Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

TÜRBANINI ÇIKARTANLAR BAŞÖRTÜSÜYLE GİREBİLECEKLER MİDİR GİRMEK İSTEDİKLERİ YERE


Önerilen İletiler

Gönderi tarihi:

keşke bazı yerlere girilmesinde türban yasağı olmasaydı okullar mesela ilk orta ve lisede mecburi forma olduğu için türbanla girilemiyor peki anlamadığım nokta şu benim benim ben açık bir insanım yani türbanlı değilim neden ünüversitelere yarı açık boyalı saçlarla giriliyorda türbanla girilmiyor moderenlikle alakası var derlerse kapalı ve çok şık kıyafetler var açıklardanda güzel bende bu mantığı anlamıyorum bence açıklığa izin varsa türbanada izin olmalı.

 

saygılarımla...

 

Emin olun, yarı açık boyalı saçlar herhangi bir dini simge niteliği taşıyor olsaydı o da yasaklanırdı.

  • Cevaplar 219
  • Tarih
  • Son Cevap

Bu Başlıkta En Çok Gönderenler

Bu Başlıkta En Çok Gönderenler

Gönderi tarihi:

Ben boşuna söylemiyorum "Asıl hedef laiklik ilkesidir" diye... Sağolsun sayın bekir söylediklerimi haklı çıkaracak kadar açık seçik ifade etmiş.

 

Elbette halkın %90'ı türbanın serbest bırakılmasını isterse laiklik engeliyle karşılaşacak. Tıpkı halkın %90'ının şeriat hukukuna geçmek istemesinin, bu iş için yeterli olamayacağı gibi... Doğu'da yaşayan insanlar bağımsız kürt devleti istiyorlar diye orayı kürtlere mi vereceğiz? O zaman orada da halk plebisit istesin ve bağımsız ya da özerk bir bölge olsunlar... Sap ile samanı karıştırmayalım sayın bekir... Dini dayatmalar devletin üzerinde yer alamaz. Laiklik bunun için vardır...

 

Birincisi sap ile saman her zaman karışır sayın yam yam, zira saman saptan olan bir şeydir. Biçerdöverden artakalan saplar patoslardan geçerek samana dönüşür ama patos çoğu zaman sapların hepsini biç/e/mez dolayısıyla sapla saman karışmış olur. Şimdi buradan konumuzu gelirsek, sap ile samanı karıştırmakta ben beis görmüyorum ama siz sap ile odunu karıştırıyorsunuz ki bu hiç hayırlı sonuçlar doğurmaz...

 

Dini dayatmalar isteyen yok. Dine özgürlük isteyen var. Bu da kolayca geçilecek bir konu değil. Ama ben ne demişim, %90 demişim...Yok siz eğer yüzde 90'ı adam yerine koymuyorsanız o zaman sizin anladığınız demokrasinin de seçiminde canı cehenneme...Ben size daha önce yukarda sordum... Madem %90'ın dahi seçimi işe yaramıyor seçme hakkının bizim için ne önemi var...Evet, şimdi ben çok masumane bir soru soruyorum, bizim seçim hakkımızın ne anlamı var eğer isteklerimiz iktidarca dikkate alınmayacaksa...

 

Biz laiklikle mücadele derdinde değiliz ama laiklik bazen demokrasilerin kendilerine özgürlük vermek için çırpınıp durduğu halka karşı kotarılıyor. Yani ki Türkiye de laiklik insanlara hak vermek için değil haklarını engellemek için kullanılıyor...

 

Siz anlaşılıyorki satmışım anasını demokrasinin, benim için laiklikten başka birşeyin önemi yoktur. Hatta Cumhuriyet yönetimin de bir önemi yoktur diyorsunuz zira seçmenin oyu sizin için bir anlam ihtiva etmiyor...

 

Kürtlerle ilgili örneğinizde ise, birincisi seçim yapılacak bir bölge tespit etmeniz gerekiyor, böyle bir bölge tespit etmeniz mümkün değil zira bütün kürtler aynı bölgede ikamet etmiyor, dolayısıyla Tüm Türkiye çapında bir bölümün Türklere verilmesi talebiyle bir halkoylaması yapabilirsiniz veya Seçtiğiniz bölge içerisindeki insanların oylarına başvurabilirsiniz...Bu doğal ve doğru olan birşeydir. Sistemin çarkları kendi yararınıza işlediğinde iyi, başkalarına da biçtiğinde kötü değildir. Hatay biz da bu oylamayı yaptık...Niye olmasın..Herkes tercihlerinin sıkıntılarına katlanır...Dostum, işte biz bu kadar halkın oyuna önem veriyoruz...

 

Siz de bu kadar halktan korkuyor, halka karşı politika güdüyorsunuz...Ama halka karşı politika güden hiçbir güç ilelebet o yerde kalamamıştır...Aslında sizin öngördüğünüz sistem laik bir oligarşi belki de siz laik bir krallık istiyorsunuzdur...Halkın seçme seçilme hakkının olmadığı, kimsenin sesini çıkart/a/madığı herkesin sadece dinsizlik dinine inanabileceği bir devlet...

 

Bu arada haç takılması yasak mıdır diye sormuş muydum....Veya üniversite öğrencilerinin siyasi partilere üye olmaları, siyasi parti simgeleri yasak mıdır diye sormuş muydum? Ben bilmiyorum, bilen varsa özellikle sayın yam yam siz bir cevap verir misiniz...

 

ve siz de çok sağolun ki, laikliğin demokrasiye aykırı olabileceğini bana kanıtlama fırsatı verdiğiniz için...

 

ve siz de çok sağolun ki yaptığınız alıntıyı sadece birinci cümle olarak yapabilirdiniz ama yapmayıp ikinci cümleyi de yazmışsınız...

Gönderi tarihi:

İnanamıyorum yahu...Uzunca bir yazı hazırlamıştım. "Yanıt ekle " ye bastım ve sayfa hata verdi. Yazdıklarımımn hepsi gitti... Bir dahaki sefere sayın bekir...

 

Mesele değil sayın yam yam, arada sıra bende de oluyordu... Elektrik kesintisi, bilgisayarın kapanması gibi bir nedenle değilde explorer hatasından kaynaklandığında sorun, geri tuşuna bastığımda sayfa geri geliyordu...Neyse dediğim gibi önemi yok...

 

Konu fazla sıkıcı bir hal aldı...Laiklik, demokrasi, türban ve daha da garibi bunların siyasi, felsefi arka planlarıyla birlikte tartışılması iyice ağırlaştırıyor konuyu...Bu sebeple biraz değişiklik yapıp buraya başka bir yazı yazmak istiyorum bugün...

 

"Napolyan bir savaşta topların durumunu bir subayı çağırarak sorar. Subay, topların üç sebepten çalışmadığını bildiri ve "bir" der, "Barut Yok". Napolyan, subayın sözünü keser: "Yeter, barut yoksa diğer sebepleri saymana gerek yok"

 

Biz %90 la dahi hergün hülyasına daldığımız şeriat devletini getiremeyeceksek neyi tartışacağız...(Cümlemi anlamayanlar olabilir diye kinaye olduğunu belirteyim, böyle bir amacımız hiç olmadı)..

 

Aslında ben dün size verdiğim cevabı vermek istememiştim, karşılaştığınız yukardaki cümlelerim için özür diliyorum. Ben oraya, Kaşgarlı Mahmut'un Miami sahillerinde çekilmiş üstsüz resimlerinin 1542 yılında Hülya Avşar tarafından 10.000 dolar karşılığında satın alındığını yazacaktım...

 

Bizi laiklik korkutacıyla* korkutanlar, kıstıranlar ve dahası laikliği demokrasinin vazgeçilmez unsuru olduğunu düşünenler; birgün demokrasi ile köşeye sıkıştırılabileceklerini düşünürlermiydi acaba :devil: Hiç sanmıyorum, böyle birşeyin zuhur edebileceğnin bilseler, öngörseler sanırım ki; Cumhuriyeti ve Demokrasiyi bu ülkeye asla getirmezlerdi. Bu müslümanlar da çok oluyor. Ne lan, oturun oturduğunuz yerde, vergilerinizi ödeyin, size devletin verdiği mukaddes görevleri yapın, her seçimde ne halt etmeye sağ muhafazakar partilere oy veriyorsunuz. Devletçi sol (nasıl oluyorsa) partilere oylarınızı verin hatta Türkiye de ikinci bir parti asla kurul/a/masın ki insanlar boşu boşuna hangi partiye oy vereceklerini düşünüp zahmete girmesinler...

 

Neyse tekrar özür diliyorum, konuyu tekrar tartışma alanına çektiğim için...Amaçlarımız, derdimiz, söyleyeceklerimiz, saçmalamalarımız, neye düşman olduğumuz belli olduktan sonra artık sanıyorum ki tartışmanın anlamı yok...Bu sebeple laiklik, demokrasi paralelinden konuyu çıkartarak, tekrar TÜRBAN NEYİN SİYASİ SİMGESİDİR paraleline çekmek istiyorum....

Gönderi tarihi:

"Türban siyasidir onun için izin verilemez" diyenlere başörtüsü yada ninelerimizin giydiği üç etekli şu an folklorik amaçlı olan kıyafetle üniversitelere girebilirmiyiz diye bir soru sormayacağım. Zaten yukarıda bir arkadaş baş örtme fiilinin "şeriat tehlikesi" olarak algılandığı ifade etmiş. Eğer bu böyle algılanıyorsa vay bu milletin haline...Başörtüsü bu gerekçeyle yasaklanıyorsa arkasından daha neler gelmez ki namaz, oruç, sünnet, hacc,sakal.....(Hamiş:Hatta biz Türkiyede bazı isimleri arapça olduğu için nufus dairelerinde yasaklarken Bulgaristanda ki Türklere aynı yasağı uygulayan Bulgar hükümetine karşı kıyam bile etmeyi düşünmüştük) Kamboçya'da Kominist pol-pot yönetiminin halkın 5/3 ünü katletmek için neden bulduğu gibi pek çok neden bulunur ve bunların hepsi de bilimsellik adına olur kuşkusuz hangi ünv. giderseniz gidin bir prof. size istediğiniz konuda istediğiniz kriterde bilimsel bir açıklama yapar. Şunu unutmayın zulüm zulüm getirir.

Gönderi tarihi:

Haftaya pazartesi gününe kadar gözlerden ve gönüllerden ırak olacağım...Cevap yazıp da cevap alamayan arkadaşlar kusura bakmasınlar...

  • 3 hafta sonra...
Gönderi tarihi:

“TESETTÜR”

Bilinip veya bilinmemesiyle, mahiyeti hakkında hiçbir değişiklik olmayacak bazı hakikatler vardır. Yani kainatta mevcut olan eşyanın cüzden küle, küçükten büyüğe ne var ise hepsinin var oluşunda, yaratılışında mutlak bir gayesi vardır. Allah Subhanehu ve Teala onu bu hedef ve gaye için yaratmıştır. Çünkü ayeti kerimede buyurduğu gibi :

“Göğü, yeri ve ikisi arasında bulunanları boş yere yaratmadık. Bu, inkar edenlerin zannıdır. Ateşe girecek olanların vay haline!...” (Sad Suresi (3/ 27)

Allah(c.c) yaratıkları boşuna yaratmadığını haber veriyor. Bilakis onları zatına ibadet etsinler ve O’nu birlesinler için yaratmıştır. Sonra onları mahşer gününde toplayacak, itaat edenleri mükafatlandırırken kafirleri azaba uğratacaktır.

Ama ne var ki bizim için yani, insanoğlu için illa o eşyanın ne için hangi maksatla yaratıldığını bilmemiz mümkün değildir. Bize hangisi hakkında malumat verilmiş ise ancak onun ne için yaratıldığını biliriz. Bazıları da tabiaten vakıa olarak bilinir. Yani bir ineğin , arının, binek hayvanlarının varlığı içtimai sosyal hayatımızda ne için kullanıldığı bilindiği için onun bizim aramızdaki varlığı yaratılış itibarıyla ona ait olan hizmeti eda etmek içindir. Başka hiçbir şey değildir. Ama bazıları bildirilmiştir. –Bu bunun için yaratılmıştır, bu bunun için yaratılmıştır diye. Buda aynen:

“Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet etmeleri için yarattım.” (Zariyat(51)/ 56)

Onlara muhtaç olduğumdan değil sadece onlara Bana ibadet etmelerini emretmek için yaratmışımdır. Diyor. İbn Abbas (r.a)’dan gelen rivayette “Bana kulluk etsinler diye yarattım “ kısmını şöyle açıklıyor: İsteyerek veya istemeyerek Bana ibadeti kabul ve ikrar etsinler diye yarattım.

Bunu Kur’an bildiriyor. Biz diyor insanı sadece bize ibadet etmesi için yarattık, diyor. Onun için bilinip veya bilinmemesiyle mahiyeti hakkında hiçbir değişiklik olmayacak öyle hakikatler, gerçekler vardır ki insanoğlunun bu gerçekleri bilmemezlikten gelmesi o gerçeğin mahiyeti hakkında hiçbir değişiklik yapmaz. Bu ancak şunu gösterir, buna rağmen insan bilmemezlik gibi bir hal arzı endam ederse bu insanoğlunun aptallığını, akılsızlığını, eblelliğini gösterir.

Aynen; kişinin güpegündüz güneşe karşı gözlerini kapayıp güneşin yokluğunu iddia etmesi gibidir. Bu adam sadece gözlerini kapamıştır. Güneş onun için yoktur. Değilse güneş hakikaten yok değildir. Aynen de böyle insanoğlunun bağnazlığını ifade eden bu olay bir şeyi değiştirmiyor. Binaenaleyh, Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın dediği gibi:

“Sizi biz yarattık, o halde tasdik etmeniz gerekmez mi?” (Vakıa(56)/ 57)

İnsanoğlu ister kabul etsin ister etmesin insanı Allah, Subhanehu ve Teala yaratmıştır. İnsanoğlunun bunu inkar etmesi ve-Benim bir yaratıcım yok- demesi, gerçekten, hakikatten hiçbir şey değiştirmiyor.

Çünkü insan yokken var olan bir mahluktur. Binaenaleyh yaratılmıştır. Yaratılmış ise bir yaratan vardır. İster bunu kabul etsin ister etmesin. Hiç önemli değildir. Hakikat şudur ki insanoğlu sair mevcudat gibi her şey gibi yaratılmış bir varlıktır. Yaratılmışlık yönüyle sairlerinden bir farkı yoktur. Onlar gibidir. İnsanoğlunun varoluşu onu varidenin mevcut oluşunu gösterir.

Aynen evinizdeki bir komodini, sehpayı düşünün. Burada aklı ve kalbide devrede olarak düşünen bir insan için bu komodini yoktan var oldu ve yahut bu bir zamanlar ağaçken kendi kendine kesildi, biçildi ölçülü bir hale getirildi, birleştirildi, cem edildi ve yerden maden olarak çıkarılan bir şey kendi kendine ince ince eridi bunlar birleşti çivi oldu. Geldi buraya bu parçaları birbirine birleştirdi demesi ne kadar ahmaklığına delalet ederse, insanın kendisi içinde hiç yoktan öyle bir yaratıcı olmadan var olduğunu iddia etmesi bundan daha aptallığını ifade eder.

Bunu itiraf etse de etmese de onu Allah yaratmıştır. Yeryüzündeki mahlukatın en şereflisi insanoğludur. Şu da bir gerçektir ki bir zerrenin dahi varoluşu gayesiz ve maksatsız değilse insanoğlunun hiç değildir. O onlardan daha çok bir gaye için yaratılmıştır. Fakat inkar, insanoğlunun ifade ettiği sözler kendisini sairlerinden de aşağıya “esfeli - safilin” dediğimiz bir seviyeye düşürmektedir. Bunun içindir ki Allah Subhanehu Teala şöyle buyurur:

“Biz insanı en güzel bir şekilde yarattık. Sonrada iman edenler ve salih amel işleyenler hariç, onu, aşağıların en aşağısına ittik.” (Tin Suresi(95)/ 4 – 6)

Güzel bir şekilde yaratılan; güzel hasletlerle teçhiz edilerek yaratılan, var edilen insanın sonrada aşağıların aşağısına -Esfeli - safilin- dediğimiz yere atılması mutlak belli bir tedenni (yani aşağıya doğru iniş) yukarı çıkmanın zıddına bir iniş eylemine tabi tutulduğunu gösterir.

Demek ki insanoğlu yaratılış itibarıyla hem terakkiye(yükselme) hem de tedenniye (alçalmaya) müsait bir kabiliyet üzere yaratılmıştır. İnsanın hayatı yükselme ve alçalma ile seyrini devam ettirir. Ve daha sonrada bu inişin çıkışın misalini veriyor. Öyle telakki eder ki Alâyı illiyyene çıkar meleklerin dahi gıpta edeceği kıskanacağı bir dereceye hasıl olur. Aksi olursa, inerse –esfeli - safilin– aşağıların aşağına inmesi onu hayvan, hatta hayvanlardan daha aşağıya yapar, diyor ayeti kerimesinde Allah Subhanehu Teala. Bunun için Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

“Biz, cehennem için pek çok cin ve insan yarattık. Onların kalpleri vardır; fakat onlarla anlamazlar; onların gözleri vardır; fakat onlarla görmezler; onların kulakları da vardır; fakat onlarla işitmezler. Bunlar tıpkı hayvan gibidirler; hatta daha sapık.. İşte gaflet içinde olanlar bunlardır.” (Araf Suresi (7)/ 179)

Evet kardeşlerim, Allah (c.c), onlara bu organları bahşettiği halde bu organlarından hiçbir şekilde yararlanmazlar. Bunu Allah (c.c) hayvanlardan daha aşağı olarak nitelendiriyor. Zira hayvan, çobanın sözünü anlamasa bile, çobanın sürdüğü yere gider. Zira hayvanlar - kafirin hilafına - ya tabiatları veya Allah’ın onların emrine vermiş olmasıyla ne için yaratıldıklarını bilirler. Kafir ise; Allah’a ibadet ve tevhid için yaratılmış olduğu halde, küfre düşüp Allah’a şirk koşmuştur. Bu sebeble kim Allah’a itaat ederse; ahirette benzeri meleklerden daha şerefli olur. Küfredenlerden de hayvanlar daha iyidir. Bu sebeble Allah (c.c) “Onlar hayvanlar gibidirler,hatta daha sapıktırlar...” buyurmuştur.

Ve yine bir ayeti kerimede:

“Yoksa sen onlardan çoğunun söz dinleyip akıl ettiklerini mi sanıyorsun? Oysa onlar hayvan gibidirler; hatta yol itibariyle onlardan daha sapıktırlar.”

(Furkan Suresi (25)/ 44)

Durumları otlamaya giden hayvanlardan daha kötüdür. Zira onlar niçin yaratıldıklarını bilirler. Bunlar ise tek ve ortağı olmayan Allah’a ibadet için yaratıldıkları halde bir başkasına tapınmakta ve aleyhlerine hüccet koşulmuşken Allah’a ortak koşmaktadırlar.

Evet, Allah Subhanehu Teala bu şekilde yükselmeye ve alçalmaya muhatap olanların yarısı da kadınlardır diyor. Binaenaleyh, dünya hayatının iki unsuru olan erkek ve kadın birbirlerine ihtiyaç duyacak hasletlerle techiz edilerek, birbirlerine meyletmeleri fıtratlarının, tabiatlarının gereği olmuştur.

Yani eşrefi mahlukat, yaratılmışların en şereflisi insan, yani yükselme ve alçalmaya müsait bu insanın yarısı da kadınlardır.

Yeryüzünün iki unsuru vardır. Kadın ve erkek. İşte yeryüzünün iki unsuru olan bu varlıklar birbirlerine ihtiyaç duyacak, birbirlerini arzulayacak hasletlerle yani duygu ve hislerle yaratılmıştır. Binaenaleyh, bu hasletin akabinde birbirlerine meyletmeleri tabiatlarının, yaratılışlarının bir gereği olmuştur. Bir ayeti kerimede;

“Size, kendi nefsinizden, kendisiyle huzura kavuşabileceğiniz eşler yaratıp aranıza sevgi ve merhamet koyması da O’nun delillerindendir.” (Rum Suresi (30)/ 21)

Allah (c.c) Hz. Havva’yı Adem’in sol ve kısa olan kaburga kemiğinden yaratmıştır. Şayet Allah (c.c) Ademoğullarının hepsini erkekler, cinden veya hayvandan olmak üzere kadınları da başka bir cinsten yaratmış olsaydı, gerek onlar arasında ve gerekse eşler arasında birbirine ısınma meydana gelmezdi.

Buda gösteriyor ki kadın ve erkek aynı cinstendir. Yani bir bütünün yarım iki parçası telakki ediliyor. Ve bu meyanda neden bunu yaptık diyor. –Birbirinize ülfet duyasınız, birbirinizi sükunete kavuşturasınız diye, diyor. Ve sonra aranızda “meveddeden ve rahmeten” bir sevgi ve rahmet kıldık, diyor.

“Mevedde” kelimesini ele aldığımızda ilk mana sevgi manasındadır. Sevgi kelimesi, toplumun ona yüklediği mana sadece iki tarafın kadın ve erkeğin birbirine çekicilik arzeden fiziki yönleridir. Bunun neticesi ancak bir sevgi hasıl olur. Ama “mevedde” dediğimiz şey yani muhabbet ve sevgi dediğimiz bu şey “mevedde” kişileri birbirine karşılıksız bağlayan esaslardır.

Yani nasıl ki gençliğinde birbirine ihtiyaç sahibi iseler,ihtiyarlayıp gençliğinde değer verdikleri bazı şeyleri kaybetmişte olsalar gençliklerinden daha çok birbirlerine ihtiyaç duyan ve aralarındaki bağı kasteden sevgiyi bahsediyor. Ve bu rahmet ancak telakki ediliyor.

Ve kadın ve erkeği birbirine bağlayan “mevedde” yi başka bir şeyde görmemiz mümkün değildir. İşte bunda insanoğlunun ibret alması için, Allah’ın büyüklüğünü, azametini anlayabilmesi için, ibret almaları gereken çok büyük ayetler yani delillerdir, diyor.

Yukarıda zikrettiğimiz ayette öncelikle şunu vurguluyor;

“İnsanoğlu kabul etsede etmesede, tasdik etsede etmesede, inansada inanmasada onu biz yarattık, diyor. (Vakıa (56)/ 57)

Sonra dönüyor bu yaratılışı bir izah ile anlatmaya, tafsile tabi tutuyor. Önce siz aslında birsiniz onu bir olan insanı iki yarım parça halinde yarattığını belirtiyor. Hemde sizin cinsinizden halk ettim, diyor. Ve sizin ibret almanız için aynı cinsten var olan iki yarım parça. Ve hemde bu iki unsur, birbirini tamamlayan iki yarım ve birbirine meyledecek ihtiyaç hissedecek hasletlerle, duygularla fıtratlarının gereği yaratılmışlar.

Bunu birbirine bağlamada kasıt şu; Eğer insanoğlunun bekasını, devamlılığını sağlayan bu ilişki bizi kul edinen Allah (c.c.)’nin sair emir ve nehiylerine tabi olmaklık gibi kendi irademize, kendi isteğimize bırakılan bir şey olsaydı o zaman şunu beklemek mümkün olmazdı.

Yani şöyle; Ananın çocuğuna karşı muamelesi ananın tabiatında fıtratında onunla beraber yaratılan bir duygudur. Ananın çocuğuna bakması çocuğu ile ilgilenmesi, onu kötülükten koruyabilmesi için fedakarlığın en üstün seviyesini dahi sergileyebilmesi onun yolunda birçok meşakkate katlanması işte bu şefkatin ve merhametin bir payıdır. Bunu karşılıksız yapıyor. Yani sen bunu yaparsan iyi bir kulsun, sana şöyle şöyle mükafatlar var, demiyor.

Ama çocuğun ana – babaya karşı yaptığı her şey bir “itaat” aksi Allah’a bir “isyanı” telakki ediyor. Bunu kayda almış. Onlara:

“Rabbin yalnız kendisine kulluk etmenizi, ana–babaya iyi davranmanızı emretti. Onlardan biri veya her ikisi de senin yanında yaşlanırsa, onlara -öf bile – deme, onları azarlama ikisine de güzel söz söyle.”

(İsra Suresi (17)/ 23 , Ankebut Suresi (29)/ , (Taberani 5.c.272. / Müslim / 2551- 85.)

Buna rağmen açın Kur’anı ve Sünneti çocuklarınıza şöyle şöyle iyi davranın, gece bakın, şunu edin, onlara tahammül edin gibi bir tek delil bulamazsınız. Ama aksi düşünüldüğünde onlara- öf bile- demeyin ,diyor.

Yani ananın babanın çocuğa yaptığı karşılıksız olan bir iş, fakat çocuğun ana babasına yaptığı bir itaat ve isyan meselesidir.

Aynen insanlığın devamı bekası için kadın ve erkek ilişkisi de birbirlerine ihtiyaç duyması fıtratlarının bir gereği. Yani ikili ilişkiye geçtiği taktirde şöyle şöyle sevaplar var diye bir şey yok, teşvikte yok. Tabiatının yaradılışının bir gereği kılınmıştır. Buda “mevedde” dediğimiz ve rahmet dediğimiz esaslara bağlı kalarak gidilmiştir.

İşte böyle birbirine muhtaç olarak yaratılan bu iki yarım varlık birbirinin yarısını tamamlayan tek bir bütündür.

Birbirlerinden ayrı kaldıkları zaman müddetince yarım şahsiyet oldukları gibi uhrevi yani ahiret hayatını kazanmada da vesile olması hasebiyle dinleri de yarım olarak tabir edilir. Bu hakikate parmak basan bir esasta Allah’ın Resulu (sav) şöyle buyuruyor:

“Kul evlendiği zaman dinin yarısını tamamlamış olur. Diğer yarısında da Allah’tan korksun.”

(Tergib veTerhib 4.c / 203sy, – Beyhaki ,– Taberani / Evsat’ta ,– Hakim)

Yukarıdaki sözün manası bu oluyor. Yani ayrı kaldıkları müddetçe bu iki yarım şahsiyet yarım telakki ediliyor. Ancak bir olduklarında yani evlendiklerinde bir bütün oluyorlar. Bu dünyevi hayatlarında olduğu gibi uhrevi hayatlarını kazanmakta da bir yarımlılık sayılıyorlar.

Hadiste de, kul evlendiğinde dininin yarısını tamamlar, yani evlenmeyen bir kadın ve erkek dünyada yarım şahsiyet telakki edildiği gibi ahirete dönükte yarım dinli ifade edilir. Evlendiklerinde ancak dinlerinin yarısını tamamlayabiliyorlar. Ve geri kalanda da Allah’tan korksunlar diyor.

Kadına, Allah (c.c) şer’i bir daire çizmiştir. Burada erkeğin kendine de böyle Allah’ın çizdiği bir şeri daire yok mudur ? sorusunu gündeme getirmez. Ama neden öncelikle kadın ele alınıyordu erkek için böyle bir mesele müşkülat mevzubahis edilmiyor. Neden? Buna biraz sonra değineceğiz. İnşallah.

Allah’ın kadına çizmiş olduğu Kur’an ve Sünnetteki belirtilen şer'i dairenin dışına çıkan kadın kadının muhakkak toplumun ifsadında büyük bir payı vardır. Yani bu dairenin dışına çıktımı kadın, hem kendini ifsat etmede hem de bulunduğu toplumu ifsat etmede büyük bir payı vardır. Bunların şimdi hep aksini düşünmeyeceksiniz. Yani toplumu ifsadında,toplumu bozmada kadının bu kadar büyük payı varda sanki erkek iyice mi masum, yani aksi manasını çıkarmıyor.

Kadının fitnesi, ifsadı insanlığın düşmüş olduğu şirkten en büyük çirkin fitnedir. Kadının toplumu ifsadındaki payı insanoğlunun şirkten sonra düşmüş olduğu en büyük pisliktir. Çünkü kadının salahında (yani kendine çizilen şer'i dairenin içinde kalması kadının salahında) hayra, fesadında da şerre esas olma istihdadı vardır.

Yani kadın şerre asıl olduysa korkunç bir fitne vardır. Eğer kadın hayra asıl olduysa muhteşem bir hayır vardır. İkisine de çekirdek olacak istihdadadır kadın.

Çünkü, içtimai yönden yani sosyal hayatımızda insanlığın salahı, insanlığın düzgünlüğü kadının salahına bağlıdır. Yine içtimai hayatımızın bozulması kadının bozulmasına bağlıdır. Binaenaleyh toplumda ilk ifsat edilmeye çalışılan nüve kadındır. Bunu anladınız değil mi.

Gönderi tarihi:

Kadının salahında yani iyi olmasında toplumun iyi olmasına, kadının bozulmasında toplumun bozulmasına bir esas alma nüvesi vardır. Onun için kadının salahı toplumun salahı kadının ifsadı toplumun ifsadı telakki ediliyor. Yani içtimai hayatımızın salahı kadının salahına kılınmış erkeğin değil. Burada zıt düşünmeler devam ediyor. Ama daha farklı bir mana kazanarak, neden erkeğin salahına bağlanmıyor da kadının salahına bağlanıyor. Allah’ın Resulu (sav) bir hadisi şeriflerinde:

“Sizin en hayırlınız ehline en hayırlı olanınızdır” diyor.

(Tirmizi / 2743 / 1171- Hakim, Müstednek 1/ 53,- İbn Mace / 1609)

Bu ne yapıyor, şu ifadeden daha da özelleştirilmiş şekle indiriyor.

Yani neden erkeğin iyi olması, kadına iyi davranmasına bağlı kalıyor. Az öncekini siz aksi düşünürseniz, kadınlar erkeklere de bunu böyle düşünmesi gerekir. Neden benim iyi olmam onlara iyi davranmama bağlı olsun ki der. Ama böyle denmiş. “Sizin iyi olmanız, kadınlara iyi davranmanıza bağlı.”

Onun için toplumun salahı kadınların salahına, toplumun ifsadı kadının ifsadına bağlıdır. Şimdi bu buna endeksli, orantılı olunca toplumda ilk ifsat edilen kim oluyor! Kadın oluyor. Buna vakıa olarak da baktığımızda toplumlara, her şey ifsat yönüyle kadının üzerinde işlenmeye çalışılıyor. Erkek değil. Çünkü o ifsat edildi mi otamatikman erkekte ifsat olur. Eğer kadını ifsat başarılırsa toplumun diğer yarısını oluşturan erkekleri de rahatlıkla ifsat edebilirsin. Çünkü erkeği ifsat etmede kadından daha tesirli bir vasıta yoktur. Zira Allah’ın Resulu (sav) şöyle buyuruyor:

“Benden sonra erkekler için kadından daha zararlı bir fitne bırakmadım” diyor.

(Tirmizi / 2929, – İbn Mace / 3998, - Buhari)

Evet benim vefatımdan sonra siz erkeklere en büyük imtihan, kadınlardır diyor. Bunu mücerret bir şekilde olsanız bazılarının yaptığı gibi Allah göstermesin kadını aşağılayıcı itham edici bir söz cümlesi olarak ele alınıyor. Demek ki fitnenin kaynağında kadından büyük bir fitne yokmuş gibi bir şekilde anlaşılıyor. Bu toplumun hemen anladığı gibi değil öyle. Yani benden sonra yani benimle şirk halledildi bir yere kadar, ama sizin devamlı uyanık kalmanız gereken bir cihet var, o da kadın.

Buradaki fitne öncelikle zihinlerdeki yanlış anlaşılmasını defetmek için söylüyorum, buradaki fitne kelimesi imtihan manasında. “Benden sonra size en büyük fitne kadınlardır. Yani onların ifsat olması.”

Bu mefhumu, muhalifi doğurur. Şimdi bundan ne anlaşılmalı. Sizin hayrınız, sizin salahınız kadınlarınızdır, dikkat edin! Bize söylenen söz arkadaşlar illa da söylendiği şekliyle ele alınmaz. “Kadınlar sizin için büyük bir fitne ama sizin içinde çok büyük bir hayır manası taşır.”

Bu söz yani fitne kelimesi kullanıldığı yere göre mana taşır. Neden? Erkekler büyük fitne değil de kadınlar büyük fitne, erkekler büyük fitne olmadığı için. Neden büyük fitne olmaz? –Hayırda büyük olmadığı için. Şu denk getirilir.

Mesela; benim elimin üzerinde yarım santimlik bir yarık olsa birde kalbimin üzerinde yarım santimlik bir yarık olsa hangisi tehlikelidir. İkisi de aynı kelimeyle ifade ediliyor. Ama diğerine göre elin üzerindeki yarım santimlik yarığın ne önemi var.

Bunu şimdi fitne isimleriyle ayırt edin. Erkeğin fitnesi el üzerindeki yarım santimlik yara gibidir. Kadının fitnesi kalp üzerindeki yarım santimlik yara gibidir. Kadındaki küçük bir şey çok büyüklere sebep olduğunu düşündüğündendir. Değilse Allah göstermesin Allah’ın Resulu (sav) – “Benden sonra size kadından daha büyük fitne bırakmadım”- sözü onu küçümseyici, aşağılayıcı mahiyette ele alıcı bir söz değildir. Bilakis kadrini anlaması içindir.

Toplumun salahı kadının salahına orantılı ise ifsadı da aynı olur. Binaenaleyh Allah’ın Resulu(sav)’in bir sözünde bunu ifade eden bir hadisi şerifte şöyle buyuruyor:

“... İnsan vücudunda bir et parçası vardır. O iyi olduğu zaman bütün ceset iyi olur. O bozuldu mu bütün ceset bozulur. İşte o et parçası kalptir” diyor.

Buhari / 4.c 1900 , Müslim / 1599 – 2564 , Dârimi / 2535 , İbn Mace / 3984 , Nesai / 443

Yani nasıl kalbin salahı cesedin salahına, kalbin ifsadı cesedin ifsadına bağlantılı tutuluyorsa kadında böylece toplumun salahına ve toplumun ifsadına bağlantılı tutulmuş.

Kadının gündeme gelmesi değerli olduğundandır. Erkeğin fitnesinin gündeme gelmemesi erkeğin fitnesinin hiçbir değeri olmadığındandır. Erkek bu mevzuda fitneye düşürülendir. Onun için zararda hiç önemli değildir. Hadisi şerif bunu anlatır. Geliyor şimdi neden bunu böyle diyor? Zira kadının yaratılış icabı sahip olduğu cazibe, bir çekicilik vardır. Bunu daha başka yönüyle de ele alabilirsiniz aynı hal kadının şefkatiyle gündeme gelse. Bu şefkat kadında da var, erkekte de var. Ama kadınınkiyle erkeğin ki hiçbir zaman ölçülemez. Yani denk olamaz. Ve kadınla erkeği fiziki yönden eşit tutsa bile şefkat yönüyle eşit yapamazsın. Ve erkekte illa kadın gibi şefkatli olacak denemez, bunu yapamazsın.

Küçük bir çocuğu ele alın. Kadına ve erkeğe - alın buna bakın – deyin. İkinizde eşitsiniz deyin. Erkek buna iki gece iki gündüz dayanamaz. Ama kadın bunu hiç yüksünmeden yapar. Neden? Bu onun fıtratına müsaittir. Erkeğin fıtratına müsait değildir. Aynen erkeklerde de bir cazibelik mevzubahistir. Ama kadınınki gibi değildir. Neden bu böyle ele alınıyor. Zira kadının yaratılış icabı sahip olduğu cazibe çekicilik erkeği kendisine meylettiren, meylettirmeye vesile olan Allah’ın emirleri dahilinde olunmazsa (demin başta söylediğim gibi) şer'i bir töre içinde kendisine çizilen ölçüler içinde kalmazsa bu korkunç bir ifsat olur. İşte bu cazibede şer'i bir cazibe dahilinde nizama alınmazsa çok büyük fitne olur.

Burada ilk koyacağımız nokta şu. Kadının cazibeliğini çerçeveye alan ne? Tesettür’dür. Yani bizim tesettürü tatbikimiz, Allah(c.c) kapanmayı emretmiştir. KAPAN tipinde birilerine tebliğ değildir. Bu tesettürün ilk önce şer'i ölçünün çerçeveye aldığı kadının çekiciliğidir.

Şimdi bu çekicilik cazibe bir hadle mi ele alınmış? Mesela, erkekte denildiği gibi erkeğin tesettürü:

“Göbekle diz kapağı arasıdır.” (Taberani Mucemus Sağır / 709)

Bu bunun haddidir. Onun dışında bir çekiciliğe şer'i ölçüyle kayıt getirmiyor. Kadın gündeme geldiğinde Allah’ın Resulu (sav)’in dediği gibi,

“Kadın avrettir. Ve süslenerek sokağa çıktığı zaman şeytan onu ayartır .”

(Tirmizi / 1182)

Avret dediğimizde yani kadın çekici ve cazibelidir, dediğimizde bütün kadın ele alınıyor. Erkekler gibi sadece “göbekle diz kapağı arası”gibi değil. İşte bu şer'i ölçü dahiline alınmalıdır. Eğer kadının tesettürünü, kapanmalısın böyle emretmiştir. Tipinde ele alabiliriz ama. Bu sahih olan bir amel olsa da ihlası gündeme almaz.

Bir amelin kabulü için iki şart vardır. Halis olacak, sahih olacak. Sahihliği nedir? Şer'i ölçülere alınmasıdır. Ama halis olması bunun Allah rızası için yapılmış olmasıdır. Başka bir düşünceyi gündeme getirerek yapmak mümkün değil. Aksi olur. Bazen bunu yaşadığımız ortam farklı gösterir.

Türkiye ortamında genç bir kız kapanıyorsa bu neyin alametidir? İmanlı olduğunun değil mi? Bu onun dinine bağlılığını gösterir. Ama Suudi Arabistan’da bir genç kızın kapanması illa imanlı olduğunu göstermez. Neden? Toplumda öyle kapanması gerekiyor da ondan. Aynı bizim İç Anadolu’da olduğu gibi. Köylü kadınları geniş şalvar giyer, başını örter ama hiç alnı secdeye varmamıştır. Bu bir adet olarak yapıla gelmiştir. Bu büyük şehirlerde olsun bir genç kız kapandı mı bu onun imanına delalet ediyor. Ama Suud gibi bir ortamda buna delalet etmez.

Bu neyi gösteriyor şimdi ortamın verdiği imkan bu toplumda kadının kapanması onun şuurlu olduğunu gösteriyor. Hele okuyan bir talebe kızı düşünün bu ortamda kapanması onun imanlı olduğunun alametidir. İşte bu kapanmada ihlas var. Ama ortam Suud gibi bir ortama kaysa önemli olan orada kapanma değil, kapalı olduğu halde fuhuş bile işleyen çıkabilir. Ama bu toplumdaki alameti farklıdır.

Bizim işte bu gibi bir toplumdaki kapanmayı muhafaza eden his ve duyguları taşımamız gerekir. Aksi olursa onun erimesi çok basit olur. Ve hem de iman alameti olmaktan çıkar. Yaptığımız iş şekil değil bir iman alameti olmalıdır. Bunu iyi anlamak gerekiyor. Yaptığımız iş şekilcilik değil ana-baba emrettiğinden değil, Allah Subhanehu Teala emrettiğinden yapılmalıdır. Eğer böyle olursa iman alameti olur. Yoksa ana – babanın emriyle kapanma iman alameti değildir.

Bununla neyi söylemek istiyoruz? Zorla yaşatılan bir iman eyleminin faydası yoktur. Zorla yaptırılan bir küfründe zararı yoktur. Birisi gelip senin alnına tabancayı dayasa zorla dine ters bir şeyi söyleyeceksin dese bu o insana zarar vermiyor. İkrah var. Aynen zorla yaşatılan imanında sahibine bir faydası yoktur. Yaşadığımız şey şekil değil imanımızın bir alameti olması gerekir. Değilse şekilcilikten ileri gitmez. Onun için buradaki kasıt kadının yaratılışında olan çekicilik cazibelik eğer şer'i ölçüler dahilinde bir daire içerisine alınmazsa şekilcilikten öte gitmez. Amelin ihlas yönünü genişlettiği müddetçe ele alabiliriz. Aksinde vuku bulan ifsada Güya rağbeti artıran esas kabul edilmesine rağmen, ama gerçekte hiçbir payı yoktur.

Bu sözümüzle neyi kastediyoruz şimdi? Açıklık ifade edilirken cazibe ifade edilir. Ama açıklık cazibeyi kaybettiren unsur olur. Bunu anladınız mı? Bakın şimdi. Menfide biz bunu kullandığımızda ifsat yönünden cazibelik diyoruz. ifsat için illa geçerli sebeplerin olması gerekmiyor. Hayır için geçerli sebebiler gündemdedir. Müspete döndü mü açıklık cazibe, çekicilik değil, kapanmak cazibe oluyor.

Bunu şöyle ifade edebiliriz. Dağda yaşayan bir çoban düşünün. Kadından yani insanlardan uzak kalan birisinin şehre indiği zaman normal ayak topuklarından bir karış yukarıda giyinen bir kadın gördüğü zaman bu hareket o erkeği çok çabuk ifsat eder. Bunun kapanmanın yürürlükte olduğu yerdeki yaşayan bir insan için bu geçerli. Ama şehirde yaşayanların açık saçık giyinmeleri çekmiyor. Artık hayvanlaşmış bir ortamda hiç kimse birbirine ilgi duymaz olmuş.

Onun için insanlığın devamının bekasında kapanmak cazibedir aslında. Ama gerçek manayı anlıyoruz. Aksi açıklık ifsatta cazibeliktir, hayırda değil. Onun için çerçeve dahiline alınma insanın “mevedde” dediğimiz rahmetin devamıdır. Şöyle ki, Subhanehu Teala’nın koymuş olduğu bu “mevedde” ve “rahmet” devamlı şer'i kaidelere uyan hanımlara karşı geçerlidir. Ve yahut kocasına karşı geçerlidir. Aksi olduğu halde fuhşun zirveye gittiği bir ortamda neslin kuruduğu, kesildiği açıkça görülmektedir. Bunu Avrupa ve sair yerlerde görmek mümkün. Bu neslin bekasının devamı için olur. Evet kadının fıtratında bulunan bu cazibe eğer şer'i bir daire içine alınmazsa şeytanın erkekleri ifsat etmede kullanacağı en tehlikeli bir vesile olacaktır, ifsatla. Bu tehlikeyi beyan eden bir hadisi şerifte Allah’ın Resulu (sav) efendimiz şöyle buyuruyor:

“Şüphesiz ki kadın şeytan suretinde gelir, Şeytan suretinde gider. Biriniz bir kadın gördü mü hemen ailesine gelsin. Çünkü bu onun nefsinde olan şeyi giderir.”

(Müslim / 1403)

Ve yine bir hadisi şerifte:

“Kadın bütün olarak cazibedir. Binaenaleyh dışarı çıktığı zaman şeytan onu tezim eder” diyor. (Taberani / Mucemus Zevaid, K. Salat 2 / 35)

O çekicilik neymiş, Şeytanın tanzim etmesidir. Evet, kadın dışarı çıktığı zaman şeytan suretinde gelir. Şeytan dışarı çıktığı zaman kadın suretinde gelir. Ve hareketi bu minval üzere olur. Yani artık ifsat edilmek için kullanılır.

Binaenaleyh, Allah’ın Resulu (sav)’in bu tip meselelere arzında dikkat çekici tarafı ifadelerin çarpıcılığıdır. Yani bu mevzuda salah mevkiinde oturan herhalde ilk insan kim olur. Yani kadının cazibesine kapılmayacak öyle bir ifsada düşmeyecek tek kişi kim olabilir. Allah’ın Resulu (sav) efendimiz değil mi? Misali verirken de bakın kendinden veriyor.

“Cabir (r.a) naklediyor: Allah’ın Resulu (sav) efendimiz bir kadın görmüş: Müteakiben zevcesi Zeyneb’e gelmiş. Zeynep kendine ait bir deri örüyormuş. Allah’ın Resulu (sav) hacetini bitirmiş. Sonra Ashabının yanına çıkarak:

“Şüphesiz ki kadın şeytan suretinde gelir, şeytan suretinde gider. Biriniz bir kadın gördü mü hemen ailesine gelsin. Çünkü bu onun nefsinde olan şeyi giderir” buyurmuştur. (Müslim / 1403)

Bakın bu misali kendisinden veriyor. Bir resul, vahiy gelen bir resul, olması sebebiylede olsa böyle bir cazibenin dairesine girebilir. Binaenaleyh şeri ölçüde bir hareket etme mecburiyetinde. Yani kadında olsa şeri çerçeve çiziliyor, erkekte olsa. Kadın için ama başkasını korumak için gündeme geliyor. Erkeğin korunması için bu gündeme geliyor.

Yani kadın hem kendisini koruyor hem de başkasını koruyan oluyor. Erkek sadece kendisini koruyan durumda. Hangisinin işi çok. Kadının vazifesi daha çoktur.

Onun için kadını fitnede odak noktası yaptığı gibi hayırda da odak noktası yapıyor şeriat. Bu bir küçümseme değil. Yani bir şeyin şerre vesile olmasında büyüklüğü varsa hayırda da büyüktür. Bunu daha iyi anlamak için bir misal verelim. Allah Subhanehu Teala şöyle buyuruyor:

“Kim bir kimseyi öldürürse, onun, insanları topluca öldürmüş olacağı, kimde bir kimseye hayat hakkı tanırsa, onun insanlara topluca hayat vermiş olacağı...”

(Maide (5) / 32)

Yani insanın bu hareketi hem hayra hem de şerre vesile olmaktadır. Hem de büyük bir şekliyle. Kadın bu durumdadır şimdi. Ama erkek aynı duruma alınmamıştır.

Yine bakıyorsun hadisi şeriflere Allah’ın Resulu (sav) efendimiz şöyle buyuruyor: “Cennet anaların ayakları altındadır.* Şimdi kadın kelimesini kullanırken burada “ana” kelimesi olarak ele alınıyor. “cennet kadınların ayakları altında” demiyor. “Anaların ayakları altında diyor.” Bu iki ifade çok farklıdır. Yani ona mana kazandırma yönüyle farklıdır. “Sizin en hayırlınız ehline en hayırlı olandır” diyor. Hitap erkeklere yine;

“Üç şey dünya saadetindendir. Geniş bir ev ,iyi huylu bir binek, Saliha bir kadın ki size hayırda yardım eder” diyor. Bunu erkeğe diyor. Salih bir erkek demiyor. Saliha bir kadın diyor. Ama erkeğin salih olması gerekmiyor mu? O başka bir meseledir. Ama erkeğin salih olması kadının salih olması gibi değildir. Hatta kullanılan şöyle bir ifade vardır. “ haya güzeldir. Herkeste güzel. Erkeğin hayırlısı iyidir ama haya kadında daha güzeldir” diyor.

Yani hayanın kadına kazandırdığı değer çok farklıdır. Erkeğe de bir şeyler kazandırıyor. Ama kadına kazandırdığı daha çoktur.

Sahabenin biri gidiyor ve Ey Allah’ın Resulu iyilik yapmama en fazla layık olan kimdir? Diye soruyor. Allah’ın Resulu (sav):

“Anandır dedi. Adam: - Sonra kim? – Anan. –Daha sonra kim? Yine anan. Daha sonra kim Ya Resulullah ? deyince. – Babandır, buyurdu.”

(Tergib ve Terhib 5.c 126 say – Buhari Müslim )

Bütün bu mevkiler kadına tayin ediliyor. Bu meseleler kadına tayin edilen mevkiyi müspet ve menfi olarak ele alıyor. Bunu anladınız değil mi?

Önce bir insan olarak ele alınıyor kadın. Ve sonra tutuyor kadını dişi bir varlık olarak alıyor. Ondan sonra tutuyor ifsat edici yönüyle ele alıyor. Ama anayı ifsat etme yönüyle katiyen ele alamıyorsun. Ama kadını ifsadda kullanmak mümkündür.

ifsat ve fitne kelimeleri kullanılırken bakın şimdi:

“Bilin ki mallarınız ve çocuklarınız ancak birer fitnedir.”

(Enfal (/ 28, Tegâbün (64)/ 15)

“Ey iman edenler! Eşleriniz ve çocuklarınız sizin için bir fitnedir.” (Tegâbün (64)/ 14)

Aynı zamanda ziynettir de diyor. Bakın eşleriniz diyor. Çocuklarımız diyor kız erkek ayırt etmeden. Allah çocuklardan ve eşlerden haber vererek buyuruyor ki: “kimi eşler vardır ki, kocalarının, kimi çocuklarda babalarının düşmanıdırlar”. Düşmanlık onları salih amellerden alıkoyma anlamındadır. Bunları fitne olarak ele alıyor.

Kadını en önce varlık olarak ele alıyor. “Dişi” bir varlık olarak sonra bir “eş” olarak, ondan sonra, “ana” olarak ele alıyor. Sonra da umum manada bırakır. Şimdi:

“Size benden sonra en büyük fitne kadınları bıraktım.” (Buhari 11.c 5188)- derken kadın en büyük fitne diyor. Ne “eş” ifadesini kullanıyor nede “ana” ifadesini kullanıyor. Nedeni de ananın yanında ifsat kelimesini kullanmak mümkün değil. Ama;

“Cennet anaların ayakları altındır.”

(Tergib ve Terhib 5.c 114.sy, İbn Mace - Nesai - - Hakim)

Derken ifşa eden bir şeyde kullanmaz onu. Ama kadını der. Çünkü umum bir ifadedir. Hususiliğe zarar verecek bir tarafı yoktur. Aynen de “fitne” olarak kimi bıraktım diyor. Kadını değil mi? Bundan şimdi kim gocunacak kadın. Bundan kim gocunmayacak. – Ana – Saliha bir eş –gocunmayacak. Ama kadın olarak herkesin gocunması gerekiyor. Evet bağlandığı yeri anladınız değil mi?

Ondan sonra dönüyor kadına bu kadına bu kadar değeri verirken onun görünümüne yüklediği bazı emir ve nehiylere uyma manzumesi silsilesi vardır. Nasıl? Bir kapanma ile.

Kapanmanın şimdi fiziki ve maddi yönü ele alınırsa kadına bir külfet getirir mi? Getirir. Yazın sıcağında erkeğin başını açarak gezmesi, elini kolunu sallayarak icabında kısa bir şeyler giyerek dolanacak. Erkeğin bu rahatlığının yanında kadının, kapanması gerektiği gibi kapanması, şeffaf elbise giyinememesi, kolunu açmaması, yüzünü dışarıda açmaması, erkeğin kıyafetinin giyinme emrinin yanında, göbekle diz kapağı arasını kapamakla, kadının “avret” olarak bütün vücudunu kapaması aynı seviyede meşakkati getirmez. Bu bir külfettir bir yerde. Bu külfete kadın ona verilen değerlerin hatırı için katlanır. Tabii öyle bir değer basit gelmez. Yani bu değeri basit bir gayretle kazanmak mümkün değildir.

Hem erkek gibi giyineceksin o yazın sıcağında rahat etmek için, ondan sonrada erkekten o değer bakımından üstün olacaksın. Bu mümkün değil. Şimdi maddi yönden üstünlüğü, kadın için hiçbir önemi olmayan bir olaydır. Neden? İhlasta, onun umumi yönüyle ona kazandırdığı değer ölçülür.

Bak şimdi ki müşkülat neye getirilir. Tam aksinde erkeğin evinde söz sahibi olması kadınlar üzerinde hakim bir durumda olması:

“Erkekler, kadınların yöneticisi ve koruyucularıdır.”

(Nisa Suresi (4) 34, E. Davud/ 2142, İbn Mace/ 1850)

“...Erkeklerin kadınlarından bir üstün derecesi vardır.” (Bakara Suresi (2) 228) ve hadisi şerifte şöyle geliyor:

Kays bin Said (r.a)’dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir. “Hira’ya geldiğimde (Küfe’de bir yerin adıdır.) ora halkının önderlerine secde ettiklerini gördüm. Bende kendi kendime; Resullullah (sav) secde olunmaya daha layıktır, dedim. Allah’ın Resulu (sav)’e geldim. Ey Allah’ın Resulu ben Hira’ya vardım, onların önderlerine secde ettiklerini gördüm. Ey Allah’ın Resulu bizim sana secde etmemize sen daha layıksın, dedim. Resullullah (sav): “Sakın bana ve kabrime secde etmeyin, eğer bir kimseye diğer bir kimsenin secde etmesini emretseydim, Allah’ın kadınlar üzerinde erkek için yarattığı haktan dolayı kadınların kocalarına secde etmelerini emrederdim” buyurdu.

(E. Davud/ 2140)

Ona maddi yönden verilen üstünlük. (Teşbihte hata olmaz.) Hadi seninde hatırın olsun. Kadına verilen manevi bir değerin yanında – sende ona hükmeden birisi ol. Sanki bu erkeği avutmak için verilmiştir. Bunu anladınız değil mi? Bu ibareleri kullanırken de dikkat etmek gerekir.

Yani erkeğe verilen evinde hakim olması, evinde buyruk olması, evinde en son söz sahibi olması inanın avutmak için bir pay sayılır arkadaşlar.

Kadına verilenle ölçülecek olursa kadının küçücük bir eziyetine, külfetine, kapanmasına karşılık verilen dereceye bak. Erkeğin bu serbestliğine bak. Sen böyle serbest giyineceksin ondan sonrada seviye sahibi olacaksın. İşte alınmasın diye, seninde hatırın olsun, seninde seviyen olsun, seninde gönlün olsun der gibi. Kendi evinin reisi ol. İşte denmiş.

Şimdi birisi gelip de neden onlara evin reisliği verilmiş diye münakaşa etmeye kalkarsa. Veya, kadın gelip de neden onlara evin reisliği verilmiş diye münakaşa etmeye kalkarsa. Veya, kadın geliyor şimdi erkeğe; -herif neden senin bu evde söz söylemeye hakkın var diye. Bu münakaşaya başladığında kadın, sahip olduğu değerleri mükafatları vermeye başlamıştır. Gider ona şimdi: ben buna razı değilim, bana verilene sana verilen bana verilsin. Bu sefer kadının burada hak iddia etmeye çalışması erkek gibi, eşit olmaya çalışması o mevkide değerini kaybetme ortamıdır. Bunu şimdi gerçek olarak ele aldığımız gibi vakıa olarak da bakabiliriz.

Türkiye’de Cumhuriyetten bu yana kadın eşitlik iddiasında , erkeğin sahip olduğu hep “maddi” değere sahip olmaya çalışmıştır. Bakın manevi değere değil. Aynen bende sahip olmak istiyorum diyor. Hak olarak ne almış arkadaşlar? Bu iddia edenlere bakın ne almış. Hiçbir şey. Reddetmiş, Allah Subhanehu Teala’nın verdiği değeri mükafatı. Önce bir ticaret metaı olmuş . Birisi çiklet satacak, müstehcen bir kadın resmiyle satıyor. Birisi araba tekeri satacak reklamlarda çıplak bir kadın tekeri tutuyor vs. Bir reklam, para kazanma aracı olmuş. Verilen bir değer yok.

Ve kadın sadece ve sadece fuhuşta bir malzeme olarak kullanılmıştır. İleri gitmemiştir. Bilakis değeri verilmemiştir. Yine 2. 3. 4. Evliliği reddetmiş hürriyet kazanmak için yüzlerce gayri meşru münasebetin malzemesi edilmiş kadın.

Eğer kadın, Allah Subhanehu Teala’nın kendisine vermiş olduğu hakları rıza göstermezse onu terk etmeye kalkarsa, bununla yetinmezse, bunun dışında hak iddia etmeye kalkışması, sahip olduğu hakların kaybının başlangıcıdır. Bu misalle bu denli hepsini ölçebiliriz.

Erkeğin fiziki yönüyle üstünlüğü fazileti değil, kadının fiziki yönden zayıflığı acizlik değildir. Aciz, güçsüz olan değildir, arkadaşlar. Aciz, başka yönüyle mukavemet edemeyendir. Erkeğin bir çocuğun bakımında, sabrını

Gönderi tarihi:

Erkeğin bir çocuğun bakımında, sabrını ve şefkatini ölçme mukayese bile kabul etmez. Erkek bu yönüyle kadının karşısında acizdir. Kadının sabrının yanında acizdir. Kadının metanetinin yanında, fedakarlığının yanında acizdir. Erkekte kadında gördüklerini göremiyorsun. Her ne kadar şeri ıstılah ifadeleri adil kullanılsa bile, kullanılırken, kaybedilen yönüyle hislerde aynı tesiri yapmaz.

Bunu anlamanız için şöyle bir misal verebilirim. Şeri hukuk adil ifadeler kullanır. Zina yapan erkek ve kadına tek isim verir. İkisi de zanidir. Bu adildir. Her ne kadar verilen isim adilse bile her hangi bir kötülüğün eyleme dönüşmesinin akabinde bıraktığı lekeler farklıdır,, arkadaşlar vicdanda. Şöyle düşünün; müslüman bir aileyi, bir babayı düşünün. Kızının yabancı bir erkekle çıktığını düşünün, oğlu yabancı bir kızla çıkmış, müslümanda olsa çocuklar şeriat ikisine de aynı adı vermesine rağmen gönüllerdeki bıraktığı tesir aynı mı? Ama seri hukukta aynı adı veriyor. İkisine de zani diyor. Müslüman bile olsa. Yani kızının ve oğlunun yabancı birileriyle cinsel ilişki kursa, kızın bıraktığı tesir ile erkeğin bıraktığı tesir aynı değildir.

Erkeğe de bu isim verilir ama sanki değerinden birşey kaybetmeden verilir. Ama kadına verilen bu isim bir daha kazanamayacağı bir şekilde kaybettiği bir değerin adı olur ve lekesi olur.

Bu vakıalar tesettürü ele alırken düşünülmelidir. Şekli değildir tesettür. O tesettürün ruhuna ihlasına sahip olacak esaslarla ele almak gerekir. Ondan sonra tesettür önem taşır arkadaşlar.

Şekli olan tesettürde bakın böyle çok kapalı kadın görürsünüz. Pencere açarken, çamaşır asarken kolu yarıya kadar açıktır. İcabında bir kapıdan geçen yabancı bir erkeğin misafirde olsa aniden önüne çıkacağını düşünmelidir. Tedbiri gerektirir. Ve bunun üzerinde hassasiyeti geliştirir.

Dışarıda tam kapanan bir kadın, evinde aynı ihtimamı gösteremiyorsa her hangi bir doğal müşkülatı karşısında bu kadının şekli kapanması vardır, görünümde. Ama ihlas yönünden ihtimamı yoktur. Aynen Türkiye’de kapanan bir genç kıza bu kapanmasının iman alameti olduğu, Suud’da kapanan bir genç kıza olmaması gibi. Namazda böyledir. Sair ibadetlerde böyledir. Herkesin mecburen namaz kıldığı bir ortamda namaz iman alameti olmaz, her zaman. Göründüğü yerde kılar görünmediği yerde kılmaz. Tesettüre yaklaştığımızda bu esaslarla ele almamız gerekiyor. Ve gündeme bunun neticesinde -ihlas-samimiyet- meselenin ruhu gündeme gelir.

O meseleler sana ister ispat etme, ister nefyetme yönüyle olsun gündeme geldiğinde müşkülatla karşılaşmasın. Kendini ikna etmek için hiçbir tereddütte vuku bulmaz. Ve bu sefer hassasiyet gündeme gelir. Bu sende olur bir başkasında olur.

Bunu şöyle izah edebilirim. Devamlı bizimkilerin konuştuğu bir Sütçü İmam vardır. Maraş’ta bu adam. Dindar müslüman birisi. Yoldan geçen müslüman bir kadının yüzündeki peçesini, Maraş’ı zorla işgal eden Fransız askeri açmak ister. Sütçü İmam bu askeri çeker vurur. Şimdi hassasiyete bak. O kadın o adamın akrabası değil hanımı değil, kızı değil ama hassasiyet ister kendi hanımı olsun, kızı olsun ister başka bir müslüman hanımı, kızı olsun dert mi. Topluca namusu iffeti, kendi namusu iffeti kabul etmesi gerekir. Bu birincisi. İkincisi sadece o kadının yüzü açılıyor. Şu ortamda birde bizim bir çoğumuzun yüz açmayı kapamayı hiçbir şeyden kabul etmeyişinden düşünün. Birde o ortamda bir harbi patlatacak bir harekete sebep olduğunu düşünün hassasiyet ne yapıyor.

Gittikçe kaybolan bu hassasiyeti kazanmak isterseniz tesettürü bir şekil değil. Rabbimiz böyle emrettiği için, böyle yapıyoruz diye ele almalıyız. Ve o emre ihtimam göstermeliyiz. Cüzünde olduğu gibi külünde de hassasiyet. Hassasiyet oldukça ihtimam önemli olur. Bakın şimdi, kadının sesini haram kılmıyor. Ama konuşman hassasiyete dönüştüğü noktada “işveli” olmayacak kaidesini koyuyor. Neden? Çünkü hassasiyet gittikçe ziyadeleşmiyor. Ama aksi olduğu zaman bizim şu ortamda çok basit kabul ettiğimiz şeyler var. (Ahzab suresi 32. ayeti okuyun ve düşünün).

“Ey Peygamber kadınları! Siz, sâir kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer Allah’tan sakınıyorsanız, edalı konuşmayın; aksi halde kalbinde bozukluk olan kimse, kötü ümitlere kapılır. Daimâ uygun söz söyleyin.”

İslamın hassasiyeti vardır. İslamı yaşamada hassas olan bir toplumda bir kadının birisine bakarken bile takındığı tavır, ölçü öyle hale gelmiş ki normal iki erkeğin iki kadının tokalaştığı gibi kadın ve erkek tokalaşıyor hatta bir yerde hoş geldin deyip yanak yanağa öpüşmesi bile çok basit oluyor. Basitleşiyor bu. Yine bakıyorsun müslümanım diyen ailelerin kadının kadınla oturduğu erkeğin erkekle oturduğu gibi karışık oturuyor ve bu kadar laşgalamış ve basitleşmiştir ki hassasiyet ve ihlas kalmamıştır. İşte burada tesettür şekilden öteye geçememiştir.

Ahzab suresinde bir ayet var. Bizim için çok önemli. Bakın Allah Subhanehu Teala ne buyuruyor:

“Peygamberin eşlerinden bir şey istediğinizde perde arkasından isteyin. Böyle yapmanız hem sizin kalpleriniz için, hem de onların kalpleri için daha temizdir.”

(Ahzab suresi (33)/ 53, - Buhari/ 10.c.- 4672.sy)

Önce demek istediğim ayet bu şimdi. Onlar derken kimi kastediyor? Peygamberin hanımları derken, kadınlardan bir şey isterken perde arkasından isteyin demiyor. Peygamberin hanımlarından diyor. Kim olur? Müminlerin anneleri. Yine bu sureye baktığımızda müminlerin anneleriyle alakalı bakın Rabbimizin bir emri var:

“Ey Peygamber! Biz, mehirlerini vermiş olduğun eşlerini, Allah’ın sana ganimet olarak verdiklerinden sahip bulunduğun cariyelerini, amcanın ve halalarının, dayının ve teyzelerinin seninle beraber hicret eden kızlarını sana helal kıldık. Birde kendini peygambere hibe eden ve Peygamberinde kendisini nikah suretiyle almak istediği mümin kadını sana helal kıldık. Bu hüküm diğer müminlere değil ancak sana mahsustur.”

(Ahzab suresi (33)/ 50)

Bakın, Peygamberden sonra nikahı başkalarına haram kadınlar. Misal verdiklerine bakın. Bize nikahı haram olup, annemiz mevkiinde ama tesettürde yabancı kabul edilenler. Sana öz annenden misal veremez değil mi? Böyle bir şey mevzubahis değil bakın.

Nikahı haram, anne mertebesinde ama tesettürde sana bir yabancı, Peygamber hanımları bunlar. Sahabeye bakıyorsun. Allah’ın Kur’anda çokça methettiği insanlar. Dikkat edin misaldeki hassasiyeti vurgulamak istiyorum.

Yani, onlardan bir şey, istediğinizde perde arkasından isteyin, onlar ve sizin kalpleriniz için en hayırlı bu olur, demek. Bu mücerret lafızlar arkadaşlar. Çok ama çok istifade edilmesi gereken yerdir. İfadenin muhteviyatını anlayın.

Peygamberin hanımları, müminlerin anneleri, çocukları da kabul edilen insanlarla karşı karşıya kalsalar, kalplerinden bir kötülük geçmesi mümkün mü? Bu düşünülemez bile.

Peygamberin arkadaşları, Allah’ın Kur’an da methettiği, imanda kıyamete kadar bütün insanlığın üstadı olan bu insanların anneleri hakkında kalplerinden bir kötülük geçmesi mümkün mü? Buda değil.

Bütün bunun yanında “sizin ve onların” kalpleri için en hayırlı olandır demekte murat ne olur? Hassasiyeti anladınız değil mi arkadaşlar.

Bakın karşı karşıya kaldığınız annenizde olsa kadına dönük, çocuklarınızda olsa nikahınız haram biride olsa tesettürde yabancı kabul edilip en yakın olana bile takınacağınız tavır işte bu.

Sana nikahı haram olmayan annen mertebesinde olmayanlara takınacağın tavır herhalde daha farklı olmalı. Bu burada meselenin hassasiyetini yani şeytana, fitneye ifsada açık yani küçücük bir delik dahi bırakmamak için bu misali veriyor.

Neden misaller itaatlerde isyanlarda devamlı zirveden verilir. Mesela:

“Ey iman edenler! Adaleti ayakta tutun ve kendiniz, ana- babanız ve yakın akrabanız aleyhine de olsa, yalnız Allah için şahitlik eden kimseler olun...”

(Nisa suresi (4)/ 135)

Bir insanın babası aleyhine şahitliği zor iştir. Lehinde çok kolay. Yabancı birinin aleyhinde de kolaydır, lehinde zordur. Onun için en yakını misal veriyor.

Nikahı haram, anan hükmünde, oğlu mesabesinde, ama tesettürde en uzak sayılan insan oluyor. Eğer Peygamberin hanımlarına, sahabelerine bu emredilmişse biz ne demek oluruz. Bu çok açıktır___ Bilene ___

Birisi dese şimdi.__canım oradaki perde arkasından isteme Peygamberin hanımlarına hastır. Haslık menfide mi olur, müsbetlikte mi olur? Müsbetlikte olur. Benim annemin dışarıya çıkarken kapanmasıyla benim yanımda kapanması aynı mı?

Yani kapanmayı Peygamberin hanımlarına has kılamazsın. Aksi has olur. Çocuklarının yanında kapanma hasmı olur. Annelerinin yanında onların kapanması hasmı olur. Değildir. Tam aksine buradaki hususiyet müminlerin hanımlarına sairlerine kabul edilir. Yani onların daha çok kapanmaları gerekir.

Önce bu ayetleri bu yönlü ele almalıyız. Hemen metni yönüyle değil. Metin amelimizin salih olduğunu gösterir. Yani, Kur’an ve Sünnete dayandığını. Yani okuduğumuz metin ya Kur’an olmalı yada Sünnet veya her ikisi. Farkına vardıysanız burada hem Kur’an hem Sünnet ama sahabenin yaşantısıyla veriyor. Mesela Allah Subhanehu Teala Kur’an da:

“Eğer sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse, şüphesiz hidayete ererler. Yok eğer yüz çevirirlerse, onlar, muhakkak, düşmanlık içindedirler...” (Bakara suresi (2)/ 137)

Sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse, derken neyi kastediyor? Neden? Resule senin iman ettiğin gibi demiyor da, “sizin iman ettiğiniz gibi” diyor.

Çünkü sahabenin iman ettiği Resulun onlara canlı olarak yaşattığıdır. Binaenaleyh müminlerin anneleri bu mevzuda tek örnek verilecek insandır.

Onların iman ettiği gibi derken, onların örtündüğü gibi, örtünürseniz gerçek iman etmiş olursunuz. Tesettürde bu ayeti böyle alırız. Onların oruç tuttuğu gibi onların namaz kıldığı gibi, onların Peygambere iman ettiği gibi evet “iman” umum bir kelimedir arkadaşlar. İman etmen için hepsini yapman gerekiyor. Çıkman için illa hepsini inkar etmen gerekmiyor birini inkar etsen kafi.

Yani bu iman meselesi tesettürde düz olarak ele alınırsa “Onların iman ettiği gibi iman ederseniz siz ancak hidayette olursunuz”, yani onlardan kasıt Sahabelerdir. Yani onlar gibi kapanırsanız. Bu çok açıktır.

Kur’andan delil alıyoruz, Sünnetten delil alıyoruz. Kur’an ve Sünnet üzereyiz demek öyle yaşıyorum demek doğru yolda olduğumuzun alameti midir? Hayır.

Çünkü KUR’AN ve SÜNNET doğrunun kendisidir. Onun üzerinde olduğumuzun bizde bir alameti olması gerekir. Herkes “KİTAB ve SÜNNET” diyor. Aksini diyen var mı? Yok. Aslı “KİTAB ve SÜNNETİN” üzerinde olduğumuzun alameti şimdi ne oluyor anladınız mı? Sahabenin iman ettiği gibi iman etmek, onların bu ayeti anlayıp, yaşadıkları gibi yaşamak, onların hacc ettikleri gibi hacc etmek, onların oruç tuttukları gibi oruç tutmak, onların namaz kıldıkları gibi namaz kılmak vb. ancak o zaman hidayet üzere olursunuz.

Bu konuda ikinci aldığımız ayet yine Ahzab suresinde ; Allah Subhanehu Teala şöyle buyuruyor:

“Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve müminlerin kadınlarına söyle ki...” diyor.

(Ahzab suresi (33)/ 59)

Burada ki hicab emri birine farklı birine farklımı yoksa üçüne bir mi? Üçüne bir değil mi? Hanımlarına, kızlarına, müminlerin hanımlarına üçüne de emir aynı. Peygamberin hanımlarına has diyecek bir şey yok, burada . müminlerin hanımları daha farklı örtünebilirler veya daha az örtünebilirler böyle bir ifade yok burada. Bu hususiyeti ayıran tek bir şey var. Bakın Nur suresinde Rabbimiz:

“Evlenme ümidi kalmamış yaşlı kadınların ziynetlerini açığa vurmaksızın üslerini çıkarmalarında üzerlerine herhangi bir günah yoktur. Fakat sakınıp örtünmeleri, kendileri için daha hayırlıdır. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir” diyor.(Nur suresi (24)/ 60)

Buradaki hususiyet nasıl? Erkeğe ihtiyaç duymayan bir kadının dış örtüsünü çıkarmasında bir beis yok diyor. Ama taşırlarsa bu onlar için daha hayırlıdır. Bu bile hayırlı olarak ifade ediliyor.

Yani bakın çok dikkat edin. Mükellefiyet bitmiş bu konuda, sorumluluk kalkmış indirebilir, açabilir. Bir çekicilik kalmamış artık, bırakabilir. Bu mümkündür. Ama diyor, örtünürse bu onun için daha hayırlıdır. Sübhanallah, Rabbim biz nankör kulların sana ne kadar hamd etsek azdır. Sen ki bizi en ufak bir açık kapı dahi bırakmadan uyarıp doğru yolu gösteriyorsun. Yarabbi bizleri, ehlimizi dininde sabit kıl, kalblerimizi dininde sabit kıl __AMİN__

Şimdi başa aldığımız zaman, bir kızın ne zaman örtünmesi farzdır? Kur’an bunu şöyle açıklıyor;

“Çocuklarınız ergenlik çağına girdiklerinde, kendilerinden öncekiler izin istedikleri gibi onlarda izin istesinler.” (Nur suresi (24)/ 59)

Burada yaş belirtilmiyor. Buluğa erdiğinde diyor. Ama bir hadisi şerifte konuya biraz ışık tutması açısından diyorum. Peygamber (sav) şöyle buyuruyor:

“ Çocuk on beş yaşına geldiğinde, artık şeri cezalar onda tatbik edilir.”

Beyhaki “Hılafiyyat” ta Enes (r.a)’ dan rivayet ediyor.

Buluğ çağına erdiği andan itibaren örtünmesi farzdır. Şöyle diyebilir miyiz? Tamam benim kızım açık gezsin buluğa erdiği an kapatırım, diyebilir miyiz? O yaşta farz ise bunu diyebilir miyiz? Bu şekilde lakayıt davranma yetiştirmenin en kötü noktasıdır. Bu çocuğu münafık olarak yetiştirmedir. Daha önce alıştırılmalıdır. Bu daha hayırlıdır.

On iki – on üç yaşına gelmiş bir kızın o yaştan sonra kapanması kolay mı? Bu mümkün değil. Kapansa bile çocuk anasından babasından korktuğu için kapanacak. Çocuğu münafık yapan anası babası olur bakın.

Ama küçükken çocuk buna alışmış kendinden bir parça olarak bunu kabullenmişse bu ona hiç yük olmaz. Bu yüklüğün tesirini azaltmak için geleneksel tipini demekte istemiyorum. Hiçbir zaman geleneksel örtünmeye fırsat vermemek gerekiyor.

Yine bunda unutmamak gerekir ki, kız çocuğunu bir kız gibi erkek çocuğunu da bir erkek gibi yetiştirmek gerekiyor. Bu küçükten olur. Küçük bir kız çocuğunu düşünün erkek çocuklarla büyüyor. Bir bakarsınız onlar gibi yumruk atmalar, onlarla top oynamalar, sert tabiat. Aksi bir erkek çocuğunu da kızlarla büyütürseniz yani onlarla oynatırsanız gider evcilik oynar, ip atlar, bebekle oynar. Terbiyeyi ufak yaşta vermeliyiz. İnsan yetiştiği yere göre huy alır. Bu insanın tabiatında var. Bu konuda Allah’ın Resulünun şu sözünü çokça duymuşsunuzdur.

“Kırda yaşayan kabalaşır, av peşinde koşan ****** olur, devlet, adamına yaklaşan ya dininden ya canından olur.” (Nesei / 4289- Tirmizi / 2357)

Yine,

“Her Peygamber muhakkak koyun çobanlığı yapmıştır. Koyun çobanı mülayim, deve çobanı aksi olur.” (Buhari)

Evet insan yaşadığı yetiştiği yere göre özellik alır. Bir hadis daha zikredelim ve konumuza böldüğümüz yerden devam edelim. İnşallah,

“Allah (c.c), Adem’i yeryüzünün hepsinden avuçladığı bir avuç topraktan yarattı. Bunun için Ademoğulları, yeryüzünün renkleri ve tabiatları kadar değişik şekillerde geldiler. Onlardan kimi kızıl, kimi beyaz, kimi siyah, kimi bunların karışımı, kimi yumuşak, kimi sert, kimi kötü, kimi de iyi geldi.” (Tirmizi / 3130 – Ebu Davud / 4693)

Bakın koyun çobanlığı insanı mülayim yapıyorsa, deve çobanlığı insanı küfürbaz aksi yapıyorsa, köyde yaşamak insanı kabalaştırıyorsa, çocuğun yetiştiği ortama çok dikkat etmeliyiz. Misali yakaladınız mı? Hayvanların güdülmesi bile insanı menfi ve müspet yönde etkiliyorsa gerisini siz hesaplayın.

O zaman ne yaparız? Kızı tabiatından, fıtratından uzaklaştıran, erkeği fıtratından uzaklaştıran bir terbiye usulünü evden kaldırmak gerekiyor. Bunu küçükken hissettirmemiz gerekiyor. Erkeğe, hiç erkek çocuk kadınların yanına girer mi? Kapıyı vurur izin alırsın, dersin. O terbiyeyi Kur’an da bile verirken;

“Ey İman edenler! Ellerinizin altında bulunan köle, cariye veya hizmetçilerinizle, içinizden ergenlik çağına erişmemiş olanlar odanıza girmek için sizden üç defa izin istesinler.” (Nur suresi (24)/ 5

Anaların babaların odalarına girerken bile izin isteyerek girmeyi emrediyor. Bu terbiyeyi verdiğimiz zaman, erkek erkekliğini hisseder. Kıza verdiğin zaman kızlığını anlar. Bu tabiatının verilişidir. Ondan sonra örtünmek, kadın erkek ilişkisinde ölçü ona artık ağırlık vermez. Aksi olursa öyle bir yaralar açılır ki ömür boyu bu yaralar telafi edilemez.

Gönderi tarihi:

Tamamını veya ufak bir kısmını alıntılamıyorum, ama harika bir yazı...

 

Zor oldu ama güzel oldu okumak...Elinize sağlık, yine sizin açtığınız başka bir başlık altında birinci kısmını okumuştum, gerisini de bugün okumak nasip oldu...

 

Allah razı olsun...

Gönderi tarihi:

Atlanılan nokta hala yerinde duruyor.

 

Türban bir siyasi simge oldu mu olmadı mı bu yasaktan önce.

 

Yani gerçekten, Türbanı üniversitelerde devlet dairelerinde yasaklayanlar" dur insanlar inançlarını yerine getirmesin" diye mi yasakladı.

 

Yada bu insanlar, bunun tepki çekeceğini ve birilerinin koz olarak kullancağını düşünemiyorlar mıydı. Veyahut ne gibi bir çıkarları olabilir Türbanı yasaklamakla ?

 

Tabi bir çok insan Türban tartışmasına. Okullarda yasaklanmasından sonra dahil olduğu için, bu sorunun temelini atlar.

 

28 şubat öncesi iktidar döneminde, Ünviersitelerde başı açık öğrencilerin taciz edildiği saldırıya uğradığını, Belediyelerde başı açık memurelerin iş aktinin fesh edildiğini. Ve o dönem bu tür şeylere karşı, İktidardaki partinin küstahça yaklaştığını. Bu gün türban konusunda demokrasiden bahsedenlerin ise, Bunlara seslerini bile çıkarmadıklarını bilmez ya da hatırlamaz.

 

Türbanlı- Başı açık ayrımı nasıl doğmuştur. Ben size söyliyeyim.

 

MGV başkanlarının başı açık kadınlar için "tavuk gibi kafalarını koparırız" demesiyle.

 

Üniversitelerde bahsettiğim olayların yaşanmasıyla.

 

Belediyelerde bahsettiklerimin yaşanmasıyla.

 

Bu ayrım doğmuştur. Ama bu ayrımı doğuranlar ve yaratanlar. Türban takılmasından rahatsız olanlar değil, takılmamasından rahatsız olanlardır. Kendilerini güçlü hissetikleri anda, Başı açık bayanlara saldırmalarıdır.

 

bundan sonra okullarda ve kamusal alanlarda dini semboller yasaklanmıştır. Peki aynı mantık değişmiş midir ?

 

Hayır yine aynıdır. Karaburunda bikinili diye bir genç kızın taciz edilmesine hakaret edilmesine verilen tepkilere baktım. Türban yasağı bu mantığın yanında melaike kalır.

 

Ha diyeceksiniz ki, Bir kesimin yanlışları başkalarına mal olur mu?

 

olur bu iş hep böyle olmuştur.

 

Eğer kendilerine mal olmasını istemeyenler. zamanında gereken tepkiyi ortaya koymazlarsa. Yaratılan tablo kendilerinide vurur.

 

En basiti YÖK örneğidir. Ben öğrenciyken, YÖK ü protesto ediyorum diye, bana satırlarla saldıran kişileri. ertesi sene YÖK ü protesto ederken gördüm.

Gönderi tarihi:

Atlanılan nokta hala yerinde duruyor.

 

Türban bir siyasi simge oldu mu olmadı mı bu yasaktan önce.

 

Yani gerçekten, Türbanı üniversitelerde devlet dairelerinde yasaklayanlar" dur insanlar inançlarını yerine getirmesin" diye mi yasakladı.

 

Yada bu insanlar, bunun tepki çekeceğini ve birilerinin koz olarak kullancağını düşünemiyorlar mıydı. Veyahut ne gibi bir çıkarları olabilir Türbanı yasaklamakla ?

 

Tabi bir çok insan Türban tartışmasına. Okullarda yasaklanmasından sonra dahil olduğu için, bu sorunun temelini atlar.

 

28 şubat öncesi iktidar döneminde, Ünviersitelerde başı açık öğrencilerin taciz edildiği saldırıya uğradığını, Belediyelerde başı açık memurelerin iş aktinin fesh edildiğini. Ve o dönem bu tür şeylere karşı, İktidardaki partinin küstahça yaklaştığını. Bu gün türban konusunda demokrasiden bahsedenlerin ise, Bunlara seslerini bile çıkarmadıklarını bilmez ya da hatırlamaz.

 

Türbanlı- Başı açık ayrımı nasıl doğmuştur. Ben size söyliyeyim.

 

MGV başkanlarının başı açık kadınlar için "tavuk gibi kafalarını koparırız" demesiyle.

 

Üniversitelerde bahsettiğim olayların yaşanmasıyla.

 

Belediyelerde bahsettiklerimin yaşanmasıyla.

 

Bu ayrım doğmuştur. Ama bu ayrımı doğuranlar ve yaratanlar. Türban takılmasından rahatsız olanlar değil, takılmamasından rahatsız olanlardır. Kendilerini güçlü hissetikleri anda, Başı açık bayanlara saldırmalarıdır.

 

bundan sonra okullarda ve kamusal alanlarda dini semboller yasaklanmıştır. Peki aynı mantık değişmiş midir ?

 

Hayır yine aynıdır. Karaburunda bikinili diye bir genç kızın taciz edilmesine hakaret edilmesine verilen tepkilere baktım. Türban yasağı bu mantığın yanında melaike kalır.

 

Ha diyeceksiniz ki, Bir kesimin yanlışları başkalarına mal olur mu?

 

olur bu iş hep böyle olmuştur.

 

Eğer kendilerine mal olmasını istemeyenler. zamanında gereken tepkiyi ortaya koymazlarsa. Yaratılan tablo kendilerinide vurur.

 

En basiti YÖK örneğidir. Ben öğrenciyken, YÖK ü protesto ediyorum diye, bana satırlarla saldıran kişileri. ertesi sene YÖK ü protesto ederken gördüm.

 

Sayın CYRANO, bir kaç noktada haklısınız. Tepki meselesinde özellikle. Birilerine baskı ve zulüm yapılırken ses çıkartılmaması, kılıç size döndüğünde ise bağırmanız ahlaki değildir. Sol örgüte mensup insanlar işkencelere maruz kalırken ses vermeyenler solculardan destek beklememelidir. Ancak, sol örgüt mensuplarıyla beraber meydanlarda bir takım mitinglere katılmamızı beklemeniz de aynı derecededir. Tabiki YÖK protestosu gibi eylemlerde bir noktada bulunabiliriz. Yanlış anlamayın, size solcusunuz falan demiyorum. Türkiye de bir dönem komünizm taraftarı olan insanlar çeşitli işkencelere maruz kaldılar ama müslümanların pek bir sesi çıkmadı. Yalnız tersi de doğru, bir takım inkilaplardan sonra müslümanların da üzerine fazlasıyla gelindi ancak buna soldan veya başkaca yerlerden de ses çıkmadı.

 

Burası Türkiye ve burada sivil toplum anlayışı gelişmiş değil. Bu ülkede komünizm gelecekse onu getirmeyi kendilerine hak ve görev bilmiş elit bir tabaka var. Sivil toplum maleseflere oynuyor. Ortak bir payda da bu zamana kadar buluşmamıştık ancak tezkere hadisesinde ben bazı sendikaların (gösteriye katılan sendikalara bakıldığında sola mensup oldukları görülecektir) düzenlediği mitinge katıldığımda birçok başörtülü kişinin destek verdiğini gördüm. Dolayısıyla artık hakların mücadelesi veriliyor. Bu da yavaş yavaş demokrasi bilincinin yerleştiğini gösteriyor. Değil mi ki demokrasi mücadelelerin tarihidir.

 

Gelelim Türban yasaklamasına...Bu konuda sanırım bir bilgi eksikliğiniz var. Evvela Türbanın nasıl ortaya çıktığını, ihtilal sonrasında ne olduğunu, Doğramacı zamanında neler olduğunu sanırım bilmiyorsunuz.

 

 

 

İlk başörtülü öğrenci: Babacan

 

Türkiye başörtüsü tartışmalarının bugünkü halini aldığı ilk olayla gençlik hareketlerinin dünyayı sardığı yıllarda karşılaşır. A.Ü. İlahiyat Fakültesi öğrencisi Hatice Babacan 1967 yılında başı örtülü olarak İslam tarihi dersine girer. Kürsüdeki hoca Prof. Neşet Çağatay, Babacan'ı farkeder ve yıllarca aynı kalıp içinde tekrar edilecek olan cümleyi ilk kez sarfeder: "Hey sen! Sen başörtülü kız! Sınıfta bu kıyafetle oturamazsın. Ya başını aç ya da dışarı çık!" Gerilimin sürmesi ve genç kızın bir gün tartışma esnasında bayılması üzerine konu basına yansır. İlahiyat Fakültesi'nde öğrenci eylemleri yapılır. Bu eylem öğrenci eylemlerinin ilki olarak Türkiye tarihe geçer.

 

Başörtüsü ile bir sembol haline gelen, başını örtme biçimi 'Şulebaş' olarak adlandırılan ve hapis yatan ilk başörtülü yazar ise Şule Yüksel Şenler olur. Erken bir yaşta hikaye yazmaya ve gazeteciliğe başlayan Şenler, önce Mehmet Şevket Eygi'nin Bugün gazetesinde "İslam Kadını" başlığıyla yazılar yazar, daha sonra Babıali'de Sabah gazetesinde "Kadın ve Giyim" başlıklı bölümde modern tasarımlı tesettür kıyafetlerini yayınlar. Toplumsal bir figür halini alan Şenler, tüm yurdu dolaşarak "İslam'da kadının mükellefiyetleri ve vazifeleri" konusunda konferanslar verir.

 

1980 darbesinden sonra başörtüsüne getirilen yasak üzerine YÖK Başkanı Doğramacı 'türban'ı teklif eder. Başörtüsünü topluma yabancılaştıran türban adlandırması hem anlam kaymasına yol açar, hem de türbanı 'korku' öğesi olarak yeniden kodlar.

 

 

12 Eylül 1980 askeri darbesini takip eden yıllar boyunca başörtüsü ve başörtülü öğrenci tartışmaları ülke gündeminin değişmez maddelerinden biri olur. İhtilal yönetiminin tasarrufuyla kurulan Yüksek Öğretim Kuru- mu(YÖK)'nun başkanlığını yapan Prof. İhsan Doğramacı, yasağın devam ettiği 1984 yılında, gerilimi düşürmek, başörtülü kız öğrencilerin okullarına devamını sağlamak amacıyla ara bir çözüm olarak "türban"ı teklif eder ve üniversitelere talimat verir.

 

Saçı kapatan ama boynu açıkta bırakan, Fransızca kökenli türban kelimesi bundan sonra başörtüsü yasakları çerçevesinde sorunlaşan konuya adını verir. Bir anlam kayması yaşanır ve başörtüsünü modern şekilde bağlayan genç kızların örtüsü de yanlış bir adlandırmayla türban olarak telâffuz edilir.

 

12 Eylül darbesinin ardından İmam Hatip Liselerinde de ilk kez başörtüsü yasağı uygulanır. Daha sonra Diyanet İşleri Başkanlığı'ndan alınan resmi bir yazı ile öğrencilerin sadece Kur'an derslerinde başlarını örtmelerine izni verilir.

 

Başörtülü öğrencilerin yükseköğretim kurumlarında görülmeye başlandığı bu yıllarda YÖK, 20 Aralık 1980 tarihli genelge ile üniversitelerde başörtüsünü tamamen yasaklar.

 

Başörtülü genç kızlar bu yıllarda çoklukla koyu renkli robadan geniş pardösüler giymekte omuzları tamamen kapatan büyük ve koyu renkli başörtüler bağlamaktadırlar. Bu yıllar üniversite önlerinde başörtüsüyle eğitim özgürlüğünü talep eden öğrencilerin protesto eylemleriyle geçer. Solcu öğrencilerin de katıldığı bu eylemlerle sorun, tavır alınan ve tüm Türkiye tarafından bilinen bir konu haline gelir.

 

Evren: Türbanlılar tamam ama ya çarşaflılar ve mayolular da gelirse

 

Başörtüsüne "türban" adının verildiği bu yıllar, Turgut Özal'ın başbakanlığının ilk yıllarıdır. Özal yasağa karşı çeşitli girişimlerde bulunur ve 1984 yılında YÖK'ten türbana izin çıkar. Aynı yıl türban yüzünden okuldan uzaklaştırılan bir kız öğrencinin itirazını reddeden Danıştay'ın kararı, tartışmaları alevlendirir. Cumhurbaşkanı Kenan Evren'in "Türkiye'de irtica tehlikesi var" demesi üzerine YÖK, Danıştay kararına da uyarak 1987 yılında türbanı tekrar yasaklar. Turgut Özal 1987 genel seçiminden hemen sonra Meclis'te, türbanı serbest bırakmak için yasa tasarısı hazırlığı başlatır. ANAP Malatya Milletvekili Bülent Çaparoğlu'nun öncülük ettiği çalışma sonucunda yasa çıkar ama Cumhurbaşkanı Kenan Evren "türbanlılar tamam ama çarşaflı ve mayolular da gelirse ne olacak" diyerek yasayı veto eder.

 

Bunun üzerine Turgut Özal ve Avni Akyol, YÖK Başkanı İhsan Doğramacı ve Cumhurbaşkanı Kenan Evren'le konuşup mutabık kaldıktan sonra YÖK Disiplin Yönetmeliği'nde değişiklik yapılır ve türbana özgürlük sağlayan yeni yasa Aralık 1988'de Meclis'ten geçirilir. Evren yasayı bu defa veto etmez, önce imzalar, sonra da Anayasa Mahkemesi'ne götürür. Mahkeme 26 Mart 1989 yerel seçimlerinden hemen önce türban yasasını iptal eder. Bunun üzerine İstanbul başta olmak üzere ülkenin pekçok şehrinde geniş katılımlı protesto mitingleri düzenlenir.

 

ANAP mahkemenin iptal gerekçesini dikkate alarak 25 Ekim 1990'da yükseköğretim kurumlarında başörtüye serbesti getiren üçüncü kanunu çıkarır. Bu defa SHP iptal talebiyle Anayasa Mahkemesi'ne başvurur, talep reddedilir. 2547'nin ek 17. maddesi uyarınca üniversitelerde her türlü kılık ve kıyafet serbest olur ve 1997'de Kemal Gürüz'ün YÖK Başkanı seçilmesine kadar 7 yıl boyunca 81 üniversitede 150'ye yakın rektör ve 2 YÖK başkanı tarafından uygulanır.

 

Başörtülü kız öğrencilerin çoklukla, herhangi bir yasakla karşılaşmadan üniversiteye devam edebildiği 1990'lar, başörtülü kadınların aktif siyasetin ve değişik iş alanlarında yer almaya başladığı yıllardır. Refah Partisi iktidarının ilk yıllarından 28 Şubat'a kadar gelinen dönem, hem başörtülülerin kamusal alanda sıkça görüldüğü hem de toplumsal cepheleşmenin ve zıtlaşmanın simgeler üzerinden yürütüldüğü bir dönemdir. Gerilimin arttığı bu yıllarda jakoben laik-Kemalist kesim tarafından erkeklerde sakal, kadınlarda başörtüsü 'şeriat özlemindeki' İslamcı kesimin görünür 'siyasi/ideolojik' işaretleri olarak algılanır.

 

http://www.yenisafak.com.tr/diziler/basort...asortusu02.html

undefined

 

Bu bilgiyi Suheda'nın sorması üzerine alıntılamıştım. Siz görmediniz sanıyorum... Ama gördüğünüz gibi yasak sizin belirttiğiniz sebeple çıkmış değil. Ama ne demiştim bir yazımda, devlet nispet yapmaz, devlet intikam almaz. Böyle bir karşılaşmayı devlet yap/a/maz. Ne bu intikam mı alınıyor. Siz öyle yaptınız alın bakalım. Türbanlı başı açık ayrımı demişsiniz ama sanırım o ayrım tam böyle değildir. Başıörtülü başı açık olmalıdır. Bugün Türkiye de başı örtülü, türbanlı ayrımı yapılmaktadır. Kendilerini güçlü hissettiklerinde başı açık kadınlara saldırmaktan bahsediyorsunuz, pekiyi bugün bu niye yok. Acaba müslümanlar bu ülkede bundan daha fazla hangi dönem güçlü olmuşlardır. Belirttiğiniz hadisenin yaşanmış olduğunu varsaysak bile bu bir yanlıştır. Kimse kimseyi zorla kapatma hakkına sahip değildir. Zorla kapatmanın da islam nazarında bir yere tekabül etmediğini en bağnaz müslümanın dahi bilmesi gerekir.

 

Hayır yine aynıdır. Karaburunda bikinili diye bir genç kızın taciz edilmesine hakaret edilmesine verilen tepkilere baktım. Türban yasağı bu mantığın yanında melaike kalır. demişsiniz. Ne karaburun neresidir onu biliyorum ve ne de böyle bir olayı duydum. Var olduğunu varsayarsak bunu yapanlar halt etmiştir. Ancak tersi doğru değildir. Madem kız veya kadın taciz edilmiştir o halde türban yasağı meşrudur ve az bile gelir anlayışı doğru değildir. Taciz varise tacizciler cezalandırılmalıdır. Cezanın olayın başaktörleri olan erkeklere verilmesi gerekir. Neden bayanlara ceza veriliyor. Bir de bunu incelemek lazım. Neden erkekler değil de kadınlar cezalandırılıyor. Rövanş mı almak derdine düşmüş devletimiz.

 

Geçmişte bir takım yanlışlıklar yapılmış, hem sol, hem islamcılar, hem muhafazakarlar, hem mazoşistler, hem antropologlar, ve hem de monologlar birbirlerinin özgür olabilme haklarını savunmamışlar ama bugün yanlışın bir yanlış olduğu ( ismet özelden) unutulmadan bundan sonra doğru olanı yapma zamanıdır. Birbirimizin düşüncelerine katılmasakda haklarının savunabiliriz. Geçmişte kimse lehine tozpembe şeyler yok.

Gönderi tarihi:

Tamamını veya ufak bir kısmını alıntılamıyorum, ama harika bir yazı...

 

Zor oldu ama güzel oldu okumak...Elinize sağlık, yine sizin açtığınız başka bir başlık altında birinci kısmını okumuştum, gerisini de bugün okumak nasip oldu...

 

Allah razı olsun...

 

allah sizdende razı olsun sayın bekir.yazmaya devam edeceğim ama daha da kısalarını

 

selamlar

 

ben olsaydım türbanla okumaya izin verirdim.çünkü türbanlarıyla okuyamayan kızların bazıları imam hatibe gidiyorlar.burada puanları kırılıyor.ve ideallerine ulaşamıyorlar.bazı kızlarda başı açık okumaktansa okumamayı tercih ediyorlar.bu kızlarda bir mesleğe sahip olamıyorlar.bu çok üzücü bir durum tabi ki.ama bence asıl üzülmesi gerekenler bu ülkeyi yönetenler.çünkü okuyamayan ya da okusada bişey olamayan kızlar belki de o ülkenin en başarılı öğrencileri.ve böyle başarılı öğrencileri kaybettiği için bu kızların önlerine geçenler üzülsünler.

 

 

 

bir de ben bu ülkede insan hakları diye bişey olduğuna inanmıyorum.insanlar dilediklerini yapamıyorsa niye var bu insan hakları......................

 

selamlar

Gönderi tarihi:

bekir ve selef arkadaşlar. Gerçekten durum böyle ama. Yani YÖK, Türban yasağından sonra anti demokratik olmadı.

 

YÖK kurulduğu günden itibaren anti demokratikti.

 

Ancak YÖK ün anti demokratlığını hissetirdiği kesim 28 Şubat'a kadar, Sol öğrencilerdi.

 

şöyle bir örnek vereyim. vakit gazetesinin 28 şubattan bir yıl önceki olaylı YÖK protestosu ile ilgili manşetten verdiği haber " HAİNLER, BOZGUNCULAR" şeklinde. Fakat Bir sene sonra Türban yasağının başlamasından sonraki YÖK protesto mitingiyle ilgili verdiği haber " DEMOKRASİ ÖZLEMİ"

 

Yok arkadaşlar, böyle olmaz. Yani YÖK sizden farklı düşünen öğrenciler üzerinde Terör estirirken iyi, Onu protesto edenler bozguncu. Ama türban yasağından sonra YÖK kötü onu protesto edenler demokrat.

 

Ki tabi unutmamak lazım. YÖK'ün bu gün sahip olduğu geniş yetkilerin tümü REFAH-YOL hükümeti döneminde verilmiştir ona.

 

Böyle bir özgürlük anlayışıda , demokrasi anlayışıda yok.

 

bir alman profesörünün anılarında yazdığı gibi.

 

"Naziler iktidara geldiğinde, hemen bütün komunistleri götürdüler. Sesimi çıkarmadım. Çünkü ben komunist değildim.

 

Sonra sosyalistleri götürdüler. Yine sesimi çıkarmadım. Çünkü ben sosyalist değildim. Ondan sonra sendikacıları götürdüler. Sesimi çıkarmadım çünkü ben sendikaya üye değildim.

 

Ondan sonra Anarşistleri götürdüler. Sesimi çıkarmadım. Çünkü ben anarşist değilim.

 

Sonra Yahduileri ve Çingeneleri götürdüler. Sesimi çıkarmadım. Çünkü ben yahudi de çingenede değildim.

 

Sonra Katolikleri götürdüler. Sesimi çıkarmadım Çünkü ben Katolik değilim.

 

Sonra bir gün beni götürmeye geldiler. Etrafıma bir baktım. Sesini çıkarıcak hiç kimse kalmamış"

Gönderi tarihi:

Selamlar...

 

Herkes devletin o meşhur mezaliminden geçti (İstisnalar da mevcut). Dincisi, komünisti ve hatta milliyetçileri bile. Bugün daha önce de dediğim gibi sütten çıkmış ak kaşıklar yok demokrasi ve sivil itaatsizlik boyutundan tarihe baktığımızda. Ancak idrakinde olunması gereken bir şey varsa o da devlet çarkının her dönem birilerine karşı işlediğidir. Bugün islamcılara, daha önce solculara, daha önce tekrar islamcılara gibi. Devlet kendi adamları hariç herkesi budayan bir makas göreviyle hareket etmiştir çoğu zaman.

Bu sebeple artık halk demokrasinin kendisine lutfen verilen birşey olmadığını, haklarını ancak mücadelelerle elde edebileceğini kavramıştır. Bu sebeple bugün gördüğümüz antidemokratik uygulamaları ortadan kaldırmak için birleşmeliyiz.

 

Yanlışın bir yanlış olduğu unutulduktan sonra özrün anlamı kalmaz diyordu İsmet ÖZEL. Bu sebeple geçmişteki olumsuz davranışların yanlış olduğunu unutmayalım. Ben o dönemde mevcut değildim ancak işkencelere, baskılara antidemokratik yapılara ses çıkarmayan ve hatta alkış tutan, kişiler yerine islamcısından da, komünistinden de özür dilemekde bir beis görmüyorum.

 

Küçük bir not. Siz alıntıladığınız hikayenin bir profesöre ait olduğunu söylüyorsunuz ve yanılmıyorsam bu formun bir yerlerinde yine bu hikayenin bir pedere ait olduğu yazılmıştı. Acaba hangisi. Her ne ise...

 

Ben buraya birkaç şey daha ekleyeceğim. İlk önce Prof.Ergun ÖZBUDUN tarafından Danıştay'ın okul dışında başörtüsünü yasaklayan kararı, Anayasa Mahkemesi Kararı ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararının ne anlama geldiği hakkındaki açıklamalarını ekleyeceğim.

 

 

50 yıllık hukukçuyum, mevzuatta kamusal alan yok’...17.02.06

Bilkent Üniversitesi Öğretim Üyesi Anayasa hukukçusu Prof. Dr. Ergun Özbudun, Danıştay’ın başörtüsü ile ilgili kararının arkasında Anayasa Mahkemesi’nin yanlış laiklik yorumunun yattığını savunuyor.

Özbudun, Danıştay’ın okula geliş gidişinde başörtüsü kullanan bir öğretmenle ilgili verdiği kararın yasağı sokaklara kadar genişletme anlamı taşıdığını dile getiriyor. Yasağa gerekçe gösterilen ‘kamusal alan’ kavramına da tepki gösteriyor: “50 senelik hukukçuyum. Türk mevzuatında kamusal alan diye bir şey görmedim. Böyle bir kavram varsa gösteren olursa sevinirim.”

Yargı tartışmalarını Zaman’a değerlendiren Prof. Dr. Özbudun, Anayasa Mahkemesi’nin daha önce yanlış bir laiklik yorumu yaptığına ve türban yasağına ilişkin uygulamaların bu yorumlara dayandırıldığına vurgu yapıyor. Avrupa İnsan hakları Mahkemesi'nin başörtüsüyle ilgili karının da Türkiye'de yanlış anlaşıldığına dikkat çeken Özbudun, AİHM'nin 'yasak uygulanmalı' demediğini, sadece 'mevcut durumun sözleşmeye aykırı olmadığı' yönünde tespitte bulunduğunu aktarıyor.

Özbudun, yargı kararlarına yansıyan laiklik anlayışını şu sözlerle eleştiriyor: “Anayasa Mahkemesi, başörtüsüyle ilgili kararında din ve vicdan özgürlüğüyle laiklik ilkesi arasında denge kurmalıydı. Bu yapılamamış, konunun din ve vicdan özgürlüğüne ilişkin yönü ihmal edilmiş ve karar tümüyle laiklik ilkesi üzerine kurulmuştur. Kaldı ki üniversitelerde kız öğrencilerin laiklik ilkesini nasıl aşındıracağı ve bozacağı da kararda tatminkar şekilde açıklanmamıştır. Laiklik elbette sahip çıkmamız gereken bir değerdir. Fakat laikliği din özgürlüğüyle birlikte düşünmek ve bu iki değeri birbiriyle çatışmayacak ya da mümkün olduğu kadar az çatışacak biçimde dengelemek gerekmektedir.” Demokratik bir toplumda kişilerin özel hayatlarına bu şekilde bir sınırlama getirilemeyeceğini belirten Özbudun, ‘kamusal alan' kavramının da başörtüsü yasağı için hukuki dayanak oluşturmayacağının altını çiziyor. Özbudun, “50 senelik hukukçuyum. Türk mevzuatında ‘kamusal alan' diye bir deyim görmedim.” diyor.

Özel hayata müdahale olamaz

Laik bir devlette kamu görevlilerine görev başında dinî simgeler kullanmalarının yasaklanmasının kabul edilebilir bir sınırlama olduğunu ifade eden Özbudun, sınırlamanın özel hayatta uygulanmasının kabul edilemeyeceğini belirtiyor. Prof. Dr. Özbudun, şu değerlendirmeyi yapıyor: “Görev dışında kişi özel hayatında istediği gibi giyinir. Kimse onun sokaktaki, pazardaki ya da evindeki giyim kuşamına karışamaz. Bu bakımdan Danıştay'ın kararı gerek çağdaş demokratik normlara, gerek laiklik ilkesinin normal demokratik anlaşılış biçimiyle bağdaşmayan bir karardır. Bu mantığı sonuna kadar götürürsek kamu görevlilerinin sokakta, sokaklarda ve evde de belli kısıtlamalara tabi olması sonucuna varırız. Bu takdirde din hürriyetini ve insanın kendini kıyafet yoluyla ifade biçimi olan ifade hürriyetini çağdaş demokratik normlarla bağdaşmayacak ölçüde sınırlandırmış oluruz.”

Yanlış yorumlamanın sürmesi halinde başörtülü bayanlara devlet hastanelerinde tedavi imkanı da tanınmayabileceğini ifade eden Özbudun, “Çünkü hastaneler de bir görüşe göre kamusal alandır. Daha önce Yargıtay'da bir sanık duruşma salonundan çıkarılmıştı. Bu mantığa göre vergi dairesinde başörtülü bir kadının vergisini yatıramaması gerekiyor.” yorumunda bulundu.

Başörtüsüyle ilgili AİHM'nin verdiği kararın da Türkiye'de yanlış anlaşıldığına dikkat çeken Özbudun, AİHM'nin Türkiye'yi böyle bir yasağı uygulamaya zorlamadığını, sadece bu yasağın sözleşmeye aykırı olmadığı yönünde bir tespit yaptığını aktarıyor.

 

Daha sonra bir kaç başörtülü kızın ve imamhatipli öğrencinin bu yılki ÖSS hikayesini aktaracağım..

Gönderi tarihi:

Kadının salahında yani iyi olmasında toplumun iyi olmasına, kadının bozulmasında toplumun bozulmasına bir esas alma nüvesi vardır. Onun için kadının salahı toplumun salahı kadının ifsadı toplumun ifsadı telakki ediliyor. Yani içtimai hayatımızın salahı kadının salahına kılınmış erkeğin değil. Burada zıt düşünmeler devam ediyor. Ama daha farklı bir mana kazanarak, neden erkeğin salahına bağlanmıyor da kadının salahına bağlanıyor. Allah’ın Resulu (sav) bir hadisi şeriflerinde:

“Sizin en hayırlınız ehline en hayırlı olanınızdır” diyor.

.

.

.

“Ey iman edenler! Eşleriniz ve çocuklarınız sizin için bir fitnedir.” (Tegâbün (64)/ 14)

Aynı zamanda ziynettir de diyor. Bakın eşleriniz diyor. Çocuklarımız diyor kız erkek ayırt etmeden. Allah çocuklardan ve eşlerden haber vererek buyuruyor ki: “kimi eşler vardır ki, kocalarının, kimi çocuklarda babalarının düşmanıdırlar”. Düşmanlık onları salih amellerden alıkoyma anlamındadır. Bunları fitne olarak ele alıyor.

Kadını en önce varlık olarak ele alıyor. “Dişi” bir varlık olarak sonra bir “eş” olarak, ondan sonra, “ana” olarak ele alıyor. Sonra da umum manada bırakır. Şimdi:

 

Aslında tüm yazıları alıntı yapıp teşekkür etmek isterdim ama takdir edersiniz ki çok uzun,verdiğiniz bilgiler çok güzel ve çok hayırlı teşekkür ederim.

Gönderi tarihi:

Ne olur ne olmaz admin başörtüsü başlığı altında niye imam hatip sorunundan bahsediyorsun diyebilir. Arkadaşlar bu sabah bir mesajla güne başladım. uyarı 1 yazıyordu, anlamını yarım saat düşündükten sonra çıkardım. Yaşasın sonunda benimde 1 uyarım olmuştu. Her ne ise şimdi merak ediyorum başörtüsüyle ilgili açtığım bu başlık altında uyarı 2'yi elde edebilir miyim...

 

Konuya gireyim. Gerçek Hayat dergisi bir iki hafta başörtülü ve imam hatipli olan birkaç genç kardeşimizle röportaj yapmış ve bunu yayınlamış. Ben bir kaç tanesini alıntılayacağım.

 

Bunlardan ilki Cumali ÇELİK adlı İmam Hatip Lisesi Mezunu bir kardeşimiz...

 

*Kendin gidip İHL'ye kayıt yaptırmışsın?

 

- Evet, kendim istedim. Hatta ailemin bile haberi yoktu. Lise 2'ye gidiyordum, televizyonda İHL'ler hakkında çıkan haberleri görünce dönüp sordular bana, "Bak, İHL'liler üniversiteye giremiyormuş. Sen nerede okuyorsun?" diye. Doğu insanını bilirsiniz, ilgisizdir böyle şeylere. O güne kadar bilmiyorlardı İHL'li olduğumu.

 

 

*Üzüldüler mi?

 

-Hayır, üzülmediler. Neticede hepsi Müslüman, dindar... Üstelik İHL'li demek, mutluluk verici birşey bizler için.

 

 

*Ailen ne okumanı istiyordu?

 

-Onlar daha çok çevrelerinden etkileniyorlar. Annem mesala, doktor olmamı istiyor. Benim hayalim endüstri mühendisliği tabi.

 

 

*Geçiminizi nasıl sağlıyorsunuz?

 

-Babam 15 yıl önce vefat etti. 8 kişilik nüfusumuz var. Evin reisiyim, ailenin geçimini ben sağlıyorum. İstanbul'da bir konfeksiyonda çalışıyorum. ÖSS'den çıkar çıkmaz başladım. Ayda 400 YTL kazanıyorum. Sigortam yok haliyle. Yılda sadece birkaç ay çalıştığım için sabit bir iş aramadım. Bekar evinde kalıyorum.

 

 

*Zor olmadı mı böyle sınava hazırlanmak?

 

-İş çıkışlarında camiye gidip bir rahleye oturuyordum. Kolay olmuyordu tabi, cami cemaati gelip sohbet ediyordu benimle. Ders çalışamıyordum. O yüzden sınava üç ay kala Iğdır'a gittim, çalıştım.

 

 

*Bu senin kaçıncı girişin sınavlara?

 

-Ben 2003 mezunuyum. Üçüncü girişim bu benim. Sözel puanım 385.502 Türkiye sıralamasında 43.'yüm. İTÜ veya Marmara Üniversitesi'nde endüstri mühendisliği okumak isterdim. Geçen senede sınavlara girmiştim ama katsayı engelinin kaldırılacağını umut ederek beklemiştim. Bu yıl da birşey değişmedi. Bu kez İlahiyat Fakültesi tercih yazacağım. Çünkü hükümete güvenimiz kalmadı.

 

 

*Puanının düşeceğini biliyordun değil mi?

 

-Biliyordum ama bu saatten sonra kötülemek olmaz. Zaten severek seçtim. Güzel olanı seçtim.

 

Sorular Gerçek Hayat dergisi yazarlarından Ümmühan ATAK'tan sanırım.

 

ELİF BAŞARAN.

 

Gebze AİHL mezunuyum. İHL'ye babamın tavsiyesiyle başlamıştım. Puan kırıldığını biliyordum ama önemsememiştim. Bir gün düzelir umudu vardı. Fakat vaadler yerine getirilmedi. EA ham puanım 273.167 Türkiye sıralamısında 390. sıradayım. Kocaeli ve Gebze birincisiyim. fakat buna rağmen istediğim bölümü yazamayacağım. Tıp okumak isterdim ama mümkün değil. O yüzden ya Marmara Üniversitesi'nde Din Öğretmenliği ya da yurtdışına gidip okuyacağım...

 

Dahası da var ama ben burada sorayım sorumuzu.

 

 

Türkiyenin gerçekten bu kadar imkanı var mı? Yani kafası çalışan, zeki insanları heba etmek, atıl mesleklere yönledirmek gibi imkanımız var mı? Demek ki var...Tamam Din Kültürü öğretmenlerimiz de zeki insanlar olsunlar ancak bu kardeşlerimizi böyle harcamak (bunun adı harcamaktan başka birşey değildir) hangi izana sığar...Kısmet olursa 5 yıl öncesinden de bahsedeceğim bir ara....

Gönderi tarihi:

bekir.

 

Dünyanın hangi köşesi olursa olsun. Meslek liselerinin ve meslek okullarının tek bir gayesi vardır. Piyasaya ihtiyacı olduğu teknik iş gücünü sağlamak.

 

Bu almanya da böyledir, amerikada da. ingilterede de , fransada da.

 

İşin mantığı budur.

 

Yani meslek liseleri üniversiteye öğrenci yetiştiren kurumlar değil. Piyasaya iş gücü yetiştiren kurumlardır. Varlık gayeleri ve kuruluş amaçları budur. Piyasanın ihtiyaç duyduğu ara kadroları teymin etmek. Verdikleri eğitim pratik ve okudukları alanın ihtiyaçlarına yöneliktir. "İş hayatına ara kadrolar yetiştirmek"

 

Bu, piyasanın mühendislere, mimarlara ihtiyaç duyduğu kadar, Teknisyenlere ve teknikerlerede ihtiyaç duyduğu için vardır. Doktora duyulan ihtiyaç kadar, hastabakıcıya ve hemşireyede ihtiyaç duyulduğu için.

 

Bu imam hatipler içinde aynı şekilde geçerlidir. Diyanet ilahiyatçıya ihtiyaç duyduğu kadar, imama da ihtiyaç duyar. İmam hatip liseleride bunun için vardır.

 

Düz liselerin müfredatı, mesleki herhangi bir bilgi içermeyen. Üniversite eğitimi alacak kişilere genel bilgi içeren bir müfredattır.

 

Meslek liselerinin müfredatı. Bölümün yani mesleğin, ihtiyaç duyduğu teknik ve pratik eğitimin yoğun olarak verildiği bir müfredata sahiptir.

 

Yani, sağlık meslek liselerinin hemşirelik bölümü, bellidir adı üstündedir. bu okul hemşire yetiştirir. bunun için vardır. Eğer çocuğunuzun hemşire olmasını değilde doktor olmasını istiyorsanız. Onu bu okula kaydettirmenizin bir mantığı yoktur. saçmadırda.

 

Ancak tüm meslek liselerinden farklı olarak imam hatiplerde, konu sanki bir inanç meselesiymiş gibi gündem yaratılmaya çalışılmaktadır. Hayır imam hatip liseleri diğer tüm meslek liseleri gibi. Diyanetin ihtiyaç duyduğu ara kadroları yetiştirmek için vardır.

 

Çocuğunun eğitim hayatını planlayan aile, bunu göz önüne alıp buna göre karar vermelidir.

Gönderi tarihi:

CYRANO, meslek liselerinin açılışı ve işleyişi konusunda haklılık payın yüksek. Lakin Türkiye de unutulan bir takım şeyler var.

 

Ben Ticaret Meslek Lisesini 97'de bitirip 98'de hukuk fakültesine başladım. Önümde bir engel yoktu. Bazı arkadaşlar muhasebecilikte iktifa kıldılar ve o yola gittiler. Türkiye de gerek Ticaret Meslek Lisesi Mezunu, gerek İmam Hatip Lisesi Mezunu ve gerekse Endüstri Meslek Lisesi Mezunu sayısı bu kişilerin bu alanda çalışacağı sayının çok üzerinde. 98'li yıllara kadar insanların Ticaret, Endüstri, Düz lise ayrımından dahi haberleri yoktu. İstisna İmam Hatiptir. Buraya öğrenci gönderenler ne için gönderdiklerinin farkındaydılar. Buraya öğrenci gönderenler oğlum liseyi bitirsin de imam olsun diye göndermediler, oğlum hem okusun ve hem de dinini öğrensin diye gönderdiler. Her ne ise; Devletin istihdam edeceği imam sayısı varsayalım 50.000 olsun ve mezun olan adam sayısı 300.000 olsun bu durumda 250.000 lise mezunu ne olacak. onlar istihdam edilen 50.000'nin emekli olmasını beklesin diyorsunuz yani...

 

Veya üniversite okumasınlar diyorsunuz. Aslında bundan önceki uygulama çok doğru bir uygulamaydı. Muhasebe okumak isteyen Ticaret Meslek Lisesi Mezunlarına ek puan veriliyordu ve bu bir nevi teşvikti. İlahiyat fakültelerine sadece İmam Hatipler değil hemen herkes gidebiliyordu. İmam Hatip mezunlarının İlahiyat Tercihlerinde de böyle olsaydı ne olurdu. Bir İmam Hatip Lisesi Mezununun Hukuk veya siyasal bilim okumasında ne sakınca var ki, hayır madem imam hatip'e gittiğ o halde illaki imam veya ilahiyatçı olacaksın diyorsunuz. Belki çocuk imamlıktan da, ilahiyatçılıktan da nefret ediyor ve inanılmaz bir zekası var. Ne olacak, haydi aslanım sen kafanı kurşunu lise 1. sınıfta sıktın bundan sonrası bizi ilgilendirmez mi?

 

(Bana kalırsa birçok ülke meslek liselerini gerekli sektörlerde kullanmak üzere eleman yetiştirmek için açmıştır ama 1. si imam hatip mezunlarını kullanacağınız ciddi bir sektör yok, ikincisi burası aslında bir meslek lisesi değil zira islamda imamlık diye bir meslek olmadığı gibi devletimizin de ilerleyen yıllarda laiklik ve Avrupa Birliği sebepleriyle maaşlı imam olgusunu ortadan kaldırmak zorunda kalacağını düşünüyorum. Dahası Türkiye de İmam Hatipler sanıldığının aksine imam yetiştirmek için kurulmamıştır. Ama her zaman makul gerekçeler gösterilmek zorundadır değil mi?)

 

Tekrarla meslek lisesine giden bir genci illaki sen bu mesleği yapmak için o bölümde (üniversitede) okuyacaksın demek o çocuğun eğitim özgürlüğüne indirilen şuursuz bir baltadır. Herkes istediği bölüme yetecek puanı alabiliyorsa orada okusun. Kendi lise eğitimlerinin üstü olan bölümlerde okumak isteyenlere teşvik mahiyetinde puan verilsin işte o zaman daha mantıklı bir iş yapılmış olur.

 

Güzele yönlenmek varken, yanlışa mazeret uydurmak hoş olmuyor. İstemeyen imam hatip'e gitmez ancak bu insanlar madem imam hatip'e gidiyorsunuz o halde cezayı hak ettiniz mantığıyla cezalandırılmamalıdırlar. Türkiye de imam hatip sorununun çıkmasında keşke meslek lisesi mezunuysanız bu işi yapacaksınız biz o yüzden böyle bir sistem öngördük denebilse. Ama maalesef kurunun yanında diğer meslek lisesi mezunları da yandılar. Tek başına imam hatip'i ateşe atamayacak olanlar diğerlerini de yaktılar.

Gönderi tarihi:

İmam-Hatip liseleri tabiki meslek lisesidir. Okulun adı üstündedir. İmam- Hatip lisesi. Yani Hemşire lisesi nasıl ki hemşire yetiştirmek için varsa. İmam-Hatip liseside. Diyanetin ihtiyaç duyduğu İmam yada hatip gibi kadroları yetiştirmesi için vardır.

 

Ancak 12 Eylül sonrası. Propaganda amaçlı olarak bu liseler ihtiyacın çok üstünde açılmıştır.

 

"İslamda imamlık diye bir meslek yok" İyide biz islami kurallara göre yönetilen bir ülkede yaşamıyoruz. Diyanet denen bir kurumumuz var ve bu kurumunda kadro ihtiyacı var. Bu okullar diyanetin duyduğu ihtiyaçtan fazlasını mezun olarak veriyorsa. bunun sebebide 80 sonrası siyasal amaçlarla okulların ihtiyaçtan fazla açılması. Bir meslek lisesi olarak değilde. Düz lisenin alternatifi olarak kullanılmaya başlanmasındandır. AB sürecinde de böyle bir şey yoktur. Yani devletin maaş ödediği imamların olmayacağı gibi bir şey. Tüm ülkelerde devletin maaş ödediği din adamları vardır.

 

Daha öncede söylediğim gibi dünyanın her yerinde meslek liselerinin varlık sebebi ve gayesi budur.

 

Kime nasıl haksızlık ediliyor ?

 

İmam hatip lisesinin ne olduğu, hangi meslek dallarına öğrenci yetiştirdiği, ve neden var olduğu belliyken. Ona çocuğunu kaydettiren ailede. Çocuğunun bu meslek dallarından birisini yapmasını istiyor demektir. Ha eğer istemiyorsa yada Oğlunun imam değilde ilahiyatçı olmasını istiyorsa. Yine normal eğitim den sonra İlahiyat fakultesi için hazırlanır.

 

Ama imam hatip lisesini, diğer eğitim kurumları gibi, bir meslek lisesi değilde. bir ideoloji merkezi olarak gören mantık. Ya da çocuğunu o okula kaydederken, gelecek ve eğitim planı yerine. okulun haremlik selamlık uygulamasına sahip olması, din eğitimine daha çok ağırlık vermesi gibi faktörleri göz önüne alan ailenin bu hatasının elbette çocuğun eğitim hayatında etkisi olur.

 

Nasıl ki siz lisede sosyal ağırlıklı bölümde okuduğunuz için sayısal ağırlıklı bölümlerde puanınız kırılıyorsa.

 

Burada haksızlık vs aramak yanlış.

 

Bu gün itibariyle, meslek liselerinin ne olduğu ve ne için kadro yetiştirdiği

 

Düz liselerinde ne için var olduğu ve ne için kadro yetiştirdiği.

 

bellidir ve tüm dünyada eğitim sistemlerinde bu iş böyledir.

 

Modern ülkelerdeki eğitim sistemlerinde daha çocuk ilkokul son sınıftayken okul onun meslek lisesine mi yoksa normal liseye mi devam edeceğine kendisi karar verir. Ve çocuk okulun notlarını göz önüne alarak verdiği karara göre ya meslek lisesine yada düz liseye kaydedilir. Ailesinin kararına bile itibar etmez okul. Çünkü kriter olan öğrencinin hangi alanda başarılı olacağıdır.

 

Öğrenci meslek lisesinden mezun olduktan sonra. İsterse meslek yüksek okuluna kaydolabilir. Tıpkı şu an türkiyede de uygulanan gibi.

 

Ancak meslek lisesinden mezun olan öğrenci, Normal bir üniversiteye kaydolmak isterse. Normal lise öğrencilerinin girdiği sınava girer ancak puanı kırılır.

 

Türkiyede ise ilk öğretimden sonra. bu tercih öğrenciye ve ailesine bırakılır. Öğrenci ve ailesi ilk öğretimdeki başarısı ve notalrını göz önüne alarak. Çocuğun bir meslek lisesine mi yoksa düz liseyemi gitmesi gerektiğine kendi karar vermesine izin verilmiştir. Aile bu süreçte bir eğitim danışmanından yardım alabilir. Milli eğitimin bu iş için ücretsiz hizmet veren kadroları vardır.

 

Yani, imama hatiplilerin önü kesilmek için böyle yapılıyor vs gibi argümanalr yersizdir. Bu sistem tüm dünyada uygulanan bir sistemdir.

 

Eğitim geleceği çocuğun yetenekleri ve derslerdeki başarılarına göre baştan planlanmalıdır.

Gönderi tarihi:

İmam-Hatip liseleri tabiki meslek lisesidir. Okulun adı üstündedir. İmam- Hatip lisesi. Yani Hemşire lisesi nasıl ki hemşire yetiştirmek için varsa. İmam-Hatip liseside. Diyanetin ihtiyaç duyduğu İmam yada hatip gibi kadroları yetiştirmesi için vardır.

 

Ancak 12 Eylül sonrası. Propaganda amaçlı olarak bu liseler ihtiyacın çok üstünde açılmıştır.

 

"İslamda imamlık diye bir meslek yok" İyide biz islami kurallara göre yönetilen bir ülkede yaşamıyoruz. Diyanet denen bir kurumumuz var ve bu kurumunda kadro ihtiyacı var. Bu okullar diyanetin duyduğu ihtiyaçtan fazlasını mezun olarak veriyorsa. bunun sebebide 80 sonrası siyasal amaçlarla okulların ihtiyaçtan fazla açılması. Bir meslek lisesi olarak değilde. Düz lisenin alternatifi olarak kullanılmaya başlanmasındandır. AB sürecinde de böyle bir şey yoktur. Yani devletin maaş ödediği imamların olmayacağı gibi bir şey. Tüm ülkelerde devletin maaş ödediği din adamları vardır.

 

Daha öncede söylediğim gibi dünyanın her yerinde meslek liselerinin varlık sebebi ve gayesi budur.

 

Kime nasıl haksızlık ediliyor ?

 

İmam hatip lisesinin ne olduğu, hangi meslek dallarına öğrenci yetiştirdiği, ve neden var olduğu belliyken. Ona çocuğunu kaydettiren ailede. Çocuğunun bu meslek dallarından birisini yapmasını istiyor demektir. Ha eğer istemiyorsa yada Oğlunun imam değilde ilahiyatçı olmasını istiyorsa. Yine normal eğitim den sonra İlahiyat fakultesi için hazırlanır.

 

Ama imam hatip lisesini, diğer eğitim kurumları gibi, bir meslek lisesi değilde. bir ideoloji merkezi olarak gören mantık. Ya da çocuğunu o okula kaydederken, gelecek ve eğitim planı yerine. okulun haremlik selamlık uygulamasına sahip olması, din eğitimine daha çok ağırlık vermesi gibi faktörleri göz önüne alan ailenin bu hatasının elbette çocuğun eğitim hayatında etkisi olur.

 

Nasıl ki siz lisede sosyal ağırlıklı bölümde okuduğunuz için sayısal ağırlıklı bölümlerde puanınız kırılıyorsa.

 

Burada haksızlık vs aramak yanlış.

 

Bu gün itibariyle, meslek liselerinin ne olduğu ve ne için kadro yetiştirdiği

 

Düz liselerinde ne için var olduğu ve ne için kadro yetiştirdiği.

 

bellidir ve tüm dünyada eğitim sistemlerinde bu iş böyledir.

 

Modern ülkelerdeki eğitim sistemlerinde daha çocuk ilkokul son sınıftayken okul onun meslek lisesine mi yoksa normal liseye mi devam edeceğine kendisi karar verir. Ve çocuk okulun notlarını göz önüne alarak verdiği karara göre ya meslek lisesine yada düz liseye kaydedilir. Ailesinin kararına bile itibar etmez okul. Çünkü kriter olan öğrencinin hangi alanda başarılı olacağıdır.

 

Öğrenci meslek lisesinden mezun olduktan sonra. İsterse meslek yüksek okuluna kaydolabilir. Tıpkı şu an türkiyede de uygulanan gibi.

 

Ancak meslek lisesinden mezun olan öğrenci, Normal bir üniversiteye kaydolmak isterse. Normal lise öğrencilerinin girdiği sınava girer ancak puanı kırılır.

 

Türkiyede ise ilk öğretimden sonra. bu tercih öğrenciye ve ailesine bırakılır. Öğrenci ve ailesi ilk öğretimdeki başarısı ve notalrını göz önüne alarak. Çocuğun bir meslek lisesine mi yoksa düz liseyemi gitmesi gerektiğine kendi karar vermesine izin verilmiştir. Aile bu süreçte bir eğitim danışmanından yardım alabilir. Milli eğitimin bu iş için ücretsiz hizmet veren kadroları vardır.

 

Yani, imama hatiplilerin önü kesilmek için böyle yapılıyor vs gibi argümanalr yersizdir. Bu sistem tüm dünyada uygulanan bir sistemdir.

 

Eğitim geleceği çocuğun yetenekleri ve derslerdeki başarılarına göre baştan planlanmalıdır.

 

 

Yazınızın tamamını alıntılıyor ve soruyorum. Dedikleriniz muhalefet etmek için değilse bana şu iki veya üç sorunun cevabını nasıl açıklayacaksınız. Bu katsayı ve imam hatip meselesi neden 28 Şubat süreciyle çıkmıştır. Neden bu süreçten sonra sadece imam hatiplere polis olma yolu kapatılmıştır. Asker zaten olamıyorlar.

 

Bir de yukarda garip bir cümle edilmiş. Çocuğun ilköğrenimin ilk basamaklarında aldığı notlar ve gidişatına göre nerede okuyacağına ailesinin ve kendisinin karar verememesi ile ilgili. Hayırdır batı ve batı demokrasisi dediğimiz yerler liberalizm değilde despotizm, komünizm, oligarşi gibi bir sistemle yönetiliyorlarda onlar sizin okuyacağınız bölümleride mi belirliyorlar. Tıp okumak isteyen ilkokuldaki bir çocuğun yerinde olsam o halde yapmam gereken birini yere yatırıp kalbine pil takmaya çalışmak olurdu herhalde ki yarın bir gün okul yöneticileri tıp okumak istediğimin farkına varıp beni ona yönlendirsinler. Ya pekiyi çocuk polis olmak istiyorsa okulda silahla mı gezecek. gördüğüne kelepçe mi takacak. Bir de hemşire olmak isteyenleri ellerinde enjektörle gezerken izlemek çok hoş olacak. Pilot olmak isteyen çocukların ne yapması gerektiğine dair bir bilgisi olan varsa bana da bildirirse iyi olur. Gidişat iyi değil ve bir oğlum olursa pilot olmasını istemiyorum o yüzden onu bazı davranışlardan men edeyim bari. Ne olur ne olmaz sonra çocuğu pilot yaparlar da hiçbirimiz ağzımızı açamayız. Devletin hikmetinden sual olunmazmış. :(:D

 

Teorileri kanıtlamak için (kendinizce) doğrular uydurmak hoş olmuyor. Ne Avrupa da ve ne de dünyanın hiç bir ülkesinde annenin, babanın ve çocuğun istemediği bir bölümde çocuğu zorla (Bunun adı zor'dan başka birşe değildir.) okutamazsınız.

 

Konunun birinde deniyor ki; çocuklar din eğitiminden anlamaz, o yüzden onlara reşit olduktan sonra bu konuda eğitim verilsin, bir yerde de diyoruz ki kardeşim madem 14 yaşında imam hatipe gittiler tercihlerinin sonuçlarını biliyorlardır. Çeksinler cezalarını. Aslında onlar ceza çekmiyorlar, biz eşit yarışmayla oraları kazanamayacak adamları OTDÜ'ye, Hacettepe'ye gönderiyoruz. Bu, ilerleyen yıllarda aydın sorunu yaşamamıza neden olacaktır. Aslında bu gibi kafaların (zeki çocuklardan bahsediyorum) sadece İlahiyat ve Din üzerinde yoğunlaşmaları ilerleyen yıllarda laik-kemalist devletin başına iş açacaktır. Zira bu insanların içerisinden aksiyoner beyinler de çıkacaktır.

 

AB sürecine de değineyim. Türkiye Cumhuriyeti (devletimiz) laiklik gereğince her inanca aynı mesafede bulunmak zorundadır. Hiç bir inancı desteklememeli, hiç bir inanç mensubuna maaş ödememelidir. Veya hepsine maaş ödemelidir. Ben 1. şıkkın olması kanaatindeyim. Hiç bir inanç mensubunu (eğer laikliği tam anlamıyla uygulayacaksak) para ödenmemelidir zira laiklik bir yönüyle de devlet işlerinin dinden soyutlanmasıdır. Şimdi sorayım o halde, devletimiz Alevilere para ödüyor mu? El cevap: HAYIR. Aleviler, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine dava açmış mıdır? Evet. Ne olacaktır. Bana kalırsa mahkeme eğer ciddi bir laiklik kavramı üzerinden giderse maaşlı imam olgusu, camilerden alınmayan bir takım paralar (elektrik ve su) Diyanet İşleri Başkanlığının yapısını laikliğe aykırı bulacaktır. Avrupa Birliği meselesi de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin verdiği kararların uygulanmasıyla birebir alakalı olduğu için bu süreçte yasaklanmalıdır. Bilmem anlatabildim mi?

Gönderi tarihi:

 

Bir de yukarda garip bir cümle edilmiş. Çocuğun ilköğrenimin ilk basamaklarında aldığı notlar ve gidişatına göre nerede okuyacağına ailesinin ve kendisinin karar verememesi ile ilgili. Hayırdır batı ve batı demokrasisi dediğimiz yerler liberalizm değilde despotizm, komünizm, oligarşi gibi bir sistemle yönetiliyorlarda onlar sizin okuyacağınız bölümleride mi belirliyorlar. Tıp okumak isteyen ilkokuldaki bir çocuğun yerinde olsam o halde yapmam gereken birini yere yatırıp kalbine pil takmaya çalışmak olurdu herhalde ki yarın bir gün okul yöneticileri tıp okumak istediğimin farkına varıp beni ona yönlendirsinler. Ya pekiyi çocuk polis olmak istiyorsa okulda silahla mı gezecek. gördüğüne kelepçe mi takacak. Bir de hemşire olmak isteyenleri ellerinde enjektörle gezerken izlemek çok hoş olacak. Pilot olmak isteyen çocukların ne yapması gerektiğine dair bir bilgisi olan varsa bana da bildirirse iyi olur. Gidişat iyi değil ve bir oğlum olursa pilot olmasını istemiyorum o yüzden onu bazı davranışlardan men edeyim bari. Ne olur ne olmaz sonra çocuğu pilot yaparlar da hiçbirimiz ağzımızı açamayız. Devletin hikmetinden sual olunmazmış. :(:D

 

Teorileri kanıtlamak için (kendinizce) doğrular uydurmak hoş olmuyor. Ne Avrupa da ve ne de dünyanın hiç bir ülkesinde annenin, babanın ve çocuğun istemediği bir bölümde çocuğu zorla (Bunun adı zor'dan başka birşe değildir.) okutamazsınız.

 

 

Ne kafamızdan doğrular yaratırız. Nede bir şeyi biz bimliyoruz diye, Dünyada yoktur deriz.

 

"Meslek Liselerine gelince. Bu konuda da Amerikanın yeniden keşfine gerek yoktur. Örneğin, Almanya’da uygulanan sistemde öğrenci daha ilköğretim 4. sınıfta iken aldığı notlara göre Jimnazyuma (Genel Lise) veya meslek liselerine yönlendirilmektedir. Diğer bir ifade ile çocuğun hangi okula gideceği ailesi tarafından değil, okuduğu okul tarafından kararlaştırılmaktadır. Meslek lisesine devam eden öğrenci “Mesleki yüksek öğrenim olgunluk” diploması alabilirse mesleği ile ilgili bir meslek yüksek okuluna devam hakkı kazanmaktadır. Eğer meslek lisesini bitiren öğrenci diğer üniversitelere de gitmek isterse genel lise mezunlarının girdiği olgunluk sınavına (Abitür) girebilmektedir. Yani üniversite yolu açık tutulmaktadır. Ancak, bu sınavın çok zor ve kazanma şansının düşük olduğu herkes tarafından bilinmektedir. Bu sistemde Almanya’da öğrencilerin yüzde 65’i meslek lise ve yüksek okullarında, yüzde 35’i ise genel lise ve üniversitelerde okumaktadır. Türkiye’de ise tam tersi bir gelişme vardır.

Çocuğun mesleki geleceğine ailesi değil okul başarısı ve kapasitesi karar vermelidir

 

M. Yüksel Eğinli.

 

Görüldüğü gibi Almanyada, İlkokulda okul çocuğun notlarına ve yeteneklerine bakıp. Meslek Lisesine mi, Yoksa düz liseye mi gideceğine karar vermektedir. Meslek lisesine yönlendirilenlerin ise, Normal üniversiteye geçişleri çok zordur.

 

Yani sen duymadın diye bir şeyi, benim uydurmam veya olmayan diye bir şey sanmamalısın.

 

Türkiyede ise İlköğretimde 8 yıllık eğitim sonucunda, bir öğrencinin hangi alanda başarılı olduğu artık saptanabilir. Zira eğitim hayatının yarısını tamamlamıştır o öğrenci. Bakılan nokta ise, "Hastalara pil takıp takmaması vs" değil. Derslerdeki başarı ve yetenek grafiğidir.

 

Zira eğitim de kıstas. Annenin babanın nereyi istediği değil. Çocuğun hangi alanda başarılı olduğudur. Pilot olup olamıyacağı, Bir çocuğun sayısal ağırlıklı derslerdeki başarısı, Yada bu alandaki yeteneğine bakarak anlaşılır. Edebiyatçı olup olamıyacağı yine edebiyat müfredatındaki derslerdeki başarısı ve yeteneğiyle ölçülür.

 

Bir çocuk senin mizansenleştiremye çalıştığın gibi, ilk öğretimde şunu bunu yaparak yeteneğini sergilemez.

 

Hangi meslek için hangi eğitimin alınacağını bellidir. Doktor olmak için yoğun sayısal. Avukat olmak için yoğun sosyal ve sözel başarı gerekir.

 

Bu despotizm vs değildir. Eğitim sistemidir. Ve eğitimde esas, öğrencinin başarı ve yeteneğine göre en başarılı olacağı ve yeterli olduğu alana yönlendirilmesidir.

 

Dünyada uygulanan bilimsel ve etkin metodda budur.

 

Unutmayacağınız bir şeyde. Bir ülke ne kadar gelişkinse, çocuğun geleceği hakkında, devletin aileden daha fazla söz hakkı da o kadar fazladır.

Gönderi tarihi:

Bir soru: Yönlendirmek ile karar vermek, kararlaştırmak aynı şey midir? Bu nasıl bir yazardır ki, önce okulların yönlendirme hakkından bahsediyor ardından da kararlaştırırlar diyor. Alıntı yaptığınız kişi acaba yönlendirmek ile kararlaştırmak arasındaki ayrımı bilemeyecek kadar aciz mi yoksa bir laf ebeliğimi yapıyor.

 

Tarihte bazı örnekler var. 40 yaşına kadar demircilik yapıp da ardından dünyanın sayılı tefsircileri arasına girenler var, 20 yaşlarına gelene kadar hiç ilgi duymadığı bir vakıayı inceleyip fizik dehası olanlar var...

 

Şu denklik sınavına benzer şeyden hiç bahsetmeyelim. Hocamız lütuf buyurmuş ve hemen demiş ki bu sınavı aşmak çok zordur demiş. Bunu niye demiş acaba :excl: Bizlere birşeyleri ispatlamak için uğraşıyor olmasın.

 

Birincisi; Acaba ispatlamaya çalıştığı şey ne olabilir. Ben cevabını biliyorum da...İşte dediğim bu idi. Hipotezlerimizi ispatlamak için doğrular uyduramayız veya vakıayı çarpıtamayız. Abitür sınavının çok zor olduğu konusunda herkes hemfikir miş. İyi de Türkiye de İmam Hatipler normal liselerin müfredatlarını görüyorlar...Normal lise öğrencilerinin yetkinlik seviyesine zaten sahipler. Yazarımızın ispat etmeye çalıştığı şeylerden bir tanesi, İmam Hatip Lisesi öğrencilerine bu düz lise diploması verilmesini gerektiren sınavın yapılmasına gerek yoktur zira bu sınav çok zordur demek oluyor. Yani, boşuna uğraşmayın deniyor. Harika birşey yaa...Hem Avrupadaki sistemden örnek veriliyor ve hem de Avrupadaki sistemin bir tarafının önemi yok demeye getiriliyor. Düz lise denkliğiyle ilgili kısmın...

 

Ben birşeyi merak ettim. İlköğretimdeki bir öğrencinin imam olarak yetişmesi gerektiğinin ayırdına okullar nasıl varacak. Bunu hangi yetkin otorite belirleyebilir.

 

Sayın CYRANO...Bu konudaki tavrım bellidir. Ve yukarda bir yerlerde belirttim. Gelişmiş ülkeyle demokratik ülke demek ki aynı paralelde olmuyor. Gelişmiş ülke dediğiniz yerler kapitalist ülkeler oluyor galiba. Dolayısıyla sanayiye eleman yetiştirmenin haricinde bir derdi olmayan ülkelerden bahsediyoruz. Ülkenin %65'ini işçi olarak konuşlandıran bir ülkeden. Ben insanı itibara alıyorum eğitim sistemiyle siz galiba sanayiyi dikkate alıyorsunuz...Sanayiden kastım fabrikalardır. Demek ki gelişmiş ülkelerdeki eğitim fabrikalara eleman yetiştirmek üzere kurulu. %35'i istisna tutalım...

Gönderi tarihi:

Sarışın Evliya Gökhan ÖZCAN abimin, Gerçek Hayat Dergisinin 3-9 Haziran 2005 tarihinde "KENDİ ÇOCUKLARINDAN KORKAN ÜLKE" başlıklı bir yazısı yayınlanmıştı. Ondan bazı kısımları ben buraya alıntılamak istiyorum...

 

Bu ülkede özgüven açısından en zayıf olan unsur devletin kendisi. Tarihi boyunca kendi vatandaşlarının sürekli olarak bir fenalık ihtimali, bir potansiyel tehdit, bir kuzu postuna bürünmüş kurt olarak gören, neredeyse paranoyak bir kamusal eğilimden söz ediyorum...

 

Devlet, hemen her zaman, kendi bekası konusunda o kadar çok ürküntüye sahiptir ki, bir türlü normaline ulaşıp asıl hizmet güzergahına geçemez, bu ülkede yaşayanlar için hayatı kolaylaştıracak adımlar atamaz...

 

Bu o kadar yerleşik bir arızadır ki, bu ülkenin "vatandaş" ı olan insanlar, kendi devletleri tarafından daima potansiyel yanlışlık odağı olarak görülmeyi artık kanıksamışlardır. Demokrasinin tek hamleyle askıyı alındığı darbe kronolojileri bile olağan mevsim geçişleri gibi algılanır, yadırganmaz olmuştur; bu mevsimde havalar sıcak, şu mevsimde yağmurlu, ötekinde darbeli filan...

 

...her ülkenin demokratik vasata ihtiyacı vardır, bu ülkede bu geçmişte olmadı, yakın geçmişte olmadı, bugün olduğu da fevkalade tartışmalı...

 

Adına demokrasi yada başka bir şey deyin, bu ülkede yaşadığımız her dönemde eksikliğini hissettiğimiz o şey bizim zihinlerimizi noksan, kimliklerimizi bulanık, kişiliklerimizi güdük, günlerimizi sıkıcı bir kılığa sokuyor. Bu ülkeye her zaman en çok sahip çıkma hakkını kendinde gören hemen bütün unsurlar; insanların zihinsel bir şizofreniye ve sessiz bir mutsuzluğa doğru sürüklenmekte olduklarını, bu ülkenin bugünlerini ve yarınlarını tehdit eden en önemli tehlikenin de bu olduğunu bir türlü göremiyor, farkedemiyorlar nedense...

 

...gerek toplumsal manzaradan sürekli "tehdit" vehimleri üreten "sahip"ler, gerekse toplumsal manzaranın şüphelileri olmayı içlerine sindirmiş "köle"ler on yıllır boyudur alttan alta yaşanan bu traji-komik itişmenin bu ülkenin geleceğinden neleri eksilttiği konusunda yeterli fikri aydınlığa, insani endişeye, sorumluluk bilincine sahip değiller.

 

Bütün bunlar Türkiye'yi gölgesinden korkan ve bu pısmışlıkla gölgesi kadar bile uzayamayan bir bodurluğa mahkum ediyor...Büyük bir tarihten geçerek, istisnai zenginlikle bir zaman yolculuğunun ardından bugünlere gelen bir ülkenin böylesine "gülünç" durumlara düşebiliyor olması insana acı veriyor...

 

Bu ülkede üniversite kapılarında insanların bir kısmını geçerli, bir kısmını geçersiz kabul eden bir ülke...Bu ülke kafasına uymadığı zaman toplumun kendini yönetme haklarını sümen altına atabilen bir ülke...

 

Kamusal kırbaç okul gecesinde müdüriyet tarafından belirlenen listenin dışına çıkarak Nazım Hikmet şiiri okuyan 17 yaşındaki bir gencin sırtında şaklamaya devem ediyor, be ne dersem diyeyim. Olur iş değil, bir okul gecesinde okunacak şiirler neden denetlenir, neden bu listenin dışına çıkan bir öğrenci karakolda "misafir" edilir. Bütün bunlarının bu ülkeye yararı nedir? Bu gençlerin ülkelerinin sevmemeleri için neden bu kadar gayretkeş bizim kamusal alan nöbetçilerimiz..

 

Bu ülke bunca fikirsizliği haketmiyor.Bu ülke önüne çıkan tarihsel sıçrama fırsatlarının böyle gülünç parodilere kurban etme lüksüne sahip değil. .. Belki biraz abartılı gelecek ama bu ülkenin kendi yerini doldurmamakla bıraktığı boşluk, dünyanın da dengesini bozuyor.

 

Aklımızı başımıza alalım ve büyük laf etmeyi, kahramanlık attırmayı, vatandaşı ırgalamayı keselim. Tarihin palyaçolar kontenjanının tamamını bu ülkeden doldurmamız gerekmiyor..Yazar sözlerini böyle tamamladı...

 

 

Gençlerimiz bir kısmının kalbini bu kadar eğip, büküp, kanırtıp, kanatıp da ondan sonra da bu ülkeyi sevmelerini bekleyebilir miyiz?

 

Bir şey deha yazayım bari...

 

Kız kardeşim başörtülüydü. Dershanede başını açıyordu ama ben görmüyordum. Göz görmeyince gönül de katlanıyormuş demekki...Derken Üniversiteyi kazandı ve okula kayda götürdüm. Yasağın müsebbibi olmayan iki görevli başların içerde dahi açılmasına izin vermiyorlardı. İnanın bana o an yasağı koyanlar karşımda olsaydı ne yapardım bilmiyorum. Kardeşimin başının açıldığını görüyordum.Sanki namumusa bir el uzanıyor gibi hissediyordum. Ve hiç bir şey elimden gelmiyordu... aynı anda 60 yaşlarında bir amca kendi başörtülü kızını kayda getirmiş ve görevlilere yalvarıyordu. Hayır olmuyordu. Kızıyla beraber gelip karşımda surun üzerine oturdular. Adam bir şey yapamamanın verdiği ezikliğe sağına soluna baktı,,,kızından gözlerini kaçırdı ve ağlamaya başladı...Ve öfkem bir kat daha arttı...

Siz söyleyin o adam o gün devletine çok yaşa devletim seslenişiyle mi yaklaşmıştır. Ben o gün bu devlet için canımı verir miydim...

 

Şunu da söyleyim, bu yasağın müsebbibi ve kendilerine lanet okuduğum zevat ne kadar bu ülkeden bizi nefret ettirmek istiyorlarsa da biz bu ülkeyi seviyoruz. Burası bizim vatanımız, bu devlet hepimizin...Kimse sadece kendisinin zannetmemeli...Ve artık gençlerimizi bu devletten nefret ettirmek için uğraşmayı kesmeliyiz...

 

NOT: Konu başörtüsü ve türbanla alakalı diye bu en son yazılanları aynı paralelde düşünmeyin...Herkes için diyorum. Türbanlılarda, İmam Hatiplilerde, Nazım Hikmetçilerde, Baklava çalıp tonla yıl hapis cezasına çarptırılanlarda, bir kıza aşık olup okul surunda içeri girip de polis tarafından sopalananlar da, ihtiyar sakallarından kan kırmızı yaşlar süzülen ihtiyarlar açısındanda, her yıl ideolojik yaklaşımlarla eğitim müfredatlarını değiştirdiğimiz gençler açısından da düşünün...Biz bu kadar zengin değiliz. Gençlerini heba edecek kadar hiçbir ülke zengin değildir..

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.