Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Ateist?


Misafir ^^esra^^

Önerilen İletiler

  • Cevaplar 245
  • Tarih
  • Son Cevap

Bu Başlıkta En Çok Gönderenler

Bu Başlıkta En Çok Gönderenler

Bana göre gördüğüm, duyduğum, hissetiğim ve yaşadığım herşey Allah'ın var olduğunun kanıtıdır..

Bomboş bir çölde bir binaya rastlasam, bu binanın bir banisinin olduğuna emin olurum ve o bina bir banini olduğunun kanıtıdır..

Bir şahin gözü optik zumlama yapabiliyorsa burada bilinçli bir tasarımın olduğu kesindir..

Hiç bir doğa şartı, rastlantı gelişmiş varlıklar meydana getiremez..

Bu fiziğe terstir, entropiye terstir..

Bu inanışla Deist olabilirsin, semitik din mensubu olmanı gerektirecek birşey göremiyorum ben.

 

Yukarıda tarif ettiğin gibi bir inancın varsa, bu inancın semitik dinlerin torpilci, adam kayırıcı, esen, gürleyen görünmez putu ile bir alakası var mı? Bu görünmez puta istinaden kendine ayrıcalak sağlayan birine inanmanı gerektiren birşey var mı?

 

Seçilmişlik konusuna gelince, Kur'an-ı Kerim'e imanım olduğuna göre kaynağımda Kur'an-ı Kerimdir..

 

Kuran'an kim tarafından yazıldı? Yada senin inancına göre sorayım "Kuran kimin ağzından insanlara tebliğ edildi?

 

Ben Şöyle bir cümle sarfediyorum: BrainSalpper Tanrı'nın seçtiği bir insandır.

 

Sen: Ben BrainSlapper'a inanıyorum, söylediği şeyleri bu forumda söyledi. Bu forum BrainSlappr'ın değil. O nedenle bu forumda söylenen herşey doğrudur.

 

Yalanı da ben söylüyorum, yalanımın gerçek olduğunu da ben söylüyorum, bir de foorumu buna şahit gösteriyorum. Çok zekice. (Tanrı konusunda az öok uzlaşmaya vardık. Hala peygamberler hakkindaki iddiama yanıt bekliyorum bu arada.)

 

Saygılar.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Bu inanışla Deist olabilirsin, semitik din mensubu olmanı gerektirecek birşey göremiyorum ben.

 

Yukarıda tarif ettiğin gibi bir inancın varsa, bu inancın semitik dinlerin torpilci, adam kayırıcı, esen, gürleyen görünmez putu ile bir alakası var mı? Bu görünmez puta istinaden kendine ayrıcalak sağlayan birine inanmanı gerektiren birşey var mı?

Kuran'an kim tarafından yazıldı? Yada senin inancına göre sorayım "Kuran kimin ağzından insanlara tebliğ edildi?

 

Ben Şöyle bir cümle sarfediyorum: BrainSalpper Tanrı'nın seçtiği bir insandır.

 

Sen: Ben BrainSlapper'a inanıyorum, söylediği şeyleri bu forumda söyledi. Bu forum BrainSlappr'ın değil. O nedenle bu forumda söylenen herşey doğrudur.

 

Yalanı da ben söylüyorum, yalanımın gerçek olduğunu da ben söylüyorum, bir de foorumu buna şahit gösteriyorum. Çok zekice. (Tanrı konusunda az öok uzlaşmaya vardık. Hala peygamberler hakkindaki iddiama yanıt bekliyorum bu arada.)

 

Saygılar.

Peki ben size soruyorum; İslam'da kaldıramadığınız nedir? Niçin İlla ki "Kendini Müslüman olarak tanımlayan" insanları, Desit, Agnostist, Şaman, Budist cart curt gibi kalıplara sokmaya çalışıyosunuz? Yunus Emre'ye Deist demiştiniz mesela? Benim için Agnostist demiştiniz... Arkadaş için yine Deist diyorsunuz... Sanki insanlar sizinle aynı kalıba sığmak zorundaymış gibi? Bide şöyle düşünün, bu insanlar "Ben Müslümanım" diyor, belki de siz Müslümansınız? Neden olmasın? Sadece farkında değilsiniz... Sizde bildiğim kadarıyla bir "Tanrı"nın varlığına inanıyorsunuz değil mi? Yani yaratıcı olarak bir Tanrı var? Peki siz bu bilgiyi nereden aldınız peki? Bizim bu ilgiyi almamız için, gönderilmiş tüm peygamberlere ihtiyaç duyduğumuzu, yani onlar olmasaydı, onlar bize "Tanrı var" demeseydi, biz inanmayacaktık Tanrı'nın varlığına... Peki sizi kim inandırdı? Seçilmişliğiniz mi var yoksa gerçekten?

 

Anlamadığım, niye "kendisini Müslüman olarak tanımlayan" her insana "İnanman gerekmez, Deistsin" diyorsunuz? İnsanların Tebliğciliğine karşı çıkarken, siz de kendi Deizminizin tebliğciliğini yapmıyor musunuz? Bırakın burada insanların inançlarını tartışmayı yada inançlarına etki etmeyi de asıl konulara dönün isterseniz...

 

Tanrı'nın torpilciliğine gelince? Sen O'na inanmazsan, sana niye cennetini versin? Sen O'na ulaşmak, Hakk'ta Hakk olmak için çaba sarfetme, Anlamak için uğraşma, Hatta sallama, Kulluğunu anlama, sonra de ki "Kayırıcı, Torpilci Tanrı"... yok yaa... O kadar basit yani... Haklı'ya hakkını verdiğniizde Torpil mi yapmış oluyorsunuz? Bu kadar basit değil arkadaşım konu... Siz önce çaba sarfedeceksiniz, Anlamaya çalışacaksınız ve elbette sonunda anlayacaksınız ve Hakedeceksiniz... O'na yönelirsen, O'da seni yalnız bırakmaz, sana yönelir arkadaşım hiç merak etme yalnız bırakmaz...

 

Siz şunu öğütlüyorum, Haddim olmayarak belki de: İnsanları belli kalıplarla nitelemeyi, tanımlamayı, "Fikirlerin şuna uyuyor, Müslüman olman gerekmez" demeyi. İnancında dürüst olan kimse kendini nasıl tanımlıyorsa, merak etmeyin O'dur... Kendi kalıbını sizden daha iyi biliyordur... Kimileri çıkıp Mevlana'ya "Panteist" diyor, Kimileri "Hallac-ı Mansur'a "Pantesit" diyor, Kimiler Yunus'a "Deist" diyor... Burda da insanların inançlarını siz mi tayin ediyorsunuz... İnsan kendisini nasıl hissediyorsa O'dur, sizin tanımınız değil...

 

Saygılarımla...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Bu inanışla Deist olabilirsin, semitik din mensubu olmanı gerektirecek birşey göremiyorum ben.

 

Yukarıda tarif ettiğin gibi bir inancın varsa, bu inancın semitik dinlerin torpilci, adam kayırıcı, esen, gürleyen görünmez putu ile bir alakası var mı? Bu görünmez puta istinaden kendine ayrıcalak sağlayan birine inanmanı gerektiren birşey var mı?

 

Allah'ın varlığını kabul ettikten sonra, Allah'ın zati ve subuti sıfatlarıyla Allah'ı tanımaya çalışıyoruz..

Bu konudaki kaynağımız ise hem Kur'an-ı Kerim hemde peygamber efendimizin cumhurun reyi ile sahih kabul ettiği Hadis'i Şerifleridir..

Deistler gibi bir yaratıcnın varlığı kabul ettikten sonra öylece bırakmadım, Rabbimim öğrenebileceğim kadar öğrenmeye çalıştım..

Sonuç:

1- Allah'ın Rahmeti gazabını geçmiştir..

2- Allah salih kullarını över, asi kullarını yerer..

3- Övmekte yermekte onun hakkıdır, çünkü yaratan odur ve bir düzen kurmuş, emir ve yasaklar koymuştur, uyanları müjdelemiş uymayanlarada neler olacağını haber vermiştir..

4- Asilik gerçekten büyük suçtur..

5- İslam dini rahmet dinidir..

6- Allah'ın eşi, benzeri ve ortağı yoktur..

7- Peygamberlerin hepsine imanım vardır..

8- Kur'an-ı Kerim Allah sözüdür..

9- Kur'an-ı Kerim indiği gibi derlenmiş ve yazılmıştır, içerisinde insan eklentisi yoktur..

10- Kur'an-ı Kerim, değiştirilmedi, değiştirilemedi, değiştirilemez ve değişmeyecektirde..

 

 

Saygılar..

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Allah'ın varlığını kabul ettikten sonra, Allah'ın zati ve subuti sıfatlarıyla Allah'ı tanımaya çalışıyoruz..

Bu konudaki kaynağımız ise hem Kur'an-ı Kerim hemde peygamber efendimizin cumhurun reyi ile sahih kabul ettiği Hadis'i Şerifleridir..

Deistler gibi bir yaratıcnın varlığı kabul ettikten sonra öylece bırakmadım, Rabbimim öğrenebileceğim kadar öğrenmeye çalıştım..

Sonuç:

1- Allah'ın Rahmeti gazabını geçmiştir..

2- Allah salih kullarını över, asi kullarını yerer..

3- Övmekte yermekte onun hakkıdır, çünkü yaratan odur ve bir düzen kurmuş, emir ve yasaklar koymuştur, uyanları müjdelemiş uymayanlarada neler olacağını haber vermiştir..

4- Asilik gerçekten büyük suçtur..

5- İslam dini rahmet dinidir..

6- Allah'ın eşi, benzeri ve ortağı yoktur..

7- Peygamberlerin hepsine imanım vardır..

8- Kur'an-ı Kerim Allah sözüdür..

9- Kur'an-ı Kerim indiği gibi derlenmiş ve yazılmıştır, içerisinde insan eklentisi yoktur..

10- Kur'an-ı Kerim, değiştirilmedi, değiştirilemedi, değiştirilemez ve değişmeyecektirde..

Saygılar..

 

Tek kaynaktan beslenmek, beyne zarar verir.

 

İslam dininin rahmet dini olduğu maalesef gerçekle bağdaşmamaktadır. İnancın zorla yayılmasını teşvik eden tek dindir. Köle ve cariye almayı normal karşılayan tek dindir. Öldürmeyi (cihad) teşvik ettiği gibi ölmeyi (şehitlik) de teşvik eden tek dindir. Bu nedenle, maalesef, islam rahmet dini değildir.

 

Peygamberlerin "gerçekten" kimler olduklarını merak ediyorsan, imzamı tekrar tekrar oku. Peygambetlerin kimliklerini kapat. Kimliklerini kapatınca insanlık testini geçebiliyorlarsa, diyebileceğim bir laf yok.

Peygamberlerin kimliklerini kapat ve çevrendeki kime sorarsan sor. Sana o kişinin ne olduğunu söyleyecekler bak bakalım.

 

Kuran Allah sözü değildir, allah sözü diye yutturulan sözler külliyatıdır. Eğer Deistlerin tanımladığı gibi Yaratıcı bir Allah varsa, bu Allah ne yararttığını bilir, insanların kalpleriyle değil, beyinleriyle düşündüklerini, kavradıklarını da bilir. Bu Allah bazı kullarının bazı kullarını köle ve cariye olarak almasına cevaz vermez. Bu Allah kendine seçilmiş halk olarak yahudileri benimsemez, sadece yahudi halkına peygamber göndermez. Bu Allah sadece yahudi tarihini değil, bütün tarihi bilir. Bu allah kendine peygamber denen kişinin kiminle yatıp kalkacağına varıncaya kadar müdahale etmez.

 

Kuran'ın değiştirilmemiş olması, teknoloji ile alakalı birşeydir. Tolstoy'un Savaş ve Barış'ının orjinalinde de tek kelime değişmemiştir. Balzac'ın Madam Bovary'sinde de. Bu durum Kuran'a "ulvilik" vermez.

 

Saygılar.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Tek kaynaktan beslenmek, beyne zarar verir.

1- Çok şükr beyin sağlığım yerinde.. Kaynaklarımın temiz olduğuna inanıyorum.. Steril ve sağlıklı..

 

2- İslam dini bırakın insanları hayvan haklarınıda düzenlemiştir..

 

3- Diri diri gömülen kız çocukları, islamla gömülmekten kurtarılmıştır..

 

4- İslam öncesinde pazarlarda satılan kadın islamla şerefini, namusunu ve haysiyetini kazanmıştır..

 

5- Peygamberler sıradan insanlar değillerdir ve sıradan vasıf taşıyamazlar ve onlara has sıfatlar vardır..

 

6- Hiç bir peygamber zulmetmemiştir.

 

7- Akıl ermez sistemler yaratan Allah, elbette akıldan geçeni bilmeye kadirdir, bu onun için hiç birşey değildir..

 

8- Kur'an-ı Kerim Allah sözüdür, insan sözü olduğuna dair deliliniz yoktur..

 

 

Saygılar..

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

1- Çok şükr beyin sağlığım yerinde.. Kaynaklarımın temiz olduğuna inanıyorum.. Steril ve sağlıklı..

 

2- İslam dini bırakın insanları hayvan haklarınıda düzenlemiştir..

 

3- Diri diri gömülen kız çocukları, islamla gömülmekten kurtarılmıştır..

 

4- İslam öncesinde pazarlarda satılan kadın islamla şerefini, namusunu ve haysiyetini kazanmıştır..

 

5- Peygamberler sıradan insanlar değillerdir ve sıradan vasıf taşıyamazlar ve onlara has sıfatlar vardır..

 

6- Hiç bir peygamber zulmetmemiştir.

 

7- Akıl ermez sistemler yaratan Allah, elbette akıldan geçeni bilmeye kadirdir, bu onun için hiç birşey değildir..

 

8- Kur'an-ı Kerim Allah sözüdür, insan sözü olduğuna dair deliliniz yoktur..

 

 

Saygılar..

 

Müsadenizle bir kaç madde daha eklicem..

 

9- İslam dini bir çok cahiliye adetini ortadan kaldırmıştır..

10- Kan davasını kaldırmıştır..

11- Zekat müessesesi kurmuş, "Komşusu aç yatarken kendisi tok yatan bizden değildir" hadis'i şerifiyle, yardımlaşan, kendisindne başkasınıda düşünen, vicdan sahibi sağlam bir toplum yapısı oluşturmuştur..

 

 

Saygılar..

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

1- İslam dini beşeriyetin güvenliği için tedbirler getirmiştir..

2- İslam dini toplum huzuruna üst düzeyde önem verir..

3- Güzel ahlakı över ve teşvik eder..

4- Sağlığa zararlı her maddeyi yasaklamıştır..

5- İlme ve fenne sevketmiş ve emretmiştir..

6- Hurafeyi şiddetle yasaklamıştır..

7- Endülüs, Selçuklu ve Osmanlı gibi devletler islam şuuruyla zirveye ulaşmışlar ve uzun yıllar zirvede kalmışlardır...

8- İslam alimlerinin bilimsel çalışmaları, tüm dünyaya örnek teşkil etmiştir..

 

 

Saygılar..

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

1- Çok şükr beyin sağlığım yerinde.. Kaynaklarımın temiz olduğuna inanıyorum.. Steril ve sağlıklı..

 

Yorum yok.

 

2- İslam dini bırakın insanları hayvan haklarınıda düzenlemiştir..

 

:cat: Robotlar çıkınca, "islam robot haklarını da düzenlemiştir" diye, çağa uyduracakmısınız İslamı ? :)

 

3- Diri diri gömülen kız çocukları, islamla gömülmekten kurtarılmıştır..

 

İslam öncesinde böyle bir olayın yaygın olduğuna dair örnek ver.

 

4- İslam öncesinde pazarlarda satılan kadın islamla şerefini, namusunu ve haysiyetini kazanmıştır..

 

İslamdan önce Hz. Hatice, Hind vs gibi hanımlar yetişirken, ondan sonra bunun gibi yüzlerce yetişmiştir.

Ayrıca artık kadınlar pazarda satılmamıştır, Şam, Bağdat, Kahire gibi dönemin metropollerde satılmışlardır.

 

5- Peygamberler sıradan insanlar değillerdir ve sıradan vasıf taşıyamazlar ve onlara has sıfatlar vardır..

 

Bu konuda hemfikiriz. Şurada imzam var, git bak, ben de peygamberlerin sıradan, normal insanlar olmadıklarını iddia ediyorum.

 

6- Hiç bir peygamber zulmetmemiştir.

 

Haklısın, onların yaptığı zulum gibi görünen şeyler aslında hikmetini anlayamadığımız davranışlardır. Mesela Hz. Hızır sokakta kendi başına oynayan çocuğu öldürür. Hikmetini bilemeyiz. Mesela Muhammed, Beni Kurayza esirlerini Hz. Ali'nin kesmesini seyreder. Bunda da bir hikmet vardır. Mesela Hz. Yusuf, mısırlılara iyilik yapar, onların önce paralarını, sonra sığırlarını, sonra tarlalarını, herşeylerini ellerinden alarak, buğday verir onlara. Bunda da bir hikmet vardır.

 

7- Akıl ermez sistemler yaratan Allah, elbette akıldan geçeni bilmeye kadirdir, bu onun için hiç birşey değildir..

 

Yanlış alıntı yapma istersen, Kuran'ın hiçbir yerinde düşünme, kavrama organının beyin/akıl olduğu geçmez. Kuran'da düşünme, kavrama organının kalb olduğu sanılır, tıpkı Firavun'un Mısırlıları gibi. Allah görünmez put değil de, Deist bir Tanrı olsaydı, düşünme fonksiyonunu hangi organın yaptığını bilirdi değil mi?

 

8- Kur'an-ı Kerim Allah sözüdür, insan sözü olduğuna dair deliliniz yoktur..

 

Tanrı sözü olduğuna dair kanıt yok. Tanrı sözü olmadığına ilişkin yüzlerce kanıt var. Eğer tanrıdan olsaydı, beynin ve kalbin fonksiyonları karıştırılmazdı. Eğer tanrıdan olsaydı, aynı musevi hikayeleri defalarca tekrarlanmaz, ara sıra da, Çin'den, Azteklerden, Vikinglerden falan bahsederdi. Eğer Tanrı'dan olsaydı, bir kısım kullarının, diğer bir kısım kullarını köle/cariye yapmasına izin vermezdi. Eğer Tanrı'dan olsaydı, büyüklüğünden şüphe duymazdı, yüzlerce jken "ben büyüğüm, en büyüğüm, benden büyük yok" demeye gerek görmezdi.

 

9- İslam dini bir çok cahiliye adetini ortadan kaldırmıştır..

 

Haklısın...

Mesela dini hoşgörüyü... Kabe'de çeşit çeşit inanç birarada yaşıyordu.

Mesela kadınların güçlü olabilmelerini... Başka Hz. hatice yetiştirilememiştir. Başka Hz. Hind yetiştirilememiştir.

 

Ama diğer cahiliye adetlerini de devam ettirmiş, haksızlık etmeyelim. Mesela namaz, oruç, hac, kurban, haram aylar, Al-İlah, Kabe, vs gibi adetleri korumuş.

 

10- Kan davasını kaldırmıştır..

 

Arasıra da doğru şeyler yapmış. Bozuk bir saatin günde iki kez doğruyu göstermesi gibi. Ama ne hikmetse, kan davası hala Müslüman toplumların sorunu belki "kısasa kısas" ilkesinden esinlenmişlerdir. Kimbilir.

 

11- Zekat müessesesi kurmuş, "Komşusu aç yatarken kendisi tok yatan bizden değildir" hadis'i şerifiyle, yardımlaşan, kendisindne başkasınıda düşünen, vicdan sahibi sağlam bir toplum yapısı oluşturmuştur..

 

İyi demiş de, acaba mallarına, topraklarına el koyduğu ve sürgüne gönderdiği Yahudi kavimlerinin aç susuz çöle gitmesine vicdanı sızlamışmıdır hiç?

 

Saygılar.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Sevgili BrainSlapper ilk maddeye verdiğin cevab hakkındaki olumlu düşüncelerimi zedeledi..

Kimse kimsenin beynini zekasını seviyesini ölçemez kıyaslayamaz..

Diğer maddelere verdiğin cevapların hepsini tek tek uzun uzun işledik..

Ama görüyorumki sanki hiç konuşulmamış, hiç cevaplanmamış gibi aynı şeyleri yazmışsın..

İdda kolaydır, ama iddaya cevap vermek zordur..

Zorluğu zaman ve emek harcanmasındadır..

Her biri ya müstakil başılıklar altında yada diğer başlıklar altında tartışılmıştır..

Cevap veremedeiğimiz hiç bir konu yoktur..

 

Saygılar..

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Sevgili BrainSlapper ilk maddeye verdiğin cevab hakkındaki olumlu düşüncelerimi zedeledi..

Kimse kimsenin beynini zekasını seviyesini ölçemez kıyaslayamaz..

 

Kendimi ifade edemedimse özür dilerim, oradaki mevzu senin kişiliğin veya beynin değil "tek kaynak" meselesi. Yoksa burada en saygı duyduğum inançlılardan birisin. Ben sadeceü sana din hakkındaka, benim gördüğüm yanlışları göstermeye çalışıyorum.

 

Diğer sorulara verilen cevapların hepsi, sadece inanana makul görünen cevaplar.

 

Saygılar.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

....

Yanlış alıntı yapma istersen, Kuran'ın hiçbir yerinde düşünme, kavrama organının beyin/akıl olduğu geçmez. Kuran'da düşünme, kavrama organının kalb olduğu sanılır, tıpkı Firavun'un Mısırlıları gibi. Allah görünmez put değil de, Deist bir Tanrı olsaydı, düşünme fonksiyonunu hangi organın yaptığını bilirdi değil mi?

.....

 

Akıl ile ilgili Ayetler:

 

Öncelikle tek bir örnek olarak Bakara/170’i vermek istiyorum…

 

BAKARA: 170 Ve izâ kîle lehumuttebiû mâ enzelallâhu kâlû bel nettebiû mâ elfeynâ aleyhi âbâenâ e ve lev kâne âbâuhum lâ ya’kılûne şey’en ve lâ yehtedûn(yehtedûne).

BAKARA SURESİ: 170 Onlara, "Allah'ın indirdiğine uyun!" dendiğinde: "Hayır! Biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız." derler. Peki, ataları bir şeye akıl erdiremiyor, doğruya ve güzele ulaşamıyor idiyseler!...

 

Diğer Bazıları:

 

BAKARA SURESİ: 171 O küfre sapanların durumu, bağırıp çağırma dışında bir şeyi işitmeyen varlıklara haykıranın durumuna benzer. Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Bu yüzden akıllarını işletemezler onlar.

MAİDE SURESİ : 58 Namaza/duaya çağırdığınızda onu oyun ve eğlence edindiler. Böyle yaptılar; çünkü onlar akıllarını işletmeyen bir topluluktur.

MAİDE SURESİ : 103 Allah ne bahîre yapmıştır ne sâibe ne vasîle ne de hâm. Ne var ki küfre sapanlar yalan uydurarak Allah'a iftira ediyorlar ve çokları da akıl erdiremiyorlar.

ENFAL SURESİ : 22 Çünkü yeryüzünde debelenenlerin Allah katında en kötüsü, akıllarını işletmeyen sağır-dilsizlerdir.

YÛNUS SURESİ: 42 İçlerinde sana kulak verenler de vardır. Peki, sağırlara sen mi işittireceksin? Hele bir de akıllarını kullanmıyorlarsa!

YÛSUF SURESI: 109 Senden önce gönderdiklerimiz de kentler halkından kendilerine vahyettiğimiz bazı erlerden başkası değildi. Yeryüzünde dolaşmadılar mı ki, onlardan öncekilerin akıbeti nice oldu görsünler. Elbette ki âhiret yurdu sakınanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ akıllarınızı kullanmayacak mısınız?"

TÂHÂ SURESİ : 128 Kendilerinden önceki nesillerden nicelerini helâk etmemiz onları yola getirmedi mi? Onların yurtlarında/barınaklarında dolaşıp duruyorlar. Akıl sahipleri için bunda elbette ibretler vardır!

ANKEBUT SURESİ : 43 Bunlar bizim, insanlara vermekte olduğumuz örneklerdir ki ilim sahiplerinden başkası onlara akıl erdiremez.

YASİN SURESI : 68 Kimi uzun ömürlü kılarsak, onu yaratılışta gerisin geri çeviririz. Hâlâ akıllarını işletmiyorlar mı?

HAŞR SURESİ : 14 Onlar sizinle toplu halde değil ancak müstahkem kaleler içinde yahut duvarlar arasından savaşabilirler. Onların kendi aralarındaki problemleri/çıkmazları çetindir/ciddidir. Sen onları birlik/beraberlik halinde sanıyorsun, oysaki onların kalpleri darmadağınık/parça parçadır. Böyledir; çünkü onlar akıllarını işletmeyen bir topluluktur.

 

Akıl ve Gönülle İlgili Olan Bazıları:

 

TALÂK SURESİ : 10 Allah onlar için şiddetli bir azap hazırladı. Artık Allah'tan korkun, ey iman etmiş akıl ve gönül sahipleri! Allah size bir Zikir/bir uyarıcı/bir düşündürücü indirmiştir.

BAKARA SURESİ: 197 Hac, bilinen aylardadır. Kim o aylarda haccı kendisine gerekli kılarsa hacda kadına yaklaşmak, kötülüğe sapmak, kavga ve çekişmeye girmek yoktur. İyilik olarak yaptığınızı Allah bilir. Azık edinin. Hiç kuşkusuz azığın en güzeli takvadır. Ey akıl ve gönül sahipleri, benden sakının!

ALİ İMRAN SURESİ : 7 Kitap'ı sana indiren O'dur: Onun ayetlerinden bir kısmı muhkemlerdir ki; onlar Kitap'ın anasıdır. Diğer ayetlerse müteşâbihlerdir. Şu var ki, kalplerinde bir eğrilik ve bozukluk bulunanlar, fitne aramak, onun teviline öncelik tanımak için Kitap'ın sadece müteşâbih kısmının ardına düşerler. Onun tevilini ise bir Allah bilir, bir de ilimde derinleşmiş olanlar. Bunlar, "Ona inandık, hepsi Rabbimizin katındandır." derler. gönül ve akıl sahiplerinden başkası gereğince düşünemez.

ZÜMER SURESİ : 9 Böyle birisi; gece saatlerinde secde ederek, ayakta durarak ibadet eden, âhiretten korkan, Rabbinin rahmetini uman biri gibi midir? De ki: "Hiç bilenlerle bilmeyenler eşit olur mu? Ancak gönül ve akıl sahipleri düşünüp ibret alır."

ZÜMER SURESİ : 18 Onlar ki, sözü dinler de onun en güzeline uyarlar. İşte bunlardar, Allah'ın kılavuzladıkları; işte bunlardır, akıl ve gönül sahipleri.

ZÜMER SURESİ : 21 Görmedin mi, Allah gökten bir su indirdi de onu toprak içindeki kaynaklara ulaştırdı. Sonra onunla çeşitli renklerde ekinler çıkarıyor. Sonra ekin kurur da sen onu sararmış görürsün. Sonra da onu kuru ufantı haline getirir. İşte bunda, akıl ve gönül sahipleri için mutlak bir ibret var.

MÜMİN SURESİ : 54 Akıl ve gönül sahipleri için bir yol gösterici, bir hatırlatıcıdır o.

 

Düşünmek ile ilgili bazı ayetler:

 

BAKARA SURESİ: 46 O ürperti duyanlar, Rablerine kavuşacaklarını düşünürler ve bilirler ki onlar, mutlaka O'na döneceklerdir.

BAKARA SURESİ: 195 Allah yolunda harcama yapın/nimetleri paylaşın; kendi ellerinizde kendinizi tehlikeye atmayın! Güzel düşünüp güzel işler yapın! Çünkü Allah, güzellik sergileyenleri sever.

BAKARA SURESİ: 266 Herhangi biriniz ister mi ki; altından ırmaklar akan, içinden her tür meyvesi olan, hurmalardan, üzümlerden oluşmuş bir bahçesi bulunsun, kendisinin güçsüz-çaresiz yavruları da olsun ve bu haldeyken üstüne ihtiyarlık çöksün, tam bu sırada o bahçeye alevli bir bora isabet etsin de bahçe, baştan başa yansın. Allah size ayetleri işte bu şekilde açıklıyor ki, inceden inceye ve derinden derine düşünebilesiniz.

ENFAL SURESİ : 26 Düşünün ki, siz bir zamanlar yeryüzünde ezilip horlanan bir azınlıktınız. İnsanların sizi çarpıvereceğinden korkuyordunuz. Bu haldeyken Allah sizi barındırdı, yardımıyla sizi destekledi ve şükredersiniz ümidiyle sizi tertemiz nimetlerle rızıklandırdı.

NAHL SURESİ : 44 Açık delillerle, kitaplarla gönderdik. Sana da bu zikiri/Kur'an'ı vahyettik ki, kendilerine indirileni insanlara açık-seçik bildiresin de derin derin düşünebilsinler.

İSRA SURESI : 41 Biz, gerçeği, Kur'an'da türlü biçimlerde ifade ettik ki, düşünüp anlayabilsinler. Fakat bu onların sadece kaçışlarını artırıyor.

 

Akıl nedir, Düşünce Hangi Organla Olur…

 

Hac 64

 

* E fe lem yesîrû fîl ardı fe tekûne lehum kulûbun ya’kılûne bihâ ev âzânun yesmeûne bihâ, fe innehâ lâ ta’mel ebsâru ve lâkin ta’mel kulûbulletî fîs sudûr(sudûri).

 

-Onlar, yeryüzünde dolaşmadılar mı ki; akıl edecek kalpler, işitecek kalplerdeki kulaklar olsun onlar için. Muhakkak ki; baş gözleri kör olmaz, göğüslerindeki kalp gözleri kör olur.

 

-Yeryüzünde hiç dolaşmadılar mı ki, kalpleri olsun da onunla akıllarını çalıştırsınlar, kulakları olsun da onlarla duysunlar. Şu bir gerçek ki, kafadaki gözler kör olmaz ama göğüslerin içindeki gönüller körleşir.

 

-Düşünceye, tedbîre sâhib olan akıl, duyup anlayacak kulak elde etmek için hiç mi yer yüzünde gezip dolaşmazlar? Gerçekten de gözler kör olmaz amma gönüllerdeki can gözleri körleşir.

 

Secde 9:

 

* Summe sevvâhu ve nefeha fîhi min rûhihî ve ceale lekumus sem’a vel ebsâre vel ef’ideh (ef’idete), kalîlen mâ teşkurûn(teşkurûne).

 

-Sonra (Allah), onu dizayn etti ve onun içine (vechin, fizik vücudun içine) ruhundan üfürdü ve onu (onun nefsinin kalbine) sem’î (kalbin işitme hassası), basar (kalbin görme hassası) ve fuad (kalbin idrak etme hassası) hassalarına (sahip) kıldı. Ne kadar az şükrediyorsunuz.

 

-Sonra ona bir biçim verdi ve onun içine kendi ruhundan üfledi. Sizin için, işitme gücü, gözler ve gönüller vücuda getirdi. Ne kadar da az şükredersiniz!

 

Cevap:

Bakın, en azından “İnanç” ile ilgili bir soruya cevap arayan bir insan olarak, sizin “Anlama” yetisinin, “Vicdan”dan ayrı olamayacağını bilmeniz gerekirdi… Bakın, Kalp her ne kadar “Düşünme” “Anlama” “Görme” “İşitme” “Algılama” gibi duyguları var etmese de, Bilim kanıtlamıştır ki, Duygularımız ile Kalbin işleyişi arasında büyük bir bağ vardır… Yani Heyecan, Öç, Sevgi, İhtiras, İnanç ve benzeri ya da aslında tüm duyguların temel olarak ALGILANDIKLARI organımız yalnızca beynimizdir… Ancak “His” düzeyinde bunları yalnızca ve yalnızca Kalbimizde HİSSEDERİZ… Aşırı heyecanlanan bir kimsenin Kalbinin ritmini bozulması bu yüzdendir. “Heyecan” hissi beynimizce algılansa da, biz bunu kalbimizin çarpışından anlarız ancak… Yine Vicdani bir hesaplaşmada, diyelim ki; muhtaç birisine acıdığımızda, bunu “Yüreğimizin Yandığı” şeklinde ifade ederiz. “Beynim Yandı” demeyiz. Aşık olduğumuzda “Kalbinizin” onu görünce çarptığını hissedersiniz ve o yüzden sevginin sembolü kalptir… Kısaca şöyle diyebiliriz ki; Duyguların en çok ve beklide tek “HİSSEDİLDİĞİ” organımız “Kalp”tir… Mesela soğukkanlı insanların kalp atışları normal atış seyrini bozmaz. Yine Sizin kadar duyarlı olmayan insanlar acıma hissi uyandıran durumlarda sizin gibi hissetmezler… Heyecanlandığınızda, Sevdiğinizde, Acıdığınızda… bu hisleri hissettiğiniz yer kalbinizdir… Bu hislerden insan yaşamında belki de en önemli olanı “Vicdan” ve sorumluluğunda “İnanç”tır… İslam’a göre “Akıl ve Gönül” sahibi olmak “Vicdanlı Olmak” demektir… Yani “İyi-Kötü” “Hayır-Şer” “İnsaf” “Hak” “Günah-Sevap” vb. gibi “Soyut” ve insanlarda bir “İnanç” oluşmasına olanak sağlayabilecek “Soyut” duyguların Muhakemesinin yapıldığı kişilik özelliği “Vicdan”dır… Vicdan “Salt Beyin” ile meydana geldiğinde, son derece “Materyal” kararlar verilir, ancak “Duygular” yani “Kalp” ile verildiğinde çok daha insancıl ve “İyi-Hoş” kavramına layık bir karar verilir. O yüzden “Vicdansız” dediğimizde “Kalpsiz” demek istemiş oluyoruz. Freud’a göre’de Vicdan “Super Ego”dur ve “Ahlak” yani “Kalbi Duygular” ağır basar. Super Ego’nun baskın olduğu bir karar alındığında o karar “Düşünmeyerek Alınmış” demek değildir… Aksine “Duyguların baskın olduğu bir düşünme süreci” kastedilir. Bu bağlamda, biraz bile “Psikoloji” ve “Düşünme Süreçleri” hakkında bilgi sahibi iseniz, sözü fazla uzatmaya gerek yok ama bakın, burada öncelikle şunu çok iyi bilmemiz gerekiyor:

* Bir İnançtan bahsediyoruz,

* Hissiyat yani Duyguların ön planda olduğu bir konudan bahsediyoruz,

* Deneyle-Bilimle ve Materyal düşünce ile kavranması imkansız bir konudan bahsediyoruz,

* Fizik ötesi bir konudan bahsediyoruz,

* Soyut kavramlardan bahsediyoruz…

Şimdi öncelikle şunu iyi bilmeliyiz: Din ile Bilim olguları birbirinden apayrı olgu ve alanlardır… Bilimi araştırmak için kalbe yani vicdana, duygulara ihtiyaç duymayabilirsiniz ve birçok araştırmanın (insan/canlı kopyalamak, organ nakli, kan bağışı vs… ) yapılabilmesi içinde zaten ihtiyaç duymamanızda gerekmektedir… Ama İnanç konusunda da, yaptığınız hata gibi “Düşünce Merkezi” olarak sadece “Beyin”i ele alırsanız, birçok yanlışa düşmekten kurtulamazsınız… Öncelikle Manevi Bir Dünyadan bahsettiğimizi biliyorsanız, zaten Materyal bir düşünme süreci ile bunu kavramanız imkânsız olduğunu biliyorsunuzdur… Bir inanç kitabı olarak, bir Din kitabı olarak, bir Bilim kitabı olMAyarak, bir Deney kitabı olMAyarak; Kur’an-ı Kerim’in “Düşünce” olarak “Materyalist Düşünce Sürecini” işleyen yani “Düşünme” olayının gerçekleştiği tek yer olarak “Beyin”i göstermesini bekleyemezsiniz… Çünkü Beyin, her ne şekilde olursa olsun, algıladığı Hislerin “Gerçekleştiği” bir “DUYU ORGANI DEĞİLDİR”. Soyut Duyguların geliştiği ve oluştuğu tek duyu organı “Kalp”tir… Beyin ise bunları sadece anlamlandırır (ki kişilik süreçleri bu duyguların oluşmasında çok önemlidir…). Bu yüzden Soyut bir dünyadan bahseden bir kitap olarak Kur’an-ın “Düşünen” organ olarak “Kalp”i seçmesi kadar doğal başka bir şey daha yoktur… Bakınız, Kur’an hep, yukarıdaki ayetlerden de anlamanız gerektiği gibi “Anlamak” için “Kalp”ile düşünülmesi gerektiğini söylemiştir… Yani “Düşünme” sürecinin aslında “Beyin”de gerçekleştiğini, “Düşünme” organının “Beyin” olduğunu biliyor ancak işaret ettiği konularda özellikle olayın bir “Vicdan” meselesi olduğunu ve Kalp ile düşünülmesi gerektiğini yani Hislerin kullanılması gerektiğini söylüyor… Beyin hiçbir zaman, Kalp yani “Duygular” olmadan “İnanç” konusunu kavrayamaz… Anlatılmak istenen budur. Elbette ki Kur’an hiçbir zaman “Düşünme organı olarak” sadece “Beyin”i göstermez, gösteremez…

 

Yada şöyle söyleyeyim: sem’î(kalbin işitmesi)+basar (kalbin görmesi)+fuad (kalbin anlaması)= Vicdan(His=Duyusal Düşünce/Zeka)

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Daha önce de baştan sona okuyup,pek istemeyerekte olsa birşeyler yazmıştım buraya.

 

Son bir kez daha, kendimden izin alarak birşeyler yazmak istiyorum.

 

Konuya taraf olan kişilerin,taraf oldukları konu üstündeki hakimiyetleri kadar hakim değilim konuya.

 

 

İki tarafada söyleyeceklerim aynı :

 

Tartışmanız,kendi düşündüklerinizi karşınızdakine empoze etme ekseninden çıkmıyor..

 

Yazacağınız hiçbir şeyin,hiçbir insanın kendi aklı ve yaşantısıyla seçtiği inancını değiştirmeyeceği kanısındayım.

 

Sadece, her iki tarafında inançlarına saygı duymak yetiyor bana..

 

Ama bu kara parçasında yaşayan toplum, yani bizler,kendi düşündüğümüzle ilgilenmekten çok, karşımızdakinin düşündüğüyle uğraşmayı seviyoruz..

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Daha önce de baştan sona okuyup,pek istemeyerekte olsa birşeyler yazmıştım buraya.

 

Son bir kez daha, kendimden izin alarak birşeyler yazmak istiyorum.

 

Konuya taraf olan kişilerin,taraf oldukları konu üstündeki hakimiyetleri kadar hakim değilim konuya.

İki tarafada söyleyeceklerim aynı :

 

Tartışmanız,kendi düşündüklerinizi karşınızdakine empoze etme ekseninden çıkmıyor..

 

Yazacağınız hiçbir şeyin,hiçbir insanın kendi aklı ve yaşantısıyla seçtiği inancını değiştirmeyeceği kanısındayım.

 

Sadece, her iki tarafında inançlarına saygı duymak yetiyor bana..

 

Ama bu kara parçasında yaşayan toplum, yani bizler,kendi düşündüğümüzle ilgilenmekten çok, karşımızdakinin düşündüğüyle uğraşmayı seviyoruz..

 

Takdir Etmemek mümkün değil... Her zaman söylüyorum: Herkes dünyayı farklı algılar ve ancak anlayabildiği kadarına inanır...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Gercekten guzel ayiklanmis konular!!!

Aslinda farkettimde kral sanirim kendi hayalindeki dini bize anlatiyor!!

kusura bakma ama..

işin başkalarına sataşmak..

benim çıkarımım bu...

ayrıca ben cvp derken başka bişeye parmak basmış idim .. anlaya demiş idim... gitti anlayana ....

kusura bakma... boşuna yazıyosun.. bırakta brainle kralx tartışmalarını sürdürsünler.. sen buraya dini tartışmaya mı geldin allahı anlamaya mı....

herkese"din tartışılmaz,,yaşanır"

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

( Tengeriin boşig) Bakın, en azından “İnanç” ile ilgili bir soruya cevap arayan bir insan olarak, sizin “Anlama” yetisinin, “Vicdan”dan ayrı olamayacağını bilmeniz gerekirdi… Bakın, Kalp her ne kadar “Düşünme” “Anlama” “Görme” “İşitme” “Algılama” gibi duyguları var etmese de, Bilim kanıtlamıştır ki, Duygularımız ile Kalbin işleyişi arasında büyük bir bağ vardır… Yani Heyecan, Öç, Sevgi, İhtiras, İnanç ve benzeri ya da aslında tüm duyguların temel olarak ALGILANDIKLARI organımız yalnızca beynimizdir… Ancak “His” düzeyinde bunları yalnızca ve yalnızca Kalbimizde HİSSEDERİZ… Aşırı heyecanlanan bir kimsenin Kalbinin ritmini bozulması bu yüzdendir. “Heyecan” hissi beynimizce algılansa da, biz bunu kalbimizin çarpışından anlarız ancak… Yine Vicdani bir hesaplaşmada, diyelim ki; muhtaç birisine acıdığımızda, bunu “Yüreğimizin Yandığı” şeklinde ifade ederiz. “Beynim Yandı” demeyiz. Aşık olduğumuzda “Kalbinizin” onu görünce çarptığını hissedersiniz ve o yüzden sevginin sembolü kalptir… Kısaca şöyle diyebiliriz ki; Duyguların en çok ve beklide tek “HİSSEDİLDİĞİ” organımız “Kalp”tir… Mesela soğukkanlı insanların kalp atışları normal atış seyrini bozmaz. Yine Sizin kadar duyarlı olmayan insanlar acıma hissi uyandıran durumlarda sizin gibi hissetmezler… Heyecanlandığınızda, Sevdiğinizde, Acıdığınızda… bu hisleri hissettiğiniz yer kalbinizdir… Bu hislerden insan yaşamında belki de en önemli olanı “Vicdan” ve sorumluluğunda “İnanç”tır… İslam’a göre “Akıl ve Gönül” sahibi olmak “Vicdanlı Olmak” demektir… Yani “İyi-Kötü” “Hayır-Şer” “İnsaf” “Hak” “Günah-Sevap” vb. gibi “Soyut” ve insanlarda bir “İnanç” oluşmasına olanak sağlayabilecek “Soyut” duyguların Muhakemesinin yapıldığı kişilik özelliği “Vicdan”dır… Vicdan “Salt Beyin” ile meydana geldiğinde, son derece “Materyal” kararlar verilir, ancak “Duygular” yani “Kalp” ile verildiğinde çok daha insancıl ve “İyi-Hoş” kavramına layık bir karar verilir. O yüzden “Vicdansız” dediğimizde “Kalpsiz” demek istemiş oluyoruz. Freud’a göre’de Vicdan “Super Ego”dur ve “Ahlak” yani “Kalbi Duygular” ağır basar. Super Ego’nun baskın olduğu bir karar alındığında o karar “Düşünmeyerek Alınmış” demek değildir… Aksine “Duyguların baskın olduğu bir düşünme süreci” kastedilir. Bu bağlamda, biraz bile “Psikoloji” ve “Düşünme Süreçleri” hakkında bilgi sahibi iseniz, sözü fazla uzatmaya gerek yok

 

 

Duyuların kalp ile algılandığı konusunda yanılıyorsunuz arkadaş.Şimdiye kadar beyin nakli gerçekleşmedi ama kalp nakli artık suradan bir opersayon haline geldi artık günümüz tıbbında.Mesela son derece acımasız duygulara sahip birine ,son derece romantik birinin kalbini nakletseniz veya tam tersi, değişen hiç bir şey olmaz.

 

Yani “İyi-Kötü” “Hayır-Şer” “İnsaf” “Hak” “Günah-Sevap” vb. gibi “Soyut” ve insanlarda bir “İnanç” oluşmasına olanak sağlayabilecek “Soyut” duyguların Muhakemesinin yapıldığı kişilik özelliği “Vicdan”dır

 

Bakın size bir realiteden bahsedyorum. Müslüman bir arkadaşıma, imansız bir almanın kalbi nakledildi.Bu saydığınız söz konusu şeylerde hiç bir değişme olmadı.Arkadaşım hala eskisi gibi müslüman.

 

Bazı duygulara göre kalp atışının farklılık göstermesi, bunların kalp tarafından algılandığına bağlı değildir.Aksine her şeyi beyin algılar ve ona görre vücudun gerekli organlarına sinirler sayesinde komut verir

 

 

Bilim kanıtlamıştır ki, Duygularımız ile Kalbin işleyişi arasında büyük bir bağ vardır…

 

Hangi bilimmiş bu kaynak versenizde bizde istifade etsek ? Gerçeklerle alakası olmayan kendi sanılarınızı birde kalkmış bilimsel gösteriyorsunuz. Pes yani.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Duyuların kalp ile algılandığı konusunda yanılıyorsunuz arkadaş.Şimdiye kadar beyin nakli gerçekleşmedi ama kalp nakli artık suradan bir opersayon haline geldi artık günümüz tıbbında.Mesela son derece acımasız duygulara sahip birine ,son derece romantik birinin kalbini nakletseniz veya tam tersi, değişen hiç bir şey olmaz.

 

 

 

Bakın size bir realiteden bahsedyorum. Müslüman bir arkadaşıma, imansız bir almanın kalbi nakledildi.Bu saydığınız söz konusu şeylerde hiç bir değişme olmadı.Arkadaşım hala eskisi gibi müslüman.

 

Bazı duygulara göre kalp atışının farklılık göstermesi, bunların kalp tarafından algılandığına bağlı değildir.Aksine her şeyi beyin algılar ve ona görre vücudun gerekli organlarına sinirler sayesinde komut verir

Hangi bilimmiş bu kaynak versenizde bizde istifade etsek ? Gerçeklerle alakası olmayan kendi sanılarınızı birde kalkmış bilimsel gösteriyorsunuz. Pes yani.

 

Arkadaşım çok komiksiniz yaa... Bakın, ben Kalbin Duyguları Algılayan bir merkez olduğunu söylemiyorum ki zaten, çok çok abes ve alakasız bir cevap vermişsiniz... Sırf bişeyler yazmış olmak için, yazmışsınız, belli... Diyorum ki Hislerinizi "Kalb"inizde hissedersiniz. Siz çok duygusal biri iseniz, Bir caninin kalbi size takılsa yine bu duygularınız değişmez ve hissedeceğiniz yer aynı yerdir... Eğer yazımı dikkatli okumuş olsaydınız, Kalp ile Zeka ayrımını "Organ" olarak bir et parçasının özelliklerine değil "Hislere" bağladığımı anlamanız hiçte zor olmazdı. Ama nedense, nasıl ki İnanç konusuna "Vicdan" açısından bakma kabiliyetinden yoksunsanız, verdiğim açıklamaya da o açıdan bakma kabiliyetinden yoksunsunuz. Bakın tekrar söylüyorum, Cani bir insana da, yumuşak kalpli birinin kalbini takarsanız yine bir değişme olmaz... Ama ben zaten bunu demiyorum ki? yani nasıl bu manayı çıkarttınız bilmiyorum. Bilimsel kılıf uydurduğumu düşünmüşsünüz ama yanılıyorsunuz. Bende tam son söylediğinizden farklı bir şey söylemedim zaten. Algı beyinde gerçekleşir, ve komutları/sinyalleri uygulaması gereken organlara, nöronlar ve oradan sinirler aracılığıyla iletir ve algı böylelikle gerçekleşir değil mi? evet... Bilimin söylediği ve benim kabul ettiğim bu. Ama şu var ki, Soyut ifadelerin duyu organı Kalptir. Mesela görme olayı yine beyinde gerçekleşir ama biz deriz ki "Gözümüz gördü", işitme yine beyinin ilgili merkezinde gerçekleşir ve biz deriz ki "kulağım duydu", acı hissi yine beyinde gerçekleşir ama biz deriz ki "elim yandı"... İnsanın vicdanının acı hissetmesinde insan bu söylediklerimize karşıt olarak "Beynim Parçalandı" demez arkadaşım, "yüreğim parçalandı/içim gitti/kalbim sızladı" derler... Verdiğniz cevap, sadece ve sadece kaldıramadığınız bazı şeylere karşı kızgınlıkla yazılmış çok basit ve son derece sabit bir cevaptan öte bir şey değil... Oysa benim ne demek istediğim apaçık ortada. Biraz anlama çabasında olsaydınız, birazcıkta söylediğim "İnsaf" "Vicdan" gibi tahayyüllere sahip olsaydınız, söylediklerimi ANLAMLANDIRAMAMAMANIZ için hiç bir neden yoktu sayın arkadaşım... Ama İnanç konusunu nasıl ele alıyorsanız, bunu da öyle ele alacağınızı bilmem gerekirdi... Eminim ki, yazdıklarımı Anlamlandırabilen başka kimseler vardır, siz hiç merak etmeyin...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Sayin Tengeriin boşig

Insan gorebildigini goruyor diyorsunuz ve size katiliyorum ama

verdiginiz bu ayetlerde hepsini ben tek tek okudum!!Ve egitimimin hakkini vererek analiz yontemiyle kelimeleri ayiklayinca bana geriye sadece Akil inananlara verilen bir ayricalik gibi geldi!!Belki tamamen yanlis anladim,BIlemem!Ama

 

Daha acikllayici olursam tanriya inanmamayi ona karsi gelmeyi akilsiz yapmislar!!!!

Oysa tanri bizi hur kildi!!!

 

Saygilarimla....

Arkadaşım, Eğitim Seviyeniz nedir bilemiyorum ve ilgilenmiyorum. Yaptığınız yorumu da Eğitim Seviyenizle ilişkilendirmek hiç mi hiç istemiyorum... Ancak şu da var ki, istediğiniz kadar eğitimli olma iddiasında olun, bu "Anlamada" ölçüt değildir. -Tanrı'ya Karşı Gelmeyi "Akılsızlık" yapmışlar- söyleminizdeki "Akıl" ibaresi ile neyi kastettiğiniz çok önemli... Bakın, ya yazdıklarımı hiç okumadınız, yada hala görmezden geliyorsunuz. Kur'an "Anlama Süreci" olarak değerlendirdiğimiz "Düşünme" "Akıl Erdirme" "Görmek" gibi süreçleri "Duyusal/Sezgisel Zeka"ya dayandırarak yapmıştır. Yani Kalp ile düşünmek, en basitinden "Vicdan" demektir... Yoksa "Kalbin Düşünme Organı Olması" gibi bir mantık yoktur kesinlikle... Bir Müslüman, Allah'ı, elbette ki öncelikle "Sezgileri"ni ön planda tutarak düşünür. Ancak bakın "Sezgiler" önemli diye, "Müslümanlar Bilimde ilerleyemez, Bilim Yapamaz, Çünkü Sezgilerini yada İnancı Aşamazlar" gibi bir manaya gelmez. Çünkü Bilim ile İnanç ayrı kategorilerdir. Eğer Bilim yapmak istiyorsanız "Sezgilerinizden" kurtulma çabasında olabilirsiniz ve yazımda açıkça söylediğim gibi bir çok konuda da olmalısınız da zaten ama İnanmak veya bir İnancı "Anlamak" ve "Anlamlandırmak" istiyorsanız, Sezgilerinizi kesinlikle arka plana atamazsınız... Atarsanız, o inancı hiç bir zaman anlayamaz ve kavrayamazsınız... Kur'an-ın, bahsettiğiniz "Akılsızlar" ibaresini anlamadıysanız hala, isterseniz bu bağlamda, tam olarak yerine oturmasa da "Duyusal Zeka'dan Yoksun Olanlar" şeklindeki bir ibareyi algılayabilirsiniz. Yani korkmayın, Kur'an, "Sezgisel Kavrayış"tan başka Kavrayış süreçleri ile ilgili yorumlarda bulunmamıştır. Yani siz Tanrı'ya inanmıyorsanız "Sezgisel olarak yetersiz"sinizdir Ona göre, ancak bu Aynştayn kadar zeki olmadığınız anlamına gelmez korkmayın... Bakın bir Felsefeyi yada İnancı anlayabilmeniz için, öncelikle onun temel özelliklerini kavrayabilmiş olmanız gerekmektedir. İslam'ı anlamak için sadece "Allah'ın Bir Olduğu" "Meleklerinin Olduğu" "Peygamberlerinin Olduğu" gibi empoze edilen sade bilgileri bilmek ve sadece Kur'an okumak yada Hadisleri okumak yeterli değildir. Kur'an ve aslında tüm inançlar hangi "Bilişsel Süreçlerin Ürünüdür" bunu bilmek gereklidir, bunu anlamak gereklidir. Bakın, İnanmayan biri olarak, Mevlana'yı ne kadar seversiniz bilmiyorum ama, Bir konunun, Bir olayın, Bir yaşantının, Bir Olgunun, Bir Felsefenin nasıl en iyi anlanabileceğini ve bunun için neyin gerektiğini en iyi anlatan tek kişi belkide Mevlana'dır. Şöyle demiştir: "Güneşi Anlamak için Günebakan Ol, Suyu anlamak için Nilüfer Ol" Niçin? Çünkü Güneşin ne olduğunu en iyi ona aşık olan bitki bilir, Suyun ne olduğunu ona aşık olan bitki bilir ve Kendinizi Güneş yerine koyarak güneşi anlayamazsınız, kendinizi Ay çiçeği/Günebakan yerine koyup, güneşi özlediğinizde ancak Güneşin ne olduğunu anlayabilirsiniz... Bu da Empatinin bir başka yönü olarak algılanabilir tabi... Yani kendinizde, içinizde yada kalbinizde "Allah'a olan Aşkı" en azında, en amiyane tabir ile; en basitinden hissetmedikçe yada taklit etmedikçe, hiç bir zaman Tanrıyı da, İslam'ı da anlayamazsınız arkadaşım... O yüzden ister inançlılar karşı çıksın, ister inançsız arkadaşlar; diyorum ki: İnsan neye inanıyorsa doğru O'dur... Yada aslında doğrunun O olduğunu sanır. Çünkü insan yalnızca ve yalnızca anlayabileceği kadarına inanır... Daha fazlasını anlamaya çalışmak ise... Öncelikle Sezgilsel Düşüncenizin güvenilir olması gerekmektedir...

 

Saygılarımla...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Arkadaşım çok komiksiniz yaa... Bakın, ben Kalbin Duyguları Algılayan bir merkez olduğunu söylemiyorum ki zaten, çok çok abes ve alakasız bir cevap vermişsiniz... Sırf bişeyler yazmış olmak için, yazmışsınız, belli... Diyorum ki Hislerinizi "Kalb"inizde hissedersiniz. Siz çok duygusal biri iseniz, Bir caninin kalbi size takılsa yine bu duygularınız değişmez ve hissedeceğiniz yer aynı yerdir... Eğer yazımı dikkatli okumuş olsaydınız, Kalp ile Zeka ayrımını "Organ" olarak bir et parçasının özelliklerine değil "Hislere" bağladığımı anlamanız hiçte zor olmazdı. Ama nedense, nasıl ki İnanç konusuna "Vicdan" açısından bakma kabiliyetinden yoksunsanız, verdiğim açıklamaya da o açıdan bakma kabiliyetinden yoksunsunuz. Bakın tekrar söylüyorum, Cani bir insana da, yumuşak kalpli birinin kalbini takarsanız yine bir değişme olmaz... Ama ben zaten bunu demiyorum ki?

 

Komik olan sizmisiniz yoksa benmi ?

 

...

Bakın, ben Kalbin Duyguları Algılayan bir merkez olduğunu söylemiyorum

 

Söylediniz işte kardeşim bari arkasında durun.

 

Kısaca şöyle diyebiliriz ki; Duyguların en çok ve beklide tek “HİSSEDİLDİĞİ” organımız “Kalp”tir…

 

Bende size kalbin hiç bir şey hisstemediği kanıtladım.Asıl sırf yazmış olmak için sayfalarca yazan sizsiniz.Bir cümlede anlatılacak şeyi lafı dolandırıp doladırıp bir yandan kalp derekn bir yandan kalp değildir gibi çelişkilere düşende sizsiniz.

 

Sizde dahil hiç bir müslüman bir konuya kısa ve öz, ne bir cevap verebilir nede açıklayabilir.Sayfalar dolusu yazılarla aslı konu hep sabote edilmeye çalışlılır. Böyle yapmak zorundalar aksi takdirde kuranı savunmaları imkansızdır.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Diğer sorulara verilen cevapların hepsi, sadece inanana makul görünen cevaplar.

 

O cevaplar inanmayanlara makul gelse zaten iman edecekeler..

Kim bilir belkide makul geliyor ama bunu gizliyor..

Belkide hiç makul gelmiyor..

İnanmayanların cevaplarıda inananlara makul gelmiyor..

Yani anlıcamız bol bol topic dolduruyoruz..

Daha öncede söylemiştim, iki yıldır buradayım, aşikar olarak ne bir kimse imanından döndü, nede bir kimse iman etti..

 

 

 

Saygılar..

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

O cevaplar inanmayanlara makul gelse zaten iman edecekeler..

Kim bilir belkide makul geliyor ama bunu gizliyor..

Belkide hiç makul gelmiyor..

İnanmayanların cevaplarıda inananlara makul gelmiyor..

Yani anlıcamız bol bol topic dolduruyoruz..

Daha öncede söylemiştim, iki yıldır buradayım, aşikar olarak ne bir kimse imanından döndü, nede bir kimse iman etti..

Saygılar..

 

Yanılıyorsunuz sayın kıral. Ben bu foruma girdiğimde müslümandım. Şimdi elhamdulillah imanımdan döndüm dinsiz oldum.Yazılarım hala mevcut. Hatta o zamanlar bile benimle en çok tartışan sizdiniz hatırlatırım.

 

http://www.turkish-media.com/forum/index.php?showtopic=32157

 

Buyrun okuyun

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Komik olan sizmisiniz yoksa benmi ?

 

Tabii ki sen... :D Bak arkadaşım, böyle agresif olmana gerek yok... Sakin sakin konuşuyoruz şurda... İyi, peki komik olan ben olayım... Yalnız bir gerçek var ki, anlamak için tek bir adım bile atmayan sizsiniz...

 

Söylediniz işte kardeşim bari arkasında durun.

Bende size kalbin hiç bir şey hisstemediği kanıtladım.Asıl sırf yazmış olmak için sayfalarca yazan sizsiniz.Bir cümlede anlatılacak şeyi lafı dolandırıp doladırıp bir yandan kalp derken bir yandan kalp değildir gibi çelişkilere düşende sizsiniz.

 

Ben söylediklerimin arkadasındayım arkadaşım... "Kalbin Hissetmesi" yada "Hissetmemesi" ile ilgili söylemek istediğim her şey ayan beyan ortadadır... Bunu anlamıyorsanız, bence Algılama düzeyinizi kontrol etmelisiniz ve bunu yaptıktan sonra korkmayın sevgili arkadaşım, çünkü doğal bir gerçektir ki: Herkes aynı şekilde algılamaz. Anlatmak istediklerimi anlayabilen zaten anlamıştır. Çelişkiye düştüğümü sanmıyorum, o sizin yanlış anlamanızdan kaynaklanıyo olabilir, lakin şu da var ki ben Tanrı tarafından gönderilmiş değilim, Anlatmak istediklerimi tam bir mükemmeliyet içinde anlatamamışta olabilirim. Eğer öyleyse, kusura bakmayın, bi eksiğimizde bu olsun... Kalbin hiç bir şey hissetmediği konusunda ise: hiç bir şey kanıtlayabilmiş değilsiniz... Çok amiyane bir örnek vereyim, Kalp hastası olan bir akrabamıza doktor aynen şunları öğütlemişti: Fazla Heyecan, Acı ve Üzüntü yaşamamalısın... Doktor yanılmış olmalı... Yoksa o akrabamız Beyin hastası mıydı? Alla allaaa... Ya bide sanırım "Heyecandan" kalbin duraklaması da bu duygunun sadece beyinde algılanmasından kaynaklanıyo. Kalp ile hissedilmediği için bu duygu, kalp sanırım alınıyo ve tekliyo... Evet, komik olan gerçekten benim arkadaşım...

 

Sizde dahil hiç bir müslüman bir konuya kısa ve öz, ne bir cevap verebilir nede açıklayabilir.Sayfalar dolusu yazılarla aslı konu hep sabote edilmeye çalışlılır. Böyle yapmak zorundalar aksi takdirde kuranı savunmaları imkansızdır.

 

Kardeşimi Sende merak etme hiç bir açıklamaya inanmıyacaksın... Sayfalar dolusu yazsakta, senin yazmamızı istediğin, bizden duymak istediğin şeyleri yazmadıktan sonra hiçte inandırıcı gelmeyeceğiz sana... Sende böyle yapmak zorundasın, aksi takdirde söylediklerini yutmak zorunda kalıcaksın... Her babayiğit bunu yapamaz...

 

Ama bunlar bir yana asıl söylemek istediğim şey şu? Hadi inanç ve vicdanın insanı arındıramayacağını düşünüyorsunuz, ki bir arkadaşımız sosyoloji, siyaset bilmem ne gibi bilimleri arındırıcı bilimler olarak addetti... Şunu sormak istiyorum: Forumdaki ateist arkadaşlarımız, aradığınızı bulmuş kimseler olarak, niçin huzursuzsunuz? şimdi bana "yok kardeşim, biz huzurluyuz" falan demeyin... Huzurlu olsaydınız eğer insanların inançların küçümsemez, bilgilerini "vıdı vıdı" olarak nitelemez, her insanı aynı kefeye koymaz ve her bilgiye değer verip, müslüman dahi olsa "siz pozitif düşünemezsiniz" anlamında ibareler kullanmazdınız... Kibirlenmezdiniz. Her şeyi bildiğinizi iddia etmezdiniz... Evet arkadaşlar, niye aradığınızı bulmuş insanlar olarak Huzursuzsunuz? Oysa insan sadece anlayabileceği kadarını bilebilir... Siz nasıl olduda fazlasını öğrendiniz? Ben öğrenemedim, öğretir misiniz?

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Ben söylediklerimin arkadasındayım arkadaşım... "Kalbin Hissetmesi" yada "Hissetmemesi" ile ilgili söylemek istediğim her şey ayan beyan ortadadır... Bunu anlamıyorsanız, bence Algılama düzeyinizi kontrol etmelisiniz ve bunu yaptıktan sonra korkmayın sevgili arkadaşım, çünkü doğal bir gerçektir ki: Herkes aynı şekilde algılamaz. Anlatmak istediklerimi anlayabilen zaten anlamıştır. Çelişkiye düştüğümü sanmıyorum, o sizin yanlış anlamanızdan kaynaklanıyo olabilir, lakin şu da var ki ben Tanrı tarafından gönderilmiş değilim, Anlatmak istediklerimi tam bir mükemmeliyet içinde anlatamamışta olabilirim. Eğer öyleyse, kusura bakmayın, bi eksiğimizde bu olsun... Kalbin hiç bir şey hissetmediği konusunda ise: hiç bir şey kanıtlayabilmiş değilsiniz... Çok amiyane bir örnek vereyim, Kalp hastası olan bir akrabamıza doktor aynen şunları öğütlemişti: Fazla Heyecan, Acı ve Üzüntü yaşamamalısın... Doktor yanılmış olmalı... Yoksa o akrabamız Beyin hastası mıydı? Alla allaaa... Ya bide sanırım "Heyecandan" kalbin duraklaması da bu duygunun sadece beyinde algılanmasından kaynaklanıyo. Kalp ile hissedilmediği için bu duygu, kalp sanırım alınıyo ve tekliyo... Evet, komik olan gerçekten benim arkadaşım...

 

Maşallah kardeşim polemik yapmakta baya maharetlisniz anlaşılan.

 

Kalp hastası olan bir akrabamıza doktor aynen şunları öğütlemişti: Fazla Heyecan, Acı ve Üzüntü yaşamamalısın... Doktor yanılmış olmalı... Yoksa o akrabamız Beyin hastası mıydı? Alla allaaa...

 

Doktorun yanıldığı yok. Ancak siz beyinle ilgili her arızayı imalı bir şeklide ....lik kefesine korsanız elbette böyle **** bir anlam çıkarmak zorunda kalırsınız. Kuran anlama organı olarak kalb,i adres gösteriyorya ne yapıp edip bunu bir şeklide doğru olduğunu savunmak.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Maşallah kardeşim polemik yapmakta baya maharetlisniz anlaşılan.

 

Doktorun yanıldığı yok. Ancak siz beyinle ilgili her arızayı imalı bir şeklide ....lik kefesine korsanız elbette böyle **** bir anlam çıkarmak zorunda kalırsınız. Kuran anlama organı olarak kalb,i adres gösteriyorya ne yapıp edip bunu bir şeklide doğru olduğunu savunmak.

Arkadaşım, insanları polemik yapmakla suçlaman için, öncelikle senin polemik yapmamış olman lazım anladın mı? Yazdığım yazıma, sırf inat olsun diye cevap verme çabasındasınız, çırpınıyosunuz. Söylediklerim açıktır. Yeterince düşünebilen her insan yazdıklarımı anlayabilecek kapasiteye sahiptir. Siz "Kur'an Hakkında Yazılan" her yazıyı "Kıırma çabası" "Lafı uzatıp konuyu dağıtmak" "Polemik yaratmak" vs vs vs gibi önyargılı okuduğunuz sürece polemik yaratan kişi olmaktan zatn kurtulamıyacaksınız... Bakın ben sizi anlamaya çalışıyorum, Beynin işleyişi konusunda yaptığınız açıklamaya da "Yalan" demedim. Açık açıkta "bilimsel çalışmalar" için belkide "Sezgisel Düşünce"den sıyrınılması gerektiğini yazdım... Dikkat ederseniz aradaki duvarı yıkmaya çalışan benim, duvar örmeye çalışan siz... Sadece kendinizi haklı görüyosunuz, size göre İslamı savunan hiç kimse Haklı değildir... Kur'an-ı savunmak size göre belkide yapılabilecek en mantıksız ve cahilce iştir... Kimi zaman bunu açık açıkta söylüyorsunuz hatta... Siz ve tüm diğer ateist arkadaşlarımız... Saygı duyuyorum... Ama ben diyorum ki, siz Gerçeği farklı algılıyorsunuz, biz farklı algılıyoruz... Kimin gerçeğe yakın olduğunu, imanın kimde olduğunu yalnız Allah bilir... Hepimiz Algılarımızın elverdiği kadarını anlıyoruz... Sanırım Huzursuzluğunuzun nereden kaynaklandığını anlamış olmalısınız...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 3 hafta sonra...

1. Kanıt Problemi

Tanrı'nın varlığına inanan insanlar inançlarını destekleyen kanıtlar ileri sürmüş ve ateistlerin bu konudaki iddialarını boşa çıkarmışlardır. Ateistler de Tanrı'nın varlığı lehinde ileri sürülen kanıtları reddetmiş ve kendi düşünce-lerinden vazgeçmemişlerdir. Ancak bunu yaparken de sadece eleştiri getirmiş, kötülüklerin varlığı gibi bir iki konu hariç kendi iddiaları lehinde orijinal bir fikir ileri sürmemişlerdir. Kaldı ki Tanrı'nın varlığı için ileri sürülen ve bir anlamda ateizmi yanlışlayan kanıtların eleştirilebilmesi de onların çürütülmesi ya da içeriğinin yanlışlığı anlamına gelmemektedir.

Ateistlerin düşündüğü gibi Tanrı'nın varlığını reddetmek o kadar basit bir konu değildir. Reddetmek için pek çok teorik riskin ve mantıksızlığın göze alınması gerekecektir. Çünkü lehlerinde birçok kanıt olmasına rağmen inananlar eleştirilebiliyorsa, ellerinde somut hiçbir kanıt bulunmayan ateistleri tenkit etmek daha kolay ve sıradan bir iş olacaktır. Bu yüzden Tanrı'nın varlığını reddetmenin, kabul etmekten daha zor olduğu işin başında açıkça ortaya çıkmaktadır. Sadece kâinat Tanrı'nın varlığına doğrudan bir kanıttır. Dolayısıyla Tanrı'yı inkâr etmeye ve bunun için gerekçeler uydurmaya çalışmak bir nehri tersine akıtmak kadar imkân-sızdır.

Tanrı'nın varlığını iddia edenler birtakım kanıtlar ileri sürmüş bizleri düşündüren ve aklımıza yatan fikirler ortaya koymuşlardır. Herhangi bir ön yargı, saplantı ya da ideolojik bir kabulle konuyu geçiştirmemişlerdir. Meselâ önümüzde duran âlemin kendi başına var olamayacağını iddia etmiş, bir yaratıcıya ve düzenleyiciye gereksinim olduğunu belirtmişlerdir. Dolayısıyla teistlerin ellerinde herkesçe anlaşılır ve kabul edilebilir deliller bulunmaktadır. Bu somut deliller üzerinde hiç kimse onlara niçin böyle düşünüyorsunuz da diyemez. Çünkü insan aklının ve mantığının vardığı sonuç budur. Aklın düşünmesini ya da varlığımızla ilgili muhakeme yapmasını da engellemek mümkün değildir.

Ateistlerin yaptığı iş inananların tezlerini eleştirmekten veya reddetmekten ibarettir. Yapmış oldukları eleştiriler ise mü'minlerin kanaatlerini yanlış çıkarmaya yetmemektedir. Sadece onların dile getirdiği kanıtların teorik açıdan karşıtını dile getirmekten ibarettir. Ancak bir şeyin teorik açıdan karşıtını düşünmek o şeyin pratikte de öyle olabileceği anlamına gelmez. Zaten bir insan inanmak istemezse kendine göre birtakım gerekçeler bulmakta gecikmeyecektir. Dolayısıyla ateistin Tanrı'nın varlığını yalanlaması sadece kendini bağlayan bir durumdur. Bu sonuç da inanan insanın muhakemesine ve kanaatine en küçük bir olumsuzluk getirmeyecektir.

Aslında bazı teistler açısından ateistin itirazlarını ya da Tanrı kavramıyla ilgili olumsuz düşüncelerini dikkate almamak da mümkündür. Çünkü bir şeyle ilgili itirazlar öncelikle o şeyin varlığının kabulüyle birlikte anlamlı olacaktır. Bu ateistler için de söz konusudur. Sonuçta onlara göre ateistlerin Tanrı'nın varlığını kabul etmeden dışarıdan konuşmaları ve Tanrı kavramıyla ilgili eleştiri getirmeleri başlı başına bir tutarsızlık olacaktır.

Tanrı'nın varlığı sadece kanıt meselesi olmayıp sonuçta bir iman konusudur. İman da yüce bir varlığa, bir yaratıcıya inanmak, ona aklen, zihnen ve kalben bağlanmaktır. İnsanla yaratıcısı arasında içi aşk ve sevgi dolu bir bağ oluşturmaktır. Bu da düşünce gerektiren, cesaret isteyen ve bir şekilde adım atılarak mesafe alınan bir şeydir. Dolayısıyla Tanrı inancı ve bu inançla ilgili muhakemeler ateistlerin eleştirilerinde görüldüğü gibi birtakım basit mantık oyunlarının ve fikrî saplantıların ötesinde bulunmaktadır. Bu konu, insanın yaşamı, var oluşu, duygusu, şuuru ve benliğiyle ilgili bir problemdir.

Tanrı'nın varlığının kanıtlanması konusunda İslâm ile diğer dinî inançlar arasında bâriz farklılıklar bulunmaktadır. Bu farklılıklar da tartışmalara yansımaktadır. Meselâ bir Hıristiyan için teslisi ya da enkarnasyonu anlamak ve başkalarına anlatmak o kadar kolay olmayacaktır. Aynı şekilde o kişinin ateiste karşı ikna edici cevaplar vermesi de zordur. Dolayısıyla onun yapabileceği tek şey bu konunun inanç meselesi olduğunu söylemek ve tartışmaya girmemektir.

Tanrı'nın varlığı sonuç itibariyle inanç konusa da olsa bir müslüman inancını rahatlıkla anlayabilmekte ve anlatabilmektedir. Onun hakkında muhakemeler yürütebil-mekte ve kanıtlar bulabilmektedir. Bir anlamda dış dünya ile inandığı kavram arasında uyumlu bir karşılık kurabil-mektedir. Sonuçta da yaratıcı ve yaratılan ilişkisini ve bundan kaynaklanan bir dünya görüşünü zihninde kolayca şekillendirebilmektedir.

Şimdi ateistlerin iddialarını boşa çıkaran ve Tanrı'nın varlığını ispatlamak amacıyla inananların dile getirdiği kanıtlara göz atabiliriz. Ele alacağımız kanıtların pek çoğu filozoflar tarafından uzun uzadıya tartışılan ve hâlâ da üzerinde konuşulan konulardır. Kanıtları ele almadan önce bunların ortaya konuş gayesiyle ilgili birkaç hususa değinmekte fayda vardır. Bunları şeylece sıralayabiliriz: Öncelikle Tanrı'nın varlığı lehinde ileri sürülen kanıtların temelde felsefî olması sıradan bir insanın da benzeri sonuçlara varamayacağı ya da aynı şeyleri düşünemeyeceği anlamına gelmez. Her insanın kendi iç dünyasında derin düşüncelere daldığı ve çevresine bakarak birtakım fikirler yürüttüğü göz önünde bulundurulursa benzeri delillerin çoğu kişi tarafından paylaşıldığı da görülecektir.

Tanrı inancı konusunda önceki bölümlerde de ifade edildiği gibi insanlar (inananlar) büyük oranda aklî bir tutum içerisindedirler. Bu onların temelsiz konuşmadıklarına ve söz konusu alanda doğmatik bir tavır sergilemediklerine işarettir. Kısacası müminler Tanrı inancını rasyonel yönü bulunan bir inanç olarak ortaya koymaktadırlar.(41)

Tanrı inancının rasyonel olmasıyla Tanrı'nın varlığının akılla bilinebileceği iddiası aynı şeyler değildir. Dolayısıyla inancın rasyonel boyutundan bahsederken onun tamamiyle aklî olduğu sonucu çıkarılmamalıdır. Çünkü müminler için Tanrı'nın varlığı meselesi kanıtlanmaya gerek duyulmayan bir durumdur. İleri sürülen ispatlar ise bu inancın kabulden sonra açıklanması ve izah edilmesi olayıdır. Müminlerin çoğu yaratıcıya inanmak için öncelikle bir kanıt bulma arayışında değildir. Çünkü onlar yaratıcının varlığından şüphe etmezler. İçlerinden gelen sese ve tecrübe ettikleri âlemin çağrısına kulak verirler.

Akıl insanı her konuda düşünmeye sevkeder. Özellikle yaşam ve evren üzerinde derin fikirlere dalmasına yol açar. Bu süreçte insanın Tanrı inancı güçlenir ve kendi iç dünyasında tatminkâr olmasını sağlar. Dolayısıyla akıl Tanrı inancını temellendirir, böyle bir inancın hurafe, uydurma ya da yapay olmadığına karar verir. İnancın mantıkî açıdan tatminkâr dayanaklarını ortaya kor. Bu dayanaklar da her şeyden önce aklın, mantığın ve insan düşüncesinin ortaya koyduğu ve olmazsa olmaz dediği şeylerdir. Çünkü Tanrı'nın varlığı sonuç itibariyle iman konusu da olsa böyle bir inancın ya da bu inanca temel olan dayanakların elbetteki bir açıklaması olacaktır. Akıl da insana böyle bir açıklama imkânı sağlamaktadır.

Tanrı'nın varlığını kanıtlamakla amaçlanan diğer bir konu inanan insanların bilinçli ve kararlı olmalarını temin etmektir. Çünkü bir şeye sadece inanmak, fikrî açıdan rahatlığı garantilemez. Dolayısıyla inanan kişiler gerek kendi içlerinde gerekse başkalarının zihinlerinde doğabilecek şüpheleri gidermek amacını da gütmüşlerdir. Meselâ Tanrı'ya inanan bir insanın aklına bazan istemediği ve arzulamadığı düşünceler gelebilir. Nitekim gelmektedir de. Ancak Tanrı inancı da zihinde oluşan herhangi bir vesveseyle ya da sorgulamayla yok olacak kadar temelsiz bir konu değildir. Hz. Peygamber dahi bu konuda problemi bulunduğunu söyleyen bir insana hoşgörüyle yaklaşmış ve endişeye gerek olmadığını vurgulamıştır. Hatta o kişinin zihninde oluşan kuşkuları imanın güçlenmesine işâret olarak değerlendirmiştir.(42)

İnsanların bazı zamanlarda istemedikleri halde karışık düşüncelere daldıkları ve onlara saplanıp kaldıkları görülmektedir. Doğrusu bunda anormal görülecek bir durum bulunmamaktadır. Teorik olarak insan zihninin sınırsız sayıda fikir üretmesi ve düşüncelere dalması mümkündür. Ancak bilinmesi gereken durum zihnen tartışılan şeylerin, hatta akla gelen bazı saçma fikirlerin inanca bir zarar vermediğidir. Çünkü Tanrı inancı vesveseyle ya da anlamsız bir iki saçma fikirle yok olacak kadar basit bir şey değildir. Dolayısıyla ortada endişelenecek bir şey olmadığı gibi insanın bu tür düşüncelere düşme korkusuna da gerek yoktur. Yapılması gereken şey anlamsız fikirlerin üzerine giderek onları test etmek ve yanlışta olsa iddialarını tartışmaktır.

İnsanda Tanrı'nın aklen ve mantıken var olması gerektiği kanaatinden daha güçlü bir düşünce olamaz. Gözlerimizi kamaştıran âlem karşısında O'nun varlığını reddetmek mümkün değildir. Her şeye rağmen insanın önüne inançsızlık dahi çıksa onu fazla büyütmemek ve problem etmemek gerekir. İnsan aklı bazı dalgalanmalardan sonra doğruda karar kılacak ve şüpheyle yaşanamayacağını anlayacak güçtedir. Yeterki şartlandırılmasın. Bunu yaparken de (inançsızlığı sorgularken) dış dünyada görülen her şey yaratıcının lehine kanıtlık yapacaktır.

Kanıt konusunda diğer bir hatırlatma da bulunursak şunları söyleyebiliriz: Öyle görünüyor ki ateistlerin büyük bir kısmı ileri sürülen kanıtları ciddi bir şekilde düşünmeden karar vermiştir. Felsefî çevrelerin dışındaki ateistlerin büyük çoğunluğu ideolojik, psikolojik, sosyolojik ve birtakım pratik gerekçelerden dolayı bir anda kendini dinsiz bir ortamda bulmuş ve Tanrı'ya karşı olumsuz bir tavır takınmıştır. Ateist bir atmosferde, kendini inançsız bulan bazı kişiler olanca gayretleriyle bu anlamsız ve sonuçsuz işin savunmasına girişmiş, dogmatik ideolojileri uğruna güçlü kanıtları görmemeye çalışmışlardır

İnançsızlığın sonsuza kadar gitmesi mümkün değildir. Her şeye rağmen ateist bir insanın edindiği tecrübelerle tekrar düşünmesi ve Tanrı konusunu tekrar gözden geçirmesi mümkündür. Zihnindeki yapay problemleri çözmesi ve birtakım ideolojileri aşması onun için zor olmayacaktır. İnsan hayatının her safhası böyle bir gelişme için kaçırılmamış fırsattır. Yaşamının bir kesitinde bazı gerekçelerle ateizmi tercih eden bir insanın ilerleyen yıllarda karşılaştığı daha güçlü gerekçelerle bu tercihini değiştirmesi hiç de zor değildir. Nitekim bu olgunluğu gösteren pek çok kişi vardır.

Tanrı, insanlardan kendine iman etmelerini isterken, onlara her türlü imkân ve avantajı sağlamış önlerine değişik seçenekler koymuştur. Bu nedenle düşünen ve gerçekçi olan bir insanı, bütün yollar Tanrı'ya götürmektedir. Dolayısıyla Tanrı inancı insanların önünde bir bilmece ya da şans oyunu gibi durmamaktadır. Zaten Tanrı insanları karışık ve karmaşık bir problem karşısında bırakmamış, onları akıl, kalp ve vicdan gibi özelliklerle donatmış önlerine de, kendi varlığına işaret olarak muhteşem kâinatı sermiştir. Bundan sonrası insanlara kalmaktadır.

 

2. Tanrı'nın Varlığının Delilleri

Tanrı'nın varlığını kanıtlayan ve ateistlerin iddialarını boşa çıkaran deliller sırasıyla şunlardır:

a. Varlık Delili (Ontolojik Kanıt)

b. Âlem Delili (Kozmolojik Kanıt)

c. Nizam ve Gâye Delili (Teleolojik Kanıt)

d. Psikolojik Delil (Dinî Tecrübe Kanıtı)

e. Ahlâk Delili

Bu delillerin ortaya koyduğu iddialar bütünüyle ateizmi imkânsız kılmakta ve dayanaklarını yok etmektedir. Bir insanın bu kanıtları öğrendikten sonra ateist olması mümkün değildir. Her şeye rağmen o kişi hâlâ ateizmine devam ediyorsa onda fikirden ziyade ideolojinin ağır bastığı görülecektir.

Daha önce ifade edildiği gibi, bu kanıtlar felsefî eserlerin konusu olmakla birlikte, herkesin düşünebileceği, hatta zorlanmadan daha güzel bir şekilde ifade edeceği aklî muhakemelerdir. Nitekim filozof olmadığı halde değişik branştan pek çok bilim adamının bu kanıtlarla ilgili ilginç düşünceleri bulunmaktadır. Bu da Tanrı'nın varlığının herkesin anlayabileceği bir şekilde açık ve seçik bir konu olduğunu ortaya koymaktadır.(43)

Şimdi bu kanıtları sırasıyla ele alabiliriz.

 

 

a. Varlık Delili (Ontolojik Kanıt)

Zaman zaman kendi varlığımızla ya da çevremizle ilgili düşüncelere dalarız. Özellikle yalnız kaldığımızda, kendi hayatımızı düşündüğümüzde, ya da bir gece vakti gökyüzünü seyrettiğimizde içimizde bazı duyguların oluştuğunu hissederiz. Bu süreçte zihnimizin derinliklerinde bir konunun varlığını farkeder ve bir süre sonra da onun üzerinde yoğunlaşırız. Bu konu çevremizdeki hiçbir şeyin plansız, sebepsiz ve boşuna olamayacağı fikridir.

Kâinat karşısında içimizde oluşan hayranlık duygusu bizleri hiçbir şeyin boşuna yaratılmamış olacağı düşüncesinden bir adım daha öteye götürerek, her şeyin arkasında bulunan bir varlık fikrine de götürür. İçimizdeki bir ses aynı zamanda bizlere bu varlığın sıradan bir varlık olamayacağını fısıldamaktadır. Çünkü karşımızda göz kamaştıran bir âlem durmaktadır. Bu âlem de bütün güzellikleriyle bizlere yüce bir varlığı haber vermektedir. O mükemmel varlık da Tanrı'nın kendisidir.

Her şeyin kendisiyle hayat bulmuş olduğu bir varlık fikrinin içimizde doğduğunu müşahade ederken diğer yandan böyle bir varlığın zorunlu olarak var olması gerektiğini iyice anlamaya başlarız. İşte bazan farkında olarak bazan da şuursuz bir şekilde içimizde hissettiğimiz bu yüce varlık fikrî Tanrı'nın varlığının en büyük kanıtıdır. Buna da "ontolojik kanıt”(44) (varlık delili) adı verilmektedir.

Ontolojik kanıt gerek Batı dünyasında ve gerekse İslâm dünyasında önemsenen ve ateistlere karşı dile getirilen bir delildir. Her iki dünyada da çeşitli düşünürlerce Tanrı'nın, en mükemmel varlık olduğu ve varlığının bir nedeni bulunmadığı ifade edilmiştir. Bu kanıtı dile getirenlerden St. Anselm (1033-1109) Tanrı'yı, "kendisinden daha mükemmeli kavranamayan varlık” olarak tanımlamış ve Tanrı'nın varlığını inkâr edenlerin zihninde dahi bu fikrin olduğunu iddia etmiştir. O, sadece zihinde var olan mükemmel varlık kavramının düşünülemeyeceğini belirtmiş ayrıca bu kavramın zihinde olduğu kadar dış dünyada da var olduğunu iddia etmiştir.(45)

Bu kanıtı dile getiren en önemli kişilerden biri de ünlü filozof Descartes'tır (1596-1650). Descartes'a göre bizler zihnimizde en yüce derecede yetkinliğe sahip bir varlık fikrini taşımaktayız. Bu varlık da Tanrı'nın kendisidir. Tanrı kavramı insan zihnindeki matematik bir kavram kadar açık ve seçiktir. Descartes'a göre Tanrı'nın yokluğunu düşünmek mümkün değildir. Çünkü Tanrı'nın var olması Tanrı kavramının ayrılmaz bir parçasıdır. Dolayısıyla O, hem zihni-mizde yer almakta hem de gerçek olarak var olmaktadır.(46)

Descartes'e göre zihnimizdeki en mükemmel varlık fikrinin bulunması Tanrı'nın varlığının bir ispatıdır. Çünkü kendi doğa ve çevremizden böyle bir fikre ulaşmamız mümkün değildir. Tabiat bir yönüyle eksiktir. Çünkü o maddîdir. Dolayısıyla eksik bir kaynaktan mükemmellik kavramı çıkmaz. Olsa olsa bu kavram, mükemmel varlığın kendisinden kaynaklanmıştır. Sonuçta Tanrı, Descartes'a göre kalplerimize kendi mührünü basmış ve en yetkin varlık kavramını içimize yerleştirmiştir.(47)

Ontolojik kanıta ateistler çeşitli şekillerde itiraz etmişlerdir. Ancak onların bu itirazları kanıtın gücünü zayıflatamamıştır. Çünkü söz konusu eleştiriler inanan insanların aklî muhakemelerini tartışmaktan ibaret kalmıştır. Ancak teorik olarak bir fikri tartışmak ya da karşıtını dile getirmek realitede de o şeyin doğruluğunu çürütmez. Meselâ annesiz ve babasız bir çocuğun olabileceği insanın aklına bir fikir olarak gelebilir. Ancak Tanrı'nın dilemesi dışında bunun böyle olmasının mümkün olmadığını herkes bilir. Yine âlemin de bir yaratıcı olmadan var olabileceğini ve bugünkü durumuna gelebileceğini düşünmek bir fikir olarak akla gelebilir. Ancak bunun pratikte böyle olabileceğini düşünmek imkânsızdır. Bunun gibi Tanrı'nın da var olmadığını bazıları bir fikir olarak düşünebilir. Ancak bu kanaat bir fikirden ibaret kalır, kalmaya da mahkûmdur. Çünkü pratikte O'nsuz bir var oluş ve yaşam mümkün değildir.

Kendi varlığımızı ve içerisinde yaşadığımız âlemin gerçekliğini inkâr edemeyeceğimize göre yaratıcıyı da inkâr etmemiz mümkün değildir. Kaldı ki Tanrı var olmasaydı bizler de var olmayacaktık. Var olsaydık bile zihnimizde Tanrı kavramı olmayacaktı. İnansın veya inanmasın herkesin zihninde bu kavramın yer aldığı ortadadır. Dolayısıyla var olmayan bir şeyin zihnimizde yer alması mümkün değildir. Ayrıca Tanrı gibi bir varlığı reddetmek, o varlığın zihnimizde atılması veya yok olması anlamına da gelmeyecektir. Var olmayan bir şeyin içimizde doğması ve bizlerin de onu düşünmesi imkânsızdır. O halde Tanrı var ki bizler de o kavrama sahibiz ve hakkında şöyle ya da böyle tartışmak-tayız.

Tanrı kavramının doğuştan gelmediği, zihnimize sonradan girdiği bir an için düşünülse bile evrenin varlığından ve kendi yaşamımızdan edindiğimiz tecrübelerden hareketle böyle bir fikrin bizden oluşması muhakkaktır. Dolayısıyla insanın iç dünyasının sesine kulak vermeden ve doğadan da ders almadan Tanrı'nın var olmadığını iddia etmesi mantıksız ve sağlıksız bir karar olacaktır.

İnsanın kendi doğasında var olan Tanrı kavramını söküp atması kolay değildir. Böyle bir kavram gerçekten temelsiz ve asılsız olsaydı insanlık tarafından asırlar öncesinden itibaren terkedilmesi, unutulması ve bugün de üzerinde durulmaması gerekecekti. Ancak bu konuda başarısız kalındığına ve Tanrı'ya inananların sayısı arttığına göre aşkın ve mükemmel olan yaratıcı Tanrı inancını reddetmenin ya da insanları böyle bir inançtan vazgeçirmeye çalışmanın anlamsız ve sonuçsuz kalmaya mahkûm olacağı kesindir.

Ontolojik kanıt bir anlamda mutlak ateizmin de olamayacağını kanıtlamaktadır. Daha önceki bölümlerde görüldüğü gibi tabiatında Tanrı fikrî bulunmayan bir insanın varlığı mümkün değildir. Şu veya bu şekilde herkesin zihninde böyle bir kavram vardır. Olmasa bile aklı, mantığı, kalbi ve vicdanı o kavrama doğru götürecektir. Nitekim bunları mutlak ateizmin imkânsızlığı bölümünde detaylı bir şekilde ele almış ve açıklamıştık. Dolayısıyla âlem kanıtına geçebiliriz.

 

b. Âlem Delili (Kozmolojik Kanıt)

Ontolojik kanıtın yanında Tanrı'nın varlığını ispatlayan ve ateistleri çok zor durumda bırakan bir delil de kozmolojik kanıttır. Bu kanıt dünyamızın da içinde bulunduğu, her an tecrübe ettiğimiz âlemden (kozmos) hareketle bizleri Tanrı'nın varlığına götürmektedir.

Evrenin varlığı insanın üzerinde uzun uzadıya düşüncelere daldığı konuların başında gelir. Yıldızları, gezegenleri, güneş sistemleri, galaksileri, canlılar âlemi ve bilemediğimiz daha birçok yönüyle kâinat insanın karşısında durmaktadır. Kâinatın varlığı, oluşumu, değişimi, en küçük varlık biriminden (atom) tutun da en büyük galaksilere kadar her şeyin bir hareketlilik içerisinde bulunması insanın dikkatini çekmiş ve onu araştırmaya sevketmiştir. Kozmolojik kanıt evrenin varlığından yola çıkarak yaratıcının varlığına gitmekte ve bizlere olup biten her şeyin arkasında bir Tanrı'nın bulunması gerektiğini söylemektedir.

Bu kanıt üzerinde sadece felsefeciler veya teologlar durmamıştır. Diğer insanlar da her fırsatta bu âlemin Tanrı'nın varlığına işaret ettiğini dile getirmişlerdir. Zaten yaratıcı Kur'ân'da bu çeşit konular üzerinde önemle durmuş ve çarpıcı örnekler vermiştir: Kur'ân-ı Kerim'de müteaddit defalar, insanların seyahat etmeleri, gözlerini gökyüzüne çevirmeleri, doğayı seyretmeleri, canlılar âlemine bakmaları, âlemin işleyişini izlemeleri kısacası her şeyin nasıl olup bittiğine dikkat kesilmeleri istenmekte ve bu konuda onlar düşünmeye davet edilmektedir. İslâm düşünürleri de bu nedenle kozmolojik kanıta eserlerinde büyük yer vermiş ve Tanrı'nın varlığını bu yolla kanıtlamaya çalışmışlardır.

Kozmolojik kanıtın temel iddiası şudur: Evrenin gerçekten var olduğu görülmektedir. Yani evrenin varlığı hayal veya rüya değildir. Ancak evren kendi başına var olamaz bir nesneler yığınıdır. Sonradan var olmuştur. Evreni varkılan ve ona hayat veren de Tanrı'dır. Evrenin ezelden beri var olduğunu düşünmek imkânsızdır. Çünkü âleme baktığımızda sonuçta onun maddî bir varlık olduğunu ve kendi kendine var olma gücüne sahip olmadığı görülmektedir. Bu durumda onu yaratan bir gücün varlığı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Bu güç de Tanrı'dır.

Varlıklar kendi kendilerine var olma gücüne sahip değildir. Ayrıca bu varlıklar, var olmalarını da kendileri gibi bir varlığa borçlu olamazlar. Bu durumda da evren dahil bütün sonlu varlıklar varolmalarını kendileri dışındaki bir varlığa (Tanrı'ya) borçludurlar. Dolayısıyla âleme ve bizlere hayat veren bir varlığın mevcudiyeti kaçınılmaz olmaktadır. Bu varlık Tanrı'dır. Evrenin var olması da, zorunlu varlığın yani Tanrı'nın varlığının kanıtıdır.

Kozmolojik kanıt ikinci olarak evrendeki hareket ve değişmenin nedenini araştırarak Tanrı'ya varmaktadır. Bilindiği gibi evrendeki nesneler hareket halinde olup, sürekli bir değişim ve oluşum içerisindedirler. Atom çekirdeğinden gök cisimlerinin işleyişine kadar bu hareketlilik gözlenmektedir. Ancak nesnelerin hareketliliği ve değişik biçimler almaları kendiliğinden oluşamaz. Bunların böyle olması da imkânsızdır. Bu güç, yani hareket edebilme ve değişme gücü, kendilerine hareketin ve değişmenin ötesinde olan bir yüce varlık tarafından verilmiştir. Dolayısıyla evrendeki hareketin ve değişmenin arkasında, onlara bu gücü veren bir Tanrı'dır.

Hareketin ve değişmenin olmadığı bir yaşam düşünülemez. Her şeyin statik ve durağan olduğu bir dünyada var oluş imkânsızdır. Kısa bir süre dahi olsa bizler dünyanın dönmediğini, gece ve gündüzün olmadığını, mevsimlerin gidip gelmediğini, bulutların hareket etmediğini, nehirlerin akmadığını veya vücudumuzdaki atardamarların ya da kalbimizin çalışmadığını düşünmek dahi mümkün değildir. Yaşamı var kılan Tanrı bizlere en uygun şartlarda ve ortamda hayat imkânını sunmuş, gerek kendi vücudumuzu ve gerekse çevremizi bu yaşama hizmet için mükemmel bir şekilde düzenlemiştir. Doğrusu Tanrı sadece hareketin ve değişmenin arkasında değil, var olan güzelliğin ve intizamın arkasında da vardır.

Kozmolojik kanıt üçüncü olarak evrenin sonlu olmasından hareketle sonsuz olan bir varlığa işaret etmektedir. Bir nesnenin sonlu olması demek, o nesnenin zaman ve mekân dünyasında belli bir süreç içerisinde, var olması ve tekrar yok olmasıdır. Herhangi bir zaman dilimi içerisinde var olan ve bir süre sonra yokluğa mahkûm olan nesneler gerçek varlıklarını kendileri dışındaki bir varlığa borçludurlar. Dolayısıyla nesneler dünyası içerisinde bulunmayan, onlar gibi belli bir zaman diliminde var olup-yok olmayacak aşkın ve sonsuz bir varlığa gereksinim vardır. Bu varlık ta Tanrı'dır.(48)

Dünyadaki herhangi bir varlığın sebebi başka bir varlık olabilecektir. Bir şeyin varlığına sebep olan o varlığın da yine kendisinden önce başka bir sebebi bulunacaktır. Bu durumun bir süre böylece devam edip gitmesi mümkündür. Ancak bu kuralın sonsuza kadar devam etmesi imkânsızdır. Çünkü bir süre önce var olmayan ve varolduktan sonra da ölümüyle birlikte yok olan varlıkların sonsuza kadar birbirinin nedeni olması hem aklen hem de mantıken mümkün değildir.

Çevremize dikkatlice baktığımızda kendi hayatımız dahil olmak üzere pek çok şeyin zamana tâbi olduğunu, çeşitli evrelerden geçtikten sonra değiştiğini, eskidiğini, yaşlandığını ve kaybolduğunu görmekteyiz. Ancak bütün bunlar olurken bir yandan da her şeyin ötesinde değişmeyen, yok olmayan bir gücün varlığının gerekli olduğunu düşünürüz. Çünkü her şeyin sonlu olduğunu bir an için düşünsek bile bunun nereye kadar gideceğini kestirmemiz güç olacaktır. O zaman bu değişen ve sonlu olan âlemin nasıl var olduğunu ve hayatiyetini nasıl devam ettirdiğini sormamız gerekecektir. Sonuçta her şeyin arkasında bulunan ve doğası itibariyle yok olup giden varlıklara benzemeyen bir varlığı düşünmemiz gerekmektedir.

Tanrı zaman ve mekânla sınırlı olmayan bir varlıktır. O sürekli hareket halinde olan ve değişen evrenin yaratıcısıdır. Dolayısıyla sonlu olan bir evren, bu özelliği nedeniyle bizlere sonlu olmayan, ezelî ve ebedî olan bir varlığı, Tanrı'yı hatırlatmaktadır.

Bir kısım insanlar, yaratıcı özelliği bulunmayan buna karşın kendileri gibi ölümlü olan varlıkları (hatta bazan konuşmaktan ve iş yapmaktan âciz olan cansız varlıkları) sanki olağan üstü bir güce sahiplermiş gibi kutsamış, buna karşın gerçek yaratıcıyı unutmuşlardır. Kur'ân ise her fırsatta bizlere âlemin yaratılmış ve sonlu olduğunu hatırlatmaktadır. Ayrıca eski milletlerden bir kısım insanların bazı sonlu varlıkları kendilerine Tanrı edindiklerini ancak bunun çok gülünç ve beyhude olduğunu da ifade etmiştir. Kur'ân bu konuya Hz. İbrâhim'in şahsında güzel bir örnek vermektedir.

Hz. İbrâhim, başta babası olmak üzere pek çok kişinin putlara ve gök cisimlerine tapmalarını bir türlü içine sindirememiş ve onlara şiddetli tepki göstermiştir. O içerisinde yaşadığı toplumun inancına katılmamış, sırasıyla, gece ortaya çıkıp parlayan ancak gündüz kaybolan yıldızların, zamanı geldiğinde parlayan bir süre sonra kaybolan ayın, ya da şafak vakti doğan ancak akşam vakti batan güneşin hiçbir zaman Tanrı olamayacağını düşünmüş, gerçekten tapılmaya lâyık olan tek varlığın ise sadece Tanrı olduğuna kanaat getirmiştir (Enâm 75-79).

Hz. İbrâhim'in bu muhakemesi asırlarca insanlara güzel bir örnek olmuş ve onlara yol göstermiştir. Tanrı'ya inanan bir insanın zihnî berraklığını ve çok eski asırlarda dahi olmasına rağmen pozitif ilme olan yatkınlığını sergileyen bu tutum, günümüzde de bizler için övünülecek bir durum ortaya koymuştur. Böyle bir anlayışın, hurafelerin ve bâtıl inançların ne kadar uzağında olduğu da unutulmamalıdır. Çağımızdaki bilimsel ilerlemelere rağmen bazı çevrelerin, gökyüzü cisimlerini müşahadeye ve araştırmaya açık ilmî bir obje olarak değilde, ruhanî ve gizemsi bir varlık olarak kabul etmeleri ya da onlardan birtakım menfaatlar ummaları, İbrâhim Peygamber'in ne kadar anlamlı bir düşünce sergilediğini açıkça ortaya koymaktadır.

Hz. İbrâhim'in muhakemesinde önemli olan unsurlardan biri de âlemin ve âlemin içerisinde Tanrılaştırılan şeylerin zayıf ve ölümlü olmaları gerçeğidir. Yani kendi başlarına dahi var olamayan bir varlığın tapılmaya lâyık olmadığıdır. Dolayısıyla gerçek yaratıcı dururken bu ve benzeri nesnelere tapmanın izah edilecek bir tarafı bulunmamaktadır

Hz. İbrâhim'in bu akıl yürütmesi birçok gerçeği daha ortaya koymaktadır. Birincisi ateistlerin iddia ettiği gibi Tanrı inancı ya da Tanrı kavramı doğal olaylar karşısındaki korkudan ve şaşkınlıktan kaynaklanmamıştır. Meselâ Hz. İbrâhim ve onun gibi düşünen insanlar (monoteist-tektanrıcılar) tek tanrıya tapmış, şekli ne olursa olsun herhangi bir nesneden korkmamış, tam tersine onların korkulacak ve tapılacak birer varlık olmadıklarına hükmetmişlerdir.

İkinci olarak bu örnek ateistlerin gerek insan ve gerekse inanç hakkındaki evrimle ilgili görüşlerini de yıkmıştır. Ateistlere göre "İnsan gerek fiziksel olarak ve gerekse düşünsel olarak basit bir yapıdan daha karmaşık bir yapıya doğru ilerlemiş ve günden güne de olgunlaşmıştır. İlk yıllarında çok tanrıcı olan ve putlara tapan insan daha sonra tek Tanrı inancına yönelmiştir vs.”

İbrâhim Peygamber'in de gösterdiği gibi aşkın bir Tanrı inancı insanlığın ilk gününden beri vardır. Bir kısım insanlar daha sonra fikir değiştirmiş ve dinden uzaklaşmışlardır. Belki bazıları da putperestliğe ve paganizme yönelmiştir. Ancak bu durum tarih boyunca tek Tanrı inancının önemini, üstünlüğünü ve yaygınlığını gölgeleyecek bir şey değildir.

Tanrı, evreni yaratmakla kalmamış işleyiş ve kanunlarını da belirlemiştir. Bu da açık ve seçik bir şekilde tarafımızdan müşahade edilmektedir. Meselâ bizlere sıradan gelen veya belki de hiç dikkatimizi çekmeyen yer çekimi kanunu, gezegenlerin yörüngelerinde düzenli olarak dönmeleri, suyun kaldırma gücü, nefes almamıza imkân tanıyan atmosferin yapısı, kuşların uçabilmelerine olanak tanıyan hava ortamı, ateşin ısıtma ve yakma özelliği ya da toprağın bizlere ürün verme gücü olmasaydı halimiz ne olurdu? Bunlarsız bir yaşam düşünülebilir miydi? Yine kendi bedenimizdeki uzuvların görevlerini bir an için yerine getirmediklerini düşünelim. Meselâ göz görmez, kalp çalışmaz, mide sindirmez, ya da sinir sistemi bozulursa dahası aklımızı kaybedersek ne gibi durumlarla karşılaşabileceğimizi tahmin edebiliyor muyuz? Halbuki bütün bunların hiç aksamadan devam ettiğini ve her şeyin kendine verilen görevleri yerine getirdiğini açıkça müşahade etmekteyiz. Bu durum bizlere kâinatı yaratan, yaşam için gerekli koşulları oluşturan, iradî bir varlığın yüceliğini haber vermektedir.

Yüzyılımızda görülen bilimsel ilerlemeler, yeni buluşlar ve uzay çalışmalarında elde edilen yeni keşifler de bir anlamda kozmolojik kanıtı desteklemektedir. Çünkü gelinen bilimsel seviyeler bizlere âlemde tesadüfün olamayacağını, aksine her şeyin planlı ve programlı olarak düzenlendiğini göstermektedir. Kısacası bir gücün her şeyi planladığını, yasalarını en ince ayrıntısına kadar belirlediğini kanıtlamak-tadır. İnsanın da bu düzeni görmesi ve bundan ders alarak o yüce gücün varlığı karşısında hayranlık duyması kaçınılmazdır.

Sonuç itibariyle evrenin varlığından hareketle Tanrı'nın varlığının kanıtlanma girişimleri de ateistlerce eleştiriye uğramıştır. Ancak ateistlerin bu konuda dindarların iddialarını çürütebilecek alternatif bir görüş ileri sürmeleri de kolay olmayacaktır. Evrenin varlığı, içeriği ve yasaları, amacı, materyalistlerin yaptığı gibi sadece maddî nedenlerle açıklanacak kadar basit bir yapı arzetmemektedir. Dolayısıyla evrendeki olaylar karşısında insanda Tanrı fikrinin doğması kadar tabii bir şey olamaz. Aslında böyle içgüdüsel bir düşünceyi ya da hayranlığı frenlemenin ya da saptırmanın yanlış olacağı da âşikârdır. İnsanın kendine karşı yaptığı en büyük hata da kanatimizce kâinat karşısında kendini Tanrı'ya götüren ve O'nu düşündüren duygularını bastırması ve yok saymasıdır.

Günümüzde İnsan bilimsel ilerlemeler sağlamış ve günlük yaşamını daha düzenli hale getirmiştir. Geçmişte yaşayanlara kıyasla pek çok konuda daha iyi bir yere gelmiş ve teknik açıdan dünyaya hâkim olmaya başlamıştır. XX. yüzyılın başında bu ilerlemeler pozitivizmin etkisiyle insanın dinden uzaklaşmasına ve kendi kendine yeter olduğuna dair bir yanılgıya düşmesine yol açmıştır. Bu süreç insanın dünyanın dışına çıkıp aya ayak basmasına ve bir anda her şeyin üstesinden gelebileceği inancına kapılmasına kadar devam etmiştir. Ancak evrenin keşfi anlamında bir pencere olan uzay çalışmaları ve aya gidiş, dinden uzaklaşan ve kendini büyük gören İnsana (evrenin büyüklüğü karşısında) küçüklüğünü hatırlatmış ve daha temkinli davranmasını öğretmiştir. İnsan da içerisinde yaşadığı dünyanın her şey olmadığını görmüş binlerce yıldızı ve galaksiyi barındıran evrenin muhteşem büyüklüğü karşısında dünyasının bir nokta kadar küçük olduğunu müşahade etmiştir. Kaldı ki küçük dünyamızda dahi bizlere hâlâ sır olan pek çok şey bulunmaktadır. İnsan böyle muazzam bir manzara karşısında "şans" ve "raslantı" gibi kavramları tekrar gözden geçirme ihtiyacını hissetmiş artık böyle bir açıklama yapmanın anlamsız olacağını görmeye başlamıştır. Nitekim insana kâinatta rastlantıların olmadığını öğreten buna karşın nesneler dünyasında bir düzenin bulunduğunu gösteren de yine bilimsel çalışmalar olmuştur.

Kozmolojik kanıttan sonra bizleri Tanrı'nın varlığına götüren diğer bir düşünce de evrende görmüş olduğumuz, düzeni, intizamı, estetiği ve amaçlılığı ön plana çıkaran teleolojik kanıttır.

Kozmolojik kanıt bizlere bir anlamda kozmostan ve dünyamızın dış görünümünden hareketle Tanrı'nın varlığını düşündürüyordu. Teleolojik kanıt ise daha ziyade kâinatın iç yapısından, orada görülen intizamdan ve güzelliklerden hareketle bizleri Tanrı'nın varlığına götürmektedir.

 

c. Nizam ve Gaye Delili (Teleolojik Kanıt)

Buraya kadar görmüş olduğumuz deliller anlaşılır olup daha ziyade aklî muhakemeyi gerektiren ispat şekilleri idi. Nizam ve gaye delili ise ağırlıklı olarak duyguya ve göze hitap etmektedir. Bu yönüyle daha fazla insanın dikkatini çekebilecek bir yapıdadır. Hatta ateistlerin üzerinde dahi etkili olabilecek ve onları kolaylıkla ikna edebilecek bir kanıttır. Zaten bu kanıtın iddialarını reddeden bir ateistin başka bir vesileyle inanma ihtimali çok zayıftır. Bu noktadan sonra hâlâ reddetmeye devam eden bir insanın önünde de yığınla ideolojik saplantılar, var sayımlar ve psikolojik ön yargılar var demektir.

Teleolojik kanıt da denilen bu ispat şekline göre âlemde bir düzen vardır. Tanrı’nın varlığına inansın veya inanmasın hemen hemen herkes bu düzenin farkındadır. Kâinattaki bu düzenin varlığında da kim olursa olsun şüphe duymamaktadır. Meselâ dünyamız başta olmak üzere bütün gök cisimleri, yıldızlar ve gezegenler bir düzen içerisinde hareket etmekte ve kendi yörüngelerinde dönmektedirler.

 

İnsan başta olmak üzere bütün canlılar âlemi de bir düzen içerisinde var olmakta ve yaşamlarını devam ettirmektedirler. Dünyamızdaki bütün doğal olaylar belli bir düzen ve intizam içerisinde oluşmakta, gelişmekte ve devam etmektedir. Yeryüzünde, denizlerde ve atmosferde bir düzenin varlığı müşahede edilmekte, canlı varlıkların da yine belirli yasalar çerçevesinde hiçbir aksama olmadan yüzdükleri, yürüdükleri ya da uçabildikleri görülmektedir. Düşünebilen herkesin rahatlıkla gördüğü bu düzen bizlere her şeyin arkasındaki bir düzenleyicinin varlığını haber vermektedir.

 

Dünyanın değişik kültürlerinde yetişen insanlar çeşitli şekillerde bu düzeni ve estetiği dile getirmekte, onunla ilgili felsefî, edebî veya dinî eserler yazmaktadır. İnsan benzer duygular içerisinde yaşadığı dünyayı algılamış ve içi aşk dolu kitaplar kaleme almıştır. Bir şairin şiiriyle, ressamın resmiyle ya da mimarın eseriyle duygulanan İnsan, Tanrı’nın sanatı karşısında da heyecanını gizlememiş ve daima hayranlığını ifade etmiştir. Daha önce de ifade edildiği gibi birçok ateist dahi karşılaşmış olduğu bu heyecanla inkârdan vazgeçmiş ve Tanrı’nın varlığına kanaat getirmiştir. Yine âlemdeki mecut intizam ve estetikten hareketle pek çok filozof da mutlak ateizmin mümkün olmadığı düşüncesine ulaşmıştır.

 

Teleolojik kanıtın önemle üzerinde durduğu konu evrendeki düzen, intizam, canlı ve cansız varlıklarda görülen gaye ve amaçlılıktır. Aralarında Kindî (v. 866) , Farabî (v. 950), İbn Sînâ (v. 1037), Gazzâlî (V. 1111) ve İbn Rüşd (1126- 1198) gibi müslüman düşünürlerle, R. Tennant (1866-1957) ve W. Paley (1743-1805) gibi Hıristiyan düşünürlerin bulunduğu pek çok kişi bu kanıtı iki şekilde ele almış ve Tanrı'nın varlığını ispatlamaya çalışmışlardır:

 

Filozoflar bu kanıt çerçevesinde birinci olarak evrendeki gaye ve nizamdan yola çıkmış ve Tanrı'nın varlığına ulaşmışlardır. Bazan da Tanrı'nın varlığından ve niteliklerinden hareket ederek evrendeki düzen, gaye ve güzelliği açıklama yoluna gitmişlerdir. Yani onlar her fırsatta ya âlemin nizamından ve intizamından bahsederek Tanrı’nın varlığına gitmiş ya da Tanrı'nın inâyetini, adaletini, cömertliğini ve güzelliğini anlatırken sözü evrenin yapısına getirmiş ve görüşlerini bu yolla açıklamaya çalışmışlardır.(49)

 

Meselâ Kindî âlemdeki varlıklarda bir düzen, âhenk, irtibat, güzellik ve amaç bulunduğunu dile getirmiştir.(50) Kindî’ye göre evrenin mükemmel yapısı, düzeni, parçalarının birbiriyle olan ahenkli irtibatı, her şeyin iyiyi koruyacak, kötüyü yok edecek tarzda düzenlenmesi, ilim sahibi bir düzenleyicinin varlığının en iyi işaretidir.

 

Fârâbî ve İbn Sina da eserlerinde evrenin düzenine ve güzelliğine işaret etmişlerdir. Fârâbî’ye göre Tanrı, âlemin düzenleyicisidir. Evren de bu ilâhî düzenin eseri olarak vardır. Bu nizamda da ilâhî adalet tecelli ettiği için orada adaletsizlik söz konusu değildir. Yine Gazzâlî'ye göre Tanrı evrende hiçbir şeyi boşu boşuna yaratmamıştır.İnsan vücudundaki azaların birbirine bağımlı ve uyumlu olması gibi evrendeki her şeyde bir uyum ve ahenk söz konusudur. Dolayısıyla önemli olan şey evrene ibretle bakmak ve bütün varlıklardaki hikmeti görmektir.(51)

 

İslâm düşünürleri arasında teleolojik kanıta en fazla önem veren İbn Rüşd olmuştur. İbn Rüşd ilk olarak "inâyet” kavramını öne çıkartmış, bütün varlıkların insan için uygun bir tarzda düzenlendiğini ve bu düzenin de irade sahibi bir varlığın eseri olduğunu belirtmiştir. Evrendeki uygunluğun da kendi başına ve tesadüfen olamayacağını iddia etmiştir. İkinci olarak "ihtira" kavramından söz etmiş, insanlar, hayvanlar, bitkiler, yıldızlar başta olmak üzere evrende var olan her şeyin yaratıldığını ve bütün bunların bir yaratıcıya ihtiyacı bulunduğunu ifade etmiştir.(52)

 

William Paley ve F. R. Tennant gibi Batı’daki Hıristiyan düşünürler de teleolojik kanıtı ele almış ve bu yolla Tanrı'nın varlığını ispatlamaya çalışmışlardır:

 

W. Paley’e göre yerde bulduğumuz bir saat, yine rastlantı sonucu yerde karşılaştığımız herhangi bir taş parçasının durumundan farklıdır. Çünkü saatin parçacıklardan oluştuğunu ve her bir parçacığın da dikkatle işlenip bir düzen içerisinde bir araya getirildiğini görürüz. Bu da bizlere evrenin durumunu göstermektedir. Evren de tıpkı bir saat gibi akıl ve irade sahibi bir varlık tarafından tertip edilmiş ve düzenlenmiştir.(53) Yine Paley’e göre insan gözü saat örneğini en güzel bir biçimde doğrulamaktadır. Görme organı olan gözün değişik parçaları karmaşık bir yapı içerisinde insanın görmesine olanak tanıyacak bir biçimde tertip edilmiştir. Gözün bu düzeni bizlere akıl ve irade sahibi bir varlığı haber vermektedir.(54)

 

Paley’in gerek saat örneği ve gerekse insan gözüyle ilgili verdiği örnek herkesin bildiği şeyler olmakla birlikte gerçekten çok önemli ve etkileyici şeylerdir. Gözün yanında insan vücudundaki beyin ve kalp olmak üzere diğer uzuvların işleyişi de ders ve ibret alınması gereken örnekler-dendir. Ne var ki İnsan elde ettiği nimet ve güzelliklerin değerini zamanla unutmakta ve kozmik güzelliklerin sıradan bir şey olduğunu düşünebilmektedir.

 

Başka hiçbir şeye gerek duymadan insan vücudu üzerinde düşünülmesi dahi bizleri Tanrı’nın varlığına götürebilecek bir kanıttır. Sadece fiziksel ya da biyolojik yapısıyla değil kalbi, ahlâkî ve vicdani yönüyle, estetiği ve uzuvların yerli yerinde oluşuyla da insan yaratıcının varlığına işarettir. Düşünebilen, konuşabilen, akledebilen, hayal gücü olan, sevebilen, hisseden ve duygulanabilen yapısıyla insan yaratıcının en büyük eseridir. .

 

F. R. Tennant da adaptasyon kavramını öne çıkartmış canlı ve cansız varlıklarda görülen âhenge dikkat çekmiştir:

 

O’na göre karşımızda, kaos halinde olan ve kendi başına başı boş bir evren bulunmamaktadır. Çünkü evren, veya kozmos şöyle ya da böyle anlaşılır bir durumdadır. Yani evrenin kendine göre belirli yasaları, işleyiş kuralları ve özellikleri vardır. Bunu anlamak o kadar da zor değildir.

 

Gaye ve nizam delili bu kadar güçlü olmasına rağmen bazı çevrelerden tepkiyle karşılaşmış ve eleştirilmiştir. Bu eleştirilerden bazıları doğrudan teleolojik kanıtın iddialarına yöneltildiği gibi bazıları da bilimsel çalışmaların kasıtlı olarak dinî inançlarla karşı karşıya getirilmesiyle ortaya çıkmıştır. Bazı filozoflar âlemdeki düzen ve güzelliği kabul etmekle birlikte bunun arkasında Tanrı’nın değil de doğanın bulunduğunu belirtmiş, bazıları ise âlemde kötülüklerin de bulunduğunu ileri sürerek Tanrı’nın varlığını reddetmeye çalışmışlardır.

 

Teleolojik kanıta yapılan ve bilimsel olduğu iddia edilen itirazların başında C. R. Darwin’in (1809-1882) fikirleri bulunmaktadır. Darwin’in biyoloji ilmiyle ilgili çalışmaları bir kısım insanlar tarafından dinin yaratılış inancına karşı sanki bir alternatif görüşmüş gibi kabullenilmiş bu yolla teleolojik kanıtın sarsılacağı ve yıkılacağı varsayılmıştır. Ancak bu düşünce uzun sürmemiş, iddiaların aksine Darwin'in ateist olmadığı(55) ve eserlerinde de insanın evriminden bahsetmediği görülmüştür. Ancak Darwin’in ölümünden sonra bilimsel var sayım niteliğinde olan fikirleri bazı arkadaşlarınca geliştirilmiş ve ideolojik olarak dinin aleyhinde kullanılmıştır.

 

Darwin’e göre bugünkü canlı yapılar doğal bir süreç içerisinde basit bir organizmadan gelmişlerdir. Canlı hücreler de nesilden nesile genetik değişime uğramaktadırlar. O’na göre değişmenin arkasında da birtakım doğal gereksinimler yatmaktadır. Canlı varlık bu değişim sürecinde yaşam mücadelesi vermekte, çevresine uyum sağlamaya ve dolayısıyla ayakta kalmaya çalışmaktadır. Ne var ki bu süreç içerisinde güçlü canlıların yaşamlarını devam ettirebilme şansları, diğerlerine nazaran daha fazla olmaktadır. Buna karşılık çevreye adapte olamayan, uyum gösteremeyen zayıf canlılar ise yok olup gitmektedir.(56)

 

Darwin’in bu görüşü bazılarınca dinin yaratma anlayışını sarsıntıya uğratmıştır. Ancak Darwin'in canlıların oluşumuyla ilgili bilimsel çalışmalar yapması ve birtakım teoriler ileri sürmesiyle dinin yaratma, düzen ve intizam anlayışı zorunlu olarak birbiriyle çatışma durumunda değildir. Henüz canlı bir hücrenin kendi kendine oluştuğu iddiası doğrulanamadığı gibi doğada her zaman güçlü-zayıf mücadelesi de görülmemiştir.

 

İnsan fiziksel ve biyolojik yönü bulunan bir varlık olmanın yanında, ayrıca duygu, düşünce ve inanç yönlerine de sahip bir varlıktır. Dolayısıyla biyolojik açıklamalar yapmaya çalışan Darwin teorisi insanı ve diğer canlıları tamamen açıklamaktan yoksundur. İnsanı bütün yönleriyle açıklayamayan Darwin teorisi yaşamı da izah etmekten uzaktır. Bizler sadece birer biyolojik canlı varlık mıyız? Bütün bu varlıklar niçin vardır? Her şey bir tesadüf müdür? Niçin doğar, büyür, yaşlanır ve ölürüz?, Çocuklarımızı niçin eğitmeye ve yetiştirmeye çalışırız. Büyükleri niçin saymaya ve hoşnut tutmaya çabalarız. Niçin birbirimizin yardımına koşar, fedakârlık eder, özveride bulunuruz?. Niçin ekmeğimizi, dertlerimizi, sırlarımızı ve imkânlarımızı paylaşır, erdemli olmaya gayret gösteririz?. Bütün bu sorular Darwinizmin penceresinden bakıldığında cevapsız kalmaktadır.

 

Darwinizmde dinle problemli olan bir diğer önemli nokta da bu anlayışa göre nihaî anlamda amaçsız ve gayesiz bir hayat anlayışının kabul edilmiş olmasıdır. Yukarıda da ifade edildiği gibi dine göre insan amaçsız bir şekilde yaratılmış değildir. Sadece insanın değil topyekün bir şekilde âlemin yaratılmasının da amacı ve hikmeti bulunmaktadır. Şayet kâinatın içerisindeki varlıklar amaçsız ve gayesiz bir şekilde, tamamen biyolojik sâiklerle var olmuş olsalardı biz hiçbir zaman düzenden, estetikten ve sevgiden bahsedemeyecek, planlı ve programlı bir yaşam da göremeyecektik.

 

Darwinizmin yanı sıra nizam ve gaye deliline karşı geliştirilen bir diğer itiraz da kötülüklerin varlığından kaynaklanmıştır. Üzerinde durmamız gereken bu itiraza göre “Evren pek çok olumsuz durumları içermektedir. Çevremizde dağınıklık ve kaos mevcut olup sayısız kötülükler yaşanmaktadır. Dolayısıyla kötülükler ile dinî görüşlerin arasında çelişkiler bulunmaktadır” Bu ve benzeri düşüncelerin gerçeği yansıtmadığı ve abartılı olduğu hemen göze çarpmaktadır. Evrendeki düzen ve intizamdan, canlılar dünyasındaki güzellik, estetik ve merhametten Tanrı’nın varlığına gidemeyen ve gidilmesini de eleştiren bazı insanların olumsuz manzaralar karşısında alelacele dini yalanlamaya çalışmaları kabul edilebilir bir durum değildir. Kaldıki bu tutum onların zayıflıklarına ve tutarsızlıklarına işarettir.

 

Kötülük Problemi ve Ateizm

Kötülüklerin varlığı bazan dünyanın güzel olmadığını göstermek için bazan da Tanrı’nın var olmadığını ispatlamak için kullanılmıştır. Genelde hayatı sıkıntıyla geçen kişilerin ileri sürdüğü bu itiraz bazı dönemlerde çok etkili olmuş ve birçok insanın zihnini meşgul etmiştir. Ancak Tanrı’nın varlığına inanan insanların da bir yere kadar kabul ettiği bu problemin ateizme bir gerekçe olarak gösterilmesi mümkün değildir. Meydana gelen kötü olaylar, ateist olsun veya olmasınhemen hemen herkesin mustarip olduğu ve istemediği olaylardır. Âlemde gerek doğal olaylar açısından ve gerekse insanlar arasındaki ilişkilerde bazan düzen bozulmakta ve arzu edilmeyen acı olaylar yaşanmaktadır. Bunların arasında da öncelikle deprem, yangın, sel, hastalık, savaş, zulüm ve haksızlık gibi olaylar gelmektedir.

Kötülüklerin bir kısmı tabiatla ilgili olup bizim dışımızda gelişmektedir. Kaldı ki biz bunların niçin ve nasıl oluştuğunu da hâlâ tam manasıyla bilmemekteyiz. Ancak alınan tedbirlerle bu felâketlerin zararları da en aza indirgenebilmektedir. Dolayısıyla insanın hazırlıklı olduğu takdirde büyük oranda bunlardan kaçınabilmesi mümkündür. Kötülüklerin bir kısmı ise doğrudan insanla ilgili olan hatta insanın bizzat kendinin rol oynadığı olaylardır. Dolayısıyla bunlardan Tanrı’nın yokluğunun çıkartılması mümkün değildir.

 

Karşılaşılan kötülüklerin çoğunluğunun insan unsurundan kaynaklandığı görülmektedir. İnsan Tanrı tarafından yaratılırken ona akıl ve irade verilmiştir. Kendine iyinin ve kötünün ne olduğu öğretilmiş ve ahlâklı olması tavsiye edilmiştir. Ancak bütün bunlara rağmen gerek doğaya ve gerekse bütün canlılara (dil, din ve ırk farkı gözetmeksizin) en büyük kötülüğü yapan yine insanın kendisi olmuştur. Hemcinsini öldüren, ona zulmeden, malını çalan, çocuklarını aç bırakan, bir diğerinin kalbini yaralayan insandan başkası değildir. Dolayısıyla karşılaştığımız kötülüklerin çoğunda birinci derecede insanın kendisi rol oynamaktadır. Bunu göz ardı etmemek gerekmektedir. İslâm’a göre canlılara en çok zulmeden ve kötülük yapan kişilerin âhiret gününde en ağır cezalara çarptırılacak olmaları da bunun kanıtıdır.

 

Tanrı’nın kendine vermiş olduğu doğayı güzelce paylaşmak ve herkesin istifadesine sunmak yerine onu tahrip eden ve yaşanmaz kılan da yine insanın kendi olmuştur. Bunları görmek için olağan üstü bir yeteneğe sahip olmaya gerek yoktur. Dolayısıyla bütün bunlar karşısında kötülüklerin altında yatan etmenleri daha iyi görebilmemiz ve olayları olduğu şekliyle değerlendirmemiz gerekmektedir. Sonuç itibariyle kötülükler karşısında sorgulanması gereken öncelikle insanın kendisidir. Bazı ateistlerin yaptığı gibi olup bitenden Tanrı’yı sorumlu tutmak insanın kendi sorumsuzluğunun bir örneğidir.

 

Tanrı'nın varlığına inananlar, insan faktörünün yanında, âlemde cereyan eden kötülüklerin varlığıyla, Tanrı anlayışını uzlaştıran birtakım tezler de ileri sürmüşlerdir. Bu tezlerin en başta geleni, tahmin edilebileceği gibi, iyinin daha çok kötünün ise daha az olduğu görüşüdür. Yani bir anlamda âlemde kötülüğün hâkim olmadığı aksine dünyanın iyiliklerle dolu olduğu inancıdır. Bu iyilikler insanın yaratılışından (doğuşundan) itibaren başlamakta gökyüzündeki gezegenlerin işleyişine kadar devam etmektedir. Denizin altındaki varlıklardan, gökyüzünde uçan kuşlara kadar uzanmaktadır. Kötülükler ise bazı gerekçelerle bu düzenin aksaması, duraklaması veya kesilmesidir. Dolayısıyla kötülüklerin kendi başına bir varlığı bulunmamaktadır.

 

İnsan güzel bir şekilde yaratılmış ona pek çok zenginlik verilmiş ayrıca doğasına merhamet, şefkat, iyilik, sevgi ve aşk gibi hasletler işlenmiştir. Dolayısıyla O yaratılışından kötü bir varlık değildir. Bir çocuğun çevresinden etkilenmeden önce yalan söylememesi, hırsızlık yapmaması, doğruyu konuşması, kötü söz söylememesi gibi hususlar, bunun en güzel kanıtıdır.

 

Başlangıçta tertemiz olan denizleri ve atmosferi kirleten insanın kendisi olmuştur. Ormanları yok eden ve yakan, doğaya zenginlik katan binbir çeşit hayvanı çeşitli gerekçelerle katleden ve ortadan kaldıran, bütün canlıların yaşamına olanak tanıyan atmosferi kirleten, yaşam için kaçınılmaz olan birtakım âlet ve gereci, teknolojiyi, kasıtlı olarak canlıların zararına kullanan, bırakınız savunmasız zavallı hayvancıkları, kendi neslini dahi acımasızca yok eden yine insanın kendisi olmuştur.

 

Bütün bu olup bitenlerden sonra ateistlerin günah keçisi araması gülünç olacaktır. Kaldı ki bu bozgunculuğun bir bedelinin olmamasını ya da eninde sonunda hesap gününün gelmeyeceğini düşünmek zor olacaktır. Yaşam ne bir tiyatro oyunu ne de bir rüyadır. Çekilen acı ve ıstıraplarda dramatik bir filmin parçaları değildir. Dolayısıyla varlığımız ve topyekün yaşamın kendisi, ciddiye alınması ve ilerde hesabının verileceğinin düşünülmesi gereken bir gerçektir.

 

Tanrı varlığını ve güzelliğini, bir çocuğun tebessümün-den, bir akvaryumun rengarenkliliğinden, uçan bir kuşun cıvıltısından, bir çiçeğin kokusundan ya da dolunayın göz kamaştıran parlaklılığından hissettirmektedir. Dolayısıyla topyekün bir şekilde bakıldığında âlemdeki düzen ve intizamı görmemek mümkün değildir. Bütün bunların karşısında karamsar olmak, âlemde bir kaosun varlığından söz etmek her şeyden önce insanın kendi aklına karşı yapacağı bir saygısızlık olacaktır. Zaten bu kadarını göremeyen bir insanın Tanrı’ya inanmasını beklemek de yersiz olacaktır.

 

Kötülüklerin varlığıyla ilgili diğer bir teze göre ise kötülükler iyiliğin elde edilmesi, bilinmesi ve takdiri için var kılınmıştır. Doğrusu her şeyin tamamen iyi olduğu bir dünyada, iyiliğin “iyi” olarak bilinmesi ve kıymetinin anlaşılması, mümkün olmayacaktır. Ayrıca yardım severlik, şefkat, sempati, kahramanlık, affetme duygusu ve faziletli olmak gibi hasletler kendi başlarına ortaya çıkabilecek durumlar değildir. Zaman zaman görülen acılar ve ıstıraplar da bu tür hasletlerin oluşması için zemin hazırlamaktadırlar.(57)

 

Yukarıda ifade edildiği gibi kötülüklerin oluşmasında insanların büyük rolü vardır. Bunun nedeni de insanın özgür irade sahibi olması ve bu iradesini zaman zaman kötüye kullanma ihtimalinin bulunmasıdır. Tanrı insana .i.özgür irade vermiş olup bu iradenin kullanımına da müdahale etmemektedir. Gerçi insana özgür irade verilirken ona iyiliği ve güzelliği araması tavsiye edilmiş buna karşın kötülükten iradesiyle kaçınması tavsiye edilmiştir. Ancak iyiyi elde etmesi için kendine özgür irade verilen insanın bu süreçte yanlış karar verme ihtimali de vardır. Çünkü insanın özgürce davranması doğal olarak hata yapma ve kötülüğe neden olma ihtimalini de içermektedir.(58)

 

İnsan bazan hata yapmakta ve birtakım olumsuz olaylara neden olmaktadır. Dolayısıyla Tanrı’nın insanlara zulmettiği ve kasten onların başına kötülükler verdiği inancı yanlıştır. İslâmiyet’e göre Tanrı öç almayı bekleyen ve insanların acı çekmesinden zevk alan bir varlık değildir. Öç almak, acı çektirmek ya da insanların mağduriyetinden zevk almak kâinatın yaratıcısının işi değildir. Bu tür şeyler olsa olsa gözü dönmüş, hırslı, kana susayan, çocukları öldürecek kadar vahşileşen zalimlerin işi olabilir. Tanrı, daima iyiliği istemektedir. Öyle olsaydı bizleri ve kâinatı yaratmazdı. Yine O kötülüklerin de bir an önce iyiye dönüştürülmesini ve insanların mutlu olmalarını dilemektedir. Acı çeksin veya çekmesin bütün insanlar Tanrı'nın kullarıdır. Var olmalarının temelinde de kötülük ve acı değil, iyilik ve sevgi bulunmak-tadır.

 

Sonuçta dünyada karşılaşılan fizikî kötülüklere karşı insan çalışıp tedbirini almalı, moral kötülüklere karşı da faziletli ve erdemli bir kişiliğe sahip olarak iyiliği hâkim kılmak için uğraşmalıdır. Zaten İslâm’a göre insanın Tanrı katındaki değeri de iyilikler uğrundaki gayretleri ve kötülüğü berteraf etmedeki çabalarıyla açığa çıkacaktır.

 

Kötülüklerin varlığını ateizme gerekçe olarak kabul etmeyen teistler onları dinle uzlaştırma ya da izah etme yoluna gitmişlerdir. Bunlara göre çekilen acı ve ıstıraplar hiç de anlamsız değildir. Tam tersine bunlar din için hayâti bir önem taşımaktadır. Meselâ gerçek ve samimi olan inançlar trajedi karşısında açığa çıkmaktadır. Böyle zamanlarda insanlar yaşamın ağırlığını ve ciddiyetini hissetmekte ve tembelliği bir kenara bırakarak davranışlarına çeki düzen vermektedirler. Doğrusu sıkıntılı anlarda inançların kontrol edildiği ve ölçüldüğü bilinmektedir.(59)

 

Bazı dindarlara göre inançta samimiyet çok önemlidir. İnsanların Tanrı'ya olan inançlarında içten olup olmadıkları normal zamanlarda bilinmemektedir. Böyle zamanlarda insanlar durumlarının farkına varmakta ve seviyelerini ölçmektedirler. Ancak bu durum en azından İslâmiyet'e göre Tanrı'nın sevgisini kazanmanın yolunun belâlardan, acılardan ve trajik durumlardan geçtiği anlamına gelmez. Tanrı inancı böyle durumlarda elbetteki insanlara yardımcı olmakta, onların dayanmalarına ve ayakta durmalarına olanak sağlamaktadır. Ancak acı ve ıstıraplar karşısında böyle bir direnmenin Tanrı'nın katındaki değeriyle, O'nun sevgisini kazanmak için hiçbir gerekçe yokken acı çekmeye çalışmanın ya da tehlikelere atılmanın ayrı değerlendirilmesi gerekmektedir. İslâm peygamberi en küçük bir canlıya dahi eziyeti yasaklamış ve onların öldürülmelerinden rahatsız olmuşken, insanın dinî gerekçelerle acı çekmesine veya çektirilmesine nasıl izin verebilir?

 

Kötülüklerin varlığı konusunda karşımıza kader meselesi de çıkmaktadır. Ancak bu konu çoğu zaman yanlış anlaşılmış veya anlatılmıştır. Tarihin bazı dönemlerinde Tanrı'nın varlığına inanan bazı insanlar acı ve ıstırapla karşılaştıklarında ümitsizliğe kapılarak bu dünyanın geçiçi olduğunu düşünmüş ve sadece cennette mutluluğun elde edilebileceğine kanaat getirmişlerdir. Dolayısıyla bu tür insanlar bazan kötülüklerle mücadelede pasif kalmış ve kendi kabuklarına çekilmiş, olup bitenlere de seyirci kalarak yaşamlarını devam ettirmişlerdir. Halbuki din (İslâmiyet) ve Tanrı inancı, inanan insanların kötülükler karşısında yılmalarını, miskinleşmelerini, güçsüzleşmelerini, hastalıklı bir biçimde yaşamalarını, başkalarına bağımlı olmalarını, dünyadan el etek çekmelerini yasaklamıştır.

 

Karşılaştığımız kötü olaylar kendi şartlarında değerlendirilmeli ve öylece yorumlanmalıdır. Aslında bu gibi olaylar Tanrı'nın varlığını, var olması gerektiğini bir kat daha güçlendirmekte ve evrenin Tanrı'sız olamayacağı düşüncesini de pekiştirmektedir. Daha önce ifade edildiği gibi kötülüklerin ortaya çıkışı belirli bir düzenin bozulmasından veya aksamasından kaynaklanmaktadır. Ancak Tanrı olmasaydı zaten belirli bir düzenden, iyilikten veya güzellikten de söz edilemeyecekti. Böyle bir durumda da kötülük diye bir problem olmayacaktı. Sonuç olarak herkes için üzücü olan kötülüklerin varlığından hareketle inançsızlığa düşmek yerine evrene ve hayatımıza hâkim olan iyilikler ve güzelliklerden hareket ederek Tanrı'nın varlığına gitmek daha akılcı olacaktır.(60)

 

d. Psikolojik Delil (Dinî Tecrübe Kanıtı)

İnsanın ahlâkî ve psikolojik yapıları Tanrı’nın varlığı için önemli kanıtlardır. İnsan sadece fiziksel ve biyolojik fonksiyonları bulunan bir varlık değildir. Yine o sadece beyni bulunan bilgisayar gibi bir makine de değildir. Yaratıcı ona aklın ve beş duyunun yanında düşünce, tasvir, rüya, tahayyül, sezgi, ilham vb. birtakım özellikler de vermiştir. Bunun yanında o kalp, gönül, vicdan vb. gibi mânevî güçlerle donatılmıştır. İnsan bu güçler sayesinde aşk, sevgi, iyilik, acıma, şefkat veya ülfet gibi iç zenginliklere sahip olmuştur. Sahip olunan bu zenginlikler de insana yüce bir güç tarafından verilmiştir. Aksi takdirde insanın böyle bir zenginliğe sahip olması mümkün değildir.

Sadece insanlarda değil, bütün canlılarda var olan aşk ve sevginin, sadakat ve vefa duygusunun arkasında (kaynağında) Tanrı’nın sevgisi yatmaktadır. Zaten aşk ve sevgi dolu olan Tanrı, insanın karakterine bu hasletleri işlemiştir. İnsanın bunları başka yerden (doğadan) alması mümkün değildir.

 

İçimizdeki ulvî ve ahlâkî duyguların da bir kaynağı olmalıdır. Bu kaynak da Tanrı’nın bizzat kendisidir. Meselâ canlı varlıklardaki anne şefkatinin karşısında duygulanmayan bir kişi düşünülemez. Böyle bir şefkatin karşısında Tanrı’yı hatırlamayan bir kişinin de vicdanından söz edilemez. Ne yazık ki insan Tanrı’nın kendine verdiği bu güzel hasletleri bazan unutmakta, ihmal etmekte ya da yerlerine kin ve nefreti koymaktadır. Mevcut aşk ve sevgi düzenini bozarak bir başkasına karşı insafsızca muamele de bulunabilmektedir. Ancak her şeye rağmen bu noktada dahi birçok insan kendini bırakmamakta, yaşama küsmemekte, inancını yitirmemekte ve ayakta kalabilmektedir. Bütün bunların kaynağında da Tanrı inancının yattığı muhakkaktır.

 

İnsanı Tanrı’nın varlığına götüren bir diğer kanıt da yaşamış olduğu psikolojik durumlardır. Bu durumların büyük çoğunluğu da temelde mistik olan dinî tecrübelerdir. Dinî tecrübeler pek çok insan için din açısından hayatî derecede önemli görülmektedir. Bu kişiler için din sadece aklî bir faaliyet olmayıp yaşanması gereken derunî bir tecrübedir de. Bu tecrübeler sayesinde insan inancını pekiştirmekte ve Tanrı’nın varlığından emin olmaktadır.

 

Ancak dinî tecrübe kanıtı psikolojik boyutu olan ve sübjektif yönü ağır basan bir kanıttır. Bir anlamda kişiye özgü olup dışarıdan test imkânı bulunmamaktadır. Dolayısıyla bu kanıt sayesinde bir başkasına Tanrı’nın varlığını ispatlama imkânı bulunmamaktadır. Ancak aynı şekilde bir başkasının da bu tecrübeyi yalanlama şansı yoktur. Çünkü bir insanın dışarıdan böyle bir olayın geçmediğini iddia etmesi için o tecrübeyi yaşayan insanın iç dünyasına vâkıf olması gerekmektedir. Böyle bir durum henüz söz konusu değildir. Dolayısıyla burada tecrübeyi yaşayan kişinin ifadesi önemli olmaktadır. Milyonlarca insan böyle bir tecrübeyi yaşadığını, sezerek, hissederek, etkilenerek Tanrı’nın varlığına şâhid olduklarını iddia etmektedirler. Dolayısıyla dikkate alınmaları kaçınılmazdır.

 

Buraya kadar görülen kanıtların özünde Tanrı inancının akla ve mantığa uygunluğu yatmaktadır. Ancak görüldüğü gibi inanmak da sadece zihnî bir faaliyet değildir. Aklî yönüyle birlikte dinin psikolojik boyutu da bulunmaktadır. Zaten duygu yönü bulunmayan bir inançtan da söz edilemez. Öyle olsaydı o inanç sadece teorik bir kabul olarak kalırdı. Halbuki pek çok insan kendi iç dünyasında birtakım duyguları yaşamakta, zaman zaman da bunlardan etkilenmektedirler. Bazan da bir olay karşısında, bir şok anında, mutlu veya mutsuz bir zamanında Tanrı’nın varlığını hissettiklerini hatta onunla beraber olduklarını söylemektedir-ler. İnsanlar yaşamış oldukları bu tecrübelerle Tanrı’nın varlığından emin olmakta, onu benliklerinde, şuurlarında ve kalplerinde hissetmekte, huzurlu ve mutlu bir şekilde yaşamaktadırlar. Yine bu kişilerin büyük bir çoğunluğu günlük yaşamın meşguliyetinden kendini arındırmakta, hırslarına ve tutkularına engel olmaya çalışmaktadırlar. Dünyevî menfaatler için insanlarla mücadele etmemeye, kalp kırmamaya, kimseyi ezmemeye gayret göstermekte, tevazuu kendilerine ilke edinerek kibirden ve kabalıktan da uzak durmaktadırlar. Bu yönleriyle dinî tecrübe kanıtına ve dolayısıyla inancın psikolojik yönüne ağırlık veren kişiler diğer insanlardan ayrılmakta ve kendilerine özgü bir yaşam biçimine girmekte-dirler.

 

Pek çok ortak yönü bulunmasına rağmen dinî tecrübe kavramı Batı’da ve İslâm dünyasında aynı şeyleri ifade etmemiştir. Bu kavram Batı’da, insanların Tanrı (İsa), Hz. Meryem, diğer aziz ve azizelerle, uyanık veya uykuda (rüyada) iken karşılaşmak, onlarla konuşmak ve birlikte olmaktır. Hıristiyan dünyasında çoğunlukla insanların dindarlığı da bu şekilde başlamaktadır. İslâm dünyasında ise, dinî tecrübe kavramı, inancın kalple yaşanan ve insana mutluluk veren duygu boyutu anlamına gelmektedir. Yani dinin aşkla ve sevgiyle yaşanması olayıdır. Tanrı’nın yüce bir varlık ve yüce bir yaratıcı olarak düşünülmesi, var olan her şeye de muhabbetle ve onun eseri gözüyle bakılması demektir. Bu durumu yaşantılarında gerçekleştiren ve yazdıkları şiirlerle en güzel örneklerini verenlerin arasında Yûnus Emre, Mevlâna (ö.1273) ve Ahmed Yesevî (1083-1166)(61) gibi ünlü düşünürler bulunmaktadır. Dolayısıyla dinî tecrübe insanın inandığı şeyle derunî bir hal içerisine girip o işten ve inandığı varlığın dostluğundan zevk almasıdır.

 

Başta Gazzâlî olmak üzere İslâm düşünürleri genelde imanın taklît, ilim ve zevk olmak üzere üç boyutu bulunduğundan bahsederler. Bunlara göre inanç esaslarının daha işin başında iken kabul edilmesine taklît denmektedir. İlim ise bu inançlarla ilgili bazı delillere ulaşmak, bilerek ve şuurunda olarak Tanrı’ya inanmaktır. Zevk ise inancın sadece bilgi düzeyinde kalmayıp yaşanması, ondan zevk alınması durumudur. Özellikle sûfîler bu son noktayı kendilerine hedef kabul etmiş ve insanları da o yöne gitmeleri için teşvik etmişlerdir. Batı dünyasında Bergson (1859-1941) başta olmak üzere pek çok düşünür inancın duygu yönüne büyük önem vermiş, bu konuda aklın yetersiz kaldığını söyleyerek kalbin ve derunî yaşamın öneminden bahsetmişlerdir.(62)

 

Ateistlerin dinî tecrübe konusunda söyleyecekleri fazla bir şey bulunmamaktadır. Doğrusu bu noktada eleştiri getirmeleri de zordur. Çünkü bir insanın içinde olup bitenleri dışarıdan tahmin etmek ve neler cereyan ettiğini konuşmak mümkün değildir. Onların yapabilecekleri tek şey böyle bir tecrübeyi yaşayanları dinlemek ve onları anlamaya çalışmaktır. Ya da olumsuz bir tavır sergileyerek her şeyi baştan reddetmekten ibaret olacaktır. Ne yazık ki çoğunlukla da böyle olmuştur.

 

Ancak yüzyılımızda Tanrı’ya inanmasa da dinî tecrübeyi yaşayan insanı anlamaya çalışan ve onun neler hissettiğini öğrenmek isteyen düşünürler de çıkmıştır. Bu kişiler için önemli olan şey tecrübe olarak anlatılan şeylerin doğru olup olmadıkları değil, inancın o insanların üzerindeki etkileri ve icra ettiği fonksiyonlarıdır. Bu açıdan bakıldığında Tanrı inancının kişinin derunî yaşamında nasıl bir rol oynadığını görmek ve anlamak daha kolay olacaktır.

 

e. Ahlâk Delili

Rasyonel ve psikolojik yönleriyle Tanrı’nın varlığına giden insan, bir başka yönüyle de aynı neticeye varabilmiş ve bu inancını ispatlayabilmiştir. O yön de insanın ahlâkî bir varlık olmasıdır. Bu özelliği sayesinde insan “iyilik” “güzellik”, “doğruluk”, “adalet” ve “hakkaniyet” gibi kavramlara sahip olmuş, pratikte de bunları tesis etmeye çalışmıştır.

Bütün yetenek ve vasıflarıyla Tanrı’nın varlığına gitmeye muktedir olan insanın ahlâkî yönüyle bundan uzak kalması düşünülemezdi. İçimizdeki vicdan, merhamet, sadakat, şefkat, vefa ve acıma duygusu da diğerleriyle birlikte Tanrı’nın kalbimize yerleştirdiği ve doğamıza nakşettiği işaretler olmuştur. Yeri ve zamanı geldiğinde bu değerler uğruna insanların varlığını, canını ve malını dahi tehlikeye atması, pek çok şeyden vazgeçmesi ondaki Tanrı inancının gösterge-sidir.

 

İnsan sadece biyolojik ihtiyaçları için yaşamaz. Yani hayat sadece yemek ve içmekten ibaret değildir. Tam tersine biyolojik ve fizyolojik ihtiyaçların karşılanması insan için amaç olmayıp birer araçtır. Bunlar birtakım ulvî amaçlara ulaşabilmesi için insana yardımcı olan ve ayakta tutan şeylerdir. Doğrusu insan gibi bir varlığın da sadece yemek ve içmek gibi bir amaçla varolmuş olması düşünülemez. Öyle olsaydı ortada çözülmesi gereken çok ciddi mantıkî problemler olurdu. Nitekim ormanda yaşayan ve günlük ihtiyaçlarını karşılayarak hayatını devam ettiren ve günü geldiğinde ortadan kaybolan canlı varlıkların durumunda bir anormallik görmemekteyiz. Hatta onların yaşamlarında dahi (kendi şartlarında) ahlâkî bir düzenin varlığını görmekte en zor zamanlarında dahi hemcinslerine sadakatte kusur işlemediklerini müşahade etmekteyiz. Dolayısıyla insandaki ahlâkî değerlerin varlığı o değerlerin bir kaynağı olarak Tanrı’nın varlığına büyük bir işarettir.(63)

 

Bir kısım düşünürler insanın ahlâkî yapısından hareketle Tanrı’nın varlığına giderken O'nu aynı zamanda ahlâkî yaşamın garantisi olarak görmüşlerdir. Meselâ ünlü Alman düşünürü Kant insanın mutlu olması gereken bir varlık olduğunu bunun da ahlâklı olmakla elde edilebileceğini söylemiştir. Kant’a göre böyle olduğu takdirde insanoğlu ulaşabildiği en yüksek iyiyi de elde etmiş olacaktır. Ancak Kant’a göre mevcut şartlarda (maddi dünyada) ahlâkla mutluluğun bir araya gelmesi çok zordur. İçerisinde yaşadığımız dünya ve fizikî çevrede pek çok engeller bulunmaktadır. Dolayısıyla bunun mevcut dünyamızda gerçekleşmesi imkânsızdır.

 

Kant’a göre insanın ahlâklı olarak mutluluğu yakalayabil-mesi ve mükemmel bir varlık olması için iki unsur gerekmektedir. Birincisi onun ölümsüz olması lâzımdır. Çünkü insanın şu anki yaşamı çok kısadır ve sorunlarla doludur. Sonuçta insan sonsuz bir yaşama sahip olmalıdır. İkincisi ve en önemlisi ise bunları kendine sağlayacak yüce bir gücün varlığı gerekmektedir. Bütün bunları düşünmenin yolu da evreni ahlâk kanunlarına göre idare eden mutlak bir varlığın tasavvurundan geçecektir.

 

Yine Kant’a göre ahlâkî ilkeler sadece ilke olarak kalmamalıdır. Onlar pratiğe dökülerek uygulanmalıdır. Bu ilkeler yaşama geçirildiği takdirde anlamlı olacaklardır. Bunun garantisi de ölümsüzlüğü bize kazandıracak olan Tanrı’nın varlığıdır. Görüldüğü gibi rasyonel ve geleneksel kanıtları eleştiren ve inancın akılla temellendirilemeyeceğini söyleyen Kant sonuçta başka bir yolla (ahlâk kanıtıyla) Tanrı'ya gitmiş ve O'nun varlığının gerekliliğine işaret etmiştir.(64)

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.