-
İçerik Sayısı
2.917 -
Katılım
-
Son Ziyaret
-
Lider Olduğu Günler
2
İçerik Tipi
Profil
Forumlar
Bloglar
Fotoğraf Galeresi
- Fotoğraflar
- Fotoğraf Yorumları
- Fotoğraf İncelemeleri
- Fotoğraf Albümleri
- Albüm Yorumları
- Albüm İncelemeleri
Etkinlik Takvimi
Güncel Videolar
_asi_ tarafından postalanan herşey
-
Rize Sivil Mimari Örnekleri Rize ve çevresinde sivil mimari doğal ortam, iklim, yaşam koşulları ve törelere göre şekillenmiştir. Yerleşimin bir bölümü doğal yapıya uyumlu olarak dağınık biçimde yerleşim düzeni göstermiş, bir bölümü de şehirlerin içerisinde yer almıştır. Rize yöresinde yapılanma daha çok Doğu Karadeniz Bölgesi’nin özelliklerini yansıtmaktadır. Kıyıya paralel, vadilerle bölünmüş yüksek dağlardan oluşan doğal yapı, iklim, zengin orman dokusu yapılanmayı etkilemiştir. Bu nedenle de yörede çok dağınık bir yerleşim dikkati çekmektedir. Bu dağınık yerleşimden ötürü de evler birbirlerinden oldukça uzak mesafeli olarak yapılmışlardır. Anadolu’nun diğer bölgelerinde olduğu gibi kırsal kesimde sıkışık bir düzen burada görülmemektedir. Yalnızca kent merkezi ile ilçe merkezlerinde sıkışık yapılanma görülmektedir. Sivil ve dini mimari yapımında zengin ormanlardan ötürü ana yapı malzemesini ahşap meydana getirmiştir. Yağışın fazla oluşundan ötürü de ahşabın yanında taş da sıkça kullanılmıştır. Kullanılan ağaç cinsleri arasında yağışa ve neme dayanıklı, kolay yanmayan, kurt işlemeyen sert kestane ağacı en çok kullanılan ağaç cinsidir. Ahşap malzeme çoğu kez boyanmadan doğal şekliyle kullanılmıştır. Bu da ahşap ile taşın kaynaştığı ilginç görünümler ortaya koymuştur. Sivil mimaride doğal alanların eğiminden ötürü planlar da ona göre düzenlenmiştir. Bu nedenle de yapılanma çoğu kez iki katlıdır. Evlerde ahır, depo gibi bölümlerin bulunduğu bölümlerin duvarları taştan örülmüştür. Yaşama birimleri ikinci katlardadır. Bu katların duvarları yöreye özgü bir sistemle örülmüştür. Burada ahşap ve taş birlikte kullanılmıştır. Taş temellerin aralarına dikey ve yatay biçimde hatıllar yerleştirilmiş, araları yine yatay ve dikey ahşap kirişlerle karelere ayrılmıştır. Bazı evlerde karelerin içerisi tek parça kesme taşlarla doldurulmuştur. Boşluklar da harç ile kapatılmıştır. Bu tür duvar örgüsüne dolap çatma veya göz dolması gibi isimler verilmiştir. Bazı örneklerde ise yatay ahşap bağlantıların çapraz bağlantılar almış ve bunun sonucu olarak üçgen bölmeler elde edilmiştir. Dolgu malzemesi olarak kırık taş ve sel taşı kullanılmıştır. Bu türde yapılan duvar örgüsüne dolap vurgu veya muskalı örgü ismi verilmiştir. Yörede bir de Taraba denilen duvar örgüsü vardır. Bu sistemde tahta veya kütüklerin köşelerine geçmeli bağlanarak üst üste yerleştirilmesinde elde edilen sistem kullanılmıştır. Buradaki geçmeler şekillerine göre boğaz, kurt boğazı, çalma boğaz, kara boğaz gibi isimler almıştır. Bu teknik daha çok küçük ölçüdeki köy evlerinde kullanılmıştır. Köy evlerinde çatıyı destekleyen köşe direklerine armoz, ortadakilere orta direk denilmiştir. Bu tür direkli örgü sisteminde direklerin araları 3-5 cm kalınlığında tahtaların üst üste konulmasıyla örülmüş, buna da dolma denilmiştir. Bazı evlerde bu tekniklerin hepsi bir arada uyumlu biçimde kullanılmıştır. Çoğu kez duvarların dış yüzleri çıplak bırakılmış, içleri de bağdadi tekniğinde sıvanmakta, bazen de tahta kaplanmaktadır. Üst örtüler yağıştan ötürü çok eğimli ve yüksek semerdam, kırma çatı şeklinde yapılmıştır. Üzerleri kiremit kaplanmıştır. Bu arada çatı boşlukları yüksek tutularak burası bir bakıma depo olarak kullanılmıştır. Saçaklar yağmura karşı duvarları korumak amacıyla geniş tutulmuştur. Rize evlerinde planlar birbirlerine yakın benzerliktedir. Evler hayat veya salonlu olarak düzenlenmiştir. Hayatlı evler yörede çok daha yaygındır. Hayat aslında evlerin girişindeki kapalı mekânlardır. Ocak hayatta bulunur, yemek burada pişirilir ve yenilir. Döşemeler çoğunlukla sıkıştırılmış toprak veya taştır. Burada odaların açıldığı orta bölüme geçilir. Bu bölüme mabeyn ismi verilmiştir. Mabeyn bazen çardak ile bazen de çıkma ile dışa açılır. Şehirlerde çok az sayıda eski ev koruma altına alınmıştır. Bunların çok azı koruma altına alınabilmiştir. Şehirdeki evlerde taş döşeli avludan taş döşeli mutfağa geçilmektedir. Evlerin mutfağında tepeden zincirle sarkıtılmış ocağın üzerinde bir kazan bulunmaktadır. Mabeyn mutfağın arkasında olup burada hole geçilmektedir. Holün çevresinde ise oturma ve yatak odaları sıralanmıştır. Rize’nin bazı evlerinde ise ana kapıdan doğrudan doğruya harem denilen konuk odasına geçilmektedir. Bu odada ocak ve çevresinde de sedirler sıralanmıştır. Oda ile mutfak arasında döner bir dolap yerleştirilmiştir. Rize evlerinin bir özelliği de nayla denilen serenderdir. Ürünlerin saklandığı, korunduğu serenderler hem hayvanların hem de nemin ürünlere zarar vermesini önlemek amacıyla topraktan ayrı direkler üzerinde yer almıştır. Bunları direkler taşımaktadır. Şehirlerde bunların yanı sıra büyük aileler için yapılmış iki veya üç katlı evler ve konaklar bulunmaktadır. Bu örnekler Türk konaklarına uygun plan düzeninde olup hayat bölümleri oldukça geniştir. Odalarda geniş yüklüklere sedirler dolaplara yer verilmiş ve bunlarda ağaç işçiliğinin en güzel örnekleri sergilenmiştir. Rize'nin en eski evlerinden biri olan Tuzcuoğulları evinin XVIII. yüzyılın sonlarında yapıldığı sanılmaktadır. Üç katlı olarak yapılmış mabeynli bir evdir. İçerisinde de çok sayıda oda, helâ ve banyo bulunmaktadır. Evin dışında ayrıca bir mutfak ve konak hamamı yer almaktadır. Rize Fındıklı ilçesinde Çağlayan Köyü’nün girişinde bulunan Mustafa Hacaloğlu evi beş katlı geleneksel ev tipindedir. Rize’nin en eski evlerinden birisi olan bu yapı serenderli tipin en eski ve en iyi örneklerinden birisidir. Fındıklı ilçesinde 1849 yılında Mehmet Usta tarafından yapılmış olan Hurşit Bey Evi, iki katlı ve hayatlı tiptedir. Zemin kat ahır, birinci kat esas yaşama alanıdır. Zemin kat yontma taş, birinci kat dolma göz duvarlara sahiptir. Evin esas planı mabeyne (hayat) bağlı bir iç hayat ve etrafındaki odalardan meydana gelmiştir. Odaların kapı kanatları, yüklükleri, tavanlar ahşap süsleme bakımından zengindir. Taş ocakların alınlıkları yaşmakları üzerinde bitkisel süslemelere ve kitabelere yer verilmiştir. Evin en görkemli odası batıdaki başodadır. Burada yan duvarlar üzerinde bazı büyük yapıları cami, saray, gemi, tren, top arabası gibi tasvirler yer verilmiştir. Giriş katındaki yarım daire merdiven ve eve su girişini sağlayan taş yalaklar da bu eve özgü özelliklerdir.
-
TAŞ KEMER KÖPRÜLER Rize’nin, deniz seviyesinden 2000 m. yüksekliğe ve 50 km’lik bir mesafeye ulaşan topografyası, oldukça dik yamaçlar meydana getirmektedir. Bu durum akarsuların denize hızlı bir akışla dökülerek derin vadiler açmalarına neden olmuştur. Buna bağlı olarak dağlık arazide yaşayan yöre insanı, sıkça karşısına çıkan akarsu vadilerini geçip konutlarına, yaylalarına ve tarım alanlarına ulaşmak için köprüler inşa etmiştir. Bu bakımdan Rize yöresinde taş kemer köprü mimarisi oldukça gelişmiştir. Yöre ikliminin etkisiyle (sel) bu köprüler çabuk yıpranmış ve sık sık onarım görmüşlerdir. Köprülerde herhangi bir kitabeye rastlanmamakla beraber, genellikle Osmanlı döneminin son zamanlarında yapıldıkları düşünülmektedir. Köprülerin tümü, akarsu yatağının iki yanında karşılıklı birer ayak üzerine yükselen yuvarlak ya da hafif sivri kemerli bir yay formundadır. İlk çağlardan itibaren farklı zaman ve mekanlarda farklı toplumlar tarafından kullanılan bu formun, tercih edilmesindeki ana faktör kullanımından doğan işlevidir. Köprülerin tümünün kemer biçiminde yapılmasının temelinde yatan düşünce, köprünün fevkani yapısı ile sık sık sel suları ile taşan akarsuların altında kalmamasını sağlamaktır. Ormanlık bir bölge olmasına rağmen köprülerin, ahşap yerine taştan yapılmasının nedeni; taşın, suya karşı ahşaba göre daha sağlam ve dayanıklı bir malzeme olmasıdır. Tümü dikdörtgen planlıdır ve bir çoğu tek ve yuvarlak kemerlidir. Çamlıhemşin’de ki Kadıköy Köprüsü ve Yukarı Durak Köyü Köprüsü çift kemerli köprülerdir. Ayrıca bugün sadece ayak kalıntıları kalan, Behice Köyü’nde yer alan köprünün ayak kalıntılarından çift gözlü olduğu tahmin edilmektedir. Köprülerin tek gözlü olmasının sebebi genellikle dar vadilere kurulmasından kaynaklanır. Bazı köprüler basık yada hafif sivridir. Köprü ayakları çift ya da tek yönde doğal kayalara oturmaktadır. Tümünün korkulukları köprü yolunun iki kenarında tek sıra kesme taş ile oluşturulmuştur. Köprülerin hemen hemen hepsinde kullanılan taş malzeme, düzgün kesme ve moloz taştır. Köprü kemerleri düzgün kesme taşlardan, ayaklar ve diğer kısımlar, moloz taşlardan inşa edilmiştir. Korkuluklar tek sıra taş olarak yapılmış olup, bazılarında sonradan eklenen demir korkuluklar yer alır. Yükseklikleri vadinin derinliğine göre değişmektedir. 2-3 m. yükseklikte köprüler bulunduğu gibi 15-20 m yükseklikte köprüler de vardır. En yüksek köprülerden biri de Çamlıhemşim İlçesi’nde yer alan Şenyuva Köprüsüdür. Bu köprü yaklaşık 20 m yüksekliktedir. Yine köprülerin uzunlukları da kuruldukları vadilerin genişliklerine göre 20 m ile 45 m arasında değişmektedir. Şenyuva (CinCiva) Köprüsü (Çamlıhemşin) Rize ili Çamlıhemşin ilçesinde, Fırtına Deresi üzerinde bulunan bu köprünün kitabesi bulunmadığından yapım tarihi kesinlik kazanamamıştır. Çevrede yaşayanlar köprünün 1699 tarihli bir kitabesi olduğunu ve 1946 yılında sel baskını sırasında kaybolduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu tarih doğru ise, bu köprü yörenin en eski köprülerinden biri olmalıdır. Köprü kesme ve moloz taştan tek gözlü olarak yapılmış, sonraki yıllarda korkuluk duvarı onarılmış ve üzerine demir bir kısım eklenmiştir. Batı yönündeki ayağı üzerine bir koruma duvarı geç dönemlerde yapılmıştır. Köprünün kuzeybatısında eski bir mezarlık bulunmaktadır. Kaptanpaşa Köprüsü (Çamlıhemşin) Rize ili Çamlıhemşin ilçesinde Yeşiltepe Köyü’nde bulunan köprünün kitabesi günümüze gelemediğinden yapım tarihi kesinlik kazanamamıştır. Bununla beraber yapı üslubundan XVIII-XIX. yüzyılda yapıldığı sanılmaktadır. Köprünün yapımı ile ilgili bir de öykü bulunmaktadır: Bu köprüyü yaptıranları çekemeyenler, köprüden bir taş alıp dereye atan çocuğu olmayan kadınların çocukları olacağını söylerler. Bunu duyan çocuksuz kadınlar köprünün korkuluğundan kopardıkları taşları dereye atarlar. Bunun sonucu olarak da köprünün korkuluğu yavaş yavaş ortadan kalkar. Bu nedenle de köprü üzerinden hiç kimse geçmez. Köprü iki kaya arasında moloz taştan tek gözlüdür. Fırtına Deresi Köprüsü (Ardeşen) Rize ili Ardeşen ilçesinde, Fırtına Deresi üzerinde bulunan bu köprünün kitabesi bulunmadığından yapım tarihi bilinmemektedir. Yapı üslubundan XIX. yüzyılın ikinci yarısında yapıldığı sanılmaktadır. Kesme taş ve moloz taştan yapılan köprü günümüzde harap bir durumdadır. Köprüköy Köprüsü (Çamlıhemşin) Rize ili Çamlıhemşin ilçesinde Fırtına Deresi üzerindeki bu köprünün korkuluk duvarı üzerindeki kitabesi okunamayacak şekilde silinmiştir. Ancak yapı üslubundan XIX. yüzyılda yapıldığı sanılmaktadır. Moloz ve kesme taştan yapılan köprünün genişliği korkuluk duvarıyla birlikte 2.90 m.dir. İki yanında dik korkuluk duvarları bulunmaktadır. Ancak bu duvarların bir bölümü yıkılmıştır. Köprünün batısına küçük bir tahliye kemeri eklenmiştir. Kaptanpaşa Buzlupınar Köyü Köprüsü (Çamlıhemşin) Rize ili Çamlıhemşin ilçesi Buzlupınar Köyü’nde bulunan bu köprünün kitabesi günümüze gelemediğinden yapım tarihi kesinlik kazanamamıştır. Bununla beraber yapı üslubundan XIX. yüzyılda yapılmıştır. Köprü iki ayaklı konsollu ve ağaçtan yapılmıştır. Köprü gövdesinin yağmurdan etkilenmemesi için de üzerine ahşap bir çatı yapılmıştır. Çağlayan Köprüsü (Fındıklı) Rize ili Fındıklı ilçesinde, Çağlayan Köyü’nün ortasından geçen Abu Deresi üzerinde bulunan bu köprünün de ne zaman yapıldığı bilinmemektedir. Kesme taştan tek gözlü bir köprünün korkuluk duvarları yıkılmıştır. Köprü ayakları, tempan duvarları moloz taştan örülmüştür. Kemer eğilimine göre tahliye kısmı ortada dana yüksektir. Güneyce Köprüsü (İkizdere) Rize ili İkizdere ilçesinde, İyidere Suyu üzerinde bulunan bu köprünün yapımına 1898 ylında başlanmış ve 1901 yılında bitirilmiştir. Banisi bilinmemektedir. 1971 yılındaki bir selden yıkılmış, 1978 yılında da yeniden onarılmıştır. Kesme ve moloz taştan olan köprü yuvarlak kemerli ve tek gözlüdür. Köprünün genişliği 26.50 m.dir. Tempan duvarları kemerin eğilimini azaltmıştır. Korkuluk duvarları tek taş dizisinden yapılmıştır. Dörtgözlü Köprüsü (Pazar) Rize ili Pazar ilçesinde bulunan bu köprünün kitabesi günümüze gelemediğinden yapım tarihi bilinmemektedir. Yapı üslubundan Osmanlı döneminde yapıldığı anlaşılmaktadır. Büyük olasılıkla da XIX. yüzyılda yapılmıştır. Kesme taş ve moloz taştan dört yuvarlak kemerli bir köprüdür.
-
ATMACA KÜLTÜRÜ VE ATMACACILIK Rize’nin kültürel dokusu içerisinde “Atmaca Avcılığının ve Eğitiminin” önemli bir yeri vardır. Geleneksel bir unsur olan “Atmacacılık”, başta Ardeşen ilçesi olmak üzere Çayeli, Pazar ve Fındıklı ilçelerini de kapsayan sahil kesiminde yaygın olarak görülmektedir. Atmacacılık, atmacanın yakalanmasından, eğitilmesine ve atmacayla avcılık yapılmasına kadar uzanan zahmetli bir süreci ifade eder. Bu süreçte ilkin bir böcek (çekirge, danaburnu v.b.) tutulur. Bu böcekle bir kuş (serçe, güvercin v.b.) yakalanır ve bu kuş vasıtasıyla da atmaca tuzağa çekilerek yakalanır. Yakalanan atmaca eğitilir ve sonra da atmacayla ava çıkılır. Başından sonuna kadar büyük bir uğraş, ustalık ve sabır gerektiren atmacacılık, bölge kültürü içerisinde kendine has bir yer edinmiştir. Atmaca kültürü; renk, şekil ve hareketlerine göre atmacalara verilen isimlerden, bu uğraş için kullanılan malzemelere, böceklere, kuşlara ve atmaca tutkusunun yarattığı türkülere, atasözlerine, anlatmalara kadar uzanan zengin bir birikimdir. Bölge insanının atmacaya olan bağımlılığı öyle bir seviyededir ki, atmacaları öldüğünde günlerce ağlayanlardan sıkça söz edilir. İnsanı böylesine etkileyen bu sevginin nedeni ancak tutkuyla ve geleneksel duyguyla ifade edilebilir. Çünkü atmacacılık yapanlar ne yakaladıkları atmacanın, ne avladıkları bıldırcının ve ne de harcadıkları eforun maddi olarak karşılığını alamazlar. Tek ödülleri aldıkları manevi doyumdur. Doğadaki hayvan ilişkilerini ve içgüdülerini kullanabilmeyi / yönlendirebilmeyi öğrenmiş olan yöre insanı, ne zaman başladığı bilinmeyen bu ata sporunu yapmaktan büyük bir keyif duyar. Yörenin kültürel sembollerinden biri olan atmaca, Ardeşen Kaymakamlığı ve Ardeşen Belediyesi tarafından düzenlenen “Ardeşen Atmaca Şenlikleri”ne de esin kaynağı olmuştur. Ayrıca son yıllarda gerek ulusal, gerekse uluslar arası basın yayın organlarının ve konu ile ilgilenen kişilerin de bölgeye gelerek araştırmalarda bulundukları gözlemlenmektedir. Atmaca Tutkusu Bölge insanının atmacaya olan aşırı bağımlılığı ve yürekten vurgun olmasından dolayı da birçok türkülere ve manilere konu olmuştur. Bunlardan bazıları bölge insanının gerçek duygularını yansıtırken bazıları da bölge insanını hiç tanımayan, buradaki insanların atmacayı nasıl sevdiklerini bilmeden onu öldürüp yediklerini ima etmektedir. Oysa atmacayı yemek şöyle dursun atmacayı öldürenler bile lanetlenerek toplum dışına itilir. Atmacaları öldüğünde insanların günlerce ağladıkları sıkça anlatılmaktadır. Bölge insanını böylesine etkileyen bu sevginin nedeni pek anlaşılır gibi değildir. Bu işle meşgul olanların ne tuttukları atmaca nede avladıkları bıldırcın harcadıkları eforun ve ettikleri masrafın karşılığıdır. Ama nedendir bilinmez Ağustos ayı geldiğinde insanlar çalıştıkları fabrikalardan ücretsiz izne ayrılarak yarı aç yarı tok dağlarda bu kuşun peşinde gezerler. Bir kültürün, bir geleneğin yaşatılması çok güzeldir. Fakat bu kültürü yaşatırken başka bir canlının hayatını ve neslini tehlikeye düşürmek insan yüreği taşıyanların hoş görebileceği bir şey değildir. Atmaca küçük yırtıcı kuşlar gurubundan bir göçmen bir kuştur. Kertenkele, yılan, kurbağa, fare ve küçük kuşları avlayarak beslenir. Yeryüzünde avını ondan daha ustaca yakalayabilen bir yaratık daha yoktur. Avını yakalarken gösterdiği üstün performans ve atikliği görmeden tahmin yürütmek mümkün değildir. Bir ok gibi fırlar ani bir hareketle avını pençeleriyle yakalar. Ağırlığı 180-300 gram civarındadır. İlim dilinde adı Accipiter Nisus'tur. Erkeği dişisinden küçüktür. Avda genellikle daha güçlü ve dayanıklı olduğu için dişi atmacalar kullanılır. Atmacanın erkeğine "Mamulitsa", bir yaşından büyük olanlara da "Tüylek" denir. Avcılık için, insana alışmaları ve eğitilmeleri daha kolay olduğundan tutuldukları senenin yavruları yani bir yaşını doldurmamış olanlar genellikle tercih edilmektedir. İyi huylu atmacalar saklanıp bir sonraki sezonda avda kullanıldığı gibi, ender olsa da doğada kalmış bir yaşından büyük atmacalarla da (Hava Tüyleği) avcılık yapılmaktadır. Atmaca, Avrupa, Asya ve Afrika'nın ormanlık bölgelerinde yaşar. Ağustos ayından başlamak üzere Ekim ayının sonuna kadar kuzeyden güneye ve kışı güneyde geçirdikten sonra da Nisan Haziran aylarında da güneyden kuzeye göç etmektedir. Edinilen bilgilere göre, Atmacalar sonbahar göçünde Orta Avrupa, Orta Rusya ve güney batı Asya ormanlıklarından güneye doğru göç ederler. Bu göçler esnasında iki yoldan ülkemizin doğu ve batı sınırlarına yakın bir yol takip ederler. Birinci göç yolları; Alplerden başlamak üzere Adriyatik sahilleri, Yunanistan, Doğu Trakya ve İsİstanbul boğazını takiben güneye iner. İkinci yol ise, Orta Rusya'dan başlamak üzere Kafkas dağlarının batı yamaçlarını takiben Karadeniz kıyılarından Doğu Karadeniz dağlarını geçerek güneye inerler. Ülkemizde Atmacacılık olarak bilinen atmaca ile avcılık; Rize'nin Çayeli, Pazar, Ardeşen, Fındıklı ve Artvin'in Arhavi, Hopa, Kemalpaşa ilçelerinde yapılmaktadır. Bu yerleşim yerlerine mensup olup ta batıya göç edenler bulundukları yerlerde uygun ortam buldukları; İstanbul, Kocaeli, Sinop, Samsun gibi yerlerde de bu ata sporu yapılmaktadır. Edinilen bilgilere göre, Atmacalar sonbahar göçünde Orta Avrupa, Orta Rusya ve güney batı Asya ormanlıklarından güneye doğru göç ederler. Bu göçler esnasında iki yoldan ülkemizin doğu ve batı sınırlarına yakın bir yol takip ederler. Birinci göç yolları; Alplerden başlamak üzere Adriyatik sahilleri, Yunanistan, Doğu Trakya ve İstanbul boğazını takiben güneye iner. İkinci yol ise, Orta Rusya'dan başlamak üzere Kafkas dağlarının batı yamaçlarını takiben Karadeniz kıyılarından Doğu Karadeniz dağlarını geçerek güneye inerler. Ülkemizde Atmacacılık olarak bilinen atmaca ile avcılık; Rize'nin Çayeli, Pazar, Ardeşen, Fındıklı ve Artvin'in Arhavi, Hopa, Kemalpaşa ilçelerinde yapılmaktadır. Bu yerleşim yerlerine mensup olup ta batıya göç edenler bulundukları yerlerde uygun ortam buldukları; İstanbul, Kocaeli, Sinop, Samsun gibi yerlerde de bu ata sporu yapılmaktadır. Atmacacılık birbirini izleyen bir avlar zinciridir. Nihai hedefi yırtıcı bir kuş olan atmacanın içgüdüsel eğilimlerinden faydalanarak bıldırcın avlama yöntemini içerir. Atmacacılığın ilk aşaması, çekirge (Mkholi) veya danaburnu (Gvapha) yakalamakla başlar. Daha sonra sırasıyla; Ğvapha ile Ciceğeni/öaço, Ciceğeni ile Atmaca (Siftheri), Atmaca ile Bıldırcın (Orthiçhi) yakalamayla bu avcılık son bulur. Çekirge ve böcekleri yiyerek beslenen Ciceğeni/Gaço (Çekirge kuşu) Atmacayı aldatıp yakalamak için çok elverişli bir kuştur. Çünkü; alıştırıldığında oturmakta olduğu değnekten kolay kolay uçmayan, uçunca da, ayağına bağlı olan ipin menzili kadar (4050 cm) havaya doğru uçup tekrara değneğe konan ve asla değneği bırakmayan bir özelliğe sahip ender kuşlardandır. Ciceğeni/Ğaço'yu yakalamak için iki yöntem kullanılmaktadır. Biri eski tip bir tuzak olan "Kandara" yöntemidir, günümüzde artık pek kullanılmamaktadır. İki çatal ağaç arasına konan bir çubuğun üzerine at kuyruğundan koparılan kıllardan yapılan ilmekler dizilir, kuşun oturup ta uzanamayacağı bir yüksekliğe, iki çatal dal arasına gerilen bir ipe de "Mkoli" (Çekirge) Asılarak kuşun çekirgeyi görebileceği bir yere konur. Çekirgeyi yemek için gelen kuş ilmeklerin olduğu çubuğa ayak basmak zorunda olduğundan hareket ettikçe ilmeklerden biri ayaklarına dolanır ve yakalanır. İkinci yöntemde çeşitli düzenekleri olan kafesler yapılmaktadır. Burada da "Gvapa" (Danaburnu) yem olarak kullanılır ve kuş yakalanır. Bu yakalanan kuşlarda aranılan özellikler mevcut ise eğitilmeye başlanır. Göğsü beyaz, arkası kırmızı, gagası siyah olan büyük kuşlar tercih edilmektedir. Bunlara bir hafta kadar çubuğa konma ve yem yeme eğitimi verildikten sonra korunaklı bir yere oturtulur. Kuşlar üç hafta kadar sonra gözleri meşin bir kapakla kapatılarak atmaca tutmaya hazır hale getirilir. Meşin kapakla kapatmanın sebebi atmacayı görüp korkmaması içindir. Meşin kapağın alt tarafı, yem yemesi ve uçtuktan sonra çubuğu görebilmesi için açık bırakılır. Kuşları hazır hale gelmiş olan insanlar Ağustos ayının on beşinden sonra artık başka bir serüvene, Atmaca tutmak için atmacanın göç yolu olan dağlara kamp kurarlar. Çeşitli dönemlerde yapılan gözetleme lerden sonra tespit edilmiş olan yerlerde atmacayı yakalamada kullanılan "Tenta" denen, ortama uygun çalı çırpıdan yapılan kulübeler yaparlar. Tenta atmacanın gelişini görecek şekilde dizayn edilir. Önüne "Neferi" veya "KaliSindomi" denen ağlar gerilir. Atmaca karşı tepeden gelmeye başlayınca avcı Tenta içindeki pozisyonunu alır, siperin arkasına gizlenerek kuşu ağın önünde uçurur. Buna kuş oynatma denir. Atmaca gelinceye kadar kuş oynatmaya devam edilir. Atmaca bir iki km den bu kuşu görebilir ve eğer aç ise kuşa doğru gelmeye başlar. Buna "Oxuntsu" (Süzülme) denir . Tabiatta atmacalar genellikle kuşları daldan uçurduktan sonra tutarlar. Bu nedenle Atmaca bir iki metreye yakına gelince avcı kuşu kaçıyormuş gibi çeker. Bu zamanlamayı ayarlamak ustalık ister. Bu da tecrübeyle sağlanır. Geç kalınırsa atmacanın kuşu yaralama ihtimali vardır, erken kuş çekilir ise, çok zeki bir kuş olan atmacalar hemen tuzağı anlarlar ve havaya doğru bir kavis çizerek uzaklaşırlar buna da "Esthu" denir. Bu aşamaların başarıyla yerine getirilmesinden sonra Atmaca hızlı bir şekilde Tutulan atmacalar, kafası ve kuyruğu dışarıda kalacak şekilde bir mendille bağlanır. Daha sonra ayaklarına meşinden yapılan "Çhakşiri" ve uçma esnasında belinin zedelenmemesi için bel bağı bağlanır. Acemi Atmacalar önce kola oturtma ve yem yemeye alıştırılır. Yem yemeye alıştırılan atmacalar kola oturtularak göğüs ve sırt tüyleri okşanır. Buna "Oxomçhu" (Ehlileştirme) denir. Atmacalar genellikle pişmiş yumurta ve tuzsuz etle beslenir . Kola oturtma ve insana alıştırma safhasından sonra bıldırcın avlama zamanı gelmiştir. Atmaca, yapılacak olan av için bir gece önceden aç bırakılır. Ertesi gün sabah erken saatlerde av yerine intikal edilir. Av köpeklerinin uçurdukları bıldırcınların arkasından avuç içinde tutulmakta olan atmaca salınır. Atmaca bıldırcını yakalar ve yere oturur, avcıda gider itinalı bir şekilde bıldırcını Atmacanın pençelerinden alır. Doğadaki hayvan ilişkilerini ve içgüdülerini kendi çıkarları için kullanan yöre insanı, ne zaman başladığı bilinmeyen bu ata sporunu yapmaktan büyük bir keyif duyar. Atmacanın vücudunu örten tüylerin rengine ve bilhassa göğsündeki yazılara göre çeşitli adlar verilir ve bu yazılar aynı zamanda Atmacaların değerini de belirler. Tüylerinin rengi ve şekillerine göre Atmacalar üç ana gruba ayrılır. Karalar, Kızıllar ve Sarılar a) Karalar: Bu tür doğada mevcut olan atmacaların % 45-50 sini oluşturur. Amaca uygun olanı kıymetli ise de huysuz ve avına gitmeyenine de sıkça rastlanılmaktadır. Kara, Karanın ufağı, Karanın büyüğü, Kara kızıl, Mçhita kara, Boz kara, Açık kara, Kel boz kara Beyaz Karanın büyüğü, Kara kızıl, Mçhita kara, Boz kara, Açık kara, Kel boz kara Beyaz açık kara, Karanın ispiri diye çeşitleri vardır. B ) Kızıllar: Doğada mevcut atmacaların %3540 ını oluşturur. İyi avcı oldukları bilinmektedir. Kızıl, Kızılın ufağı, Kızılın büyüğü, Boz kızıl, Çam kızıl, Mçhita kızıl, Kçe kızıl, Yanmış çam kızıl, Uça çam kızıl, Beyaz çam kızıl, Beyaz boz kızıl, Xasi mçhita kızıl, Yanmış çam kızılı, Kızıl ispiri diye çeşitleri vardır. c) Sarılar: Doğadaki atmacaların % 10-20 sini oluştururlar. Atmacaların en asil olanları bu türdendir. Avcılar arasında Sarı ve İspiri Atmacaların piri olarak kabul edilmektedir. Sarı, Sarının ufağı, Sarının büyüğü, İpek sarı, Sarı çam kızıl, sarı boz kızıl, Açık sarı, Yanmış sarı, Beyaz açık sarı, Sarı ispiri diye çeşitleri vardır. Ağustos ayı geldiğinde yeni Atmaca sezonunun açılmasıyla bölge insanında büyük bir hareketlenme ve coşku yaşanmaktadır. Tabiri caiz ise insanlar atmaca ile yatar atmaca ile kalkar. Günler hep Atmaca düşünülerek, atmaca konuşularak geçer. Atmaca ile ilgili eski ve yeni ne varsa tekrar tekrar anlatılır.
-
EL SANATLARI Bakırcılık Rize’de günümüzde daha çok turistik amaçlı yapılan bakır dövmeciliği hem şekil bakımından hem de dövme sanatı bakımından komşu illerin bakır dövmeciliğinden farklıdır. Rize bakır dövmeciliği daha fazla işçilik isteyen ince çekiç dövmeciliğine dayanır. Başka yerlerdeki gibi iri ve seyrek darbeli değildir. Rize bakır işlemeciliğinde yayvan güğüm, kazan ve ibrik gibi eşyaların alt bağlantı yerleri geçme-dövme şeklinde daha dayanıklı olarak yapılır. Böyle yapılmayan kazan, güğüm ve ibrik gibi eşyaların alt bağlantı yerleri ters doğru şeklinde dövme yapılarak tamamlanır. Ağaç Oymacılığı ve Ahşap Süslemeciliği Rizeli, ev, cami ve nayla gibi yapılarını yaparken sadece ihtiyacını gidermekle kalmamış, bunların güzel olmasını da istemiştir. Devrin ustaları eserlerini yaparken bu yapılarda simetri ve mükemmellik gibi estetik unsurları ihmal etmemişlerdir. Ağaç oymacılığı ve ahşap süslemeciliği genellikle ahşap ev eşyalarında, camilerde, evlerde, nayla (Serender veya seslender) gibi yapıların çeşitli bölümlerinde kullanılmıştır. Ev eşyalarında şimşir, armut, dut gibi sert yapılı ağaçlar tercih edilmiştir. Ev, nayla ve camilerde ceviz, kestane, karaağaç ve kiraz kullanılmıştır. Sepetçilik ve Hasır Örme Rize yöresinin engebeli arazi yapısı yüzünden taşımacılığın büyük bir bölümü sırtta, sepetle yapılmaktadır. Hatta öyle ki sepeti yerde durdurmak için bile sivri ayaklar kullanılır. Sepetin çeşitli şekilleri olmakla birlikte genelde iki ayaklıdır ve sırta alınması için iki bağı vardır. Kestaneden yapılanları daha dayanıklı olsa da büyük çoğunluğu fındıktandır. Hasır ise mısır koçanının yaprağından veya saz bitkisinden örülerek yapılır. Eskiden beri iskemle örücülüğü mevcuttur. 1940’larda ise daha da geliştirilerek atölyeler açılmış, hasır koltuklar, çantalar vs. örülmüştür. Ancak şimdilerde birkaç kişi dışında bu meslek de terk edilmiştir. Bugün yapan kişiler söğüt çubuğu da kullanarak plaj ve piknik sepetleri örüp, turistik eşya olarak satışa sunmaktadır. Rize Bezi Dokumacılığı Geçmişte Rize’de en yaygın el sanatı dokumacılıktı. Kenevir ipliğinden dokunan bu bezler, iç çamaşırı yapımında kullanılırdı. Dokunan Rize bezleri birçok dış ülkede alıcı bulurdu. Ancak, Cumhuriyet döneminde kenevir üretiminin giderek yerini çay üretimine bırakması ve dokumalarda pamuk ipliğinin kullanılmasıyla dokumaların nitelikleri de değişmiş, ilde kenevir üretimine dayanan dokumacılık giderek azalmıştır. Kenevir ipliği ile dokunan bezler teri çabuk kuruttuğu, havsız olduğu için alıcısı çoktu. Pazarın geniş olması kenevir üreticiliğini de yaygınlaştırmıştı Genel olarak Rize bezi diye bilinen bezlerde (feretiko, keten, şut bezi) daha çok kenevir ipliği, kimilerinde de pamuk ipliği kullanılıyordu. İl dışından sağlanan pamuk ipliği ile peştamal ve peçete, hayvancılıkla geçinen dağ köylerinden sağlanan yün ipliği ile şal denilen kaba kumaşlar dokunuyordu. Son yıllarda dokumacılık sektörü diğer illerden getirilen hammaddeyi Rize’de bulunan birkaç atölyede işleyerek, günümüz modasına uyarak varlığını devam ettirmeye çalışmaktadır. Çorap Örme Çorap, özellikle de Hemşin çorabı aranan el sanatlarımızdandır. Çeşit, model ve desen açısından zengin bir el sanatı ürünüdür. Ama temelde iki ve tek telli diye ayrılır. Tek telli olanlar, yani renksiz olanlar genelde erkek içindir ve boyları fazla uzun olmaz. Bayan çoraplarının da kısa olanı vardır, ama genelde uzundur. Eskiden doğal boyalarla boyanan yün iplerden yapılan çoraplar günümüzde daha çok orlon iplerle aynı geleneksel desenlerde örülmektedir. Ağaç İşçiliği İklimi ve yapısı gereği çok ve değişik ağaç türlerinin yetiştiği ilimizde el sanatları konu edilince elbette ki ağaç işleri ilk akla gelen, en bol ürün veren alandır. Burada ağacın pek çok çeşitleri vardır. Bazıları çok kalındır, yekpare oyularak, oya gibi işlenerek kap kacak ve eşya yapılır. Bazıları yumuşaktır, kolay işlenir, bazılarının sertliğinden ve ağır olmasından yararlanılır. Kızılağaç, kestane, ceviz, köknar, gürgen, dişbudak, ıhlamur, fındık, komar, armut, kiraz başlıca ağaç çeşitleridir. Bu kadar çeşitli malzemeyi kullanarak, değişik eşyalar yapan ustanın da çok maharetli ve yetişkin olması gerekir. Ağaç işleri ustası, sadece bu bölümde geçen işleri değil bunun yanı sıra evleri ve camileri de yapmakta; oymacılık ve ağaç süsleme sanatlarında da ustalığını ortaya koymaktadır. Kadı Kullanış amacına göre büyük olur, küçük olur, yuvarlak veya yavan olur. Genellikle kestane, köknar ve ıhlamur ağacından yapılır. Kullanıldığı işe göre isimlendirilir. Turşu kadısı, yağ kadısı, minci kadısı, tuz kadısı vs. Gerdel Ardeşen’de "Gergen" de denir. Büyükbaş hayvanların yem kabı olarak kullanılan gerdel, ortalama 40 cm çapında ve 35 cm yüksekliğindedir. Kadıdan farklı olarak ağızdan geniş, tabandan dardır. Hem kadının hem de gerdelin kovan gibi oyularak yapılan şekilleri de vardır. Oyma kadı ve gerdeller için ıhlamur kütükleri kullanılır. Kayık Doğu Karadeniz Bölgesi’nde çokça rastlanan bu küçük balıkçı teknesi, yöremizde amatör balıkçılık yapmakta kullanılmaktadır. Sağlam olması için yapımında kestane ağacı kullanılır. Önce ince kasnak denilen iskeleti yapılır. Daha sonra da iskeleti dıştan örten tahtalar çakılır. Kayığın alt kısmındaki ağaca "kayak" denir. Üst yakalarda kürek ipinin takılacağı karşılıklı takaçlar yerleştirilir. Arka kısma takılan seyyar manivelalı tahta(dümen), kayığın hareket halindeki yönünü ayarlamaya yarar, orta bölümde bırakılan boşluk, depo olarak kullanılır. Üst döşemeler, av malzemelerinin korunması ve oturmak içindir. Dört metreden on metreye kadar değişik uzunluklarda yapılan ve bugün de çokça kullanılan bir deniz aracıdır. Karadenizlinin sosyal ve ekonomik hayatında önemli bir yer tutar. Konsol ve Sandık Konsol genellikle ceviz doğramadan yapılmaktadır. Yaklaşık bir metre yükseklikte bir sandık görünümündedir. En üstte iki veya üç sürme bulunur. Bu sürmeleri genişlemesine iki veya üç sürme daha takip eder. Koppa (Kepçe) ve Kuzi (Kaşık) Günümüzde de kullanılan odun kepçe (Koppa), kaşıktan biraz daha büyük ve sapı daha uzundur. Sulu yemeklerin karıştırılmasında, dağıtılmasında kullanılır. En makbulü şimşir ağacından yapılandır. Komar odunu, karaağaç ve gürgen ağacından da yapılmaktadır. Küçüklerine kaşık denir. Oyma ve süsleme sanatlarının en güzel örneklerini bazı kaşık ve kepçelerde görmek mümkündür. Yukarıda verilen örnekler dışında ilimizde ağaç işleri olarak Ozaşe (Ezmelik), Tepuri (Sofra Sağra, Ekmek Teknesi), Kuli (İskemle), Mangana (Dibektaşı Tokmağı), Delme Kovan (Gunni), Yayık, Kulek, Kot ve Ölçek gibi ürünler de yapılmaktadır.
-
YÖRESEL KIYAFETLER Gündelik yaşamda kullanılan kıyafetler ve aksesuarlar bütün toplumlarda zamana bağlı olarak değişim göstermektedir. Bu, sosyo-kültürel değişimin kaçınılmaz bir sonucudur. Yaşanan değişim, toplumun geleneksel yapısının gücüne ve dış etkenlere karşı direncine göre hızlı veya yavaş olabilmektedir. Rize bölgesinde 1950’lerle birlikte başlayıp gittikçe etkisini hızlandıran çay tarımının, kasabalara, köylere yönelik kalkınma hamlelerinin etkisiyle ortaya çıkan ekonomik gelişme ile dış göç ve modernleşme (teknoloji, iletişim, okur-yazarlık…) alanında yaşanan hızlı yayılmanın sonucunda geleneksel giyim-kuşam tarzı değişime uğramıştır. Bugün daha çok geleneksel (kapalı) toplum yapısını az çok koruyan kasabalarda, köylerde, ailelerde ve toplumun yaşlı kesiminde görebiliyoruz. Kent ve ilçe merkezlerinde ve de toplumun genç-orta kuşaklarında modern yaşamın giyim-kuşam tarzı hakimdir. Geçmiş yıllarda kıyafetlerin çoğunluğu bölgede imal edilen kumaşlardan (Rize Bezi, Tilo…) yapılmaktayken günümüzde daha çok dışardan satın alınan kumaşlarla yapılmaktadır. Kadın Kıyafetleri Yöre kadını gündelik işlerini yaparken rahat çalışabileceği giysiler giymektedir. İçten "foga" denen elbise, etek buluz veya köynek giyilir. Bunun üstüne kokneç bağlanır. Alta uzun çorap ve lastik ayakkabı (eskiden çarık) üstte ise bele dolaylık dolanır, başa önce tülbent veya çember onun üstüne de makaslı peştamal ya da puşi bağlanır. Arkadan saran kalın kuşak , gün boyu ıslak zeminde çalıştığından onu oturduğu yerin zararından korumakta, uzun çorapları ıslandığında her gün değişimi kolaylaştırmakta, önlükleri peştemali ise yine günlük işlerden kıyafetlerinin kirlenmesini , yıpranmasını önlemektedir . Takı olarak altın beşi birlikler, bilezikler, taşlı altın yüzükler ve 22’lik lira diye adlandırılan küpeler mevcuttur. Dolaylık Eni 130 cm boyu 80 cm civarında olan ve bele sarılan bir aksesuardır. İki renkli ve geniş paftalı olarak dokunur. Bele dolandığı için dolaylık adını almıştır. Bulüz: Genellikle Rize bezinden yapılır. Robadan büzgülü, hakim yakalı, uzun kollu, manşetli veya manşetsiz bir beden giysisidir. Kokneç Önlük özelliği taşıyan bir giyecektir. Genellikle ince siyah kumaştan yapılan kokneçlerin kenarları işlemelidir. Ön kısımlarına cep konabilir. Köynek (Gömlek) Keten kadife gibi kumaşlardan yapılan, kollu ve diz kapağı altına kadar uzanan bir özelliğe sahiptir. Daha çok Hemşin ve çevresinde kullanılmaktadır. Elbise (Foga) Desenli ve çiçekli kumaşlardan yapılan bedeni düz, kolları uzun, belden aşağı büzgülü, etekleri fırfırlı uzun bir elbisedir. Yukarıdan makaslı peştamal ve aşağıdan dolaylık elbiseyi örter. Makaslı Peştamal Başa örtülen büyükçe bir örtüdür. Boy kenarları kalın, orta bölümleri ince düz çizgili şekilde uzanır. Enine olan kenarı püsküllüdür. Etek Desenli kumaştan yapılan, belden lastikli, etekleri fırfırlı, sutaşı ile süslü uzunca bir giysidir. Erkek Kıyafetleri Erkek giyiminde alttan şalvar, "şıkva şalvar" veya "zıpka" denilen üstü bol, dizden aşağısı dar bir giysi giyilir. Üste ise gömlek, yelek ve ceket giyilir. Ayağa yün çorap, ayakkabı olarak da "çapula" veya "çarık" giyilir. Başa "kudi" ve "kukula" denen başlıklar takılır. Bu başlıklarda uzunca bir bağ da olabilir. Kukula Lacivert veya siyah renkli pamuklu kumaştan yapılan bir erkek başlığıdır. Başa giyilen bölüm üçgen şeklindedir. Üçgenin ortası sutaşı ile süslenmiştir. Gömlek Geçmişte, yöresel kumaşlardan yapılan gömlekler genellikle uzun kollu, önden düğmeli, hakim yakalı veya sıfır yakalı olarak dikilmektedir. Şalvar (Zıpka) Arka ağı ve üst kısmı bol, dizden aşağısı dar olan bir giysidir. Beline ip ya da lastik geçirilen şalvarın yan dikişleri, yırtmaç ve paça ağızları su taşı ile temizlenip süslenmektedir. Yelek Yelekler model olarak ekseriyetle kolsuz, sıfır yaka ve önden çift düğmelidir. Sol göğüs hizasında ve etek bölümlerinde cepler bulunur. Yeleğin arka kısmı öne nazaran daha bol olur. Bu bolluk arka kısma enlemesine tutturulmuş olan bel kemeri veya bağcıkla ayarlanabilir. Ceket Boyu yelekten daha uzun olan ceketler önden V yakalı ve düğmeli olur. Kolları düz ve uzundur. Her iki yanda cepleri vardır. Kenar kısımları sutaşı ile süslenebilmektedir.
-
HALK DANSLARI Horon Rize bölgesinde oynanan halk dansları genelde horon olarak adlandırılır. Daha çok tulum, kemençe, nadiren de ağız mızıkası ve armonika eşliğinde oynanan horon bazen de bir türkü veya deyiş eşliğinde oynanabilir. Figürleri çeşitlilik gösteren horonlar temelde Hemşin ve Rize horonları olarak iki gruba ayrılır. Genellikle Hemşin horonları tulum, Rize horonları kemençe eşliğinde oynanır. Hemşin horonları Çayeli’nin dağlık kesimlerinden başlayarak Hemşin, Pazar, Ardeşen ve Fındıklı hattını içine alır. Rize horonları ise İkizdere-İyidere hattından Çayeli’nin sahil kesimine kadar uzanan bir alan da oynanır. Horon, ortada tulum veya kemençeci olduğu halde kızlı erkekli elele tutuşup bir halka oluşturularak oynanır. Horonda yapılan titreme, silkiniş, ürperme figürleri denizi, denizden çıkan balığın can çekişini ifade eder. Horonu yöneten, diğer oyunculara yön gösteren kişi “horoncu başı”dır. Horoncu başı oyun içerisinde çeşitli “uyarma”larla horunun düzenini sağlar. Tulumla oynanan oyunlarda (eğer tulumun yapısı müsaitse) bu görevi tulumcu da yapabilmektedir. Uyarmalar: Şaşma beri bak\Dik oyna dik\Al aşağı al\Al geri al\Yaylan yaylan\Savuş savuş\At belini at\Kalk oyna\Geldim beraber seslen canlı\ Yaşşa tulum\Ses ver canlı\Enişteee…… Yörede Oynanan ve Sahnelenen Horonlar: Hemşin\ Sallama\ Siya siya\ Yüksek Hemşin\ Topaloğlu\ Atlama\ Hemşin iki ayak\ Rize iki ayak\ Rize sıksarayı\ Papilat\ Çinçiva\ Rize kız horonu…….. Halk Müziği Rize halk müziği kemençe, tulum gibi çalgılar ve türküler etrafında şekillenir. Karadeniz türküleri kendine has özellikleri sayesinde hemen fark edilirler. Türküde 4 mısra vardır. İkinci mısra ile 4. Mısra kafiyelidir. İlk iki mısra ile son iki mısra anlam bakımından bağımsız olduğu gibi bağımlı olanları da vardır. Türküyü bir kişi söyleyebileceği gibi bir çok kişi de birlikte söyleyebilir. Sevdalık türküleri, gurbet türküleri, en çok görülenlerdendir. En önemlileri, atma ve karşı beri atma türküleridir. Atma türkü tek taraflıdır. Karşı beri Atma Türkü ise iki kişi arasında olur. Türküler beyitler (ikili) halinde olduğu gibi 4'lü kıtalar halinde de söylenir. Günlük hayatın akışı içinde herkes atma türkü söyler. Kız-Erkek, Kadın-Kız, Baba-Evlât, Gelin-Kaynana, Gelin-Kayınbaba, Karı-Koca, arasında söylenen atma türküler yaygındır. Atma Türküler her konuda söylenir ve anında ortaya çıkar. Önceden bir hazırlık yoktur. Kemençe Kemençe, biri Osmanlı Müziğinde, diğeri Karadeniz yöresi halk müziğinde kullanılan iki ayrı yaylı çalgının ortak adıdır. Bunlardan ilki için yirminci yüzyılın ortalarına kadar kullanılan "armudî kemençe", "fasıl kemençesi" gibi adlar, artık yerini "klasik kemençe" adına bırakmış gibi görünmektedir. Bir halk çalgısı olan ikincisi ise, "Karadeniz kemençesi" olarak anılır. “Klasik kemençe”, 40-41 cm boyunda, 14-15 cm genişliğinde küçük bir çalgıdır. Yarım armudu andıran gövdesi, elips biçimindeki burguluğu "kafa" ve sapı "boyun" tek bir ağaç parçasından yontularak ve oyularak yapılır. Göğsünde, yuvarlak kenarları dışarıda kalmak üzere D biçiminde iki iri delik bulunur. Çalgının arka tarafında bir "sırt oluğu" vardır. Çalınırken kuyruk takozu sol dize, burguları göğse yaslanarak düşey konumda tutulan ya da iki diz arasına konan kemençenin telleri, tuştan 7-10 mm yüksektedir. Çünkü sesler, telli çalgıların çoğunda olduğu gibi tellerin üstüne parmak uçlarıyla basılarak değil, teller tırnakla yandan hafifçe itilerek elde edilir. “Karadeniz kemençesi”nin burguluğu, boynu ve gövdesi de tek bir ağaç parçasından yontularak ve oyularak yapılır. Ama biçimi bütünüyle farklıdır. Diğer bütün halk çalgıları gibi, “Karadeniz kemençesi”nin de standart ölçülerinden söz etmek güçtür. Ama günümüzde, uzmanların ve profesyonel yorumcuların kullandığı “kemençe”ler genellikle 56 cm uzunluğundadır. Kenarları dik ve sırtı düz olan gövde çoğunlukla erik veya ardıç ağacından yapılır. Köknar veya ladinden yapılan göğüs oldukça incedir. Tellerin eşikle iletilen basıncına dayanabilmesi için göğüs bölümüne, boylamasına bir çıkıntı yapılarak kubbe şeklinde form verilir. Burgular, oldukça küçük olup, burguluğa ön taraftan girer. Teller tuşa çok yakındır. Çünkü “Karadeniz kemençesi”, tellerin üzerine parmak uçlarıyla basılarak çalınır. Çalgıcı, ayakta ise çalgıyı sol eliyle havada tutarak, oturuyor ise dizlerinin arasına dayayarak çalar. Tulum Tulum ekseriyetle bölgenin dağ köylerinde kullanılan bir çalgıdır. Daha çok oğlak derisinden yapılmaktadır. Kimi yörelerde “Gada” olarak adlandırılmaktadır. Genellikle düğünlerde, şenliklerde ve yol havalarında (yaylaya çıkış) çalınır. Tulumun Yapısı: Dudula (Ağızlık) Gövde (Deri Kısmı) Nav (Ses Veren Kısım) Dudula (Lülük=Ağızlık) Tulumu şişirmek için kullanılan dudula; yuvarlak bir ağacın içi delinerek yapılır ve hava geriye kaçmasın diye çalgıcı dudulanın ağzını dili ile kapatır veya ağız kısmının iç tarafına naylon'dan bir kapak yapılıp raptiye ile tutturularak havanın geri gelmesi önlenir. Son zamanlarda bu işlem lülük ağzına konan bilye sayesinde yapılıyor hatta tulumcular türkü bile söyleyebiliyorlar. Gövde (Deri Kısmı) Tulumun gövdesi genellikle oğlak derisinden yapılır. Oğlağın özellikle bir yaşında olmasına dikkat edilir. Çünkü bir yaşından küçük olan oğlakların derisi yumuşak (taze) olduğundan çabuk deforme olur. Oğlak kesildikten sonra derisi çok dikkatli bir şekilde delinmeden tulum olarak çıkartılır. Suyla karışık ateş külünde 2-3 gün bekletildikten sonra tüylerin dökülmesi sağlanır ve tabaklama işlemi yapıldıktan sonra baş tarafı ve arka kısmı içeri gelecek şekilde tersten sıkıca bağlanır. Ön ayaklarının birine dudula bağlanarak şişirilip asılır. Kuruduktan sonra sürekli yumuşak kalması için badem yağı yada gliserin sürülür. (yağ ile bakım yapılmadığı süreçte deri kuruyup çatlar ve hava kaçırır bu yüzden tulum özelliğini yitirir) Tulumun- cephesinin güzel görünmesi için üzerine değişik renk ve desenlerle kılıf yapılır. Nav (Ses Veren Kısım) Tulumun en önemli kısımı nav'dır. Kelime, köken olarak Farsça’da içi oyulmuş odun manasına gelir. Şekil olarak hafif kıvrık boynuzu andırırlar. Nav özellikle şimşir ağacından yapılır. Yaklaşık 40 derece eğri şimşir ağacının içini düzgün bir şekilde oyduktan sonra analıklar dediğimiz delikli 10mm çapında boruları ve kamıştan özel olarak yapılan Çibu (Çimon=Çibun) dediğimiz sipsi'ler özenle ve düzgün şekilde nav'a yerleştirilir. Ekseriyetle çibular yan yüzeylerinden 5 delikli olup bu delikler Nav'ın üst yüzüne yani tulumcunun parmaklarını oynatacağı bölüme bir çift olarak yerleştirilir. Çibu yapılırken kamış veya tahıl sapı boğum yerinin bir tarafından diğer tarafın dıştan boğum yerinden içten kesilir. Bu uçta boğum yeri kalacağından kapalıdır, diğer uç açıktır. 16-17 cm boyunda bir boru elde edilmiş olur. Açık uç hafif meyilli olarak düzeltilir. Kapalı kısma doğru borunun bir kısmı çakı ile inceltilerek sesin, hava geçişi ile temini sağlanır. Bu borunun üçte bir kadarı üstte kalması şartıyla ikişer santim arayla 5 adet delik açılır. Böylece yapılan çibular bu şekilde yanyana bağlanıp navın içine yerleştirilir. Burada önemli olan iki adet çibunun da aynı sesi vermesidir. Sesler ayarlandıktan sonra navı tulumumuzun diğer koluna bağlıyoruz ve tulumumuzu şişiriyoruz. Hava tazyikinden doğan güçle sipsilere gelen baskı sesin çıkmasına yol açar, parmak vuruşları ile ses notalara dönüşür. İyi tulum çalabilmek için müzik bilgisinin yanı sıra iyi bir kulağa ve kuvvetli nefese sahip olmak gerekir. Kar'aşın: Navın son kısmındaki boynuza verilen isimdir. Goda: Tulumdan üflenen eğri boruya denir. Avrupalıların gayda demeleri ile goda arasında muhakkak bir bağlantı vardır. Bu isim ta Kelt'lerden kalmış olabilir. Eski Bulgar kavimleri Türklerle kardeş kavim olmalarının neticesi olarak kelime Türkçe kökenli de olabilir. Tulum, yöresel bir çalgı olmasının yanı sıra son zamanlarda çeşitli müzik türleri ( pop, rock ve protest müzik) içerisinde de kullanılmaya başlandı. Tulumu başka ülkelerde görmek de mümkün. Örneğin: Bulgaristan ve Yunanistan'ın bazı bölgelerinde görebilirsiniz. İskoçya ve Kuzey İrlanda'da şekil olarak biraz değişik olmasına rağmen ses olarak hemen hemen aynı olması dikkat çekmektedir. Bugün Çayeli’nden başlayarak Pazar, Ardeşen, Hemşin, Çamlıhemşin, Fındıklı, Arhavi, Hopa, Şavşat, Yusufeli, İspir ve Giresun'nun Şebinkarahisar ilçesinde düğün,bayram ve eğlencelerde kullanılan nefesli bir halk çalgısıdır. Teknik Özellikleri: Tulumda aktif olarak kullanılan beş tam ses vardır ve oktavı yoktur, koma sesi vardır. Son zamanlarda altı sesli tulumlar denenmiş fakat pek başarı sağlanamamıştır. Tulumda "si" "lâ" "sol" karar sesleri kullanılarak, tınısı güzel olan bir ses elde edilir. Diğer ses tonlarında tulum istenilen sesi vermez. Tulumun orjinal sesi "si" ve "lâ" dır.
-
GELENEKLER EVLENME Evlilikler yakın çevreden yapılır, yakın çevrede kız yoksa dışarı çıkılırdı. Gelinlik kız komşu, akraba ve aile büyüklerince yapılırdı. Her ne kadar erkeğin görüşü alınsada son söz aile büyüklerindi Beşik kertme vardı. Ancak bu doğuda olduğu kadar zorlayıcı olmayıp, çocuklar büyüyünce evleme zorunluğu taşımazlardı. Kız arama da elçi denilen insanlar devreye girerdi. Kız seçimine çok önem verilirdi. Kızın soyu sopu araştırılırdı. Kız tarafıda erkeğin soyu sopunu araştırır, uygunsa verirdi. Kızın erkeğe gönüllü olması ve kaçma işini beraber planladıkları durumlarda olay fazla büyütülmez, zamanla örtbas edilirdi. Sevenlerin kavuşamama durumunda maraz denen ruh hastalıkları olurdu. Kız istenmeden önce ondan büyük kız olup olmadığı araştırılırdı. Böyle bir durum varsa kız istenmez, istense de büyük kız varken ufak kız verilmezdi. Kızın bir başkasına sevdalı olup olmadığına bakılrdı. Kız daha istenmeden, yani iş resmiyete dökülmeden elçiler sayesinde iş halledilmiş olurdu. Kız istenmeye gidilirken karşı taraf haberdar edilir, hazırlıklı olmaları sağlanırdı. Erkek tarafı karşılanır ağırlanır. Bir müddet ordan buradan konuşuldukjtan sonra asıl konuya girilirdi. "Allah'un izniyle, Peyganberun kavliyle kizinuzi oğlumuz Temel'e istiyiruk" denirdi. Kız tarafı kendini naza çeker, cevap vermek istemez, çay kahve, yemek ikram edip konuyu dağıtmaya çalışırdı. Erke tarafı da israr eder "Kızı vermezseniz ne yemeğinizi yeriz nede kahvenizi içeriz" derdi. Hayli mücadele sonunda istekler sıralanır, kabul edilince de kız verilirdi. Kız istendiğinde verilirdi. Çünkü söz önceden alınır ve kararlaştırılmış olurdu. Söz alınmadan kız istendiğinde, istenmedik olaylar olabilirdi. Erkek tarafı soğuk karşılanır. Mazeretler uydurulur. Bazen de kız görücüye çıkmazdı. Kız tarafı erkek tarfının karşılayabileceği kadar başlık parası isterdi. Bu kıza harcanırdı. Ayrıca kıza alınacak eşya ve altın tesbit edilirdi. Ara kesildikten sonra (kızın sözünün alınması) olay hemen duyurulurdu. Bu da erkek tarfının dılaru da hava ya kurşun sıkmasıyla olurdu. Peşinden yemek yenir. Düğün günü belirlenir, ayrıntılar konuşulurdu. Ara kesilirken kız tarfına verilen sözler düğnden önce yerine getirilirdi. Bir alış veriş günü tesbit edilirdi. Genellikle Çarşamba günü olurdu. Her iki tarfta birinci derece yakınlar olurdu. Takılardan genellikle çok eskiden dilme fes, beşli, daha sonraları zincir, bilezik, küpe, yüzük, saat, alyans, iğne gibi altın eşyalar alınırdı. Daha sonra söz verilen giyim kuşam ve yerleşimle ilgili diğer eşyalar alınırdı. Alınan eşyalar önce kız evine gönderilir, kızın kendi hazırladığı eşyalarla birlikte sergilenirdi. Bu olaya "Bohça Açıldı" denirdi. Perşembe'den Cumartesiye kadar açık kalır isteyen gelir bakardı. Eşyalar evden çıkarken, kızın erkek kardeşi yoksa bir yakını kapıyı keser ya da sanduğa otururdu. Kapı erkek tarafının bir miktar para vermesiyle açılırdı. Cumartesi erkek evine getirilen eşyalar kız tarafınca yerleştirilirdi. Kına gecesi Cumartesi olup her iki taraftada yapılırdı. Misafirler horon eder, oynar, toplu halde kurşun sıkılırdı. O gecede geline kına yakılır. Başka isteyenlerde var ise onlarda kına yakardı. Bazen geline yakma işlemi Pazar sabahına bıraklıdığı da olurdu. Erkek tarafı kına gecesinde şeker, fındık türü yiyecekler gönderirdi. Pazar sabahı erkek tarafı kalabalık bir halde kızı almaya giderdi. "Duğunci" denen bu grup yol boyunca sık sık silah sıkardı. Bunu duyan kız tarafı da karşılık verirdi. Gelini evden genellikte damadın babası veya ağabeyi çıkarırdı. Bu arada kapı kesilir bahşiş istenirdi. Yol boyunca yer yer yol kesildiği olurdu. Geli evden çıkarken kurşun sesleri ortalığı yıkardı.Bazı evlerdede ilahiler okunurdu . Yol yakınsa gelin yaya, uzaksa at ile getirilirdi. Gelinin evinden gelenlere ikram edilen lokumu damada ulaştıran ödüllendirilirdi. Bu kimseye "müjdeci" denirdi. Müjdeciye ya para ya da bir tepsi baklava verilirdi. Kız ve erkek tarafıı birlikte kurşun ata ata gelinle birlikte erkek evine gelirdi. Bu gruba "alay" denirdi. Kız ağlarsa, "Hem ağlıyalum, hem gidelum" denirdi. Kız eve girmeden önce tatlı dilli olsun diye, elini bala tutturup sağ parmaklarıyla kapının başına sürerlerdi. Zengin olsun diye başına bez koyup para dökerlerdi. Kız tarfından birileri gelini içeri sokmaz.Bir şeyler isterdi. Buna "kapılık istemek" derlerdi. Gelin odasına götürülür, oturtulur, yanında genellikle ablası veya yengesi bulunurdu. Bazen de o mahalede yeni gelin olmuş birisi de olabilirdi. Düğün akşama kadar devam ederdi. Bu arada sıksaray, sallama, atlama, titreme gibi horonlar yapılırdı. Horonlar genellikle erkek erkeğe, kadın kadına oynanırdı. Erkekler daha çok evin dışında veya avluda, kadınlar ise evin içinde bir yerde oynarlardı. Erkekler kızlar bir arda oynadığında kadınlar veya kızların kollarına ancak yakınları girebilirdi. Horonlar kaval, tulum, akordiyon, mozika (mızıka) nadir olarak zurna ve daha çok kemençe eşliğinde oynanırdı. Çoğu zeminde şairle atma türkülerle horona ayrı bir renk katarlardı. Bu arada erkek anaları da boş durmaz. Sağa sola göz gezdirir. Bir kız ararlardı. Yakın komşuların yardımıyla misafirlere yemek verilirdi. Bu arada bazıları bahşiş almak için yemeği engellerdi. Buna "sofra bağlama" denirdi. Hava kararamadan düğün alayı dağılır fakat kız tarafından bir kaç kişi bir müddet daha beklerdi. Gerdeğe girilmeden eğer önceden kıyılmadıysa " hoca nikahı" yapılırdı. Ev gerdeğe gireceklere bırakılır. Bir günlüğüne ev sakinleri komşulara kalırdı. Pazartesi günü gelin erken kalkar ve ev işlerine konulurdu. Sözde uğursuzluk getirmesin diye geline bir hafta süpürge tutturulmazdı. Bugün aynı zamanda kız ve erkek tarafının birbirine bohça içersinde hediye verdiği gündür. Bu olaya "bohça çıktı" denirdi. Düğünden bir hafta sonra "yedi" olurdu. Yedi, kızın damatla babasının evine gitmesiydi. Damat'a bu arada bazen ağra kaçan şakalar yapılırdı. Bu şakalrdan korunmak için damadın yanında korumaları olurdu. Damat sofraya oturduğunda sofra arkadaşları tarafından bağlanır. Kaynana sofranın açılması ve damadın yemek yemesi için bahşiş verirdi. Yedididen birkaç gün sonra da kız tarafı erkek tarafınca devet edilirdi. DOĞUM Evlililiğin ilk devrelerinde gelinin hamile kalması istenirdi. Hamile kalmaması durumunda telaş düşülür, hata varsa bunun gelinden kaynaklandığı düşünülürdü. Hamile kalınması için okutma dahil her çareye başvurulurdu. Birkaç sene içinde eğer gelin hamile kalmazsa, anlaşılarak ya boşatılır, ya da üzerine kuma alınırdı. Eğer hamil kalmışsa, oturmasına, kalkmasına, yemesine, içmesine kadar dikkat edilir, bu arada bir çok batıl yöntem de uygulanırdı. Doğum zamanı köy ebesi çağrılırdı. Bebeğin çıpa'sını (göbek bağı) ebesi veya iyi huylu birisinin kesmesi istenirdi. İlk doğan sebinin erkek olması istenirdi. Şimdi de öyle ya. Çocuk doğar doğmaz sağ kulağına ezan ve sol kulağına kamet okunurdu. Doğum yapan anne kırk gün lohusa kalırdı. Çocuğa genellikle büyüklerin ismi verilirdi. Daha çok ölen nine, dede veya yakın tarihte ölmüş birinin ismi verilmesi halen devam etmektedir. Çocuk kısa bir süre kundakta kalır. Sonra beşiğe alınırdı. Nazarlanmasın diye çocuk uzun süre yabancılara gösterilmezdi.Gösterileceği zaman nazarlık takılır, yüzüne kara sürülürdü. Anne sütü olduğu müddetçe emzirilir. Sütten kesildikten sonra inek sütü verilirdi. Anne sütü yoksa, ilk zamanlarda, süt anne aranırdı. Yakın çevreden herkes çocuğu emzirir ona süt anne olurdu. Süt annelik yaygın bir uygulama olup yer yer hala devam etmektedir. Süt çocuk, süt kardeşi ve ondan sonra doğacak çocuklarla "süt aşağı akar" diye evlendirilmezdi. Kız ergenlik dönemine kadar çember, daha sonra da keşan bağlardı. Erkek çocuklar ergenlik dönemine kadar mendil, yağluk, daha sonra da başlık ve abaniye bağlardı. Doğumdan sonra kızın annesi tarafından peşuk alayı yapılırdı. Alay ekek evinde olurdu. Alaya kızın ailesi ve yakınları katılırdı.Çocuk kız ise kırmızı, erkek ise mavi beşik hediye edilirdi. Bu olay sadece ilk çocuk için yapılırdı. Diğer çocuklar bu beşikle büyütülürdü. Alaya katılanlar eşya ve hediye veririlerdi. Kundağa konulmuş paralar ise çocuğu yıkayan ebeye hediye edilirdi. Ebeler çoğu zaman bu parayı almaz çocuğa bırakırdı. ÖLÜM Cenaze törenlerini hocalar yönlendirir. Eğer durum ağırlaşmış ve yapılacak bir şey kalmamışsa, hoca çağrılır, son nefeste Kur'an ile gitmesi sağlanırdı. Ölüm yaşlılar için doğal karşılanır, çocuk ve genç ölümleri derin iz bırakırdı.Bu gibi durumlarda halen devam eden ölünün arkasından destan yazma geleneği vardır. Ölen kimsenin ağzının açık kalmaması için bir bez parçasıyla ağzı bağlanır.Üzerine şimemesi için bir bıçak konur. Ölüm olayı yakın köylere sela, uzaklara telefon veya telgrafla bildirilir. Cenaze genelde, ertesi gün gömülür. Bundan maksat uzakta olan yakınlarun gelebilmesi içindir. Genellikle öğle namazı sonrası, yakınların yetişememe durumunda ikindi namazından sonra defin işlemi olur. Ölüye dargın olanlar dahi cenaze törenine katılır. Ölünün başında ağıt yakılır. Ağıtlarda sınır olmaz. Ölenin ardından iyiliklerinden, yaşadıklarından gelişigüzel sesli olarak bahsedilir. Bunu kadınlar çoğunlukla yapar. Komşular devreye girer, ölü sahiplerini teselli ederken geleni gideni ağırlar, uzaktan gelenlere yemek veririler. Ölünün hazırlanması, cenaze önce ve sonrası işlele hep komşular uğraşır. Yıkanıp tabutla musllaya konan mevtanın yüzüne isteyen bakabilir. Cenaze namazına tabut omuzda götürülür. Her ailenin kendine ait mezarlığı olduğu gibi köyün ortak mezarlığıda vardır. Ceset özenle hazırlanan mezara tabutla veya kefenle konur. Ceset gömülürken Kur'an okunur. Cenazeye gelen çocuklara bisküvi, şeker, fakirlere ve ihtiyacı olanlara havlu, namazgah, Kur'an-ı Kerim, dini bilgiler ve para verilirdi. Bazı yerlerde ölenin günahlarını affı için devir denilen dini bir tören yapılırdı. Defin akşamı ölü evinde Kur'an okunur. Bazı yerlerde de ölünün yıkanmasından gömülmesine kadar ki süre de hatim yaptırılır. Belli aralıklarda mevlit okutulur. Ölü yakınları uzun süre yalnız bırakılmaz, ziyaret edilir. Rize ve çevresinde birçok medeniyet ve devletler gelip geçmiştir. Fakat Rize'nin Türkler tarafından fethinden sonra, diğer medeniyetler târihin seyri içerisinde unutulmuş ve bu bölge tamâmen Türk-İslâm kültürüyle yoğrulmuş ve üstünlük sağlamıştır.
-
YÖRESEL İNANÇLAR Güneş Duası Rize’nin özellikle yüksek kesimlerinde, yaylalarda yapılan bir uygulamadır. Bölgede hava uzun süre kapalı kaldığı zaman, sisin (bulutların) dağılması ve güneşin yüzünü göstermesi için “güneş duası” yapılır. Bir çalı süpürgesine kollar takılıp elbise giydirilir (özellikle kırmızı olur) ve başına puşi bağlanır. Hazırlanan bu kuklaya (korkuluğa) “bubirdak, ebe bubrik, bublik, ablik-bublik” gibi isimler verilir. Çocuklar bubirdağı alıp, maniler söyleyerek kapı kapı dolaşır ve un, yağ, tuz, şeker, kaymak gibi yiyecekler toplarlar. “Baba bubrik ne ister Allah’tan güneş ister Veren cennet hatuni Vermeyen cehennem kütuği” “Bubirdağım bur ister Kaşık kaşık yağ ister Kadelden kaymak ister Un torbasından un ister Kintamandan tuz ister Allah’tan kırmızı güneş ister.” “Ablik-bublik ne istersin? Bir kaşık yağ isterim Tekneden kaymak isterim Verene bir koç oğlan Vermeyene kör, topal kız O da yansın ateşe.” Toplanan yiyeceklerden helva ve höşmer yapılıp yenir. Yemekler pişerken yağından, suyundan çevreye ve havaya atılarak “Allah’ım yarın kırmızı güneş ver” denir. Güneş ve Ay Tutulması Güneş ve ay tutulduğu zaman kötü güçlerin güneşin ve ayın önünü kestiğine inanılır. Bunları kovmak için silahlar atılarak, tenekeler çalınarak, bağırıp çağırarak, iftar borusu* çalınarak gürültü yapılır. Böylelikle kötü güçlerin korkup kaçacağına ve güneşle ayın önünün açılacağına inanılır. * İftar Borusu: Bölgede dağ köylerinin dağınık olmasından dolayı, geçmiş yıllarda, iletişim (televizyon, telefon v.b.) olanaklarının olmadığı zamanlarda, camiden okunan ezanın bütün evlerden duyulması mümkün olmazdı. Ramazan aylarında iftar vaktini herkese duyurabilmek için gür sesli bir boru öttürülürdü. Bu boruya “iftar borusu” denir. İftar borusu son yıllara kadar özellikle Ardeşen’in yüksek köylerinde kullanılmıştır. Batıl İnançlar • Çocuklar eğilip bacakları arasından bakarlarsa, o eve misafir geleceğine inanılır. • Yeni evliler gece dışarı çıkarsa cin çarpar. • Arazisine kamış fidanı dikenin erkek çocuğu olmaz. • Evin hayvanı bağırıp ağlarsa, ev halkından biri ölür. • Eskiden 14 ocak günü yılbaşı sayılıyordu. Bazı yerlerde buna “kocakarı yılbaşısı” deniyordu. Bu günde ip satın alırsan bütün yıl yılan göreceğine inanılır. • Kurban bayramında et ev içine alınacağı zaman loğusa ve bebek ayağa kaldırılır. Yoksa kurban etinin lohusayı ve bebeği basacağına inanılır. • Yürüyemeyen çocuklar ocağın üzerine asılı olan zincirden yedi kez geçirilir. • Süpürgeyi üzerine süpürmek, erkek kardeşe kötülük getirir. • Elçiliğe giderken iç çamaşırını ters giyenin işi olur. • Düğünlerde lahana dolması içine para konur. Para kime çıkarsa o zengin olur. • Yürüyemeyen, geç yürüyen çocuklara “basılmış” denir. Çocuğu yürütmek için ayaklarına ip bağlanır ve caminin kapısına getirilir. Namazdan çıkan ilk kişiye bu ip kestirilir. Böylelikle çocuğun yürümesini engelleyen bağın çözüldüğüne inanılır. • Yeni gelin koca evine geldiği zaman kucağına, anne ve babası sağ olan erkek çocuk oturtulur. Gelinin erkek çocuğu olsun diye. • Kulak çınlaması, birinin öleceğine işarettir. Çocuklarla ilgili Ocaklıkta zincir sallandırıldığında ineğin, boş beşik sallandırıldığında çoçuğun başı ağrır. Bu çocukların boş zinciri ve boş beşiği sallandırmamaları için papılmış bir terbiyedir. Zincir sallanırsa sağa sola çarpmasından dolayı ocakta pişen yemeklerin içersine toz düşebilir. Beşik sallandırıldığında da özel bölümde bebek dışkılarının birikmesi için konulan ğavroz denilen kutu düşebilir. Çocuğa kömür sürüldüğünde nazarlanmaz. Çıpayı (göbek kordonu) kesen ebenin huyu çocuğa geçer. Sidiği kötü kokan çocuğun huyu da kötü olur. Çocukların çekilen dişi, evin çatısına atıldıktan sonra kargalar bu dişi alır, yenisi çıkar. Anne elini cebine, entarisine ya da eteğine sokup çıkardıktan sonra çocuğunun sırtını okşarsa nazar bozulur. Bebek veya çocuğun üzerinden aşılıp geçirilirse boyunu alınır "basılır" tekrar geri gelirse boyu geri verilir. Közde pişirilen mısr ikiye ayrılır, ortasından bir çocuk geçirilir. Yarısı bir çocuğa, yarısı da öbür çocuğa verilir. Hamilelikle ilgili Hamile kadın pasmanika (patlamış mısır) fazla yerse doğacak çocukta cilt hastalığı olur. Hamile kadın çocuk karnında oynayana kadar tavuk yediklerinde doğan çocuğun boğazından problemi olur. Hamile kadınlar şeftali yediklerinde doğacak çocuk tüylü olur Hamile kadın ayva yerse, doğacak çocuğun düşük yanaklı, nar yerse pembe yanaklı, muz yerse gamze yanaklı olur. Baykuş mahallede "hohori" şeklinde öterse o mahalledeki hamile kadının erkek, "kivici" şeklinde öterse kız çocuğu doğurur. Küçükayı'nda düğün yapıldığında doğacak çocuk ufak olabilir. Hamile kadın ciğer yerse doğacak çocuklar hasta olur. (Ciğer yüksek miktarda A vitamini içerdiği için gelişmekte olan embriyoda fiziksel ve zihinsel bozukluklara yol açabilir.) Hamile iken ciğer yiyen kadının çocuğu benekli olur. Tırmata (ekmek kırıntısı) yiyenin çocuğu güzel olur, yemeyenin erkek çocuğu olmaz. Kısmetle İlgili Ters döndürülen değirmen taşında öğütülen tuz ve mısır unundan yapılan, koleti yenirken "kısmetim neredeyse o kapıdan su içeyim" diyen genç kız rüyasında o evi görür. Bir genç kız ilk kez misafir gittiği evden gizlice aldığı bir ekmek parçasını okuyup yediğinde, o gece kısmetini görür. Gelinliği gelin giymeden bir genç kız giyerse kismeti açılır. Ölümle İlgili Pardinin bir eve yakın bağırıması o evden birinin öleceğine işarettir. Köpek eve yakın uzun uzun ulursa o evden birisi ölür. Cenaze geçerken cenazeden daha aşağıda kalmanın çocuk ve kadınlar üzerine etkisi vardır. Halsizlik olur. Ölünün ruhunu teslim ettiği odada kırk gece lamba yakılır. Ölü çarşıdan gelen ham sabunla yıkanır. Maraz Yeni evli gelin üzerine kibrit taşırsa marazlanmaz. Gece dışarı işeyen çarpılır. Akşam namazından sonra, kadınlar pencereden veya kapıdan eşya silkelerse çarpılır. Çeşitli inanışlar Akşamdan sonra tırnak kesmek, aynaya bakmak, ağaca çıkmak iyi değildir. Cuma günleri ev süpürülmez Elbise, kişi üzerinde iken dikilmez; kişinin üstünde iken yama vurulmaz. Böyle yapılırsa o kişinin ömrü dikilmiş olur. Eşyası kaybolan kişi, şüphelendiği kişilerde olmak üzere bir çok kişiden fasulye toplar. Fasulyelerin üzerine okunur, nemli bir yerde bekletilir. Fasulyeler nemden kabarıp kabuğu çatlamaya başlayınca eşyayı çalan hırsızında karnının şişip, çatlayacağına inanılır. Çakallar uluduğunda, hava açıksa yağmur yağar, kapalıysa güneş açar. Sağ eliniz kaşınırsa ummadık yerden para gelir, sol kaşınırsa ummadık yere para verirsin. Yemek kepçesini çok yalayan kişinin düğünü kar veya yağmura rastlar. "Dili doğuran", anasına, "Ana dilim doğurdu" dediğinde, anası da, " Tukur da at oni" diyerek karşılık verdiğinde, dili doğuran da "Tu" diye tükürdüğünde ve bunu üç defada tekrarlarsa dili iyileşir. Leyleği senenin baharında ilk kez uçarken görenler, baharda çok seyahat eder, otururken görenler etmez. İncir ağacının odununu yakmak iyi değildir; uğur getirmez. Çürük ayının (Temmuz) son haftası ile Ağustos'un ilk haftasına rastlayan 10 günlük süresi içinde yıldırım çakması kadar kısa öyle bir an vardırki; o an geldiğinde suyun içeresinde olan canlı cansız her şeyi etkliler. Şayet insan o anda su ile temas halinde ise su değen yerleri benek benek olur. Bu olaya "behur" denilmekte ve bu süre içersinde suya bir çivi veya herhangi bir demir atılırsa behuru çeker, zarar ortadan kalkar. Kurbağalar bağırınca yağmur yağar. (İnsan teninin hissedemediği ince yağmur damlacıklarını kurbağalar hisseder.)
-
HALK HEKİMLİĞİ Halk hekimliği yılların deneyimi ve bilgi birikimi ile meydana gelmektedir. Günümüzde geleneksel yollarla tedavi uygulamaları azalmış olsa da varlığını sürdürmektedir. Bu yöntemlerin birçoğunun faydalı olduğu bilimsel olarak da kabul görmektedir, hatta bilimsel tıp alanındaki çalışmalarda halk hekimliğinin verilerinden yararlanılmaktadır. Tabi bunun yanında, deneysel (bilimsel) bir temele dayanmayan, genellikle nazar, muska, dua, okuyup üfleme gibi manevi tedavi yolları da mevcuttur. • İltihaplı yaralar için; ham sabun rendelenip yumurta ile çırpılır ve sulu bir hamur elde edilir. Bu hamur yaranın üstüne konup temiz bir bezle bağlanır. • Vücutta meydana gelen çürüklerin üzerine dövülmüş zeytin konur. • Bağırsak parazitlerini temizlemek için, karayemiş çekirdeği ile bal karıştırılıp yedirilir. • Kulak ağrısı olanların kulaklarının içine sarımsak ısıtılıp konur. • Mide ağrılarını gidermek için kardelen çiçeği yedirilir. • Gece altını ıslatan çocuklara eşek sütü içirilir veya yumurta, kabuğuyla birlikte yedirilir. • Cıva, göztaşı ve gazyağı karıştırılarak hayvanlara ve elbiselere sürülür. Böylece bitler ve diğer asalak böcekler yok edilir. • Yanıklara zeytinyağı ile deniz suyu karıştırılıp sürülür. • Taze karaağaç yaprağı dövülüp kanayan yaranın üzerine konursa akan kanı durdurur. • Mısır püskülü veya kiraz yaprakları kaynatılıp içilirse böbrek taşlarını düşürür. • Cuma günleri cami minberinin altından geçmenin hastalıklara iyi geldiğine inanılır. • Mayıs ayının ilk günlerinde yağan yağmur saçların gelişmesini sağlar. Göbek Düşmelerinde : Üç yol vardı. 1) Kupa vurulurdu. 2) Karın açık sırt üstü yatılırken hastanın göbek çukuru, küçük parmakla uygulanan basınçla döndürülürdü. 3) Su dolu bardağa konan bir iğneyle batıl bir uygulama yapılırdı. Koça (Siğil) : İki yol vardı. 1) Siğilin köküne sokulan iğnenin dibi ısıtılırdı. Böylce ısıtılan iğnenin ucuyla dağlanırdı. 2) Bir iplik ile batıl bir uygulama yapılırdı. Yanıklarda : Üç yol vardı.1) Tükürülürdü. 2) Bal, zeytinyağı ve eritilmiş mumdan yapıaln bir karışım sürülürdü. 3) Zeytinyağı ile kireçten veya kirecin suyundan yapılan bir karışım sürülürdü. Kötek (Darbe) ve Ağrılarda : 1) Tartılmamış et sarılırdı. 2) Mısır ununun yağla kavrulup, tuz eklenmesiyle yağlı hamur denilen bir karışım hazırlanır ve sıcak iken bir lahana yaprağına konarak sarılırdı. 3) Zeytin, zeytinyağı, soğan ve tuzdan yapılan bir karışım sarılırdı. Dil Doğurduğunda : Batıl bir tedavi yöntemi uygulanırdı. "Dili doğuran", anasına, "Ana dilim doğurdu" dediğinde, anası da, " Tukur da at oni" diyerek karşılık verdiğinde, dili doğuranda "Tu" diye tükürdüğünde ve bunu üç defada tekrarlarsa dili iyileşir. Çuban (Çıban) : Dört yol vardı. 1) Çıbanı temizlemek için soğan ve maydonozun kavrulmasından elde edilen bir karışım sürülürdü. 2) Ateşte pişirilmiş soğan sürülürdü. 3) Reçine sürülürdü. 4) Sülük oturtulurdu. Kulak Ağrılarında : Beş yol vardı. 1) Çocuk emziren kadının sütünden kulağa damlatılırdı. 2) Közde pişirilmiş sarmusak konulurdu. 3) Pırsa suyu damlatılırdı. 4) Yağlı hamur sarılırdı. 5) Kiremit ısıtılıp sarılırdı. Karın Ağrılarında : Dört yol vardı. 1) Baldan veya şekerden yapılan şerbet içirilirdi. 2) Karın ısıtılırdı 3) Isıtılmış tuğla ayakların altına konulurdu. 4) Karın üstü yatılırdı. İltihaplı Yaralarda : İki yol vardı. 1) Yörede damar yaprağı denen bir tür bitki sarılırdı.2) Reçine sürülürdü. Vücutta Şişlerde : Toplanan kırk bir çeşit ot pişirilir ve sarılırdı. Bağırsak Kurtlarında : Hastaya çiğ kabak çiviti yedirilirdi. Kabakulaklarda : Kara kabak pişirilip bölgeye sarılırdı. Baş Yarılmalarında : Şeker konurdu. Baş Ağrılarında : İki yol vardı. 1) bir bezle sıkılırdı. 2) Sirke sürülürdü. Kesiklere : Tütün ve Kartuli bastırılırdı. Bademcik ve Boğaz Ağrılarında : 1) Karamış yaprağı ısıtılır va sarılırdı. 2) Yörede havaciya denilen bir bitki tereyağı ile ısıtılıp içilirdi. Zehirlenmelerde : Sarmısaklı yoğurt içirilirdi. Arı Sokmalarında : Bölgeye soğuk cisimler değdirilirdi. Uçuklarda : Ucu yana odun veya ucu kızarılmış bir bıçakla batıl bir yöntem uygulanırdı. Çipa (Göbek Kordonu) Kesilmelerinde : İki yol vardı. 1) Güveli tahta tozu kullanılırdı. 2) Kapı eşiği altında bulunan kuru toprak konulurdu. İnek Zehirlenmelerinde : Üç yol vardı. 1) Sarmısaklı yoğurt içirilirdi. 2) Sirke içirilirdi. 3) Kulağı kertilir kan akıtılırdı.
-
HALK EDEBİYATI ATASÖZLERİ Adami yapan da karidur, yikan da karidur. Aferun torbasi dolmaz Afkurmasini bilmeyen köpek, koyuna kurt götürür Ağaca çiksam papucum yerde kalmaz Ayranum budur, yarisi sudur yersan da budur, yemesan da budur Bacanak bacanaği dere başukari arar Bahane siğirlere dolaniyi sirtlere Bekle eşeğum bekle, manca pişerde yersun Ben derum torunum yok, o derki dayimsun dayim Bilmeduğun atun kerisina keçma Bişe desem soz olur, demesam maraz olur Borç çikti bine gel elmanin dibine Cihanun kördüğü dane bitmez Çalişta gavura kalsun Çocukla kirma yola olur başuna bela Çorbaki daşar, kepçenin pahasi olmaz Değneğum dağarciğum, suparam süreceğum Demir taradi sağa da yaradi Dut demeğa dudak lazum Et diline biçak eline El eliyla ilana tutma, ilana da yazik olur Elçilerin ya bir kot yalani ya bir kot altini olacak Etme kulum bulma zulum Ettim kızıma nasihat tutmadu oga bir saat Evi sildim süpürdüm, kutis geldi oturdu Eyi adam neyler mali? Çotisi de neyler mali? Ezme, ezilma, orta kal Ezrayil vuru pençe, bakmaz ehtiyara cence. Farzdan önce farz var. Gemi aldin, kiçina; toprak aldin, içine; kari aldin başina geç otur. Haçan bir kiz kaçacak yan basar ayağini Gelin olursun ederler seni huri; sonra misir ekmeği vermezler sana kuri Huçumet işine karişma, delinun işine karişma, Ellağun işine hiç karişma. İki şoza bir güneli üstüne bir hapsikoli İlan topraği ufura ufura yer İlan eğrulur, buğrulur deliğune kirinca doğrulur İyiluk yap at bayişağa Kadun erkağe yuk taşutmaz Kalbim defter, dilum donmez Kalkti rahmetli, oturdi korbakor Kara biber karadur, diremlan satiliyi. Karda öyle beyazdur çureklen atiliyi. Karinin eyisi eve cirmez, çotisi yere cirmez Karinca çi kanadlanu, cebermeği yakin olur. Kedi anasinin cani içun siçan tutmaz. Kedinun kuyruğuna basmayinca sana hirlamaz Kendume yer edeyim bak sağa ne edeyim Kestane kumuşiden çikti, kerisini beğenmedi Kiz çay yaprağina bencer, zamanini keçurdun mi kartlaşur Kim verursa bağa yerum, ben ondan yana derum Korkma kişin kişundan, kork Aprilun beşinden, oçuz ayrilur eşinden Köpeği andun, kutilayi hazirla Köpek tüyünü değişir, huyunu değişmez Kumden halat olmaz Kurdun adi çikti, çakallar baş koparayi Lafun tutulursa haçimsun, tutulmazsa sen çimsun Madem kideyu miras, bende yiyeyum biraz Mart kapudan baktirur, kazma kürek yaktirur Memiş, gurbette kazandiğini yemiş Menfaatleri olduğu zaman vav olurlar Mut mut dema armut de Ne doğrarsan çanağuna o gelur kaşiğuna O kizim saha derum o celinum sen işit Ormanlarin gozi var, yolun kilavuzu var Ortak atun beli kiruk olur. Ortak mala çöpek bile işemez Öküz eldi ortaklik bozuldu. Pahane uşağa, yarisi bayişağa Rize'ye vali olacağina, çay alum yerine bi sepetçi ol. Sen kârin peşindesun haziri elden citti Siçan işedu denize da oldi oğa ortak Siçan delikten siğmayi, hopeçileri da takar peşine Sirğan yerina sirğan biter Sünçer düştü terekten kirdi da belini Yaşaduğun gun arkada kalur Yetimun koletisi pişmez, pişseda yanar Yuz sene ilerisinu duşun, bir da cerisini Zayuf atun kiblesi olmaz DEYİMLER - Masti kedi. (Huysuz yaşlı kadınlar için kullanılır. Masti kedi: Dişi kedi.) - Ander kalasun veya ander kaybana kalasun (Geberesun) - Abril fafaturası gibi. (Nisanda çıkan kelebek gibi hareketli fakat ömrü az.) - Dudi kaybana (Manyak) - Oy cesuleyim sağa. - Tava dibini yema, duğununde kar yağar - Araba yikilince yol gösteren çok olur. EFSANE VE HİKAYELER AYI İDİ, MAYI İDİ Evvel zaman içinde, köyün kadınları ormana oduna gitmişler. Beraberlerinde de genç bir kız varmış. Kızın yükü ağır geldiğinden oturup biraz dinlenmek istemiş. Diğer köylüler önden gitmişler. Dinlenen kız, kalkıp yürümeya başladıysa da bir müddet sonra her tarafı sis kapladığından, kız yolunu kaybetmiş, bir ayıya rastlamış. Ayı kızı zorla kaçırarak mağarasına götürmüş. Kendisini bal ile meyve ile beslemiş. Üç ay sonra kız ayıya alışmış evlenmişler. Aradan 15 yıl geçmiş.Çocukları olmuş. Ayı kızı ailesinin evine götürmüş. Eve vardıklarında kız eve girmiş. Ayı'yı gören köylüler onu öldürmüşler. Kadın bunu görünce ağlamış ve şu ağıtı yakmış: Ayı idi mayı idi Gene benum kocamidi İyi di kötü idi Evine çok bağlı idi Yağı balı çok idi Askerluği yok idi Bu bili, bu bili... CAZI BABAANNE Vakti zamanında evin birinde bir gelin, beyi ve kaynanası ile mutlu bir şekilde yaşarlarmış. Bir gün gelinin bir nur topu gibi bir çocuğu dünyaya gelmiş. Zavallı anne ve baba daha sevinçleri kursağında iken iki gün dolmadan bebek, ağzı kan revan içinde ölmüş. "Allah'ın emri ne yapalım" diyerek anne-baba çocuğu mezara koymuşlar. Yıllar sonra ikinci çocukları olmuş, o çocuk da aynı şekilde ölmüş. Artık anne baba ne yapacaklarını şaşırmışlar. Gel zaman git zaman üçüncü çocukları dünyaya gelmiş. Ancak çocuğun annesi lohusa halinde yatağında uyur iken bir ara bir örümceğin hızla bebeğin üzerine gittiğini görmüş. Eliyle onu öldürmek istemiş. Ne varki örümcek düşmüş bir ayağı kırılmış. Uyku halindeki anne artık ölür diye örümceği bırakmış. Kadın her zamanki gibi sabah aynı saatte kalkmış, ahırdaki hayvanları bakmaya gitmiş, döndüğünde bakmışki, kaynanası hala kalkmamış, kaynanası ondan çok daha önce kalkar ve ateşi yakarmış. Vakit epeyi geçince gelin kaynanasının odasına girmiş. Kaynana: - Hastayım gelinim, kalkamıyorum, demiş. Gelin: - İlaç getireyim de iç, diyerek ilacı getirip içirmiş. Kaynana bir müddet sonra ayağa kalkmak için doğrulunca, ah bacağım feryadı ile tekrara yatağa düşmüş. Gelin durumu anlamış, beyinide anlatmış. İşin sonunda o nur topu gibi bebeklerin ciğerini kazıyıpkanını içenin bu kaynana olduğu, kaynanın gerçekte örümcek şekline bürünen bir cazı olduğu örümcek şekline bürünmüş olduğu apaçık ortaya çıkmış. HALA DERESİ EFSANESİ Zamanın birinde kendisine yurt tutup oturacak yer arayan bir aale. Ayder yolu üzerinde boş bir yer bulur. Oraya yerleşir. Aradan yıllar geçer. Bir gece derenin karşısında sönük bir ışık görürler. Uzun zamandır, yalnız yaşadıkları bu yerde bir komşu sahibi olmak onları sevindirmiş, tanışmışlar. Kendilerinin Hala isimli bir kızları varmış. Komşunun da bir oğlu. Zamanla birbirlerine aşık olup, nişanlanmışlar. Oğlan evlenme parası kazanmak için gurbete gitmiş. Gidiş o gidiş oğlan'dan üç dört sene ses seda çıkmayınca uımut kesilmiş, kz bir başkasına nişanlanmış. Düğün dernek kurulmuş. Tam düğün gününde düğün evine oğlanın gurbetten döndüğü haberi ulaşmış. Kız bunu duyunca eski sevgisi depreşmiş. Gelinliği ile düğün evinden koşa koşa çıkmış. Dere geçilecek gibi değilmiş. Ama o heycanla kendini dereye atmış. Dere o kadar azgınmışki, karşıya geçmeyi başaramamış. Dere almış götürmüş Hala Gelini. O gün bugündür derenin adı Hala Deresi, Köyün adı da Hala Köyü olmuş. CAZI KARISI Anan yoğ idi. Nenen hiç yoğu idi. Dedenun dedesi daha girmemuşti beşiğe.Var idi, yoğ udi bir Hasanika. Hasanika gezer iken gördü bir armut ağacı. Çıktı armuda başladı yemeğe. Keldi bi Cazi Karisi. Niyeti idi bozuk..Armud'un altından seslendi tatlı bir sesle bağurdu Hasanika'ya : - Uuuy anan kurban olsun saha. Hasanika oraya ne yapayisun. -Armut yiyirum. - At bağa bi armut. Atar oğa bi armut. Cazi karisi onu mahsustan tutmaz. - O kitti bayışağa. Kızlar kesulsun saha. İn bi dal aşağa, at bağa bi daha. Atar oha bi daha. - O da gitti bayışağa, in bi dal daha aşağa, at bağa bi dağa Hasanika armut ata ata geler aşağa son dal idur çuruk birden duşer başaşağa. Geçirur baygunluk Cazi karısı tutar Hasanika'yı, kor torbasına, alur keturur evine. Kitler oni bir odaya.Cazi karisi evden ayrılurken kızı Fadime'ye: - At kazani ustune,hazır uyuyi at Hasanika'yı da içine .Pişir ko dolaba. Geldummi yeruk. Hasanika uyanmış duymuştur bunu. Lakin kelir duymamazliktan. Fadime atar kazani ustune içine doldurur suyu. Yakar da eteşu. Çağurur Hasanika'yı. - Hasanika git da bak. Kazanun içine boncuklarım ordamidur? Hasanika bili ya işi uzaktan bakar kazana.Der Fadime'ye: - Ben gormedum, sen bi bak onlara. Tam bakar iken Fadime. Vurur oğa bi tekme. Atar oni kazanın içine. Pişirur oni eder kavurma, koyar sahanlara yerleşturur tereklere. Kelir Cazi Karisi bakar etler tereğe, başlar onlari yemeğe. Yerken da: - Hasanika'nun etleri cimi cimi butleri. Hasanika'nun etleri cimi cimi butleri. Hasanika meğer çıkmuş idur çatıya der ordan oğa: - Fadimenun etleri cimi cimi butleri. Cazi Karisi duyar oni, tükürur yediklerini. Kurar hemencecuk bi plan. Uğraşur çatıdan aşağı indirmeyi oni. - Uuuy Hasanika oraya nasil çiktun? - Eskemileri koydum birbiri ustune oyle çiktum. Oda koyar iskemileri ust uste. Çıkar ustlerine.Çıkar ustlerine da beceremez duşer altına, incitur dizini. Gene seslenur: - Uuuy Hasanika oraya nasil çiktun? - Yiğne yine ustune koydum da öyle çiktum. Kodi yğne yiğne ustune çıkamadi. Geçti yiğneler oğa. - Uuuy Hasanika oraya nasil çiktun? - Kizdurdum bi şiş soktum oni kendume, attı beni buraya. Cazi Karisi kizdurur bi şi, sokar oni kendine; ceberur kider. Hasanika iner aşağa. Araştirur bulur Cazi'nun hazinelerini.Olur zencun. KOLCUYA OYUN Köye devamlı kolcular gelir. Köylüye karşı katı davranışlarda bulunur ve her seferinde eziyet ederlermiş. Yine günün birinde kolcular gelir.Köylüyü cami avlusuna toplayarak sık boğaz ederler. Tarladan dönen muhtar Mustafa Dayı bunları dinler ve yaklaşarak onları evine davet eder. Davete de icabet etmezler. Çalışma kiyafetine bakarak değerlendirip kim olduğunu da sormazlar. Akşam vaktine yakın bir zamanda geri dönüşlerinin mümkün olmadığını düşünen kolcular muhtarı sorarlar. Köylüler de; muhtar, sizi davet eden kişi idi derler. Davranışlarından mahcup olur ve sorarak muhtarın evine giderler. Mustafa Dayı, davranışlarına ders olması için bir kurnazlık düşünür. Çeşitli yemekler hazırlatır. Sofraya önce lahana gelir ve düşük bir fiyat söylenir. Ardından her yemeğin fiyatı artırılarak sofraya konulur. Kolcular işin ciddi olduğunu anlarlar ve ucuz buldukları lahanayı yerler ve susarlar. Yatmaya sıra gelince saman yatak, post ve yün yatak gösterilir. Onlara da farklı fiyat konur. Misafirler ucuz yatak derler ve onları tercih edip yatarlar. Sabah kahvaltısında da fiyatlar verilir ve kahvaltı biter. Kahvaltı sonunda muhtar hesapları çıkarır ve parayı ister. Ancak birinin parası yeişmez. Mustafa Dayı paranın peşin olduğunu söyler ve taviz vermez.Bunlar yalvarınca Muhtar: "Benim üst başım uygun olmadığı için selamımı almadınız, davetimi bile kabul etmediniz. Siz bizi kiyafetlerimizle değerlendirmeye kalktınız. Biz belki fakiriz ama gönlümüz zengindir. Bizi hakir görmeyin. Bu paralarınızı alın ve bu köylüyü de küçük görüp eziyet etmeyin" der ve onları uğurlar. Kolcular iyi bir ders aldıklarını düşünerek ayrılırlar. BEDDUALAR Adun çesilsun Allah yedi yorgan yipratasun Ander kalasun Başun kesile Dert başuna Hay korbakor çikasun Heyirini cormeyesun Kisa cunli olasun Korbakor olasun Murt cidesun Nabedil olasun O ander kalasun O ander kaybana kalasun O başin kesile da kellen O keseyim seni aleme Oğa çok eğriluk etti, ecrini çekecek Pakliya seni Peşuk sallamiyasun Sincile enesun Tamdan tuma çidesun Ubur çikasun Uşak çipasi çesmeyesun Vay başuna Vay vereyim aklin DUALAR Allah ağrilaruni kafdağinun arkasina aşursun Allah bedeni sihetuni versun Anan kesilsun sağa Beyaz sakal tariyasun Boş çeseye salmayasun Çoh heyir coresun Dunyanun adini alasun Haznelere çatasun Kadani alayim Kadani alasun Nere var bi cuneş oreya olasun Nur aksun mezarluğuna O binam, kesileyim sağa O verenine kurban olayim Oğul veresun da duynayi doldurasun Sakallarini tariyasun Sular gibi artasun Topraklari kadar yaşiyasun Uşaklarun da sağa ole etsun Zihnunuzi çesçin etsun
-
HALK MUTFAĞI Halk mutfağı, bir bölgedeki halkın günlük veya mevsimlik (sezonluk) yiyecek ve içecek ürünlerinin hazırlanışını, tüketimini; bu ürünlerin hammaddesinin üretimini ya da teminini; bunların hazırlanıp tüketildiği mekanları ve kullanılan araçları ve de bütün bu aşamalarla ilgili inanış ve değer yargılarını içeren geniş bir konuyu kapsar. Rize bölgesinde, halk kültürünün birçok alanında olduğu gibi halk mutfağı ve yemek kültüründe de 1940’lı yıllardan sonra başlayan çay üreticiliğinin ve köylere yönelik kalkınma hamlelerinin etkisiyle değişimin ve yeniliklerin önü açılmıştır. Çünkü bu dönemle birlikte köyler birbirleriyle ve kent merkezleriyle, kentler de diğer büyük şehirlerle daha kolay alış veriş (maddi ve manevi) imkanı bulmuşlardır. “Bir yerde üretilen, diğer yerlerde de tüketilmeye başlanmıştır.” Böylece kapalı toplum yapısındaki geleneksel mutfak düzeni değişmeye başlamıştır. Bölgedeki tarım alanlarının darlığı ve iklim özellikleri nedeniyle sınırlı türde sebze (mısır, karalahana, fasulye, kabak v.b.) yetiştirilebilmektedir. İklim koşulları çeşitli meyvelerin yetişmesine olanak tanısa da bahçecilik için yeterli alanların olmamasından dolayı genelde aile içi tüketime yönelik üretim yapılmaktadır. (elma, mandalina, armut, hurma.) 1990’larla birlikte, bölgede ticari amaçlı “kivi” yetiştiriciliğine de başlanmıştır. Yörede yapılan sebze ve meyve üretiminin yanında, halk mutfağını şekillendiren iki önemli kaynak, deniz ve hayvan ürünleridir. Karadeniz denince akla ilk gelen şeylerden birisi “hamsi”dir. Başta hamsi olmak üzere, deniz ürünlerinin Rize mutfağındaki yeri tartışılmazdır. Bunun yanında, çay tarımının yapılamadığı köylerin ve yayla yaşamının başlıca üretim faaliyeti olan hayvansal gıdalar da Rize mutfak kültürünü zenginleştirmektedir. Çaycılıktan önceki dönemlerde yaygın olarak üzüm yetiştiriciliği ve pekmez üretimi yapılmakta idi. Çay tarımının yaygınlaşmasıyla birlikte asma ağaçları yerlerini çay bitkilerine bırakmıştır. Günümüzde üzüm yetiştiriciliği ve pekmez yapımı az miktarda ve sınırlı alanlarda yapılmaktadır. (Üzüm pekmezi dışında armut pekmezi de yapılmaktadır.) Yörede arıcılık önemini hala korumaktadır. Dünyaca ünlü “Anzer Balı” ve “Deli Bal” bu bölgede üretilmektedir. MISIR EKMEĞİ Yöresel yiyeceklerin temelinde genellikle mısır ve mısır unu bulunmaktadır. Bunun böyle olması da tabiidir. Eskiden anbarda mısır oldu mu korkacak bir şey yoktu. Evde her zaman ekmek varsa yiyecek de var demekti. Mısır ekmeği pişirmenin iki safhası bulunmaktadır. Bir; ekmeğin piş irileceği plekiyi bu işe hazırlamak, ikincisi de ekmek hamurunu yoğurmak. Plekiler üç kiloluktan altı kiloluğa kadar küçükten büyüiğe doğru sıralanır. Diyelimki üç kiloluk plekide ekmek yapmaya karar verdik: Tok bir ateş yakar, ateşin iki yanına demir ayakları koyarız, plekiyi ağzı aşağı olarak bu demirleıin üzerine yerleştiririz. Ateş plekiyi iyice kızdırırken bol köz ve kül de bırakır. Bu arada ekmek hamurunu sıcak su ile yoğurmak için yanan ateşin kenarına bir güğüm su konur. Pleki ateşin Üzerinde pişedursun, biz diğer yandan ekmek hamurunu hazırlarız. En eskilerde ekmek teknesi ağaçtandı ve çekme olarak yapılırdı. Anbardan üç kiloluk un alarak ekmek teknesine elekleıiz. Tuz kalın olduğundan bir kapa konur ve sıcak su ile temizlendikten sonra eritilerek teknedeki unun ortasına dökülür, yeteri kadar da el yakan sıcak su ilave edilir ve hamur iyice yoğrulur. Bu arada sıcak su eli yakar ve hamur parmaklara yapışır. Bunun için hamuru yoğuran kadın, yanında bir sahanla bir miktar soğuk su alır ve zaman zaman elini bu soğuk suya batırarak ve parmaklardan temizliyerek işini tamamlar. Yoğurma işi bitince hamur yuvarlak hale getirilir ve tekneye konan bir tutam un üzerine gezdiriliı. Bu unlar hamunın plekiye yapış masım önler. Ekmek hamuruna bir miktar şeker, bir miktar balli lobya unu, bir miktar zeytinyağı koymak ekmeğe tad verir. Süt ve yumurta da konabilir. Hamur tarif edildiği gibi yoğrulduktan sonra sıra pişirmeye gelmiştir. Şimdi de ekmeğin pişiıilmesini görelim. Pleki, iyice piştiğine emin olunduktan sonra (Pişmiş plekinin üzerine bırakılan bir damla su hemen buharlaş ir) bir kukari ve bir parça paçavra yardımıyla ateş in üzerinden alınır ve yana çekilir. Hazırlanan hamur sıcak olan plekiye yerleştirilir ve çevirme ekmek yapilacaksa pleki paçavra ile dildendirilir, içindeki hamur elin ayasına alınarak plekiye ters konur. Böylece yapışmayı önleyen un da görevini yapmıştır. Ateşteki közler ve küller kenara çekilerek pleki, alttan da kızmış olan ocak taşının üzerine sürülür ve üzeri bir sacla kapatılarak, sac üzerine hafif bir ateş yakilır. Aıtan küller ve közlerle plekinin çevresi çepeçevıe sanlır. Böylece plekideki ekmek alttan, üstten ve yanlardan yavaş yavaş pişer. Üstten kızarmışsa pişmiş demektir. Iyi bir usta, ateşi ustalikla yakarak olduğu gib bırakır ve ekmeğin pişip pişmediğini kontrol etmeye gerek görmez. Sıcak ekmek, tereyağı ve minci ile katık edilince bir hoş olur. Aclığı fevkalade giderir ve başka bir şey istemez. ÇORBALAR Her yerde birinci yemek olarak alınan sulu çorbalar Rize bölgesinde pek fazla bilinmez. Birinci yemek olarak sofraya gelenler genellikle tava yemekleridir. Bu yemekler sofraya sıcak olarak getirilirler. Turşu kavurması, muhlama ve bunların değişik çeşitleri gibi. Rize'de bazı sulu yemekler "manca" diye adlandınlır. Bunlar çorba türü yemekler olarak mütalaa edilebilirse de umumiyetle tava yemeklerinden sonra ikinci yemek olarak alınırlar. Fasulye mancası, lahana mancası, kabak mancası gibi. KORKOTO ÇORBASI VEYA AYRAN ÇORBASI Korkoto : Kırılmış mısır Malzemeler: İki su bardağı korkoto, Bir su bardağı ayran, İki çorba kaşığı tereyağı Yapılışı: Önce korkoto suya atılır, ayran ve tuz katılır, tereyağı konup pişirilir. Günümüzde; salça tereyağmda pişirileıek servis yapılırken çorbanın üzerine gezdirilmektedir. FASULYE (LOBYA) ÇORBASI Malzemeler: Uç su bardağı kuru fasulye, Domates büyüklüğünde içyağı, Iki baş ortaboy soğan veya soğana karşılık prasa yaprağı Yapılışı: Once kuru fasulye suda pişirilir. Soğanlar veya prasa yapraklan ayrı bir kapta pembeleşinceye kadar yağda kavrulur, fasülye, içyağı, tuz ve su ilave edilip pişinceye kadar yeniden kaynatılır. Kemik ilave edilirse daha lezzetli olur. Nane katılarak yenir. HOPİ VEYA HUPI ÇORBASI Malzemeler: Uç yoğurt kasesi hopi. (İçiyle birlikte kurutulmuş kuru fasulye), bir kaşık tereyağı, Bir domates büyüklüğünde içyağı, İki baş soğan veya bunun kadar prasa yaprağı Yapılışı: ince doğranmış soğanlar veya prasa yaprakları yağla kavmlur. Kırılmış fasülye hopileri içine atılarak karıştırılır, su ve tuz ilave edilip piş irilir. Kemik ilave edilerek pişirilirse iyi olur. Nane ve sarmısak ilave edilerek yenir. KABAK ÇORBASI Malzemeler: Bir beyaz kabağın dörtte biıi, Bir su bardağı kuru fasülye, Uç çorba kaşığı yağ. Yapılışı: Kabuğu soyulan kabak kuşbaşı şeklinde doğranır, kazana konup ayrı bir kapta piş erken başka bir kapta pişirilen kuru fasülye, tuz ve yağla birlikte kabağa ilave edilir. Kum fasulye yerine taze fasUlye kullanılabilir. Çorbaya bulgur, arpa veya pirinç ilave edilebilir SEBZE YEMEKLERİ FASULYE TAVALISİ Malzemeler: Bir kilo taze fasülye, iki baş soğan veya soğan yerine yeteri kadar prasa yaprağı, beş diş sarmısak, iki kaşık tereyağı veya zeytinyağı Yapılışı: Bir kilo daneli fasülye kırılarak kazana konur, yeterince pişirildikten sonra bir süzgeçte süzülür. İnce doğranmış soğan veya soğan yerine prasa yaprağı yağda kavrulur. Süzgeçte süzdüğümüz fasülyeler önceden hazırladığımız sarmısak, soğan kavruntusuna ilave edilir; tuzu konulup 10-15 dakika tavada veya kazanda kavrulur, sıcak yenir. TURŞU KAVURMA VEYA TURŞU TAVALISI Malzemeler: Bir kilo fasülye turşusu, üç baş soğan veya buna denk prasa yaprağı, beş diş sarmısak, iki kaşık tereyağı veya buna denk zeytinyağı Yapılışı: Fasulye turşusu bir gün önceden suya konur, tuzu çıkartılır. Hiç su kalmayacak şekilde elle sıkılır. Soğanlar, ay şeklinde bir tavaya doğranırlar ve zeytinyağı ile penbeleşinceye kadar kavrulurlar. Daha sonra hazırlanan turşu, tavaya ilave edilir, ezilmiş sarmısak ve az bir miktar biber konarak 10-15 dakika kavrulur. Sıcak veya soğuk olarak yenebilir. Eskiden ilk yemek olarak ve mısır ekmeği ile birlikte yeniyordu. Bir lokma ekmek tavaya uzanıyor ve parmaklar yardımıyla bir tutam turşu alınıp ağıza getiriliyordu. Günümüzde ise turşu kavurma, salata gibi sofraya konulmakta ve iştah açıcı olarak alınmaktadır. PAZI TAVALISİ VEYA PAZI KAVURMASI Malzemeler: Dört bağ pazı, üç baş soğan veya buna denk prasa, beş altı diş sarmısak, ki kaşık tereyağı Yapılışı: Soğanlar halka halka doğranıp yağda kavrulur. Haşlanıp süzülen pazılar sıkılarak yağda kavrulmuş soğana ilave edilir. Ezilmiş sarmısak ve tuz konup 10-15 dakika kavrulur. TOMARI TAVALISI VEYA KAVURMASI Tomari sulak yerlerde, ırmak kenarlarında kendiliğinden yetişen otsu bir bitkidir. Yapraklan pazı yaprağı genişliğinde ve pazıdan biraz daha serttir. Tomari kavurması Pazı kavurması gibi yapılmaktadır. Pazı ve tomari karışımı olarak da yapilabılır. PAZI DOLMASI Malzemeler: Dört bağ pazı, bir bardak korkoto (Kırılmış Mısır) , iki baş soğan, iki kaşık tereyağı. Yapılışı: Once pazılar bir kazanda haşlanıp süzülür. Doğranmış soğanlar yağda kavrulur. Daha önce haşlanmış ve süzülmüş pazılar doğranarak kazana ilave edilir, daha önce ıslatılmış korkoto, su ve tuz konur, karabiber katılır, 20 ila 30 dakika pişirilir. Pirinçli ispanak yemeği kıvamında veya biraz daha katı olur. Korkoto yerine bulgur veya pirinç konabilir. KARA LAHANA DOLMASI Malzemeler: Dört bağ lahana, iki baş soğan, bir su bardağı korkoto, iki kaşık tereyağı veya iç yağı. Yapılışı: Eritilmiş yağda soğanlar kavrulur. Doğranmış haşlanmış ve süzülmüş lahanalar buna ilave edilir. Suyu, tuzu, ve acı biberi konulduktan sonra 20-30 dakika kadar pazı dolması kıvamında pişirilir. Suyu tuzu konulurken daha önceden ıslatılmış korkoto da ilave edilir. Korkoto yerine bulgur ve pirinç de konabilir. LAHANA HAŞLAMASI Malzemeler: Altı bağ lahana, bir domates büyüklüğünde içyağı, bir kase fasülye, iki kaşık mısır unu, iki kaşık tereyağı, bir kiloya yakın kemik, bir miktar acı biber (Lav Biberi) Yapılışı: Lahanalar önce yıkanıp temizlenir. Daha sonra elle bükülerek doğranır, fasülye ile beraber veya ayrı ayrı haşlanır ve süzlür. Lahana kaynatılıp süzülmezse tadı acı olur. Kazana su koyarak bütün malzeme buna ilave edilir. Tuzu biberi konur, yarım saat pişirilir. EZME LAHANA VEYA VURMA LAHANA Malzemeler: Altı bağ kara lahana, bir domates büyüldüğünde içyağı, bir kaşık tereyağı, bir bardak içyağı, bir bardak un, az miktarda acı biber. Yapılışı: Once, temizlenmiş ve doğranmış lahana ve fasülye ayrı ayrı haşlanır ve süzülürler. Mısır unu dışında bütün malzemeler ve tuz kazana konur, kaynatılmış su ilave edilir ve pişirilir. Suyu bir başka kapa alınıp ezme işine girişilir. Lahanayı ezmek için özel bir kutali (Kepçe uzunluğunda düz yontulmuş ağzı dört parmak kalınlığında ve genişliğinde bir araç) veya kepçe kullanılır ve lahana muhallebi kıvamı alıncaya kadar ezilir. Ezme işi bitince lahanadan daha önce alınmış olan su ve bir miktar mısır unu kazana yavaş yavaş ilave edilir ve 5 ila 10 dakika karıştırılarak kaynatılır. Ezme lahanaya damak zevkine göre tatlı kabağı, taze fasülye, taze mısır veya pazı ilave edilebilir. LAHANA ROHTIKOSU Lahana rohtikosu ayrı bir yemek olmayıp ezme lahanadan yapılan bir yiyecektir. Ezme lahanaya ufalanmış mısır ekmeği ve tereyağı katarak kaynatilır. Eğer kavurma konursa daha lezzetli olur. LAHANA SARMASI VEYA ETLİ LAHANA DOLMASI Malzemeler: Altı veya yedi bağ kara lahana, üç baş soğan, bir kilo ince kıyılmış et, bir kase korkoto, maydonoz. Yapılışı: Soğanlar ince ince doğranır. Yeteri kadar tuzla ovulur, ince kıyılmış et, korkoto, maydonoz, tuz, su ilave edilerek dolma içi hazırlanır, daha önce haşlanmış süzülmüş lahanayaprakları ile sarılır. Dolmaların üzerini geçmiyecek kadar su konulup kazanda pişirilir, sıcak servis yapılır. Kazanın en altına kemik konursa daha lezzetli olur. Korkoto yerine bulgur veya pirinç konabilir. ISIRGAN YEMEĞİ Kendiliğinden yetişen ısırgan otundan yapılan yemeğin tarifi Çayeli'nden alınmıştır. Yapılışı: Taze ısırgan yıkanır, haşlanır ve süzülür. Iki baş kıyılmış soğan bir tencerede bir kaç kaşık yağla kavrulur, salçası ve süzülmüş ısırganlar tencereye konur. Yeterince kaynar su ile iki bardak süt ve tuz ilave edılır. İsteğe göre karabiber de konabilir. Isırgan yemeğinin bazı hastalıldara yararlı olduğu söylenmektedir. HAMSİ İLE YAPILAN YÖRESEL YEMEKLER Bu bölümde hamsinin her yerde yapılan ızgarası, tavası ve buğulamasından değil, yöreye özgü hamsili yemeklerden bahsedilecektir. Bunların başlıcaları hamsili ekmek, hamsili plav, hamsi çığırtası, hamsi köftesi ve kiremitte hamsi adları altında yapılan hamsii yiyeceklerdir. Tuzlanarak bir aydan fazla bekletilen hamsi olgunlaşına sardalya veya torik gibi çiğ olarak ta yenebilir. Tuzlu hamsi suya konarak tuzu alınır, kılçığı çıkarılır, limon, maydonoz ve zeytinyağı ile beslenerek güzel bir yiyecek olur. Sofralarımızda salata gibi alınabilir. HAMSİKOLİ (HAMSİLİ EKMEK) Malzemeler: Bir bağ pazı, bir bağ taze soğan veya buna denk kuru soğan, Bir bağ prasa yaprağı, bir iri domates büyüklüğünde içyağı, dört bardak mısır unu, iki kaşık tereyağı, bir avuç nane, iki kase hamsi. Yapılışı: Önceden suya konmuş hamsiler kılçıklarından ayıklanır. Bütün sebzeler ve içyağı ince ince doğranır, elenmiş un ve kaynar su ilave edilerek karıştırilır ve ekmek hamuru şeklinde hafifçe yoğrularak mısır ekmeği gibi plekide pişirilir. Pişirmeden önce tuzu kontrol edilmelidir. Hamsi ve içyağı kendiliğinden tuzlu olduğundan tuz ayarı buna göre yapılmalıdır. Hamsili ekmeğin hamuruna su yerine kaymaklı süt ve yumurta katılırsa daha da lezzetli olur. Sıcak olarak yenirse daha lezzetlidir. HAMSİ ÇIGIRTASI Malzemeler: Bir bağ pazı, bir bağ taze soğan veya buna denk yerli prasa yaprağı, iki bardak ince mısır unu veya buna denk buğday unu'da olabilir, bir tas tuzlu hamsi, bir yumurta büyüklüğünde içyağı. Kızartma için zeytinyağı yoksa tereyağı. Yapılışı: Hamsiler önceden suya konarak ayıklanır, kılçıklarından temizlenir, hamsi, un, kıyılmış pazı ile soğan içyağı ile karıştırılarak ekmek hamuru gibi hafifçe yoğrulur, tuzu kontrol edilir. Yumurta katılırsa daha iyi olur. Bir santim kalınliğında veya daha ince yayılarak tavada kızartılir. Çığırta hamuruna köfte biçimi verilerek de kızartılabilir. HAMSİLİ PİLAV Hamsili plavın ilk şekli "Hamsili Rasti" yemeğidir. Korkoto, azmiktarda pazı veya prasa yaprağı, kılçığı alınmış tuzlanmış hamsi ile birlikte karış tınhr, yağı konarak kazanda plav gibi ve plav kıvamına gelinceye kadar piş irilir. Hazırlanan malzeme tepsiye konarak pleki veya kuziııada piş irilebilir. Hanısili Plavın Malzemesi: Bir kilo veya bir tas hamsi. (Taze veya tuzlu hamsi olabilir), dört bardak pirinç, Uç baş soğan, bir avuç nane, Bir buçuk bardak zeytinyağı veya tereyağı. Yapılışı: Hamsi tuzlu ise suya konur ve tuzu alınır. Taze veya tuzlu olsun önce hamsilerin kılçildan tenıizlenir. Pirinç yıkamp tenıizlenir, hamsi hariç, diğer hazırlannıış malzeme ile karış tınlır, iki bardak pirinc üç bardak su hesabıyla suyu konur. Tepsiye bir sıra hamsi dizildikten sonra üzerine hazırlanmış malzeme konur ve en üstünede bir sıra daha hamsi dizilir. Tepsi plekide veya fırında pişirilir. Sıcak veya soğuk olark salatalık veya ayranla yenir. Bu gün hamsi pilavı baharat, maydonoz , kuş üzümü ile zenginleştirilmektedir. Hamsili pilava, kuş başı doğranmış pateteste konabilir. Genellikle hamsili plav yapılınca başka yemek yapmaya gerek görülmez. PLEKIDE VEYA KIREMİTİE HAMSİ Yapılışı: Taze hamsi başları kesilerek temizlenir ve tuzlanır. Bir oluklu kiremit alınarak üzerine kumar yaprağı veya lahana yaprağı serilir. Temizlenmiş hamsi yaprağm üzerine dizilir, üzeri aynı tür yaprakla örtülür ve en üstte bir oluklu kiremit daha konarak ocağa veya ateşe sürülür ve üzerine közler çekilerek pişirilir. Kiremit yerine pleki de kullanılabilir. Kiremite dizilen hamsiler plekiye dizilir, üzeri sacla örtülerek üzerine ateş yakilır ve pişirilir. HAMSİ KÖFTESİ Tarifi Çamlıhemşin'den alınmıştır. Malzemeler: Bir kilo tuzlu hamsi, dört dilim bayat ekmek, üç yumurta, yarım su bardağı mısır unu, karabiber, maydonoz, tuz ve yağ. Yapılışı: Tuzlu hamsi akşamdan suya konarak tuzu alınır. Kılçığı temizlenek ince ince doğranır. Bayat ekmek hamsilerin üzerine ovulur. Karabiber, yumurta tuz konarak maydanozla birlikte iyice karıştırılıp yoğrulur. Ceviz büyüklüğüne getirilerek tavada kızartılır. UNLU TAVA YEMEKLERİ MUHLAMA Malzemeler: Üç tahta kaşığı mısır unu, üç kaşık tereyağı, bir kase tel veren peynir, İlik SU ve tuz. Yapılış ı: Bakır bir tavada tereyağı eritilir. Mısır unu konulup penbeleş inceye kadar kavrulur. Tavaya ilik su ve peynir ilave edilir. Peynirin tuzuna göre tuzu ayarlanır. Hafİf ateşte karıştırılarak yağını üzerine verinceye kadar pişirilir. Muhlama tel veren peynirle yapılabileceği gibi hertürlü peynirle veya minci ile de yapılabilir. Peynir ve minci sade olarak da yağda pişirilebilir. (Buna pişirmek yerine ısıtmak demek daha doğru olur). Yağda sade olarak pişirilen peynire peynir muhlaması, yağda sade olarak pişirilen minciye de minci muhlaması denir. Hemşin yöresinde bir miktar kaymak alınarak tavaya konur, ateş üzerinde kaynatılır, içerisine yavaş yavaş mısır unu ilave edilir. Daha sonra bir miktarda ince ince doğranmış köy peyniri konmak suretiyle sıcak olarak servis yapılır. Bu muhlama şekline adı geçen yöremizde "kaymak muhlaması' denmektedir. HOŞMER Malzemeleri: Bir litre kaymaklı süt, bir kase köy peyniri, üç tahta kaşığı mısır unu, yeterince tuz. Yapılışı: Kaymaklı taze süt süzgeçle süzülerek bir tavaya boşaltılır. Tava ateşe konarak kaynatılmaya bırakılır. Elenmiş mısır unu, kaynayan süte yavaş yavaş ve karıştırılarak ilave edilir. Normal kıvama gelince ince doğranmış köy peyniri ve tuz konur. Peynirin hoşmer içine erimesiyle birlikte sıcak servis yapılır. Hemşin yöresinde kaymağı alınmış süt içeresine mısır unu karıştırılarak yapılan tava işine "Kotniyar" denmektedir. Kotniyara peynir konmaz. Hoşmer, muhlama gibi yenir ve yerken yağ tavada göllenir. HAŞIL Değişik şekillerde yapılan haşılın Salaha Bölgesinden aldığımız bir tarih aşağıda verilmiştir. Haşıl, kavut unuyla yapılır. Kavut unu; kavrulmuş kabak çekirdeği, kavrulmuş balli lobya (soya fasulyesi) ve kavrulmuş mısırın değirmende öğütülmesi ile elde edilen bir undur. Tavaya yeter miktarda su ve yeter miktarda kavut unu konarak pişirilirken sürekli karıştırılır. Bir miktar tuz ilave edilir. Pişme işi tamamlanırken yemek de ekmek hamuru kıvamma yaklaşır. Dikkat edilirse, haşıl yağsız olarak pişirilmektedir. Fakat, yağla yenir. Haşıl sıcak olarak sofraya almmakta ve ortasına bir kaşık tereyağı konularak yenmektedir. Haş ila kaşık salan kişi, kaşığmı haşılin ortasındaki tereyağına bandırır. Ortadaki yağ bitince aynı yere yoğurt dökülür ve yemeye devam edilir. Haş il hangi tavada pişmişse o tava ile sofraya gelir ve servis yapılmaz. Ikizdere'den aldığınıız bir örnek de şöyle: Malzemeleri: Mısır unu, tereyağı, su, süt veya yoğurt. Hazırlanışı: Mısır unu suya karıştırılarak pişirilir. İyice pişen bu karışıma bol miktarda tereyağı kanştırılır, pişimıe işine devam edilir. Çok katı bir kıvama gelen yemek bir miktar soğumaya bırakılır. Birazcık soğuduktan sonra üzerine süt veya yoğurt dökülerek yenir. ÇUMUR Malzemeler: Sıcak mısır ekmeği, tereyağı ve mıncı. Hazırlanışı: Sıcak mısır ekmeğinin içi yayvan bir kap içersine boşaltılır. İçersine bol miktarda tereyağı ve tuzlu minci (Lor) katılarak karıştırılır. Mısır ekmeğinin sıcağında yağ, ekmeğe ve minciye sirayet eder. Soğutulmadan yenir. Sıcak ekmek bulunmadığı zamanlarda soğuk ekmek bir tavanm içine ufaltilıp yağı ve mincisi konur. Sonra hafif ateşte ısıtılarak yağın ekmeğe nufuz etmesi sağlanır. Böylece leziz ve besleyici bir yiyecek elde edilmiş olur. PEKMEZLE YAPILAN UNLU YEMEKLER TERMONI Termoni Yemeğinin Malzemesi: Bir buçuk bardak halli fasulye, bir buçuk bardak renkli fasulye, bir bardak buğday unu, bir buçuk bardak armut pekmezi, bir çay bardağı şeker Yapılışı: Balli fasulye dört bardak su ile biraz pişirilir. Renkli fasulye dört bardak su ilavesiyle kazana konur ve ikisi birlikte pişinceye kadar kaynatılır. Fasulyeler piş ince sekiz bardak su ilave edilerek su kaynaymcaya kadar ısıtılır ve buğday unu sulandınlarak kazana ilave edilir. Bir miktar yeniden kaynadıktan sonra da pekmezi, şekeri ve tuzu konularak beş dakika daha pişirilir. Kaselere konarak ilik veya soğuk olarak yenebilir. Bu yemek zenginleş tirilerek de yapılabilir. Bu takdirde yemeğe bir buçuk bardak taze mısır, bir çay bardağı bulgur, bir çay bardağı pirinç, bir avuç karalahana ilave edilir. Armut pekmezi yerine üzüm pekmezi veya taze şıra da konabilir. EKŞAŞİ Malzemeler: Iki bardak renkli veya beyaz fasulye, bir bardak buğday unu, bir buçuk bardak armut pekmezi, bir çay bardağı pirinç, bir çay bardağı şeker. Yapılışı: Fasulyeler dört baıtlak su ile birlikte pişirilir. Fasulyeler piş ince sekiz bardak su ilave edilerek ve yeniden kaynatılarak pirinci konur, buğday unu sulandınlarak kazana ilave edilir. Yeniden kanatılarak pekmezi, şekeri, ve tuzu konur ve yeniden beş dakika karıştırılarak piş irilir. Kaselere boşaltılarak yenir. PEKMEZLİ ASUDE Yapılışı: Bir kaşık tereyağı orta bir tavada eritilir, bir başka kapta bir su bardağı pekmez ılık su ile açılarak tavada erimiş yağa ilave edilir. Bu şerbet üzerine bir elle yavaş yavaş mısır unu dökerken diğer elle bu un, bir tahta kaşıkla sürekli karıştırılır. Muhlama kıvamına gelinciye kadar bu işlem sürdürülür. Çok az bir tuz ilave edilerek servis yapılır. BÖREK VE HAMUR İŞİ TATLILAR LAZ BÖREĞİ Malzemeler: Beş yumurta, yedi su bardağı süt, beş kaşık tereyağı, bir buçuk su bardağı şeker, bir buçuk kahve fincanı nişasta, bir buçuk kahve fincanı pirinç unu, alabildiği kadar buğday unu, tuz. Yapılışı: Bir kase su, iki kaşık tereyağı, bir yumurta sarısı, az tuz, bir iki damla zeytinyağı ve alabildiğince un katılarak yoğrulur ve ondört parçaya bölünür. Bu ondört parça ile laz böreğinin on dört yufkası açılır. Yapraklar arasına konacak muhallebinirı yapılışı: Süt ve şeker kaynatildıktan sonra az tuz konur, ayrı bir kapta pirinç unu veya nişasta, dört yumurta sarısı, bir bardak soğuk su ile iyice çırpılır, kaynayan süte karıştırılarak ilave edilir. Piştikten sonra bir tutam karabiber serpilir. Yedi hamur tek tek açılır ve her bir yaprağına tereyağı sürülerek tepsiye dizilir, üzerine önceden hazırlanmış olan muhallebi soğuk olarak dökülür. Geriye kalan yedi hamurda tek tek açılarak ve tereyağı süıiilerek muhallebinin üzerine dizilir. Arzu edilen şekilde kesilir, üzerine tereyağı gezdirilerek fırına verilir. Bir buçuk bardak şeker, bir bardak su ile hazırlanan ilik şurup, fırından çıkan böreğin üzerine dökülür. Fındık veya cevizle süslendikten sonra ılık olarak servis yapılır. ENIŞTE LOKUMU Eskiden kaynanaların damatlan için yaptıkları ve kızlarını her ziyaretlerinde bir bohça yapıp damat evine gönderdikleri yüksek kalorili bir pasta türüdür. Çokca yapılan bu lokunılar, gelin tarafmdan koca evi halkına birer ikişer dağıtırdı ve bir ihtimal utanıp da yiyemediği zamanlarda odasında gizlice yerdi. Malzemeler: Uç su bardağı tereyağı (Margaıin de olabilir), üç su bardağı yoğurt, altı su bardağı şeker, üç yumurta, yarım limon suyu, yanm çorba kaşığı kaıbonat, alabildiğince buğday unu ve tuz Yapıhşı: Şeker, yumurta ve yoğurt bir kap içine konur, şeker eriyinceye kadar çnpilır. Şeker yağ içine erimediğinden eritilmiş ilik yağ bu karış ima sonradan ilave edilir. Diğer yanda yarım limon suyuna karbonat katıp karıştırarak yağh karış ima katılır ve alabildiğince un konarak kulak memesi yumuşaklığında bir hamur yapılır. Hamur on dakika dinlendirilir. Bu hamurdan iki yumurta büyüklüğünde parçalar alınarak avuç arasında yuvarlayıp uzatilarak lokum şekli verilir. Yağlanmış tepsiye birer parmak ara ile yerleştirilir, üzerine bıçakla (Z) şeklinde kesikler atarak şekillendirilir. Plekide ekmek pişirir gibi üzerine sac örtülerek veya kuzinada orta hararette pişirilir. KABAK SUTLACI Malzemeler: Ortaboy bir taze siyah kabak, bir buçuk kilo süt, bir su bardağı şeker, tuz. Yapılışı: Kabak parçalara bölünüp kabukları soyulur, küçük küçük doğranıp suyla pişirilir. Kepçe ile iyice ezilerek süt, şeker ve tuz ilave edilir, on dakika kadar pişirilir, sahanlara veya taslara boşaltılarak soğuk veya sıcak yenebilir. PEKMEZLI KABAK Büyük pekmez tavasmda pekmez yapılacak şıra satlerce kaynatılır, bu-harlaş arak ş ıra siner ve tatlanmaya baş lar. Artık pekmez olması ıçın yarım saat kadar bir zaman kalmış tır. işte o zaman daha önce beyaz tatlı kabağmdan hazırlanmış olan kabak felileıi (Uzunluğuna kesilmiş bir kabağm ikiye üçe ayrılmış panalan) pekmez tavasına atılır. Kabaldar tatlilaşmakta olan şıra ile birlikte pış er, giderek kahve rengi bir renk alarak tadlaş ir. Uzun saplı bir süzgeçle pekmez tavasmdan toplanır. Sıcak veya soğuk olarak yenebilirler. PEPEÇURA Malzemeler: Uç kilo siyah kokulu üzüm, bir su bardağı mısır unu, tuz. Az bir miktar buğday unu katılması iyi olur. Yapılışı:Üzümler ezilir, şırası alınır. Gerekirse üzümlerin posası az bir suda pişirilerek posada kalan öz de alnmış olur. Bir kazana koyduğumuz ve kaynar hale getirdiğimiz üzüm suyuna un, yavaş yavaş yedirilir, gerekirse şeker ilave edilir. Muhallebi kıvamına gelinceye kadar pişirilir. Sahanlara taslara konup soguk olarak ikram edilir. Bir kaç gün hatta daha fazla bekletmek daha makbuldur. Küflenmeye başlamış olmak bekleme süresini belirler. Pepeçura, pekmez için hazırlanan şımdan bir miktar ayrılarak da yapılabilir.
-
COĞRAFİ YAPI Coğrafi Konum Rize'de kuzeydoğu Anadolu'da; Doğu Karadeniz kıyı şeridinin doğusunda, 40o-22' ve 41o-28' doğu meridyenleri ile 40o-20' ve 41o-20' kuzey paralelleri arasında yer alır. Batıdan Trabzon'un Of, güneyden Erzurum'un İspir, Doğudan Artvin'in Yusufeli ve Arhavi ilçeleri ve kuzeyden Karadeniz ile çevrili olan Rize'nin göller hariç yüzölçümü 3920 km2 dir. Yeryüzü Şekilleri Doğu KaradenizkKıyı sıradağları yayının kuzey yamacında yer alan Rize toprakları genel ifade ile dağlık ve engebelidir. Ancak bu genel topografik durum dikey yönde bazı farklılıklar arz etmektedir. Bu nedenle Rize'nin topografyasını üç bölümde incelemekte fayda vardır. Kıyı Şeridi ve Alüvyon düzlükleri Çok dar olan bu sahanın Rize topoğrafyası içinde ayrı bir yeri vardır. Kabaca 80 km uzunluğundaki kıyı şeridinin genişliği akarsu vadileri dışında ortalama 20-150 m. arasında değişmektedir. Çok sayıda akarsu tarafından kesilen bu şeridin en geniş düzlüklerini taban seviyesi ovaları oluşturur. Tümüyle akarsuların getirdiği alüvyonlardan oluşan bu düzlükler, akarsuların denize kavuştuğu noktadan itibaren içeriye doğru 500-600 metreye kadar taban seviyesi ovası şeklinde, 9-10 km'ye kadar da taraça düzlükleri şeklinde uzanırlar. Bu düzlüklerin kıyı boyunca olan genişlikleri ise yaklaşık olarak 200 m ile 1000 m arasında değişmekte olup hemen tamamı yerleşmeye sahne olmuştur. Bunlardan en geniş olanı Ardeşen ilçe merkezinin yerleşim alanını oluşturan Fırtına Deresi'nin taban seviyesi ovasıdır. Yüksek kıyılar kategorisine giren Rize kıyıları genellikle sade bir görünüş arz eder. Kıyı çizgisi küçük boyutlu ve asimetrik girinti ve çıkıntılardan oluşur. Bütün burunların önüne kıyıdan 5-25 m, hatta bazen 150 m. uzaklıkta ve boyutları 5-10-15 m arasında değişen taş adacıkları mevcuttur. Diğer taraftan karayolunun inşası sırasında geniş ölçüde tahrip edilmiş olmasına rağmen yer yer taraça ve falezlere de rastlanmaktadır. Derin Vadilerle Yarılmış Dağlık Saha Topografya kıyı düzlüğünün hemen gerisinde arızalanmakta ve yükselti birdenbire 150-200 m'yi bulmaktadır. Buradan itibaren arazi, giderek daralan akarsu vadileri tarafından derin bir şekilde yarılmıştır. Gerek ana akarsular ve gerekse bu akarsuların orta çığırları boyunca aldıkları sayısız kollar araziyi şiddetle aşındırmış ve çok arızalı bir görünüş kazandırmıştır. Keskin ve birbirine yakın sırtlar, dik yamaçlı "V" profilli vadiler yaklaşık 2000 m yüksekliğine kadar olan bu sahanın karakteristik topoğrafik görünüşünü oluştururlar. Yüksek Dağlık Saha ve Buzul TopoğrafyasıfotoğrafKabaca 2000 m yükseklikten başlayan bu sahanın 3000-3200 m yüksekliğe kadar olan kısımlarında topoğrafya basık sırtlar, dik yamaçlı "U" profilli vadilerden oluşur. Dördüncü jeolojik zamanın buzul devrelerinde geniş ölçüde buzul aşındırmasına sahne olan bu sahada çok sayıda küçük boyutlu buzyalağı ve moren set gölleri mevcuttur. Bu sahanın, yüksekliği 3000 m'yi aşan kısımları ise Rize'nin en sarp ve en arızalı kesiminin oluşturmaktadır. Geniş ölçüde çıplak ve tamamen kayalık zirveler ile bunların arasındaki keskin sırtların yamaçları insanın gezmesini engelleyecek kadar diktir. Rize'nin en yüksek noktalarını bu sırtlar arasındaki zirveler oluşturur. Üzerinde hâlâ buzul bulunan ve Rize topraklarının en yüksek noktası olan Kaçkar Tepesi (3937m) ile Verçenik (üç doruk) Tepesi (3709m), Koyunsokağı Vacakar dağı (3458m), Çaymakçur Tepesi (3420m), Gudashevsivrisi Tepesi (3406m), Koyunsokağı tepesi (3342m), Marsis Tepesi (3334m) ve Aşağı Karataş Tepesi (3322m) bu zirvelerden bazılarıdır. Bu arızalı topoğrafya Fındıklı ilçe merkezinin güneyinden itibaren sarplığını ve yüksekliğini kaybetmeye başlar. Jeolojik Yapı Doğu Karadeniz Dağlık Sistemine dahil olan Rize arazisi esas itibariyle paleozoik (I.zaman) bir temel üzerinde ve Kretase'de (III. Zaman ara devresi) başlayan büyük orojenezle (Dağ oluşumu) yüzeye çıkmış Granodiorit ve Kretase flişlerinden ibaret olmakla birlikte yer yer Neojen depolarına da rastlanır. Bütün kıyı kesimi yüzeyde üst Kretase serisi volkanik örtü ve tüflerin fazlalığı ile dikkati çeker. Örneğin Çayeli-Pazar arasındaki tünellerin deniz tarafını oluşturan falezler, andezitlerle ophiolitlerin teşkil ettiği kaba greler ve bunlarla karışık olarak bulunan ince konglomera ve aglomera banklarından oluşmuştur. Kıyıya yakın yamaçlarda ise Kretase sedimanları yaygın olmakla beraber, bu sedimanların üzeri yer yer Eosen fliş serileri tarafından örtülmüştür. Vadi boylarında bu örtülerin altında yer yer aflore olmuş trakit, andezit ve bazalt sütunlarına rastlanır. Yüksek dağlık sahada ise daha çok mağmatik elemanlar hakim durumdadır. Aflore olan granit, andezit ve bazalt kütleleri yüksekliği 3000 m'yi aşan hemen her yerde hakim durumdadır. Yörede alüvyonlara büyük akarsu vadilerinin denizden itibaren en çok 10 km'ye kadar olan kesimlerinde rastlanır İklim Rize'de yazları serin, kışları ılıman ve her mevsimi yağışlı bir iklim görülür. Elli yıl boyunca yapılan rasat sonuçlarına göre Rize'nin yıllık sıcaklık ortalaması 14 oC'yi biraz geçer. Bu süre içinde kaydedilen en düşük sıcaklık -7 oC olup 23 Mart 1962'de, en yüksek sıcaklık ise 38.2 oC olup 21 Mayıs 1980'de kaydedilmiştir. En soğuk ay olan Ocak ayının sıcaklık ortalaması 6.7 oC; en sıcak ay olan Temmuz ayının sıcaklık ortalaması ise 22.2 oC'dir. Ocak minimumunun -5.6 oC, Temmuz Maximumunun 32.5 oC olduğu Rize'de yıllık sıcaklık amplitüdü (salınımı) 25,8 oC'dir. Bu haliyle Rize, denizsel iklimlerin karakteristik özelliğini taşır. Rize'de aylık ortalama sıcaklık eğrisi bütün yıl 5 oC'nin üzerinde seyretmekte olup, sadece 4 ayın sıcaklık ortalaması 10 oC'nin altındadır. Diğer bütün ayların sıcaklık ortalaması 10 oC'nin üzerindedir. Sıcaklık ortalaması 20 oC'yi geçen ay sayısı ise 2'dir. Bütün bunlardan Rize'nin oldukça istikrarlı bir sıcaklık rejimine sahip olduğu sonucunu çıkarmak mümkündür. Türkiye'nin en çok yağış alan ili olan Rize'de yıllık toplam yağış miktarı 2300 mm'nin üzerinde olup, yağışlar her mevsime dengeli olarak dağılmıştır. Bu nedenle Rize'de kurak mevsim yoktur. En az yağış alan ilk baharın toplam yağış miktarı kuraklık sınırının çok üzerindedir (367.9 mm). Rize'de kurak ay da yoktur. Şekil 2'den sıcaklık ve yağış eğrilerinin seyri izlenirse yağış eğrisinin hiçbir ayda sıcaklık eğrisinin altına düşmediği görülür. Bu iki eğrinin birbirine en çok yaklaştığı Mayıs ayı bile iç bölgelerimizin yaz mevsimi toplamından fazla yağış almaktadır. (94.3 mm) Rize'de kar yağışları olağandır. Toplam yağışın bir kısmının kar şeklinde düşmekte, akarsu rejim grafiği Yağış eğrisi son bahar ve kış aylarında yükselirken akarsu rejim eğrisi bu aylarda maximumun oldukça altında seyretmekte ve maximuma ilk bahardan itibaren uzanmaktadır. Oysa ilk bahar Rize'de en az yağış alan mevsimdir. Bu durumda kışın düşen yağışların kar şeklinde olduğu ve ilk baharla birlikte bu kar örtüsünün erimesiyle akarsuların kabardığı anlaşılmaktadır. Mevsimlere göre değişmekle birlikte Rize'de nem oranı her zaman % 75'in üzerindedir. Yılın 150 günü kapalı, 163 günü bulutlu geçmektedir. Açık gün sayısının az olması Rize'de güneş enerjisinden yararlanma imkanını en aza indirmiştir. Karın ortalama 14 gün yerde kaldığı Rize'de donlu gün ortalama sayısı 10'dur. Donlu gün sayısının az olması ve minimum sıcaklık ortalamasının -7 oC'yi geçmemesi Rize'de narenciye üretimine imkan vermiştir. Rize'de hakim rüzgar yönü Güneybatıdır. Ancak 2-3 yılda bir Kasım'dan Nisan'a kadar kısa aralıklarla esen föhn rüzgarlarına da değinmek gerekir. Doğu Anadolu Antisiklonun Sibirya Antisiklonuyla birleşerek güçlendiği yıllarda Doğu Anadolu'da Doğu Karadeniz üzerindeki siklon merkezine doğru yönelen hava, 3000 m'yi geçen Rize dağlarını aştıktan sonra kıyıya doğru inerken ısınır ve kıyıya ulaştığında bu bölgede sıcaklıkların yükselmesine yol açar. Böylece Rize'de kış sıcaklık değerlerinin aşırı düşüş göstermesini önler. Bitki Örtüsü Bol yağış alan ve dengeli bir sıcaklık rejimine sahip olan Rize sık ve gür bir tabii bitki örtüsüne sahiptir. Kıyıdan yaklaşık 750 m yüksekliğe kadar olan saha geniş yapraklı kıyı ormanları ile kaplıdır. Bu sahada yer yer iğne yapraklıların da bazı sırtlar boyunca aşağılara sarktığı görülür. Gür ve sık bir orman formasyonu ile aynı zamanda da zengin bir orman altı formasyonundan oluşan bu yükseklik basamağı "Kelşik Flora" adıyla da tanınmaktadır. Bu basamağın hakim türü sakallı kızılağaç (Alnus Barbata) olup diğer türler kayın, kestane, ıhlamur türleri, gürgen, karaağaç türleri, yabani Trabzon hurması, yabani karayemiş, yabani kiraz, defne, çınar, tesbih ağacı, meşe, dişbudak ve şimşir'dir. Bunlardan sakallı kızılağaç ve yabani karayemiş akarsu vadileri boyunca orman üst sınırına kadar çıkar. Bu basamağın orman altı bitki örtüsü de çok zengindir. Hakim tür; yörede "Kumar" adıyla bilinen ve yakacak odun olarak istihsal edilen orman gülü (Rhododendron) olup, sayılamayacak kadar çok otsu ve odunsu bitki türü, orman gülü ile birlikte orman altı bitki örtüsünü oluşturur. Bu yükseklik basamağı aynı zamanda kültür bitkilerinin de yayılış alanıdır. Ancak konunun kapsamı dışına çıkmamak için burada bunlara yer verilmeyecektir. Yaklaşık olarak 800-1400 m yükseklikler arasındaki kuşak karışık orman kuşağıdır. Bu katın yaygın türlerinin geniş yapraklılarından sakallı kızılağaç, kayın, kestane, gürgen ile iğne yapraklılarından ladin ve çam türleri teşkil eder. Orman altı bitki örtüsünü gene orman gülü ile diğer otsu ve odunsu bitkiler oluşturur. Yüksekliğin daha da artmasıyla yavaş yavaş iğne yapraklı türler hakim duruma geçer. Hele 1600 m'den sonra iğne yapraklılarının hakimiyeti kesindir. Hakim tür doğu ladini (Picea Orientallis) olup, orman üst sınırına yaklaştıkça Kafkas köknarı da yaygın bir şekilde görülür. karaçam da bu kuşağın yaygın türlerindendir. Orman altı bitki örtüsü bu kuşakta da değişmez. Rize'de ormanlar yaklaşık olarak 2000-2200 m yüksekliklerde sona erer ve yerini alp çayırlarına bırakır. Turuncu ve beyaz renkli küçük dağ zambakları ile papatyalar gibi çeşitli türlerin yer aldığı bu sahada, çayırların yanında lekeler halinde yer yer kısa boylu, orman gülü çalılıkları da yer almaktadır. Yaylacılık faaliyetlerine sahne olan bu sahada yakacak ihtiyacını karşılamak amacıyla tahrip edilen orman gülü çalılıkları gün geçtikçe azalmaktadır. Akarsu ve GöllerfotoğrafRize, yağışlı iklimi ve çok sayıdaki yeraltı su kaynakları sayesinde çok zengin bir hidroğrafik yapıya sahip olmuştur. Rize sınırları içinde doğu-batı yönünde ortalama her 250-300 m'de büyük veya küçük akan bir suya mutlaka rastlanır. Nitekim Rize arazisinin reliefi de bunu göstermektedir. Bundan hareketle Rize'nin, Türkiye'de akarsu yoğunluğu en fazla olan il olduğunu söylemek mümkündür. Ancak bunu kesin olarak söyleyebilmek için Türkiye'nin bütün illerinde akarsu yoğunluğu ölçümlerinin yapılmış olması gerekir. Rize'nin akarsuları kısa boylu, yatay eğilimli fazla olan hızlı akışlı akarsulardır. Rize sınırları içinde uzunluğu 5 km'den fazla olan 23 akarsu vardır. Ancak bunlardan 16 tanesi doğrudan doğruya Karadeniz'e ulaşmakta olup geri kalanı ise bu 16 akarsudan birinin kolu durumundadır. Doğrudan doğruya Karadeniz'e ulaşan akarsuların en uzun olanları Çağlayan deresi (34.7km), Arılı Deresi (31.5 km), Fırtına Deresi (68.0 km), Hemşin Deresi (38,5 km), Sabuncular Deresi (46.0 km), Taşlı Dere (34.0 km), İyi Dere (78.4 km)'dir. Diğerlerinin boyları kısadır. Öyleki kol durumundaki bir çok akarsu bile bunların en uzunu olan Venek Deresinden (20.3 km) daha uzundur. Örneğin Fırtına Deresinin kolları olan Durak Deresi 33.0 km, Hala Deresi 32.5 km ve Taşlı Dere'nin kolu olan Balamya Çayı 22.6 km. uzunluğundadır. Rize'nin büyük akarsuları olarak belirttiğimiz 7 akarsudan en uzun olanı İyi dere (78.4 km) ama beslenme sahası en geniş olanı Fırtına Deresi'dir (1149.3 km). Havza genişliği yönünden ikinci sırayı İyi Dere (1047.4 km), uzunluk yönünden ikinci sırayı ise Fırtına Deresi (68km) alır. Akarsular hidroğrafik ve rimlilik açısından değerlendirilirken ölçü olarak havza genişliği alındığı için Rize akarsularının karakterinin incelenmesinde Fırtına Deresi'ni örnek olarak almakta fayda vardır. Diğer taraftan Rize'nin bütün akarsuları il sınırları içinde olduğu, yani akarsu karakterini etkileyen etmenler hepsinde aynı olduğu için ikinci bir akarsuda daha karakter incelemesi yapmaya gerek olmadığı kanısındayız. Rize'de akarsuların karakteri yağmur, kar, gür kaynaklar tarafından belirlenir. "Yağmurlu Karadeniz Rejimi" statüsünde incelenen bu akarsulardan, biri Eylül'den Kasım ortalarına kadar, diğeri Mart'tan Ağustos'a kadar iki kabarık ve Kasım ortalarından Mart'a kadar bir çekik devre vardır. Örnek olarak alınan Fırtına Deresi'nin 25 yıllık rasat sonuçlarından çıkan grafikte de görüldüğü gibi (Şekil 1) Rize akarsuları Kasım'dan Mart'a kadar çekik devreyi yaşamaktadır. Bu devrede akarsular sadece göl ve kaynak sularıyla beslenmektedirler. Çünkü bu devrede yöre yağışı kar şeklinde olduğu için akarsuyun yağmur sularından beslenme şansı yok gibidir. Nitekim en çekik seviyenin Ocak ayına tekabül etmesi de bunu kanıtlar (Fırtına deresi Ocak ortalama debisi 11.3 m3/sn). Mart'tan itibaren önce kar erimeleriyle kabarmaya başlayan akarsular ilk bahar yağmurlarıyla da beslenince birdenbire kabarmaya başlar ve kar erimelerinin en şiddetli olduğu Haziran ayında en kabarık seviyeye ulaşır. (Fırtına deresi Haziran ortalama debisi 65.2m3/sn). Haziran'dan itibaren kar suyu desteğinin azalmasına paralel olarak akarsular da çekilmeye başlar. Ancak gene de Haziran-Ağustos arasındaki seviyeleri diğer aylardan daha yüksektir. Bu seviye kaybı Eylül'de son bulur ve son bahar yağmurlarının etkisiyle Eylül ortalarından Kasım'a kadar ikinci kabarık devre yaşanır. Rize akarsularının debileri (1 saniyede akıtılan su miktarı) oldukça fazladır. Örneğin Fırtına Deresi'nin ortalama debisi (28.4m3/sn), üzerinde Demirköprü barajının bulunduğu Gediz Nehri'nden (26m3/sn); minimum debisi ise (4.6 m3/sn), Kızılırmak (1.7 m3sn) ve Gediz Nehrinden (0.07 m3/sn) fazla, Dicle Nehri'nin (9.4 m3/sn) yarısıdır. Türkiye'nin diğer akarsularıyla kıyaslandığında oldukça düzenli rejimli oldukları görülen Rize akarsularının asıl dikkat çeken özellikleri elektrik enerji potansiyelleri ve sediment miktarlarıdır. Türkiye'nin diğer akarsularına göre oldukça az sediment taşıyan Rize akarsuları yıllık elektrik enerji potansiyeli bakımından da elverişli şartlar arz ederler. Rize akarsularının Doğu Karadeniz Havzası içinde yer aldıkları ve Doğu Karadeniz Havzası'nın da yıllık elektrik enerji potansiyeli bakımından Fırat ve Dicle Havzalarından sonra yaklaşık 12 milyar Kwh. İle üçüncü sırayı aldığı dikkate alınırsa,Rize akarsularının Türkiye elektrik enerji potansiyeli içindeki yeri daha iyi anlaşılır. Rize Dağları'nın 2400 m'yi aşan bölümlerinde buzul aşandırması ve biriktirmesi sonucu oluşmuş olan 19 adet küçük alanlı göl tespit edilmiştir. Bu göllerin en büyükleri 0.07 km2 yüzölçümündeki Ambar Gölü (2950m) ile Büyük deniz Gölü'dür (2900m.) 2400-3000 m yükseklikler arasında yer alan bu göllerin en küçüğü ise 0.01 km yüzölçümündeki Öküzyatağı Gölü'dür. (2775 m). bunların bir kısmı buzyalağı, bir kısmı da moren set gölüdür.
-
TARİHÇE İLİN ADININ KAYNAĞI : Rize'nin tarihi öncesi hakkında bilgilerimiz sınırlıdır. Yöreye hakim olan orman dokusu nedeniyle, Rize'nin tarih çağları ile ilgili bilgilere ışık tutacak arkeolojik bulgular da bu güne kadar ortaya çıkarılamamıştır. Rize'nin tarihi ancak komşu illerin ve bölgelerin tarihleri ile bağlantılı olarak ele alınabilmiştir. Rize ilinin adı ile ilgili olarak değişik görüşler ileri sürülmüştür; Yunanca pirinç anlamına gelen Rhisos, Rumca'da "RIZA" olarak dağ eteği anlamında kullanılmıştır. Osmanlıca'da ise "RİZE" ufak kırıntı, döküntü anlamındadır. Ayrıca Erzincan'ın Sakalar dönemindeki "Eriza" olan adının başındaki "e" sesinin düşmesi ile adaş olarak Rize için de kullanıldığı ifade edilmektedir. İLK TARİHİ İZLER: Rize ili ve çevresinin bilinen ilk hakim ahalisi, bitişken dilli ve Asya kökenli kavimlerdir. Bunlar Rize ve çevresinde tarım ve hayvancılıkla geçinen yerleşik topluluklarıdır. Bu topluluklardan "KULKU-KULKHA"ların adına, Erzurum yöresini kendi ülkesinin topraklarına katan URARTU kralı II. SARDUR (M.Ö. 765-735) 'un Çıldır gölünün güneyinde Taşköprü köyünün üstündeki kayalıklara kazdırdığı çivi yazılı kitabede rastlanmıştır. M.Ö. 2000'lerde Kafkas dağları ile Karadeniz'in kuzeyinde yaşayan Kimmerler'in Ülkesi, M.Ö. 720 yıllarında Sakalar tarafından işgal edildi. Kimmerler'in Azak denizi ile Kafkaslar arasında yaşayan kolu, Sakalar'ın baskısı ile M.Ö. 714 yıllarında yurtlarını bırakarak Aras ve Çoruh nehri boylarınca yayıldılar. Kimmerler'in bu ilk göçleri, en eski destani Gürcistan tarihi olan "Kartlis-Çkhovrebe"da kartli (Gürcistan) ve komşularını esarete aldıkları ilk seferi diye anılmaktadır. Daha sonraları Kızılırmak ve Adana Bölgesine kadar hakim olan Kimmerler'den, Trabzon-Bayburt arasındaki Kemer dağı, Rize Çayeli İlçesi çıkışındaki Kemer köyü, Kızılırmak boyundaki Gemerek ile Kars'ın doğusunda yer alan Ümrü gibi coğrafya adları günümüze kadar gelmiştir. Aşağı Tuna ve Karpatlara kadar Doğu Avrupa'ya hakim olan Sakalar M.Ö. 680 yılında kendilerine itaat etmeyen son Kimmerler'i de yenerek Azerbaycan ve Gürcistan'a yayıldılar. Saka Kralı MADOVA'nın M.Ö. 626'da Medler'ce hile ile öldürülmesi üzerine Heredot'un andığı "Asya'da 28 yıl süren Sakaların hakimiyetleri" sona erdi. Saka göçleri sırasında, Aşağı Çoruh ve Rize-Batum arasına "Kalaç" adlı bir Türk boyu yerleşmiştir. Bu boyun yerleştiği bölgeye, M.S. 150 yıllarında yazılan PTOLEMEUS'un coğrafyasında Kalarzen, Gürcü kaynaklarda ise Klarc-et (=Klarç yurdu) denmektedir. Batom-Rize arasında güneyden Karadeniz'e esen sıcak rüzgarlar hala "Kalaş yeli" olarak anılmaktadır. Ayrıca Rize yöresindeki Türkmen/Oğuz topluluğu içinde yer alan Askur Boyunun Rize'nin doğusundaki Askoroz çayı diye bilinen çaya adını vermiş olması gerektir. Yine Sakaların Horosan kolunun gelen Arşaklar ve Balkarlar Bayburt çevresi Çoruh vadisi boyunca yerleşmişlerdir. Bu yüzden Bayburt ve İspir'in kuzeyindeki sıra dağlara günümüze kadar ve hece kaymasıyla "Balkal" ve buradan güneye doğru esen yağmur getiren rüzgara da "Balkal yeli" denile gelmektedir. Rize'de Hemşinlilerin en güzel yaylaları Baykal dağlarındadır. KOLONİ DÖNEMİ : M.Ö. 670 yılında Ege'de yaşayan Milletoslu denizciler Marmara ve Karadeniz kıyılarında Plinius'un tarihine göre 10 kadar empeion (Pazar yeri) adı verilen ticari nitelikle liman şehirleri kurmuşlardır. Bu arada Rize'nin de Kolonize edilmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Tarihi akış içerisinde M.Ö. 7 YY sonlarında Kimmer akınlarının Anadolu'yu kargaşaya sürüklemesinden faydalanan Medler'in yöreyi istila girişimleri, M.Ö. 550'de Med krallığını yıkan Pers kralı II. Kiros'un aynı şekilde ki istila hareketleri yöredeki savaşçı kavimlerin karşı koymaları nedeni ile Rize çevresinde başarılı olamamışlardır. Büyük İskender'in Pers kralı III. Darius'u kesin bir yenilgiye uğratması ile eline geçirdiği Anadolu Hakimiyeti M.Ö. 323 senesine kadar sürmüştür. Büyük İskender'in ölümü ile İmparatorluğun devamı niteliğinde olan Pontos, Koppodkida, Bithynia gibi krallıklar kurulmuştur. Ancak Trabzon, Rize gibi bir takım serbest şehirler, bu krallıklara bağlı olmadan varlıklarını sürdürmüşlerdir. PONTOS VE SELÇUKLULAR DÖNEMİ : İskenderin ölümünden sonra Komutanları ve Satraplar arasında çıkar egemenlik savaşlarında bağımsızlığını ilan eden Mitridates Kitistes Karadeniz kıyısında Sinop dolaylarına doğru genişleyen Pontos krallığını kurdu. Pontos kralı Farnakes M.Ö. 180'de Rize'yi İşgal ederek krallığı topraklarına kattı. M.Ö. 5. Yüzyılda Karadeniz'in kuzeyini gezen Herodot sakaların "Alazon" (+Alazlar) boyundan söz eder. M.S. 23-79 yılları arasında yaşayan Romalı PİLİNUS aynı yörede "Laz'lar" (Laz'oi) adlı bir kavim yaşadığını bildirir. 131 yılında Karadeniz kıyılarını gemi ile dolaşan Romalı ARRİANOS, Karadeniz'in doğusunda hakim olan Lazlardan bahseder. Rize, M.S. 10-395 yılları arasında Roma, 395 yılından itibaren de Bizans hakimiyeti altında yer almıştır. Sakaların Kars, Iğdır kesimine yakın Gökçegöl ile Alagez dağı arasında yaşayan bir boyu olan Amadunuler 626 yılında İranlıların baskısından kurtulmak için Boy Beyleri Hamam'ın öncülüğünde Çoruh ırmağını aşıp Rize'nin Dampur adlı ıssız yerini şenlendirerek ve bu yöreye HAMAM-A ŞEN (Hamamın şenliği) adını vererek yerleşip yurt tuttular. Bu yöreye bu gün Hemşin denmektedir. 646 yılında yöre Araplar tarafından vergiye bağlanmış olup 737 yılında da kısa bir süre Araplar'ın eline geçmiştir. XI. Yüzyıldan itibaren Rize'ye Türkmenlerin akınları yoğunlaşır. 1071 Malazgirt zaferi ile birlikte Bizans'tan feth edilen bölgelerde Türk emirlikleri kurulurken, Erzurum-Saltukluları da Çoruh nehri boyları ile birlikte Rize bölgesini hudutları içine aldılar. Alpaslanoğlu Sultan Melikşahın emirlerinden Ebu Yakup ile Emir İsa Böri adındaki Komutanlar 24 Haziran 1080 Posof-Kol zaferi ile Apkaz-Gürcistan krallığını yenerek Giresun'un batısına kadar olan Doğu Karadeniz bölgesinde Bizans'ın Hakimiyetine son verdiler. Böylelikle Büyük Selçukluların yükselme devrinde tüm Anadolu ile birlikte Rize de Selçukluların hakimiyetine girmiştir. Bu gelişmelerden sonra 100 bin nüfuslu Çepni'ler ile Kürtünler Doğu Karadeniz kıyılarına ve Rize'nin İkizdere kesimine yerleştirildiler. 1098 yılında Danışmenlilerin yöreye kısa bir dönem hakimiyetleri söz konusudur. Ancak Haçlı seferleri yüzünden canlanan Bizanslar, 1098'de Trabzon ve Rize kesimini Emirüssevahil Sülübey'den aldılar. Çoruh vadisinde yerleşmiş olan Kıpçak boyundan Kubasar ailesi ve taraftarları 1195 tarihinde doğudan yeni-Kıpçakların gelişinden rahatsız olarak Bizans idaresindeki Rize ve Trabzon bölgesine gelip yerleşmişlerdir. İkizdere ve Sürmene'deki 60 aileden çok Kumbasar oymağı, bunların torunlarıdır. IV. Haçlı seferinde Frenklerin İstanbul'u işgali üzerine baskıdan kaçan KOMMENLER soyu, 1204 yılında Rize'yi de içine alan TRABZON PONTOS RUM imparatorluğunu kurmuşlardır. OSMANLILAR DÖNEMİ : Trabzon Rumları, 1456 yılından itibaren Osmanlı devletine vergi vermeye başlamış, 1461 yılında Trabzon'u feth eden Fatih Sultan Mehmet 1470 yılında Ali Paşa ismindeki Komutan tarafından Rize ve çevresi Türk egemenliği altına alınmıştır. Böylece Anadolu Türk birliğine katılan Rize bölgesine, 1461 yılı ve sonrasında Çoruh, Amasya, Samsun ve Tokat'tan; 1466 yılında yıkılan Karamanoğlu Beyliği bir daha canlanmasın diye Konya yöresinden; 1501 yılında Şil Şah İsmail'in yıktığı Sünni Akkoyunlulardan Tebriz ve öteki bölgelerden kaçanlardan; 1515 yılında Dulkadırli beyliği kaldırılınca Mara-Elbistan Türkmenleri Trabzon ve Rize yöresine yerleştirildiler. Yavuz Selim devrinde Trabzon'un doğusundaki dirliklerden bazıları ünlü Oğuz boyu Çepniler'in elinde idi. Fakat Çepnilerin Trabzon'un doğusundaki yerlere ve bilhassa Rize bölgesinde yerleşmeleri sonraki yüzyıllarda olmuştur. Gerçekten Çepniler karada ve denizde yiğitçe mücadele vererek oralarda kalabalık topluluklar halinde yurt tutmuşlardır. Bilhassa Rize şehri ve bölgesinde Çepniler yoğun bir şekilde yerleşmişlerdir. Şimdi Rize şehri ve bölgesinde sadece Türkçe konuşulmasının sebebi bu yoğun Çepni yerleşmesidir. Zamanımızda Rize bölgesindeki köylerde Çepni adlı ailelere rastlandığı gibi, Çepni bu yörede "yiğit" , "gözü pek", "cesur ve çetin", adam manasına geliyor. Yavuz Sultan Selim'in sancak beyliği sırasında Annesi Gülbahar Hatun Sultan Rize'ye gelerek kendi adı ile anılan camii yaptırmıştır. 19. Yüzyılın başlarından itibaren Rize'de Tuzcuoğullarının isyanı değişik tarihlerde birkaç kez tekrarlanmıştır. 1834 yılında bu isyanlara son verilerek Tuzcuoğulları Rumeli de iskan edilmişlerdir. Rize, 1867 Vilayet Nizamnamesine göre Trabzon Vilayetinin merkez sancağının 6 kazasından biri durumundadır. 1877 yılında merkez sancağa bağlı nahiye olmuştur. 1877-1878 Osmanlı Rus savaşının ardından Lazistan sancağı kurulunca Rize hem kaza, hem de bu sancağın merkezi oldu. Birinci Cihan savaşında 9 Mart 1916 tarihinde Rize, Rusların işgaline uğramış, 2 Mart 1918 de bağımsızlığına kavuşmuştur. CUMHURİYET DÖNEMİ : Cumhuriyet dönemine kadar sancak merkezi olan Rize, 20 Nisan 1924 tarihinde Vilayet olmuştur. 2 Ocak 1936 tarihinde yürürlüğe giren 2885 sayılı Kanunla Erzurum'dan Yusufeli ilçesi, Rize'de Pazar ilçesinden sonraki arazi parseli, ilçe ve bucaklar alınmak sureti ile bugünkü Artvin ili Çoruh adı ile vilayet haline getirilmiş ve Rize ili de tek ilçesi olan Pazarla kalmıştır. Bugün ise Pazar ilçesi ile birlikte 12 ilçesi bulunmaktadır. Atatürk'ün Rize'yi ziyareti "Atatürk'ün Sonbahar Seyahatleri" adlı kitapta şöyle anlatılmaktadır: Atatürk 17 Eylül 1924'te saat 17 sıralarında Hamidiye Kravüzörü ile Rize'ye gelmiştir. Vali, kumandanlar ve halk motorlar ve kayıklarla karşılamaya çıktılar, büyük ve coşkun halk tabakaları karşılama için her türlü hazırlıkları yapmışlardı. Silah sesleri ve coşkun alkışlarla büyük misafir selamlandı. Çeşitli heyetler, karaya ayak basmış bulunan Reisi Cumhuru büyük bir coşkunlukla karşılamışlardır. Her tarafı bayraklarla donatılmış olan Rize, bir bayram yeri haline döndü, Reisicumhur hazretleri hükümet konağına ve bunu takiben belediyeye, halk fıkrası ve kumandanlığa teşrif etti. Görüşmek için gelen heyetler de kurbanlar keserek kendilerine büyük sevgi gösterilerinde bulunmuşlardır. Geceleyin fener alayları düzenlenerek bu sevinç devam ettirilmiştir. Reisicumhur, ayrıca bir hoca heyetini de kabul etmiştir. Bu heyet sunmuş oldukları dilekçede kapatılmış bulunan medreselerin açılmasını arz etmişlerdir. Gazi Paşa Hazretleri, memleket ve millet için nelerin tehlikeli olacağını ihtar ederek bu heyete özet olarak aşağıdaki sözleri söylemiştir.: "Mektep istemiyorsunuz, halbuki millet onu istiyor, bırakınız artık bu zavallı millet, bu evladı memleket yetişsin, medreseler açılmayacaktır, millete mektep lazımdır." Gazinin bu açıklamaları "Bravo" sesleri ile alkışlanmıştır. 17 Eylül 1924 tarihinde Atatürk'ün Rize'ye teşrif ettiklerinde misafir kaldığı ev bu gün Atatürk Müzesi olarak halkın ziyaretine açıktır.
-
GENEL BİLGİLER Karadeniz Bölgesi’nin Doğu Karadeniz Bölümünde yer alan Rize; batısında Trabzon’un Of ilçesi; güneyinde Erzurum’un İspir ilçesi, doğusunda Artvin’in Yusufeli ve Arhavi ilçeleri; kuzeyinde de Karadeniz ile çevrilidir. Karadeniz’e paralel konumdaki il toprakları Doğu Karadeniz’in en yüksek ve en engebeli kısmında yer alır. İl topraklarını Karadeniz kıyılarının hemen arkasında Doğu Karadeniz sıra dağlarının kıyı uzantıları engebelendirir. Aynı zamanda Rize Dağları ismi ile de bilinen bu dağların en yüksek kesimleri güney ve güneydoğuda ilin doğal sınırlarını oluşturur. Bu dağların en yüksek uzantıları doğu il sınırları dışındaki Kaçkar Dağı (3.937 m.), Hunut Dağı (3.560 m.), Koyunsokağı Vacakar Dağı (3.458.m.), Çaymakçur Tepesi (3.420 m.), Gudashevsivrisi Tepesi (3.406 m.), Koyunsokağı Tepesi (3.342 m.), Marsis Tepesi (3.334 m.) ve Aşağı Karataş Tepesi (3.322 m.) ile Verçenik (Üçdoruk) Tepesi’dir (3.711 m.). Bu dağlar derin akarsu vadileri ile bölünmüştür. Çok sayıda akarsu tarafından bölünen bu düzlüklerin tabanı ovaları oluşturur. Akarsuların getirdiği alüvyonlar Karadeniz kıyısından içeriye doğru taraça şeklinde düzlükler meydana getirmişlerdir. Bunlardan en geniş olanı Ardeşen ilçe merkezinin yerleşim alanını oluşturan Fırtına Deresi’nin taban seviyesi ovasıdır. İkizdere’de Varda, Gökyayla, Cimil, Ovit; Çayeli’nde Karos; Pazar’da Ambarlı, Varap; Çamlıhemşin’de Varoş, Elevit, Trovit, Ovit, Palovit, Çiçekli, Ayder, Başhemşin, Salinov, Kavran; Ardeşen’de Duta; Fındıklı’da Taşlı yaylaları ilin diğer düzlükleridir. İl topraklarını Çağlayan (Abu), Fırtına, Arılı Dere, Hemşin Deresi, Sabuncular Deresi, Büyük Dere, Kıbledağ Deresi, İyi Dere, Pazar Deresi, Taşlı Dere, Durak Deresi, Hala Deresi, Balamya Çayı ile İkizdere sulamaktadır. Dağlar arasında küçük göller bulunmaktadır. Rize Dağlarının yüksek kesimlerinde Buzyalağı ve Moren Set Gölleri vardır. Rize Dağları’nın 2.400 m.yi aşan bölümlerinde buzul aşındırması ve biriktirmesi sonucu oluşmuş olan 19 adet küçük alanlı göl bulunmaktadır. Bu göllerin en büyükleri 0.07 km2 yüzölçümündeki Ambar Gölü (2.950 m.) ile Büyük Deniz Gölü’dür (2.900 m.) . 2.400-3.000 m. yükseklikler arasında yer alan bu göllerin en küçüğü ise 0.01 km yüzölçümündeki Öküzyatağı Gölü’dür. (2.775 m). İlin yüzölçümü 3.920 km2 olup, toplam nüfusu Doğu Karadeniz Dağlık Sistemine dahil olan Rize arazisi esas itibariyle paleozoik (I.zaman) bir temel üzerinde ve Kretase’de (III. Zaman ara devresi) başlayan büyük orojenezle (Dağ oluşumu) yüzeye çıkmış Granodiorit ve Kretase flişlerinden ibaret olmakla birlikte yer yer Neojen depolarına da rastlanır. Rize, sık ve gür tabii bitki örtüsüne sahip olup, dağlık alanlarda kızılağaç, gürgen, meşe, kestane, ladin, köknar ağaçlarından oluşan ormanlar bulunmaktadır. Alçak alanlarda teraslar halinde çay plantasyonları, narenciye bahçeleri, yeşil otlar vardır. Rize’de ormanlar yaklaşık olarak 2.000-2.200 m. yüksekliklerde sona erer ve yerini alp çayırlarına bırakır. Turuncu ve beyaz renkli küçük dağ zambakları ile papatyalar gibi çeşitli türlerin yer aldığı bu sahada, çayırların yanında lekeler halinde yer yer kısa boylu, orman gülü çalılıkları da yer almaktadır. Dağlarla çevrili Rize ve çevresi dört mevsimde de ılıman ve yağışlı bir iklime sahiptir. Türkiye’nin en çok yağış alan bölgesidir. M2’ye yılda 2510 kg. yağış düşer. Yıllık ortalama sıcaklık da 15 C.dir. Bu iklimden ötürü de il ve çevresi zengin bir bitki örtüsü ile kaplanmıştır. İlin ekonomisi tarım, hayvancılık, ormancılık, el dokumacılığı, turizm, ahşap gemi yapımcılığına dayalıdır. İlin arazisinin çok engebeli olmasından dolayı tarım alanları kısıtlıdır. Bununla birlikte, Türkiye’de üretilen çayın büyük bir kısmı burada yetişir. Cumhuriyetin ilk yıllarında çay yetiştirilmesi için çalışmalara başlanmış, 1937 yılında çay tarımına geçilmiştir. Günümüzde çay tarımına dayalı bir de çay sanayii kurulmuştur. Bunun dışında mısır, fındık, puroluk tütün, meyve ve sebze yetiştirilir. Hayvancılıkta büyük ve küçükbaş hayvan yetiştirilmekte olup, arıcılık yapılmaktadır. İkizdere yöresinde elde edilen Anzer balı ülke çağında ünlüdür. Kıyı kesimlerinde de balıkçılık yapılmaktadır. Ormancılık da önemli bir geçim kaynağıdır. El sanatları arasında el dokumacılığının önemli bir yeri vardır. Rize’de sanayii çok fazla gelişmemiştir. Bununla beraber, çay ve çay paketleme, un, balık yağı, balık unu, sirke, orman ürünleri, çivi ve çelik tel fabrikaları bulunmaktadır. Ahşap gemi ve kayık yapımı, marangozluk, taşçılık, dülgerlik ilin ekonomisinde katkısı olan yaygın mesleklerdir. Rize Dağları dağcılık ve turizm yönünden önemli olup, ekonomisinde katkı payı bulunmaktadır. Yer altı kaynakları yönünden fazla zengin değildir. Ardeşen’de manganez, kaolin, kil, tuğla ve kiremit hammaddesi; Çamlıhemşin’de manganez; Çayeli’nde bakır, kurşun, çinko, prit; Fındıklı’da demir ve kaolin madeni içeren yataklar bulunmaktadır. Ayrıca maden suyu kaynakları ve Ayder Kaplıcası ile Andon ve Şimşirli içmeleri vardır. Rize’nin ismi ile ilgili araştırma yapılmamış olup, tarihi kaynaklarda Rhizion, Rhizus, Rhition, Riso, Risso, Risum olarak geçmektedir. İlin adı ile ilgili çeşitli görüşler bulunmaktadır. Bu görüşlere göre; Yunanca pirinç anlamına gelen Rhisos, Rumca’da “Rıza” olarak dağ eteği anlamında kullanılmıştır. Osmanlıca’da ise Rize, ufak kırıntı, döküntü anlamındadır. Rize ve çevresinde yapılan yüzey araştırmaları yörenin Yontma Tunç Çağından sonra yerleşime açıldığını göstermektedir. Burada Eski Tunç Çağı’na ait bazı buluntularla karşılaşılmıştır. Hitit ve Urartular bu bölgeye kadar inmişler, Güney Rusya ve Kafkasya’da yaşayan Kimmerler (MÖ.VIII.yüzyılda) bu yöreye gelmişler, onları İskitler izlemiştir. MÖ.650-550 yılları arasında Miletoslular Karadeniz kıyılarında yüze yakın koloni kurmuşlardır. MÖ.606 yılında bölgeye kısa bir süre de olsa Medler hakim olmuştur. MÖ.547 yılından sonra Anadolu’nun büyük bir bölümü ile birlikte Rize de Perslerin yönetimi altına girmiştir. MÖ.334’te Büyük İskender Pers egemenliğine son vermiştir. MÖ.301-MS.117 arasında Perslerin Pont Satraplığının devamı olan Pontus Devleti buraya egemen olmuştur. MÖ.63’te Roma İmparatoru Pompeius’un Pontus Kralı Mithridates’i yenmesinden sonra bölge Roma İmparatorluğu’nun egemenliği altına girmiştir. İmparator Traianus zamanında yörede Roma garnizonları kurulmuştur. Romanın ikiye ayrılmasından sonra Rize ve çevresi Bizans topraklarının içerisinde kalmıştır. 395-1294 yılları arasında Rize Bizans’ın Pontus Polemiecus Eyaleti içerisinde yer alıyordu. Aynı zamanda da burada Bizans’ın askeri bir garnizonu vardı. İmparator Iustinianus zamanında (527-565) Rize kalesi genişletilmiş, Bizans ordusuna paralı asker olarak Avar, Kuman ve Bulgar Türkleri alınmış ve bunlar Rize başta olmak üzere doğudaki sınırlarda görevlendirilmişlerdir. Iustinianus döneminde bölgede yaşayan Canlar ve doğudaki Lazların saldırıları önlenmiştir. Bu kavimlerin İskit kökenli Hıristiyan Türk oldukları iddia edilmektedir. İstanbul’un Latinler tarafından 1204’te işgal edilmesinden sonra, Alexios Komnenos Gürcülerden de yardım alarak Trabzon’da bağımsız bir Trabzon-Rum Devleti kurmuştur (1204-1461). Bu dönem içerisinde Rize ve çevresi de Trabzon devletinin sınırları içerisinde kalmıştır. Malazgirt Savaşı’ndan (1071) sonra Rize ve çevresi Selçukluların kontrolüne girmişse de daha sonra Trabzon Rum Devleti buraya yeniden hakim olmuştur. Akkoyunlular zamanında (1350-1502) Rize’nin güney kesimlerine özellikle Hemşin’e Türk boyları yerleştirilmiştir. Fatih Sultan Mehmet’in 1461’de Trabzon’u ele geçirmesi ile birlikte Osmanlı topraklarına katmıştır. Osmanlı döneminde liman, nahiye ve kaza merkezi olarak önemini korumuştur. 1640 yılında buraya gelen Evliya Çelebi Rize’den şöyle söz etmiştir: “Trabzon’a bağlı deniz kıyısında bahçeli güzel bir yerdir”. Osmanlı döneminde Batum Kalesi muhafızı Tuzcuoğlu Memiş Ağa (1814-1817) ve Trabzon ağalarının isyanı (1835) gibi isyanlar olmuş ve bastırılmıştır. Rize XIX.yüzyılda önemli bir kaza merkezidir. Berlin Antlaşması ile (1878) Lazistan sancağının merkezi olan Batum Rusya’ya bırakılınca Rize Sancak merkezi olmuştur. I.Dünya Savaşı’nda Doğu Cephesinde başlayan çatışmalar Rize’yi de etkilemiştir. Ruslar Karadeniz sahilleri ile birlikte Rize’yi de denizden bombalamışlardır. Rusların karadan ilerleyişini önlemek için gönüllü milisler arasına Rizeliler de katılmıştır. Rus kuvvetlerine karşı fazla direnemeyen milisler Çayeli’ne çekilmiş ve 8 Mart 1916’da Ruslar Rize’yi işgal etmiştir. Rus İhtilalinden sonra Ruslar 2 Mart 1918’de Rize’den çekilmişler, bu kez Ermeni ve Rum çeteleri bölgede bir Rum Pontus Devleti kurmak için çalışmalar yapmış, çeteler sivil halkı öldürmüştür. Bu duruma karşı Trabzon’da bütün Doğu Karadeniz Bölgesini kapsayan “Trabzon Muhafaza-i Hukuku Milliye Cemiyeti” kurulmuştur. Kazım Karabekir Paşa’nın önderliğinde bu çalışmalar sonuçsuz kalmıştır. Cumhuriyetin ilanından sonra Rize Artvin ile birleştirilerek Çoruh Vilayeti ismini almıştır. Rize 1936’da Artvin’den ayrılmış ve il konumuna getirilmiştir. Rize’de günümüze gelebilen tarihi eserler arasında; Rize Kalesi, Bozuk Kale, Çamlıhemşin’de Zil Kale, Kale-i Bala (Yukarı Kale), Pazar Kız Kalesi, Pazar Kalecik Sivri Kale, Pazar Cihar Kale, İskender Cafer Paşa Camisi (1570), Büyük Gülbahar Sultan Camisi (1906), Kale Camisi (1658), Küçük Gülbahar Hatun Camisi (XVI.yüzyıl), Orta Cami (1737), Reşadiye Camisi (1671), Camiönü Camisi (1698), Değirmendere Camisi (1786), Taşçıoğlu Camisi (XVIII.yüzyıl), Portakallık Camisi (XIX.yüzyıl), Şeyh Camisi (1711), Muradiye Köyü Camisi (1909), Uzunkaya Köyü Camisi (XIX.yüzyıl), Ardeşen Ekşioğlu Camisi (1869), Ardeşen Seslikaya Köyü Camisi (1801), Ardeşen Tunca Köyü Camisi (1902), Yukarı Durak Camisi (1743), Pirinçlik Camisi (1886), Çamlıhemşin Şenköy Camisi (1900), Aşağı Çamlıca Köyü Camisi (XIX.yüzyıl), Yolkıyı Köyü Camisi (1911), Çayeli Cafer Paşa Camisi (1467), Ormancık Camisi (1826), Fındıklı Merkez Camisi (XVIII.yüzyıl), Güneysu Kıbledağ Camisi (1862), Kiremit Köyü Aşağı Mahalle Camisi (XIX.yüzyıl), Hemşin Baltacılı Camisi (1791), İkizdere Çamlık Köyü Merkez Camisi (XIX.yüzyıl), Pazar Yücehisar Camisi (1799), Mataracızade Hacı Mustafa Efendi Çeşmesi (1886) bulunmaktadır. Rize'de;Tuzcuoğulları Evi, Mataracı Mehmet Efendi Evi (Atatürk Müzesi), Fındıklı Hurşit Bey Evi, Şenyuva Köprüsü, Köprüköy Köprüsü, Fındıklı Çağlayan Köprüsü ve Karadeniz Türk sivil mimarisi örneklerinden evler bulunmaktadır. Ayrıca ilde Kaçkar Dağları Milli Parkı vardır. Milli park ayrıca doğa yürüyüş sporuna uygun topografyası ile dağcılık faaliyetlerine olanak sağlamaktadır. Milli parkın, Çamlıhemşin ilçesi, Ayder Yaylası başta olmak üzere yayla yerleşim alanlarının bazı bölümlerinde kontrollü olarak çadır ve karavanla konaklama yapılabilmektedir. Fırtına Deresi’nde de treking yapılmaktadır.
-
SEBASTOPOLİS antik sebastopolis şehrinin ne zaman kurulmuş olduğu henüz kesin olarak bilinmemektedir. sebastopolis’in roma ve bizans’ın tarihi yol ağı içinde önemli bir yeri vardır. doğudan batıya giden yollar ile güney ve iç anadolu’dan gelip karadeniz’e ulaşan yol ağı üzerinde bulunan sebastopolis’in, m.ö. 1.yüzyılda kurulmuş olduğu belirtilmektedir. roma imparatoru trajan zamanında (m.s.98-117) pontus galaticus ile polemoniacus eyaletlerinden ayrılarak cappadokia eyaletine dahil edilmiştir. bu konudaki kitabe, cappadokia valisi arrian adına şehrin ileri gelenleri ve halkı tarafından dikilmiştir. vitali cuinet 1880-1892 yılları arasındaki gezi ve incelemelerini anlattığı kitabında, sebastopolis’in pompe tarafından kurulduğunu belirtmektedir. mithridat eupator savaşta pompe’ye yenilip şehri yakıp yıktığı zaman, pompe tarafından şehir tekrar imar edilerek, nicopolis ve sebastopolis adıyla yeni bir şehir kurulmuştur. şehir, timur anadolu’ya geldiğinde kendisine karşı koyulması nedeniyle tekrar yakılıp yıkılmıştır. bu harabeler üzerine kurulan sulusaray da adını, saray harabeleri arasından kaynayan kükürtlü sudan almış olmalıdır. bugün ilçede bulunan evlerde şehir harabelerinden alınmış sütunlar, sütun başlıkları, kaideleri, arşitrav parçaları, heykel parçaları ve yazılı levhalar kullanılmıştır. sebastopolis antik kenti’nde tokat müze müdürlüğü tarafından 1986 yılında sondaj kazısıyla başlayan çalışmalar, daha sonraki yıllarda kurtarma kazısı şeklinde 1991 yılına kadar devam etmiştir. yapılan sondaj ve kurtarma kazılarında şehir surları ile bir hamam ve tapınağın bir kısmı ortaya çıkarılmıştır. açığa çıkarılan bölümlerden anlaşıldığı kadarıyla antik kentin büyük bölümü bugünkü ilçe yerleşiminin altında kalmıştır. ayrıca, sulusaray’ın yaklaşık 3 km güneyindeki ılıca köyü yakınlarında asklepion olması muhtemel, tabanı mozaiklerle kaplı bir yapı açığa çıkarılmıştır. bu yapının üst kısmındaki yamaçlarda, mozaiklerle bezeli evlerin varlığı, yapılan kaçak kazılarla açığa çıkarılan kalıntılardan anlaşılmaktadır. roma döneminde yaklaşık 70.000 kişinin yaşadığı ve önemli ticaret yolları üzerinde bulunan sebastopolis antik kenti’nin tokat müzesi tarafından, kısıtlı imkanlarla yapılan çalışmalarda çok küçük bir bölümü açığa çıkarılabilmiştir. sulusaray şehir surları: kentin doğusunda yapılan kazılarda, 17 metre boyunda duvar kalıntısı açığa çıkarılmıştır. henüz üç sırası ortaya çıkarılan duvar, büyük blok kesme taşlarla, harç kullanılmadan örülmüştür. duvarı destekleyen iki adet dörtgen payanda ile duvar yüzeyinde iki adet mazgal pencere tespit edilmiştir. bu duvarın yaklaşık 100 metre batısında, duvarla aynı doğrultuda, yine büyük kesme taşlarla örülmüş yarım daire biçimli, burç olması muhtemel kalıntılar ortaya çıkarılmıştır. tapınak: kentin kuzeydoğusunda, sur duvarlarına yakın yerde bulunmaktadır. tapınağın kazısı tamamlanmamış olduğundan kime adandığı belirlenememiştir. açığa çıkarılabildiği kadarıyla, doğu-batı doğrultusunda uzanan, doğuda yarım yuvarlak ana apsis yanında içten yarım yuvarlak, dıştan üçgen küçük apsisle sonlanan bir yapıdır. büyük apsisin içinde yarım daire biçiminde, moloz taş örgülü ikinci bir yapı katı görülmektedir. tapınağın tabanının, zikzak formlu bezemeli değişik renkli mermerle kaplanmış olduğu, insitü parçalardan anlaşılmaktadır. hamam: antik kentin doğu tarafında yer alan hamamın ön planında, yangın izi görülen toprak zeminli, moloz taş duvarlı bölüm yer almaktadır. daha sonra kesme taşlarla örülmüş iç mekana girişi sağlayan iki sütunlu kapı görülmektedir. sütunlu bu kapıdan girildiğinde zemini düzgün taşlarla döşeli mekanda, kuzey-güney yönünden gelip doğu-batı yönüne giden atık su kanalı ortaya çıkarılmıştır. bu durum; hamamın asıl su kaynağının ve kullanım alanının henüz kazılmamış bölüm altında olduğunu göstermektedir. sütunlu girişin simetriğinde güney yönde iki sütun daha bulunmaktadır. doğudaki sütunun ayağının dış tarafında (kuzey), taş bir kurna ele geçmiştir. halen duvarlarında kükürt izleri bulunan hamam büyük olasılıkla antik dönemde, bugün şehrin 3 km güneybatısında faaliyetini sürdüren kaplıcanın suyu ile çalışmış
-
MAŞAT HÖYÜK Maşat ve Höyüğün Fiziki Yapısı; Yöre halkının Höyük tepe dediği Maşat Höyük, Zile’nin kuş uçuşu 20 km. güneyinde, esas olarak Zile’ye 30 km. uzaklıkta verimli bir ova üzerinde ovaya göre yüksek bir yerde kurulmuş çok önemli bir Hitit merkezidir. Şu anda modern bir belediye olan Maşat Köyünün (Yalınyazı) 1500 m. Batısındadır. Maşat ovası etrafı ağaçlarla, yer yer sık ormanlarla çevrili olan dağlarla çevrelenmiş Tokat İlinin önemli bir ovasıdır ve tahıl merkezidir. Bölge genel olarak sulanabilir bir bölgedir. Küçüközlü Köyü yaylalarından gelen bir su ile Kasınözü köyün, Maşat Höyük’ün hemen kuzeyinde birleşerek batıya doğru 10 km. aktıktan sonra Yeşilırmak’ın önemli bir kolu olan Çekerek nehrine karışmaktadır. Bu saydığımız dereler yaz aylarında zaman zaman kurumaktadır. Bu dere yataklarının eski çağlarda da insanların su ihtiyacını sağladığını tahmin ediliyor, Köyün batı ve güneybatısında düz ovada 1.Zaman mermerleşmiş kalker blokları, büyük kitleler halinde yükselmektedir. Maşat Höyük bu mekanlardan birinin üzerine oturmuştur. Maşat Höyük’ün Kurulu olduğu tepenin kuzey kısmı toprak olmakla beraber güney kısmı kayalık bir mekân üzerine oturmuştur. Bu kayalık kitle, üstündeki şehrin tahkimini kolaylaştırmıştır. Maşat Höyük büyük bir şehrin teşekkülü için gerekli şartların hepsine sahiptir. Yapı malzemesi için gerekli taş, ağaç höyüğün hemen eteğinden kolayca sağlanmıştır. Eski Kuzey, Güney yolu veya Yöre halkının “Kayseri yolu” dediği anayol, ovayı Maşat Höyük’ün kuzey doğusunda 7 km. Kaya önü geçidinde keserek devam etmektedir Böylece tarihi Kayseri-Samsun yolu Maşat’ın güney doğusundan ve Deveci dağlarından geçmektedir. Yol boyundaki Tümülüsler ve Höyükler bunun apaçık delilidir. Yine yol boyu hanlar ve kervansaraylar bu yolun Selçuklu ve Osmanlı zamanında da kullanıldığını göstermektedir Kent M.Ö. 1500’lü yıllarda imparatorluğun ve döneminin en parlak günlerini yaşamıştır. Savaş ve yangınlar nedeniyle beş kez yıkılmış ve yeniden yapılmıştır. Höyük harabelerinde bu temelleri üst üste görmek mümkündür. M.Ö. 1200 yıllarında Frig istilası ile el değiştiren kent, 500 yıl Frig uygarlığını ve demir çağını yaşamıştır. M.Ö. üçüncü yüzyılda önemini yitiren maşat, 1973 yılında Türk bilim adamları ve uzmanları tarafından gün ışığına çıkarılmıştır. Bulunan bu eşyaların bazıları Süzgeç, çaydanlık, küçük maltız, içki bardağı hayvan şeklinde içki kabı, çift kulplu testi 4000 yıllık uzun geçmişinde değişik çağ ve uygarlık belgelerini içinde saklayarak bu güne kadar getiren höyük mimarisi, seramikleri, metal aletleri, tabletleri ve daha birçok buluntuları ile Hitit ve Frig uygarlıklarına ışık tutmaktadır
-
TAŞHAN Tokat Gazi Osman Paşa Caddesi’nde bulunan bu han halk arasında Voyvoda Hanı ismi ile tanınmıştır. Kimin tarafından yaptırıldığı bilinmemekle beraber Vakıf kayıtlarında 1631 yılında yapıldığı belirtilmiştir. XIX. yüzyılda Evkaf Nezareti tarafından satılmış, sonra yeniden Evkaf Nezaretinin mülkiyetine geçmiş, daha sonra da Adliye Vekâletine satılmıştır. Han bir süre de et ve sebze hali olarak kullanılmıştır. XX. yüzyılın sonlarında da Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından restore edilmiş, Vakıf Öğrenci Yurdu olarak kullanılmaktadır. Han, kesme taş ve tuğladan, kuzey-güney doğrultusunda dikdörtgen ve iki katlı olarak yapılmıştır. Hanın ortasında büyük bir avlu bulunmaktadır. Ayrıca girişte bir mescit ile 32 odaya yer verilmiştir. Hanın ikinci katında avluya bakan revakların arkasında odalar sıralanmıştır. Hanın toplam oda sayısı 112’dir. Doğu yönündeki birinci katta revak bulunmamaktadır. Depremlerden ötürü zarar gören han, zaman zaman onarılmış avlu revaklarının, kemerlerin araları duvar örülerek kapatılmış ve bu nedenle de orijinalliğinden büyük ölçüde uzaklaşmıştır. 1939 yılındaki depremde doğu yönündeki revak ve avludaki sundurmaların bir bölümü de yıkılmıştır. Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün yaptığı onarım sırasında buradaki sundurmalar kaldırılmış, üst kat revakları camlı ve kapalı mekânlar haline dönüştürülmüştür. Hanın cephe görünümünde alt katta yuvarlak kemerli bölümler ve yuvarlak kemerli giriş kapısı, ikinci katta da dikdörtgen pencereler bulunmaktadır.
-
ULU CAMİİ Tokat Cami-i Kebir Mahallesi’nde bulunan Ulu Cami’nin yapım tarihi kesinlik kazanamamıştır. Bugünkü Cami h.1090 (1678) yılında yaptırılmıştır. Bunu belirten kitabesinde de “Çün bu cami oldu Cedid” yazılıdır. Bu da caminin yenilendiğini göstermektedir. İbadet mekânında ve kuzey revaklarında kesme taş mimari parçalar ile son cemaat yerindeki devşirme Bizans sütunları da caminin ilk yapılışının daha eskiye indiğini göstermektedir. Bilinmeyen bir nedenle yıkılan ilk cami 1678 yılında yenilenmiştir. I.Dünya Savaşı’nda cami içerisine askerler yerleştirilmiş, daha sonra da kendi haline bırakılarak terk edilmiştir. Vakıflar Genel Müdürlüğü 1950 yılından sonra camiyi yeni baştan onarmış ve bugünkü durumuna getirmiştir. Cami kesme ve moloz taştan dikdörtgen planlı olarak yapılmıştır. Üzeri kiremitli ahşap bir çatı ile örtülmüştür. Caminin iç mekânında XVI. ve XVII. Yüzyıla tarihlenen İznik çini motiflerine benzer kalem işleri yapılmıştır. Yanında kesme taş kaideli, tek şerefeli minaresi bulunmaktadır.
-
LATİFOĞLU KONAĞI MÜZESİ Tokat'ın Gazi Osman Paşa Bulvarı üzerinde bulunan Latifoğlu Konağı planı ve süslemeleriyle 19. yy. ev mimarisinin özelliklerini taşımaktadır. Konak şeklinde bir plan üzerine iki katlı olarak ve ahşap karkas arası kerpic dolgu malzeme kullanılarak inşa edilmiştir. Alaturka kiremit kaplı kırma çatı ile örtülüdür. Taş döşeli avluda bir havuz bulunmaktadır. Zemin kattaki tek kubbeli hamam, yapının dışına çıkma yapmaktadır. Kare planlı, dikdörtgen formlu taşlarla döşeli bu Türk Hamamı alttan ısıtılmaktadır. Burası küçük bir soğukluk-soyunmalık kısmına açılmaktadır. Yine bu bölümde ocaklı bir oturma odası-hamam odası bulunmaktadır. Günlük işlerin yapıldığı, aynı zamanda mutfak olarak da kullanılan aşevi-işevi ile idare olarak kullanılan bölümde bu katta yer almaktadır. Havubaşı odasının duvarları kalemişi panolar halinde çiçek motifleri ve İstanbul Manzarası tasvirleri ile bezelidir. Tavan yaldız boyalı bitkisel motifler ve ahşap oymalarla süslenmiştir. Hamam odasının kapısı, tavanı, yüklük ve dolap kapaklarında yine bitkisel motifli ahşap işçilik dikkati çekmektedir.Alçı işçiliğinin güzel örneklerini ocak davlumbazları ile tepe pencerelerinde görmek mümkündür. Paşa odasının ocak davlumbazındaki plastik akantus yaprakları batı etkisini, havuzbaşı odasındaki ocağın kabartma alçı üzerine boya ile yapılmış karanfil, lale gibi çiçek motifleri klasik üslubun özelliklerini yansıtmaktadır. Tepe pencerelerinde alçılı vitray görülmektedir ve bunlarda kullanılan "Mühr-ü Süleyman" Türk süsleme sanatında sevilen motiflerden biridir. Latifoğlu Konağı geçmişteki fonksiyonlarına göre yörenin eşyası ile donatılmış mankenlerle canlı ve gerçekçi bir teşhir yapılarak 1989 yılında müze-ev olarak hizmete açılmıştır.
-
TOKAT MEVLEVİHANESİ Tokat'ta Mevleviliğin gelişim süreci ilk olarak; Mevlana'nın müridi olan ve Selçuklu Hükümdarlarından IV. Kılıçaslan'nın 1260 yılında, Pervane unvanıyla görevlendirdiği Muine'd-din Süleyman'ın çalışmalarıyla tanındığını söyleyebiliriz. Yaygınlaşması ise; Sultan Veled kızı Şeref Hatun'un müritlerinden, Mevlevi halifesi Konya'lı Arife-i Hoş-likaa'nın çalışmaları, Tokat büyüklerinin de kendisine mürit olması sonucu gerçekleşir. Mevlevihaneyi yapı olarak incelediğimizde, zemin katında beş oda yer almaktadır. Şeyhin kabul odası (baş oda) dışındakiler çeşitli hizmetlerin görüldüğü mekânlardır.Mevlevihanenin ikinci katında bulunan semahane kısmına dışarıdan bir merdivenle çıkılır. Semahane girişi önünde ahşap direkli bir balkon bulunmaktadır. Üst kata hakim olacak derecede geniş tutulmuş olan semahane ahşap sütunlarla taşınan kubbe ile örtülüdür. Güneyinde alçı malzemeli mihrap bulunur ve semahanenin girişi mihrabın tam karşısındaki girişten sağlanır. Girişin sağında ve solunda sema ayinini izlemeye gelenler için ayrılmış kısımlar ile üst kısmında sazendelerin yer aldığı mahfil şeklinde mutrıbhane bulunmaktadır. Semahanenin doğu tarafında ara kat şeklinde kadınlar mahfili bulunmaktadır. Mevcut dekorasyon unsurları 19. yy özelliklerini yansıtmaktadır. Ancak 1656 yılında Tokat'a gelen EVLİYA ÇELEBİ ziyaret ettiği bu yapıdan geniş bir şekilde bahsetmektedir. MÜZESİ ESERLERİ Müzede; Vakıflar Genel Müdürlüğüne bağlı cami ve mescitlerden elde edilen tarihi eser niteliği kazanmış teberrukat eşyalarından örnek sergilenmektedir. Eser grupları arasında; Doğu Anadolu, Güneydoğu Anadolu, Kırşehir Kayseri ve Tokat yöresinden geç döneme ait halı ve kilim örnekleri yer almaktadır. El yazması Kur’an-ı Kerimler, El yazması diğer kitaplar, şamdanlar, Yağıbasan Medresesinin kazı çalışmaları sırasında ortaya çıkan sırlı seramik parçaları, parfüm şişeleri sergilenmektedir. Söz konusu binanın Mevlevihane olması nedeniyle üst katta sema törenini canlandıran semazen maketleri, Mevleviliğe ait sikke, tespih, kudüm, sema tahtası gibi eşyalar sergilenmektedir. Binanın arka kısmında Şeyh ailesinin ikametine ayrılmış konak ile Hamuşan denilen mezarlık alanı bulunmaktadır.
-
ARKEOLOJİ MÜZESİ Arkeolojik, etnografik eserlerle sikkelerin sergilendiği müzemiz karma müzeler grubundadır. Yapı olarak 13. Yüzyılının ikinci yarısında bir Anadolu Selçuklu Dönemi eseridir. Açık avlulu, iki katlı, iki eyvanlıdır. Avlu, üç taraftan revaklarla çevrili olup, revaklar zemin katta devşirme sütunlar, üst katta dörtgen ayaklar taşımaktadır. Sütun başlıkları da devşirmedir. Doğu cephedeki taç kapı, yukarı ve dışa taşıntılıdır. Cephenin 1/3'ünü kaplamaktadır ki, döneminin tipik özelliğidir. Bitkisel ve geometrik kademeli bordürlerle çevrili taç kapının mukarnas kavsalası üzerinde iki yanda pencere yer almaktadır. Bu durumuyla Anadolu Selçuklu mimarisinde özel yere sahiptir. Kitabe yeri boş bırakılmıştır. Tıp eğitiminin verildiği yapı "Pervane Darüşşifası" olarak da bilinmektedir. Anadolu Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde yapılış amacına uygun olarak yıllarca sağlık hizmetinde kullanılmıştır. Avluya bakan cepheleri gök mavisi ve patlıcan moru renklerden oluşan geometrik, bitkisel ve yazı (hat) karakterli süslemeye sahiptir. Gökmedrese ismini de gök mavisi renkli çinilerden almaktadır. Alt (zemin) ve üst kattaki odalarda eserler kronolojik tasnif göz önüne alınarak teşhir edilmektedir. M.Ö. 3000 yılı Eski Tunç Çağı'ndan itibaren, Hitit, Frig, Hellenistik, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinin eserleri sergilenmektedir. Kazı çalışmaları tamamlanan Maşat Höyük buluntuları ile Müze Müdürlüğü'nce yapılan kurtarma kazıları sonucu ele geçen eserler teşhirin ağırlıklı bölümünü oluşturmaktadır.Girişin sağındaki İlk Tunç Çağı eserleri, takip eden odalarda Hitit; Frig (Demir Çağı) dönemi eserleri, kilise eşyaları sergilenmektedir. Girişin sağındaki İlk Tunç Çağı eserleri, takip eden odalarda Hitit; Frig (Demir Çağı) dönemi eserleri, kilise eşyaları sergilenmektedir. Müzenin bu bölümünün kubbeyle örtülü ve daha geniş tutulmuş mekanı olan son odasında ise Osmanlı dönemine ait Dini eserler ve yazı takımları teşhir edilmektedir
-
GÖKMEDRESE Tokat Meydan Mahallesi’nde, Gazi Osman Paşa Bulvarı’nda bulunan Gök Medrese’nin yapım tarihi kesinlik kazanamamıştır. Yapım tarihi tartışmalı olan medresenin kitabesi günümüze gelememesine rağmen Selçuklu veziri Muinüddin Pervane tarafından 1270’ten sonra yaptırıldığı sanılmaktadır. Medrese Selçuklu mimarisinin en tanınmış eserlerinden biri olup, ismini çinilerinin firuze renginden almıştır. Muinüddin Pervane’nin ölümünden sonra medreseyi İlhanlılar, Ertena Beyliği ve Osmanlılar kullanmışlardır. Osmanlı döneminde Bimarhane (Aşevi) olarak kullanıldığına da kaynaklarda rastlanmaktadır. Bazı kaynaklarda ismine Pervane Medresesi, Kırkkızlar Medresesi, Darüşşifa ve Bimarhane Tekkesi de denilmektedir. Evliya Çelebi bu medreseden şöyle söz etmiştir: “Gök Medrese eski sultanlar yapısı olup, sağlam, kâgir, yapısı güzel bir medresedir. Fakat Vani adlı birisi şeyh zümresinden geçinip bu ilim yeri eski medreseyi padişah emriyle tekke yapmıştır.” XIII. yüzyıl Selçuklu medreseleri plan düzeninde, iki katlı eyvanlı ve avlulu olarak yapılmıştır. Yapımında kesme taş ve yer yer de tuğla kullanılmıştır. Muinüddin Pervane, medresenin avlusuna önem vermiş, batı yönündeki ana eyvanın karşısındaki duvarlar, her iki kattaki revak alınlıkları, ikinci kat sütunları türkuaz mavisi ve mor renkli mozaik kakma tekniğinde çinilerle bezenmiştir. Bu çini mozaikler bitkisel motifli olup, beşgen yıldızlar ve yedigenler halindedir. Bunların arasına da yer yer kufi yazı ile Ayat-el Kürsi yazılmıştır. Cephesi taş örgülü olan medresenin ortasına gelecek yere kesme taştan, stalaktitli bir portal yerleştirilmiştir. Bu portelin çevresi bitkisel ve geometrik motifli bir bordürle çevrelenmiştir. Bu portal röliyeflerinin en dikkat çeken yanı avludaki eyvanın çini motiflerinin burada aynen uygulanmış oluşudur. Ayrıca palmetler, dragon veya kartal figürleri ile de görkemli bir görünüşe sahiptir. Mukarnaslı girişin iki yanına da birer pencere yerleştirilmiştir. Buradaki kitabe yeri boş bırakılmıştır. Portelin avluya bakan cephesi gök mavisi ve patlıcan moru renginden oluşan geometrik, bitkisel ve kufi yazılı bezeme ve çinilerle kaplanmıştır. Buradaki çinileri mavi renginden ötürü de medreseye Gök Medrese ismi verilmiştir. Avlu üç taraftan revaklarla çevrilmiştir. Revakların arkasında hücreler bulunmaktadır. Revaklardaki sütunların büyük bir kısmı devşirme olup, çevredeki Roma ve Bizans yapılarından getirilmiştir. Medresenin ikinci katının avluya bakan revakları çini bordürlü ve sivri kemerlidir. Giriş kapısının karşısındaki ana eyvan sivri kemerli olup, çevresi mavi ve patlıcan moru çinilerle bezenmiştir. Bu çinilerin bir bölümü günümüze kadar gelebilmiştir. Medresenin birinci katında 17, ikinci katında da 15 oda bulunmaktadır. Bu odaların kapıları sivri kemerli olup, zeminleri pişmiş topraktan altıgen levhalarla kaplanmıştır. Ana eyvanın kuzeyinde medreseyi yaptıran Muinüddin Pervane’nin türbesi bulunmaktadır. Bu türbede ailesi ile birlikte Pervane Muinüddin Süleyman’a ait 20 sanduka bulunmaktadır. Evliya Çelebi avlunun ortasında dört köşe bir havuzun bulunduğunu söylemektedir. Ancak, günümüze gelen havuz daha geç dönemde buraya yapılmıştır. XIX. yüzyıla kadar hastane ve medrese olarak kullanılan bu yapı daha sonra terk edilmiş, avlusu da mezarlığa dönüştürülmüştür. 1928 yılında buraya gelen Albert Gabriel yapının metruk olduğunu ve göçmenlerin buraya yerleştirildiğini belirtmiştir. Tokat Müzesi’nin ilk nüvesinin atıldığı 1926 yılında burası bir müze deposu haline getirilmiştir. Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü’nün 1976 yılında başlattığı restorasyon sonrasında 1982 yılında Tokat Müzesi olarak hizmete açılmıştır.
-
KRONOLOJİ M.Ö.-71 Pontus Kralı Mithridates VII. Kelkit Vadisinde (Niksar Önlerinde) Roma Komutanlarından Lucullus'a mağlup oldu ve kaçarken Komana'ya (Gümenek) uğradı. M.Ö.-64 Mithridates VII. tekrar kendi bölgesine geçti ve Tokat-Gümenek, Roma komutanlarından Pompeus tarafından ele geçirildi. M.Ö.-47 Mithridates VII.'nin ölümünden sonra yerine geçen Pharnakes II.'kendi topraklarını Romalıların elinden almak için yaptığı savaşların en önemlilerinden birinde Zile Ovası'nda Sezar'a mağlup oldu. Sezar VENİ-VİDİ VİCİ (Geldim-Gördüm-Yendim) sözleri ile tarihe geçen meşhur mektubunu, burada yazmıştır. 1071- Malazgirt Savaşı'nda Türk Kumandanı Alpaslan'a mağlup olan Bizans İmparatoru R. Diogenes serbest bırakıldıktan sonra Tokat'a geldi ve buradan Adana'ya geçti. 1074- Tokat ve dolayları Bizanslılardan Danişmend Oğullan'nın eline geçti. 1144- Tokat ve çevresi Konya Selçukluları eline geçti. 1243- Selçuklu hükümdarı Gıyaseddin Keyhüsrev Tokat'a geldi. 1256- Tokat ve dolaylarında İlhanlılar hakim oldu. 1275- Pervane Bey tarafından Tokat Da-ruşşifası kuruldu. 1355- Tokat ve dolaylan Ertena Oğullan eline geçti. 1381- Tokat ve dolaylan Kadı Burhanettin hakimiyeti altına girdi. 1392- Tokat Osman Oğulları eline geçti. 1402- Timur Ankara Harbi'ne giderken Tokat'a geldi. 1470- Uzun Hasan Tokat'ı yaktı, yıktı, yağma etti. 1472- Fatih Sultan Mehmet Trabzon'a giderken Tokat ve Niksar'a geldi. 1480- Tokatlı alim ve Şeyhülislam Molla Hüsrev vefat etti. Bursa'da kendi yaptırdığı medrese civarına defnedildi. 1506- Şah İsmail Tokat'a hücum ederek şehri yakıp yıktı. 1538- Tokat Voyvodalık oldu. 1552- Kanuni Sultan Süleyman, İran seferi hazırlıklarım yapan ordusu ve veziri Sokullu Mehmet Paşa ile Tokat'ta konakladı ve bütün Anadolu'da seferberlik emri verdi. 1553-Büyük alim İbn-i Kemal İstanbul'da vefat etti. 1555- Kanuni Sultan Süleyman ekim ayının 22'sinde Tokat'a geldi ve bir gece kaldıktan sonra Amasya'ya gitti. 1602- Karayazıcı asileri Tokat'ı yağma ettiler ve yaktılar. 1609- Kuyucu Murat Paşa Tokat'a geldi. 1614- Tokat Valide Sultanlara Hassıhü-mayün oldu. 1622- Asilerden Abaza Mehmet Paşa Tokat'ta geldi. 1628- Veziriazam Hüsrev Paşa Tokat'a geldi. 1632- Veziriazam Hüsrev Paşa Tokat'ta öldürüldü. 1635-Sultan IV. Murat Tokat'a geldi. 1636-Veziriazam Bayram Paşa Tokat'a geldi. 1642- Meşhur hattat Tokatlı Mehmed-ül Liman vefat etti. 1656- Evliya Çelebi Tokat'a geldi. 1791- Türk Mizahına "Kırk yıllık Kani, olur mu Yani" deyimini bırakan Tokatlı Ebubekir Kani İstanbul'da vefat etti. 1795- îhni Sina'nın KANUN'unu Türkçe'ye çeviren alim ve doktor Tokatlı Hemnik Mustafa İstanbul'da vefat etti. 1802- Mısır'dan dönen Sadrazam Yusuf Paşa Tokat'a geldi ve İstanbul'a gitmek üzere ayrıldı. 1828- Tokat'ta ilk panayır açıldı. 1832- Gazi Osman Paşa Tokat'ta doğdu. 1845- Tokat ve dolaylarında ilk defa erkek nüfus sayımı yapıldı. 1870- Tokat'ta Rüştiye okulu ilk defa açıldı, bunu Mekteb-i idadi Terin açılması izledi. 1884- Tokat'ta ilk kütüphane Hacı Hüseyin Efendi tarafından kuruldu. 1900- Gazi Osman Paşa İstanbul'da vefat etti. 1908- Tokat'ta halkımızın büyük sel diye ifadelendirdiği büyük seylap oldu ve binlerce kişi sele kapılarak boğuldu. 1914- Mahkeme Önü ve Buzluk semtine büyük yangın oldu. 1919- 20 Haziran Cuma: İzmir'in Yunanlılar tarafından işgali nedeniyle Tokat'ta ilk miting Niksar ilçesinde yapıldı. Binlerce kişinin katıldığı miting sonunda Reddi İlhak Cemiyeti Reisi Hacı Mahir Bey'in imzası ile İtilaf Devletleri temsilcilerine aşağıdaki metinle telgraf çekildi. "Niksarlılar hukukun hamisi olduğunu iddia eden Wilson'a ve diğer devletlere müracaat ediyoruz. Artık bizim feryadımıza kulak tıkamayınız, mevcudiyeti milliyetimize tecavüzü ve bu tecavüzde devamı kastediyorsanız en kısa yol bizi öldürmektir. Geliniz öldürünüz. Biz Türk olarak en küçük vatan parçasının Türk kalmasını istiyoruz, siz de buna söz vermiştiniz. Şimdi ise sözünüzde durmadığınızı görüyoruz. Anadolu'ya uzatılacak bir tecavüz bizi öldürmek için uzatılan bir adımdır. İnsaniyet ve adalet namına bu suikasttan vazgeçmenizi rica ediyoruz." 25 Şubat 1919- "Karadeniz Rum Cumhuriyeti" kurmak suretiyle memleketin parçalanmasına çalışan Rumların bu çabalarını önlemek için Samsun'da kurulan Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, bir şubesinin Tokat'ta kurulmasını, "Ahaliyi Muhtereme" başlıklı yazı ile duyurdu. 20 Mart 1919- Karadeniz Türkleri Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti feshedilerek Erzurum'da kurulan "Şarki Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti" ile Tokatlılar temasa geçtiler. (Yeni cemiyet birçok yerlerde başka adlarla kurulan cemiyetleri birleştirmek gayesi taşıyordu.) 26 Haziran 1919- Mustafa Kemal Paşa bir gün evvel Tokat Postahanesini kontrol altına aldırmış ve buraya geliş hareketlerinin hiçbir yere bildirilmemesini sağladıktan sonra Tokat Belediye Salonunda 25 Kişilik aydınlar, gurubuna özetle; "... hiçbir savunma vasıtasına sahip olmasak dahi, dişimiz, tırnağımızla,zayıf ve dermansız kolumuzla mücadele ederek şeref ve haysiyetimizi, namusumuzu müdafaa etmeyi zaruri görüyorum. Tarih bize, vatan uğruna, canını, malını esirgemeyen milletlerin asla ölmediklerini, hala yaşadıklarını göstermektedir. Ben hayatımı hiçbir zaman milletimden üstün görmedim ve görmeyeceğim. Her an milletim için şerefimle ölmeye hazırım!" Bu ateşli hitabe, dinleyenler üzerinde son derece etkili olmuştur. 25 Temmuz 1919- Erzurum'daki Şarki Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nin hazırladığı ERZURUM KONGRESİ toplandı. Bu kongreye Tokat'tan Hamamcıoğlu Rıfat bey katıldı. 12 Eylül 1919- 4 Eylül 1919'da Sivas'ta yapılan Sivas Kongresi'nden sonra Tokatlılar Milli Mücadelenin önemine ve hakikatine sahip çıkarak, İstanbul Hükümeti ile tamamen bağlantıyı kestiler. 16 Ekim 1919- Mustafa Kemal Paşa Amasya'ya geçmek üzere Sivas'tan Tokat'a geldiler. 18 Ekim 1919- Amasya'da yapacakları temasları için Tokat'a gelen Mustafa Kemal Paşa, bir gün devamlı halkla alakalı konular üzerinde görüşmeler yaptı ve Tokat hakkında iyi intibalarla Amasya'ya hareket etti. 27 Ekim 1919- Mustafa Kemal Paşa yanlarında gazeteciler olduğu halde Tokat'a geldiler. 28 Ekim 1919- Mustafa Kemal Paşa sabahleyin İhtiyat Zabitleri Teavün Cemiyetine uğrayıp görüşmelerde bulunduktan sonra öğleyin Sivas'a hareket etti 20 Kasım 1919- Ahmet Fevzi Paşa başkanlığındaki bir heyet Tokat'a geldi. 17 Mart 1920- 16 Mart 1920'de İstanbul'un İngilizler tarafından işgali ve yapılanları protesto için Tokat'ta büyük gösterilerle mitingler yapıldı. 18 Mart 1920- İstanbul'un işgali üzerine Ankara'da Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin toplanmasının bildirilmesi üzerine Tokat'tan meclise seçilenler belli oldu. 6 Temmuz 1920- 2 Temmuz 1920 tarihinde asilerin Zile'yi yaktıktan sonra yakalanmaları, Kolordu Komutanı Rafet Paşa'nın harp divanı kararlarının infaz edilmesi. 25 Temmuz 1920- Postacı Nazım isyanı bastırıldı. 26 Temmuz 1920- Bütün isyanlar bastırılarak Tokat'ta huzur sağlandı. 17 Eylül 1928- Reisi Cumhur Gazi Mustafa Kemal Paşa Sivas'tan saat 14.00'de Tokat'a geldiler. Belediyeyi ziyaret ettiler. 7 Ekim 1933- Turhal Şeker Fabrikasının temeli İktisad Vekili M.Celal Bey tarafından atıldı.
-
BALLICA MAĞARASI Gizemli Yolculuk Ziyarete açılan 8 salonu 680 m. uzunluğunda ve 95 m. yüksekliğinde olan Ballıca Mağarası, dünyanın en büyük ve en görkemli mağaralarından biri. Bu doğa harikası, henüz ziyarete açılmayan ve keşfedilmemiş bölümleri ile gizemini korumayı sürdürüyor. Ballıca Mağarası'ndaki oluşumları izlemek, doğal bir müzeyi gezmek gibi. Yaşı yaklaşık 3.4 milyon yıl olarak tespit edilen Ballıca Mağarası, şimdiye kadar tespit edilen tüm mağara oluşumlarına sahip olmanın yanı sıra, özgün Soğan Sarkıtları ile de uluslararası önem taşıyor. Mağaranın ziyarete açılan bölümlerinde dolaşmak, her adımda hayrete düşüren, heyecan veren gizemli bir yolculuğa çıkmak gibi. Ballıca Mağarası, Tokat'ın 26 km. güney batısında yer alan Pazar ilçesinin Ballıca Köyü'nde, deniz seviyesine göre 1.085 m. rakımda yer alıyor. Pazar ilçesinden Ballıca Mağarası'na ulaşan 8 km'lik yol, Kral Yolu'na bağlanan Selçuklu Dönemi'ne ait bir köprünün yanından geçiyor. Yapımı 1238 yılına tarihlenen ve 2006 yılında restorasyon çalışmalarına başlanan Mahperi Sultan Kervansarayı da Mağara yolu üzerinde yer alıyor. 1987 yılında başlayan araştırma ve haritalandırma çalışmalarını 1995 yılında yapılan yürüme yolları ve ışıklandırma çalışmaları izlemiştir. Ballıca Mağarası, kristalleşmiş kireçtaşlarından meydana gelmiştir ve ziyarete açılan bölümlerinde 8 salon gezilebilir. Ortalama sıcaklığı 18 C ve ortalama nem oranı % 54 olan mağaranın bol oksijenli havası nefes almayı kolaylaştırmaktadır. Havuzlu Salon Girişin hemen ardında yer alan Havuzlu Salon'daki yüksek sıcaklık ( 20°C ) ve düşük nem oranı, damlataşları oluşturan kalsit kristalleri arasındaki bağı zayıflatmış, pul pul kabarmış bir görünüme büründürmüştür. Havuzlu Salon'da harç kullanılarak oluşturulmuş dikdörtgen bir yapı yer almaktadır. Harçlı yapı, mağaranın geçmiş dönemlerde kullanıldığına işaret etmektedir. Büyük Damlataşlar Salonu Havuzlu Salon, sütun ve sarkıtlardan oluşan dar bir geçitten sonra mağaranın en geniş alanı olan Büyük Damlataşlar Salonu'na açılır. Kırık hatlar boyunca oluşan sütunlar doğrusal bir yapı gösterir. Salondaki küçük havuzlar, mağara incileri ile kaplıdır. Salonda nem oranı yüksektir ve açık havaya oranla 4 kat daha fazla oksijen bulunmaktadır. Dev boyutlu sarkıt ve dikitler ve izlenen kırmızı, sarı, yeşil ve mavi renkleri görkemli bir görünüm oluşturmaktadır. Bu muhteşem salondan kuzey ve kuzey doğu yönünde ilerleyen yürüme yolu, Çamurlu Salon, Fosil Salon ve Yarasalar Salonu'na ulaşır. Çamurlu Salon Yatay bir geçitle ulaşılan salon, blok, sarkıt, dikit ve küçük havuzlardan oluşmaktadır. Fosil Salon Mağaranın en üst noktasında bulunan salonda sıcaklık 24°C'ye kadar ulaşır. Mağaranın en yaşlı salonlarından olan bu salonda mutlak nem % 40'tır. Yarasalı Salon Cüce Yarasaların yaşam alanı olan Yarasalı Salon'a ip kullanmadan inmek mümkün değildir. Uzunluğu 25- 35 m. , genişliği ise 8-20 m'dir. Gelişim halindeki sarkıtları, mağara gülleri, mağara iğneleri ve damlataş havuzu ile mağaranın genç salonlarındandır. Çöküntü Salon Kuzey - Güney yönünde bulunan, Muhteşem Galeri olarak da adlandırılan galeriye bağlanır. Salon, adını tabanında bulunan iri bloklardan alır. Bloklar arasında bulunan derin kuyular mağaranın alt katlarında bağlantılıdır. Tavandan 3 m. yukarda bulunan kalsit oluşumların sınırları, yeraltı suyunun geçmişteki seviyesini gösterir. Sütunlar Salonu Çöküntü Salon ve Bloklu Mahzen'den sonra, geçilen bir köprü ile Sütunlar Salonu'na ulaşılır. Mağaranın en büyük sütunu olan, 18 m. boyunda ve 8 m. çapındaki sütun bu salonda yer almaktadır. Sütunlarla odalara ayrılmış büyük bir galeri görünümü veren salonun tavan yüksekliği yer yer 15 m'yi bulur. İkiye ayrılan yürüme yolunun kuzey yönü, Mantarlı Salon'a, güney yönü ise Yeni Salon'a ulaşır. Mantarlı Salon İri soğan sarkıtlar ve salona adını veren mantar şeklinde gelişmiş dikitler etkileyici bir görüntü yaratır. Damlalık sarkıtların en güzel örnekleri bu salonda bulunmaktadır. Yeni Salon Mağaranın en genç salonu olan Yeni Salon'da yer alan büyük sarkıt, dikit ve havuzların yanı sıra, yaprak, perde ve pırasa şeklindeki oluşumlar büyüleyici görüntüler oluşturmaktadır. Salonun sonuna doğru, 65 m. derinlikte yer alan göle, mağara suyunun aktığı Sifon yer almaktadır. Mağaranın gezilebilen son bölümünde ise renkleri ve oluşumlarıyla şaşırtan genç soğan sarkıtlar yer almaktadır.
-
GAZİ OSMAN PAŞA 5 Nisan 2009 tarihi, Gazi Osman Paşa'nın 109. ölüm yıldönümüne denk düştüğünden, bu güzide kumandanın öyküsünü buraya yazmayı bir görev olarak görüyorum. Tarihimiz boyunca sayısız kumandanlarımız askerî sahada hizmet ifâ etmişler, bilhassa savaş meydanlarında gösterdikleri maharet, cesaret ve şecaatle bütün dünyanın takdirle alkışladığı zaferlerin kazanılmasında faal roy oynamışlar; tarihimizde pek çok destanların yer almasında mühim vazife görmüşlerdir. Hepsi, ebediyen rahmetle, şükranla yâdedilecektir... Gazi Osman Paşa da, tarihlere altın harflerle geçen Plevne müdafaası kumandanı olarak gönüllere taht kuran kumandanlarımızdandır. Osman Paşa'yı henüz tahsil devresini tamamlamadan harp meydanlarında görmekteyiz... Bu meydanda kahraman askerlerimize serdarlık ederek, düşmanlara unutamayacakları şamarlar indirmiş bir kumandandır. Osman Paşa 1832 yılında Tokat'ta doğmuştur. Askerliğe olan merak ve hevesi üzerine, Beşiktaş'taki Askerî Rüştiye'de ve Kuleli Askeri İdadisinde okumuştur. Daha sonra «Mekteb-i Erkân-ı Harbiyyeye» giren Osman Paşa, kurmaylık eğitimim tamamlamaya fırsat kalmadan, Kırım savaşının çıkması üzerine Tuna cephesine gönderilir... Genç yaşta harp meydanına atılan Osman Paşa'yı bundan sonra devamlı zaferler kazanan, hakkı olan terfiler olan bir subay olarak görmekteyiz. Tuna cephesinde dört yıl kalan Osman Paşa, önce Mülâzım-ı Evvel, savaşın sonunda da Kolağası oldu (1856). Bundan sonra yarıda kalmış olan Kurmay eğitimini tamamladı ve Erkân-ı Harbiyye-i Umumiye reisliğinde çalışmaya başladı. Anadolu haritasını çıkarmak vazifesiyle Bursa'ya tayin edildi. Sırasıyla; Teselya, Yenişehir ve Lübnan'da vazife aldı... Girit isyanlarının başlaması üzerine Girit'e tayin edilen Osman Paşa, âsiler karşısında gösterdiği kahramanlık üzerine Miralay rütbesiyle taltif edildi (1866) Osman Paşa'yı bundan sonra, sırasıyla şu vazifelerde ve rütbelerde görmekteyiz: vazifeli gittiği Yemen'den Paşa rütbesi alarak dönmüştür. Rumeli'de bulunan Beşinci Ordu Manastır Fırka Kumandanlığına tayin edilir (1875). Buradaki çalışmalarından dolayı Birinci Ferik olur. Sırp isyanları başlayınca, emrindeki birliklerle âsiler üzerine yürür. Sırp ordusunu perişan eder ve müşir olur (1876). 1877-1878'de Rusya'nın Osmanlı devletine karşı saldırıya geçmesi üzerine Vidin ve Rahova bölgelerinin korunmasıyla vazifelendirilir. Plevne ve Gazi Osman Paşa Osmanlı'nın ezeli düşmanı Rusya, ilk hücumda ve kısa bir zamanda Osmanlı ordusunu mağlûp edip, İstanbul önlerine varmayı hayallemişti. Bu hayali kuvvetlendirecek hareketler de yok değildi. Kuzeyden hücuma geçecek olan Rusları durduracak iki müdafa hattı vardı. Tuna nehri ve Balkanlar silsilesi... Ruslar bu engeli de hemen hemen hiçbir zorluk görmeden geçmişlerdi. Çarın kardeşi Grandük Nikola Nikolayeviç'in başkumandanlık ettiği Ruslar, Berkofça dağlarını aşmışlar, bugünkü Dobruca ve Bulgaristan topraklarına ulaşmışlardı. Bu ana kadar ciddi bir mukavemetle karşılaşmayan Ruslar hayallerinde İstanbul'u görmeye başlamışlardı... Rusların bu hareketi devam ederken, Osman Paşa'ya Ruslar'a karşı durmak üzere hareket emri verildi. Bunun üzerine Osman Paşa, Vidin'den hareket ederek beraberindeki 25 piyade taburu, 12 süvari bölüğü, 48 sahra topu ve 6 dağ topu ile birlikte, bir haftalık bir yürüyüşle Plevne önlerine gelmiş; şehri Ruslar'dan alarak, derhal doğru dürüst bir kalesi olmayan ve müdafaaya elverişli olmayan Plevne'yi tahkim etmeye girişmiştir. Balkanlardan güneye sarkmak için Plevne engelini aşmak mecburiyetinde olan Ruslar, henüz yeni gelmiş, Osman Paşa kuvvetlerine karşı 20 Temmuz 1877'de saldırıya geçmiştir. Bu ilk saldırıda, kahraman askerlerimiz başlarında Osman Paşa ile düşmana karşı dururlar. Bu çarpışmalarda Ruslar 2874 ölü ve büyük ölçüde mühimmat bırakarak kaçarlar. Moskoflar, savaşın başındaki kolay muvaffakiyetleri yüzünden ilerlemelerini devam ettireceklerini ummuşlardı. Fakat bilmiyorlardı ki, karşılarında, tarih boyunca destanlar yazan imanlı askerler ve başlarında da Osman Paşa gibi bir serdar vardı... Tecrübeli, cesur, imanlı kumandanların elinde olan bu şanlı ordu tarih boyunca zaferden zafere koşmuştu... Ruslar maddi güçlerine güvenerek, 30 Temmuz'da yeniden saldırır. Bu defa 184 top ve 50 bin askerle birlikte... Buna mukabil, Osman Paşa'nın elinde 58 top ve 23 bin asker vardı. Bu ikinci saldırıda da hüsrana uğrayan Ruslar, 7305 ölü verdikten sonra, gerisin geri kaçarlar. Rus ordusu Plevne önlerinde mıhlanıp kalmıştı. Osman Paşa ve maiyyetindeki askerler düşmana göz açtırmıyor, bir adım bile ilerlemelerine müsaade etmiyorlardı... Bütün dünyanın dikkati Plevne'deydi. Bir avuç Osmanlı ordusu, Rus ordusuna meydan okuyor, perişan ediyordu. Yakılan türküler yıllar boyu dillerden düşmemiştir. Karadeniz akmam dedi, Ben Tuna'ya bakmam dedi, Yüzbin Moskof gelmiş olsa, Osman Paşa korkmam dedi. İman dolu sinede korku izi bulunabilir mi?.. Düşmanın sayı itibariyle çokluğu sarsılmaz imana sahip insanlar karşısında bir kıymet ifade edebilir mi?... Bunun cevabı Plevne'de verilmiştir. Bütün hırslanyla saldıran Ruslar, Osman Paşa kumandasındaki Osmanlı askerlerinden yedikleri darbelerden sonra, bütün kuvvetleriyle Plevne önlerine gelmeye başlamışlardı. Rus Çarı II.Aleksandr bizzat gelerek muharebeleri yakından takip etmiştir. Son Rus ihtiyatları Plevne önlerine getirilir... Gözleri öylesine korkmuştur ki, bütün bunlarla da yetinilemez. Çar, Romanya Prensi I.Karol'a bir telgraf çekerek yardım ister. Telgraf manalıdır. «İmdadımıza gel! istediğin gibi, istediğin yerden, dilediğin şartlarla Tuna'yı geç! Acele Plevne'de yardımımıza yetiş! Mahvoluyoruz! Hıristiyanlık, dâvasını kaybetmek üzeredir!» Bu telgraf üzerine Kral Karol, 3 piyade, l süvari tümeni ve 108 topla Rus ordusuna katılır... Ruslar yine perişan oluyor Ruslar ve Rumenlerden oluşan birlikler Plevne'ye karşı hücuma geçerler. 7 Eylül'den itibaren 432 top, geceli gündüzlü Plevne'yi döğmeye başlar. Dört gün aralıksız devam eden top ateşinden sonra, 11 Eylülde taarruza geçen Ruslar ve Rumenler, ancak kendilerinin dörtte biri kadar olan Osman Paşa kuvvetleri karşısında perişan olurlar. Bu üçüncü saldırıda da Ruslar, 3'ü general ve 350'si subay olmak üzere 15 bin 553 ölü vermiştir. Plevne önlerinde bu muharebeler devam ederken, Osmanlı ordusu diğer taraftan Sırbistan ve Karadağ ile de savaşmaktaydı. Plevne iki yönden Ruslar tarafından kuşatılmıştı. Yalnız güneydoğu ve güneybatıdaki Sofya - Plevne yolu açıktı. Muharebe ile Plevne müdâfilerini mağlûp edemeyeceklerini anlayan Ruslar, tam «Rusça» bir yola başvururlar. Plevne'yi dört bir taraftan sararak kuşatma altına almak, böylelikle, erzak ve mühimmat yardımı alamayacak olan kuvvetleri teslime zorlamak... Bu planı tatbik için 3 Eylül'de, Plevne'nin güneydoğusunda, Osma suyunun doğu kıyısı üzerindeki Lofça'yı işgal ederler. Daha sonra 28 Ekim'de güneybatıdaki Sofya-Plevne yolunu da kapatırlar. Böylelikle Plevne'yi dört bir yandan kuşatmış oluyorlardı... Müdâfiler erzakları, cephaneleri bitene kadar vuruşmaya devam ederler. Son kurşunu da atıp, yiyecek birşey kalmayıncaya kadar dayandıktan sonra, yine de teslim olmazlar. Osman Paşa, 10 Aralık gecesi kaleden çıkıp düşman saflarını yararak, beraberindekilerle birlikte düşman hattını geçmeyi planlar ve planını tatbik eder. Vuruşa vuruşa ilerlerken, bir kurşunla dizinden yaralanır. Dizini delip geçen kurşun atına da isabet etmiştir... Kahraman kumandan yaralı olarak teslim alınır. Rus başkumandanı ve Çar, Osman Paşa'yı tebrik edip kılıcını iade ederler. Üçüncü Plevne zaferinden sonra, Sultan II.Abdülhamid tarafından «Gazi» unvanı verilen Osman Paşa, bir süre esir olarak Rusya'da kaldıktan sonra, Ayestefanos anlaşmasının imzalanması üzerine İstanbul'a gelmiştir. 4 ay 23 gün Plevne'de Ruslara karşı koyan ordunun kumandanı Gazi Osman Paşa'nın İstanbul'a gelişinde, Sultan Abdülhamid bu şanlı askerimizi kucaklar ve «Sen benim yüzümü ağarttın. İki cihanda da yüzün ak olsun!» diye dua eder. Daha sonra Mabeyn müşiri olan Gazi Osman Paşa, vefatına kadar bu vazifede kalır. Düşmanın dahi takdir etmeye mecbur kaldığı bu faziletli kumandan, marşlarla dillerde, hatırasıyla gönüllerde yaşayagelmiştir. Halâ söylenir: Kılıcımı vurdum taşa Taş yarıldı baştan başa Şanı büyük Osman Paşa Askerinle binler yaşa... 5 Nisan 1900'da Rahmet-i Rahmana kavuşan Gazi Osman Paşa'nın mezarı Fatih camii haziresindedir.