Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

BlackCADY

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    430
  • Katılım

  • Son Ziyaret

İletiler gönderen: BlackCADY

  1. Gök-Türk devletinin parçalandığı, tâbi kütlelerin ayaklandığı, Türkler’in Çin’e ilticaya başladıkları, Türk hükümdar âilesi mensuplarının birbirine düştüğü bu karışıklıkta İşbara öldü (587). Yerine geçen kardeşi Ye-hu ve arkasından Devlet Meclisi’nce hâkan ilân edilen Tülan (588-600) zamanlarında durum düzelmedi. Meşhur Ç’ang Sun-şeng, Gök-Türk hâkanlığını büsbütün çökertme yollarını gösteren raporlar hazırlıyarak imparatora takdim ediyor, elçi olarak geldiği Ötüken’de türlü hilelerle Türk hânedan üyelerini karşı karşıya getiriyordu.

     

    En büyük yardımcısı da, önce Ta-po’nın sonra İşbara’nın, nihayet Tülan’ın öldürülmesinden (600) sonra, Çin’in muvafakatı ile tahta çıkarılan K’i-min (600-609)’in karısı olan Çinli perses Ts’ien-kien idi. K’i-min, bu defa, Doğu hâkanlığını kendi idaresine almağa çalışan Tardu’ya karşı kullanılmakta idi. Bu K’i-min de imparator Yang-ti’ye gönderdiği bir mektupta “Haşmetpenâh’ın âciz bir bendesi” olduğunu, hattâ, vaktiyle İşbara’nın bile reddettiği “Türk kavmini Çinliler gibi yapmağa hazır olduğunu” yazabiliyordu.

     

    Ancak, ölümünden sonra yerine geçen oğlu Şi-pi (Shih-pi, 609-619) Gök-Türk haysiyetini biraz kurtarabildi. Bir Çinli prenses ile evlenmekle beraber bunu, Çin’in Gök-Türk iç-işlerine müdahalesini önleyen bir paravana olarak kullandı. 5-6 yıl içinde Doğu Hakanlığı topraklarındaki dağınıklığı giderdi, batıda Tibet’e kadar, doğu da Amur nehri’ne kadar tekrar itaat altına aldı (615). Durumdan telâşa düşen imparator, Türk hanedan azası arasında ihtilâf çıkarmağa dayanan değişmez Çin plânını yeniden tatbike başladı.

     

    Bu defa akıl hocası, hususî hile raporları hazırlayan ve batı için yazdığı eserler başlıca kaynaklardan sayılan elçi P’ei-chü idi. Hâkanın küçük kardeşi Ç’i-ki-şad’a “hâkanlık” teklif edildi. Fakat milletinin perişanlığını ve Çin tahakkümünün rezaletlerini gören bu genç, teklifi, kendisine vaad edilen Çinli prensesle birlikte reddetti. Çinliler başka bir yol denediler.

     

    Gök-Türk kumandanlarından birini pusuya düşürerek öldürdükten sonra, Hâkan’a, onun muhalefet maksadı ile kendilerine müracaat ettiğini, fakat “aradaki dostluktan dolayı” ortadan kaldırılmasını uygun bulduklarını bildirdiler. Gaye Hâkan Şi-pi ile Gök-Türk şeflerinin arasını açmaktı. Hâkan bu oyuna da gelmedi. Son hâdisenin Çin-Türk anlaşmasını bozduğunu ileri sürerek yıllık haracı kesti, savaşa hazırlandı.

     

    Plânı, kuzey eyaletlerinde geziye çıkmış olan imparatoru baskın ile yakalamaktı. Fakat baskın haberi Ötüken’de bulunan ve yukarıda sıra ile üç hâkana zevcelik ettiğini söylediğimiz Çinli prenses tarafından, gizlice Çin’e ulaştırıldığı için, sür’atle geri dönmeğe çalışan imparator, takipçi Gök-Türk süvarileri tarafından Şan-si’de Yenmen (bugün Tai-hien) şehrinde kuşatıldı, Ye’sinden ağladığı rivayet edilen imparator Yang-ti’nin imdadına yine aynı prenses yetişti: Gök-Türk ülkesinde büyük bir isyan çıktığı söylentisini yayarak Türk ordusunun geri çekilmesini sağladı (615).

     

    Yan-ti’nin son durumu Çin’de karışıklıklara sebebiyet verdi ve ona karşı muhalefet gittikçe arttı. Bu defa da Çin ileri gelenlerinin Gök-Türkler’e sığınmalarına şahit olunuyor ve Şi-pi Hâkan Çinliler’in siyasetini kendilerine karşı tekrarlıyordu. Çin sarayını yağmalayarak aldığı kıymetli eşyayı Gök-Türk Hâkanı’na sunan mülteci Liang Shi-tu’yı, Şi-pi “Çin Kağanı” ilan ederek (617) kendisine bir kurt başlı sancak verdi. Liu Wu-chou adlı diğer bir kumandanı da “Batı Çin Kağanı” yaparak, Sui’lere karşı sefere çıkardı.

     

    Bunlar arasında, tarihî bakımdan en ehemmiyetlisi Çin umumi vâlilerinden Li-yüan’ı himayesine alıp desteklemesidir ki, antlaşma gereğince Türk ordularının yardımı ile Sui’leri iktidardan uzaklaştırdıktan sonra Ch’ang-an’daki imparatorluk servetini hakana takdim eden, ayrıca 30 bin top ipek ve yıllık vergi vermeyi taahhüt etmiş olan Li-yüan, Çin’de 300 yıl kadar hüküm süren meşhur T’ang sülalesini (618-906) kurmuş ve kendisi imparator olarak Kao-tsu ünvanını almıştır.

     

    Şi-pi’den sonra hakan olan Ç’u-lo (619-621) kardeşinin sert siyasetini takip ediyor ve Hakanlığa karşı tutumu kısa zamanda değişen T’ang imparatoruna karşı Sui sülalesini canlandırmağa kararlı bulunuyordu. Fakat karısı Çinli Prenses İ-ç’ing tarafından zehirlenerek öldürüldü. Hakan olan kardeşi Kara Kağan (621-630) kifayetli bir adam değildi. Hain prenses İ-ç’ing ile evlenmiş, ağır dille yazdığı mektuplarla imparatoru tahrik etmişti. Karısının tesiri altında idi. Plansız, programsız, sadece cesarete dayanan askerî teşebbüslerinde bir iki defa mağlup oldu.

     

    Tutumu millete emniyetsizlik uyandırdı. Sir-Tarduşlar, Bayırkular, Uygurlar isyan ettiler (627). Vaktiyle Türk himayesine sığınmış olan bir çok Çinli T’ang imparatorundan af dileyerek memleketine dönüyor, K’i-tanlar ve başka kavimler Çin ile temaslar arıyor ve sınır bölgelerinde Çin’e bağlanıyorlardı. İmparator Tai-tsung (627-649) Türkler’e vuracağı darbe için vaziyetin olgunlaşmasını bekliyordu. Hakan kuşattığı bir şehir önünde mağlup olarak çekilirken yakalandı, muhafaza altında Çin başkentine gönderildi (630).

     

    Tai-tsung’un kendini “Türkler’in Gök-Kağanı” ilan ettiği 630 senesi Doğu Gök-Türk istiklalinin sonu kabul edilmiştir. Hakanlığa bağlı kabileler ve yabancı topluluklar dağılıyor, Gök-Türk prensleri etraflarına kuvvet toplayabilecek kimseler olmadıklarından, herkes başının çaresine bakıyor, Türkler Çin’e sığınıyorlardı. Gerçi Aşına ailesinden “kağan”lar birbirini takip etmekte idi, fakat bunlar artık Çin sarayının emrinde, sadakat ziyaretleri yapan, hediyeler sunan, imparatorlardan türlü ünvanlar alan birer kukla idiler.

     

    Gök-Türkler’in acıklı durumunu, Çin sarayında Türkler’e karşı ne yapılabileceği hususunda, İmparator huzurunda cereyan eden münakaşalardan anlamak mümkündür. Neticede kuzey Çin’in Sed boyunda “6 eyalet” bölgesinde Türkler’in yerleştirilmesi kararlaştırıldı. Bu suretle belki Türkler’in Çinlileşeceği umuluyordu. Fakat 680’e kadar geçen 50 yıl devamınca, Türk milleti kendini unutmadı, ilini, örf ve âdetlerini korudu, tarihin şanlı hatıralarını ruhunda yaşadı.

     

    Bu arada ufak çapta başkaldırmalar oluyordu. Mesela Aşına ailesinden bir prensin Altaylar’da Türk hakanlığını ihya çalışması (646-649), yine Gök-Türk hükümdarları soyundan Tu-çi’nin on-ok’ların başında “kağan” ilan edilerek, (676-678), Çin’e karşı Tibetlilerle ittifak etmesi... Çinliler tarafından şiddetle bastırılan bu hareketler arasından en çok hayret verici olan, 639 yılında Kür-şad’ın ihtilal teşebbüsüdür.

     

    Doğu Türk Devleti'ni yıkan ve kağan soyundan olanları başkentlerine götürüp bunlara kontrol altında tutabilecekleri görevler veren Çinliler, Türklerden tamamen kurtulmak için Türk halkını yok etmeyi, Çinlileştirmeyi düşündüler. Onun için Türklerin büyük bir bölümünü Çin Seddi boyuna yerleştiler. Fakat bu baskı Türklerin direncini arttırmaktan başka bir işe yaramadı. Dillerine, örf ve âdetlerine sımsıkı sarıldılar, öç almak için bilendiler. Elli yıl süren esaret hayatında fırsat buldukça baş kaldırdılar.

     

    Bu baş kaldırmalardan biri Türk tarihinin altın sayfalarını oluşturur ve "Kür-Şad İhtilali" olarak anılır. Kür-Şad, eski Türk kağanlarından Çuluk'un küçük oğlu idi. Çin İmparatorunun saray muhafız kıtasında görevli bulunuyordu. O sırada Çin İmparatoru Tang sülalesinden Tay-Çung idi.

     

    Kür-Şad, otuz dokuz arkadaşı ile, Türk devletini diriltmek, esaretten kurtarmak için gizli bir ihtilal komitesi kurmuştu. Son derece vatansever, cesur, güçlü ve keskin nişancı olan kırk kişi bir darbe planı hazırladılar. İmparator Tay-Çung, bazen hükümdar kıyafetiyle bahçede, bazen de geceleri kıyafet değiştirerek şehirde tek başına dolaşmaya çıkardı. Onu yakalayıp Türk illerine kaçıracak, Çin sarayında esir bulunan Türk soyluları ve Çin işgalindeki Türk toprakları ile takas edeceklerdi. Sonra da bütün Türkleri ayaklandıracaklardı. 40 Türk genci için Çin imparatorunu kaçırmak zor değildi.

     

    Gizli komite o gece imparatorun saraydan çıkacağını haber almış, birbirlerine harekete geçeceklerini bildirmişlerdi.

     

    Kür-Şad'ın arkadaşları, görevlerini bırakarak kararlaştırılan yere geldiler. Fakat, o gece ansızın büyük bir fırtına patlak verdi ve imparator sarayından çıkmadı. Planı ertelemek tehlikeliydi. Çünkü görevden ayrıldıkları anlaşılacak, ihtilal hazırlığı duyulacaktı. Bu, bütün esir Türklerin kılıçtan geçirilmesine sebep olabilirdi. Onun için 40 Türk yiğidi, imparatorun çıkmasını beklemeden sarayı bastılar. Yüzlerce saray muhafızını öldürdüler. Ancak, kaçıp kurtulanların haber vermesi üzerine Çin ordusu saraya doldu. Bu durumda imparatoru kaçıramazlardı. Kür-Şad, sarayı terketmek, planın ikinci kısmını uygulamak, yani "saray ahırına hücum" emrini verdi.

     

    40 yiğit ahırdaki muhafızları ve seyisleri de öldürerek atlara binip şehir dışına sürdüler. Fakat bütün bir ordu peşlerindeydi. Şehir yakınındaki Vey Irmağı'na gelince mecburen durdular.Derhal cephe alıp savaş durumuna geçtiler.Burada da yüzlerce Çin askerini öldürdüler. Ordu çok kalabalıktı. Türk yiğitleri kanlarının son damlasına kadar vuruşarak can verdiler.

     

    İhtilal başarılamadı ama, esir Türklerin gönlündeki hürriyet ateşi büyüdü büyüdü ve dalga dalga bütün Türk illerine dağıldı.

     

    Bu olay 639 yılında olmuştu. İhtilâl ateşi 41 yıl sönmeyecek ve 41. yılda bağımsızlıklarını kazanacaklardı.

  2. Barzani, “Türkiye Kerkük’e karışırsa biz de Diyarbakır’a karışırız” diyor yetmiyor, “Türkiye’deki Kürtlerin de devlet kurma hakkı vardır!” diyor. O bunları söylerken Leyla Zana’nın Nevruz günü Diyarbakır’da, “Kürtlerin üç lideri vardır bunlar Talabani, Barzani ve Öcalan’dır!” dediğini hatırlıyoruz.

     

    Üç gün düşünüldükten sonra Irak Cumhurbaşkanı Talabani’ye Başbakan Erdoğan imzası ile, “Barzani haddini bilsin”, Abdullah Gül aracılığıyla da ABD Dışişleri Bakanına, “Şunun bir kulağını çekiver!” ricasında bulunuluyor.

     

    Erdoğan’ın notası üzerine Talabani Ankara’ya sakin olun mesajları verirken ABD Dışişleri Bakanlığı da Barzani’yi daha dikkatli olması için uyarıyor.

     

    İyi de bütün bunlardan sonra Barzani ne diyor?

     

    O Türkiye’yi tahrike devam ediyor:

    “- Hiç kimsenin tehditlerini kabul etmeyiz!”

     

    Barzani bu gücü bu cüreti nereden buluyor. Bunun iki ayağı var. Bir ayağını Akşam’dan Güler Kömürcü “İşte Barzani’nin gizli ekibi” başlıklı yazısında detaylandırdı.

    Kömürcü’den kısa bir alıntı yapalım:

     

    “Ankara’da Barzani’ye ‘çoook yakın’ 50 civarında vekilin olduğu, ekonomide Barzanici işadamlarına ciddi bir servet transferi gerçekleştirildiği, Barzanici-Kürtçü burjuva ile para piyasalarında, Borsa’da maniüplatif operasyonların yapıldığı iddialarını hatırlayın..”

     

    Nasıl?..

    Şimdi biz isterseniz Barzani’nin Türkiye’deki bu ‘gizli gücünün’ bir de öteki ve hiç ’dillendirilmeyen’ Yahudi ve Sabataist gücünü sizlerle paylaşalım.

     

    Bilindiği gibi Türkiye’nin hiç bir iktidarı AKP kadar Yahudi merkezleri ve İsrail’le içli-dışlı olmamıştır. Peki, bunun Barzani ile ilişkisi ne? Bir kere, Irak’ın kuzeyindeki oluşum bir “Yahudi Kürdistan” oluşumudur. İsrail daha kurulduğu günden beri o bölgede Barzani ailesiyle içli dışlıdır. Çünkü Barzani sülalesi bir Yahudi sülalesidir. 15 yıldır dile getirdiğimiz bu gerçeği bugün 18 Şubat 2003 tarihli Hürriyet’in, “Barzani ailesi Yahudi çıktı” başlıklı haberinden aktaralım:

     

    “Kendisi de bir Kürt Yahudisi olan UCLA öğretim üyesi Prof. Yona Sabar, yazdığı kitapta bu iddiaları doğruladı. Hürriyet’ten Sefa Kaplan’ın haberine göre Tarihçi Ahmet Uçar da, Osmanlı arşivlerinde, Sallum Barzani adlı bir hahamın önce Selanik’e, arkasından da Kudüs’e sürgün edildiğine dair bir belge yayımladı. Bilindiği gibi, Molla Mustafa Barzani ile oğlu Mesut Barzani, İsrail’le kurduğu iyi ilişkilerle tanınıyor ve İsrail öteden beri Irak Kürtleri’nin bağımsızlığını destekliyor. Kendisi de bir Kürt Yahudi’si olan ve Los Angeles’teki Californiya Üniversitesi’nde görev yapan Prof. Yona Sabar tarafından kaleme alınan kitap, büyük çoğunluğu Kuzey Irak’ta yaşayan Kürt Yahudilerinin hayatına ışık tutuyordu.

     

    Prof. Sabar’ın verdiği bilgiye göre, 16. ve 17. yüzyılda bölgede yaşayan ailelerin en ünlülerinden biri Barzani ailesiydi ve bu aileye mensup hahamların kurduğu Yahudi eğitim kurumları büyük bir itibara sahipti.

     

    Prof. Yona Sabar, Yahudi Barzani ailesinin kurucusunun 16. yüzyılda yaşayan Haham Samuel Barzani olduğunu belirterek,..”

     

    Köşemiz kısıtlı bu kadarı kâfi..

    Ve yıl 1918

    Osmanlı salnameleri diyor ki:

     

    Diyarbakır’ın Urfakapı semtinde 390 Müslüman aile varken 202 Yahudi aile bulunuyor. Mardinkapı’da 146 Müslüman ailenin tam 254 Yahudi aile komşuları var. Diyarbakır’ın Dağkapı semtinde 340 Müslüman ailenin 55 Yahudi aile komşusu var. Yenikapı mahallesinde ise 344 Müslüman aileye karşı Yahudi aile sayısı tam 554..

     

    Peki bu Osmanlı Yahudileri şimdi nerede?

     

    İşte Barzani’nin Türkiye’deki bir ’gizli gücü’ de kendi gibi Yahudi kökenli olan Türkiye’deki bir kısım Kürt kimlikli Sabataistlerdir efendim..

     

    Hasan DEMİR

  3. Sivas Katliyamı

     

    Gözlerini kan bürümüş gericiler, bundan 14 yıl önce 2 Temmuz 1993’te Sivas’ta, 35’i aydın, sanatçı, yurtsever, 37 insanı güvenlik güçlerinin önünde saatlerce kuşatıp diri diri yakmışlar ve bu vahşeti kitlesel histeri içinde seyretmişlerdi.

    Aydına, sanatçıya, bilim insanına ve ilerici düşünceye tahammülü olmayan ve onlardan korkan gericilik, her zaman histerik bir şekilde linçci ve özlemcisi olmuştur.

     

    Sivas katliamı bu özlemin ne ilk ne de son örneği idi.

     

    1980 sonrasında önce “Türk–İslam sentezi”, ardından “muhafazakâr-liberal düşünce sentezi” ile yaygınlaşan gericilik, ilerici düşünceye tarih boyunca hep düşman olmuş ve kinini çeşitli biçimler altında göstermiştir. Derinde veya yüzeyde, her zaman Türkiye’yi saran gericilik, yol açtığı kültürel, toplumsal ve siyasal sorunlar yoluyla ve bazen de yarattığı terörle bu düşmanlığını tescil etmiştir.

     

    Gericiliğin “teröre sevgi” ve “teröre tapınma” günü olan 2 Temmuz’un arkasında böylesi geniş bir arka plan bulunmaktadır.

    Ancak çeşitli alt eğilimler ve biçimler altında yayılmasını sürdüren gericiliği durdurmanın yolu ülkede yükseltilecek toplumsal mücadeleler ve ilerici, yurtsever aydınlık düşünce ortamının geliştirilmesidir.

    Özellikle 1960 sonrasının gerici oluşumlarından Kanlı Pazar’lara, Çorum, Maraş, Sivas ve Gazi katliamlarından aydınlarımızın değişik tarihlerde öldürülmesine ve son Danıştay katliamına dek bütün karanlık noktalar aydınlatılmadıkça gericilik geriletilmiş ve Türkiye temizlenmiş sayılmayacaktır.

     

    İnsanlarımızın, aydınlarımızın katledilmediği, düşüncenin suç sayılmadığı, düşüncelerinden dolayı insanların öldürülüp yakılmadığı, çetelerin ve sömürünün bulunmadığı; eşitlik, özgürlük ve adaletin egemen olduğu başka bir Türkiye özlem ve mücadelesi her şeye karşın sürmektedir, sürecektir.

  4. Terör serbest,

    kontr-terör yasak!

     

    “Gizli” yönetmelik bahane,

    asıl dertleri Türk devleti

     

    Radikal gazetesinin MGK Genel Sekreterliği’nin “gizli” yönetmeliğini açıklaması Ordu düşmanı çevreler için bulunmaz bir fırsat yarattı. Habere göre MGK Genel Sekreterliği bünyesinde çalışan Toplumla İlişkiler Başkanlığı bir psikolojik savaş merkezi olarak çalışmakta ve Türk halkına yönelik yasadışı psikolojik savaş operasyonları yürütmekteydi.

     

    Bir kere yönetmelik derken zaten yasal, içeriği ve amaçları maddeler ve fıkralar halinde belirlenmiş bir işleyişten söz ediyoruz. En başta gizlilik ve yasadışılık kavramlarını birbirinden ayırmak gerek. MGK yönetmeliği “gizli” ama “yasadışı” değil. Gizlilik de zaten güvenliğin gereği. Siz dünyanın neresinde herkese açık bir güvenlik anlayışı gördünüz? Güvenlikte gizlilik esastır. Hadi bunu bir kenara koyalım, peki bu kadar eleştirilen yönetmeliğin içeriği nedir?

     

    MGK Genel Sekreterliği’ne bağlı olarak çalışan Toplumla İlişkiler Başkanlığı’nın 23. Maddesinin ‘d’ fıkrası şöyle: “ d. Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri’nin emir ve direktifleri ile;

     

    1. Devletin varlığı ve bağımsızlığı, ülkenin bütünlüğü ve bölünmezliği, toplumun huzur ve güvenliği ve anayasal rejimin korunmasında;

     

    2. Türk toplumunu Atatürkçü düşünce, Atatürk İlke ve İnkılapları doğrultusunda ve milli ülkü ve değerler etrafında birleştirerek, milli birlik ve bütünlüğü sağlayıcı her türlü psikolojik tedbirin alınmasında;

     

    3. Anayasa düzenine, milli birlik ve bütünlüğe, Türk milletini Atatürkçü düşünce, Atatürk İlke ve İnkılapları doğrultusunda ve milli ülkü ve değerler birleştirilerek milli hedeflere yönlendirmeye karşı, yurt içi ve yurtdışında oluşan tehdidin etkisiz kılınmasında;

     

    Milli Güvenlik Kurulu kararları ile bunlara ilişkin Bakanlar Kurulu karalarına istinaden gerekli olan psikolojik harekât hizmet ve faaliyetlerini planlar, ilgili bakanlık, kamu ve özel kurum ve kuruluşlarda bu konudaki uygulamaları koordine, takip ve kontrol eder, görevli birimleri planlar istikametinde yönlendirir”

     

    İnsanın“ İyi de bu yönetmeliğin nesine itiraz ediyorlar” diye sorası geliyor. Bu yönetmelikte aklı başında bir Türk vatandaşına zarar verecek ne var?

     

    Ama devlet ve Ordu düşmanı çevrelerin katlanamadığı ne varsa bu yönetmelikte var: Devletin bölünmez bütünlüğü ve bağımsızlığı, Anayasal rejimin korunması, Atatürk İlke ve İnkılapları. Bunların hepsi Türk ve Atatürk düşmanı çevrelerin en çok saldırdıkları kavramlar.

     

    Sokaktaki çoçuğun bile bildiği “gizli” yönetmelik

     

    İşin asıl ilginç yanıysa 20 yılı aşkın bir süredir yürürlükte bulunan, herkes tarafından bilinen ve ulusal güvenliğin gereği olarak zaten gizli olması gereken bir yönetmeliğin Radikal’de yayınlanmasının büyük bir gazetecilik başarısıymış gibi sunulması. Bu yönetmeliğin varlığını sokaktaki çocuk bile biliyor ama galiba bir tek Radikal’in haberi yok!

     

    Şimdi dönüp bu haberin ardından Ordu’ya dört bir koldan başlayan saldırıyı değerlendirdiğimiz de görüyoruz ki Türk Ordusu’nu psikolojik savaş uygulamakla suçlayan Radikal’in kendisi bu haberiyle bizzat bir psikolojik savaş aracına dönüşmüş durumda. Uyum paketleri yoluyla tasfiye edilmeye çalışılan Ordu bu kez de halk içindeki güvenilirliğini yoketmeyi amaçlayan bir operasyonla karşı karşıya. Radikal’in haberi de Ordu’ya yönelik bu ABD merkezli psikolojik savaş operasyonunun bir parçası.

     

    ABD’nin Irak saldırısının ardından başlayan tezkere tartışması sırasında bizzat Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, ABD’nin psikolojik savaş gideri olarak Türk medyasına 200 milyon dolar ödenek ayırdığını ve bu paranın Amerikancı gazetecilere dağıtıldığını açıklamıştı. O nedenle şimdi Radikal’in bu buram buram psikolojik savaş kokan haberi kimseyi şaşırtmamalı.

     

    Radikal’in müthiş zamanlaması!

     

    Haberin zamanlaması da oldukça ilginç. Radikal’in haberi gündemi “sarsmadan” önce Türkiye neyi tartışıyordu diye sorduğumuzda gerçekleri görmek daha da kolaylaşabilir.

     

    Aslında bu haberi hazırlayan süreç “Genç subaylar rahatsız” haberiyle başlamıştı. Daha sonra da ABD’nin Türk Ordusu’na Irak’a çekerek teslim alma planlarına karşı Çetin Doğan, Tuncer Kılınç ve Hurşit Tolon’un açıklamaları gelmişti. Komutanlar hem asker göndermeye karşı çıkarak Amerikan planlarını boşa çıkartmışlar hem de AKP tehdidine dikkat çekmişlerdi. Medya ise bu açıklamaları komutanların bireysel görüşleri olarak gösterip Ordu’nun kurumsal tavrını yansıtmadığı havasını yaymaya çalışmıştı. Ancak hem medya hem de medyanın arkasındaki güç olan ABD, komutanların açıklamalarının Türk Ordusu’nun görüşlerini yanasıttığının farkındaydı.

     

    Biz de TÜRKSOLU olarak komutanların açıklamalarıyla başlayan tartışmaları “Emekli Paşalar değil Türk Ordu’su konuşuyor” haberiyle duyurmuştuk. İşte Radikal’in “müthiş” haberi tam da böyle bir ortamda ortaya atıldı ve Türk Ordusu’nu yıpratma amaçlı bir psikolojik saldırıya dönüştü.

     

    Aydın cinayetlerinin hedefi

    milli devleti ortadan kaldırmak

     

    Ancak bu kez psikolojik savaşın dozu o denli abartıldı ki Radikal Genel Yayın Yönetmeni İsmet Berkan; Bahriye Üçok Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı ve Necip Hablemitoğlu cinayetlerini bile Ordu’ya yükleyecek kadar ileri gidebildi. Bu cinayetlerin ardından toplumda büyük bir laik tepki ortaya çıkmıştı ve Berkan Ordu’nun ya da “derin devlet”in tam da bu amaçla bu cinayetlerin faili olabileceğini ima etti. Berkan’ın bu komik iddialarını Radikal yazarı Gündüz Aktan bile “insafsızlık” olarak değerlendirdi. Ancak işin içine psikolojik savaş girince Berkan’ın bu kadar saçma sapan iddiaları “araştırmacı gazetecilik” olarak sunulabiliyor. Dahası Türk düşmanı medya koalisyonu tarafından alkışlanıyor. Şimdilerde herkes Berkan’ın aydın cinayetlerine yönelik bu “can alıcı” açıklamalarını tartışıyor.

     

    Oysa sadece katledilen aydınlarımızın kimlikleri ve siyasi duruşları bile bu cinayetlerin hedefini ve arkasında kimlerin olduğunu görmeye yeter. Katledilen aydınlarımızın hepsinin ortak kimliği Atatürkçü ve milliyetçi olmalarıydı. Ve yine hepsi bölücülüğe, gericiliğe ve bunların arkasındaki emperyalist güçlere karşı mücadele eden ve Türkiye’nin üniter yapısını, milli devleti savunan aydınlardı.

     

    Uğur Mumcu öldürülmeseydi ABD ve PKK arasındaki bağlantıları açıklayacaktı. Necip Hablemitoğlu ise Türkiye’de faaliyet gösteren yabancı istihbarat teşkilatlarının planlarını ve devlet içindeki Fethullahçı örgütlenmeyi hedef alan çalışmalar içindeydi.

     

    Dolayısıyla katledilen aydınlara yönelik saldırı aslında milli devleti ortadan kaldırmaya yönelik bir emperyalist planın bir parçasaydı. O halde bu cinayetlerin arkasında “derin devlet”i değil ama emperyalist güçleri aramak hiç mi aklına gelmiyor diye sormak gerekir Berkan’a.

     

    Terör varsa Kont-terör de vardır

     

    Berkan’ın başlattığı tartışmaya katılan köşe yazarları demokrasi, hukuk, şeffaflık gibi bir çok kavramı gündeme getirdiler ancak ulusal güvenlik konusunda kimsenin tek kelime ettiği yok. Zaten bunlar açısından ulusal güvenlik diye bir ihtiyaç sözkonusu bile değil. Bunu açıkça ifade edemedikleri için “gizli” yönetmelikleri ön plana çıkartarak ulusal güvenliği hedef tahtasına koyuyorlar.

     

    Ancak “gizli” diye saldırdıkları yönetmelikler bütün dünyada devletler tarafından ulusal güvenliğin gereği olarak kullanıyor ve gizli tutuluyor. Devletler güvenliklerin korumak, kendilerine yönelik tehlikeleri savuşturmak için psikolojik savaştan silahlı mücadeleye kadar her türlü silahı kullanmaktan çekinmiyorlar. Silahlı saldırıya nasıl silahla cevap veriliyorsa psikolojik savaşa da psikolojik savaşla karşılık veriliyor. Devletlerin İstihbarat örgütleri vb. kurumları bunun için var. Bu yaşadığımız dünyanın gerçeğidir.

     

    Amerikancı basın da bunun farkında fakat onlar açısından asıl sorun bu mücadele yöntemlerini Türk devletinin kullanıyor olması. Yoksa ABD dünya çapında sayısız darbelere, katliam ve işgallere girişirken ya da devlet başkanlarına ölüm emri çıkartırken bu zevatın sesi hiç çıkmaz.

     

    Türkiye’nin güvenlik ihtiyacını tam da bu eleştiriyi bildikleri için açıkça reddedemediklerinden bu kez de “devlet kendi halkına karşı nasıl psikolojik savaş uygularmış” diyerek yan çiziyorlar. ABD de psikolojik savaşa başvuruyormuş ama bunu kendi halkına yapmıyormuş. Görüyor musunuz “halkçı”larımızı, gözlerimizi yaşartacaklar neredeyse.

     

    Ama Türkiye ABD gibi emperyalist bir devlet değil ve o nedenle başka ülkelerin halkları üzerinde psikolojik savaş yürütmesi kadar saçma bir şey olamaz. Türkiye sadece kendi ulusal bütünlüğünü korumaya çalışıyor ve bu da en doğal hakkı.

     

    Radikal’in “derin devlet” dediği güç halka karşı değil PKK’ya karşı savaşmak için kuruldu. Dünyanın her yerinde ayrılıkçı hareketler silahla bastırılır. PKK ise halk değil terör örgütüdür. Bu nedenle de “derin devlet” ve hele “kontrgerilla” gibi kavramlar işin özünü açıklamaktan uzaktır.

     

    PKK kendine gerilla dediği için devlete de Kontgerilla diyor. Peki İsmet Berkan’a ne oluyor? Ortada terör varsa terörle mücadele de vardır. Bunun adı da kontr-terördür.

     

    Kaldı ki, ABD’nin düşmanlarını ortadan kaldırmak için dünyanın bir ucundaki bir ülkeyi bombalaması ya da işgal etmesi son derece makul bir davranış olarak gösterilirken Türk devletinin kendi ulusal güvenliğini korumak için kontrterör merkezleri kurması neden bunları bu kadar rahatsız ediyor? Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafya ve karşı karşıya bulunduğu tehditler düşünüldüğündeyse Türkiye’nin ulusal güvenlik ihtiyacı daha da anlam kazanacaktır.

     

    Bölücüye terör serbest

    devlete kontr-terör yasak

     

    Bütün bunlar ortadayken kalkıp “gizli yönetmelikler”, “örtülü operasyonlar” edebiyatı yapanlara söyleyeceğimiz şudur; bu tür haberlerin sizi getireceği tek yer vardır, o da ABD’nin kucağıdır. Zaten şimdi tam da orada oturuyorsunuz.

     

    Ama Türk devletinin bağımsızlığını, toprak bütünlüğünü, milli devlet vasfını korumaktan vazgeçmesini bekliyorsanız yanılıyorsunuz. ASALA terörü bürokratlarımızı katlettiğinde de, PKK terörü askerlerimizi şehit ettiğinde de Türk devleti gerekli mücadele yöntemlerini bulmaktan ve uygulamaktan kaçınmadı.

     

    Bugün Türkiye hala ABD ve AB destekli terörden kurtulamadıysa bunun sebebi gizli yönetmeliklerin uygulanmasında değil uygulanmamasında aramak gerekir. MGK da eğer suçlanacaksa psikolojik savaş yaptığı için değil yapmadığı için suçlanabilir. Onların demokratik düzeninde Türk düşmanları Türk devletini ortadan kaldırmak için her şeyi yapabilirler. Hatta bölücü örgüte bağlı milletvekilleri, bakanlar, belediye başkanları, partiler ve dernekler demokrasinin gereği olarak olarak seçimlere girebilirler, bölücü örgüt propagandası yapabilirler.

     

    Demokrasi onlara her türlü hakkı tanımaktadır. Bu hak yalnızca Türk devletine tanınmaz. Devlet kendisini koruyacak önlemlere başvurduğu anda antidemokratik ve yasadışı faaliyet yürütmekle suçlanır. Radikal’in istediği şudur; bölücü çete terör uygulayacak ama devlet oturup bekleyecektir. Teröre karşı mücadeleye başladığında ise İsmet Berkan gibiler tarafından halka karşı savaşmakla suçlanacaktır.

     

    Üstelik terörle mücadeleye karşı bu suçlamalar bizzat bölücü örgütün gazetesinden yapılır. Kimse de çıkıp “kardeşim sen terörist değil misin, demokrasiyi ve hukuk devletini savunmak sana mı kaldı” diyemez.

     

    Esas psikolojik savaş aygıtı

    Aydın Doğan medyası

     

    Esas psikolojik savaş aygıtının Aydın Doğan gazeteleri olduğu Radikal’in haberlerinden bellidir. Madem ki Türkiye Radikal’in “ortaya çıkardığı!” bu yönetmeliklerle idare edilmektedir, İsmet Bey bir hafta boyunca bu haberleri nasıl yayınlayabilmiştir?

     

    Sadece o da değil, Türkiye Cumhuriyeti’ne “Kontgerilla Cumhuriyeti” diyerek saldırıyı başlatan Perinçek’ten beri yllardır her önüne gelen bu konuda nasıl istediği gibi kalem oynatabilmiştir? Devletin gizli belgesini yayınlamak yasak olmasına rağmen buna göz yuman, yayınlayanlara hiç bir şey yapamayan bir “Kontgerilla Cumhuriyeti”nden sözediyoruz”.

     

    Öyle bir “Kontgerilla Cumhuriyeti” ki Apo’nun kardeşleri elini kolunu sallaya sallaya gezebiliyor, ailesi basının önünde Apo için kurbanlar kesebiliyor, DEHAP Genel Başkanı öldürülen PKK yöneticisinin evini heyetlerle ziyaret edebiliyor, dahası Apo günlük bir gazetede köşe yazarlığı bile yapabiliyor. Böyle bir “Kontgerilla Cumhuriyeti”ni nerede gördünüz?

     

    Radikal’in kampanyasının amacı Türk Ordusu’nu baskı altına alarak teröre karşı mücadelesini engellemektir. Yani psikolojik savaşı MGK değil Aydın Doğan medyası yapmaktadır. Her psikolojik savaş aygıtı bir derin devlete bağlı olduğuna göre varın bunun da nereye bağlı olduğunu siz düşünün.

  5. Necib Hamlemitoğlu

     

    1954 yılında Ankara'da doğan Hablemitoğlu, 1977 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın Yayın Yüksek Okulu'ndan mezun oldu. 1977-1978 yıllarında "Dilde Fikirde İşde Birlik" adlı aylık bir dergi yayınladı. Uzun yıllar çeşitli kuruluşlarda basın müşaviri olarak çalıştıktan sonra Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü'nde master ve doktora yaptı.

     

    Türkiye dışındaki Türk topluluklarının yakın tarihi ile ilgili olarak çalışmalar yapan Hablemitoğlu, Orta Avrupa ve Balkanlar'da Türk eserleri, Türk azınlıkları ve şehitliklerimiz konusunda alan çalışmaları yürüttü. Bu çalışmalar çeşitli gazetelerde yazı dizisi olarak yayınlandı. 1995-1996 yılları arasında Birleşmiş Milletler Örgütü'nün bir projesinde (UNDP) görev alarak Moldova'da Gagauz Türkleri'nin Latin alfabesine geçişi ile ilgili olarak danışmanlık hizmeti verdi. Buradaki görevi sırasında, Cumhuriyet döneminin başında bölgede Atatürk tarafından görevlendirilen öğretmenlerin bulunduğunu belirleyerek, bu öğretmenlerin bugün yaşayan öğrencilerinin anılarını derledi ve bir kısmını Kemal'in Öğretmenleri başlığı ile yayınladı.

     

    Çalışma alanına ilişkin çok sayıda kitap ve makalesi bulunan Hablemitoğlu, şehit edildiği 18 Aralık 2002 tarihine kadar Ankara Üniversitesi'nde Doktor Öğretim Görevlisi olarak binlerce öğrenciye yirmi yıl boyunca Atatürk İlkeleri ve Devrim tarihi derslerini verdi.

     

    İlk kitabı, II. Dünya Savaşı sırasında Sovyet Rusya tarafından Kırım Türkleri'nin kendi topraklarından zorunlu göç ettirilişini anlatan ve 1974 yılında yayınlanan "Yüzbinlerin Sürgünü" dür.

     

    Diğer kitapları, "Çarlık Rusyası'nda Türk Kongreleri (1905-1917)", "Şefika Gaspıralı ve Rusya'da Türk Kadın Hareketi (1893-1920), "Alman Vakıfları ve Bergama Dosyası" ve "Kırım'da Türk Soykırımı" isimli çalışmalardır. Hablemitoğlu'nun özellikle Türkiye dışında yaşayan Türk toplulukları ve Kırım Türkleri konusunda yayınlanmış tarihi belgelere dayalı çok sayıda makalesi bulunmaktadır. Bir Kırım Türkü olan Dr. Necip HABLEMİTOĞLU, Kırım Türkleri"nin Türkçü lideri İsmail Gaspıralı"ya ait tarihi belgelerden oluşan bir arşive de sahipdi.

     

    Ayrıca, Türkiye'de ve yurt dışında faaliyet gösteren bölücü terör örgütleri ve Alman Vakıfları ile Avrupa Birliği Uyum Yasaları içinde yer alan vakıflar yasası konularında çeşitli araştırmaları bulunan Hablemitoğlu, çalışma alanına ilişkin Türkiye"de ve yabancı ülkelerde sempozyum, panel gibi toplantılarda sayısız konferanslar verdi, çeşitli televizyon ve radyo programlarına katıldı.

     

    Din sömürücülerine karşı devamlı mücadele içerisinde oldu; Köstebek adlı eserinde Emniyet ve İstihbarat birimlerindeki Fetullahçı yapılanmayı derinlemesine inceledi.

     

    Kendisi gibi öğretim üyesi olan Doç.Dr. Şengül HABLEMİTOĞLU ile evli, Kanije ve Uyvar adında iki kız çocuk babası idi.

  6. Ahmet Taner Kışlalı

     

    Ahmet Taner Kışlalı, Tokat`ın Zile ilçesinde 10 Temmuz 1939'da doğdu.

    Kışlalı, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi`ni bitirdikten sonra 1962-63 yılları arasında Yenigün Gazetesi’nde yazı işleri müdürlüğü yaptı. 1968-72 yılları arasında öğretim görevlisi olan Ahmet Taner Kışlalı, 1967 Paris Hukuk Fakültesi’nde doktorasını yaptı. 1988 yılında da profesör olan Ahmet Taner Kışlalı, 1977'de Cumhuriyet Halk Partisi`nden 5. Dönem İzmir Milletvekili seçildi. Kışlalı, Bülent Ecevit tarafından kurulan 42. Hükümet`te

    1978-79 yıllarında Kültür Bakanı olarak görev yaptı.

     

    12 Eylül sonrasında üniversiteye dönen Kışlalı, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi`nde siyaset bilimi dersleri verdi. Ahmet Taner Kışlalı, aynı zamanda Cumhuriyet Gazetesi`nde ''Haftaya Bakış'' başlığıyla köşe yazıları yazıyordu.

     

    Kışlalı, 21 Ekim 1999 Perşembe günü, Ankara'da evinin önünde uğradığı bombalı saldırı sonucu vefat etti.

  7. Uğur Mumcu

     

    (d. 22 Ağustos 1942... ö. 24 Ocak 1993) Gazeteci/Yazar

     

    Uğur Mumcu 22 Ağustos 1942-24 Ocak 1993 gazeteci, araştırmacı yazar. Eşi Güldal Homan evlilikleri (1977) süresince oğlu Özgür (1981) ve kızı Özge isimli çocukları vardır. 1993 yılında uğradığı bombalı saldırı sonucu hayatını kaybetmiştir.

     

    Annesi Nadire Hanım, babası, Tapu Kadastro memuru Hakkı Şinasi Bey'di. Ailesi Ankaralı olan Uğur Mumcu, 22 Ağustos 1942 tarihinde, babasının memuriyeti dolayısıyla Kırşehir'de, dört kardeşin üçüncüsü olarak doğdu.

     

    İlk ve orta okulları Ankara Bahçelievler Deneme Lisesi'ndeokuyan Mumcu çok aktif bir öğrenciydi. Üniversite eğitimini 1961-1965 avukat olmak üzere başladığı Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni tamamladı. 26 Ağustos 1962’de Cumhuriyet Gazetesi’nde yayımlanan Türk Sosyalizmi başlıklı makalesiyle Yunus Nadi Ödülü’nü aldı. 1963’de fakültede öğrenci derneği başkanı seçildi.

     

    Askerliğini yapmaya hazırlandığı sırada 12 Mart dönemi’nde bir yazısında kullandığı "ordu uyanık olmalı" sözleriyle, "orduya hakaret etmek", "sosyal bir sınıfın öteki sosyal sınıflar üzerinde tahakkümünü kurmak" suçunu işlediği iddasıyla gözaltına alındı. Mamak Askeri Cezaevi’nde pek çok aydınla birlikte bir yıla yakın kalan Uğur Mumcu, bu davadan dolayı 7 yıl hapse mahkum edildi. Fakat Yargıtay'ca karar bozuldu ve serbest bırakıldı. Bu olaydan sonra Mumcu askerliğini, 1972-1974 yılları arasında Ağrı'nın Patnos ilçesinde, resmi tanımıyla "sakıncalı piyade eri" olarak tamamladı. Patnos'ta, ağır koşullar altında askerliğini yaparken, zaten uzun zamandan beri var olan ülseri yüzünden mide kanaması geçirdi.

     

    Uğur Mumcu anısına ailesi tarafından Ekim 1994'te Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı adında bir vakıf kurulmuştur.

  8. Eşref Bitlis

     

    Eşref Bitlis, (d. 1933, Malatya – ö. 17 Şubat 1993). Eski Jandarma Genel Komutanı.

     

    1952 yılında Kara Harp Okulu'ndan teğmen rütbesi ile mezun oldu. 1966 yılında Kara Harp Akademisi'ni tamamladı. Almanya'da dil eğitimini tamamladıktan sonra 1969 yılında Silahlı Kuvvetler Akademisi'nden mezun oldu. 1973'de Alman Harp Akademisi'ni tamamladı.

     

    Bir yıl Kara Harp Akademisi'nde başöğretmen olarak görev yaptı. 1978'de tuğgeneral oldu ve Bolu Komando Tugay Komutanlığına getirildi. 1982'de tümgeneral ve Kıbrıs 28. Tümen Komutanı oldu. 1986'da korgeneral rütbesi aldı. 1988'de Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri Komutanı oldu. 1990'da orgeneral rütbesi aldı ve Jandarma Genel Komutanlığı'na atandı.

     

    Bitlis, bölgede konuşlanmış durumda bulunan Çekiç Güç Kuvvetlerinin Türkiye'den ayrılması gerektiğini açıklıyor ve ABD'nin Kuzey Irak'da oluşturmaya çalıştığı Kürt Devleti'nin Türkiye'nin zararına olduğunu söylüyordu. Bu nedenle ABD büyükelçiliği tarafından birkaç defa hükümete şikayet edildiği iddia edildi. 17 Aralık 1992'de Çekiç Güç'e bağlı Amerikan savaş uçakları, kendilerine bildirildiği halde Irak'ın Selahattin kentine gitmekte olan Bitlis'in helikopterine taciz uçuşu yaptı ve helikopteri inişe zorladı.

     

    Eşref Bitlis, 17 Şubat 1993'de, uçağının henüz aydınlanamayan nedenlerle düşmesi sonucu şehit oldu.

  9. Bahriye Üçok

     

    Bahriye Üçok, (d. 1919, Trabzon – ö. 6 Ekim 1990, Ankara). Türk tarihçi ve siyasetbilimci.

     

    İstanbul Kandilli Kız Lisesi'ni bitirdi. Yüksek öğrenimini Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Ortaçağ Türk-İslam Tarihi Bölümü'nden alırken, aynı zamanda Devlet Konservatuarı Opera Bölümü'ne de devam etti ve bu bölümü de bitirdi. Samsun ve Ankara'da on bir yıl süren lise öğretmenliğinden sonra, 1953 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde öğretim üyesi oldu. Aynı zamanda bu fakültenin ilk kadın öğretim üyesidir.

     

    1954 yılında "İslam Devletleri'nde Kadın Hükümdarlarla" adlı tezinde başarılı bulunarak doçentliğe yükseldi. Farsça ve Arapça'yı iyi derecede bilen Üçok, Kur'an-ı Kerim'e bağlı kalarak İslam dinini çağdaş, gerçekçi ve dinin özünde bulunan hoşgörüyle yorumladı. Bu nedenle 1960'lı yıllardan itibaren tehditler almaya başladı ve kendini güvende hissetmediği için akademik çalışmalarına ara vermek zorunda kaldı.

     

    1971 yılında kontenjandan senatör oldu ve bu gelişmeyle birlikte aktif siyasi yaşama da başlamış oldu. Siyasi tercihini CHP'den yana kullanan Üçok, 1977'de CHP'ye katıldı. 12 Eylül'den sonra açılan Halkçı Parti'nin 1983'de kurucu üyesi oldu. Daha sonra 1984 seçimlerinde de bu partiden Ordu milletvekili olarak TBMM'ye girdi. 1986'dan itibaren SHP üyesi oldu ve 1990 Eylül'ünde bu partinin parti meclisi üyesi seçildi.

     

    1989'da televizyonda yapılan bir açık oturumda, "İslam'da örtünmenin ve oruç tutmanın zorunlu olmadığını" açıklamasından sonra, "İslami Hareket" adlı örgütün yoğun tehditlerini almaya başladı. Tehditlerin ardından, 6 Ekim 1990 günü Ankara'da evine gönderilen kitap paketini kapısının önünde açmaya çalışırken içine yerleştirilen bombanın patlaması sonucu yaşamını yitirdi. Daha sonra adı, onun anısına İzmir'de önemli bir meydana ve Ankara'da bir caddeye verilmiştir.

     

    "İslam'dan Dönenler ve Yalancı Peygamberler",

    "İslam Devletinde Kadın Hükümdarlar",

    "İslam Tarihi",

    "Emeviler - Abbasiler ve Atatürk'ün İzinde Bir Arpa Boyu"

     

    adlı yapıtları bulunan Üçok, birçok makale ve araştırma yazısı da kaleme aldı. Aly Mazahéri'nin "Ortaçağda Müslümanların Günlük Yaşayışları" adlı yapıtını da Türkçe'ye kazandırdı.

  10. Engizisyon... Adalet... İnsanlık... İlerleme... Ve akla uygun cani...

     

    Yazı: Özcan Yüksek

     

    Uzaktayım. Acı ve işkenceyi görmek için buraya geldim. Uzaktayım. Bir keşiş gibi ıstırap çekemesem bile yola çıkabilir, yerimden yurdumdan kaçabilirim. Tanık olamasam da anımsayabilirim acı ve işkenceyi- keşiş ruhuyla. İspanya'nın kuzeyindeyim. Genzimde acı yosun kokusu. Okyanus rüzgârı, geçmişi geleceği birbirine savuruyor. Ben engizisyon müzesinin yerini soruyorum orta yaşlı bir teyzeye. Anlasın diye İspanyolca okunuşuyla söylüyorum: Enkizisyon!

    Santillana del Mare'da, şimdi kapısından girdiğim engizisyon müzesinde birkaç canlı gölgeden biriyim. Ölmüş dirilmiş bir gölge. Yıkılmış yakılmış bir geçmişi arayan gölge. Kilisenin çanları içeriye değin vuruyor. Hazanın bozumunu kutluyor belki de bu çan sesleri, ya da geçmiş ölülerin, engizisyonda ıstırap çekenlerin ruhlarını kutsuyor.

     

    İtalyan doğa filozofu Galileo, 17. yüzyılda, Roma'da engizisyon mahkemesinde yargılanıyor, Kopernik'in kuramını savunduğu ve 'Dünya dönüyor' dediği için.

     

    Ülkedeki bildiğim, arayıp tarayıp bildiğim, tek işkence ve bir ölçüde engizisyon müzesinde gördüklerimin fotoğrafını çekmem yasak. Henüz müzenin bir kitabının olup olmadığını bilmiyorum, bu yüzden her işkence aletinin önünde dakikalarca duruyor, en küçük ayrıntısına kadar inceliyor, insanlara anlatmakta yetersiz kalabilirim, hafızam bu denli korkunç aleti kendi bünyesine istemeyebilir endişeleriyle, tüm gördüklerimi not defterime aceleyle çiziktiriyorum.

     

    İşte demir sandalye. Sorgulama koltuğu. Üç yüzyıldan da eski. Hemen yanında bir gravürde benzeri resmedilmiş. Çıplak bir kadın oturtulmuş üzerine. Sandalyenin en önemli özelliği, bedene kusursuz sahip olma, kusursuz acı verme amacına göre tasarlanmış olması.

     

    Amerikan askeri, Felluce'de ihtiyar Iraklıya yatmasını mı öğretiyor yoksa kalkmasına mı yardım ediyor acaba?

     

    Kurban, kollarını kıpırdatamıyor, çünkü her iki kolu da birer demir kolçakla sandalyeye bağlı. Kolçakların iç kısmı, yani kola batan kısmı, sivri demirlerle bezenmiş. Oturduğu, sırtını yasladığı, baldırlarını koyduğu yerler de aynı şekilde sivri demirlerle kaplı. Bacakları kavrayan, tek parça ahşap bir sıkıştırıcı, her iki yanından koca vidalarla tutturulmuş. Göğüste de sivri demirlerle güçlendirilmiş bir kemer var. Ruhu korumak uğruna, bedene acı çektiriyorlardı. Bedenin en küçük bir parçası, bu acıdan kurtulamıyordu. Neden demirdi bu sandalye? Çünkü meşalelerle ısıtılıyordu. Kurban, ısıtılan demir sandalyede itirafta bulunsun diye. Bugünkü elektrikli sandalyenin atası işte.

     

    Göğüs koparma kancaları (yine kadınlar ve cadılar için), ölene dek beklediğin bir `çürüme koltuğu', ayakta duracak şekilde içine konulduğun, yüzünün örtüldüğü ve yine ölene değin çıkarılmadığın `Demir Bakire' kalıbı ve başka başka acı aletleri. Ya şuna ne demeli? `Mırıldanma' işkencesi. Şöyle, aşağı yukarı iki karış uzunluğunda demir bir çubuğun her iki yanı çatal şeklinde yapılmış, kurbanın çenesiyle göğsünün üst bölümüne sıkıştırılıyor. Dört sivri uç bedenine hafifçe saplanmış. Çeneni kımıldatamıyorsun. Engizisyon iktidarı, bedenin kımıldamasına dahi tahammül edemiyor. Konuşamıyorsun. Yalnızca mırıldanıyorsun. Zaten, engizisyon senin yalnızca mırıldanmanı (abiuro) istiyor. Aklından geçenleri kimse, hatta kendin bile duymayasın istiyor olmalı.

     

    Thomas Mann'ın Büyülü Dağ romanında, bir aydınlanmacıyla bir Cizvit arasında engizisyon işkenceleri tartışılır. Duyarsız bir ruh, yasalara karşı çıktığında bir süre acımasız işkencelere hedef olursa, bunda ne kötülük vardır? Bu soruyu soran ve işkenceyi savunan kahraman, işkencenin ilerlemeci yanından da söz eder. Engizisyondan önce yalnızca Tanrı'nın adaleti vardı. Engizisyon döneminde suç değişmedi, yalnızca yargılama değişti. Saf adalet, yani Tanrı'nın adaleti yerine, suçlanan kişinin itirafını arayan engizisyon daha adildi. İtiraf yoksa ceza da yoktu. Kanıtlar çok güçlü olsa bile. Peki, gerçeği gizleyen insanın yüreğine ve zihnine nasıl girilecekti? Bu soruyu sorar Thomas Mann. `Ruh bile bile kötüyse o zaman insanın elle tutulur bedene yönelmekten başka çaresi kalmıyordu. Mantık, gerekli itirafın elde edilmesi için işkenceye başvurulmasının şart olduğunu söylüyordu.'

     

    İşkence ve acının, akıldan ve mantıktan uzak olmadığını anlatıyor bu sözler. Canilik, bir mantığa dayanır. Geniş kitleler, günümüzde gazete ve televizyonlar, işkenceye bu yüzden ses çıkarmaz. Ortaçağ işkenceleri, barok katedrallerin süslediği güzel meydanlarda, halkın coşkulu katılımıyla bir şölene dönüştürülürdü. Ebu Garip Hapishanesi işkenceleri de dünya televizyonları, gazeteleri ve internet sayfalarında herkese gösterildi. Sonuç, bir iğrenme değil, onaylamaydı. İşkenceci iktidar, Irak'ta, Afganistan'da Amerikan halkının zihninde `hobit'ten farksız görünen insanların öldürülmesinden sorumlu iktidar, seçimleri kazandı.

     

    Hukuk fakültesinde öğrenciyken Ceza Hukuku, Hukuk Felsefesi dersleri sırasında hocalarıma sormak istediğim ama sanki "mırıltı" çatalı batıyormuş gibi söylemekten çekindiğim sorular geliyordu şimdi tekrar aklıma. İki gün araba kullanarak ülkenin ta güneyinden gelip ziyaret ettiğim bu işkence müzesinde, her işkence aletinin önünde, bu soruları kendime soruyor ve yanıtını arıyordum. Mecazımı arar gibi.

     

    Yeni yüzyılın, iki imge-yüzü. Yer Felluce. Yüzleşmekten korkmak ve korku imgesi yaratmak: `Ben buyum, sen de işte busun.'

    Reuters / Tahir El-Sudani

     

    İnsanlık, bir ilerleme midir?

    Adalet nerededir, insanın içinde mi yoksa dışarıda mı?

    Kimdir adil; kahramanlar mı, yoksullar mı, güçlüler mi, papazlar ya da imamlar mı, sevapkârlar ya da günahkârlar mı?

     

    Hepimizin iyi bir şekilde birlikte yaşamasını sağlayan yoldan başka bir şey değildir adalet derken Platon, ne kadar haklıdır? Ya da Sokrates gibi, `Gençlerin zihinlerini kirletmek' suçundan idama mahk–m edilen Sokrates gibi, birkaç yıl daha yaşamak uğruna, kendi deyimiyle `ruhunu kirletmektense' idamı tercih etmek midir adalet? Sokrates, adalet için yaşadı ve adalet için öldü. Che Guevara da öyle. Che de adalet için yaşadı, adalet için Küba'da iktidarı terk etti ve yine adalet için, belki de asla kazanamayacağı bir savaşa adalet için tekrar girdi ve adalet için öldü. O yüzden Che şimdilerde, zenginlerin ve yoksulların, isyancıların ya da züppelerin, herkesin adalet ve isyan simgesi.

     

    Güçlünün yanında olmak adalet midir? Neden günlük hayatta bu denli az kullanıyoruz adalet sözcüğünü? İyilik, fenalık, erdem gibi sözcükleri hemen hiç kullanmıyoruz sıradan hayatımızda, neden? Eski zamanlara, naif, tuhaf zamanlara ait sözcükler gibi bakıyoruz bu sözcüklere. Adaleti bir işkolu haline getirmişiz. Benim gibi hukuk okumuş kişilere ait bir meslek, zanaat olarak görüyoruz. Adaleti dışarıda arıyoruz. Adaleti sıradan, gündelik, işimizde, gücümüzde, hatta aşkımızda, duygumuzda yaşatamıyoruz.

     

    Avrupa'da engizisyon sırasında suçlu kabul edilenler suçlarını itirafa zorlanıyor. Herkesin gözleri önünde.

     

    O soru tekrar aklıma geliyor: İnsanlık, bir ilerleme midir?

     

    İlerleme, adaletin insanın içinden, gündelik hayatından, dilinden, dimağından çıkarılıp bir kuruma devredilmesi midir? Adaleti niye en güçlü olana devrediyoruz? Amerika en güçlüdür. Peki adil midir? Amerikan savaş gücüyle Irak direnişi arasındaki savaş, adil midir? Hangisi kahramancadır ya da? Hollywood, kahramanlık öykülerinde hangi tarafı esas oğlan yapacaktır? Her saniye binlerce insanın açlıktan öldüğü dünya ne kadar adildir? Yazıyla yazmak gerekir ki, sekiz yüz kırk milyondan fazla insan açlık çekiyor dünyada. Geri kalmış ülkelerde yılda altı milyon çocuk açlıktan ölüyor. ABD'de bile 13 milyon çocuk açlık sınırında yaşıyor (Bkz. www.bread.org). Ben ne kadar adil yaşarım bu dünyada? Ya da pek çok kimsenin sormayı akıl etmediği bir soruyu ortaya atayım: Avrupa'nın Türkiye'yi kabul etmemesi ne kadar adildir? Avrupa'nın kendisine bir sınır çekmesi ve bazı ülkeleri dışarıda bırakması ne kadar adildir?

     

    Engizisyon müzesinden çıktım. Müzeye bakmayın, küçük ve şirin bir kasaba burası, hatta turist kaynıyor ve çok azı, yakınlarda bir yerde işkence aletlerinin sergilendiğinin farkındadır. Üstelik, müzeyi ziyaret edenlerin acaba kaçı, benim gibi yalnızca burası için gelmiştir? Bartın sokaklarını andıran, taştan ve cumbalı evlerin arasında yürüyorum. Müzenin ve özellikle de bahçesindeki cellat mankenin etkisini üzerimden atmaya çalışıyorum. Kara cüppeli celladın ayaklarının dibindeki kütüğe saplanmış bir balta, yükseğe çekilmiş ve inmeyi bekleyen bir giyotin, insanların oturtulduğu sivri uçlu kazık, bütün bunlar bahçede sergileniyordu. İnsanın iki bacağının arasından ikiye bölündüğü testere, bir kuyu, evet Edgar Allen Poe'nun engizisyonu anlattığı `Kuyu ve Sarkaç' öyküsündekine benzeyen bir kuyu da içerideydi. O öyküde kurban, ölümlerden ölüm seçerek acılardan acı çalarak bir an önce bu dünyayı terk etmeyi arzular ya. Poe, tuhaftır, okuyucuya tesir etmek için Ğya da birkaç dakika da olsa okura işkence hissini yaşatmak için diyelimĞ işkence aletlerini anlatmayı seçmemiş, bunun yerine mekânı ayrıntılarıyla canlandırmayı yeğlemişti. Kurbanın gördüklerini algılayamadığı, geometrisini çözemediği mekânı, ortasındaki kuyuyu, giderek yaklaşan ve ucunda giyotin bulunan sarkacı anlatmıştı.

     

    Engisizyon bitti mi? Yoksa, kitlesel bir kuruntu yaratıp bir cadı avı başlatmak, başka başka kılıklarda, farklı zamanlarda tekrarlanan `kara efsane' sürüyor mu?

     

    `Leyenda Negra' engizisyonun halen devam eden, kim bilir geleceğin tarihinde daha ne kadar devam edecek `kara efsaneye' verilen isimdir.

     

    Her Avrupa ülkesinin kendi tarihini simgesel olarak anlatan anahtar kavramlar vardır. Bu kavramlar, İtalya için Rönesans, Fransa için Devrim ise eğer, İspanya için de engizisyondur. Ama `kara efsane' ülkemiz yakın tarihinde de pek çok kereler yaşanmadı mı; Maraş'ta, Sivas'ta örneğin. Pol Pot ve Stalin, `kara efsane'nin en acı örneklerini sergilemişlerdi. Hitler de öyle. Şimdilerde ise Amerikan işgaline direnmek, global medya aracılığıyla kurulan ve yayılan modern engizisyonun kurbanı olmaya yetiyor.

  11. Türk tarihinde özellikle Hükümdar, Sultan ve Cumhurbaşkanı seviyesinde şüphe götürücü ve elem verici ölümler vardır.

     

    Bu ölüm çeşitlerinden birisi de bu seviyedeki insanların, güya yakınlarındaki dost ellerce, çoğu kez de eş ve sevgilileri tarafından zehirlenerek öldürülmesidir. Zehirlenerek öldürülen insanlarımızın başında Hun Hükümdarı Atilla, Osmanlı Sultanı Fatih Sultan Mehmet, Kanuni Sultan Süleyman ve 9 Cumhurbaşkanımız Turgut Özal gelmektedir. Atilla, Roma üzerine düzenlemiş olduğu akınların hemen akabinde belki de evlenmiş olduğu Romalı Prenses Honoria marifetiyle zehirlenerek öldürülmüştür. Fatih Sultan Mehmet Ortodoks dünyasını temsil eden Doğu Roma’dan sonra Katolik Dünyasını temsil eden Batı Roma’yı da fethetmeyi düşündüğü için bir Venedik Yahudisi olan özel doktoru Gaetalı Yakup Usta “Maestro Jakopo di Gaeta” vasıtasıyla yine zehirlenerek öldürülmüştür. Kanuni Sultan Süleyman’ın da oğlu II. Selim’i bir an önce tahta çıkartarak Valide Sultan olmak için yanıp tutuşan ve kökeni Yahudi Dini’ne mensup Hazar Türkleri’ne dayanan Ukraynalı Hürrem Sultan tarafından yavaş yavaş zehirlenerek öldürüldüğü söylenir. Bu kabil ölümlerin sonuncusu ise bilindiği gibi 9. Cumhurbaşkanımız Turgut Özal’ın ölümüdür. Türk Dünyası’nı çeşitli boyutlarda birbirine bağlamaya çalışan Turgut Özal da Türkmenistan gezisi sırasında büyük ihtimalle Rus Gizli Servisi’nin emriyle zehirlenmek suretiyle öldürülmüştür.

  12. 1947 de bir Bedevi çoban, Ölü Deniz kenarında otlattığı keçilerinden biri, bir mağaraya girince, onu çıkarak için bir taş atar. Kırılan bir küp sesi.... Küpten, altın değil, bezlere sarılmış kağıt tomarlar çıkar... Yazılı kağıtlar.... 2000 yıldır keşfedilmeyi bekleyen yazılar. Ölü Denizin batı yakasına yayılmış bir çok mağara ve harabede binlerce ve binlerce yazılı kağıt, deri hatta bakır levha bulunur. Tarihi ve arkeolojik değerden önce, antika meraklılarının parasal değeri hız kazanır. Elden ele geçen buluntular 1954 yılında, Wall Street Journal'in ilan sayfalarına kadar sıçrar: "Dört adet Ölü Deniz Yazıtı, kelepir satılıktır...". Yazıtlar, arkeolog-tarihçi-din adamı grubunun elinde toplanmaya başlar. Bedevi çobanın karanlık mağaraya attığı taşı, sonraki 40 yıl boyunca 40 akıllı (!) çıkaramayacak ya da isteyerek çıkarmayacaktır.

     

    O günlerde Kudüs'te, Rockfeller Vakfının finanse ettiği bir kurum vardır: "Ecole Biblique". Başındaki kişi Peder Roland de Waux'dur. Kazıların yönetimi, buluntuların sınıflandırma, çeviri ve yayımı işi Ecole Biblique'e , daha sonra özellikle bu amaçla kurulan "International Team"e verilir. Bu aslında bir görev değil bir ayrıcalıktır. De Waux tüm işi yürüten, daha doğrusu yönlendiren kişidir.

     

    Yazılar İbranice ve Aramicedir. Yazıldıkları tarih, C-14 testine göre İ.Ö. 33 (200 yıl + ya da - ) olmalıdır. Romalı tarihçiler Philo ve Josephus'un bölge ile ilgili yazdıkları ile kurulan paralellik, yazıtların İ.Ö. 150- İ.S. 40 tarihlerine denk düştüğünü gösterir.

     

    Yazıtlar iki genel bölüme ayrılıyor: "Biblical" (Dinsel) ve "Secterian" (Tarikatle ilgili). Bu ayırım ve International Team'in bunlara bakış açısı çok önemli. Yazıtların değerlendirilmesi, araştırmanın yönlendirilişi, International Team'in tüm olayı ele alış biçimi bu ayırımla yakından ilgili.

     

    Kumran Mağraları

     

    Bu yazıtların yazarları kimdir? Kabul edilen tez, bunların Kumran ve civarında yerleşmiş "Esseneler" olduğudur. Esseneler, Ölü Deniz Yazıtları bulunmazdan önce de biliniyordu. Yine, dönemin tarihçileri Philo ve Josephus onlardan sık sık bahseder. Kumran merkez olmak üzere, oralarda yaşayan aşırı dindar bir tarikattır. Bekâr din adamları topluluğu. Mal mülk yok. Herşey ortak. Bir manastır disiplini içinde öğrenim görür, topluca yer içer, ibadet eder, ritüellerine uygun biçimde yıkanırlar (vaftiz geleneği!). İnaçlarına göre, ruh ölümden sonra göğe çıkacak, ebedi mutlu yaşam başlayacaktır. Essene kelimesinin İbrani veya Arami dili ile bir bağlatısı yok.

     

    Ecole Biblique ve International Team, Esseneleri yukarıda belirtilen genel çerçeve içinde ele alır. Yazıların onlar tarafından, en geç İ.Ö. 100-150 dolaylarında yazıldığını, "Old Testament" (Eski Ahid-Ahdi-i Atik) ile sınırlı olduğunu, yani Hıristiyanlıkla bir ilgisi olamıyacağını ısrarla iddia eder.

     

    Ölü Deniz Yazıtlarının ortaya koyduğu gerçekler bu mudur? Yazıtlar, sonradan, International Team'in tekelinden kurtulup, Vatikan'ın baskısı dışında olan başka otoritelerin de incelemesine açılmış ve Hıristiyanlığın başlangıcını sorgulayan iddialar ortaya atılmıştır.

     

    İşin kökenine inince, Ahd-i Atik (Eski Ahid) ve Ahd-i Cedid (Yeni Ahid, New Testament) hakkında bilinenler tarihi gerçekler midir? Yoksa o gerçekleri veya söylenceleri kilise kalıplarına uyduran bir "Seçkinler Grubu"nun ortaya koyduğu "Kabul Edilmiş Bilgiler" yumağı mıdır?

     

    Kilise yüz yıllarca, gerçekleri seçkinlerin tekelinde gizlemiştir. Halkın bilmesine izin verilen, daha doğrusu bilmesi gerekenler, bir bütün halinde ona dayatılmıştır. Umberto Eco'nun yazdığı "Gülün Adı" romanındaki manastır bu seçkinler grubunun gayretlerini (!) çarpıcı bir biçimde ortaya koyar. Yüz yıllar süren bilinçli bir komplonun yarattığı bu karanlık atmosferde, her şey seçkinler grubunun normları içinde değerlendirilir, yorumlanır ve karara bağlanır. Sırası geldiğinde, öyle gerekiyorsa, Tampliye Şövalyelerini sapkınlığın sembolü olarak göstermek, hatta Banco Ambrosiano'nun iflâsından Umberto Eco'yu sorumlu tutmak bile Vatikan'ın işine uygun düşmüştür.

     

    Kilisenin tartışmasız gücü, XIX. yüz yılla birlikte sarsıntıya uğrar:

     

    -Arkeoloji, Hıristiyan dogmalarını sorgulayan bulguları gün ışığına çıkarır: Schilemann, Anadolu ve Yunanistanda; Sir Charles Willson Kudüste; Flinders Petri Mısırda; Robert Coldeway Babilde önemli bulgular gerçekleştirir.

     

    -Ernest Renan yazdığı kitaplarla (İsanın Yaşamı- Hıristiyanlığın Kökeni- İsrail Halkının Kökeni) tabuları yıkar. Cin, artık şişesinden çıkmıştır. Vatikanın, o cini, şişesine sokma gayretleri boşunadır.

     

    -Bilim, Darwin' in çıkışları ile, kilisenin ana dayanağını sarsar.

     

    -Siyasi gelişmeler, 1870'lerin Alman İmparatorluğu, artık kilisenin desteğini aramıyacak güçtedir. Garibaldi'nin kurduğu İtalya birliği, Vatikan'ı Romaya hapseder.

     

    Vatikan, dört yandan gelen saldırıları karşılamak üzere seçkin bir grup yetiştirmeye karar verir. Bu grup kiliseye yönelik saldırıları etkisiz hale getirmek üzere hazırlanır. Böylece "Katolik Modernist Akımı" doğar. Vatikanın emirleri ile hareketin düşünsel forumu olarak Ecole Biblique, peder Lagrange tarafından kurulur. Modernistler gerçekten iyi yetiştirilirler. Kısa sürede kilisenin dogmalarını sorgulayacak düzeye gelirler ve başkaldırırlar. Modernizmin düşünsel çekirdeği olarak kurulan Ecole Biblique, başkaldırı hareketini boğmak görevini üstlenir. Ve ironik bir sonuç: Modernistlerin kitapları, Vatikanın yasak yayınlar kataloğunda baş köşeyi alır. Papa Leo XIII, 1903'te "Pontifical Biblical Commision"u kurar. Komisyon "Tanrının sözlerinin (!) her türlü hata ve kötü düşünceden korunması" ile görevlidir. Peder Lagrange, komisyonun üyesidir. Ecole Biblique'in sonradan gelecek başkanları da komisyonun üyesi olmuştur. Ecole Biblique tarihi ve arkeolojik bulguların, katolik doktrinine uygunluğunu kanıtlamak gibi bilimsel (!) bir uğraş içindedir. Komisyonun doktrindeki otoritesini sorgulayacak hiç bir araştırma-sonuç-öğretiye izin yoktur. Komisyonun bu gün (1992) başkanı olan kardinal Joseph Ratzinger, aynı zamanda "Congregation For the Doctrin of the Faith" enstitüsünün de başıdır. Bu nstitü, 13. asırdan beri varlığını sürdürmektedir. 1542'deki adı "Holy Office"tir. Daha önceki adı ise "Holy Inquisition"dur (Kutsal Engizisyon). Böylece kardinal Ratzinger'in, günümüzün "Büyük Engizitör"ü olduğu anlaşılır.

     

    Yüz yıllar içinde kökleşmiş bir çıkar hiyerarşisi. Yaygın, etkin ve güçlü. Din adamları için bu hiyerarşik yapıya karşı gelmek, o seçkin çevreye girebilme şansını öldürmek veya bulunduğu pozisyonu yitirmek demektir.

     

    Ölü Deniz Yazıtlarının emanet edildiği Ecole Biblique ve International Team'in genel çerçevesi budur. Bu iki kuruluş her zaman birlikte anılır ve Vatikan'dan ayrı düşünülemez. Ecole Biblique'in başkanları (De Waux, Milik, Starcky, Strugnel...) bir Katolik Dominiken zinciri halinde, yazıtlar üzerinde tam bir tekel kurar. İsrail, 1967 savaşı sonunda Rockfeller müzesi ve Ecole Biblique'i fiziki olarak ele geçirir. Ama bu uluslararası gücü ve hele arkasındaki Vatikan'ı karşısına alacak yere henüz ulaşmamıştır.

     

    Ecole Biblique ve International Team, Ölü Deniz Yazıtlarını, kendi amaçlarına uygun biçimde ele almıştır. İnceleme, yorum ve yayınlamada hedef, gerçekleri aramak değil, gerçeklerin kilise doktrinine uydurulması olmuştur.

     

    Yine Essenelerin kimliğine dönmek, doğru bir başlangıç olabilir. Tarihçi Philo ve Josephus ilk bilgileri vermiştir. Konu, Kumran yazıtlarının ortaya çıkışından önce de ele alınmıştır. 1770 Yılında, Büyük Fredrik, İsa'nın bir Essene olduğunu; 1863'te Ernest Renan Hıristiyanlığın aslında Essenizm olduğunu söyler. 18. ve 19. yüz yıllarda , İsa'yı bir Essene olarak tanımlayan ve çarmıhtan sonra yaşamasını da Essenelere özgü gizli bilgilerden aldığı güçle açıklayan çalışmalar olur. Ölü Deniz Yazıtlarına kadar Essene imajı bellidir: dünyadan el etek çekmiş aşırı dindar kişiler. Yazıtlar onların eseridir. Ecole Biblique ve International Team, bu sakin pasif insan grubunun İ.Ö. 100- 130'da yaşayıp o yazıtları yazdığını ve ilk Hıristiyanlarla bir ilgileri olamayacağını ısrarla vurgular.

     

    Ölü Deniz Yazılarının ortaya çıkardığı Essene kimliği ile, Josephus ve ona dayalı geleneksel kabul arasında derin çelişkiler var:

     

    -Josephus'un Esseneleri bekâr erkekler toplumudur. Oysa harabelerde çocuk ve kadın iskeletleri bulunmuştur. Ayrıca "Toplum Kuralları" adlı yazıtta, evlilik ve çocuk yetiştirme konuları işlenir. Bu noktada, International Team'in, yazıtların "Secterian" (Tarikat ile ilgili) bölümünü hep gözlerden ırak tutma gayreti anımsanmalıdır.

     

    -Hiç bir yazar, Essene takviminden söz etmez. Yazıtlarda, Kumranın güneşe endeksli bir takvimi olduğu ortaya çıkarılmıştır.

     

    -Philo ve Josephus'un anlattığı Esseneler kurban törenlerini bilmez. Halbuki harabelerde kurban edilmiş hayvan iskeletleri bulunmuştur; daha önemlisi, "Mabet" yazıtında, kurbanla ilgili kurallar vardır.

     

    -Josephus, Essenelerin, Herod Antipas (İ.Ö. 20- İ.S. 39 arası Judea Tetrarkı) ile iyi geçindiğini yazar. Yazıtlarda, Essenelerin, bu Roma kuklası krala karşıt oldukları açıkça bellidir.

     

    -Nihayet Josephus ve Philo'nun anlattığı Esseneler, sakin, pasif, bu dünya ile ilgisi olmayan keşişlerdir. Oysa, harabelerdeki buluntular ve "Savaş" yazıtı, Kumran ve çevresine yerleşmiş bu insanların, geleneksel Essene imajından çok, o günlerde bölgede, Roma baskısına ve Roma'nın işbirlikçisi olan Yahudi yaşamına karşı başkaldırıyı yürüten "Zelot" tanımına daha çok uyduğunu gösterir.

     

    Burada, Ölü Deniz Yazıtlarının ortaya hangi gerçekleri çıkarabileceği ve Vatikan'ın bunu, Ecole Biblique ve International Team kanalı ile, niçin önlemeye çalıştığını anlamak için, o günlerin ve o çevrenin atmosferine kısaca bakmak gerekir.

     

    Yahudiler, en başından beri, dinsel ve laik önderlerin ortaklaşa yönettiği bir toplum olagelmiştir. Dini liderler, Levi kabilesinden Aaron'un halefleri olan Zadok'lardandır; laik liderler, Juda kabilesinden Davud'un halefleridir. Babil sürgünü ve daha sonra İskender ile başlayan Helenistik etkilerin derinleştirdiğiyozlaşma, politik boşluğun ötesinde, dini liderliğin yapısını ve toplum üzerindeki etkisini bozmuştur. Sonunda, İ.Ö. 167'de, Mattathias Maccabeaus, bir Yunan görevlinin kurban konusundaki pagan isteğine karşı çıkarak isyanı başlatır. Maccabeaus ilk Zelot'tur. Oğlu Judas inzivaya çekilir (Musa, İsa ve Muhammed gibi) ve sonra kardeşleri ile beraber, Kutsal Topraklarda, yeniden Musa yasasına uygun düzeni kurar. Maccabeaus'un yandaşları Makkabiler İ.Ö. 76 yılına kadar kontrolu elinde tutarlar. Sonra yine yozlaşma ve Kral Antipas.

     

    Yazıtların, "Biblical" ve "Secterian" olarak iki ana bölüme ayrıldığı, Biblical bölümün International Team ve Ecole Biblique tarafından ön plana çıkartılıp, Secterian bölümün gölgede bırakıldığı bilinmektedir. Kutsal Toprakların o dönemdeki havası ve o hava içinde, Kumran topluluğunun gerçek kimliği, yani Essenelerin gerçek yüzü, Secterian bölümlerde verilmiştir: Roma Kutsal Topraklara hakimdir. Herod Antipas kukla bir kraldır. Yahudi bile değildir. Durumunu halka kabul ettirmek için, bir Maccabi prensesi ile evlenmiş, yeterince güçlenince de karısı ve kardeşlerini öldürtmüştür. Dini lider de Roma'nın uydusudur. Dış etkiler, iç yozlaşma, Yahudi toplumunu alt üst etmiş, Kutsal Topraklardaki yaşam Musa kanunlarının dışına itilmiştir. Roma'yı kovmak ve Musa düzenini yeniden kurmak için ölüm-kalım savaşı veren insanlar çıkar...Bunlar Zelot'lardır...

     

    Bu noktada, İncillerde ve kilisenin yüz yıllar boyu süregelen araştırmalarında hep gölgede bırakılmış bir isimden söz etmek zamanı geliyor: James!.. İsa'nın kardeşi. Ondan sadece Acts (Nebilerin İşleri) kitabında, bir iki yerde bahsedilir. Kumran yazıtlarında James'in önemli bir yeri vardır ve adı "The Righteus" tur (Haksever). "İlk Kilise"nin (Early Church) önderidir.

     

    Milat yılları... Kutsal Topraklar... İlk Kilise veya ilk mabet... Özgür bir ülke ve Musa yasaları için ölümüne savaşan insanlar, Zelotlar. Esseneler, Kumran'lılar... Bunlar İlk Kilise'ye ve onun liderine bağlı, değişik isimlerle anılan aynı insanlar. Sadece Kumran'da değil, Kutsal Toprakların tamamına yayılmış yasa ve "Yol"un savaşcıları… Geleneksel Essene çerçevesinin çok dışında bir topluluk, örgütlü bir güçtürler. Üyelerini, yeni üyeler bulmak, para toplamak için görevlendirir. Suikastler düzenler. İsyanlar tertipler, kaleler kurar, Roma'yı o tarihte 80.000 kişilik bir ordu gönderecek denli ürkütürler.

     

    James, bu karışık ortamda bir gün mabette "isimsiz biri"nin başlattığı bir saldırıda linç edilir. İlk din şehidi olarak bilinen St.Stephen, belki de sadece hayal ürünü bir kişidir ve James'ten başkası değildir. Roma'ya karşı başlayan büyük isyanla James'in ölümünün aynı yıllar da olması basit bir rastlantı olmasa gerektir. İsyan başlar. Roma, Kudüsü (İ.S. 68), Kumranı (İ.S. 70), Masadayı (İ.S. 74) yerle bir eder. Zelotlar esir düşmemek için ölümü seçer. Yalnızca Masada'da 960 kişi (erkek-kadın-çocuk) topluca intihar eder.

     

    James'in ölümüne dönersek... Mabetteki linç olayında, katilleri seyreden biri vardır. Sadece izleyici olmadığı bellidir. Acts 9-21'de, "İlk Kilise"ye saldırılar düzenlediği anlatılan biri vardır: Saul!...

     

    Saul.. Ya da transfigürasyondan sonraki adı ile St. Paul... Adına dünyanın dört bucağında kiliseler yapılmış en büyük Hıristiyan. Daha doğrusu Hıristiyanlığı başlatan, yayan aziz!... Kumran yazıtlarından sonra, Hıristiyanlığın doğuş ve yayılışındaki rolünün ne olduğu sorgulanan Saul...

     

    Tarsus'lu Saul bir Yahudidir ama aynı zamanda bir Roma vatandaşıdır. Onu sahnede ilk kez St. Stephen'in (James?) öldürülüşü sırasında görürüz. Bu noktada, James'e mabetteki saldırıyı başlatan "isimsiz biri" nin kimliği de ortaya çıkmaktadır. Acts 9-21'de Saul'un ilk kiliseye saldırılar düzenlediği yazılıdır. St. Stephen'in öldürülme nedeni "Kanun"a karşı gelmektir. Oysa St. Stephen, katillerini "Kanun" u ihlâl etmekle suçlar. Bu paradoksun mantıksal açıklaması şu olabilir: Katillerin arkasındaki güç (High Priest - Haham Başı) Roma otoriteleri ile işbirliği içindedir, İlk Kilisenin önderliğindeki akımı boğmak istemektedir. Saul onların emrinde, fanatik bir İlk Kilise düşmanıdır. Yeni saldırılar düzenlemek üzere, Şam'a giderken göklerden İsa'nın sesi duyulur: "Saul! Niçin bana karşısın?". Büyük değişim (transfigürasyon) meydana gelir… Saul, yeni adıyla Paul artık İsa'nın bir mürididir. İsa'yı sağlığında görüp tanıdığına dair hiç bir kayıt yok. Şam'da üç yıl kalır. Kudüse geri döner. Artık İlk Kilisenin düşmanı değildir. Ama İlk Kilise Paul'ü pek de kabullenmez. Tarsus'a gönderilir. Bir tür sürgündür bu... Topluluğa yararlı olabilirse iyi. Olamazsa, zaten istenmeyen bir kişidir.

     

    Paul, Tarsus'ta ve Antakya'da vaazlar verir. Bir ara Kudüsten bir heyet gelip etkinliklerini değerlendirir.

     

    İsa ve öğretisi hakkında neyi bilip bilmediği hiç bir yazıda belirtilmemiş olan Paul, İsa'ya mal ettiği bir akım yaymaktadır. "Şeyh uçmaz, O' nu müritleri uçurur" deyimine göre bir İsa yatarı. Tanrı'nın oğlu ve aynı zamanda Tanrı İsa...

     

    Kudüs'e geri çağrılır. Yedi günlük arınma ritüelini yerine getirmesi istenir. Söylenenleri yapar. Ama İlk Kilisenin temel ilkelerinden, "Yol"dan sapmışlığı açıktır. Ona göre inanç, "Yasa"dan (Musa Yasası) üstündür. Yargılanmaktan, belki de linçten Roma vatandaşı olduğu için kurtulur. Her Romalı gibi, kendisini Roma İmparatoru önünde savunmak hakkı vardır (neye, hangi suça karşı?...). Roma'ya gider. Paul'ün öyküsünün bundan sonrası pek belli değildir...

     

    Aziz Paul!... Roma vatandaşı Paul! Güçlü dostları olan zengin Paul! Kukla hiyerarşi ile yakınlığı bilinen Paul! Kendi insanları arasında tutunma şansı kalmayınca, Romalı muhafızlarla Roma'ya gönderilip tarih sahnesinden silinen Paul! İsa'yı tanımayan, belki de kendine göre bir İsa yaratan Paul!...

     

    James'in liderliğindeki İlk Kilise... "Yasa"yı ve Kutsal Toprakları korumak için, toplu intiharlara sürüklenen dava insanları, Zelot'lar... Paul, bu ölüm-kalım savaşının fırtınalı atmosferini "Düşmanınızı Seviniz" anlayışına varacak biçimde, neden pasifize etmiştir? Bu bir yorum farkı mıdır? Yoksa ihanet mi? Romalı Paul, Zelotların savaşını yozlaştırmaya çalışan bir Roma ajanı mıydı?

     

    Ölü Deniz (Kumran) Yazıtları, Ecole Biblique ve International Team'in tekelinden kurtarılıp, tarafsız, yani Vatikan etkisinden uzak otoritelerce incelendiği zaman, Hıristiyanlığın kökenini sarsan sorular ortaya çıkmıştır. International Team'in yayınları skandal olarak değerlendirilmiştir.

     

    Pek çok yazıtın (belki bilinenden çok) yeraltı dünyasında, antika piyasasında olduğuna, hala keşfedilmeyi bekleyen mağaraların varlığına inanılmaktadır. Bunların tümü toparlanıp, önyargıların dışında incelendiği zaman, belki üç büyük dinin temelleri ve ortak yanları daha iyi ortaya çıkacak, bir tek Tanrı'ya inanan insanlar arasındaki yüz yıllardır süregelen düşmanlığın anlamsızlığı daha iyi anlaşılacaktır.

     

    Din kurumunun, onu sahiplenenlerin elinde, ne korkunç bir silâh haline getirilebileceği de daha açıkça ortaya çıkacaktır.

     

    © 2004 hermetics.org

  13. İşgal altında değilmiyiz neden amerika ayrıca türkiye ile savaşa girsin?

    bir ülke düşünün masa başında teslim olmuş her kademesine hain yerleştirilmiş

    halkı susturulmuş ve hatta uyuşturulmuş bu savaştan daha tehlikeli değilmi?

    işin kolayı varken amerika türkiye ile neden savaşsın nasılsa iş başına getirdikleri

    her istediklerini yapıyor. halkında ağzını bağlamışlar, hemde neyle, dinle.

    şimdi dindar bir cumhur seçecekler, mecliste dindar (ne alakaysa)

    bu müslüman dindarlar hristiyan ve yahudilerle işbirliği içinde. halk fark edene kadar atı alan çoktan gitmiş olacak.

  14. Size 21 Ekim 1999 yılında şehit edilen Laiklik ve Demokrasi şehidimiz Ahmet Taner KIŞLALI'nın yazısını sunmayı bir borç bilirim.

    Biz, asıl suçluyu bir kenara bırakıp suçsuzlarla uğraşıyoruz!

    ahmet-taner-kislali.jpg

     

    Evet, bugünkü ortamın tek suçlusu Atatürk’tür!

    Eğer bugün 70 milyon insanımız, Batı Trakya’daki Türkün durumunda değilse, bunun suçlusu odur.

    Eğer 1923’te kişi başına ulusal geliri 70 dolar olan bir toplum, şimdi 2700 dolara ulaşmışsa; bunun suçlusu odur.

    Eğer 1929-39 yılları arasında, bütün dünyada sanayi üretimi %19 artarken, Türkiye’de %96 artmışsa bunun suçlusu odur.

    Eğer Türk işçisi, batıdaki gibi, çocuk yaşta yeraltında günde 14-16 saat çalıştığı dönemler yaşamamışsa; bir oy hakkı için bile, Fransız işçisi gibi, 59 yıl kanlı bir savaşım vermek zorunda kalmamışsa bunun suçlusu odur.

    Eğer Türk kadını yasal olarak erkeğine eşitse, “köle” değilse, seçme ve seçilme hakkını Fransız kadınından bile önce elde etmişse, kadınlar bugün Türkiye’de vali, bakan, başbakan bile olabiliyorsa bunun suçlusu odur.

    Eğer 1923de Darülfünundaki öğrenci sayısı 2100 olan bir Türkiye’de, bugün yüzbinlerce genç üniversitelerde okuyorsa bunun suçlusu odur.

    Eğer açık havadaki klasik müzik konserlerini onbinlerce genç izliyorsa bunun suçlusu odur.

    Eğer şeyhülislamlar “fetva” verip Kuran’ın Türkçe basımını engelleyemiyorlarsa; ezanlar düşman bayraklarının gölgesinde okunmuyorsa bunun suçlusu odur.

    Eğer bugün köy enstitülü binlerce köylü çocuğu, kültür yaşamımıza damgalarını vurabiliyorsa bunun suçlusu odur.

    Eğer 1923lerde ortaçağ karanlığında yaşayan bir toplum, bugün 21. yüzyılın aydınlığına bir ölçüde yaklaşabilmişse bunun suçlusu elbette ki odur.

    Atatürk’ün suçları saymakla bitmez. Bir zamanlar kralların, şahların, cumhurbaşkanlarının, başbakanların Ankara’yı ziyaret için kuyruk olmalarının sorumluluğu da Atatürk’e aittir. Baskı rejimlerinden kaçan yüzlerce batılı bilim adamının bir zamanlar Kemalist Türkiye’yi seçmesinin sorumluluğu da...

    Faşist Mussolini’nin bile Türkiye’yi “Avrupalı” saymasının günahı da..

    Ama suçlunun suçlarının iyi anlaşılabilmesi için suçsuzların suçsuzluklarının da unutulmaması gerekir.

    Sokaktaki adamın bile miras hakkına dokunulmazken Atatürk’ün vasiyetini çiğneyerek Türk Dil ve Tarih kurumlarını devletleştiren, Atatürk’ün miras gelirlerini, devletin atadığı memurlara dağıtan “beş general” suçsuzdur!

    “Ben Atatürkçüyüm ve laikim” diyerek, din derslerinin zorunlu olması hükmünü anayasaya koydurtan, Alevinin, Hıristiyan’ın, Yahudi’nin Sünni inancını öğrenmesini zorunlu hale getiren Marmaris’teki emekli adam suçsuzdur!

    Köy Enstitülerini kapatırken, İmam-Hatip liseleri açanlar, laik liselerde eğitim görenlerin sayısı son 20 yılda 3 kat artarken, imam-hatip okullarını bitirenlerin sayısının 14 kat artmasını sağlayanlar, Menderes’ten Demirel’e, Özal’dan Yılmaz’a tüm “Atatürkçü Laik” başbakanlar suçsuzdur!

    Milli eğitim bakanlığını şeriat yanlılarının işgaline terk edenler, Sağlık ve Tarım bakanlıklarını şeriatçılara peşkeş çekenler, İçişleri bakanlığının yapısını bozup valilerin, kaymakamların, emniyet müdürlerinin şeriatçı olması için kolları sıvayanların hepsi suçsuzdur!

    Asıl suç Harp Okulunu şeriatçılara açmamakta direnen Kemalistlerdedir..

    Sokaktaki adama küfreden suçludur, ama Atatürk’e küfreden suçsuzdur!

    Erbakanlar, Mezarcılar, Dicleler... Holding solcuları, numaracı cumhuriyetçi liboşlar... Şeriatçılar, Kürt ırkıçıları... Hepsi de haklılar!...

    Onların ayaklarının altına halıları kim döşedi?

    1950’den beri bu ülkeyi yönetenler değil mi?...

    Ahmet Taner KIŞLALI

    -_- Kışlalılar, Mumcular, Hablemitoğulları bunları dile getirdikleri için artık yaşamıyorlar

    Aydınları kim vurduya gitmiş bir memleketin aydınlanmasını beklemek ütopya

    Antalyada, Alanyada, Bodrumun köylerinde tarlalara İngiliz ve Alman bayrakları asılıyor topraklarımızı üç kuruşa satanlar saltanat sürüyor. bir ülke düşünün satacak başka şeyi kalmamış gibi metrekaresi üç kuruşa toprak satıyor bundan daha büyük bir utanç varsa söyleyin. ve şimdi kaç sözde aydın bunu dile getiriyor, sırtını abnin palazladığı bir kısım aydın başka meselelerle gündem yaratıyor ve onlar paraya para demiyor, Mumcuların, Kışlalıların, Hablemitoğullarının kemikleri sızlıyor.

  15. ne tuhaf değilmi demokrasi ile yönetilen bir ülkede bir başbakan Cumhurbaşkanı atayacak

    kendisi olacak yada birbaşkasını önerecek ama Cumhuru seçen her iki ihtimaldede Tayyip olacak

    demokratik ülkelerde adaylar adaylıklarını açıklar ve vekiller birini seçer

    Türkiyede iktidara gelenler demokrat değil onlardan demokratik bir yaklaşım beklemek tuhaf

  16. Çıkarsın ama kalamazsın.

     

    Milletin oylarını bizler muhafazakarız diye toplayıp milletin topraklarını üç otuz dolara satan, Kıbrısâta Rum palikaryasına vermediği taviz kalmayan,Askerimizin başına kara çuvalı geçirenlere sesini bile çıkartamayan ve Haçlı Avrupa kapılarında Türk milletinin onurunu paspasa çevirenler şimdi kalkmış bize yetmez hepsini isteriz,çatlasınız da patlasanız da Çıkacağız yüksek rakımlı tepeye diyorlar. Çıkarsın evet, ama kalamazsın..

    .

    .

    .

    Sevgilerimle

    Serdar Kuru

     

    süper bi yazı :clover:

  17. Hayir efendim,

    DTP Turk vatandaslari tarafindan secilmis ve yonetime dahil bir siyasi partidir. Yoksa simdi var olamazlardi. Neden her turk Milliyetciligini elestiren PKK'li oluyor anlayamayorum. PKK ile iliskileri oyle derin araniyor, o kadar camur atiliyor ki bu partilere artik inanasim gelmiyor. Cok komik yahu!

     

    Kalkip halkin sectigi bir partiye PKK'li diyorsunuz. Bu ne curret?

     

    Sen merak etme DTP nin ne olduğunu bu millet biliyor

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.