Zıplanacak içerik
View in the app

A better way to browse. Learn more.

Tartışma ve Paylaşımların Merkezi - Türkçe Forum - Turkish Forum / Board / Blog

Ana ekranınızda anlık bildirimler, rozetler ve daha fazlasıyla tam ekran uygulama.

To install this app on iOS and iPadOS
  1. Tap the Share icon in Safari
  2. Scroll the menu and tap Add to Home Screen.
  3. Tap Add in the top-right corner.
To install this app on Android
  1. Tap the 3-dot menu (⋮) in the top-right corner of the browser.
  2. Tap Add to Home screen or Install app.
  3. Confirm by tapping Install.

delifırtına

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

delifırtına tarafından postalanan herşey

  1. Bir adamla bir kadın, bebekler gibi uyumakta. Sabahın üçünde, birden dışarıdan bir gürültü geldi. Kadın, panik içinde yataktan fırlayıp adama doğru bağırdı 'Aman Tanrım, Bu kocam galiba!' Adam da yataktan fırladı, korku içinde ve çıplak, kendini camdan attı, yere yapıştı. Dikenli çalının arasından koşabildiğince hızlı arabasına koştu; Birden aydı, geri dönüp yatak odasına girdi, ve karısına : "A s..tir!!! Senin kocan benim!!!' diye bağırdı. 'Yok yaa ne kaçtın öyleyse?' Ve kavga böyle başladı.......
  2. Bende kurt var ne yapsam kilo alamıyorum!
  3. delifırtına şurada yorum gönderdi delifırtına'nın blog başlığı içinde delikızın türküsü
  4. delifırtına şurada bir blog başlığı gönderdi: delikızın türküsü
    Ve Güz Geldi Ömür Hanım. Ve güz geldi Ömür Hanım. Dünya aydınlık sabahlarını yitiriyor usul usul. İnsanın içini karartan bulutların seferi var göğün maviliğinde. Yağmur ha yağdı ha yağacak. İncecik bir çisenti yokluyor boşluğunu insan yüreğinin. Hüznün bütün koşulları hazır. Nedenini bilmediğim bir keder akıyor damarlarımdan. Kalbimin üstünde binlerce bıçak ağzı, yüzüm ömrümün atlası, düzlükleri bunaltı, yükseklikleri korku, uçurumları yıkıntılarımla dolu bir engebeler atlası. Yaşamak bir can sıkıntısı mıdır Ömür Hanım? Her şeyi iyi yanından görmeyi kim öğretti bize? Acıyı görmeyen insan, umutsuzluğu yaşamayan, iliklerine dek kederin işleyip yaralamadığı bir insan, mutluluktan, umuttan, sevinçten ne anlar? Göğü görmeden, denizi görmeden maviyi anlamaya benzemez mi bu? Bir güz düşünün ki Ömür Hanım, ilkyazı olmamış, yazı yaşanmamış. Böyle bir güzün hüznü hüzün müdür? Başlamanın bir anlamı varsa bitişi göze almak, bitişin bir anlamı varsa başlangıcı olmak değil midir? Yaşamı düz bir çizgide tutmak tükenmektir. Yaşamak zorunda olduğumuz şunca yılı aykırı uçlar arasında gezdirip geçirmedikçe, alışkanlıkların sınırlarını aşmadıkça zaman zaman, yaşamak nasıl yenilik olur tükenmek değil de? Yağmur yağıyor ömür hanım...gökten değil, yüreğimin boşluğundan ömrümün ıssız toprağına...Ve ben sonsuz bir düzlükte bir küçücük bir silik nokta gibi eriyip gidiyorum. Seslensem kim duyar sesimi yalnızlıklar katından? Dönelim...Dönmek yenilmektir biraz da, yarım kalmasıdır çıkışlarımızın, korkaklıktır, alışkanlıkların güvenli küflü kabuklarına sığınmaktır...Olsun dönelim biz yine de. Bilincinde olmadan üstlendiğimiz sorumluluklarımız var. Evlere dönelim, sırtımızın kamburu evlere, cılızlığımızın görkemli korunaklarına, yalnızlığımızın kalelerine dönelim. Ölçüsüz yaşamak bize göre değil Ömür Hanım. Büyürken geniş ufuklarımız olmadı bizim. Küçücük avuçlarımızla sınırlarımızı genişletmek istedikçe yaşamın binlerce engeli yığıldı önümüze. Hangi birini yenebilirdik bunca olanaksızlık içinde. Umutsuzluğu tanıdık, yenilgiyi öğrendik böylece. Yaşama sevinci adına bir tutamağım kalmadı Ömür Hanım. Bir garip boşlukta çiviliyim günlerdir gözbebeklerimden. Sahi nedir yaşamın anlamı? Geriye dönüyorum sık sık yanıt aramak adına, yüreğimin silik izler bırakıp, ağır yükler aldığı zamanın derin denizlerine. Bakıyorum umut karamsarlığın, sevinç acının azıcık soluk almasından başka ne ki? Yaşamsa gerçekle düşün umutsuz bir savaşı, her şeyi içine alan kocaman bir yanılsama değil mi yoksa? Öyle büyük umutlarım olmadı benim, büyük düşlerim, özlemlerim, büyük beklentilerim olmadı. Koşullarım beni oluşturdu ben acılarımı buldum. Herkes gibi yaşasaydım eğer, yaşamı onlar gibi görebilseydim çarşılar yeterdi avutmaya beni. Bir gömlek, bir ayakkabı, bir elbise, bir yemek lokantalarda; televizyon, halı, masa ve daha nice eşya yeterdi yalnızlığı örtmeye, kendimi göstermeye, varolmaya, dar çevre Yitikleri'nde önem kazanmaya... Oysa ben bir akşamüstü oturup turuncu bir yangının eteklerine yüreği avuçlarımda atan bir can yoldaşıyla dünyayı ve kendimi tüketmek isterdim. Öyle bir tüketmek ki, sonucu yepyeni bir ben'e ulaştırırdı beni, kederli dalgınlığımdan her döndüğümde...Bir ben ki tüm ilişkilerin perde arkasını görür de gülerdim sessizce yapay yakınlıklarına insanların. Kim kimi ne kadar anlayabilir Ömür Hanım? Susmak yalnızlığın ana dilidir, ömür Hanım, şiiridir beni konuşmaya zorlama ne olur. Sözün sularını tükettim ben, kaynağını kuruttum. Geriye bir büyük sessizlik kaldı yüreğimde, kalabalıklar, kalabalıklar kadar büyük...Yalnızım Ömür Hanım, geceler boyu akıp giden ırmaklar gibi karanlıklar içre, öyle yitik, öyle üzgün, yalnızım...Sularım toprağa sızıyor bak. Yüzümü geceler örtüyor. Binlerce taş saklanıyor içimde. Kim kimin derinliğini görebilir, hem hangi gözle? Kendilerinden olan tek sözcük yok dillerinde, öyle çok konuşuyorlar ki...Bir söz insanın neresinden doğar dersiniz? Dilinden mi, yüreğinden mi, aklından mı? Düşlerinden mi yoksa gerçeğinden mi? Ve kaç kapıdan geçip yerini bulur bir başka insanda? Yerini bulur mu gerçekten? Sözü yasaklamalı Ömür hanım yasaklamalı...Kimsenin kimseyi anlamadığı bir dünyada söz boşluğu dövmekten başka ne işe yarıyor ki? Olanağı olsa da insanların yürekleri konuşabilseydi dilleri yerine, her şey daha yalansız, daha içten olurdu. Aklı silmeli diyorum insan ilişkilerinden. Yanılıyor muyum? Olsun. Yanıldığımı biliyorum ya... Yeni bir şeyler söyle bana ne olur, yeni bir şeyler. Kurşun aktı kulaklarıma hep aynı sözleri, aynı sesleri duymaktan. Belirsizlik güzeldir, de örneğin, kesinlik çirkin. Sessizlik sesten hele de güncel ve kof her zaman iyidir, düş gücü, iç zenginliği verir insana. Dünyanın usul usul ağaran o puslu sabahları ve günün turuncu tülleriyle örtünen dingin akşamları bu yüzden etkiler bizi, duygulandırır, de. Anlık izlenimler sürekli görünümlerden her zaman daha güçlü, kalıcı ömürlüdür...Alışkanlıklar öldürür güzelliğimizi, bizi değişmek çirkinleştirir de. Kimse düşlerine yetişemez ve kimse geçemez gerçeğini bir adım bile, bu yüzden sıkıntı verir zaman, kısa kalır, sonsuz olur insanın küçücük ömrünün karşısında. İstemenin kuralı yoktur; istemek yaşamın kendiliğinden sonucudur, ne haklı ne haksız, ne yerinde ne yersiz. Biz hepimiz dikenli tellerle sarılıyız, her ilişkide bir parçamız kalır ve bölüne bölüne biteriz de. En büyük hünerimiz kendimize karşı olmak, aykırı yaşamaktır, acı kaynaklarımızı ellerimizle yaratarak... Kıyılarımız duygularımızın boyunda, derinliğimiz aklımızın ölçüsündedir, ufuklarımızsa sisler içinde...O kıyısız gökyüzü nasıl sığar küçücük gözlerimize, bir bardak suya, ağız dil vermez geceye? Ve nedir ki gizi, daraldığımız her yerde bir genişlik duygusu verir içimize. Çözemeyiz de, bu güdük bilinç, bu sığ yürek, bu ezbere yaşamla. Dünya bir testidir, de, Ömür hanım, ömür bir su...Sızar iğne ucu gözeneklerinden zamanın, bir içim serinlik bir yudum mutluluk için. Ve bir gün ölümün balkonundan...dökülür toprağa el içi kadar bir su. Yerde birkaç damla nem bir avuç ıslaklık...Ölümü bilerek nasıl yaşar insan, geride dünyanın kalacağını bilerek nasıl ölür; bilmek bütün acıların anasıdır, de... Sars aklımın cılız ayaklarını, kuşat beni. Değişik şeyler söyle ne olur, yeni bir şeyler söyle. Yıldım ömrümün kalıplarından. Beni duy ve anla. Yağmur dindi Ömür Hanım. Gökyüzü masmavi gülümsedi yine. Doğa aynı oyunu oynuyor bizimle. Umudun ucunu gösteriyor usulca, iyimserliğin ışığını süzüyor mavi atlasından. Ne aldanış! Bulutların rengi mavi-beyaz mıdır, kurşuni-külrengi mi yoksa? Gökyüzünü öpmek isterdim Ömür Hanım, gözlerimle değil dudaklarımla. Yoruldum bulutları kirpiklerimde taşımaktan. Delilik mi dedin? Kim bilir...Belki de yerde sürünmenin bir tepkisidir bu, ya da ne bileyim bilinçsiz bir aykırı olmak duygusu. Gökyüzü de olmak isteyebilirdim değil mi? kim ne diyebilir ki? Kimseler görmedi Ömür Hanım, bu dünyadan ben geçtim. İçimde umudun kırk kilitli sandıkları, elimde bir avuç düş ölüsü yüreğim -içinde senin ve benim ağırlığım- benim olmayan garip bir gülümsemeyle yüzümde, incelik adına ben geçtim...Yerini bulmamış bir içtenlik, yanılmış bir saygı ve bir hüzün eğrisi olarak ilişkilerin gergefinde, ördüm ömrümün dokusunu ilmek ilmek. Beni cam kırıklarıyla anımsasın insanlar, savrulan bir yaprak hüznü ve dağınıklığı ile... Yükümü yanlış bedestanlarla çözdüm. Ezilmiş bir gül hüznü var yüreğimde. Saatlerce dayak yemiş bir sanığın çözülmesi içindeyim. Ürperiyorum. Bir at kestanesi durmadan yaprak döküyor yalnızlığın sokaklarında, örtüyor ömrümün ilk yazını. İçimde bir çocuk, yalın ayak koşuyor yaşlılığa doğru, binlerce kez yenilmiş umut ölülerini çiğneyerek. Sahi yaşlılık, derin bir iç çekiş, yanılmış bir çocukluk olmasın Ömür Hanım? Şükrü Erbaş
  5. Emekli olduğumun ertesi, Sosyal Sigortalar'a gidip muüracaatımı yapayım dedim. Masadaki memure, yaşımı teyit etmek için ehliyetimi istedi. Ceplerimi karıştırdım, cüzdanımı evde bırakmışım!. Kadına dedim ki "Bir koşu eve gidip getirebilirim!". "-Yok canım", dedi kadın , " Gömleğinizi açın lütfen!"... Düğmeleri açtığımda, kıvırcık, kırlaşmış göğüs kıllarıma bakıp, "bu kır renk, benim için kanıt olarak yeterli!" dedi ve müracaatımı aldı. Eve döndüğümde, sigortalarda başıma geleni karımla paylaştım. "Pantolonunu da indireydin keşke!" dedi "maluliyet de bağlarlardı belki!" Ve kavga böyle başladı...
  6. Mezunlar yemeğinde karımla masadayız, Yandaki masada, sarhoş, elindeki kadehi çevirip duran kadına bakakalmışım. Karım sordu, - 'Onu tanıyormusun?' -'Evet,' dedim, 'Eski flörtüm. Duydum ki yıllar önce ayrıldığımızda içmeye başlamış, o zamandan beri kendisini ayık gören yokmuş" 'Hadi canım!' dedi karım, "amma uzun kutlamış!!' Ve kavga böyle başladı...
  7. Cumartesi sabahı, sakin- sakin giyindim, kahvaltımı ettim, köpeği kapıp sessizce garaja geçtim.. Kayığı arabanın üzerine atıp, şelaleye doğru yola çıktıydım ki, baktım fırtına çıktı-çıkacak..., garaja geri döndüm, radyoyu açtım, hava durumu, havanın gün boyu böyle gideceğini söylüyor....Eve geri döndüm, yavaşça soyunup, yatağa süzüldüm.. Uyumakta olan karımın vücuduna arkadan sarılıp, arzu dolu, kulağına fısıldadım, "Dışarıda hava berbat"... 10 yıllık sevgili karım mırıldandı 'Salak kocam bu havada balığa gitti, inanabiliyormusun?' Ve kavga böyle başladı...
  8. delifırtına şurada bir blog başlığı gönderdi: delikızın türküsü
    Bugün ilk kez dinledim bu şarkıyı...Şarkıda klipte sıcacık geldi bana... aşkım destan olur, arzum ferman olur, nerden baksam, zaman, mekan, yalan olan. derdin bende kalır, aklım sende kalır, nerden baksam, zaman, mekan, yalan olan. Aşk sahiden de destan olursa aşktır...diye düşündüm dinleyince...
  9. Öptürmem! Negatif elektrik alıyom ondan ben
  10. delifırtına şurada cevap verdi: arman başlık Forum Oyunları
    Buyurr... yanardağ felan herhalde... yanardağ...
  11. Benimde gülüşüm yok burda Ay nasıl tarif edicem ben şimdi gülüşümü Hani pamuk prenses ve yedi cücelerde ki üvey anne varya,hani aynanın karşısına geçip; "ayna ayna güzel ayna var mı benden güzeli" der ve ayna "en güzel sensin" deyince tiz bir kahkaha savurur...
  12. Eh Dünyalığını yapmış...Ahiret kapıları AÇILABİLİR artık... Allah bilir yine tabi de...
  13. Kurabiye krizim tuttu sıf ondan geldim... Sevginin ardından koşarken kendini unutma. Ne koşması bacaklarımda derman mı var... NOT:yerleri kurabiye kırıntısı yaptım özür dilerim...(süpürge aradım ama bulamadım,insan bi süpürge koyar )
  14. delifırtına şurada bir blog başlığı gönderdi: delikızın türküsü
    GÜZEL ACI ÇEKERDİ BABAM Prof. Dr. Ahmet İNAM Bin dokuz yüz ellilerin sonlarıydı. İstanbul o yıllar tenhaydı. O tenha İstanbul'un tenha bir köyünde otururduk: Çengelköy'de. Şimdi yazlarını bile sonbahar gibi hatırlıyorum. O zamanlar sık sık vapurların yanaştığı iskelesinden denize bakarken gelivermişti kalemimin ucuna: "Nasıl saklarım sonbahar olduğumu?" Oysa o zamanlar on, on bir yaşlarındaydım. Bir anlamda ömrümün ilkbaharında bile değildim. Yaşlı çınarın, eski evlerin, tarih kokan sokakların o çocuk kalbime boşalttığı ıssızlığı zorlukla taşıarak, Boğaz'ın tenha kıyılarında, denizden gelen rüzgârların tazelediği hüznümle yapayalnızdım. Babam, o zamanlar otuzlu yaşlarının sonlarında, bir öğretmen yüzbaşıydı. Yakışıklıydı. İnsanları ürkütmemeye çalışan, kendi halinde, iç dünyasının derinliklerinde hâlâ yıkılmamış düşleriyle gizli, gizi olan bir insandı. Sabah erkenden, evimizden çıkar yürüye yürüye öğretmenlik yaptığı Kuleli Askeri Lisesine giderdi. Ne gibi düşleri olurdu yollarda? Bana gökyüzünden bir yerlerden geldiği için dünyaya hep yabancı kalmaya mahkûm bir insan gibi görünürdü. Atâ Bey diye çağırırlardı babamı, ikinci a harfinin uzun okunması gereken bu adıyla, atâ olan, ihsan olan, bu dünyaya bir bağış olarak düşüvermiş kırılgan bir ruhtu babam. Galiba benden daha yalnızdı. İki yalnızdık babamla, birbirimizle iç dünyalarımız hakkında hiç konuşmadık. Yalnızlıklarımız arasında gizli bir iletişim olduğunu sezerdim. Bu sezgi yalnızlığımı daha da yoğunlaştırırdı. Ben küçük kardeşimle uzun kış geceleri yalnızlıktan üşüyorduk. Sonra bizi halamın yanına Sandıklı'ya gönderdiğinde, değişen mekânla değişmeyen yalnızlığımda babamı düşünürdüm. Ne yapıyordu, bir başına Çengelköyde'ki yağmur yağdığında damı akan o köhne evimizde? O hüzünler kulübesinde? Oralardan tekrar evime döndüğümde, babamın acısını nasıl çektiğini daha bilinçli, daha yakından gözleme olanağım oldu. Altın renginde, çok sevdiği, "Parker" marka, değerli bir dolma kalemi vardı. Önünde hep kâğıtlar olurdu, kaleminin üzerinde sürekli gezindiği. Resimler yapardı, şiirler yazardı. Dünyanın acısına karşı oluşturduğu kalkanlardan biri de bulmacalardı. Sürekli bulmacalar çözer, bitirdiğinde bulmacanın kıyısına kuyruğu uzun bir küçük a harfinden imzasını atardı. Karşısına apansız çıkıveren hayatın muammalarıyla, gazete bulmacalarına sığınarak baş etmeye çalışırdı. Çile, onun dolma kaleminden kâğıtlara akar, akar, akardı. Ağlar mıydı? Anımsamıyorum. İçerdi ama içkinin onu içmesine izin vermezdi. Birilerine dertlerini anlatarak rahatlama yolunu mu seçerdi? Pek konuşkan değildi. Konuşsa da kendini anlatabilir miydi? Acısını gürültü çıkararak yaşamadı hiç. Kendisiyle paylaştı. Acısıyla derinleşti. Güzelleşti. Acılarla yıkanıyordu babamın ruhu. Acı çekmeyi, acıları karşılamayı bilmek elbette bir yaşama ustalığı ister. Bizim ıstırap kültürümüz, mazoşizme, arabeske çok kolay kaydırabilir insanı. Örneğin kendinizi kolayca "acıların çocuğu" olarak görebilir, acılarınızdan zevk almaya başlayabilirsiniz. Babam bunu yapmadı. Abartmadı. Kaçmadı. Acılarını görmezlikten gelmedi. Kendini avutmaya kalkmadı. Acılarını karşılayabildi. Acılarıyla karşılaşabildi. Onları yaşamaktan kaçmadı. Sonuna kadar yaşadı acılarını ve onları zaman içinde tüketti. Bence yiğitçe bir tavırdı bu. Acılarla karşılaşabilmek cesareti, bize kendimizle karşılaşabilme cesareti sağlayabilir. Acılar babamı güzelleştirdi. Acı çekmenin bir estetiği, bir etiği olduğunu onda gördüm. Elbette yanlışları, özürleri olan bir insandı. İnsandı ama. "İçlenmek" bir sanattır, şairin dediği gibi. Acı çekmek de sanattır. İnsan olma sanatının yollarından biridir. Babam ki, ustaydı bu sanatta.
  15. delifırtına şurada cevap verdi: arman başlık Forum Oyunları
    Bilgisayar
  16. Kendin olki seni tanıyabilsinler. Belki ben tanınmak istemiyorum... olamaz mı yani...
  17. delifırtına şurada bir blog başlığı gönderdi: delikızın türküsü
    Yaşamak yürek ister; belki de bu yüzden dünyaya gelenlerin çok azı yaşar. Çoğunluğu yalnızca yaşadığı günü kurtarır, var olmakla yetinir ve kendi varlığı altında ezildikçe ezilir. Değiştiremeyeceği gerçekleri olduğu gibi kabul etmek ve bu değişmezlikten kendine yeni bir yaşam sevinci yaratmak da yürek ister; değiştirebileceğini değiştirmeye çalışmak da. Sanıldığı gibi insanı korkutan; dünya, zorluklar, yaşam koşulları ya da başkaları değildir. İnsan en çok kendisinden korkar; kendi duygularından, kendi güçsüzlüklerinden, kendi zaaflarından, kendi acılarından, kendi coşkularından ürker. Yaşama her dokunuşunda, duygularının alevlenip kendisini yakacağından çekinir. Onun için kaçar yaşamdan, aşktan kaçar, öfkeden, hareketten, sevinçten, kendisinden kaçar. Korku yüzünden yaşanamamış bir yaşamı ellerinde taşımaktan yorularak, kendisine uydurduğu bin bir türlü mazeretle yaşama arkasını dönmeye, gizlenmeye uğraşıp, gizliden gizliye yok olmaya çabalar. Korku kendine acımayı getirir; kendini zavallılaştırmaya baslar yaşamdan korktukça. Yaşamla yüz yüze gelmektense ağır ağır erimeyi tercih eder. Korktukça azalır gücü; korkuyla yaralanan bedeni artık en küçük bir dokunuşta acıyla inler. Her acıda korkusu biraz daha artar ve girdap gibi çeker içine güçsüzlük onu. Kendi korkusuna kalkıp kader der sonra, korkuyu değiştirilmez bir gerçek, alnına yazılmış bir yazgı olarak görür. Yeni bir aşkın düşüncesi bile titretir onu. Kalabalıktan korktuğu kadar yalnızlıktan da korkar. Hayatın hiçbir haline dayanamaz durumlara gelir. Sırtında yaşayamadığı hayatı, önünde yaşanacak günleriyle, kendi geçmişiyle geleceği arasında sıkışır kalır artık. Kendi duygularıyla kuşatılır; döndüğü her yanda bir düşman gibi kendi duyguları çıkar karşısına. Şu yana dönse orada bir mutluluk vardır ama o mutluluğu değil mutluluğun arkasında gölgesi sezilen acıyı görür. Bu yana döndüğünde bir isyanın şevki vardır ama o isyanın çekiciliğini değil o isyan için ödenecek bedelin ağırlığının fark eder. Beri yanında bir aşk bekler onu ama o aşkın arkasından gelebilecek terk edilme ihtimaline diker gözlerini. Her kıpırtıyla örselenebileceğinden çekindiği için kıpırdayamaz bile yerinden; yaşama yaklaşabilmek için bir tek adım bile atmaya yetmez cesareti. Ona sevinci gösterseniz; "ya sonra" diye sorar! Aşkı gösterseniz, gene ayni sorudur onun aklini kurcalayan; "ya sonra"! Öfke, coşku, dostluk, sevişme, başkaldırı, direnme hep aynı soruyu sürükler peşinden; "ya sonra". Bilinmeyen bir "ya sonra" için bilinenlerin hepsini ıskalamayı kabullenir. Ama ne garip, duygularından, yaşanacakların sonrasından korkanlar, acıdan sakınanlar çeker en büyük acıyı. Yaşanmamış bütün duyguları zehirli sarmaşıklar gibi boy atıp ruhlarına dolanır. "Sonrası umurumda bile değil" deyip yaşamla kucak kucağa gelenlerden çok daha fazla yarayı yaşayamadıkları için alırlar. Yakınıp dururlar; çektikleri acılardan söz ederler. Acıyı da çekerler gerçekten ama acıdan korktukları için bunca acıyı çektiklerini görmezler bir türlü. Yaşamanın cesaret istediğini fark edemezler. Onun için çok az insan yaşar; çoğunluk yalnızca gününü kurtarır. Yaşanmamış günlerin altında inleyen çaresiz bir köle gibi yitik bir hayatı taşır güçsüz omuzlarında. Kendi gerçeklerimiz, kendi duygularımızdır bizi böylesine ürküten; çatal diliyle tıslayan bir yılan görmüş tavşan gibi kendi kendimizi hareketsiz bırakan. Ve ne kadar çok korkarsanız, korkunuz o kadar artar. Ne kadar yaşarsanız, cesaretiniz o ölçüde bilenir. Yaşayamıyorsanız eğer, bu başkalarından dolayı değildir. Sizi güçsüzleştiren, sizi çaresizleştiren, sizi isyanlardan alıkoyan, değiştiremeyeceklerinizi kabul etmenize engel olan, değiştirebileceklerinizin üstüne gitmenize izin vermeyen, sizi yaşatmayan, sizin kendi korkularınızdır. YAŞAMAK YÜREK iSTER ÇÜNKÜ. OSCAR WİLDE
  18. Şu başlığı öyle bir hevesle tıkladım ki..Sandım ki karşıma şöyle bir haber çıkacak: Erkeklerin soyu bir yıla kadar tükeniyor... Ama nerdeeeee...
  19. Neler demiyor ki...
  20. Çatlak... Ama bazen hanım hanımcıkta olabiliyorum...
  21. Ay durdurun şunu başım döndüüüüüüüüüüüü... Fıldır fıldır bi sağa bi sola dönüyo bu kız...
  22. Dün bir arkadaşıma rastladım,tam öpmek için uzanıyordum ki... ÖPÜŞMÜYORUZZZZ dedi bana... Yeni moda böyleymiş...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.

Tarayıcı push bildirimlerini yapılandırın

Chrome (Android)
  1. Tap the lock icon next to the address bar.
  2. Tap Permissions → Notifications.
  3. Adjust your preference.
Chrome (Desktop)
  1. Click the padlock icon in the address bar.
  2. Select Site settings.
  3. Find Notifications and adjust your preference.