta, “Allah’ım” diyor, “Sana esmanın hepsiyle niyaz ederim.” Cevşen’inde bunu öğretiyor.Her günkü tesbihatında, her bir anında bunu öğretiyor. Meselâ, teheccüde kalkıyor. Namazını kılıyor, dua ediyor. Duası içinde hamd ve niyaz ediyor. Bütün güzel isimlerin, bütün kemal sıfatların sahibi olarak, Halikını övüyor. “Ya Rab” diyor. “Her hamd Senin içindir. Sen, göklerin ve her yerin ve bunlardaki herşeyin Müdebbirisin.” Devam ediyor: “Yine her hamd Senin içindir. Sen, göklerin ve her yerin ve bunlardaki herşeyin Nurusun.” Hamd ve niyazını sürdürüyor: “Yine her hamd Senin içindir. Sen göklerin ve her yerin ve bunlardaki herşeyin Malikisin.”

 

 

Yahut, “İlahi” diyor, “yalnız Sana hamdolsun ki, göklerin ve yerin Nuru Sensin. Yalnız sana hamdolsun ki, gökleri, yerleri görüp gözetmekten ****** olmayan Kayyum Sensin. Yalnız Sana hamdolsun ki, göklerin, yerlerin ve içlerinde olanların Rabbi yalnız Sensin.”

 

Bu sırdandır ki, ondan aldığı dersle Hz. Âişe, Rabbine şöyle yöneliyor: “Rabbim, Esma-i Hüsnandan bizim bildiğimiz, bilmediğimiz bütün isimlerinle Sana münacat ederim. Her vechiyle büyüklerin büyüğü olan isminle Sana dua ederim. Her kim Sana bu isimlerinle dua ederse, icabet edersin Rabbim.” Ve Resul-i Ekrem, gaybî bir hazineden geldiği için hiç eksilmeyen tebessümüyle, “İsabet ettin, isabet ettin” buyuruyor.

 

Her haliyle dua ediyor sevgili Resul. Meselâ, kalblerin iman ve ubudiyete açılmasına mani perdeleri fethedip açmak üzere bir gazveye çıkıyor. İlgili yere vardığında, “Allah’ım” diyor, “göklerin ve gölgeledikleri şeylerin Rabbi; yerlerin ve yüklendikleri şeylerin Rabbi; şeytanların ve saptırdıklarının Rabbi; rüzgarların ve savurdukları şeylerin Rabbi! Senden bu köyün hayrını, halkının hayrını ve içinde bulunanların hayrını isteriz. Köyün şerrinden, halkının şerrinden ve içinde bulunanların şerrinden Sana sığınırız.” Sefer dönüşünde ise, bu kez zaferin hakiki sahibine şükrederek, “Bir tek olan Allah’tan başka ilah yoktur, onun ortağı yoktur” diyor. “Mülk Onundur, hamd Onadır, O herşeye kadirdir. Biz dönenleriz, tevbe edenleriz, kulluk ve secde edenleriz, Rabbimize hamdedenleriz.”

 

Mağfireti için, affı için yalnız Rabbine yöneliyor. “Çünkü Gaffâr ve Rahîm sensin.” Hem, “Melik Sensin. Senden başka hak mabud yoktur.” Hem “Sen benim Rabbimsin, ben Senin kulunum... günahlarımı toptan mağfiret et. Zira Senden başka günahları mağfiret edecek yoktur. Bir de beni en güzel ahlâka sevket, bana en güzel ahlâkı gösterecek senden başkası yoktur. Beni ahlâkın kötülerinden geçir. Beni kötü ahlâktan geçirecek Senden başkası yoktur...”

 

Geleceğe dair bir mesele zuhur ediyor. Yine Rabbine yöneliyor. Onun Alîm ismini bilip zevk etmenin huzuruyla, “Ya Rab, hakkımda hayırlısını bildiğin için, Senden hayırlısını dilerim” diyor. Yine Rabbinin Kadîr ismine sığınıyor. “Ve Senin kudretin yetiştiğinden, Senden beni kudretlendirmeni dilerim.”

 

Böylesi binler dua ve niyaz ile, bize de yolumuzu öğretiyor. “Ahlâk-ı ilahiye ile ahlâklanınız” nebevî düsturunu yaşamanın yolunu hayatıyla gösteriyor. Böylece anlıyorum; “ahlâklanma”nın özü, onun çok kez ifade buyurduğu şu bir cümleye bağlı: “Sen benim Rabbimsin, ben Senin kulunum.” Bu sırrın talimiyle anlıyorum; ahlâklanmanın özü, kendi nihayetsiz aczimi görüp, Kadîr-i Mutlak’ın nihayetsiz kudretine sığınmamda saklı. Fakrımı bilip, onun sonsuz rahmetine sığınmamda saklı. Kusurumu görüp, Cemil-i Zülkemal’in cemal ve kemaline sığınmamda saklı.

 

 

Çünkü sevgili Peygamberim öyle yapıyor. Sonsuz bir acz, zaaf, fakr ve ihtiyaçla yoğrulmuş insanlığımı, bütün isimler kendisinin olan Allah’a kulluğun temeli ve harcı yapıyor. Sonra “Rabbim bana edebi güzel bir surette ihsan etmiş, edeblendirmiş” diyor. Bunca yolculuğun ardından, ben de buna şehadet ediyorum. Hakikaten, Rabbimiz, sevgili Peygamberi en güzel surette edeblendirmiş. Zira, benim çoğu kez yaptığımın aksini yapıyor. Bana, âcizliğimi iyice gördüğü anlarda Rabbime dönüp, isteğim yerine gelince “Ben becerdim” dememin yanlışlığını gösteriyor. “Ben edeblendim” demiyor. “Rabbim beni edeblendirdi.” Said Nursî de şahidi bunun: “Edebin envaını, Cenab-ı Hak, Habibinde cem’etmiştir.”

 

Fiil, hal ve sözleri, ondaki edebin gerçekten Rabbinden geldiğinin delilleri. Meselâ, dağınık haldeki saçını düzeltiyor. Soruyorlar: “Ya Rasulallah, niçin?” Cevaplıyor: “Allah Cemîldir, cemali sever.” Her bir işini tek sayılar ile bitirmeyi seviyor. Suyu üç yudumda içiyor. Tesbihatını otuzüç kez tekrarlıyor. Bir eve girmeden üç kez sesleniyor. Rüku ve secdede Rabbini üç, beş, yedi yahut dokuz kez tazim ediyor. Neden? “Allah Birdir, bir’i sever.” Gününü vitrle, yani tek rekatlı bir namazla bitiriyor. Neden? “Allah Tektir, tek’i sever.” Hem “hediyeleşiniz” diyor; hediye vermenin en eşsiz örneğini hayatıyla arzediyor. Çünkü “Allah Muhsindir, ihsanı sever.” Hem, “Temizlik imandandır” buyuruyor. Böylece Allah’ın Kuddüs olduğunu bilip bildiriyor. Kendisine karşı işlenmiş kusurları affediyor. Allah Gafurdur çünkü, affetmeyi sever. Adaletle hükmediyor. Allah Âdildir, adaleti sever. Kendisine kılıç çeken Mekke’nin fakirlerni doyurup giydirecek kadar merhamet gösteriyor. Allah Rahîm ve Rahmandır, merhameti sever. Hannândır, şefkati sever. (işte gerçek bir muallim... )

 

Bu ölçüyü anlamamla birlikte, onun Sünnet-i Seniyyesinin kendi hayatım için önemini kavrar gibi oluyorum. İlk okuduğumda abartılı gelen bir hükmün hikmetini de şimdi bir nebze anlıyorum. Beni Resulullah hakkındaki peşin hükümlerimden kurtaran, bana onu tanıtıp sevdiren Risale-i Nur, Esma-i Hüsna’nın cilvelerinin “şeriat ve sünnet-i seniyyenin ahkamları içinde intişar” edip göründüğünü yazıyordu. Şimdi şimdi gerçekten öyle olduğunu anlıyorum. Anlıyorum ki, onun her fiilinde Ona giden bir yol var. Her hali Onun bir ismini ders veriyor. Her sözü, Onun esmasına ulaşarak sonlanıyor.

 

Sünneti ile, kâinat cümlesine “nokta” oluyor Resûl-i Ekrem. Onun sünneti olmayınca, cümle eksik kalıyor. Tamamlanmıyor. Dahası, bir cümle ancak tamamlanınca cümle haline geldiğine göre, anlamsızlaşıyor. (çünkü Sünneti seniyye ile ayetler çelişmez. Sünneti seniyyei bizzat Allah c.c. teşkil ediyor. )

 

 

Sünneti Seniyye Allah'ın kitabının nasıl anlaşılması gerektiğini bize öğretir. Hükümleri ve dayanağı zaten Ayetlerdir. Yukarda bir çok yerde ispat ettik. Sünneti Seniyye Allah'ın kitabının hayata geçmiş halidir..[/u]

 

 

Daha nasıl bir cevap istiyorsunuz ki......Allah ve Rasulü ayrılmaz bir bütündür....Boşa uğraşmayın.

 

 

Tüm bunları gördüm ya, onun sünnetine revan olayım istiyorum artık. Onun sünnetine göre yaşayıp, Rabbimi onunla tanımak istiyorum. Onun kendisini Ona sevdirdiği Rabbinin sevgisine ben de muhatap olmak istiyorum. Bunun için, onun da seveceği bir hayat yaşamak istiyorum. “Mahbubiyet derecesine çıkan bir ubudiyet”le ona ve Ona kavuşmak istiyorum.

 

İstiyorum; çünkü o da istemişti. Ve isteyene, istediği verilmişti.

 

 

Artık konuya tam bir açıklık getirildi.

 

Sevgiler

 

Terapi

 

Hala kabul etmeyenleri kendi dünyaları ile başbaşa bırakıyorum...Ben vazifemi yaptım. Hakkı söyledim..

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Nisâ, 4/59,

 

59. Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e ve sizden olan ülülemre (idarecilere) de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz Allah'a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız onu Allah'a ve Resûl'e götürün (onların talimatına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.

 

Nisâ,64-65,

 

64. Biz her peygamberi -Allah'ın izniyle- ancak kendisine itaat edilmesi için gönderdik. Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah'tan bağışlanmayı dileseler, Resûl de onlar için istiğfar etseydi Allah'ı ziyadesiyle affedici, esirgeyici bulurlardı.

 

 

65. Hayır, Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.

 

Nisâ,69-70

 

69. Kim Allah'a ve Resûl'e itaat ederse işte onlar, Allah'ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddîkler, şehidler ve salih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır!

Nur, 24/54

 

54. De ki: Allah'a itaat edin; Peygamber'e de itaat edin. Eğer yüz çevirirseniz şunu bilin ki, Peygamber'in sorumluluğu kendisine yüklenen (tebliğ görevini yapmak), sizin sorumluluğunuz da size yüklenen (görevleri yerine getirmeniz)dir. Eğer ona itaat ederseniz, doğru yolu bulmuş olursunuz. Peygamber'e düşen, sadece açık-seçik duyurmaktır.

 

Cum’a, 62/2

 

2. Çünkü ümmîlere içlerinden, kendilerine âyetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara Kitab'ı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen O'dur. Kuşkusuz onlar önceden apaçık bir sapıklık içindeydiler.

 

Al-i İmrân, 31-32

 

 

32. De ki: Allah'a ve Resûlü'ne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.

 

Şûrâ, 42/52-53

 

 

52. İşte böylece sana da emrimizle Kur'an'ı vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle doğru yola eriştirdiğimiz bir nur kıldık. Şüphesiz ki sen doğru bir yolu göstermektesin.

 

 

 

53. (O yol) göklerin ve yerin sahibi olan Allah'ın yoludur. Dikkat edin, bütün işler sonunda Allah'a döner.

 

Enfal, 8/20,46

 

 

20. Ey iman edenler! Allah'a ve Resûlüne itaat edin, işittiğiniz halde O'ndan yüz çevirmeyin.

 

 

 

46. Allah ve Resûlüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin; sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.

 

 

Konu benim açımdan kapanmıştır artık...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.




×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.