mavi olmayan gökyüzü tarafından postalanan herşey
-
Üstteki üyeyi görünce aklınıza ne gelio ?
Sene 1968 ve biz ayağımızda takunyalar,bir o yana bir bu yana.1968 de TV var mıydı;tarihi iyi bilirim ama TVye ilgim yok yaşlandık Bursercan yaşlandık of of...yandaşım,toprağım senin sayfana döneceğim şimdi ama önce.... Üstteki üyeyi görünce bir Turist Ömer geliy aklıma.Turistleri severiz biz ya...
-
Mavi olmayan gökyüzü'ne...................
Kahvaltı geçti,gelin akşam yemeğine bakın size yemek yaptım ama bakın şimdi olmayan yemeğe gelirmişsiniz Denizin çocuğu bana haksızlığa göz yummazmış.Canımsın!Uyanık olmaz mıyım hafta içi,gerçi hergün işe geç kalııııım bak dinlediğim şarkının sözleri,benden sana! Diyarbakır kokardı saçların, gözlerin Bahrevan Her geldiğinde bana sen, dururdu zaman Firar ederdim gözlerine, mültecin olurdum Ben peşinde rüzgâr olurum Ben peşinde Ferhat olurum Ben peşinde Fırat olurum Sen de Dicle… Gelirsen ayın tam üstünde kederli bir bulut tutamaz gözyaşlarını Harran papatyadan bir gelinlik giyer arsız, zamansız Gelirsen Dersim’e Dersim’e kırlangıçlar geri döner, Munzur gülümser Gelirsen kızıl bir gelincik olup açacak Ararat, Zap sana koşacak durmaksızın Gelirsen Batman’da intihar son kurşununu kendine sıkacak Ani kurtulacak susmaların dilinden Ve Çorum ve Maraş ve Sivas yüzünü yıkayacak yağmurda İçimdeki Kızıldeniz doydu kana Kızılırmak’tan alayım selamını Merhaba de vurulmuş güvercinler aşkına merhaba Ben peşinde rüzgâr olurum Ben peşinde Ferhat olurum Ben peşinde Fırat olurum Sen de Dicle…
-
Mavi olmayan gökyüzü'ne...................
ama sen neden çalıyorsun.bak bana ben çalıyor muyum direk kopyalayıp yapıştırıyorum şiirin benim için mi yazılmış...sevgiyle candan ötem...
-
DARBELERLE/DARBECİLERLE HESAPLAŞMAK VEYA
Aynı dilekle sevgili arkadaşım.Teşekkür ederim.
-
Kürt Sorunu ve Türkiye'nin geleceği hakkında
Kastınız TEK TÜRKİYE dizisi mi?Ama bence siz dizilere,filmlere,medyaya fazla güvenmeyin!
-
Kürt Sorunu ve Türkiye'nin geleceği hakkında
Sayın Yarasa lütfen demogoji demeyin bana,benimle Türkçe konuşun.Ayrıca emin olun ki ben rengimin farkındayım.Durduğum yerden asla ödün vermem.Anlamadan yazmayın!Varsa bölücülük adına bir iletim bana göstererek yazın.
-
Hırçın Karadenizli(sayın av katımız:).....
Emreeeeeeeeeeeeeeee çabuk bitir şu askerliği...adam öldürecem ama avkat yok...paramda yok...gel bak seni bekliyorum.Dur en iyisi ben atlayayaım pencereden...yok vazgeçtim...ama ben saçmalıyorum...ya emre bi sürü işi verdiler,çekip gittiler...ha bugün Nejdet Diyarbakıra geliyor...seni anaruız artık!...gelirsen bana ruhsatlı silahını da getir...daha za ceza yeriz neyse ssssssssssssss şefim yakalamasın! aha basıldım ama yakalanmadım...vallaha yine basıldım...adamı atlatamıyom...sanayi odasındanmış,biri ona benim yakında başbakan olacağımı söler mi acep...ah canım ben buraya bunları yazmayacaktım...ama akşam söz bi şiir çalıp,yapıştırcam
-
YAYAMAZ KAYIMCA NIN YERI!
oley,yayamaz gelmş...pc de gelmiş,bandırmalardan...ya bak dün sözünü dinledim,aldım tepsiyi,kavun,karpuz,şeftali,üzüm doldurdum,ye babam ye sabah bi kalktım başım dönüyodu...hoşgeldin,safalar getirdin...ama dur işe dönmeliiim,şimdi yakalanırım...öptümmmmmmmm
-
AZ SONRA...........
Az sonra kescem kavun karpuz,sonra alacam elime kitabımı oooo işte olmamak gerçekten çok güsel
-
Üstteki üyeyi görünce aklınıza ne gelio ?
Benim aklıma kullanıcı resmine bakarak söylüyorum,çocukluk çizgi filmim geliyo! Ne günlerdi o günler vay vay
-
BURADA HER SORUYA CEVAP VERİLİR
Değerli arkadaşım Birvarmış... Başörtü konusunda anladım dedim de,ya şimdi düşünüyorum bu başörtüsü faklı bir anlam taşıyor olamaz mı o çağda?Yada o emir o dönem için gerekli kılınamaz mı?
-
Şiir Günlüğümüz
Bugün En Az Gözlerin Kadar Üşüyorum.. Bu gün bir başka hüzün yüklü gözlerimde, bir başka bakıyorum dünyaya, bir umut desen yok, gözlerinin sanki ışığı sönmüş, ısıtmıyor eskisi gibi yüreğimi, sorun ben miyim yoksa, yoksa sıkıldın mı aşkımdan, sendemi vazgeçeceksin daha başlamadan; Kilitli kapılar arkasından çıkardım bende güzel kalan ne varsa; senin için, yağmur olup yağmak istedim pıhtılaşmış hayallere, ezberimde tükenmiş sevdaların unutulmuş anılarıyla; Bir sana yükledim yeniden kirli yüreklerin el süremediği temiz aşkımı, adın kadar, yüreğin kadar temiz olan aşkımı; Bu içlenme bana mı, bu keder, bu hüzün, bilmiyor musun tek heceden de olsa kurduğun cümlelere yoksun olduğumu, çiçeğin suya özlemi kadar yalnızım bugün, gözlerimin gözlerine zaafı kadar yalnızım. Bilmiyorum bu sensiz dünyanın bir sonu var mı, bu nefes gibi soluduğum hicran akşamlarının bir sabahı var mı senli. Bir gün kapı çalınacak mı, çalınsa da açınca sen çıkacak mısın karşıma, titrek bir sesle ben geldim; diyecek misin? Hoş geldin diyebilecek miyim bir gün; Belki de olabilme ihtimaline sığındığım bir aşkın sabahına hasretim, belki de tetiğini çekemediğim bir sevdanın arpacığındayım bugün, oysa kalbim çoktan vuruldu, kan kaybeden yüreğimin yasındayım. __________________
-
AHMET KAYA!
Tüh,bende bunu ekleyecektim neyse yüreğine sağlık!!!Ahmet Kaya'yı senden iyi anlatamam!Selamlar ve sevgiler...
-
Taylan Abi'ye..............
Yayamaz yapmış yine pastalar valla bayılıyom ben bu yayamaza... Doğum gününüz kutlu olsun!
-
UTANÇ VE TARİH!
Pakistan UTANÇ VE TARİH Pakistan'da darbenin üzerinden dokuz yıl geçti; tam halk yeni bir seçime hazırlanırken patlayan bir bomba -tabanca da deniliyor- Benazir Butto'yla birlikte demokrasi umudunu da mezara gönderdi. Pakistan'ın tepesine çöreklenen şiddet bulutu daha da karardı, kalınlaştı: 'Öyle kalın ki artık orada ne olduğunu göremiyorum.' Bu, Utanç'ın son sözüydü. Pakistan Devlet Başkanı Refik Tarar 11 Mart 1999'da, parlamentoda 'kendi döneminde birliğin sağlandığını, Pakistan'ın nükleer güç olduğunu, İslami rejimin hızlı bir gelişme yaşadığını' söylüyor. Muhalefet lideri Benazir Butto yerinden fırlayıp bağırıyor: 'Şerem! Şerem!' (Utanç! Utanç!) Hürriyet bilgi Belge Merkezi Salman Rüşdi'nin Geceyarısı Çocukları adlı romanı Binbir Gece Masalları'nı andıran olağanüstü bir aşk hikâyesi ile başlar. Genç Doktor Adem Aziz, toprak ağası Ghani'nin hasta kızı Nesim'i muayene edecektir. Ancak, kızın vücudunu doktor da olsa bir erkeğe göstermesi mümkün değildir. Doktor üstüne delik açılmış bir çarşafın ardından muayenesini yapmak zorundadır. Hasta, muayene edilmesi gereken yeri neresiyse vücudunun o kısmını deliğe yaklaştıracaktır. Kızın deliğe yaklaştırdığı ilk bölgesi karnıdır çünkü karnı ağrıyordur. Bu ilk muayeneden sonra kızın ağrıları, şikâyetleri hiç dinmeyecektir ve doktor üç yıl boyunca her defasında çarşaftaki delikten kızın 'gövdesinin değişik bir on beş santimlik bölümünü' görecektir. Doktor zamanla zihninde Nesim'in bir resmini oluşturmaya başlayacaktır. Her parçayı öncekilerle birleştirerek kızı tanıyacak ve aşık olacaktır. Salman Rüşdi, sonraki romanı Utanç'ta, ülkesi Pakistan'ı bu şekilde tanıdığını yazar. Aşina olduğu halde içinde yaşamadığı ülkeye en azından dokuz kez gittiğini söyler ve 'Pakistan'ı dilim dilim öğrendim' der. 'Zamanın süt gibi kolayca homojenleştirilemediği' dünyanın bu bölümünde, Rüşdi, her gelişinde farklı bir Pakistan görür. Belki de böyle parça parça tanıdığı için ülkesinin yazgısını onun kadar iyi anlayan yazar pek azdır. Pakistan eski başbakanı Benazir Butto'nun öldürüldüğünü duyduğumda elime aldığım ilk kitap Utanç oldu. 1983'te yayımlanmış, değil çevirisinin, tek bir nüshasının bile Pakistan'a girmesine izin verilmemişti. Yasaklanacağından Rüşdi de emindi; kendisine 'Yabancı! İşgalci! Bunu yazmaya hakkın yok! Biliriz biz seni, yabancı dilini bayrak gibi kuşanmışsın; o çatal dilinle bizi anlatırken yalandan başka ne söyleyebilirsin' denileceğini kitabında yazmıştı. Ama uyarmadan da edememişti: 'Bu hikâyedeki ülke Pakistan değil, daha doğrusu tam manasıyla değil. Aynı alanı, daha doğrusu hemen hemen aynı alanı paylaşan iki ülke var.' Bu iki ülkeden biri gerçek Pakistan'dır, diğeri ismi konulmamış kurgusal bir ülkedir. Bu iki ülke birbirine hem benziyor hem benzemiyor olsa da anlatılan Pakistan'dır. Kurgusal olanla gerçeği romanda defalarca karşı karşıya gelir. Roman kahramanlarının hikâyesi anlatılırken araya örneğin Eyüp Han girer; Yahya Han, Zülfikar Ali Butto, Ziyaü'l Hak, Amerikan elçileri ve Benazir ve hatta Rüşdi'nin kendisi sık sık boy gösterir. Pakistan'ın Hindistan'dan ayrılışının, Bangladeş'in kopuşunun, askeri diktatörlüklerin, Afganistan'ın Ruslar tarafından işgalinin, radikal İslam'ın yükselişinin ve şiddetin; utanç canavarının ülkeye yaşattığı korkunç kan banyosunun öyküsü, yani gerçek tarih roman boyunca kurgusal ülkenin tarihine eşlik eder. Romanın ana karakterlerinden 'zır cahil' General Rıza Haydar, Zülfikar Ali Butto'yu ipe götüren Ziyaü'l Hak'tan başkası değildir. İpin ucundaki İskender Harappa ile kızı Ercümend, şüphesiz Zülfikar Ali Butto ve kızı Benazir'dir. Pakistan tarihini iyi bilenler bütün karakterleri gerçek politik ve askeri şahsiyetlere aktarabilirler. Tabi 'utanç'ın tam karşılığını bulamazlar; gerçi General Rıza Haydar'ın (Ziya'nın kızı var mıydı?) kızı Safiye Zeynep, utancın kişileşmiş halidir ama utancın kaynağı Londra'ya kadar uzanır. Bir de, romanın asıl karakterlerinden utanmazlığın timsali Ömer Hayam Şakil vardır. Ne demek istiyor Rüşdi? 'Utanmazlık ve utanç: Şiddetin kökleri.' Tabi, şiddet de, şiddetin kökleri de sadece Pakistan'a özgü değil. Rüşdi romanında, Zülfikar Ali Butto'nun idamının ve Afganistan'ın Ruslar tarafından işgalinin ardından Pakistan'a gittiğini anlatır. 'Nereye baksam utanacak bir şey var. Ama utanç da diğer şeyler gibi; insan onunla uzun süre yaşadığında mobilyalarından biriymiş gibi alışıyor' der. Sonra Londra'ya döndüğünü ve bir yemekte, üst düzey Britanyalı bir diplomatın, 'Batı'nın Ziyaü'l Hak'ın diktatörlüğünü desteklemesinin, Afganistan işgali sonrası yerinde olduğu' şeklindeki sözlerine tanık olur. 'Sinirlerime hakim olmam gerekirdi ama olamadım. Sonra masadan kalkarken, … karısı bana şöyle dedi, ‘Söylesenize, Pakistan'dakiler neden Ziya'dan malum şekilde kurtulmuyor?' Utanç, sevgili okur, sadece Doğu'nun malı değildir.' Benazir, belki yeniden başbakan olmak üzere geldiği ülkesinde bir saldırıyı atlatıp ikincisinde can verdiğinde, birileri ondan 'malum şekilde' kurtuldu. Bu, Pakistan'ı yeni bir utanca boğdu ama dünyada bir şok etkisi yaratmadı. Özellikle de İslam dünyasında; sanki Pakistan o dünyanın bir parçası değil de 'bir şahmaranlar, iblisler çöplüğü'ydü. Şimdi kurgusal Utanç'ı takip ederek, Pakistan'ın tarihine bir göz atalım öyleyse. İngiltere 15 Ağustos 1947'de Hindistan'dan çekildiğinde, tarih sahnesine yeni bir devlet çıktı: Pakistan, 'Allah'ın yeni ülkesi'. 'Öyle imkânsız bir ülke ki neredeyse var olacaktı.' Zira araya geniş Hint topraklarının girdiği iki bölgeli bir devletti bu. Batıda Pencap, Keşmir'in bir bölümü, Belucistan ve Sind, bin beş yüz kilometre ötede, doğuda Bengal. Bu iki parçalı yeni devlete Pakistan adı verildi. 'Bir kısaltma olan Pakistan teriminin ilk olarak İngiltere'deki bir grup Müslüman entelektüel tarafından bulunduğu bilinir. P Pencaplılar, A Afganlar, K Keşmirliler, S Sind, ‘tan' da Belucistan için.' Sanki 24 yıl sonra ayrılacağı öngörülmüş gibi Bengal'in (Bangladeş) herhangi bir harfine bu ad içinde yer verilmemişti. Bağımsızlıkla birlikte, başta Muhammed Ali Cinnah olmak üzere, kurucu önderler 'parlamenter ilkelere dayalı laik bir devlet düzeni kurmayı' temel almışlardı. Cinnah'tan sonra ülkede düzeni sağlamakta zorlanan yönetim İslamcı çevrelere de bazı ödünler vermeye başladı. Aynı sırada Doğu ile Batı arasındaki çekişmeler de su yüzüne çıktı. Bu çekişmenin damgasını derin bir şekilde taşıyan 1956 anayasası 'İslam cumhuriyetini' öngörüyordu. Birliğin harcı olarak İslam'ın sorunlara çare olacağı düşünülüyordu. Ancak bunalım derinleşerek devam etti ve 1958'deki askeri darbeyle yönetim Eyüp Han'ın eline geçti. Eyüp Han'ın baskıcı ve ayrımcı uygulamaları Doğu ile Batı arasındaki huzursuzluğu daha da artırmaktan başka bir şeye yaramadı. Eyüp Han, yaklaşık on bir yıllık yönetimi içine bir de savaş sıkıştırdı; Keşmir'i elde edeceğim derken Hindistan karşısında ağır bir yenilgi aldı. Yenilginin utancını, muhalefeti susturarak bastırdı, sonra da 1969'da makamını Başkomutan Yahya Han'a devretti. Bir yıl sonra seçimler yapıldı ve Zülfikar Ali Butto'nun Pakistan Halk Partisi seçimleri kazandı. Ama sadece Batı kısmında. Doğu kendi partisini seçmişti ve özerklik istiyordu. Yahya Han bunu fırsat bildi, Meclis'i süresiz kapattı ve orduları Doğu'ya sürdü: İç savaş ve felaket... Utanç'tan aynen aktarıyorum: 'Savaş boyunca saat başı haber bültenleri Batı birliklerinin Doğudaki muhteşem zaferini anlatıyordu. Son gün saat on birde radyo, silahlı kuvvetlerin bu başarılarının sonuncusu ve en görkemlisini duyurdu; öğle haberlerinde ise dinleyicilerine aniden imkânsızın haberini verdi: Koşulsuz şartsız teslim, küçük düşme, yenilgi. Şehir sokaklarında trafik durmuştu, ulusun öğle yemeği pişmeden kalmıştı.' Aralık 1971; Hindistan'ın desteğiyle savaşı kazanan Bangladeş artık bağımsız bir devletti. Bu olay Yahya Han'ın sonunu getirdi; artık Butto egemendi. İslam sosyalizmini ilan etti ve ülkeyi 1977 Temmuz'una kadar yönetti. Butto'yu halk seviyordu; son seçimde (Mart 1977), İslam ilkelerine dayalı bir yönetim isteyen muhalefet karşısında ezici bir zafer elde etmişti. Gene de onun bir askeri darbeyle devrilişine sevinenler vardı. Utanç'ta onlar tek tek sayılıyor: 'Akla hayale gelmeyecek bir şeyi, sendikalaşmayı kabule zorladığı patronlar, kalantorlar, kaçakçılar, tefeciler, dolandırıcılar, bankalar. Amerikan büyükelçisi.' Butto'yu gerçekleştirdiği askeri darbeyle hapse attıran, sonra da uydurma suçlamalarla idam ettiren Genelkurmay Başkanı Ziyaü'l Hak'tı. Ziya, Butto taraftarlarına karşı İslamcı muhalefetin desteğine muhtaçtı ve kendisi de 'dinibütün' bir generaldi. 'Diktatörler daima -en azından alenen, başka insanlar adına püritendirler.' İlk işi siyasal partileri ve sendikaları kapatmak, grevleri yasaklamak, basına ağır bir sansür getirmek oldu. (12 Eylül'ü ve Kenan Evren'i hatırladınız mı? O da aynı şeyleri yapmıştı ve hatta 'kardeşim' dediği Ziya gibi konuşmalarında Kuran'dan ayetler okumaya bayılırdı.) Ziya'nın iktidarı, Pakistan için dönüm noktasıydı ama dünyanın bugün içinde olduğu karmaşanın belirleyicilerinden olduğu o günden görülemezdi. İktidarını sağlama almak için kendi yurttaşlarını baskı altında tutması Ziya'ya yetmeyecekti; uygar dünyanın desteği de gerekiyordu. Darbeye Batı'nın tepkisi çok cılızdı, ABD açıktan destekliyordu ama milyar dolarları, tankları, füzeleri, son model savaş uçaklarını Pakistan'a yığması için başka bir olayın gerçekleşmesi gerekiyordu. Tam o sırada, 1979'da, Sovyetler Birliği, Afganistan'ı işgal ediverdi. Utanç'ta anlatıldığına göre, haberi alan Ziya (romanda Rıza Haydar) seccadeyi kaptığı gibi yere yaymıştı. Generallerine 'Allah'ın bu inayeti karşısında şükranlarını bir an önce sunmalarında ısrar etmişti.' Bu olay Ziya'yı ABD başkanının en yakın dostu, ülkesini de ABD'nin en önemli müttefiki haline getirdi. Bugün ABD ve Pakistan'ın ortak düşmanı El Kaide ve Taliban'ı doğuran işte bu ittifak olacaktır. ABD'nin sadece desteğini değil büyük askeri ve ekonomik yardımını da alan Ziya yerini sağlamlaştırdı. Söz verdiği seçimlere de artık ihtiyacı yoktu. 'Seçim ertelendi, sonra tekrar ertelendi, sonra rafa kaldırıldı, sonra iptal edildi.' Bu arada ülkede dayanılmaz bir şiddet hüküm sürüyordu. 'Tanrı işbaşındaydı ve bundan şüphesi olanlara gücünü gösteriyordu: Çeşitli inanç karşıtı unsurları kenar mahalle çocukları gibi ortadan kaybetmişti.' İnanç karşıtlarının başında Butto'nun İslam sosyalizmini savunanlar geliyordu. Ziya, İslam sosyalizminin, hele Afganistan'ın işgali söz konusuyken, kâfirlik olduğunu karara bağladı ve İslamlaşmanın ne demek olduğunu gösterdi. Yine Utanç'ı izleyelim: 'İçkiyi yasakladı, bira fabrikasını kapattı. Televizyon programlarında öyle köklü değişiklikler yaptı ki halk televizyonlarını tamir ettirmek için tamirci çağırmaya başladı çünkü televizyonların neden birdenbire dini vaazlardan başka bir şey vermemeye başladığını anlamıyorlar, bu mollaların ekranlara nasıl yapıştığını merak ediyorlardı. Sokaklarda çarşafsız kadınların gezmesine karşıydı. O günlerde dindar öğrencilerin silah taşımaya başladığı ve yeterince dinibütün bulmadıkları profesörlere ateş ettikleri kayıtlara geçmiştir; erkekler sokaklarda göbeği açık gezen kadınlara tükürüyorlardı; ramazanda sigara içenler linç edilebiliyordu. Adalet sistemi çökmüştü; onun yerine şeriat mahkemelerini getirmişti.' Utanç, bir roman ve bu anlatılanlarda kuşkusuz keskin bir ironi var. Ya abartı? Şu yukarıda anlatılanlar içinde olsa olsa halkın televizyonlarını tamirciye götürdüğü abartıdır. Diğerleri fazlasıyla yaşandı. Muhalefete yönelik siyasi ve askeri şiddete, özgürlüklerin, hak ve hukukun ayaklar altına alınmasına kadınlara yönelik baskılar eşlik etti. Pakistan kadının geleneksel giysisi sari artık müstehcen sayılır oldu. 'Baskı dikişsiz bir giysi; sosyal ve cinsel kodları otoriter olan, kadınlarını dayanılmaz şeref ve namus yükleriyle ezen bir toplum başka baskılar da üretir.' Ülkede eğitim hayatında başından beri ciddi bir yeri olan medreselerin sayısı Ziya'nın askeri diktatörlüğünde kat kat arttı. Ziya'nın 1979'da yürürlüğe soktuğu 'Hudud kanunları' şeriat mahkemelerinde el ayak kesme cezaları verilebileceğini hükme bağladı. Bu kanunlara göre, bir kadın tecavüze uğradığını iddia eder de dört erkek şahit gösteremezse zina suçundan hapse atılırdı. (Bu yüzden binlerce kadın hapishanelere düştü.) Zina yapan kadın ise taşlanarak öldürülürdü. (Pakistan parlamentosu Ziya'nın tecavüz ve zina ile ilgili kanunlarını daha yeni değiştirdi. Ama dini partiler, yasanın bir 'özgür-seks' toplumu ortaya çıkaracağını iddia ederek oylamayı boykot ettiler.) Bu sürecin doruk noktası da, Ziya'nın İslamlaşma programını 1984'de halkoyuna sunması ve kabul ettirmesiydi. Artık her türlü zulüm İslam adına yapılıyordu. Belki yaşasa daha da ileri gidecekti; 1988'de bir uçak kazasında öldü. Tesadüf bu ya, o uçakta Amerikan büyükelçisiyle beraberdi. Ardından yapılan seçimleri Butto'nun partisi kazandı, başında bu kez kızı Benazir vardı. Kargaşayla geçen iki yılın ardından yolsuzluk iddialarıyla görevden uzaklaştırıldı. 1990 seçimlerini İslamcı Demokratik İttifak büyük çoğunlukla kazandı; başbakan artık Navaz Şerif'ti. Yeni iktidarın ilk işi, bıraktığı yerden Ziya'yı takip etmek oldu: Ulusal Meclis, 1991'de 'Kuran'ın en yüksek yasa olarak kabul edilmesini ve yaşamın bütün alanlarının İslami kurallara bağlı kılınması'nı kararlaştırdı. Ama 1993 seçimlerinde Benazir yeniden yekti aldığına göre, halkın önemli bir kısmı bu politikayı benimsemiyordu. Bir kadını iki kez başbakan yapmaları bunun kanıtıydı. Nitekim Salman Rüşdi, romanda araya girerek Pakistan'da İslam'ın yükselişiyle ilgili şunları söyler: 'İslamcı 'köktendincilik' denen şey Pakistan'da halktan kaynaklanmaz. Onlara yukarıdan dayatılır. Otokratik rejimler iman belagati benimsemeyi faydalı bulur çünkü halk bu dile saygı duyar ve karşı koymaya gönlü razı gelmez. Dinler diktatörlere böyle hizmet eder.' Bütün bu süreç ülkeyi içinden çıkılmaz bir kaosa sürükleyen şiddet sarmalında gelişti ve 1999'da Pervez Müşerref'in darbesi sivil yönetime bir kez daha son verdi. Tesadüfe bakın ki Afganistan ve Irak'a müdahale hazırlıkları yapan ABD'nin de Pakistan'da bir askeri yönetime ihtiyacı vardı. Darbenin üzerinden dokuz yıl geçti; tam halk yeni bir seçime hazırlanırken patlayan bir bomba -tabanca da deniliyor- Benazir Butto'yla birlikte demokrasi umudunu da mezara gönderdi. Pakistan'ın tepesine çöreklenen şiddet bulutu daha da karardı, kalınlaştı: 'Öyle kalın ki artık orada ne olduğunu göremiyorum.' Bu, Utanç'ın son sözüydü. YAZI: KEMAL TAYFUR / ATLAS ŞUBAT 2008, SAYI 179
-
Alparslan Türkeş Mason'muş!
Barzani mi?Bakın aççın konuyu değerli arkadaşım,varsa ilginçlik bende yazarım.İnan ki birilerini görürken diğerine kör kalmam.Ayrıca neden Barzani dediniz bana.Neyse canınız sağolsun!
-
-'...bursercan...'-
Sevgili kardeşim(hepimiz kardeşiz bu öke ne cinsinde değil,yürekten) Dün senin için o kadar yazılacak varken,forum oyunlarına sığmayan düşünceleri senin sayfana taşımak için sustumibelki de korkudan susturuldum baktım sayfana herkes seviyor seni,dedim ki onun için yazılmışlarda vardır,bak buldum Zekiyim değil mi?Öleyim öleyim neyse bırakayım kendimi,yazayım yazacağımı... Evet değerli arkadaşım,uysalsın dedim ya!Sonra aklıma geldi...aslında tüm uysallığın bazen kendi kendine yeten bir hırçınlığa dönüşebileceği...uysalsın,ama dikkat bu uysalıığın kendi duygularını,fırtınalarını kendinde hırçınlığa,öfkeye dönüşmesin. Büyüdükçe gelen sorumluluklar,dar gelen kentler,halledilmeyecek duygular,anlamsızlaşan yaşam...bunları emin ol ki tüm insanlar yaşıyor.ben de,biz de... Bugün iş çıkışı insanlara bir baktım da bana benzeyen,farklı deryalarda çırpınan...su satmaya çalışan çocuklar,bebeiği kucağında koşuşturan bir kadın,elinde bastonu efkarla çevreye bakınan yaşlı bir amca,yanımda oturan,ölüme yakın olduğunu düşündeğinden mi,sürekli besmele diyen yaşlı teyze...sonra kendime baktım,neden insan dedim,sustum...Düşündükçe batıyor insan,boşver... Şimdi çok uzun oldu değil mi?Arada bu sayfaya uğrarım.Güzel bir insan.Ben şimdi o Iğdıra çok uzağım.Belki de erzurumdan Bursercan bundan yakın bana.Kendiside yakın.Sen bakma mavi olmayan gökyüzü dediğime,sen olmak istediğin yeri düşle,sonra mavi olan gökyüzüne bak...oradasındır o an...sevgiyle...
-
KPSS :(
Kpss sonuçları açıklanmayı beklerken,çok ilginç bir kadrocuklar serisi çıktı.Türkçe öğretmenliği 450 denmiş bu kadar olur vyani.Ne olcak bu halimiz yazık oluyor bu ülkenin geleceğine.KPSS vb tüm sınavlar hangi zihniyetin ürünü?
-
Kürt Sorunu ve Türkiye'nin geleceği hakkında
Ve değerli arkadaşım,birileri elinde borazan çalıp insanları anlamsız ölümlerle avutuyorsa,sormak lazım savaş da kimin için,yok saymada ne için?Biz birbirimize benzeyen,birbirimize benzetilen ve benzetilirken farklılaşan bir tarihin çocuklarıyız.Çelişkilerimiz bunun için,acılarımız bunun için!
-
Sahnelerden Bir Dev Eksildi
Allah sabır versin sevdiklerine, Sanat ve sanat adına kaybedilen bir yıldız...başımız sağolsun!
-
SİYASET,SİYASET,SİYASET....SİYASETE SUNULAN KURBANLAR VE ACI!
Daha kendisine ve yakın çevresine yetemiyorken uzakların karanlığını düşünmek ne kadar soğutuyor kendizinden sizi değil mi? Sevgili alio_1 işte tam bu cümlelerini okurken, aslında bir insan olarak kendimden niye bu kadar nefret ettiğimi anladım. Doğru ya,ben kendime ve kendi yakın çevreme bile yetemiyorken,uzakların karanlıklarını anlamaya çalışmıştım. Geçen gün,neredeyse isyana gelen kelimelerle derdimi anlatmaya çalışırken,çok değer verdiğim bir bana şunları nsöylemişti; ...istersen çık şurada kendini yak,istersen alanlarda saatlerce haykır...ama inan ki bu ne Filistinde,ne Irakıta,ne de bizim ülkemizde yaşanaları değiştirecek. İnanmak çok güzel...ne olursa olsun...adaletinize inanıyorsanız,inandığınızın adaletine inanıyorsanız ne mutlu size!Bu arada bu şiiri daha lise yıllarındayken dinlemiştim,dün arkadaşım bana bulmuş,yollamıştı.Şu mısraları anlayan,anlatan alio_1 için bir daha ekleyeyim! Pilevne türküleri ağıtlara dönüşürken, çeçenya’da yiğitler Inancın emeğin/ve aşk’ın kılcal damarlarına ulanıp sustular… ve ne bağdat’tan ne şam’dan ne mekke’den ne diyarıbekir’den ne istanbul’dan ne buhara’dan Bunca telefon direğine rağmen kimse kimseyi duymuyor ne kadar acı değil mi?
-
DARBELERLE/DARBECİLERLE HESAPLAŞMAK VEYA
Kimlerin kim olduğu ortaya çıkacak mı,gerçekten?Susurluk ve Şemdinli hayır diyor bana.
-
DARBELERLE/DARBECİLERLE HESAPLAŞMAK VEYA
Darbe nedir sorusuna yanıtlar ararken çok ilginç geliyor tüm yazılanlar.Ergenekon diyen var,darbeci diye bizi mi hedef alyorsunuz diyen var,var da var! Öncelikle arkadaşlar zaten bu başlık darbe niye meşrudur,değildir;darbeler olmalı mı,olmamalı mı sorularına verilecek cevaplar için var.Bu konuda gerçekten bilgilendirici yazan sadece Sayın Karabekir. Darbe tanımı kişinin düşüncelerine göre değişir.En azında ben burada bunu gördüm.Ben DARBE HİÇBİR ZAMAN MEŞRULAŞTIRLAMAZ diyorum,bu benim kişisel fikrim.Size göre meşru mu, o zaman neden? Darbe her zaman yıkım getirmiştir bu coğrafyalara.Bunun aksini iddia eden varsa,yazsın.Öncesinde yaşananları bana gerekçe olarak sunabilirsiniz,ama ben sonrasıyla bu gerekçeleri nasıl da doğruluktan uzak olduğunu daha iyi sunarım.Bu bir iddia değil,sadece apaçık ortada olanlar! Darbeyi yaşamadan nasıl kalkıp darbe hakkında yorum yapılır?Nasıl ki ölümü yaşamadan ölüm kötü birşey diyorsanız ben de darbeyi yaşamadan darbe kötüdür derim.Sizi ikna etmadi mi?Bakın Karabekir yaşadığını söyledi.Yine mi ikna etmedi?O zaman şunu yazarım; işkenceler,faili meçhullar,idamlar,gözaltılar,sürgünler benim darbe tarihimde yazılanlar,tanıkları hala var.ve ben insansam ve insana ait acılara yabancı değilsem,burada darbeyi yaşamadan darbeyi,sokakta yaşamadan sokağı,açlığı yaşamadan açlığı hiç sorgulamasız yargılarım. Ve 1960'dan başlayan,kesintisiz devam eden bu darbeler serisi eksik bir demokrasi,eksik bir Cumhuriyet'i kader olarak sunmuşsa bana,ben aten o darbeden ve o tarihten kendimi sorgulayamam. Sayın Yarasa sormuş,neden darbe?ve eklemiş darbelerde kim suçlu!Neden darbe,gereklimiydi?Sanmıyorum.Darbeler tek çıkış yolu olamaz.Darbeyi yapabilecek kuvvet darbesiz de çözüm yolları arayabilirdi.Suçlu kim mi?Ben suçu sadece darbecilerde arama yanılgısnda değilim.Suçlu kim mi? Darbeyi bir halkın kaderi olarak görenler,gece yarısı darbecileri,bu darbeleri meşrulaştıran siyasiler,farklı düşünenleri aynı çatıda buluşturması gerekirken,zıtlaştıran partiler ve inadına susan halkımız. Sayın Politika nedense darbeciliği üstüne alınmış.Ulusalcı olan darbecidir diyen mi var?Yok eğer Ergenekondan rahatsız iseniz o başka.Şunu da ekleyeyim,ben sözde değil özde olan ulusalcıları zaten asla darbeci kisvesi altına sokmam. Sayın Sardunyam,çok ilginç bir çıkış.Zaten Ufuk Urası kabul etmiyoruz demişsiniz.Benim söylemek istediğimn edip etmediğiniz değil,benim söylemek istediğim neden,bakın özellikle neden;Ergenekon bir savsatadıır,ulusalcılara,Atatürkçülüğe karşı yapılmıştır diyen CHP ve Ergenakon bizim davamızdır diyen bir AKP,neden onlar ve onlara ait olanlar,neden halkın seçtiği vekiller böylesi bir önergeyi yok saymışlardır.İnanın ki sizden bunun cevabını bekliyorum. Ve Sayın Karabekir; bunu acaba kaç kişi anlayarak okumuştur.
-
Kürt Sorunu ve Türkiye'nin geleceği hakkında
Jön aslında yüzlerce kez yazmak istediğimizi o kadar güzel özetlemişsin ki.Aslında şimdi bağırmak isterdim,duymak istemeyenlere,görmeyenlere...Bu bedeli hepimiz ödüyoruz,neden hala birbirimizden bu kadar uzağız,yabancıyız kaderimize...anlaşılır gibi değil!
-
SİYASET,SİYASET,SİYASET....SİYASETE SUNULAN KURBANLAR VE ACI!
Hrant Dink / AGOS 19 Ocak 2007 Başlangıcında, "Türklüğü aşağılamak" suçlamasıyla Şişli Cumhuriyet Savcılığı'nca hakkımda başlatılan soruşturmadan tedirginlik duymadım. Bu ilk değildi. (...) Şu çok açık ki, beni yalnızlaştırmak, zayıf ve savunmasız kılmak için çaba gösterenler, kendilerince muratlarına erdiler. Daha şimdiden, topluma akıttıkları kirli ve yanlış bilginin tesiriyle Hrant Dink'i artık "Türklüğü aşağılayan" biri olarak gören ve sayısı hiç de az olmayan önemli bir kesim oluşturdular. (...) Benim için asıl tehdit ve asıl dayanılmaz olan, kendi kendime yaşadığım psikolojik işkence. (...) Bu işkencenin bir yanı merak, bir yanı tedirginlik. Bir yanı dikkat, bir yanı ürkeklik. Tıpkı bir güvercin gibiyim... Onun kadar sağıma soluma, önüme arkama göz takmış durumdayım. Başım onunki kadar hareketli... Ve anında dönecek denli de süratli. Ne diyordu Dışişleri Bakanı Abdullah Gül? Ne diyordu Adalet Bakanı Cemil Çiçek? "Canım, 301'in bu kadar da abartılacak bir yanı yok. Mahkûm olmuş, hapse girmiş biri var mı?" Sanki bedel ödemek sadece hapse girmekmiş gibi... İşte size bedel... İşte size bedel... İnsanı güvercin ürkekliğine hapsetmenin nasıl bir bedel olduğunu bilir misiniz siz ey Bakanlar?.. Bilir misiniz?.. Siz, hiç mi güvercin izlemezsiniz? Kolay bir süreç değil yaşadıklarım... Ve ailece yaşadıklarımız. Ciddi ciddi, ülkeyi terk edip uzaklaşmayı düşündüğüm anlar dahi oldu. Özellikle de tehditler yakınlarıma bulaştığında... (...) Rahat bana batardı! "Kaynayan cehennemler"i bırakıp, "hazır cennetler"e kaçmak her şeyden önce benim yapıma uygun değildi. Biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardandık. Türkiye'de kalıp yaşamak, hem bizim gerçek arzumuz, hem de Türkiye'de demokrasi mücadelesi veren, bize destek çıkan, binlerce tanıdık tanımadık dostumuza olan saygımızın gereğiydi. Kalacaktık ve direnecektik. Bir gün gitmek mecburiyetinde kalırsak ama... Tıpkı 1915'teki gibi çıkacaktık yola... Atalarımız gibi... Nereye gideceğimizi bilmeden... Yürüyerek yürüdükleri yollardan... Duyarak çileyi, yaşayarak ıstırabı... Öylesi bir serzenişle işte, terk edecektik yurdumuzu. Ve gidecektik yüreğimizin değil, ama ayaklarımızın götürdüğü yere... Her neresiyse. Dilerim böylesi bir terk edişi hiç ama hiç yaşamak mecburiyetinde kalmayız. Yaşamamak için fazlasıyla umudumuz, fazlasıyla da nedenimiz var zaten. Şimdi artık Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne başvuruyorum. Bu dava kaç yıl sürer, bilemem... Hiç olmazsa dava bitene kadar Türkiye'de yaşamaya devam edeceğim. Mahkemeden lehime bir karar çıkarsa kuşkusuz çok daha sevineceğim ve bu da demektir ki artık ülkemi hiç terk etmek zorunda kalmayacağım. Muhtemelen 2007 benim açımdan daha da zor bir yıl olacak. Yargılanmalar sürecek, yeniler başlayacak. Kim bilir daha ne gibi haksızlıklarla karşı karşıya kalacağım? Ama tüm bunlar olurken şu gerçeği de tek güvencem sayacağım. Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz. Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler. Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce. işte siyasetin verdiği acıdan bir örnek...seversiniz,sevmeyebilirsiniz...düşündüklerine katılabilirsiniz,katılmayabilirsinizde...ne önemi var kast insansa...bir güvercin vuruldu sokak ortasında...siyaset ve kurbanları...siyaset ve Hrant Dink...acıydı bir insanı kaybetmek...acıydı düşünceleriyle hesaba çekmek...acıydı...