Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

BlackCADY

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    430
  • Katılım

  • Son Ziyaret

İletiler gönderen: BlackCADY

  1. Bilim araştırmalarında çok gerideyiz ve bu sorunun ana kaynağı eğitimdeki yetersizlik ve imkansızlıklar. Devlet yöneticileri dahi bilime gereken önemi vermemekte, bilimin yüzü bize soğuk gelsede esasında öyle değil üretemeyen bir toplum açık bir pazar olmaktan başka bir seçeneği olmayan toplumdur.

  2. Bu ülkede Siyasal İslamcı düşünceye sahip gazeteler bir çok aydını açık hedef gösterdi. Hala bu gazeteler kapatılmadı. Ve silahlı saldırılar hep Cumhuriyet Gazetesine yapıldı ve Cumhuriyet Gazetesi de diğer gazeteler tarafından hedef gösterildi yazarları tehdit edildi.

     

    Ne yazık ki ülkemiz rant kavgalarına bile dini alet eden insanlara prim verdi. Aydınlarını ise dışladı. Sonuçta ülke aydın yetiştiremez oldu, üzülerek gözlemliyorum ki bir çok eğitimli insan bile bugün bazı gerçeklerin farkında olmadan yaşamakta.

  3. 3. Dünya ülkelerinde ancak bu kadar kolay cinayet işlenebilir, biz hangi yüzyılda ve dünyanın neresinde yaşıyoruz?

     

    Peki bu kadar kolay cinayet işlenmesine neden ne olabilir, gençler nasıl bu kadar kolay kullanılabilir?

     

    Politika bölümüne faili mechul cinayetler topici açmıştım, bu cinayetleri işleyenlerin ortak noktaları ya Siyasal İslamcı olmaları ya da Irkçı söylemlere sahip olmalarıdır. Bugüne kadar rastlandı mı, bir Kemalistin kitabevi bastığı, gırtlak kestiği, araçlara bomba yerleştirdiği, arkadan kurşun sıktığı, haince adam öldürdüğüne?

     

    Ama son günlerde ne söyleniyor bu Kemalistler tehlikeli, kargaşa çıkartmak istiyorlar. Ya bu yalana kim inanır, ortada somut bir gerçek var oda, tehlikeli olanlar ve gözlerini kan bürüyenler bir ellerine Siyasal İslamı alıyor, diğerine sözde milliyetçiliği. Bu uğurda adam öldürmekten kaçınmayanlar onlar, Kemalistler birikimli ve evrensel düşünen insanlardır onları bu oyunlara alet edemezsiniz. Hepsi okur, düşünür ve değerlendirir. Hoşnut olmadığı bir durum sezerse bunuda demokratik ortamda demokratça dile getirir, sonra birileri bundan rahatsız olur ve onlardan bir kaçını haince öldürür. Şimdi soruyorum kim daha tehlikeli?

     

    Misyonerlik konusu ise çok açılımlı ve ayrıca tartışılmalı, bu adamlar bu topraklarda ne yapmak istiyorlar ve nasıl bu kadar rahatlar, apart kiliseleri kimler açıyor, oralarda neler yapılıyor?

     

    Malatya katliyamında faillerin bu misyonerler ile daha önce görüştükleri ve hatta birlikte incil dağıttıkları ifade ediliyor bana kalırsa bu cinayette tıpkı Hrant Dink cinayeti gibi bakışları başka yöne çekmek için planlanmış ve uygulanmıştır. Hizbullah güneydoğuda güç kazanıyor ve buna rağmen oralarda kiliselerde görev yapanlar çok rahat halka misyonlarını empoze edebiliyor, çok çelişkili durumlar, Güneydoğu halkı töresine ve dinine körü körüne bağlıyken nasıl oluyorda müslüman mahallesinde salyangoz satıyorlar ve nasıl oluyorda ihtiyaç varsa satarız diyebiliyorlar, bu milletin hristiyanlığa mı ihtiyacı var yoksa karnını doyurmaya mı, yoksa fakir halk burada da kullanılıyormu, hristiyanlaştırdığın kişi başına 100 $ verilen insanlar var taşrada. Peki bu adamlara bu imkanı kimler sağlıyor?

  4. Amerika teoride bizim müttefikimiz ama realitede rakip ve düşman. Amerika ortadoğuda kendisine rakip bir ülke var olmasını ister mi? Petrolü ve diğer kaynakları neden rakibine kaptırsın ki?

     

    50 yıldır Amerikancı iktidarlar tarafından yönetildiğimiz doğru ve düşünmek lazım bu iktidarlar en çok neyi kullandılar ve Amerika ile birlikte en çok neyi rencide ettiler, bu sorunun yanıtı DİN'dir.

     

    Ülkemizde din anlamında gerçek bir eğitim verilmemiştir, kulaktan dolma ve hurafelerle yoğrulmuş bir din bilgisine sahip olduk, kendi dinimizi anlamamalı ve bilmemeliydik ki, kolay yola gelelim. Vatikan'a bağlı Hristiyanlarda kendi dinlerini bilmiyorlar, sorgulamak Hristiyan inancına göre günahtır, tabi aslında bu Vatikanın uydurmasıdır.

     

    Vatikan papaları İslam aleminde en çok hangi din adamıyla diyalog halindeler, tabiki Fethullah Gülen. Peki bu adam kimdir ve nasıl bu güce sahip olmuştur ve neden Amerikadadır. Ve Vatikan şuan ki hükümet kadar geçmişte hangi hükümetlerle bu kadar yakın ilişki kurmuştur, hangi dönemde papalar gelip bu ülkede kilise açmıştır?

     

    Ne kadar ilginç ki misyonu siyasal islam olan AKP iktidarı döneminde. Neydi slogan dinler arası diyalog. Bu mümkünmüydü? Tabiki değil, eğer mümkünse neden bir başka İslam ülkesinde bu kadar kilise açmıyorlar? Bu bir kandırmacadır nedeni ise çok basit ama çoğu zaman olduğu gibi basit olan gözden kaçıyor, dinler arası diyalog kandırmacasıyla Türkleri batıya kaydırmak ve onları diğer İslam ülkelerine karşı kullanmak, hatta o kapıdan ortadoğuya kolay açılmak.

     

    Bu meselelerin fotoğrafı nettir, sadece o film henüz banyo ettirilmedi yani negatif halinde, ne zaman tab ettirilir o zaman herkes o basit sorunu görür ancak o vakit geç kalınmış vakit olacak.

     

    Bütün çabalar bu yüzden o film tab ettirilmeden yırtılıp atılmalı.

  5. Keskinkalem, biz siyasal tarihimiz boyunca vekillere, vekaletlere alıştırıldık.

     

    Abdullah Gül hiç sürpriz olmadı, aslında başka bir ismi ben hiç düşünmedim, seninde söylediğin gibi başbakanlığıda vekaleten yapmıştı, R. Tayyip Erdoğan vekalet konusunda Abdullah Gül'den daha fazla güveneceği birini bulamaz. Kolaymı koltuk emanet ediyor ya geri alamazsası var. Değil mi?

     

    Türkiye bir yol ayrımında bundan sonrasında yol ya Amerikan yönetiminde siyasal idare ile Ortadoğuda maşa olmak, ya da Atatürk ilkelerine yeniden sahip çıkarak tam bağımsız Türkiye ile Ortadoğuda söz sahibi olmak.

     

    Türkiye güçlü bir ülke ancak gücünün farkında değil, iktidar sahipleri ise halkın bu gücünü örtbas etme çabasında, bakın Ankara bunun en güzel ve en yakın ispatıdır. Eğer millet egemenliğin kendisinde olduğunu ve idarecilerin o makamlara ancak Türkiye'nin çıkarlarını düşünmek için oturmuş olduklarını bilirse bundan sonra demokrasi gereği halkın hakkı gözetilir, azınlıklar çoğunluğa rağmen görev yapamaz. Yaptırılmamalı.

     

    Birşeylerin değişmesini istiyorsak önce kendimizden başlamalıyız, yanlış gidiyorsa bunda hepimizin sorumluluğu var demektir. Ben seçtim göreve getirdim gerisine karışmam dersek olacağı budur, halka rağmen siyaset. Oysa göreve getirilen o görevin hakkını vermiyorsa gitmeli, gitmiyorsa gönderilmeli. Bu konuda objektif bakmak çok önemli, tarafsanızda bu değişmemeli, taraf olduğunuzun yanlışına ortak olmamalısınız.

  6. Taylan Abi o yazı benim ilgimi çeker eminim pek çok insanında ilgisini çeker ve tahmin ediyorum ki pek çok insan bundan bir ders çıkartır.

     

    Ahmet Necdet Sezer son cumhurbaşkanları içinde en saygın, en otoriter ve gerçek bir devlet adamıdır. Yaşamı boyunca tek bir karanlık nokta bulamazlar. Ama millet bu tür devlet adamlığına alışkın değil o başka. Zaten millet siyasilerin dün dündür, bugün bugündür tabiri ile aymazlığına alışkın. Kimin sesi çok çıkıyor o haklıdır. Haklımıdır, aslında değil ama bu şartlar altında çok fazla beklenti içerisinde değilim. Ne zaman gerçek anlamda ayırt etme yetisi kazanılır o zaman işler değişir.

  7. Türkiye üzerinde oynanan oyunlar dünyanın pek çok ülkesinde de oynanmakta, Güney Amerika'nın ve İspanya'nın da bunlardan muzdarip olduğunu biliyoruz, asıl mesele insanların oyunu görmelerine rağmen kutuplaşmaktan geri kalmamaları, Türkiyede insanlar Cumhuriyete, laik ve demokratik sisteme bağlılıklarını kanıtlayabilirlerse bu sorun aşılır ama görünüşe göre hala bu oyuna bilmeden oyuncu olanlar var, Türkiye Kurtuluş mücadelesine hala devam ediyor eğer bu savaşta gelip gelirse dünyada dengeler değişecek. İslam ve Türk dünyası bundan cesaret bulacak ve emperyalizm büyük zarar görecek. Ama bunun olması için toplumsal uzlaşı ve bilinçlenme şart.

  8. merhaba arkadaşlar media ailesine yeni katıldım ama uzun zamandır takip ediyorum

    birçok değerli insanın yazılarını izledim, benimde söyleyecek sözlerim olduğunu düşündüm ve üye oldum

    umarım pişman olmam.

    istanbulda yaşıyorum, 28 yaşındayım, siyasal bilimler mezunuyum, özel bir şirkette üst düzeyde görevliyim

    sanal dostluklara inanmıyorum, ama sanal alemin gerçekçi paylaşımlarına inanıyorum, o yüzden buradayım

     

    hepinize tekrar merhaba diyorum

  9. Amerikan İşkencesine Lanet — Ve Teşhis

    Irak'taki Ebu Gureyb cezaevindeki Amerikalı gardiyanların tutuklulara yaptıkları işkencenin yeni kanıtları ortaya çıktı. Bir önceki yazımda da "alçaklık" olarak nitelediğim bu insanlık dışı, adice işkencelerin sadece "bir kaç kötü askerin işi" olmadığı, Amerikan ordusunda daha yaygın bir işkence uygulaması olduğu anlaşılıyor. Bunu, nefretle lanetliyorum. Umarım, sorumluları, hem beşeri hem de ilahi adaletle cezalandırılırlar.

     

    "Kurtlar Vadisi Irak" filmini eleştirirken, işkenceci Amerikan askerlerinin, tüm Amerika'ya yönelik bir düşmanlığa neden olmasının yanlış olacağını, özellikle de bir "Hıristiyan düşmanlığı"na dönüşmemesi gerektiğini vurgulamıştım. Nitekim Amerikan ordusunun yaptığı işkenceleri kınayıp protesto edenlerin arasında, ABD'nin kendi Hıristiyanları önde gidiyor. 2004 yılında, Ebu Gureyb'deki işkenceler ilk ortaya çıktığında, bu konuda bir araştırma dosyası hazırlamıştım ve Aksiyon dergisinde yayımlanmıştı. Şimdi, Ebu Gureyb'deki işkencelerin bir kez daha ve tüm *********liğiyle ortaya çıkması üzerine, aynı dosyayı arşivden çıkarmakta yarar gördüm.

     

    .........

     

     

    EBU GUREYB'İN SONRASI: AMERİKA, KENDİNİ SORGULUYOR

     

    [Kısmen, 7 Haziran 2004 tarihli Aksiyon dergisinde yayınlandı]

     

    Ünlü film yıldızı Edward Norton'un başrolünü oynadığı "25. Saat (25th Hour) adlı film, geçtiğimiz yılın önemli Hollywood yapımlarından biriydi. Filmde, uyuşturucu ticareti yaptığı için 8 yıl hapis cezasına çarptırılan New Yorklu bir gencin, hapse girmeden önceki son 24 saati gösteriliyordu. Ve sözkonusu genç (Edward Norton) son 24 saatinin sonlarına doğru en yakın arkadaşından ilginç bir istekte bulunuyordu: "Beni öldüresiye döv! Yüzüm tanınmayacak hale gelsin!"

     

    Bu garip isteğin amacı, hapishaneye olabildiğince "yüzüne bakılamayacak" şekilde girmekti. Çünkü diğer türlü, genç ve yakışıklı bir mahkumun, orada akıl almaz cinsel taciz ve tecavüzlere uğrayacağını biliyordu.

     

    Bu filmi izleyen pek çok insan, gelecekle ilgili hayalleri yıkılmış olan genç dramına odaklandı. Ancak film, bize çok daha büyük bir dramı da anlatıyordu: Amerikan hapishanelerinde yaşanan korkunç olaylar.

     

     

    Amerika'daki Ebu Gureybler

     

    Irak'taki Ebu Gureyb cezaevinde yaşanan ve fotoğraflarla belgenen taciz ve işkenceler üzerine, ABD'nin kendi hapishanelerindeki feci tablo, bir kez daha gündeme geldi. Ebu Gureyb'teki gardiyanların bazılarının Amerika'daki mesleği de gardiyanlıktı. Yani yaptıkları, yabancı oldukları bir iş değildi. Acaba uyguladıkları taciz ve işkenceler de, Amerikan hapishanelerindeki ortamı, binlerce kilometre ötesine taşımaktan mı ibaretti?

     

    Bu soru, son haftalarda Amerikan medyasında giderek daha fazla yankı bulmaya başladı. Ülkenin en saygın gazetelerinden New York Times'ın 18 Mayıs tarihli ve "Amerika'nın Karanlık yüzü" başlıklı başyazısında, Irak'taki Ebu Gureyb cezaevinde çekilmiş olan işkence fotoğraflarının, pekala Amerikan cezaevlerinde de çekilmiş olabileceği, çünkü orada da benzer uygulamaların hüküm sürdüğü anlatılıyordu. ABD'de her yıl yaklaşık 12 milyon mahkum bulunduğu ve bunların çoğunun oldukça feci bir hayat sürdüğü belirtilen makaleye göre, mahkumlar arası tecavüz çok yaygın ve öte yandan çoğu kez gardiyanların da dahil olduğu uyuştucu ticareti ayyuka çıkmış durumda. Human Rights Watch (İnsan Hakları Gözlemi) raporlarına göre, mahkumlar arasında "vahşi şiddet" olayları ve tecavüz yaşanırken, görevliler çoğu kez bunları umursamıyor. Sözkonusu tecavüz vakaları o kadar vahim bir hal almıştı durumdaki, Amerikan Kongresi, "Hapishane Tecavüzlerini Engelleme Kararı" (Prison Rape Elimination Act) yayınlayarak, Adalet Bakanlığı'ndan bu ciddi problem konusunda önlem almasını istemişti.

     

    New York Times'ın ünlü köşeyazarlarından Bob Herbert ise, "Amerika'nın Ebu Gureybleri" adlı 31 Mayıs tarihli makalesinde aynı konuda şu yorumu yapıyordu:

     

    "Çoğu Amerikalı Ebu Gureyb hapishanesindeki Iraklı tutuklulara yapılan sadistçe uygulamalar karşısında şoke oldu. Ama şaşırmamıza hiç gerek yok. ABD'deki hapishanelerdeki mahkumlara da aynı şekilde rahatsız edici şeyler yapılıyor."

    Herbert yazısında ABD'nin Georgia eyaletindeki hapishanelerde 1990'Iı yıllarda yapıldığı tespit edilen bazı feci olayları da anlatıyordu. Gardiyanlar mahkumlara yönelik sistemli bir cinsel taciz ve aşağılama yürütmüşler ve bu da Güney ABD İnsan Hakları Merkezi (Southern Center for Human Rights) yöneticisi Stephen Bright tarafından detaylarıyla açıklanıp yargıya taşınmıştı. Herbert, sorunun kökendine yatan mentaliteyi de şöyle özetliyordu:

     

    "ABD'de mahkumlara yapılan muamele hakkındaki mesaj yıllardır şu şekilde: Onlara istediğiniz gibi davranın, onlar sadece birer hayvan. Dolayısıyla Irak'taki tutuklulara yapılanlar da, sıradışı bir şey değildi. Onlara da hayvan muamelesi yapıldı ve bu kendi topraklarımızda mahkumlara yaptıklarımızın doğal bir mantıksal uzantısıydı."

  10. 100 MİLYON SANTİGRAD ISI

     

    Güneş, yapılan hesaplara göre, 5 milyar yıldır vardır. O günden bu yana geçen süre içinde, güneşin özgün çekirdek hidrojeninin yüzde 50'si helyuma dönüşmüştür. Güneşin çekirdeğinde hidrojenin helyuma dönüşmesiyle birlikte çekirdek daralmakta, yerçekimi enerjisini boşaltmakta, güneş de serinleyip parlaklaşmaktadır. Beş milyar yıl sonra güneş çekirdeğinin tamamı helyum olacak, yoğunlaşacak ve sonra birdenbire ısınmaya başlayarak 100 milyon derece santigrada ulaşacaktır. Bu arada güneşin genleşmesi de sürmektedir. "Kızıl bir dev" durumuna dönüşecek, bugünkü parlaklığının bin katına ulaşacak, Merih, Venüs, Ay ve Dünyayı yutacaktır.

     

    Güneşin dünyayı yutması, elbette, dünyanın sonu değildir. Teknoloji öylesine hızlı gelişmektedir ki, insanlık, bir kaç milyar yıl içinde, bu tür tehlikeleri savmanın yollarını da bulmuş olacaktır. Uzay kolonileri kurulmuş, nüfusun büyük bölümü uzak gezegenlere yerleştirilmiş, belki de dev bir hidrojen bombasının yardımıyla dünya uzaklara, yeni bir yörüngeye götürülmüş olacaktır. Kısacası, Lusretius'un iki bin yıl önce düşündüğü gibi, canlar ölecek, ama, yaşam sürecektir.

  11. YENİ BİR BUZUL DEVRİ

     

    "Kıyamet Günü'nü yaklaştıracak başka doğal afetler de var. Yer sarsıntıları, yanardağ patlamaları ve gelgit dalgalarının, yeryüzünü oluşturan tabakaların hareketinden kaynaklandığı biliniyor. Her biri yüzlerce kilometre kalınlığında ve milyonlarca kilometre kare alanında olan bu tabakaların, mil yarlarca yıldır, yılda 4 santimetre hızla yer değiştirdikleri saptanmış durumda... Yerkabuğundaki uranyum gibi radyoaktif maddelerin saldıkları enerjiyle hareket eden bu katmanlar, dünyanın bildiğimiz coğrafyasını oluşturmuşlar. Birbirleriyle temasa geldiklerinde dağlar, ovalar, yer çatlakları, yer sarsıntıları oluşturmuşlar. Ama, bunlar, öldürücü de olsalar, zarar da verseler, dünyanın oluşumunda bir nokta gibi kalmaktadır.

     

    Örneğin, yeni bir "Buzul Devri"nin tehlikelerini hiç düşündünüz mü? Kim bilir, belki 25.000 yıl sonra gelecek, ama, buraya kadar sözünü ettiğimiz afetlerden çok daha büyük zararlar verecek... Yerküresinin dönüş ekseni Kuzey Yıldızı'na baktığı için, Kuzey yarımkürenin kuzey bölgelerinde yazlar sıcak, kışlar soğuk olmakta... Bunun anlamı, kuzey ekseninin, yaz aylarında güneşe dönük, kış aylarındaysa karşı yöne dönük olması... Ama, ilginçtir, dünyanın güneşe en yakın olduğu mevsim kış, en uzak olduğu mevsim de yaz... Milyarlarca yıldır durum böyle... Üstelik çok az değişiyor. Ama, kim bilir, belki birkaç bin yıl sonra durum öylesine değişmiş olacak ki, kışlar daha soğuk, yazlar da serin olacak... Yazların serin geçmesi yeni bir Buzul Çağı'nın habercisi olabilir. Kaldı ki, bu "serinleşme" yeryüzü tabakalarının temasa geçerek yeni yükseltiler yarattıkları, dolayısıyla buzların erimesinin güçleştiği bir döneme rastlayabilir. O zaman da dünyayı bir buz tabakası kaplayıverir.

     

    Hayal sanmayın bunları... Bundan 25.000 yıl öncesi için yapılan hesaplara göre, buzullar 35'inci enleme kadar inmişti. Oysa, ondan da 15.000 yıl önce, buzul-arası dönemde, o enlemlerin iklimi tropik altıydı. Kısacası, yeryüzünün iklimi, elli bin yıllık devrelerle çok büyük değişiklikler geçirmekte...

     

    YA METEORLAR?

     

    Diyelim ki, bu doğal afetlerin hiç biri meydana gelmedi. O zaman da, gökyüzü cisimlerinden herhangi birinin yeryüzüne çarpması tehlikesi sürüyor. Dünyaya her gün çarpan meteorların sayısı milyonları bulmakta... İrili-ufaklı bunlar... Kimi atmosfere girerken sür tünmenin etkisiyle parçalanıyor, unufak oluyor. Kimi de (sayıları günde 25) yer kabuğuna ulaşıyor. Yapılan saptamalara göre yeryüzüne zarar verebilecek büyüklükte meteorların sayısı yüzyılda 2 kadar... 1908 yılında çarpan bu tür meteorlardan biri, 1 kilometre çapında, 300 metre derinliğinde bir çukur açmış ve 80 kilometre yarı çapında, bir daire içinde tek canlı bırakmamıştı. Bu büyüklükte bir meteorun yeryüzüne çarpması ihtimali 50 milyonda birdir. Dünyanın yörüngesinde dönerken bir göktaşına çarpması ihtimali, ancak 80 milyon yılda 1 kere gerçekleşebilir. Dünyanın başka gezegenlerle çarpışması ihtimali ise, yerçekimi yasaları vb. nedeniyle sıfırdır.

     

    24 SAATLİK AY

     

    Bilim adamlarının saptamalarına göre, gel-git olayları, dünyayla ay arasındaki ilişkileri er ya da geç etkileyecektir. Şöyle ki, suların sürekli çekilmesi . ve yükselmesi, yörüngesi etrafında dönen dünyanın dönüş hızını frenlemekte, böylece her yüzyılda günler bir saniye uzamaktadır. Dünyanın dönüşündeki bu yavaşlama esas itibariyle ayın etkilerinden kaynaklandığı için, etki-tepki yasalarının işleyişi sonucu, dünyanın yitirdiğini ay kazan makta ve bu uydu ağır ağır dünyadan uzaklaşmaktadır. Bunun sonucunda hem günler, hem aylar uzayacak ve bir kaç milyar yıl sonra "gün" ve "ay" süreleri, bugün kullandığımız "gün" birimi üstünden, 60 günde eşitlenecektir. Bunun sonunda ay artık ne doğacak, ne batacak, dünyanın yalnızca bir cephesinden görülecektir.

     

    Öte yandan, güneş de dünyada suların yükselip alçalmasını sağlamaya başlayacaktır. Güneş gelgitlerinin etkisiyle günler, aylardan uzun duruma gelecek, dünyanın kendi ekseni etrafında dönüş hızı ayın yörüngesindeki dönüşünden daha yavaş olacaktır. Gelgit hareketine uyabilmek için, ay, bu kez de, daha daralan bir yörüngeyle dünyaya yaklaşacak ve dünyayla uydusu birlikte güneşten uzaklaşmaya başlayacaklardır. Birkaç milyar yıl sonunda dünyanın merkeziyle ayın merkezi arasındaki mesafe 150.000 kilometreye inecek, ayın gelgit etkisi de bugünkü düzeyinin 15.000 katına çıkacaktır. Yüzlerce metre yükseklikte dalgalar, saatte 8-10 bin kilometreye yaklaşan hızlarla karaların üstünden geçip gidecekler, sürtün menin etkisiyle de kaynamaya başlayacaklardır. Dünya, bir anda, kaynar sulu bir girdaba dönüşecektir. Yeryüzün deki bu gelgit etkisi artık çok yakınlaşır iş bulunan ay üstünde etkiler yapacak ve ay unufak olacaktır. Bugün bildiğimiz ayın yerini, ay parçalarından olu şan ve dünya çevresinde dönen küçük zerrecikler alacaktır.

     

    Kısacası, ya ay-dünya sistemi kendiliğinden parçalanacak, ya da güneşin beklenen ölümüyle aynı sonuç ortaya çıkacaktır.

  12. ŞAŞIRTICI AÇIKLAMA...

     

    Ünlü Latin ozanı Lucretius (İ.Ö. 95-52) kırk üç yaşında öldüğünde, geriye, "Hiç Bir Şey Kalıcı Değildir" diye başlayan unutulmaz şiirini bırakmıştı. Democritus'un çekirdekçi madde kuramını herkesin anlayabileceği bir dille anlatıyordu dizelerinde...

     

    Evrenin oluşum ve gelişimini, maddenin sürekli değişim içinde olduğunu, yıldızların, güneşin ve dünyanın ergeç öleceğini söylüyordu, şiirsi bir bilimsellikle... Birlikte izleyelim:

     

    Hiç bir şey kalıcı değildir, akar gider. Madde maddeye etki yapar, nesneler böyle büyür, gelişir. Ta ki onları görene, tanıyana, adlarını koyana kadar. Sonra eriyip yok olurlar, tanınmaz olurlar.

     

    Hızlı ya da yavaş hareket eden atomların güneşleri, sistemleri şekillendiricini görürüm. Yepyeni biçimlere girerler gözlerimizin önünde... Sonra, onlarda,öteki maddelerin kaçınılmaz yazgısına kapılırlar.

     

    Ey Dünya! Karalarıyla, denizleriyle, imparatorluklarıyla gezegenimiz... Bütün yıldızlar, bütün sistemler gibi oluşan Dünya... Sen de onlar gibi yok olup gideceksin.

     

    Geçen her saniyeyle birlikte onların yazgısına ortak olacaksın.

     

    SON DEĞİL BAŞLANGIÇ

     

    Evet, Lucretius, doğa kanunlarının kaçınılmaz işleyişi içinde Dünya'nın da ölüme mahkûm olduğunu söylüyordu, ama, çağdaş düşünürler kadar karamsar değildi. Ona göre, nesnelerin ölümü, "son" değil, başlangıçtı. Var oluştaki sürekliliğin, yaşamdaki kesintisizliğin bir ifadesiydi. Aynı şiirinde şöyle yazıyordu:

     

    Bir zamanlar bizi oluşturan tohumlar, ölümle birlikte, kanatlanıp uçarlar.

     

    Kimi toprağa karışır, kimi toz zerrecikleri gibi havalarda dolaşır.

     

    Ama bunlar yitik değil, parçalanmıştır. Unufaktır.

     

    Yaşam sürer gider.

     

    Çünkü ölen madde değildir.

     

    Candır.

     

    Lucretius'un bu dizeleri evrenin tek değişmez yasasını gözler önüne seriyor. Yaşamın milyarlarca yıldır kesintisiz sürdüğü gerçeğini...

     

    Lucretius'un dile getirdiği başka gerçekler de var. Satır aralarını okurken, evreni oluşturan gezegenler, yıldızlar ve yıldız sistemleri içinde insana düşünen yaratıklara özel bir önem verdiğini görüyorsunuz. Sanki çağdaş, bir inancı dile getiriyor. Dünyayı yerle bir edecek "kıyamet" gününden sonra bile bilimin katkılarıyla, insan yaşamının süreceği inancını haykırıyor. Doğru! Hem de çok doğru...

     

    DOĞAL AFETLER VE "KIYAMET"

     

    Dünyanın sonunu getirecek doğal afetlerin neler olabileceği konusunda düşünmeye başlamadan önce, küçük bir soruya yanıt bulmak gerekiyor: İnsanlık, kendisiyle birlikte dünyadaki öteki yaşam biçimlerini yok edebilir mi? Bu sorunun yanıtını insanlığın artan enerji ihtiyacında aramamız gerekiyor.

     

    İnsanların artan ölçüde enerjiye ihtiyaç duydukları, kaynağı ne olursa olsun bu enerjinin kullanılmasının da çevreyi tehdit ettiği bir gerçek... Hem de tartışılmaz bir gerçek... Enerji ihtiyacını karşılamak için kullanılan fosil yakıtlarının havadaki karbon dioksit yoğunluğunu artırdığı, oysa yerküresinin Venüs kadar sıcak (425 santigrad) olmasını önlemek için,yoğunluğun belli bir düzeyin altında tutulması gerektiği biliniyor. Bilim adamlarının birleştikleri nokta, yerküresi ısısının 5-10 derece santigrad yükselmesinin bile ölümcül tehlikeler getireceği yönünde... Yerküresi ısısında meydana gelebilecek böylesi geçici bir yükselmenin bile Kuzey ve Güney kutuplarındaki buzulları çözeceğini, dünyadaki su düzeyinin 100-120 metre yükseleceğini, böylece dünyanın en büyük gökdelenleri dışındaki çok büyük bölümünün sular altında kalacağını söylüyorlar.

     

    İnsanlığı yok edebilecek bir başka "afet" de atom savaşı... Böylesi bir savaşın tarihteki tüm savaşlardan daha yıkıcı olacağı konusunda kimsenin kuşkusu yok... Ama, bunları bir yana bırakalım şimdilik... İnsanın kendi edip kendi bulduğu bu tür afetlerden sağ çıkan kalmayacağı için, üstünde düşünmeye bile gerek yok...

  13. Kıyamet için dinlerin ortak adresi gökyüzü

     

    Semavi olsun olmasın tüm dinlerin ortak noktasıdır 'Kıyamet Günü'. Ve tüm dinlerde, kıyamet alametlerine dair farklı ipuçlarına rastlamak mümkün Üç büyük dinin kitapları; Kuran, Tevrat ve İncil'de, kıyamete ilişkin farklı senaryolar çizilse de hepsinde kıyamet günü için tek bir adres var: Gökyüzü!...

     

    Başlarken

    İnsanlığın varoluşundan bugüne milyonlarca yıl geçti. Gürcistan'daki bir müzede bulunan en eski insan kafatası ise tam 1.8 milyon yıllık. Ancak her başlangıcın bir sonu olduğu gibi insanlığın ve yaşadığımız dünyanın da bir sonu olacak. Bütün dinlerde 'Kıyamet Günü' olarak anılan bu son, ne zaman ve nasıl yaşanacak? Alametleri neler olacak? Kutsal kitapların kıyametle ilgili bölümlerinde neler yazılı? Tüm bu soruları SABAH sizler için sordu, uzmanlar yanıtladı.

     

    İster semavi olsun ister değil, bütün dinlerin ortak noktalarından biri de kıyametin bir gün mutlaka geleceği... Kıyamet konusunda tüm insanları uyaran semavi dinlerin kutsal kitapları, Kuran, İncil ve Tevrat'ta kıyamet günü için gösterilen adres ise aynı; Gökyüzü!.. Kuran, kıyametin yıldızların ışığı giderildiği ve gök yarıldığı zaman kopacağını vurgularken, İncil ise, kıyamet anında güneşin kıldan çul gibi siyah ayın ise kan gibi olacağını ve yıldızların, tıpkı büyük bir yel tarafından sarsılan incir ağacının ham incirleri atması misali yer üzerine düşeceklerinden bahsediyor. Museviler'in kutsal kitabı Tevrat ise kıyametin yine göklerden geleceğini şu sözlerle tasvir ediyor: "Bütün memleketi viran etmek için, Rab ve gazabının silahları uzak bir diyardan, göklerin ucundan geliyorlar."

     

    KIYAMET BİR TUFAN MI?

    Ezoterik yani içsel bir din inanışa sahip ilahiyatçı ve yazarlara göre, kıyamet bir şuurlanma yani silkelenip kendine gelme süreci. Bir anlık bir olgu olmayan kıyamet ezoterik inanca göre tüm dinler gerçek niteliklerini zamanla kaybettiğinden ve aynı zamanda o gerçek nitelikleri görebilecek bilgeler deyetişmez olduğundan ötürü kopacak. Özellikle son din İslam'ın bozulmaya yüz tutması onlara göre kıyametin gerçek habercisi. Uzmanların bakış açısıyla kıyamet senaryoları her ne kadar kıyametin yaşanacağı noktasında bir fikir birliği gösterse de, kıyametin anlamı hususunda ayrılıklar da yok değil. Kimi ilahiyatçı ve yazarlara göre, göklerden gelecek ve dağları pamuk gibi atacak kıyamet aslında bir yok oluş değil; uyumakta olan insanlığın uyanışı anlamına geliyor. Kimilerine göre ise kıyamet gerçek anlamda inanılmaz bir tufan. Kıyamet konusundaki yalın bakış açısı ise kıyametin mutlak adalet için şart olduğu. Yani tüm insanlar hakkında hüküm verilecek bir gün olan kıyamet, haklı ve haksızın ebedi tayini için gerekli.

     

    'VADEDİLEN EN BÜYÜK GÜN'

    'Kıyamet Alametleri' adlı kitabın yazarı Ergun Candan'a göre Kuran-ı Kerim'de vadedilen en büyük gün kıyamet günü. Kıyamet olgusunun batıni bir bakış açısıyla incelediğini belirten Candan, kıyametin, kabul görmüş ezoterik İslam'a göre, ölü anlayışların uyanacağı anlamına geldiğini ifade ediyor. 'Batınilik' kavramına da açıklık getiren Candan, gizli olan şeylerin iç yüzünü bilenler için kullanılan bu tabirin, 'Kuran'daki her ayetin, bir de içsel yorumu bulunduğu' anlamına geldiğini ifade ediyor.

     

    'İNSANLIK KRİTİK BİR EŞİKTE'

    Bütün kutsal kitaplarda insanoğlunun uyumakta olduğunun sembolik bir manada anlatıldığından bahseden Ergun Candan, insanoğlunun dünya üzerinde kapalı bir şuurla ve bir çok bilgiden habersiz olarak yaşamakta olduğunun altını çiziyor. Candan, "Kıyamet; insanların ayağa kalkmaları, onların şuurlanıp bilgilenecekleri anlamını taşımaktadır. Kıyamet deyince bir çok kişinin aklına'toplu yok oluş' geliyor. Bu, kıyamet ile tufanın karıştırıldığını apaçık ortaya çıkarıyor. Neticede benim düşüncem, dünyanın uyanış gününe yani kıyamete doğru hızla ilerliyor olması" diyor. "On binlerce yıldır insanlığın topyekün sürdürdüğü aşağıya iniş ve sonra tekrar çıkış serüveninde çok önemli bir aşamaya gelmiş bulunuyoruz. On binlerce yıl önce planlanmış kozmik bir karar ile insanlık bundan sonra yukarıya çıkışını hızlandıracak çok önemli bir eşiğin önünde bulunmaktadır. Bu eşiğin dinsel terminolojideki adı kıyamettir" diyen Candan, dünya üzerinde yaşayan milyonlarca insanın, görünürde farklı inançlarıyla, bilmedikleri bir hedefe doğu ilerlemekte olduklarını kaydediyor. Bu inançların yani dinlerin ise bu hedefi kıyamet sembolüyle şifrelendirdikten sonra insanlara aktardığını vurgulayan Ergun Candan, bu nedenle kıyametin bütün dinlerde bir son nokta olarak insanların önüne konulduğunu belirtiyor. "Sıradan dindarlar için kıyamet göklerden taşların yağacağı, garip varlıkların ortaya çıkacağı, fırtınaların yeryüzünü birbirine katacağı, tufan halinde yağmurların yağmaya başlayacağı ve afetlerin ardı arkası kesilmeyeceği günlerdir" diyen Candan, 'kıyamet kopunca dünya yerle bir olacak o halde biz kendimizi kurtarmak için Allah'a dua edelim' şeklindeki bir inanışın çok yanlış olduğunu vurguluyor. Candan, bu tarz bir korkuyla insanların bir sürü gibi güdülerek hiç olmadık fikirlere ve batıl inançlara esir edildiklerini dile getiriyor. Candan, "Kıyamet dünyanın yok olup insanların cennet ya da cehenneme sevk edilecekleri günün adı değildir. Böyle bir yanlışın ortaya çıkmasının tek sebebi, kutsal kitapların sembolik bir dile sahip olduğu gerçeğinin göz ardı edilmesidir" diyor.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.