sardunyam tarafından postalanan herşey
-
Açlık ve Yoksulluk Sınırı Açıklandı
Cari Açık Büyüyor, Türkiye Küçülüyor! Kozmik Bilinç AKP hükümeti, üniversiteleri kara çarşaflarla, ülke gündemini de beyaz çarşaflarla örtmeye, ülkenin gerçek çözüm bekleyen sorunlarının üzerini bir şekilde kapatmaya devam ederken, ülkemiz ekonomisinin en ciddi sorunlarından biri olan cari açık her yıl büyümeye devam ediyor. Türkiye'nin cari işlemler açığı %18 artış göstererek 38 milyar dolara ulaştı sevgili okurlar. Bu rakamla birlikte Türkiye, cari açıkta yeni bir rekora daha imza atmış oldu. Gelin önce ntvmsnbc'nin konuyla ilgili haberine bir göz atalım: Ekonominin en önemli sorunlarından biri olarak gösterilen cari işlemler açığı 2007’de yükselişini sürdürdü ve yeni bir rekor düzeye çıktı. Merkez Bankası verilerine göre, cari açık geçen yıl yüzde 18 artışla 38 milyar dolara yükseldi. Cari açık Aralık ayında ise hızlı bir yükseliş kaydetti. Aralık’ta açık yüzde 71.7 artarak 5.1 milyar dolara çıktı. Beklenti açığın 4.3 milyar dolar düzeyinde olması yönündeydi. 2007 yılında ödemeler dengesi tablosundaki dış ticaret dengesi, bir önceki yılın aynı dönemine oranla yüzde 14.9 artarak 47.5 milyar dolar açık verdi. Reuters’a konuşan Finansbank ekonomisti İnan Demir, cari açığın aylık bazda ilk kez 5 milyar doların üzerine çıktığını belirterek, “İleriye baktığımızda önemli bir dış şok olmadığı takdirde cari işlemler açığının değerli lira, toparlanan iç talep ve artan emtia fiyatları nedeniyle daha da artmasını bekliyoruz. Bu yıl sonunda cari açığın 45 milyar doların biraz üzerinde olmasını bekliyoruz” dedi. kaynak:ntvmsnbc.com Görüldüğü gibi ülkemiz ekonomisi günden güne yara almaya devam ediyor. AKP'nin günübirlik üretilen ve uygulanan ekonomi politikaları, bırakın cari açığın önüne geçmeyi daha da büyümesine neden oluyor. Cari açıktaki bu artış ülkemizi yabancı sermayeye daha fazla muhtaç ediyor. Bir başka değişle, dışa bağımlılığımız artıyor. Toplum olarak üretimi bir kenara ittikçe ve sürekli tüketmeye devam ettikçe, gelecek nesillere miras olarak sadece sonu gelmeyen dış borçlar bırakacağımızın altını çizmek istiyorum. Konu ekonomi olduğu için ve doğal olarak tüm sektörleri ilgilendirdiği için ufak ufak ayrıntılara girmek istemiyorum. Ancak son dönemde farklı sektörlere mensup uzmanlar, meslek odaları, dernekler, ve diğer sivil toplum örgütleri, kendi sektörlerine ilişkin sıkıntılarını yüksek sesle dile getirmeye başladılar. Hükümetimiz üretime yatırım yapmak yerine sürekli tüketimi teşvik eden politikalara çanak tutuyor adeta. Üretemediğimiz için sürekli dışarıdan almak zorunda kalıyoruz ve bunun sonucu olarak ekonomimiz sürekli açık veriyor. Bu açık da ya dış borçlarla ya da bilinçsiz özelleştirme politikalarıyla kapatılmaya çalışılıyor. Özelleştirme ile devlete ait Türk Telekom gibi çok önemli ve konum itibariyle kritik kurumların yönetimi yabancıların eline geçiyor. Hem mecliste oturan insanlar hem de toplum olarak bizler, bu kafayla gittiğimiz sürece ülkemiz ekonomisini çıkmaz bir batağa doğru sürüklüyoruz. Biran evvel durumun farkına varmalı ve herşeyden önce kendi çocuklarımızın menfaati için üretime yönelik çalışmalar yapmalı ve dışa bağımlılığımızı azaltacak oranda üretmeye başlamalıyız. ********* Babalar gibi satan adamlara sormak lazım sattıklarının parasını ne yaptılar? Dış borç neden azalmadı? Yeni yatırımlar neden yapılmadı? Satılanların yerine ne konuldu? Akp hükümeti göreve başladığında cari açık neydi şimdi ne oldu? Neden oldu, nasıl oldu? Çirkin Batı’nın kendi dışındaki, sömürmek istediği ülkelere karşı kullandığı altı silahı olduğunu biliyoruz: Serbest ticaret, borçlandırma, özelleştirme, yabancı sermaye, toprak sattırma, azınlık sorunu yaratma... Bunlardan biri görüldüğü gibi hedef ülkeyi borçlandırmaktır. Pek çok sakıncasına rağmen, “Ak” Parti Hükümeti de bu tuzağın içinde ve dış borçlanmayı sürdürmekte de kararlı… Türkiye’nin toplam dış borç stoku AKP’nin iktidara getirildiği 2002 sonunda 130 milyar Dolardı. Dış borçlar bu partinin iktidar döneminde yüzde 70’ten fazla artarak, 2006’da 208 milyar Dolara; 2007 ikinci çeyreğinde ise, 226 milyar Dolara tırmanmış bulunuyordu. Bu, tam bir dış borç patlaması! Böylece AKP yoksulluktan soluğu kesilmiş Türk halkının sırtına fazladan 96 milyar Dolar daha dış borç yüklemiş oluyordu. AKP ve yandaşları bu tespite hemen itiraz ediyor: “Efendim, dış borç artışının büyük kısmı özel sektöre ait”. Nitekim Bakan Ali Babacan da “Özel sektörün dış borcu kamunun borcu değildir. Türkiye'nin esas borcu, kamu net borç stokudur” demiş. Eğer Türkiye’nin iç borçlanması, dış borçlanmaya bağlı olarak artmasaydı, Babacan’ın dediği kabul edilebilirdi. Oysa -aşağıda göreceğiz- artmıştır, öyleyse dediği doğru değildir. Kaldı ki, doğru kabul edilse bile itirazım var: Özel sektöre bu tehlikeli yolu açık tutan, hattâ onu teşvik eden AKP’dir. Bu paraları yüksek faiz ödeyerek borçlanıp bu sefer de iç borçları kabartan da AKP’dir; sonuçta yoksul Türk halkını -yabancılara soydurduğu yetmezmiş gibi- “dahilî bedhahlar”a soyduran da AKP’dir. Ben bu savlarımı elbette havada bırakacak değilim, aşağıda kanıtlar sunacağım. Gerekli istatistik verileri, çoğunlukla T.C. Başbakanlık Hazine Müsteşarlığı’nın WEB sayfasından aldım. I) ÖZEL DIŞ BORÇLAR Özel dış borçlardaki görülmemiş artış, “Ak” Parti iktidarının (2002-2007) yarattığı en dikkat çekici eğilimlerden biri… Kimilerine göre özel sektör borçları, “ekonominin yeni yumuşak karnı haline gelmiş” bulunuyor. Özel kesimin dış borçları AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılı sonunda sadece 43 milyar Dolardı (Bkz: Tablo 1). Sonraki beş yılda ise âdeta patladı: Kamu ve TCMB borçları aşağı yukarı yerinde sayarken, özel sektörünki muazzam bir sıçrama yaptı: 2006’da 121 milyar Dolara, 2007 ikinci çeyreğinde 139 milyar Dolara fırladı; artış 96 milyar Dolar, yüzde 200’den fazla! Doğal olarak özel sektörün, toplam dış borç stokundaki payı da yüzde 34’ten yüzde 60’a tırmandı. 139 milyar Dolarlık borç stokunun 50 milyar Doları finans kesimine, 89 milyar Doları diğer şirketlere ait bulunuyor. Tablo 1: Dış Borçların Sektörel Dağılımı (Milyar Dolar olarak) 1999 2002 2007 Q2 Kamu 42 65 72 TCMB 11 22 15 Özel 50 43 139 Toplam 103 130 227 Q2 : İkinci üç aylık veri Peki neden? Özel dış borç stoku neden “Ak” Parti döneminde böylesine coştu? Ne oldu, ne değişti de böylesine keskin bir rota değişikliğine sahne oldu Türkiye ekonomisi? Bu olayın en yaygın ve makul görünen açıklaması şöyle: Türkiye’de bir kısım özel girişimci, sözde “iş adamı” kolay ve havadan para kazanma peşinde… Üretmiyor, rantiyecilik yapıyor, oturduğu yerde cebini doldurmaya bakıyor. Nasıl? Yaptığı şu: Dışardan düşük faizle kaynak sağlıyor. Yabancıdan borçlandığı dövizleri YTL’ye çevirip, devlete yüksek faizle borç veriyor. Dış krediye ödediği faizle, Türk halkının sırtından aldığı faiz arasındaki farkı cebine indiriyor. Görüyor musun sevgili okur, “aklık” iddiasında olan “Ak” Parti kimleri zengin ediyor, kimlere para cennetlerinin kapılarını açıyor? Sömürüp semirmekten başka bir kaygısı olmayan TÜSİAD ve onun gibiler böyle bir iktidarın gitmesini ister mi hiç? Bu takımdan bazıları boşuna mı dünyanın Dolar milyarderleri arasına katıldı? II) KAMU İÇ BORÇ STOKU A) Eğer yukarıda açıkladığım tertip gerçek ise, kamunun dış borçları bir yandan yavaşlarken -ki yavaşladığını yukarda gördük- bir yandan da kamunun iç borçlanmasının ve iç borç faiz ödemelerinin artması gerekir. Acaba öyle mi oldu? Araştıralım: 1 ) Önce, kamunun iç borçlanması arttı mı? Yanıt için yeniden reel verilere, istatistiklere dönüyoruz: Türkiye’nin kamu toplam iç borç stoku AKP’nin iktidar koltuğuna oturtulduğu 2002 sonunda 150 milyar YTL düzeyinde idi. Geçen 5 yıl içinde borçlanma tam 103 milyar YTL, yani yüzde 70 oranında artıyor ve 2007 ikinci çeyreğinde 253 milyar YTL’ye yükseliyor. Nedir bunun anlamı? Elbette, reel verilerin savımızı doğrulamış olması: AKP dış borçlanmayı yavaşlatmış, buna karşılık iç borçlanmaya ağırlık vermiş! 2 ) İç borç faiz ödemelerine gelince, bu akımla ilgili istatistikler de savımızı destekler nitelikte. Şöyle ki, faiz ödemelerinin AKP döneminde yüksek düzeyini muhafaza ettiğini, hattâ 2 milyar YTL (2 katrilyon TL) arttığını görüyoruz: Faiz ödemeleri 2002’de 44 milyar YTL, 2005’de 39 milyar YTL, 2006’da ise 46 milyar YTL... Yükseliş daha önce başlamış, AKP hükümeti zamanında ivme kazanmıştır. AKP’nin yaptığı iç borçlanma, gelecek yıllardaki faiz ödemelerini, yani iç soygunu çok daha yüksek düzeylere taşıyacaktır. B ) Şimdi şu soruyu yanıtlayabiliriz: İç borçlarımız neden arttı? Sorunun yanıtı doğal olarak özel sektörün “dış borçlanma coşkusu”yla bağlantılı olmak zorunda: “AKP kendini iktidara getiren ve orada tutan güçlü kesimlere Türkiye’nin fonlarını hortumlatıyor”. Türkiye’nin yıllardır kanını emen bu kesimlere, oturdukları yerde milyarlarca YTL havadan ödeme yaptırtıyor. Hükümet nispeten düşük faizli dış borçlanmadan elini çekerek, pahalı iç borca yönelmiş bulunuyor, bir bakıma dış borçlanmayı da özelleştirmiş oluyor. E. Cemil Tarhan bu “soygun”uşöyle formüle etmiş: · Dışardan %2,5 faizle para al. · Bunu 7 katına %17,6 faizle devlete sat. · Aradaki farkı cebe indir. Net kâr yıllık %15, kemiksiz, kılçıksız. · Dört yılda 60 milyar $ cepte. Teorik olarak bu -kolayca kabul edileceği gibi- yanlış bir borç yönetimidir. Nitekim bir kaynağa göre hükümet 2006 yılında 174 milyar Dolarlık iç borçlanmaya 30 milyar Dolar faiz ödedi; buna karşılık 191 milyar Dolarlık dış borçlanmaya ödenen faiz sadece 5 milyar Dolardı. Bir kez daha sormadan edemiyorum, sevgili okur: Halkımızın, AKP ile yerli rantiyeler tarafından soyulmasının eriştiği korkunç boyutu görüyor musun? Bir kısım özel sektör -USİAD ve benzerlerini tenzih ederim- aldığı dış kredileri Türkiye’nin kalkınmasında, tarımın, sanayi ve hizmetlerin geliştirilmesinde kullanmıyor. Rahat, aşağılık ve onursuz bir yolu seçiyor: Tefecilik yapıyor, kredileri hoyratça yönetilen devletimize borç vermekte kullanıyor. Oysa devlet demek, millet demektir. Demek ki aslında kendi halkına borç para veriyor; kendi halkından, parmağını kıpırdatmadan, oturduğu yerden yüksek faiz gelirleri koparmak için. Bütün bu haksız ödemeler bilindiği gibi halkımızdan toplanan vergilerden yapılıyor. Ne Merkez Bankası’nın, ne Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu'nun uyarıları fayda ediyor: Paraya, dünya malına doymuyor bu şahıslar. Bir kaynağa göre Devlet’in, yani Türk Milleti’nin, bu hamiyetsiz kişiler yüzünden, sadece faiz yüzünden uğradığı zarar 4 yılda 60 milyar Doları buluyor. Kısacası, AKP refah artışını yoksul halktan esirgeyip rantçı milliyetsizlere aktarıyor. Ve aynı halkımız, uğradığı bu korkunç haksızlığın, bu korkunç ihanetin farkında bile değil. Yoksa böyle bir iktidara %47 gibi bir destekle bir 4 yıl için daha iktidar yolunu açar mıydı? Kimdir peki bunun sorumlusu? Elbette halk değil! Bunun sorumlusu halkın parasıyla adam olup, acı gerçekleri halka götürmeyen, halkı aydınlatmayan, uyarmayan vefasız aydınlardır. SONUÇ Ulaştığım başlıca sonuçları aşağıda sıralıyorum: 1 ) Birinci olarak, en başta sorduğumuz soruyu yanıtlamış, özel sektörün dış borçlanma coşkusunun sır perdesini aralamış bulunuyoruz. Bir kısım özel sektör -USİAD ve benzerlerini tenzih ederim- “carry trade” yaparak kendi yoksul halkını soymaya bakıyor. AKP yabancı rantçıların yanı sıra yerli rantçıları da paraya boğuyor. 2 ) İkinci olarak özel dış borçların aşırı ölçüde artmasının bir diğer olumsuz yönünü vurgulamalıyız. Bu sakınca sektörün ciddi boyutta kur riski altına girmiş olmasıdır. İSO Başkanı Tanıl Küçük’ün ifadesiyle özel sektör “dünya piyasalarındaki hareketlerin keskin bir hal alması, sürekli dalgalanmaya dönüşmesi ve kurlarda büyük sıçramalar olması halinde büyük sıkıntı yaşayabilecektir.” 3 ) Üçüncü sonuç devletin, özel dış borçlardan sorumlu olup olmadığı hususuyla ilgilidir. 2001 krizinde yaşandı: Olası bir ekonomik kriz durumunda özel dış borç ödemeleri aksayınca devlet “bu beni ilgilendirmez, bu borç benim değil” diyemeyecektir. Özel sektör aldığı dış kredilere devlet kâğıtlarını teminat olarak veriyor. Kur riski dışında, ödemeler hazine garantili. Son tahlilde ise özel sektörün borcunu -geçmiş krizlerde olduğu gibi- yine yoksul halkımız ödeyecektir. 4 ) Dördüncüsü, incelememin en dramatik sonucudur: Halkımızın bu acı gerçeklerden habersiz olması! Son seçimde AKP’ye %47 gibi çok yüksek bir oy desteği sağlaması bunu gösteriyor. Bu noktadan hareketle de demokrasi rejimine ilişkin bir değerlendirme yapabiliyoruz: Türkiye’deki uygulamasıyla demokrasi halkın lehine sonuçlar vermemekte, hattâ onun son derecede aleyhine eylemlere imkân tanımaktadır. Dolayısıyla bugünkü rejimimizi gerçek bir demokrasi uygulaması olarak göremeyiz. Bir şahsiyetin haklı olarak dediği gibi, halkın iradesini saptıran demokrasi, demokrasi değildir. Bir halk kendisini fakirleştiren böyle gelir transferlerine evet diyebilir mi? 5 ) En şaşırtıcı sonucu ise sona sakladım: AKP ve onun özelleştirme hastası Maliye Bakanı dış borçlanmayı da el altından çoktan özelleştirmiş de haberimiz yokmuş.
-
dam üstünde saksağan vur beline kazmayı topici
Hz. Muhammed ile Atatürk'ü ayırt edemiyorsunuz DENİZLİ Belediye Başkanı AKP'li Nihat Zeybekci, partisinin İl Danışma Meclisi'ndeki toplantısında yerel seçimde belediye başkanlığına kapıdaki görevliyi bile gösterseler CHP adayını hezimete uğratacağını ileri sürdü. Zeybekci CHP'yi eleştirirken, "Millet, Hz. Muhammed ile Atatürk'ü ayırt edemediğinizi görüyor. Biz din üzerine siyaset yapmadık, yapmayacağız" dedi. Denizli'de AKP'nin cumartesi günü yapılan temmuz ayı İl Danışma Meclis toplantısına AKP milletvekilleri Mehmet Salih Erdoğan ve Mehmet Yüksel ile Denizli Belediye Başkanı AKP'li Nihat Zeybekci, AKP İl Başkanı Bilal Uçar, belediye başkanları, il genel meclisi üyeleri ve çok sayıda partili katıldı. Toplantının açılış konuşmasını yapan Belediye Başkan Zeybekci, kendisine ihtiyacının kalmadığına kanaat getirdiğinde, parti büyüklerinden ve halktan müsaade isteyeceğini söyledi. Kendisinin aday olmayacağı haberleri karşısında CHP'lilerin kendilerine gün doğduğunu düşündüklerini ileri süren Zeybekci, şöyle dedi: "Onlar, başkan gidiyor, bize gün doğdu diye düşündüler. Ancak yanılıyorlar. Seçimlerde ben veya bir başkasının aday olması önemli değil. Milletimiz AKP'yi tanıyor. Karşılarına belediye başkan adayı olarak, kapıda duran görevlimizi çıkarsak, o bile onları hezimete uğratır. Denizli'de belediye başkanlığını alacağız diye hiç heveslenmesinler." Siyaseti temiz tutmak zorunda olduklarını belirten Zeybekci, CHP'ye eleştirilerini, "Millet sizin ne olduğunuzu biliyor. Milletin değerleriyle ilgili ne düşündüğünüzü biliyor. Millet, Hz. Muhammed ile Atatürk'ü ayırt edemediğinizi görüyor. Biz din üzerine siyaset yapmadık, yapmayacağız" ifadelyeriyle sürdürdü. Başkan Nihat Zeybekci, CHP İl Başkanı Ali Kavak'ın "Atatürk Anıtı'nda bulunan atın cinsel organını belediye kestirdi" iddiasını hatırlatarak, "Onlar Atatürk'ün yüzüne bakmaya utandıkları için atına bakıyorlar. Denizli Belediyesi'nin AKP dönemindeki yaptıkları hizmetlere onların hayalleri bile yetmez" diye konuştu. AKP İl Başkanı Bilal Uçar da, Denizli Belediyesi'nin yaptığı yol ve kavşaklardan muhalefetin rahatsızlık duyduğunu öne sürerek, "Bu nasıl bir zihniyettir. Yol medeniyettir. Onların medeniyet anlayışı bu kadar. CHP İl Başkanı Kavak, `Belediyenin orda ne işi var' diyor. Bunlara alternatif bir şey yapamayınca iftira ve karalama çabasına giriyorlar" dedi. Bilal Uçar, Belediye Başkanı Nihat Zeybekci'nin yerel seçimlerde aday olup olmayacağı haberleriyle ilgili muhalefetin `Kaçmasın, sandıkta hesap versin' açıklamalarını hatırlatarak, "Şu an Nihat Zeybekci'nin karşısına çıkacak adayları bile yok. Başkan Zeybekci'nin karşısına aday bile çıkaramayacaklar. Bu birlik ve beraberlikle yerel seçimleri kazanacağız" diye konuştu. AKP Denizli Milletvekili Mehmet Yüksel ise AKP'nin 24 saat teyakkuz halinde çalıştığını söyleyerek, "Ülkeyi karış karış geziyoruz. Böyle bir çalışma hiçbir partide yok, olması da mümkün değil. Belediye Başkanı Nihat Zeybekci, ne yaparsa yapsın rakiplerimiz görmezden geliyor" diye yakındı. Konuşmaların ardından AKP'nin `Siyaset Akademisi'ni başarıyla bitiren 105 kişi sertifikalarını aldı.
-
Derinler Harekete Güngörenden Başladı.
Türkiye'de ilk 'iki bombalı' saldırı... PKK üstlenmedi İstanbul Güngören'de "iki bomba" kullanılarak gerçekleştirilen patlamaların, Türkiye'de ilk defa yapıldığı belirtilirken, bu eylem türünün daha önce İsrail'de yapılan saldırılara benzerliği dikkati çekti. Saldırıların PKK tarafından yapıldığı şüphelerine karşın, örgüt üstlenmedi. İki bomba kullanılarak gerçekleştirilen saldırıların, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin, (TSK) PKK'ya karşı son haftalarda Güneydoğu Anadolu'da ve Kuzey Irak'ta yürüttüğü etkili kara ve hava harekâtlarına misilleme amacıyla yapıldığı iddia edildi. Örgüte büyük zayiat verdiren bu harekâtlara karşın, PKK saldırıları üstlenmedi. Örgüte yakın bir kaynağın, PKK'nın Kandil Dağı'ndaki üst düzey bir yöneticisinden aktardığı bilgiye göre; örgüt saldırıyı "Bizimle ilgisi yok" diyerek reddetti. İki bomba kullanılarak meydana gelen patlamanın, PKK tarafından daha önce büyük kentlerde gerçekleştirilen bombalı saldırılarla benzerlik göstermediği de belirtildi. İsrail'dekilere benzer Saldırının önce bir ses bombası, ardından asıl bombanın patlatılarak gerçekleştirilmesi, İsrail'de gerçekleştirilen bombalı saldırıları anımsattı. Bu tür saldırılar daha önce, Filistinli örgütler tarafından İsrail'e, İsrail tarafından ise Filistin ve Lübnan'a karşı gerçekleştirilen eylemlerle parallellik gösterdi. Böylesi bir eylemin, profesyonelce hazırlandığı belirtilirken, saldırının El Kaide tarafından yapılmış olma ihtimalinin yanı sıra, PKK'nın TSK'nın saldırılarına misilleme amacıyla gerçekleştirdiği yeni bir eylem türü olma olasılığı üzerinde de duruldu.
-
İnançtaki "Madde" çıkmazı...
Psikoloji ruhları inceler ancak bilimsel anlamda açıklarsak insanın iç dünyasını, düşünce dünyasını, gizlediklerinden, yaşadıklarından kaynaklanan sorunları inceleyen bilim dalı değil midir? Ruhları inceler derken "medyumvari" bir tarz kasdediliyorsa bu elbette hiç bilimsel olmaz... Psikoloji bilimi ile ilgilenenler için "ruh" başka bir şey ifade ediyor... İlahi bir anlam içermiyor bunu belirtmek gerekir... Ancak bir itirafta bulunmam gerek ben "yeni fikirlere ve yeniliklere açık olmak gerek" sözümü sadece başlık için kullandım, arkadaşın ve senin yazını okumamıştım... AAA bu yeni bir fikirdir doğru olabilir de denebilir ayrıca, bunda şaşılacak ne var Tengeriin Boşig, mantıklı olanı dini açıdan değerlendirirsek farklı, bilimsel açıdan değerlendirirsek farklı manalar çıkar... Ama hayat bana birşey öğrettiyse bazen çok uçuk gelen fikirler sonradan mantıklı bulunabiliyor...
-
İnançtaki "Madde" çıkmazı...
Yeni fikirler ve yeni yorumlara açık olmak lazım tekrar ediyorum... yani söylemek istediğim fikrin mantıklılığı ya da mantıksızlığı öncelikle önemli değil bence sonuç itibarıyla "mantık" dediğimiz şey çok göreceli, sana göre mantıklı olan bir başkasının mantığına ters gelebiliyor... mantıktan önce bilgi gerekiyor... bir şey hakkında fikir yürütenin o konu hakkında bilgi sahibi olması gerekmiyor mu, fikri olmadan neyin mantığını yürüteceğini onu dinledikten sonra anlayabiliriz... Maddenin yapısını bilmeyen için maddenin pek çok özelliği mantıksız bulunabilir... Bu bütün fikirler ve bütün insanlar için geçerli olmalı, evren sürekli bir yenilenme üzerinde dönüp durmakta, ancak dışarıdan baktığında bu değişimi görmek pek mümkün olmuyor düşüncede bunun gibi bilgide öyle her gün yeni şeyler ekleniyor o yüzden yenilere açık olmak lazım dedim... o arkadaş içinde geçerli bu düşünce...
-
DARBELERLE/DARBECİLERLE HESAPLAŞMAK VEYA
sevgili kaplan200 ne çabuk unutuyorsun cezaevinden alınıp alkışlarla, sloganlarla, terörist başının posterleri ile karşılanan teröristler doğru Ankara'ya TBMM'ye sokuldu... Abdullah Öcalan liderimizdir diyenler mecliste... Unutmadığını elbette biliyorum, seninde en az benim kadar kanına dokunduğunu biliyorum. Ama işte asıl olup bitmekte olan Türkiye'nin parçalanma sürecinin hızlandırılmasıdır... Ergenekon Operasyonu dedikleri şey Atatürk Milliyetçilerinin ve Cumhuriyetçilerin bu ülkeden tasfiye edilmesinden başka birşey değildir... Asimile edilmek istenenler, karalananlar, leke çalınmak istenenler, antiemperyalist ulusalcılardır... Yani bize kıyıyorlar ve dünya seyrediyor, neyle mi kıyıyorlar DEMOKRASİ İLE...
-
Hukukun Dışına Çıkamayan Paşaları Hukuk İçine Aldı.
Halkı hükümete karşı silahlı isyana teşvik: Bunun ardında ne var aslında biliyormusunuz? Bunların iddianamesine göre: Nasıl İlhan Selçuk kendi gazetesini bombalatıyorsa Atatürkçü düşünce derneği başkanı emekli org. Şener Eruygur ve em. org. Hurşit Tolon nasıl darbe yapmaya çalışıyorsa hemde TSK'ya rağmen Danıştay'ı öldüren avukat katil o günlerde bunu neden yaptığı sorulduğunda "inançlarım gereği, türban düşmanlarına hesap sordum" demesine karşın şimdi onuda Ergenekon operasyonuna ekledikleri gibi Ülkemizde meydana gelmiş bütün faili meçhul cinayetlerden Ergenekon Çetesi sorumludur denmesi gibi Belkide Sivas Katliyamınıda onlar yapmıştır demedikleri kalmış gibi Türk Bayrakları ile miting yapanların terör örgütü mensubu olarak gösterilmesi gibi pkk, hizbullah gibi *** terör örgütleri ile Ulusalcı, Atatürkçü, Milliyetçi insanları işbirlikçi gösterdikleri gibi şimdi bundan sonra ki mitinglerde halk yine kendi kendini bombalayacaktır. !!! olası her türlü terörist eylemden sorumlu olarak gösterdikleri Ne Mutlu Türk'üm diyen herkes... o bakımdan dikkat edin arkadaşlar kendinize suiskast planlıyor olabilirsiniz...
-
Atatürk...
Emperyalizmin hedefindeki 1 numaralı komutan Ümraniye'de bir gecekonduya yapılan baskında bir kısım bomba bulunur. Evin sahibi bombaların bir emekli astsubaya ait olduğunu söyler. Emekli astsubay Oktay Yıldırım tutuklanır. Gerçi bombalar o evde yokken bulunmuştur kendisi redetmektedir ama olsun bir tanık vardır.Astsubay'ın emekli Yüzbaşı Muzaffer Tekin'le bağlantısı vardır. (Muzaffer Tekin'le birlikte fotoğrafları yeterli kanıttır.) O nedenle Muzaffer Tekin de tutuklanır. Emekli Yüzbaşı Muzaffer Tekin'in bir miting sırasında emekli Tuğgeneral Veli Küçük'le fotoğrafı bulunur. Veli Küçük de tutuklanır. Emekli Orgeneraller Hurşit Tolon ve Şener Eruygur'un da Cumhuriyet mitinginde bu isimlerle birlikte fotoğrafı vardır. (Gerçi daha bir kaç milyon vatandaş da bu mitinglere katılmıştır ama olsun. Savcımız şimdilik onlara soruşturma açmamıştır!) Tüm bu emekli askerler Türk Ordusu'nda görev yapmıştır demek ki suçlu Türk Ordusu'dur. (Bunun için de dosyaya bu isimlerin askerlik dönemlerindeki yemin töreni resimleri konabilir.) Peki bu kadar suçlunun görev yaptığı Türk Ordusu'nu kim kurmuştur: Atatürk. (Buraya Atatürk'ün bir fotoğrafı) Gördünüz mü nasıl da ulaştık 1 numaraya! bana bir şimşek çak ortalık fena karanlık yüreğim örtülüyor ağır bir dalgınlığa genişliyorum durmadan değişen o mevsimde dağlarda kalın omuz omuza bulutlar çok fena kalabalık ellerim çıplak bana bir şimşek çak kötü bir tuzaktayım bilmem ne yapsak aklımda fikrimde onlar yaşlı ve genç erkek ve kadın korkularıma tutsak bana bir şimşek çak içim içime sığmıyor artık vahim bir çağrışımdan daha vahimine atlamaktayım bana bir şimşek çak çok yanlış anlaşılmaktayım hesabım yanlış bir mahkemede görülüyor içimdeki zemberek boşandı boşanacak yaşamak mı gerek yoksa unutmak mı şaşırmaktayım Attila İlhan Ergenekon'un hedefi Türk Ordusu Ergenekon iddianamesi mahkemeye sunuldu ve eğer mahkeme tarafından da kabul edilirse Ergenekon yargılaması başlayacak. Ve başlayan bu dava Türkiye tarihinin en önemli siyasi davası olacak. İddianamenin içeriğini henüz bilemiyoruz ancak şimdiden çok net bir şekilde gözüken şey, bu davada tutuklu bulunan ya da tutuksuz yargılanacak zanlılar değil, Türk Ordusu ve Atatürkçülük yargılanacak. İngiliz Economist dergisi 'Dar Kemalist gömlek artık bu modern ülkeye uymuyor' yorumunu yaptığı yazıyla aslında Ergenekon iddianamesinin temel savını da özetlemiş oluyor. Ve yazıda devamla ulaşılmak istenen asıl nokta da çok net bir şekilde anlatılıyor: 'Anadolu'nun eski günlerde daha az İslami görünmesinin en büyük nedenlerinden biri büyük ve canlı bir Hıristiyan topluluğa sahip olmasıdır. Ancak bu demografik denge 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başında Ermeni ve Rumların topluca katledilmeleri ve sürülmeleri sonucunda vahşice tepetaklak edildi. Mesela Anadolu'nun kuzeyinde yer alan Tokat'ta 1915'ten önce Ermeniler nüfusun yaklaşık üçte birini oluşturuyordu. Bugün ise bir zamanlar burada yaşayan Ermeni topluluğunu anımsatan terk edilen, tek şey üzerinde otlar bürümüş ve hazine avcısı yerel halk tarafından talan edilmiş bir mezarlık.' Yazı emperyalistlerin 1923'te yıkılan hayallerini çok özlü bir şekilde açıklamakla kalmıyor aynı zamanda emperyalizmin bugün için kurduğu hayali de gösteriyor: Kemalizm'den arındırılmış ve Hırıstiyan azınlıkların topraklarını geri aldıkları bir 'modern Türkiye'! 'Modern Türkiye' dedikleri ise Sevr'de tarif edilen 'Türkiye'. Sevr ile Ergenekon arasındaki yakın ilişki, bugün içinde bulunduğumuz tehlikenin boyutlarını anlamak açısından son derece önemlidir. Emperyalizmin Türksüz bir 'modern Türkiye' yaratmasının önündeki engel dün de Türk Ordusu'ydu bugün de. O halde öncelikli hedef, Türk Ordusu'nun yok edilmesidir. Ancak Türk Ordusu'nu yok etmek öyle kolay bir hedef değil. Bu, Ordu'nun kendisini savunma refleksinden çok Türkiye'nin temel gerçekliği nedeniyle böyle: Sonuçta emperyalizm bu ülkede tüm kaleleri ele geçirse de Türk toplumunun en temel değeri olan Atatürk'ün varlığı. Demek ki emperyalistlerin işi zor, Ordu'yu yok etmek kolay belki, ama ya Atatürk'ü? 1 Numara: Atatürk İşte Ergenekon bu anlamda Atatürk'e açılmış bir dava olacaktır. Siz bakmayın sanıklar ya da zanlılar arasında Atatürk'ün adının geçirilmemesine. Henüz Atatürk'ü doğrudan teröristlikle suçlamadıklarına da bakmayın. Sonuçta daha Kurtuluş Savaşımızın başından itibaren Mustafa Kemal, Batılı devletlerin resmi belgelerinde terörist olarak geçmektedir. Ne tesadüftir ki bugün de Ergenekon'la Atatürkçülere aynı suçlama yöneltiliyor, teröristlik. Ve teröristlikle suçlanan isimler ne hikmetse hep Türk Ordusu'nun komutanları. Buradan varılacak yerin Türk Ordusu'nu bir 'terör örgütü' durumuna düşürmek olacağını şimdiki Genel Kurmay Başkanı bile anlamıştı. Ama pek çok kesimin anlayamadığı en önemli şey, bu soruşturmanın sonunun Atatürk'e bağlanmak zorunda olduğu. Bu da Ergenekon savcısının Aristo'ya bile rahmet okutacak, ancak Hitler'in kavrayabileceği düşünce sistematiği içinde son derece olanaklı. O halde basit denklemi yazalım: Ümraniye'de bir gecekonduya yapılan baskında bir kısım bomba bulunur. Evin sahibi bombaların bir emekli astsubaya ait olduğunu söyler. Emekli astsubay Oktay Yıldırım tutuklanır. Gerçi bombalar o evde yokken bulunmuştur, kendisi redetmektedir, ama olsun bir tanık vardır. Astsubay'ın emekli Yüzbaşı Muzaffer Tekin'le bağlantısı vardır. (Muzaffer Tekin'le birlikte fotoğrafları yeterli kanıttır.) O nedenle Muzaffer Tekin de tutuklanır. Emekli Yüzbaşı Muzaffer Tekin'in bir miting sırasında emekli Tuğgeneral Veli Küçük'le fotoğrafı bulunur. Veli Küçük de tutuklanır. Emekli Orgeneraller Hurşit Tolon ve Şener Eruygur'un da Cumhuriyet mitinginde bu isimlerle birlikte fotoğrafı vardır. (Gerçi daha bir kaç milyon vatandaş da bu mitinglere katılmıştır ama olsun. Savcımız şimdilik onlara soruşturma açmamıştır!) Tüm bu emekli askerler Türk Ordusu'nda görev yapmıştır demek ki suçlu Türk Ordusu'dur. (Bunun için de dosyaya bu isimlerin askerlik dönemlerindeki yemin töreni resimleri konabilir.) Peki bu kadar suçlunun görev yaptığı Türk Ordusu'nu kim kurmuştur: Atatürk. (Buraya Atatürk'ün bir fotoğrafı.) Gördünüz mü nasıl da ulaştık 1 numaraya! Her şeyin suçlusu Atatürkçüler! Ergenekon'a saldıranlara baktığımızda ısrarla söyledikleri bir şey var, bu operasyon Atatürkçülere karşı yapılmış bir operasyon değil kendisine Atatürkçü diyen bir kısım suçluya yapılan operasyon. Ancak durumun hiç de bu şekilde olmadığını çok iyi biliyoruz. Eğer Ergenekon'da hedef suçlular olsaydı bugün suçluları tartışırdık ama Türk Ordusu'nu ve Atatürkçülüğü tartışıyoruz. Ergenekon'a saldıran tüm yazarlarınsa ortak bir özelliği var: Kararlı birer Atatürk düşmanı olmaları. Ve yine bu operasyon içn yazdıklarına baktığımızda, hiç de suçlu dedikleriyle uğraşmadıklarını görüyoruz. Onlar daha çok bu 'suçluları' bu 'suça' yönelten yapıyla uğraşıyorlar! Demek istedikleri şey basit... Atatürkçülük bu ülkeyi içe kapadı. Ülkede askeri bir diktatörlük kuruldu. Ordu içindeki derin yapı da yıllardır Türkiye'de suç işliyor. Suç listesine bakıyoruz, 2008 yılında yapılan bir soruşturmada 15 yıl önceki Uğur Mumcu cinayeti bile çözülmeye çalışılıyor. Kimileri biraz daha geriye gidip 1 Mayıs 1977 Katliamı'na ve Çorum Maraş Olayları'na bile ulaştılar. Kısacası bu ülke tarihinde karanlıkta kalmış her faili meçhul, her katliam, her provokasyon bu insanların üzerine atılacak. İnsana şaka gibi geliyor hukuk böyle mi işler diye, ama mesela 6-7 Eylül olaylarını da iddianamede görürsek şaşırmamalıyız. Çünkü İlhan Selçuk, gençlik döneminde bu olaylara katıldığını açıklamıştı. İster misiniz kendisine bir de bu suçlama yöneltilsin mahkemede! Tüm bu suçlamaların temel bir mantığı var: Bu ülkede her kötülüğün arkasında Atatürkçülük vardır! Ülkede bir Kürt terörü mü var, PKK diye bir örgüt mü kurulmuş, insanları mı öldürmüş? Hayır! Bunu onlar yapmış olamaz, olsa olsa Atatürkçüler yapmıştır. PKK'yı kuran da, askerlerimize saldırtan da, derin devlettir! Bu ülkede Şeriatçı terör mü var, Sivas'ta insanları canlı canlı mı yaktılar, Atatürkçü aydınları mı öldürdüler? Hayır! Bunu onlar yapmış olamaz, olsa olsa Atatürkçüler yapmıştır. Şeriatçı terör örgütlerini kuran da, Sivas'ı yakan da, Atatürkçü aydınları katleden de derin devlettir! Peki bu Atatürkçüler manyak mı? Sadist mi? Neden durup dururken kendi kendilerine bir Kürt terörü, Şeriat terörü yaratıyorlar? Cevap basit (******** anlamında): Çünkü halkı Şeriatla korkutup, bölünmeyle korkutup iktidarda kalmak istiyorlar! Çok güzel mantık ama tutarsız bir yanı var, çünkü iktidarda Atatürkçüler değil hep sağcılar var! Tüm bu anlamsiz tezleri gerçekmiş gibi sunanlar, kendi ruh dünyalarında bu ülkede bir Kemalist diktatörlük olduğuna ve bir türlü de iktidarı bırakmadığına kendilerini inandırmış durumdalar. Ama gerçekte olan şey apaçık ortada: Bu ülkede bugün, 10 yıl öncesine göre, 20 yıl öncesine göre, 50 yıl öncesine göre daha fazla mı Şeriatçı var daha az mı? Bu ülkede bugün, 10 yıl öncesine göre, 20 yıl öncesine göre, 50 yıl öncesine göre daha fazla mı bölücü var daha az mı? Hangi taşı kaldırsam altından Atatürk çıkıyor! Aslında bugün Ergenekon'a saldıran koronun mantığını bunların manevi babaları olan Kenan Evren yıllar önce çok iyi özetlemişti: Hangi taşı kaldırsam altından Atatürk çıkıyor! Kenan Evren, kıt Türkçesiyle kaş yapayım derken göz çıkarmıştı, Atatürk'ün önemini vurgulayacaktı sözde ama aslında bilinçaltına işleyen Atatürk düşmanlığını ifade etmiş oldu. Son yıllarda yaşadığımız her şey de bu cümleyi doğrularcasına gelişiyor. Şimdi kendilerine demokrat süsü veren insanlar var, gazetelerde, televizyonlarda köşebaşlarını tutmuş durumdalar ve akıllarınca demokrasi için mücadele ediyorlar. Ama aslında faşist bir terör kampanyasının sözcülüğünü yapıyorlar. Ergenekon operasyonu bu bakımdan emperyalizm ve faşizm üzerine büyük dersler sunuyor bize. Emperyalizm, hukuk tanımaz bir sistemdir. Bugünün ABD ve AB emperyalizmleri, daima hukuk derler, demokrasi derler ama Hitler faşizminin ruhunu taşımaktadırlar. Son 5 yıldır AB yasaları sayesinde demokratikleşen bir ülkede yaşıyoruz sözde, ama yaşadığımız şu Ergenekon rezaleti, ABD'de Mc Carty dönemini, Almanya'da Hitler dönemini bile mumla aratmıyor mu? Hani her tür düşünceye örgütlenme özgürlüğü tanınacaktı? Ama bu operasyon gösteriyor ki, değil örgütlenmek, Atatürkçülerin bir masada birlikte yemek yemesi bile bir suç haline gelmiştir. Hani sivil toplum gelişecekti? Görüyoruz ki, emekli askerler sivil toplum kuruluşlarında etkili olmaya başlamışlar ve demokratik haklarını kullanıyorlar, ama darbecilikle suçlanıyorlar. İnsan sormadan edemiyor, darbe yapacak adam bunu niye sivillerle yapsın! Şimdi Ergenekoncular halkı hükümete karşı isyana teşvik etmekle suçlanıyorlar. Keşke... Evet keşke bu ülkede herkes halkı bu hükümete karşı isyana teşvik etse. Bu ülkede, kanunlarımızda hükümete karşı isyan etmek ne zamandan beri suç? Demokrasinin en temel hakkı, rakip hükümeti yıkmaya çalışmak değil mi? Ne oldu o çok demokratlarımıza? Yoksa tek parti sistemini geri getirdiniz de bizim mi haberimiz yok? Bu ülkede madem tek parti hükümeti olacak ve bu hükümete karşı her tür yasal gösteri, miting, örgütlenme suç sayılacak, bunu açıkça ilan edin de biz de ona göre hareket edelim! Faşist ve devrimci İçinde bulunduğumuz durumu ve rejimi çok iyi kavramamız gereken bir dönemden geçiyoruz. İlk dersimiz şu; emperyalizm hiçbir ülkeye demokrasi getirmez. Yıllardır AB yasaları ülkeye demokrasi getiriyor destekleyelim diyen Atatürkçü anlayış, bugün demir parmaklıklar ardında. Sadece bu da değil, aynı tehlike büyük basın için ve hatta büyük sermaye için de geçerli. Büyük basının bugün Ergenekon'u savunmasının nedeni bu. Aslında Ergenekon'u da Atatürkçüleri de savunmak istemezler ama kendilerini korumak için, hedef olmamak için şimdi Ergenekoncuların arkasına saklanıyorlar. O halde bir de faşizm üzerine ders: Faşizm küçük insanların diktatörlüğüdür ve büyük sermayeye de izin vermez. Bu küçük faşistlerin küçücük beyinlerinin içine bakalım bir de. Faşist, tipik bir *********. Onun için bir kendisi vardır, bir de 'herkes'. Kendisi hep haklıdır, 'herkes'se hep haksız. Kendisi hep dürüsttür 'herkes'se hep *********. Kendisi çok barışçıldır ama n'apsın ki 'herkes' ona düşmandır. İşte o nedenle faşist, mecburen, ırkını, kanını, dini korumak için 'herkes'e savaş açmak zorundadır. Ve öyle de yapar. Faşiste sorsanız öyle yapmasa, kanı, ırkı, dini, ruhu elden gidecektir. Ama buradaki kan, ırk, din, ruh, aslında faşistin iyi bir buluşudur. Normalde faşist için sadece 'ben' vardır. Ama n'apsın ki faşist, sadece bu 'ben'le, 'herkes'i yok edemeyeceğini de çok iyi bilir. Bu, faşistin gerçek dünyayla tek temasıdır. Bu bilinç onu bir 'biz' yaratmaya götürür. Ama bu 'biz', 'ben'in etrafını saran bir çeperdir sadece. Hitler, yüce Alman ırkı için tüm ırkdaşlarını bu 'biz' etrafında toplamıştı. Irkdaşları da 'biz' olduklarını sanıp bu zavallının peşinden gitmişlerdi. Ama ortada bir kavga yoktu 'kavgam' vardı. Bugün, Türkiye'de, aynı işlevi demokrasi görmektedir. Hitler'in rolüne soyunan Tayyip, demokrasi ile bir 'biz' yaratmaktadır. Ve bu 'biz'i de Atatürkçülere karşı savaşa sokmuştur. Kendini 'biz' sanan zavallı kurşun askerler aslında sadece Tayyip'in egosu için savaştıklarını göremiyorlar. Tayyip'in korkusu, yani Şeriatçı bir faşistin korkusu nedir? Bunlar rüyalarında hep Atatürk'ün mezarından çıkıp bunlara gereken dersi vereceğini görmektedirler. Atatürk korkusu, gerçek hayatta yerini Atatürkçü korkusuna bırakır. O nedenle, her Atatürkçüde bir Atatürk olma potansiyeli gördüğü için de, tüm Atatürkçülere saldırır. Sanır ki tüm Atatürkçüleri hapse tıksa, rahata erecektir. Zavallı faşist! Hitler 5 milyon Yahudiyi toplama kampına atmıştı da yine korkusunu atamamıştı! Faşistin zavallı olduğunu bilelim, ama devrimci de güçlü olmak zorundadır. Faşist ne kadar gerçeklikten kopuksa devrimci o kadar gerçekçi olmalıdır. Gerçekçilik nedir peki? Gerçekçilik, faşistin gerçekliğini bilmektir. Bu tür bir faşizmle, hiçbir şekilde uzlaşma olamayacağını bilmelidir devrimci. Faşist, istese bile uzlaşamaz, çünkü o korkularının esiri olan bir katildir. Ama bugün kimi muhalif kesimler, AKP kapatılmazsa Tayyip'in 'rahatlayıp' dizginlenebileceğini düşünmektedir saf saf. Faşizmse gerçekten kanla beslenir. Verilen her kan, daha fazla kan vermek zorunda bırakır sizi. Bakmayın Müslüman gözüktüklerine bunların, aslında bunlar pagandır, ********* her bir faşist. O nedenle faşizme karşı reformcu bir mücadelenin imkânı yoktur. Uzlaşma seçeneği, devrimcinin akıldışılığı, hayalciliği olur. O hayalin bedeli ise kanla ödenir. Devrimci için gerçekçilik, faşistle anladığı dilden konuşmaktır, yani savaşmaktır. Devrimci bir savaş da bir 'biz'e ihtiyaç duyar. Bu ise antifaşist bir 'biz'dir. Faşistin yok edeceği tüm toplumu devrimci bir önderlik altında 'biz' yapmaktır. Kısacası faşizme karşı örgütlenmektir. Faşist savcılar masa başında fotoğraf albümlerine bakıp kanıt aramaktadır. Kim kimle yan yana gelmiş. Demek ki yan yana gelmek bunların en büyük korkusu. O halde yan yana gelmeli, omuz omuza mücadele etmeliyiz. Bu mücadelenin zemini ise gerçek bir mücadeledir. Yani mücadele, politik alanda verilir. İnternette, televizyonda verilen mücadele tümüyle sanaldır, hayalidir. Faşizmse gerçektir, hapishaneleri gerçektir. Burada faşistin demokrasi kavramının yanında ikinci aracını da görmeliyiz. Klasik faşizmin ırk kavramının yerini günümüzde demokrasi almıştır, kitleleri uyuşturmanın yöntemi olan mistisizmin yerini ise komplo teorileri. Komplo teorilerinin ilk işlevi kitleyi bilgiye boğmaktır. Bilgiye boğulan kitle, kendisini önemli görmeye başlar. Gazetedeki inanılmaz gizli bilgi ve belgeleri okuyan kitlenin her biri küçük birer faşistçik olmaktadır. Onlar da artık faşist liderleri kadar çok şey bilmektedir. Kitle böylece bir iç huzura erer. Ama kitle aynı zamanda kendisine sunulan bu bilgilerle, kinle beslenir. Ne kadar da çok düşman vardır etrafta. Hepsini yok etmek gerekmektedir. Bugün 'ortak akıl' diye ortaya sürülenler işte bu kitledir. Sonra bu komplo teorilerinde iz süren kitle, önce bir sürü bağ kurar. Tıpkı malum savcı gibi. Birden kendini çok zeki görür. Alçak düşman açık vermiştir ve o, tüm bağlantıları kurmaktadır! Ama bir süre sonra o kadar çok bilgi yığılır ki, küçük faşistler bu işin içinden çıkış olmadığını görür. Düşmanı ve bağlantıları görmek artık çok zorlaşmıştır onun için. İşte o noktada bir kez daha faşist liderine sığınır. O kimi gösterirse düşman odur, ona saldırmalıdır. Bunca zamandır bu bilgi bombardımanı işte bunun içindir. Burada bilgi merkezlerini dolduran medyaya şaşmamak gerekir. Hitler de faşist partisini komünist döneklerle kurmuştu! Bizim Hitler'imiz de bugün eski konüminstleri kullanıyor. Ama bu bilgi bombardımanıın ve komplo teorilerinin en sıradan, hatta kendisine Atatürkçü bile denebilecek isanlar üzerinde de mistik bir ayartıcı etkisi olur: Acaba kandırıldık mı? İşte bu soruyu sorduğun anda her şey bitmiştir, faşistleşme yoluna girmişsindir. O nedenle basına gözlerimizi, kulaklarınızı kapamak, kendi aklımızla düşünmek zorundayız. Faşizme karşı mücadelenin ilk durağı direnmektir. Bugün televizyon karşısında bile direnemeyip bilinci çarpıtılanların yarın kahraman savcımız karşısında korkudan dizlerinin bağının çözülmesi normaldir. Onlara verecek cevabımız hazır olmalıdır: Evet 1 Numaranın emrindeyim, ben de Mustafa Kemal'in askeriyim! bana bir şimşek çak yolumu aydınlatacak gazi'nin gözlerinden mavi bir şimşek kuva-yı milliye mavisi aynı emaneti taşımaktayım 'hürriyet ve istiklal benim karakterimdir' çünkü hain sinsi ve korkak aynı düşmana karşı savaşmaktayım Attila İlhan
-
Hukukun Dışına Çıkamayan Paşaları Hukuk İçine Aldı.
Fatih Altaylı'ya Tolon'dan gelen mesaj 'Biz kurban seçildik' 23.07.2008 15:11 Emekli Orgeneral Hurşit Tolon, Fatih Altaylı'ya cezaevinden bu mesajı gönderdi: 'Bizi tanıyanlar, yakınlarımız ve sevdiklerimiz şunu çok iyi bilmelidirler ki, ne Org. Eruygur ne de ben Ergenekon denen örgütün ne kurucusu, ne yöneticisi, ne de üyesiyiz. Uzaktan yakından hiçbir ilgimiz, ilişkimiz yoktur. Varsa, böyle bir terör örgütünden medyada yer aldığı kadarıyla bilgi sahibiyiz. Medyada yer alan asılsız haberleri büyük üzüntü ile izliyorum. İktidar yanlısı gazeteler yanıltıcı, suçlayıcı ve adeta kesin hükümmüş gibi haberler yayınlıyorlar. Hele Sabah Gazetesi'nde 'ŞOK KLASÖR' başlığı ile yayınlanan haber bütünüyle yalandır, gerçek dışıdır. Evimde arama hem Ankara C. Savcısı hem de Gnkur. As. Savcısının nezaretinde yapıldı. El koydukları tüm belgeler tutanağa geçirildi. Org. Yaşar Büyükanıt hakkında iddia edildiği gibi bir klasör, dosya, belge, bilgi kesinlikle yoktur. Tümüyle gerçek dışı olan bu haber, çok net olarak belli ki sistematik bir karalama ve suçlama kampanyasının ürünüdür. Bu konuyu avukatlarıma iletin. İstanbul'daki Avukatım bir basın açıklaması yapsın, Ankara'daki Avukatım da tekzip edip dava açsın. Bu konuda oğlum Tolga Tolon'un müstakil evinde yapılan aramada yasa dışı el konulan bir CD içinde GATA mahreçli olarak Org. Büyükanıt'ın kulak rahatsızlığı ile ilgili periyodik kontrol ve tedavileri gösteren bir çizelge bulunmuştur. Oğlum da bunun nereden, nasıl, ne şekilde geldiğini hatırlayamadı. İnternet ortamından gelen yüzlerce, binlerce belge arasında intikal etmiş olabilir. Lütfen bunu kardeşime ve oğluma iletin, Yaşar Paşa'ya bilgi versinler. Bu olay bütünüyle siyasi bir komplodur. İktidar kendisine muhalif olarak gördüğü tüm kişi ve kuruluşları, başta kadın derneklerini, sivil toplum kuruluşlarını bu kisve kapsamında baskı altına almaya ve cezalandırmaya çalışmaktadır. 'Ulusal' adı ile başlayan, Atatürkçü, Cumhuriyetçi, Yurtsever tüm yasal STÖ'lerine, siyasi partilere suç örgütü, terör örgütü gözü ile bakılıyor. Gözaltına alındığım andan itibaren, Anayasa ve AİH Sözleşmesine dayanarak; 1. Ne ile suçlanıyorum? 2. Bu suçun delilleri nelerdir? 3. Savunma için zaman verin! dedim. Bunların üçü için de 'mümkün değil' dediler. Bu nasıl bir anlayıştır? Nasıl bir gizliliktir? Günlerce gözaltında kaldıktan sonra Cuma günü 19.00'dan ertesi sabah 07.00'ye kadar ifademe başvuruldu. Ardından istirahat imkânı verilmeksizin Adli Tıbba götürüldük. Cumartesi sabah 09.30'dan 12.00'ye kadar Savcının kapısında bekletildik. Sonra saat 15.00'e kadar 3 saat ifadem alındı. 15.00'den 22.30'a kadar Hâkim sorgusu için yine kapıda bekletildik. Nihayet 22.30-01.00 arasında hâkim karşısına çıktık. Sorulara ve verdiğim cevaplara bakarak serbest bırakılacağımı umarken sanırım saat 03.00'e doğru tutuklandığımız tefhim edildi. Sorgulama esnasında atfedilen suç ve bu suçla ilgili herhangi bir delil ortaya konmamıştır. Delillerden suça, suçluya, suçlamaya değil, fail ve faaliyetlerinden suç isnat etmeye giden bir anlayışla sorular yöneltilmiştir. Özellikle kişiler ve çeşitli sivil toplum kuruluşları, dernekler, siyasi parti kuruluş çalışmaları ve bunların düzenledikleri çeşitli etkinliklere neden katıldığım sorulmuştur. Bütün bunların Ergenekon'un alt birimleri oldukları varsayılmıştır. Özellikle tanıdığım, görüştüğüm gazeteciler, üniversite hocaları, aydınlar, siyasiler, katıldığım resmi, özel, sosyal etkinlikler, paneller, anma günleri vb.. hakkında sorular sorulmuştur. 50 yıllık arkadaşım Org. Çetin Doğan'la ahbaplığım ne düzeyde imiş? Prof. Alemdaroğlu'nu, Prof. Haberal'ı, başka birçok hocayı daha tanırmıymışım? Ne maksatla görüşürmüşüm? Gazetecilerden, hocalardan pek çok kişiyi yakından tanırım. Onlarla çeşitli etkinliklerde bir araya geliriz. Konuşuruz, sohbet ederiz, görüş alış-verişinde bulunuruz, zaman zaman yazışırız. Doğu Perinçek'i tanırmıymışım? 40 yıllık siyasetçi. Tanımayan mı var? Parti Genel Başkanı. 'Televizyondan tanırım' dedim. Bir de bir toplantıda bir araya gelmişiz. Ancak maalesef bana atfedilen suçla ilgili olarak terör örgütü üyesi suçlamasıyla halen tutuklu bulunanların büyük bir bölümünü hiç tanımam, hiç karşılaşmadım. Ümit Sayın'dan rapor istemişim. Ordu Komutanlığım sırasında Ümit Sayın ve Sevil Atasoy ziyaretime geldiler. Kürtçülük faaliyetlerinden söz etiler. Ben de 'Bunları yazılı olarak verebilir misiniz?' dedim. Yanlarında Karargâh Subaylarıma talimat verdim. Daha sonra gönderdikleri nota şu hususları yazdım: Kara Kuvvetleri Komutanlığına arz edelim. MİT'e bilgi verelim. Periyodik toplantıda emniyet istihbarat birimleriyle görüşelim. İstediğim söylenen rapor ve olay budur. Gözaltına alınma ve tutuklanma nedenimiz olarak şunları düşünüyorum: Bir yılı aşkın bir süredir bu işin suyu çıktı. Kamuoyu tatmin edilemedi. Yandaş basında da halen örgütün üst kademelerine ulaşılamadığı görüşü yaygın. Kamuoyunu tatmin için toplum tarafından daha çok tanınan, STÖ'lerle, Üniversitelerle daha sık ve tamamen yasal ortamlarda beraber olan kurbanlara ihtiyaç vardı. Biz kurban seçildik.'
-
AFAROZ KORKUSU- yusuf HALAÇOĞLU
TTK Başkanlığı'na tartışmalı isim Yusuf Halaçoğlu’nu görevden alan AKP hükümeti Türk Tarih Kurumu’nun başına tartışmalı bir ismi atamaya hazırlanıyor. Cumhuriyet'in haberine göre Fethullah Gülen’e yakınlığıyla bilinen Türkiye Yazarlar Birliği’nin yönetim kurulu üyeleri arasında yer alan Ali Birinci’yi kamuoyu, türbana özgürlük ve Atatürk’e hakaret eden Atilla Yayla’ya destek kampanyalarına verdiği imzayla tanıyor. Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu’ndan boşalan Türk Tarih Kurumu Başkanlığı’na getirilmesi beklenen Polis Akademisi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ali Birinci ile ilgili ilginç ayrıntılar ortaya çıktı. Birinci’nin, AKP İzmir Gençlik Kolları panelinde yaptığı konuşmada, “Kemalizm ilerlemeden çok gerilemeye tekabül eder”, “Neden her yerde bu adamın (Atatürk) fotoğrafları var diye soracaklar” diyen ve büyük tepki çeken Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Atilla Yayla’ya destek çıktığı öğrenildi. Birinci’nin, Yayla’ya destek için imza toplayan 208 akademisyenden biri olduğu ortaya çıktı. Bir imza da başörtüsü için! Birinci’nin “Başörtüsüne özgürlük” kampanyasına da imza koyduğu öğrenildi. Birinci, üniversitelerde başörtüsünün serbest bırakılması için başlatılan kampanyaya katılan öğretim üyelerindendi. Kampanyanın duyurusunda “Her demokratik ülkede olduğu gibi üniversitelerimizde kılık-kıyafet serbestliğinin din, inanç, düşünce, ırk, grup ve cinsiyet ayrımı yapılmaksızın bütün öğrencilere tanınması gereğine inanıyoruz” denilmişti. Birinci’nin bir diğer özelliği ise Fethullah Gülen’e yakınlığıyla bilinen Türkiye Yazarlar Birliği’nin yönetim kurulu üyeleri arasında yer alması. Birinci, bir süre önce Türkiye gazetesi yazarı tarihçi Yılmaz Öztuna’ya “Müverrih-i Maderzadın Fülannamesi” adlı kitabından intihal yaptığı gerekçesiyle dava açmıştı. Birinci’nin TTK Başkanlığı’na atanmasına ilişkin kararnamenin dün Köşk’e gönderildiği öğrenildi. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Birinci ile yakın ilişkisinin olduğu, atamada sorun yaşanmayacağı belirtiliyor. ‘Görev süresi bitmişti’ Devlet Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada, “Halaçoğlu’nun görev süresi, 6 aylık son uzatmanın bittiği haziran ayı sonu itibarıyla tamamlanmıştır. Dolayısıyla söz konusu olan ‘görevden alma’ işlemi değildir” denildi. Açıklamada, Halaçoğlu’nun 15 yıldan bu yana görev süresinin her yıl uzatılması suretiyle TTK Başkanlığı’nda değerli çalışmalarda bulunduğu vurgulandı. Kimseye yakın değilim Prof. Dr. Ali Birinci, teklifi doğruladı. Prof. Birinci, "Atama yapılmadan konuşmam doğru olmaz. Özkök Paşa doğru söyledi, kasaptaki ete soğan doğramam" dedi. (Cumhuriyet - Hürriyet)
-
Hala “demokrasi” diye bağırıp, “Ergenekon” naraları atmaya devam edin.
öyle bir demokrasi anlayışları var ki değmeyin gitsin bizim solcu geçinen Kürtçü ve antidemokratik çocuklar Amerika Irağa demokrasi götürüyor, Saddam iktidarı devriliyor diye sevinç çığlıkları atıyorlardı, Irak demokrasiden (!) kendinden geçiyor buna gözyumanların hiç birinin ağzını bıçak açmıyor şimdi... Akp partinin kapatılma davası açıldığında derhal ve koşarak ülkemize gelip demeçler verenler Ergenekon konusunda "Türkiye'nin içişlerine karışamayız" diyor...(!) Ne kadar ilginç...
-
DARBELERLE/DARBECİLERLE HESAPLAŞMAK VEYA
tıpkı Ak parti gibi değil mi?
-
El-Tayyip’in Vedâ Hutbesi
80 İhtilali ile yüzleşmeden yüzleşemeden bugün yaşananları anlamak imkansız... Ajitasyonun bu ülkede nasıl tuttuğunu tv'de gündüz programlarında yazılan senaryolara vatandaşın nasıl inandığını görerekte tanıklık edebilirsiniz... Ama görmek lazım sadece bakmak yetmiyor bazen... 80'sonrası 28 yılda neler yapıldı kimler iktidar oldu Amerika'nın bu iktidarlarla ilişkisi neydi, Amerika'lı generallerin "bizim çocuklar" dediği adamlar kimlerdi? Ve Ak parti fişinin çekildiğini anladığından mıdır nedir batarım ama sizide batırırım diye bulduğu çuvala herkesi dolduruyor...
-
DARBELERLE/DARBECİLERLE HESAPLAŞMAK VEYA
Bazı insanlar filmleri gerçek sanar!!!
-
İnançtaki "Madde" çıkmazı...
Yeni fikirlere ve yeni yorumlara açık olmak lazım
-
El-Tayyip’in Vedâ Hutbesi
Demegojiye hiç gerek yok... "Suç ve Ceza" ve ne derler bilirsiniz "şeriatın kestiği parmak acımaz, Türkiye de hukuk var ve iki ihtimal var ya kapatılacak ya kapatılmayacak ancak bizi endişendiren kapatılmaması değil davaya kimlerin bakacağı??? Aslında kapatılmasa daha iyi olur diyorum ben çünkü kapatılmamak için çırpınıyor gibi görünselerde aslında bunun için mücadele ettiklerini düşünüyorum ve Kemalist'lerden daha çok darbeci olduklarını biliyorum... Aslın darbe beklentisi olanlar Akp'nin yönetim kadrosu... 80 darbesini Amerika'nın "bizim çocuk" dediği ressam paşa yapmıştı, bu kez darbe olasılığı varsa yine "Amerika'nın çocuklarından" birileri mi yoksa "Kemalin askerleri" mi yapar belli değil. O sebepten kapatılma davasının ardından Babacan, Dengir Mehmet, Başbakan, ve Cumhurbaşkanının tuhaf açıklamaları gösteriyor ki gerçekte mağdur rolü onlara çok yakışıyor ve çok taraftar kazandırıyor, bizim milletimiz ajitasyonu sever malum... Kürt solcuları, din simsarları, elele vermiş Akp'yi kurtarmaya çalışıyor kimlerin desteği ile ABD+AB bizim bildiğimiz onlar müslümanları sevmez ama bunları seviyorlar neden acaba?
-
OKUDUĞUNUZ KİTAPLAR
Uğur Mumcu'dan sonra Türkiye'nin en önemli araştırmacı gazetecilerinden biri olan Tuncay Mollaveisoğlu'nun son kitabı "Görünmez Holding" Türkiye'de iktidarların ülke çıkarlarını heba ederken kendi çıkarlarını nasıl holdingleştirdiklerini belgeleri ile anlatıyor bu kitap. Herkese tavsiye ediyorum, umarım çok satanlar arasına girer, Türkiye'nin kitap gerçeğini bilmeme rağmen diliyorum çok satar. Bu kitabı yeni aldım daha önce bir arkadaşım almıştı ondan alıp göz atmıştım mutlaka her kitaplıkta olmalı diye düşünüyorum, nasıl aldatılıyoruz ayet ayet açıklıyor. Not alarak okuyorum.
-
Yeni Şafak Alevileri Ergenekoncu Yaptı...
Yandaş Medyanın iktidar yalakası ve başbakan damadı çalıştıran Çalık grubunun kirli televizyonu atv dün akşam ki haberlerinde Tuncay Özkan'ı ve Bizkaçkişiyiz hareketinde görev alanları hedef gösterdi. Ergenekona nihayet bizide bulaştırmak istediler. Bu kirli davada avukat, hakim, savcı, müdahil, taraf ve amaçlı yandaşlık yapanların en başında medya var her eve giriyorlar, her haber programında yalan konuşuyorlar ama millet gördüğüne inanıp düşünmediği için bütün bu olanları gerçek zannediyor. Oysa Ergenekon dedikleri şey Akp'ye muhalif düşünen herkesi asimile etme, sindirme, çamur atıp lekeleme, korkutma, geri çekilmesi için Amerika tarafından yazılıp yönetilen bir senaryodur. Bu ülkede artık olup bitenler akılla mantıkla ve vicdanla izah edilemez durumda. Ama şuda çok büyük bir gerçek ki medya tüm zamanların en güçlü silahı. Medya gücünü elinde bulunduran istediğini yapmakta özgür. Allah'tan korkuları, vicdanları ve ahlakları olmayanların yalan haberleri her eve her insana ulaştığı sürece Türkiye'de gerçeği hala göremeyenlerin neyle uyutulduklarını anlıyorum. Biz dün derneğimizde toplantıdaydık ve oradan saat 22,30'da atv'nin önüne gidip protesto gösterisi yaptık. Yaklaşık 200 kişiydik ve 500 polis vardı. Bu ne korkuydu anlamadık, biz terörist değiliz, devlet düşmanı değiliz, kanlı katil değiliz, soyguncu, gaspçı değiliz. Ellerinde coplarla yolun karşısına geçip bizi kontrol altına alan çevik kuvvete alkışla destek verdik. Onlar emir kulu elbette biliyoruz görevlerini yaptıklarınıda biliyoruz ama enteresan olan atv nin tamamen boşaltılması ve yaşadıkları korkuydu. O sırada yoldan geçen ve hiç bir şeyin farkında olmayan vatandaşların yüz ifadeleri medyanın masal dinletme gücünü bize daha iyi gösterdi. Anlaşılan o ki medyaya hakim olmak devlete, halka herşeye hakim olmak demek. Bu savaş başka türlü kazanılmayacak onların elinde kaç gazete, kaç tv, kaç radyo var bizde kaç? Ve hala vatandaş hiç bir şeyin farkında değil diyoruz nasıl olsun ki, kitap okumaz, gazete dediğinde spor sayfasından anlar, tv dediğinde magazin anlar, haberi olsa göz göre göre izin verirmi vatanın bölünmesine... Hiç sanmıyorum... Ama onların uyanışı çok daha sarsıcı olacaktır. Son anda gerçeklerin tüm çıplaklığıyla... Halkımızın çoğunluğunun onlar gibi düşündüğünü hiç sanmıyorum yeterki doğru haber verilsin gerçekler anlatılsın. Bu millet tembel, saf, çabuk gaze gelen, kolay kandırılan olsada vicdansız olmamıştır. 80 sonrası yapılan çalışmalarla üstümüze ölü toprağı serptiler sadece...
-
Gloria
geçmiş olsun arkadaşım umarım iyisindir ne ameliyatı oldun bilmiyorum dilerim basit bişeydir
-
Yazarlar... Çeşitlemeler...
2 Temmuz'u hatırlıyor musunuz? 2 Temmuz 1993... Sivas... Tam on beş yıl geçmiş Sivas katliamının üzerinden. Her şeyi unuttuğumuz gibi, ne yazık ki Sivas'ı da unuttuk, unutturduk. 15 yıl unutmak için aslında uzun bir zaman, hele Türkiye için. Ama 15 yılda azalmak bir yana, derinleşerek artıyor Sivas acısı. Nasıl artmasın ki? Sivas katliamcıları artık iktidar! Evet, Sivas'ta aydınları yakanlar, Sivas'ı Ortaçağ karanlığına boğanlar şimdi Türkiye'nin en tepe noktalarındalar. Acı ama gerçek, Şeriat artık iktidarda! Ve iktidardaki katiller şimdi Sivas'ın unutulmasını fırsat bilerek bağırıyor; demokrasi diyor, özgürlük diyor, inanca saygı diyor... Kimi ilerici zevatsa bu oltaya düşüyor. 15 yılda sadece Şeriatın adım adım devleti ve toplumu kuşatmasını değil, ilericilik adına gericilikle kol kola girenleri, Şeriatçılarla özgürlük mücadelesi veren sözde ilericileri de gördü Türkiye ne yazık ki! Şimdi demokrasi nutukları çeken, özgürlük savaşçısı kesilen katiller, tam 15 yıl önce Madımak Oteli'nin önündeydiler, ama orada ne demokrasiden bahsediliyordu ne inanca saygıdan ne de düşünce özgürlüğünden. O nedenle Sivas katliamının 15 yılında; 'Sivas'ı hatırlayın!' diyoruz. Sivas'ı hatırlıyor musunuz? Hatırlayalım... Geleneksel Pir Sultan Abdal Kültür Etkinlikleri için Türkiye'nin dört bir yanından Sivas'a koşan aydın, yazar, sanatçı yüzlerce insan bir kültür etkinliği için gittikleri Sivas'ta Ortaçağ karanlığını yaşayacaklarından habersizdiler. Sivas... Bağımsızlık ateşinin yakıldığı, Cumhuriyet'in temellerinin atıldığı Sivas. Ama gericilik uyumuyordu. Cumhuriyet'in temelleri atıldığı günden beridir Cumhuriyet'ten rövanşı almak için sinsice çalışan gericiler o gün Sivas'ta yeniden ortaya çıktılar. 'Müslüman Kamuoyuna' başlıklı, besmele ve bir ayetle başlayan bildiride 'Aziz Nesin köpeği yanında kendisiyle beraber bir ekiple şehrimiz valisi tarafından davet edilip şehirde adeta Müslümanlarla alay edercesine gezebilmektedir' deniliyordu. 'Gün, Müslümanlığımızın gereğini yerine getirme günüdür... Gün, çirkin küfürlerin hesabının sorulma günüdür... İman edenler Allah yolunda savaşırlar. Kâfirler de tağut yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarıyla savaşın. Çünkü şeytanın hilesi zayıftır. Galip gelecek olanlar şüphesiz ki Allah taraftarı olanlardır' cümleleriyle biten 'Müslümanlar' imzalı bildiri camilerde dağıtılmaya başlanmıştı bile. Türkiye tarihinin en gerici ayaklanmalarından birisi yine bir Cuma namazı çıkışı sahneye konuyordu. Ne olduysa bundan sonra olmuştu. Sivas'ta yayın yapan iki yerel gazete ve Şeriatçı dergiler şenliğin Müslümanlara karşı yapıldığını manşetlere çıkaran yayınlarla tahriklerini artırıyorlardı. Madımak Oteli'nin önündeki kalabalık gittikçe artıyordu... Ve başta devletin kolluk kuvvetleri, herkes izliyordu. Şeriatın adım adım ilerleyişini izlemeye ilk o zaman alıştık. Sivas bir başlangıçtı. Valiliğin önünden Madımak Oteli'nin önüne akan gerici güruhun sloganları yankılanıyordu Sivas'ta: 'Vali istifa! Vali gidecek, Şeriat gelecek! Sivas Aziz'e mezar olacak! Dinsizlere ölüm! Müslüman Türkiye! Cumhuriyet burada kuruldu, burada yıkılacak!' Sonra 'Yakın! Yakın! Yakın!' çığlıkları... 2 Temmuz 1993... Sivas... Madımak... 37 aydın; 'Kafirlere ölüm!' sloganları eşliğinde diri diri yakıldılar... Ama 37 aydının yakılması bile yetmemişti bazılarını uyandırmaya. Kimileri Sivas'ta ortaya çıkan gerici tehlikenin boyutlarının toplum tarafından anlaşılmaması için ne gerekiyorsa yaptılar. Gericiler Sivas katliamını tam da bu nedenle hep Aziz Nesin'in tahriki olarak göstermeye çalıştılar. Kimi ilerici zevatsa Sivas'ın failleriyle 'demokrasi ittifakı' kurdular ve katillerin aslında ne kadar demokrat olduklarını anlattılar topluma, utanmadan. Ama diri diri yakılan 37 aydın hiçbir gerekçe ile açıklanamayacak kadar korkunç bir vahşet tablosunu bütün Türkiye'nin gözü önüne seriyordu Sivas'ta. Çorum, Maraş, Sivas... Şeriat tehlikesi ortadan kalktı mı? Sivas katliamı gericilik açısından bir sınamaydı. Türk tarihinin en büyük gerici ayaklanmalarından birisi yaşanırken, başta devlet olmak üzere tüm toplum susmuştu. Suskunluk aslında Türkiye için tehlike çanlarının çalması anlamına geliyordu. 12 Eylül'le birlikte devlet eliyle beslenen, dış güçlerin desteğini arkasına alan ve tarikatlar kanalıyla toplumsal yapıya nüfuz eden gericilik artık Cumhuriyet'in rövanşını almak için harekete geçiyordu. 'Cumhuriyet Sivas'ta kuruldu, Sivas'ta yıkılacak!' sloganları atan gözü dönmüş binlerce kişilik kalabalık, Sivas kalkışmasının basit bir tahrik olayının çok ötesinde, uzun yıllardır planlanan Cumhuriyet'i yok etme operasyonunun başlangıcına işaret ediyordu. Aynı niyet, AKP'nin iktidara geldiği dönemde ortaya çıkan 'İktidarla el ele, 84 yıllık karanlığa son' sloganında da kendisini ele veriyordu. Birileri 'değiştim' diyerek toplumun gözünü boyamaya çalışmaktaydı ama '84 yıllık karanlık' olarak görülen Cumhuriyet'i yıkmaktı aslında tek dertleri. Sivas katliamının üzerinden daha bir hafta bile geçmemişken, 8 Temmuz 1993'te bugünkü Şeriatçı iktidarın o günkü yayın organı Milli Gazete'de yayınlanan 'Ya Müslüman Türkiye, Ya Hiç' başlıklı yazıda Sivas katliamı selamlanmaktaydı (İsmet Özel, Milli Gazete, 8 Temmuz 1993). Radikal İslamcı dergilerde ise Sivas katliamcılarına alkış tutuluyordu: 'Halk hakkına sahip çıkıyor ve 70 yıldır hayatı kendisine zindan eden işgalci laiklere karşı 'kısas'ın hayat veren soluğuna sığınıyor. Artık TC'de hayat yalnız Müslümanlar için zor olmayacak, işgalci laikler için de zor olacak. Sivas sadece küçük bir haber! Herkes safını doğru seçmekle mükellef! Bizden söylemesi! Gerisi, 'Mevlam görelim neyler/neylerse güzel eyler' (Faruk Akıncı, Taraf, 1 Ağustos 1993). Yine aynı dergide; 'Geçen ay çok bereketli geçti. '70 yıllık Cumhuriyet tarihinin en büyük direnişlerinden biri 2 Temmuz'da yaşandı... Sivas Müslümanların gövde gösterisine sahne oldu' (Taraf, 1 Ağustos 1993, s. 30) denmekteydi. Çok değil, daha yirmi yıl önce Maraş'ta ve Çorum'da insanların evlerini işaretleyip katleden gericilik, Sivas'ta bir kez daha ortaya çıkıyordu. Hem de 'Şeriat tehlikesi geçti' denilen bir zamanda. Maraş ve Çorum yetmemişti Şeriatın karanlık yüzünü göstermeye. Sivas, biraz da bu aymazlık yüzünden meydana gelmişti, göz göre göre. Aziz Nesin: 'Olacak depremin uğultularını duymaktayım' Sivas'ta gericilerin özellikle Aziz Nesin'i hedef almaları da oldukça anlamlıydı. Gittikçe büyüyen gerici tehdidin hangi boyutlara varacağını ilk gören insanların başında geliyordu Aziz Nesin. Sivas katliamından hemen önce radikal İslamcı yükselişe karşı uluslararası bir konferansın çalışmalarını yürütüyordu Aziz Nesin ve o dönemki tüm yazılarında da yaklaşan Şeriat tehlikesine karşı toplumu uyandırmaya çalışıyordu. Bu süreci daha sonra şu sözlerle anlatacaktı Aziz Nesin: 'Aydınlar ve özellikle yazarlar, bir anlamda gelecek depremi önceden sezen cins atlara benzer ve bunlar kendi dillerince gelecek deprem felaketini çevrelerine duyurmaya çalışırlar. Ben bir yazarım, yazmaktan ve konuşmaktan başka bir şey gelmiyor elimden. Şimdiye dek olduğu gibi şimdi de haber veriyorum: Önceleri yavaş yavaş, ağır ağır, adım adım, kötülük uçurumuna giderken, gittikçe hızlanarak şimdi koşar adım gidiyoruz. Olacak toplumsal depremin uğultularını duymaktayım.' Gerçekten de 12 Eylül'le başlayan dinselleştirme operasyonunun yeni adımı artık son noktasına ulaşmak üzereydi. 2 Temmuz'da gericilik sinsi yüzünü yeniden göstermişti, ama tehlikenin farkına varılamamıştı. Türkiye adeta bir film seyreder gibi gericiliğin güçlenmesini ve iktidar olmasını seyretmekteydi. 1995'te Refah Partisi iktidarı bile yetmedi Türkiye'yi uyandırmaya. 28 Şubat'a gelindiğindeyse tehdidin boyutlarının artık önlenemez düzeye geldiği görülmüştü. Artık müdahale etmek gerekliydi. Ama bugün görüyoruz ki müdahale bile yeterli olamamış. Seksen yıldır Cumhuriyet'in altını oyan Şeriatçı örgütlenme, Kuran kurslarından ve imam hatiplerden yetişen militan kadrolarla adım adım tüm toplumu dinselleştirmiş ve gericileştirmiş. Bu gidişatı fark eden ve uyaran aydınlar ise Şeriatın ve onun arkasındaki emperyalist güçlerin planları doğrultusunda bir bir ortadan kaldırıldılar. 1990'larda birden hızlanan aydın cinayetlerinin bugünkü Kürt-İslamcı faşizmin yollarını döşemek için işletildiği ancak şimdi anlaşılabiliyor. Uğur Mumcu başta olmak üzere 1990'lardan itibaren katledilen Atatürkçü aydınların şahsında ilerici güçlerin toplumsal hafızası ve mücadele etme azmiydi katledilen. Atatürkçü aydınlar tam da bu nedenle gerici güçlerin boy hedefi haline geldiler. O nedenle öldürüldüler. O nedenle yakılmak istendiler. Şimdi Aziz Nesin'lerin, Uğur Mumcu'ların olmadığı bir ülkede Şeriat karanlığının nasıl bir tehlike olduğunu anlatacak kimse kalmadı ne yazık ki! Şimdi aydın pozunda gezenler 'Şeriat paranoyası'ndan bahsediyorlar. Atatürkçü aydınların yok edildiği bir ülkede; toplum aldatılıyor, Şeriat palazlandırılıyor, ülke dinci kuşatmanın kollarına teslim ediliyor ve herkes uyuyor! Şeriata özgürlük tanımak mı? Sivas katliamının üzerinden geçen on beş yıl, diri diri yakılan aydınları unutturmakla kalmadı sadece, Türkiye'nin ilerici güçleri bu süreçte Şeriat tehdidini, Şeriatçıların neye cesaret edebileceklerini ve nasıl bir toplum yaratmak istediklerini de unuttular. Sivas, Şeriatçı güçlerin insanları vahşici katletmekten bile çekinmeyeceklerini en acı şekilde göstermişti. Buna rağmen bugün bile Şeriatçılarla kol kola demokrasi mücadelesi verdiğini zanneden aymazlar yok mu? Kara Parti'nin kapatılmaması için çırpınan sözde ilericiler yok mu? Bugün Refah Partisi'nin kadroları Türkiye'nin en önemli mevkilerini işgal etmiyorlar mı? Bir de utanmadan ampulle aydınlatmaktan bahsediyorlar Türkiye'yi. Oysa biz gericiliğin aydınlatmaktan ne kastettiğini Sivas'tan biliyoruz. O yüzden başyobaz; 'demokrasi, milli irade, özgürlük' dedikçe, gülüyoruz sadece. Sivas katliamının baş sorumlularından dönemin Sivas Belediye Başkanı Temel Karamollaoğlu'nun AKP'den 2002 seçimlerinde Sivas milletvekili olarak Meclis'e girmesi, 'Değiştim, geliştim' diyenlerin açıkça yalan söylediklerini gösteriyordu ama sadece gören gözler, duyan kulaklar için. Bugün AKP'nin Refah Partisi'nden de büyük ve sinsi bir tehdit olduğunu gören kaç kişi var acaba ülkemizde? AKP, Refah deneyiminin öğrettikleriyle adım adım ve sinsice devleti kuşatarak, kimseyi ürkütmeden Şeriat hayallerini uygulamak gibi bir değişim stratejisi benimsedi ve bugün bu değişim yalanının toplumun kimi ilerici güçleri üzerinde etkili olduğunu üzülerek görüyoruz. Kimi ilericilerimizse; 'Bunlar AB ve ABD çizgisinden sapmazlar, o nedenle bize dokunmazlar' rahatlığı içinde ne yazık ki? Bazı aklıevveller de; 'Şunları AB rotasına tam olarak bir oturtsak, bakın nasıl ılımlılaşacaklar' diye bekliyor. Ama bugün Suudi Arabistan tipi karanlık rejimler, en sadık Batı uşağı olmalarına rağmen tüm toplumu Şeriat kuralları altında inim inim inletmiyor mu? Tüm toplumu türbana ve çarşafa mahkum eden Şeriat karanlığının, kendilerini lüks uydu kentlere hapseden ilericilere ulaşmasına ne kaldı ki? Ama yine de bunun farkını varılmadığını üzülerek görüyoruz. Öyle olmasaydı kimileri hâlâ demokrasi adına Kürt-İslam faşizmini savunabilir miydi? Öyle olmasaydı kimileri 'inanca saygı' diyerek gericiliğin bayrağı olan türbanı savunabilir miydi? Hem de özgürlük adına! Şeriatçılar yalnız özgürlüğe değil, insana düşman! Sivas katliamı aslında Şeriatçıların düşünce özgürlüğüne, inanç özgürlüğüne, demokrasiye, hoşgörüye, sanata, aydına ve aslında insana ne kadar düşman olduklarının en 'can alıcı' göstergesiydi. Sivas katliamının unutulduğu bir ülkede tarihin garip bir cilvesi olsa gerek; özgürlük düşmanı Şeriatçılar şimdi en demokrat, en özgürlükçü, en hümanist. Bugün hâlâ Şeriata ve Şeriatın sancağı olan türbana özgürlük tanımaktan bahsedebiliyor kimileri; hem de Sivas katliamının yaşandığı bir ülkede! Türbanı bireysel özgürlük olarak değerlendirip serbest bırakılmasını istiyorlar. Bunu fırsat bilen Şeriatçılar da mağduru oynayarak destek toplamaya çalışıyor. Peki ama 'Özgürlükleri savunuyorum' diyenlere sormak gerekiyor: Bu ülkede yetmiş yıldır sağcı-dinci iktidarlar eliyle mağdur edilen türban mı yoksa laiklik mi? Mağdur kim? Şeriatçı hareket özellikle 28 Şubat'a giden süreçte karşısına çıkan engelleri yok etmek için mağduru oynamayı seçti. Bugün başarılı olduklarını üzülerek tespit etmek durumundayız. Türkiye neredeyse yirmi yıldır yeniden 'Şeriata özgürlük' tartışmalarına sahne oluyor. Ama bu süreçte Atatürkçü aydınlar birbiri ardına katledildi, Sivas'ta aydınlar diri yakıldı, üniversitelerde oruç tutmayan öğrenciler bıçaklandı, Şeriatçılar üniversitelerde terör estirdi. Şeriatçı baskı bütün ülkeye yayıldı. Peki ama türban taktığı için, Şeriatçı fikirleri savunduğu için, oruç tuttuğu için saldırıya uğrayan, öldürülen, yakılan tek bir kişi oldu mu Türkiye'de? Bugün bile birileri özgürlükten bahsederken, Şeriatçı iktidar tarafından tüm topluma dinci bir yaşam tarzı dayatılmıyor mu? Tüm toplum Şeriat kurallarıyla yaşar hale getirilmek istenmiyor mu? Türban üniversitelere, kamu kurumlarına ve hatta ilköğretime sokulmak istenmiyor mu? O nedenle Sivas katliamının 15 yılında alınması gereken en önemli ders, Türkiye'de Şeriat tehlikesinin geçmek bir yana, çok daha şiddetlendiğidir. Bugün özgürlük, demokrasi, mağduriyet sözcüklerinin yarattığı tartışmalar sürerken Türkiye koşar adım Şeriata gidiyor. Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık. Meclis, Emniyet teşkilatı, belediyeler, yargı, üniversiteler bugün tümüyle Şeriat kuşatması altında iken, kim kalkıp Şeriat tehlikesinin geçtiğini ya da bunun bir paranoya olduğunu söyleyebilir? 'Susma, sustukça sıra sana gelecek!' Türkiye bugün yeniden gericilikle ilerici güçlerin kavgasını yaşıyor. 2 Temmuz 2008'de Türkiye, Şeriat devletinin eşiğindeki bir ülke artık. Gericilik artık muhalefet değil iktidar, hem de tek başına. Yani gericilik şimdi çok daha güçlü ve sinsi. Şeriatçı iktidar Anayasa'yı değiştirmek, türbanı serbest bırakmak, laikliği ortadan kaldırmak ve Cumhuriyet'i yıkmak için son adımlarını da atmak üzere. İlerici güçlerinse üzerine ölü toprağı serilmiş neredeyse. Bir zamanların 'Susma, sustukça sıra ana gelecek!' sloganı bile unutulmuş durumda ki, yalnızca bu bile Şeriat tehlikesinin unutulduğunu, gericilikle mücadeleden kaçışın geldiği boyutu gösteriyor. Slogan düzeyinde bir bilinç ve kararlılık bile kalmamış görünüyor bugün ne yazık ki! O nedenle bugün yeniden; 'Sivas'ı hatırlayın!' diyoruz Gericiliğin iktidarı ele geçirdiği ve toplumu dinsel taassup altına aldığı tüm ülkelerde Şeriat iktidarına giden yol demokrasi çığırtkanlığı ile döşendi. Ve yalnız bizim ülkemizde değil, pek çok Şeriatçı ülkede de Şeriata giden yolda gericilerin önündeki engelleri kaldıran 'ilericiler' oldu? Ve unutmamak gerekiyor: Şeriatın geldiği ülkelerde de ilk hedef hep ilericiler oldu. O nedenle artık uyanma, silkinme ve mücadele etme günüdür. Henüz vakit varken! İnan Kahramanoğlu(TÜRKSOLU)
-
DARBELERLE/DARBECİLERLE HESAPLAŞMAK VEYA
Ufuk Uras kimdir, Dtp'nin fahri başkanlık ünvanı verdiği bağımsız vekil...!!! Ayrılıkçı Kürt solcuları için önemli bir isimdir ama Türk'ler için önemsizdir...
-
Büyük Türk Devrimi Travma olarak Tanımlandı
Ak partinin vekillerinin büyük çoğunluğu yolsuzluktan, ihaleye fesat karıştırmaktan, gizli ve Türkiye Cumhuriyetini zora sokan anlaşmalar yapmaktan, açıklanamayan mal varlıklarından, teröre destek verenlerle ticari anlaşmalar yapmaktan ve onların bazılarına kefil olmaktan sabıkaları var ve dokunulmaz oldukları için yargılanamıyorlar ve bu ellerle temizlik yapmaya kalkıyorlar...!!!
-
İsrali ve Büyük Ortadoğu Projesi
sadece objektif bir göz ile bakın yeter AKP hükümeti kimlerin çıkarlarını gözetiyor?
-
DARBELERLE/DARBECİLERLE HESAPLAŞMAK VEYA
bütün bunlar yargılamayı yapanların ve savcılık görevi üstlenenlerin yanlı medya ve yanlısı AKP hükümetinin güvenilmez, kasıtlı, maksatlı, belli bir hedefe yönelik yıpratıcı ve karalayıcı iftiralarından kaynaklanıyor... bazıları şuan geçici bir zaferde kazanabilirler ama gerçekler er ya da geç ortaya çıkar, o daha önce neden yargılanmıyor dememizin sebebi belli, eğer darbe yanlışsa ve o darbeler bu ülkeye bunca şey kaybettirmişse neden yargılanmıyorlar diyorum... ayrıca adil ve vicdanlı olmak şartıyla herkes fikrini söyleme özgürlüğüne sahiptir... eğer delil varsa, kanıt varsa ve hepsinden önemlisi bütün bunlar gerçekse yaşananlar olağandır... ama ya değilse? dürüstlük, ahlak, namus, şeref, itibar, güvenlilirliğin en önemli unsurlarıdır... mevcut hükümette bunlardan eser yok... o yüzden onların karaladığı herkes gözümde aktır... işe kendi içlerindeki kanunsuzlukları düzeltmekle başlasınlar... ve evet Atatürkçüler suçlanıyor, Atatürkçüyüm, ulusalcıyım, milliyetçiyim demekten uzak dursunlar diye... korku imparatorluğu kuruyorlar ve Allah'ın izniyle onun altında kendileri kalacaklar... bunlar şahsi fikrimdir,
-
DARBELERLE/DARBECİLERLE HESAPLAŞMAK VEYA
gerçekten suçlularsa yargılansınlar ama bu ülkede en önce yargılanacak adamlar onlar değil asıl suçlulara DOKUNULAMIYOR!!! bende beraat edeceklerine inanıyorum yok etmezlerse hangi sebepten ve hangi delillerde ne kadar ceza aldıklarına bakacağım, ve 27 tane el bombası madem mühim delildi neden imha edildi diye soracağım, kime mi başbakana tabi... çünkü kendisi hem hakim, hem savcı, hem polis, hem ........ ? eğer gerçekten darbeciler yargılanıyorsa neden Kenan Evren'den başlamıyorlar? darbe var mı var, delil var mı var, kan var mı var? emekli olduktan sonra darbe yapacaklarına inanıyorlar mı gerçekten bu paşalarımızın yoksa tek suçları Atatürk'ün devrimlerine bağlı olmaları mı? 60 yaşın üzerinde iki paşa TSK'ya rağmen üstelik ortada kurulu bir örgütte yokken 27 tane el bombası ile mi yapacaklardı o darbeyi? El bombalarının bulunuş şeklide çok ilginç değil mi bir gecekondunun damında inci gibi dizili gelip bulun der gibi çok ilginç çok,